SlideShare a Scribd company logo
1 of 45
102 (24). NÛR SÛRESİ
MEDENÎ, 64 ÂYET
GİRİŞ
Adını 35. âyetteki ‫[نور‬nûr] sözcüğünden alan sûrenin, Medîne'de 102. sırada
indiği kabul edilir. Sûrede; zinâ, zinâ iftirası, eşe zinâ isnadı ile ilgili hükümler, aile içi
ve toplumsal davranışlara yönelik görgü kuralları, Allah'ın tanıtılması, “ifk” olayı ve
yankıları gibi birbirinden bağımsız birçok necm yer alır. Necmlerin sıralanışında
kronoloji yoktur. Zira, bu sûreye yerleştirilen necmlerin bir kısmı, bu sûreden çok
önce inmiştir.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1
İndirdiğimiz ve parça parça ayırdığımız bir sûre! Öğüt alasınız diye onda
apaçık âyetler de indirdik.
2
Zina eden kadın ve zina eden erkek, hemen her birini yüz kamçı ile
kamçılayın, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah dininde sizi, onlara
acıma duygusu tutmasın! Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına
tanık olsun.
4
Ve evli, hür kadınlara zina isnadında bulunup, sonra dört tanık
getiremeyen kimseler; hemen bunları seksen kamçı ile kamçılayın ve onların
tanıklığını ömürleri boyu kabul etmeyin. Ve onlar, yoldan çıkmışların ta
kendileridir.
6,7
Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri
olmayanlar; onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden
olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın
dışlayıp gözden çıkarmasının kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutmasıdır.
8,9
Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa,
beşincide de, eğer kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi
üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutması, kendisinden cezayı savar.
5
Ancak iftira attıktan sonra tevbe eden; iftiracılığını itiraf ve bir daha
yapmayacağına söz veren ve düzelten kimseler hariçtir. Artık, şüphesiz Allah,
çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
10
Ya Allah'ın size armağanları ve rahmeti olmasaydı!... Ve şüphesiz Allah,
tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, en iyi yasa koyan,
bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan olmasaydı…
1
3
Zina eden erkek, zina eden veya ortak koşan bir kadından başkası ile
evlenmiyor; zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya ortak koşan erkek
evleniyor. Ve bu; böyle bir evlilik kuralı, mü’minlere haram kılınmıştı.
11
Şüphesiz bu ağır iftirayı getirenler, sizden bir gruptur. –Bunu kendiniz
için bir kötülük saymayın; tersine o, sizin için bir iyiliktir.– Onlardan, her bir
kişiye, günahtan kazandığı vardır. Onlardan günahın büyüğünü söyleyen kimse
için de çok büyük bir azap vardır.
12
Bunu duyduğunuz zaman, erkek ve kadın mü’minler, bu iftirayı
işittiklerinde kendilerine hayır olduğunu zannetmeleri ve “Bu, apaçık bir
iftiradır” demeleri gerekmez miydi?
13
Bu iddiayı ortaya atanların, buna dair dört şâhit getirmeleri gerekmez
miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar, Allah nezdinde
yalancıların ta kendisidirler.
14
Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın armağanı ve merhameti olmasaydı,
içine düştüğünüz şeylerde kesinlikle size büyük bir azap isabet ederdi.
15
Hani siz bu iftirayı, birbirinizin dilinden alıyor ve kendisi hakkında bilgi
sahibi olmadığınız bu uydurma haberi ağızlarınızla söylüyorsunuz ve bunun
önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyüktür.
16
Ve onu duyduğunuz zaman, “Bunu konuşup durmamız bize yakışmaz.
Sübhaneke! Allah'ım sen arınıksın, bu, çok büyük bir iftiradır...” deseydiniz
ya!
17
Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini sonsuz olarak bir kez
daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler.
18
Ve Allah, âyetlerini sizin için açığa koyuyor ve Allah, en iyi bilendir, en iyi
yasa koyandır.
19
Şüphesiz, inanan kimseler içinde aşırılığın, iffetsizliğin yayılmasını seven
kimseler, dünyada ve âhirette acı veren bir azap onlar içindir. Ve Allah bilir,
siz bilmezsiniz.
20
Ve sizin üstünüze Allah'ın armağanı ve merhameti ve şüphesiz Allah,
çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı!...
21
Ey iman etmiş kimseler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Ve kim şeytanın
adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, aşırılıkları, iffetsizlikleri ve tüm çirkinlikleri
emreder. Ve eğer üstünüzde Allah'ın armağan ve merhameti olmasaydı, sizden
hiçbir kimse sonsuza dek temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini temize
çıkarır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
23
Şüphesiz hür, evli, hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zina
isnat eden kimseler, dünya ve âhirette dışlanmışlardır. Ve onlar için çok
büyük bir azap vardır.
2
24
O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi
aleyhlerinde şâhitlik edecektir.
25
O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da
Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.
26
Kötü kadınlar kötü erkekler, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir;
temiz kadınlar temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir/ pis
sözler, çirkin işler pis kimselere yakışır. İyi-güzel söz ve işler de, iyi-güzel
kimselere yakışır. İşte onlar, iftiracıların söylediklerinden çok uzak olanlardır.
Kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.
22
Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah
yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş
görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, kullarının
günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin
merhamet sahibidir.
27
Ey iman etmiş kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark
ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, düşünüp öğütlenmeniz için,
sizin için daha iyidir.
28
Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, artık size izin verilinceye kadar
oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün; bu, sizin
için daha arındırıcıdır. Ve Allah, yaptığınız şeyleri en iyi bilendir.
29
İçinde size ait herhangi bir değerli şey bulunan, oturulmayan evlere
girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz
şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir.
30
Mü’min erkeklere, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını
korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların
yapıp ürettiklerine derin bilgi sahibidir.
31
Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve
ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –açıkta olanlar hariç– belli
etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine sarkıtsınlar. Ve
süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının
oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin
oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş
erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların savunmasız
yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş
çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının
bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için
hepiniz topluca hatânızdan Allah'a dönüş yapın!
32
Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi
olanları evlendirin. Eğer bunlar, fakir iseler, Allah Kendi fazlından onları
zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en
iyi bilendir.
33
Ve evlenmeye imkân bulamayanlar; Allah, Kendi fazlından kendilerini
varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Yasalar çerçevesinde himayenize
3
verilmiş olanlardan özgürlük yazışması/ sözleşmesi yapmak isteyenlerle, eğer
kendilerinde bir iyilik görüyorsanız, hemen yazışma/sözleşme yapın. Allah'ın
size vermiş olduğu Allah'ın malından siz de onlara verin. Ve basit dünya
hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, bağımsızlaşmak, evlenmek
isteyen gençlerinizi taşkınlığa/ baş kaldırmaya zorlamayın, onları kesinlikle
özgürlüklerine kavuşturun. Kim onları buna zorlarsa, bilinmelidir ki hiç
şüphesiz Allah, onların zorlanmalarından sonra çok bağışlayıcı ve
merhametlidir.
34
Ve andolsun ki Biz, size açık açık bildiren âyetler, sizden önce geçen
kişilerden örnekler ve Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için öğütler
indirdik.
35
Allah, gökleri ve yeryüzünü; evreni aydınlatan tek zattır, başkasının
aydınlatması mümkün değildir. O'nun nûrunun; Kur’an’ın örneği, içinde
kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam,
sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen;
dünyanın her yerinde var olan bereketli bir zeytin ağacındandır. –O ağacın
yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir.– Nûr üstüne nûrdur.
Allah, dileyen kimseyi nûruna kılavuzluk eder. Allah, insanlar için örnekler
verir ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.
36-38
Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin
verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki,
ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî
yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları
oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz.
Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve
kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü
bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır.
39,40
Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu
kişiler; onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su
zanneder, ona vardığında da orada herhangi bir şey bulamaz. Yanında
Allah'ı bulmuştur. Sonra da Allah ise onun hesabını tastamam ödemiştir.
Allah, hesabı çok çabuk görür. Yahut çok derin, engin bir denizdeki yoğun
karanlıklar gibidir; onu dalga üstüne dalga kaplamakta; üstünde de bulut
vardır. Birbiri üstüne karanlıklar... Kime, elini çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu
dahi göremez. Ve Allah, kime nûr vermemişse, artık o kimse için nûrdan
herhangi bir şey yoktur.
41
Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların,
arıların, bulutların, boranların] Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdıklarını
görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hepsi kendi arındırmasını ve desteğini/doğaya
yapacağı katkıyı kesinlikle bilmektedir. Allah da, onların işlemekte olduklarını
en iyi bilendir.
42
Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnızca Allah'a aittir. Dönüş de
ancak Allah'adır.
43
Şüphesiz Allah'ın, bulutları sürüklediğini, sonra onları bir araya
getirdiğini, sonra da üstüste yığdığını görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? İşte
görüyorsun ki bunların arasından yağmuru çıkarıyor. Ve O, gökten, içinde
4
dolu bulunan dağ gibi bulutları indirir de onu dilediğine isabet ettirir,
dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı nerdeyse gözleri alır!
44
Allah, geceyi ve gündüzü çevirir durur. Şüphesiz sağduyu sahipleri için
kesinlikle bir ibret vardır.
45
Ve Allah, her canlıyı sudan oluşturdu. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde
yürümekte, kimileri iki ayak üzerinde yürümekte, kimi de dört ayak üzerinde
yürümektedir. Allah, dilediğini oluşturur. Hiç şüphesiz Allah, her şeye en iyi
güç yetirendir.
46
Andolsun ki Biz, açıkça ortaya koyan âyetler indirdik. Ve Allah, dileyen
kimseyi dosdoğru yola iletir.
47
Ve onlar, “Allah'a ve Elçi'ye inandık ve itaat ettik” diyorlar. Sonra da
onlardan bir grup, arkasından geri duruyorlar ve bunlar, mü’minler değildir.
48
Ve aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Elçisi'ne çağrıldıkları zaman,
bakarsın ki, onlardan bir grup mesafelenmişler. 49
Ama eğer hak kendi lehlerine
ise, o'na, gönülden bağlı kimseler olarak gelirler.
50
Peki, onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler?
Yoksa Allah ve Elçisi'nin kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar?
Tam tersine onlar, yanlış davrananların; kendi zararlarına iş yapanların ta
kendileridir!
51
Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Elçisi'ne davet edildiklerinde
mü’minlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleri oldu. İşte bunlar,
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
52
Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat eder, Allah'a saygı, sevgi ve bilgiyle
ürperti duyar ve O'nun koruması altına girerse, işte onlar başarıya
ulaşanların ta kendileridir.
53
Ve o münâfıklar, sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde kesinlikle
savaşa çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettiler. De ki:
“Yemin etmeyin. İtaat, örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen şekildir!
Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.”
54
De ki: “Allah'a itaat edin, Elçi'ye de itaat edin.” Artık, eğer yüz
çevirirseniz şunu bilin ki o'nun üzerine olan, sadece kendisinin yüklendiğidir.
Sizin üzerinize de, size yüklenendir. Eğer Elçi'ye itaat ederseniz,
kılavuzlandığınız doğru yola girersiniz. Elçi'nin üzerine olan da, sadece apaçık
mesajı iletmektir.
55
Ve Allah, sizlerden iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış olan
kimselere, kendilerinden öncekileri başkalarının yerine getirdiği gibi,
yeryüzünde onları da başkalarının yerine geçireceğini, onlar için beğenip
seçtiği dini onlar için kesinlikle tutunduracağını ve korkularından sonra,
onları kesinlikle güvene değiştireceğini vaat etti. Onlar Bana kulluk ederler,
Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da kim küfrederse; Benim
ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddederse /inanmazsa, artık işte onlar, yoldan
çıkanların ta kendileridir.
5
56
Ve rahmet olunmanız için salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel
açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun],
zekâtı/vergiyi verin ve o Elçi'ye itaat edin.
57
Sakın, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş şu
kimselerin, yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanma/sakın sanmasınlar!
Onların da varacağı yer Ateş'tir. Kesinlikle de o, ne kötü bir varış yeridir!
58
Ey iman etmiş kimseler! Yasalar çerçevesinde himayenizde bulunanlar
ve sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah eğitim-
öğretiminden önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, gece eğitim-
öğretiminden sonra izin istesinler. Bunlar, sizin için açık ve korumasız üç
zamandır. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda
dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size işte böyle açığa
koyuyor. Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapandır.
59
Ve sizden olan çocuklar, ergenlik çağına geldikleri zaman, artık
kendilerinden önceki kişiler; ağabeyleri, ablaları izin istedikleri gibi izin
istesinler. Allah, Kendi âyetlerini size işte böyle açığa koyar ve Allah, çok iyi
bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
60
Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar, artık zînetlerini dışa
vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve
iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi
bilendir.
61
Âmâya suç yoktur; topala suç yoktur; hastaya suç yoktur; sizin için de
kendi evlerinizden veya babalarınızın evlerinden veya annelerinizin evlerinden
veya erkek kardeşlerinizin evlerinden veya kız kardeşlerinizin evlerinden veya
amcalarınızın evlerinden veya halalarınızın evlerinden veya dayılarınızın
evlerinden veya teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına malik olduğunuz
yerlerden yahut dostunuzun evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu
hâlde veya ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur. Artık evlere girdiğiniz
zaman Allah tarafından bereketli ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize
güvenlik oluşturun. İşte Allah, aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini böyle
ortaya koyar.
62
Mü’minler ancak, Allah'a ve Elçisi'ne inanmış, Elçi ile birlikte sosyal
bir işle meşgul iken o'ndan izin istemedikçe çekip gitmeyen kimselerdir.
Şüphesiz senden izin isteyen şu kimseler; işte onlar, Allah'a ve Elçisi'ne iman
etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de
onlardan dilediğine izin ver, onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz
Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
63
Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi yapmayın.
Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun
emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir sosyal yangının isabet etmesinden
veya kendilerine çok acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.
64
Gözünüzü açın! Şüphesiz göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır.
O, sizin ne üzerinde olduğunuzu kesinlikle bilir. Kendisine döndürülecekleri
6
günde de, yapmış olduklarını hemen kendilerine haber verecektir. Ve Allah,
her şeyi en iyi bilendir.
TAHLİL:
1
İndirdiğimiz ve parça parça ayırdığımız bir sûre! Öğüt alasınız diye onda
apaçık âyetler de indirdik.
Bu âyette insanlığın dikkati, Kur’ân'a; özellikle de bu sûrede açıklanan ilkelere
çekilmiştir. İnsanların düşünmeleri ve öğüt almaları için bu sûrede apaçık âyetlerin
ve hükümlerin bulunduğuna, bunların mutlaka hayata geçirilmesi gerektiğine işaret
edilmiştir.
2
Zina eden kadın ve zina eden erkek, hemen her birini yüz kamçı ile
kamçılayın, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah dininde sizi, onlara
acıma duygusu tutmasın! Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına
tanık olsun.
4
Ve evli, hür kadınlara zina isnadında bulunup, sonra dört tanık
getiremeyen kimseler; hemen bunları seksen kamçı ile kamçılayın ve onların
tanıklığını ömürleri boyu kabul etmeyin. Ve onlar, yoldan çıkmışların ta
kendileridir.
6,7
Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri
olmayanlar; onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden
olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın
dışlayıp gözden çıkarmasının kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutmasıdır.
8,9
Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa,
beşincide de, eğer kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi
üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutması, kendisinden cezayı savar.
5
Ancak iftira attıktan sonra tevbe eden; iftiracılığını itiraf ve bir daha
yapmayacağına söz veren ve düzelten kimseler hariçtir. Artık, şüphesiz Allah,
çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
10
Ya Allah'ın size armağanları ve rahmeti olmasaydı!... Ve şüphesiz Allah,
tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, en iyi yasa koyan,
bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan olmasaydı…
7
Sûrenin bu paragrafında zinâ, zinâ iftirası ve kocanın karısına zinâ isnat edip
şâhit gösterememesi hakkında hükümler yer alıyor. Bu hükümler şunlardır:
• Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkek yüz kamçı ile kamçılanmalıdır. İnançlı
insanlar, Allah dininde acıma duygusuna kapılmadan bu hükmü uygulamalıdır.
Mü’minlerden bir grup da onların cezalandırılmasına tanık olmalıdır.
• Muhsan [evli, hür] kadınlara zinâ isnadında bulunup, sonra dört tanık
getiremeyen kimseler seksen kamçı ile kamçılanmalıdır. Ve onların tanıklığı
ebediyyen kabul edilmemelidir. Ve onlar, fâsık olarak sabıkalandırılmalıdır.
• Eşlerine zinâ isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlar
hakkında lanetleşme uygulanmalıdır. Şöyle ki: Kişi, kendisinin doğru
söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise,
Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutar.
• Kadın da, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide
de, eğer o [kocası] doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine
olmasına Allah'ı şâhit tutar, böylece kendisinden cezayı savar.
• Bu hükümler, tevbe edenlere [yaptığı işin kötülüğünün farkına varıp, bir daha
yapmama kararı alarak kamu otoritesine itiraf eden ve Allah'tan bağışlanma dileyen
kimselere] uygulanmaz.
ZİNÂ
Kaynakların çoğunda, “zinâ”nın sözlük ve terim anlamlarının aynı olduğu ileri
sürülmüş ve ‫زنى‬ّ‫ن‬ ‫ال‬ [ez-zinâ], “bir kadınla nikâhsız veya hakksız olarak cinsel temasta
bulunmak” diye tanımlanmıştır. Bu sözcük bazı lehçelerde ‫[الزنى‬ez-zinâ] şeklinde
söylense de sözcüğün esası ‫الزناء‬ [ez-zinâ’] olup med ve kasırla okunur.
Bizim araştırmalarımıza göre, “sıkışmak” anlamındaki ‫زنننى‬ [zny] kökünden
türeyen ve müfaale babından mastar kalıbında bir sözcük olan zinâ lügatte, –işteşlik
olarak– “sıkışmak, karşılıklı olarak dara, sıkıntıya düşmek” demektir.1
Demek oluyor ki, “nikâhsız ve hakksız cinsel temas” eylemi, tarafları sıkıntıya
soktuğu için zinâ sözcüğüyle ifade edilmiştir.
Fıkıhçılar da “zinâ” üzerinde önemle durmuşlar ve “zinâ”yı terim olarak şöyle
tanımlamışlardır: “Zinâ; İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine
cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya
câriyelik gibi hakklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır.”
Mevcut Mushaf tertibine göre 5. âyet, zinâ suçunu ve 6-8. âyetlerdeki suçları
kapsamamaktadır. Hâlbuki tevbe, her suçu kapsamına alan Allah'ın lütuflarından
biridir:
17
Allah'ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik
tevbe edenlerinkidir. İşte bunlar, Allah'ın tevbelerini kabul ettikleridir. Allah, en iyi bilendir, en iyi
hüküm koyandır.
18
Ve tevbe, kötülükleri yapıp edip de onlardan birine ölüm çatınca: “Ben, şimdi gerçekten
tevbe ettim” diyenler ve de kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olarak
ölenler için değildir. İşte bunlar, Bizim, kendileri için acı bir azap hazırladıklarımızdır.
(Nisâ/17-18)
1
Lisânu'l-Arab; c. 4 s. 418.
8
48
Şüphesiz Allah, Kendisine ortak kabul edilmesini asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları
dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah işlemiş olur.
(Nisâ/48)
116
Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine ortak kabul edenleri bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları
ise, onlardan dilediğini bağışlar. Kim, Allah'a ortak kabul ederse elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.
(Nisâ/116)
53
De ki: “Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kullar! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
54
Ve size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra yardım
edilmezsiniz.
55-58
Ve ansızın azap gelmeden,
kişinin, “Allah'ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay
edenlerdendim” demesinden
yahut “Allah, bana doğru yolu gösterseydi, her hâlde ben Allah'ın koruması altına girmiş
kimselerden olurdum” demesinden
veya azabı gördüğü zaman, “Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden
olsaydım” demesinden önce Rabbinizden size indirilenin en güzelini izleyin.”
(Zümer/53-58)
Bu nedenle biz 5. âyeti, tevbenin tüm suçları kapsadığını göstermek için 9.
âyetten sonraya yerleştirdik. Müstakil bir haber cümlesi olup Müslümanlara bir uyarı
olması hasebiyle 3. âyeti de pasajın sonuna yerleştirdik.
Homoseksüelliğin cezası Nisâ sûresi'nde zikredilmişti:
15
Kadınlarınızdan aşırılığa gidenlere/ cinsel sapıklık edenlere, kendinizden onların aleyhine
hemen dört şâhit getirin; şâyet onlar şâhitlik ederlerse, artık o kadınları, ölüm onlara geçmişte
yaptıklarını ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırıncaya ya da Allah onlara bir yol
kılıncaya kadar evlerde tutun.
16
Sizlerden cinsel sapıklık eden iki er kişi, hemen her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe ederler
de düzeltirlerse artık onlardan mesafeli durun. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe
fırsatı verendir, çok merhamet edendir.
(Nisâ/15-16)
2. âyette, Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına tanık olsun
buyurulmuştur, ki bunun amacı, kişinin rencide edilmesini ve buna dair haberin
toplumda yayılmasını, herkesin bundan ibret almasını ve mü’minlerin bu kimseler
için hayır dua etmelerini temin etmektir.
Zinâ iftirasıyla ilgili âyetlerin iniş sebebi hakkında şu bilgiler nakledilmiştir:
Sa‘îd b. Cübeyr dedi ki: “Bu âyetin iniş sebebi, mü’minlerin annesi Âişe (r.anhâ) hakkında
söylenenlerdir.”2
Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında âlimler, şunları nakletmişlerdir:
1) İbn Abbâs (r.a) şöyle der: Hakk Teâlâ'nın, Namuslu ve hür kadınlara (zinâ) iftirası
atanlar... (Nûr/4) âyeti nâzil olunca, Âsım b. Adiyy el-Ensârî şöyle dedi: “Yani, bizden biri, evine
girse, bir adamı hanımının koynunda bulsa, bu durumda o, buna şâhit olabilecek dört kişi getirmeye
kalksa, o zamana kadar o adam işini görüp gitmiş olur. Eğer onu o anda öldürse, onun kâtili sayılır.
Eğer, ‘Ben falancayı, hanımımla beraber buldum’ diyecek olsa, iftira cezasına çarptırılır. Sesini
çıkarmayacak olsa, öfkesini içinde tutmuş olur. Allahım! Bir çıkış kapısı aç.” Âsım'ın, Uveymir
2
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
9
adında bir amcaoğlu ve Uveymir'in de Havle bt. Kays adında bir hanımı vardı. Derken Uveymir,
Âsım'a gelip, “Yemin olsun ki Şureyh b. Sehmâ'yı. hanımım Havle'nin üzerinde [koynunda]
gördüm” dedi. Bunun üzerine Âsım istircâ'da bulundu, yani “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” [biz,
Allah'a aitiz ve O'na döneceğiz] dedi ve sonra, Rasûlullah'a (s.a) gelip, “Yâ Rasûlullah! Ailem
hususunda ne çabuk imtihan oldum!” dedi. Hz. Peygamber (s.a) de, “Ne demek istiyorsun?” dedi.
Bunun üzerine Âsım, “Amcamoğlu Uveymir, Şureyh b. Sehmâ'yı hanımı Havle'nin üzerinde
bulduğunu bana haber verdi” dedi. Uveymir, Havle ve Şureyh, bunların hepsi de Âsım'ın amca
çocukları idiler. Bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a) onların hepsini çağırttı ve Uveymir'e dönerek,
“Zevcen hakkında (yalan söylemekten), Allah'tan ittikâ et. O, senin amca kızındır. Ona iftira etme”
dedi. Uveymir de, “Yâ Rasûlullah! Allah'a yemin ederim ki, Şureyh'i hanımımın üzerinde gördüm.
Dört aydan beri ona yaklaşmadım. O, benden başkasından hâmile kalmıştır” dedi. Hz. Peygamber
(s.a) o zaman Havle'ye dönerek, “Allah'tan kork, sadece ne yaptığını söyle” dedi. Havle de, ““Ey
Allah'ın Rasûlü! Uveymir kıskanç bir adamdır. Şüreyh'in bana dikkatlice baktığını ve benimle
konuştuğunu gördü. Kıskançlığı onu, böyle söylemeye sevketti” dedi. İşte bunun üzerine Allah
Teâlâ bu âyeti indirdi. O zaman Rasûlullah (s.a) emretti de, namaz ezanı okundu, ikindi namazını
kıldırdı, sonra Uveymir'e dönüp, “Kalk ve ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, Havle kesinlikle
zinâ etti ve ben (bu hususta) doğru söylüyorum’ de” dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a) Uveymir'e
ikinci olarak, “Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben Şureyh'i Havle'nin üzerinde gördüm
ve ben hiç şüphesiz sâdıklardanım’ de” buyurdu. Daha sonra üçüncü olarak, “Kalk, ‘Allah'a yemin
ile şehâdet ederim ki, o benden başkasından hamile kalmıştır’ de” buyurdu. Dördüncüsünde de,
“Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o zinâ etmiştir. Çünkü ben ona dört aydan beri
yaklaşmadım ve ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim’ de” buyurdu. Beşincisinde de, “Kalk,
‘Eğer ben [Uveymir] yalan söylüyorsam, Allah'ın laneti benim üzerime olsun’ de” buyurdu. Daha
sonra da Uveymir'e “Otur” dedi. Havle'ye “kalk” dedi. Havle ayağa kalktı ve iki defa, “Allah'a
yemin ile şehâdet ederim ki, ben zinâ etmedim. Kocam Uveymir, yalancılardandır [yalan
söylüyor]” dedi. İkinci olarak, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o benim üzerimde Şureyh'i
görmedi, yalan söylüyor” dedi; üçüncü olarak, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben ondan
hamileyim, o yalan söylüyor” dedi; dördüncü olarak, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o
[kocam] beni zinâ yaparken görmedi, o yalan söylüyor” dedi; beşinci olarak da, “Eğer Uveymir
söylediklerinde doğru ise, Allah'ın gazabı benim üzerime olsun” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a), onları birbirinden ayırdı.3
2) Kelbî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “Âsım, bir gün ailesine varıp gitti ve
Şüreyh b. Sehmâ'yı hanımının koynunda buldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e (s.a) geldi.” Hadisin
bundan sonraki kısmı, geçen rivâyette olduğu gibidir.
3) İkrime, İbn Abbâs'tan (r.a) şunu rivâyet etmiştir: Namuslu ve hür kadınlara (zinâ) iftirası
atan... (Nûr/4) âyeti inince, Ensâr'ın reisi [büyüğü] durumunda olan Sa‘d b. Ubâde (r.a) şöyle dedi:
“Eğer hanımımın koynunda birisini yakalasam, dört şâhit getirmeye kalkıştığımda, o işini bitirip
gitmiş olacak” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), “Ey Ensâr cemaati! Reisinizin dediğini
duymuyor musunuz?” deyince, onlar “Yâ Rasûlullah! Onu kınama. Çünkü o kıskanç bir adam”
dediler. Sa‘d b. Ubâde (r.a) de, “Yâ Rasûlallah! Allah'a yemin ederim ki, bu âyetin Allah'tan
geldiğini ve hakk olduğunu biliyorum. Fakat buna şaştım [bunu anlamakta zorluk çektim]” dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Allah kesinlikle böyle buyuruyor” dedi. Çok beklemeden,
Sa‘d'ın amcaoğlu Hilâl b. Ümeyye –Hilâl, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği o meşhur üç kişiden biri
idi– çıkageldi ve “Yâ Rasûlullah! Hanımımın koynunda birisini yakaladım. Şu gözümle gördüm, şu
kulağımla işittim” dedi. Rasûlullah (s.a), onun getirdiği bu haberden hoşlanmadı. Hilâl de, “Allah'a
yemin ederim ki, ey Allah'ın Rasûlü, yüzünden söylediğim şeyden hoşlanmadığını hissetmekteyim.
Ama, Allah biliyor ki doğru söylüyorum ve sadece hakkı ifade ettim” dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a), “Ya beyyine [şâhit-delil getirirsin], yahut da (sana) had uygulanır” dedi. Ensâr bir
araya gelip, “Sa‘d'ın söylediği başımıza geldi” dediler. Onlar böyle konuşurlarken, Hz.
Peygamber'e (s.a) vahiy geldi. Ona vahiy geldiğinde, yüzünün rengi kaçar, bedenini bir kırmızılık
sarardı. O'nun bu sıkıntısı geçince, “Ey Hilâl! Müjdeler olsun, Allah senin için bir çıkış yeri nasip
etti” dedi. Hilâl de, “Ben de, Allah'tan bunu umuyordum” dedi ve Hz. Peygamber (s.a) Ensâr'a bu
âyetleri okuyup, “O kadını çağırın” dedi. Kadın çağırıldı. Gelince, Hilâl'in yalan söylediğini iddia
etti. Hz. Peygamber (s.a) de, “Allah ikinizden birisinin yalancı olduğunu biliyor. Sizden, tevbe
edecek birisi yok mu?” dedi ve karşılıklı olarak lanetleşmelerini [lian'ı] emretti. Bunun üzerine
Hilâl, Allah adına yemin edip, şehâdet ederek, kendisinin sâdıklardan olduğunu söyledi. Beşinci
seferinde, Hz. Peygamber (s.a) ona, “Ey Hilâl! Allah'tan kork, çünkü dünya azabı [cezası] âhiret
azabından daha kolaydır” dedi. Hilâl de, “Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Rasûlü bana celde
vurmadığına göre, Allah bu kadından ötürü bana azap etmeyecektir” deyip, beşinci kez (malum
3
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
10
şekilde) yeminle şehâdette bulundu. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) kadına dönerek, “Sen de bu
şekilde yemin edip, şehâdette bulunabilir misin?” dedi. O da, dört defa, Hilâl'in yalan söylediğine
dair yemin ile şehâdette bulundu. Beşincisine başlayınca Rasûlûllah (s.a) ona, “Allah'tan kork, bu
beşincisi, neticesi mutlaka gerçekleşecek olandır” dedi. Bunun üzerine kadın, bir müddet duraladı,
suçunu itiraf edecek gibi oldu, sonra “Allah'a yemin ederim ki, kavmimi rezil kepaze
etmeyeceğim” deyip, beşinci kez Hilâl eğer doğru söylüyorsa, Allah'ın gazabının kendisine olması
için yemin edip, şehâdette bulundu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), o ikisini birbirinden ayırdı.
Sonra da, “Bekleyin. Eğer bu kadının doğuracağı çocuk orta, kırmızı-beyaza çalan sarı renkli ve
ince bacaklı olursa, Hilâl'e aittir. Yok eğer o çocuğun bacakları kalın, esmer ve kıvırcık saçlı ve
yassı burunlu olursa, bu da (kim yaptıysa) ona aittir” dedi. Kadın esmer, kalın bacaklı bir çocuk
doğurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) “Eğer o yeminler olmasaydı, benimle o kadının işi
vardı “Ben, ona yapacağımı biliyordum” buyurdu. İkrime, “Andolsun ki o çocuğu daha sonra,
babasının kim olduğu bilinmediği hâlde, bir şehrin vâlisi olarak gördüm” demiştir.4
Bizce bu âyetleri bazı olaylarla sınırlandırmaya gerek yoktur. Zira sağlam
kaynaklarda bu haberler yer almamaktadır. O nedenle bu âyetler, özel olarak bir olay
hakkında değil, genel olarak zinâ iftirasında bulunanlar sebebiyle nâzil olmuştur.
3
Zina eden erkek, zina eden veya ortak koşan bir kadından başkası ile
evlenmiyor; zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya ortak koşan erkek
evleniyor. Ve bu; böyle bir evlilik kuralı, mü’minlere haram kılınmıştı.
Bir haber cümlesi olan bu âyet, toplumdaki mevcut uygulamayı zikredip esas
uygulanması gerekeni ortaya koyuyor:
• Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile
evlenmiyor.
• Zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evleniyor.
• Bu uygulama, mü’minlere haram kılınmıştı.
Bu âyet genellikle, “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından
başkası ile evlenemez; zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan
erkek evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır” şeklinde çevrilmiştir. Bu
çeviriye göre, “zinâ edenler, sadece kendileri gibi zinâ etmiş biri veya bir müşrikle
evlenebilir” hükmü ortaya çıkmaktadır. Bu hususta şu rivâyet nakledilmiştir:
Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin rivâyetine göre Amr b. Şu‘ayb'ın babasından, onun da dedesinden
rivâyet ettiğine göre Mersed b. Ebî Mersed Mekke'deki esirleri taşırdı [Medîne'ye getirir,
kurtarırdı]. Mekke'de “Anak” adında bir fâhişe vardı, bu da onun dostu idi. Mersed dedi ki:
Peygamber'e (s.a) gelip dedim ki: “Ey Allah'ın Rasûlü! Anak'ı nikâhlayayım mı?” Bir süre sustu,
bana cevap vermedi. Bunun üzerine, Zinâ eden kadını da ancak zinâ eden veya müşrik olan bir
erkek nikâhlayabilir buyruğu nâzil oldu. Rasûlullah beni çağırdı ve bana bu âyeti okuduktan sonra,
“Onu nikâhlama” dedi.5
Ne var ki bu hüküm de problemi çözememiş, problemin nasıl çözüleceği araştırılmıştır. Biz,
önce bu konu hakkında üretilen formüllerin özetini verecek, sonra da gerçeği takdim edeceğiz:
Burada nikâh, “cima” manasına kullanılmıştır. Buna göre, mana şöyle olur: Zinâ eden bir
kimse, zinâ ettiği vakit ya Müslümanlardan zinâ eden bir kadın ile ilişki kurmaktadır, veya ondan
daha güzel müşriklerden bir kadın ile ilişki kurmaktadır.”
Zinâ, ancak bir zâniye ile yapılır. Bu da her iki tarafın da zinâ etmiş olacağını ifade eder.
4
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
5
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
11
ez-Zeccâc ve başkası bu görüşü el-Hasen'den nakletmişlerdir. Buna göre o şöyle demiştir:
“Burada kasıt, kendilerine zinâ haddi uygulanmış, zinâ eden erkek ve kadındır.” O şöyle demiştir:
“Bu yüce Allah'ın bir hükmüdür. Zinâ haddi uygulanmış bir erkeğin, zinâ haddi uygulanmış bir
kadından başkasıyla evlenmesi caiz değildir.” İbrâhîm en-Nehâî de buna yakın görüş belirtmiştir.
Ebû Dâvûd'un, Musannef'inde [Sünen'inde] kaydedildiğine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: “Zinâ edip had uygulanmış bir erkek ancak kendisi gibi olanı
nikâhlayabilir.
Âyet-i kerîme neshedilmiştir. Mâlik, Yahyâ b. Sa‘îd'den, o Sa‘îd b. el-Müseyyeb'den şöyle
dediğini rivâyet etmektedir: Zinâ eden erkek ancak zinâ eden veya müşrik olan bir kadını nikâh
edebilir. Zinâ eden kadını da ancak zinâ eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir buyruğu
hakkında (Sa‘îd b. el-Müseyyeb) dedi ki: “Bu âyet-i kerîmeyi daha sonra gelen, İçinizden evli
olmayanları... evlendirin (Nûr/32) âyeti neshetmiştir.
ÂYETİN MUHKEM OLMADIĞINI SÖYLEYENLER ve BU GÖRÜŞÜN BAZI
HÜKÜMLERE ETKİSİ
Mütekaddiminden bir kesim şöyle demiştir: Âyet-i kerîme nesh edilmiş değildir. Bunlara göre
zinâ eden bir erkeğin kendisi ile hanımı arasındaki nikâhı fâsit olur. Zinâ eden bir kadının da kendisi
ile kocası arasındaki nikâhı fâsit olur. Bunlardan bir topluluk da şöyle demiştir: “Bu yolla nikâh fesh
olmaz, ancak hanımı zinâ eden kocaya karısını boşaması emredilir. Boşamayacak olursa, günahkâr
olur. Ne zinâ eden bir kadınla, ne de zinâ eden bir erkekle evlenmek caizdir. Ancak tevbe açıkça
tesbit edilecek olursa, o takdirde nikâhlanmak caiz olur.”
MÜ’MİNLERE FÂHİŞELERLE EVLENMEK HARÂMDIR
Böylesi mü’minlere haram kılınmıştır. Yani, bu gibi fâhişeleri nikâhlamak mü’minlere
haramdır. Kimi te’vîl âlimleri şunu iddia ederler: “Böyle fâhişelerle nikâhlanmayı yüce Allah,
Muhammed (s.a) ümmetine haram kılmıştır. Bu türden kadınların en meşhurlarından birisi de Anak
diye bilinen kadındır.”6
Bu âyette yer alan hükümler aslında şunlardır:
• Zinâ eden kadın, ya zinâ eden bir erkekle veya bir müşrik erkekle evleniyor.
• Zinâ eden erkek de zinâ etmiş bir kadınla veya müşrik bir kadınla evleniyor.
• Bu uygulama mü’minlere yasaklanmıştır.
Bu âyet bir haber cümlesidir, bir emir veya yasaklama cümlesi değildir.
Âyetteki nikâhlanıyor ifadesini, “nikâhlanamaz, evlenemez” hâline getirmek,
cehâletin ötesinde bir cinâyettir. Âyete böyle anlam verenler, işin içinden
çıkamazlar, nitekim de çıkamamışlardır. Zira Allah, günahkâr [zinâ suçu işlemiş] da
olsa bir mü’minin müşrikle evlenmesini yasaklamış, ayrıca günahkâr-günahsız
ayırımı yapmadan her mü’minin evlendirilmesini emretmiştir. İşte âyetler:
221
Ve ortak koşan kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş, kâfirlerin
himayesindeki bir köle kadın, –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– ortak koşan bir kadından daha
hayırlıdır. Ortak koşan erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle, –
sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Ortak koşanlar ateşe
çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye
insanlara âyetlerini ortaya koyar.
(Bakara/221)
6
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
12
32
Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanları evlendirin.
Eğer bunlar, fakir iseler, Allah Kendi fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, bilgisi ve
rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir.
(Nûr/32)
11
Şüphesiz bu ağır iftirayı getirenler, sizden bir gruptur. –Bunu kendiniz
için bir kötülük saymayın; tersine o, sizin için bir iyiliktir.– Onlardan, her bir
kişiye, günahtan kazandığı vardır. Onlardan günahın büyüğünü söyleyen kimse
için de çok büyük bir azap vardır.
12
Bunu duyduğunuz zaman, erkek ve kadın mü’minler, bu iftirayı
işittiklerinde kendilerine hayır olduğunu zannetmeleri ve “Bu, apaçık bir
iftiradır” demeleri gerekmez miydi?
13
Bu iddiayı ortaya atanların, buna dair dört şâhit getirmeleri gerekmez
miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar, Allah nezdinde
yalancıların ta kendisidirler.
14
Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın armağanı ve merhameti olmasaydı,
içine düştüğünüz şeylerde kesinlikle size büyük bir azap isabet ederdi.
15
Hani siz bu iftirayı, birbirinizin dilinden alıyor ve kendisi hakkında bilgi
sahibi olmadığınız bu uydurma haberi ağızlarınızla söylüyorsunuz ve bunun
önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyüktür.
16
Ve onu duyduğunuz zaman, “Bunu konuşup durmamız bize yakışmaz.
Sübhaneke! Allah'ım sen arınıksın, bu, çok büyük bir iftiradır...” deseydiniz
ya!
17
Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini sonsuz olarak bir kez
daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler.
18
Ve Allah, âyetlerini sizin için açığa koyuyor ve Allah, en iyi bilendir, en iyi
yasa koyandır.
19
Şüphesiz, inanan kimseler içinde aşırılığın, iffetsizliğin yayılmasını seven
kimseler, dünyada ve âhirette acı veren bir azap onlar içindir. Ve Allah bilir,
siz bilmezsiniz.
20
Ve sizin üstünüze Allah'ın armağanı ve merhameti ve şüphesiz Allah,
çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı!...
Bu pasajda, Âişe'ye atılan ve “ifk hâdisesi” diye anılan zinâ iftirası konu
edilmekte ve bu hâdise ekseninde Müslümanlara ahlâkî ilkeler bildirilmektedir.
Pasajın doğru anlaşılabilmesi için önce İfk hâdisesini ansiklopedik düzeyde
aktarmak istiyoruz. İfk hâdisesi, târih [Vâkıdî, Megazî; İbn Hişâm, Sîret] ve hadis
[Buhârî, Müslim] kitaplarında genellikle, oluş tarzı ve sebepleriyle birlikte Âişe
validenin ağzından nakledilir. Biz, bunların özetini sunuyoruz:
13
İFK OLAYI
İfk hâdisesi, münâfıkların Rasûlullah'ı ve mü’minleri yıpratmak, İslâm
toplumunu parçalamak, başta Ebû Bekr olmak üzere Rasûlullah ile yakın
arkadaşlarının arasını açmak, Muhâcirler ile Ensâr'ı birbirine düşürmek amacıyla
Rasûlullah'ın aile mahremiyetini hedef alarak, bölge ve kabile taassubunu kullanmak
sûretiyle başvurdukları bir menfî propaganda ve karalama hareketidir. Bu hareket
başarılı olmuş, iki Müslüman grubu birbirlerine karşı kılıca sarılacak hâle getirmişti.
Olaylar Rasûlullah'ın müdahalesi ile önlenmişti.
Hâdise şöyle olmuştur:
Mustalıkoğulları savaş plânı yapıp Müslümanlar üzerine yürüdüler. Rasûlullah,
bunu haber alınca, onlara karşı koymak için hazırlık yaptı, asker topladı. Bu
askerlerin içinde münâfıklar da vardı. Ve Rasûlullah Mustalıkoğulları'na karşı
koymak için yola çıktı. Müslümanlar, Mureysi adındaki bir subaşında düşmanla
karşılaştılar. Ve onları bozguna uğrattılar. Ganimetler aldılar.
İfk hâdisesi, işte bu başarılı sefer dönüşü esnasında meydana geldi. Ordu,
geceleyin bir yerde konakladı. Âişe, ihtiyacı için ordugahın dışına çıktı. Döndüğü
zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş, evlilik hediyesi olarak annesi
Ümm Rûman'ın hediye ettiği gerdanlığının kaybolduğunu fark etti.
Âişe, gerdanlığını aramak için ihtiyacını giderdiği yere gitti. Bulup
döndüğünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde olduğunu zanneden
muhafızları da dahil olmak üzere, ordunun oradan ayrılıp gitmiş olduğunu gördü.
Geri dönüp kendisini ararlar düşüncesiyle orada otururken olduğu yerde uyuyup
kaldı.
İkinci konakta Âişe'nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşıldı ve bir süre
beklendi. Bu sırada ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, onu
devesine bindirdi ve orduya yetiştirdi.
Âişe'nin genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat
bilip dedikodu başlattı. Başta Abdullah b. Ubey olmak üzere fırsatçılar dedikoduyu
yaydılar.
Münâfıklar dışında bazı Müslümanlar da bu dedikoduya kendilerini kaptırdılar;
bunlar, Safvan'dan öç almak isteyen Hassan b. Sâbit, Rasûlullah'ın hanımlarından
Zeyneb bt. Cahş'ın kız kardeşi Hamne ve Ebû Bekr'in yardımlarıyla geçinen Mıstah
b. Usâse idiler.
20. âyetteki, Ve sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti ve şüphesiz Allah,
çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı ifadesinde de, yukarıda tevbeyi konu alan
âyette olduğu gibi şart cümlesinin son bölümü söylenmemiştir. Bunun cevabı,
“hâliniz nice olurdu” veya “hiç biriniz ebediyyen temize çıkamazdı” şeklinde takdir
edilebilir.
Âyetlerden açıkça anlaşılan mevzuları şu şekilde sıralayabiliriz:
• Bu iftirayı yayanlar, maalesef Müslümanlardan bir topluluktur.
14
• Bunlar, Kur’ân'ın verdiği terbiyeye göre hareket etmemiş; yanlış yapmış, suç
işlemişlerdir ve bu olaya bulaştıkları ölçüde sorumludurlar.
• Aslında çok kötü görülen bu olay, hayırlı olmuştur.
• İftirayı atanlar-yayanlar, kanıtsız ve tanıksız dedikodu ürettiklerinden yalancı
duruma düşmüşlerdir.
• Bu haberi duyanlar, duydukları zaman hüsn-i zannda bulunup, bunun apaçık
bir yalan olduğunu söylemeleri gerekirdi.
• Bu iftirayı duyduklarında mü’minlerin, bunun bir iftira olduğunu ve buna
bulaşmanın caiz olmadığını idrak etmeleri ve yayılmasını önlemeleri gerekirdi.
• Bu iftiraya alet olan, işin nereye varacağını bilmeden ileri-geri konuşanlar,
Allah'ın çok büyük günah saydığı bir işi yapmışlardır. Allah, çok merhametli olduğu
için azaba maruz kalmamışlardır. İmanlı olan kimseler bunu kesinlikle bir daha
yapmamalıdırlar.
11. âyette, Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; bilakis o, sizin için bir
iyiliktir buyuruluyor. Daha önce de kötü görülen bir şeyin aslında hayır olabileceği
konusunda şu bilgi verilmişti:
216
Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size zorunlu görev olarak verildi.
Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için kötü,
zararlı olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.
(Bakara/216)
19
Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız/ mallarından istifade etmek amacıyla
onların sizden ayrılmasını engellemeniz size helal olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz
için, açık bir fahişe [çirkin bir hayâsızlık/zina] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlarla
örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen yollarla ilişkide bulununuz. Ve eğer kendilerinden
hoşlanmadınızsa, siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah, sizin hoşlanmadığınız şeyde birçok hayır
oluşturacak olabilir.
(Nisâ/19)
Düşünüldüğünde de ifk hâdisesinde insanlık için, özellikle de mü’minler için
ibret alınacak birçok nokta söz konusudur:
• Bu hâdise, zinâ ve zinâ iftirası hakkında hükümlerin gelmesine sebep
olmuştur.
• Bilinmeyen konularda dedikodunun nelere mal olacağı insanlara somut
olarak gösterilmiştir.
• Bu hâdise, toplumdaki imanı sağlam olanlar ile iğreti olanların ve
münâfıkların ayrışmasına, bilinmesine sebep olmuştur.
• Bu hâdise, mü’minlerin daima ihtiyatlı olmaları, dedikodu ve iftiraya meydan
verecek hususlardan uzak durmaları gerektiğini somut olarak göstermiştir.
• Sabretmeleri ve musibetler karşısında metanetli olmaları sebebiyle bu
hâdisenin mağdurlarının dereceleri yükselmiştir.
• Ve bu konuda inen âyetler, Rasûlullah'ın hakk peygamber olduğuna kanıt
teşkil etmişlerdir. Zira bu olayların Kur’ân'da yer alması dünyanın sonuna kadar bu
olayın unutulmadan dilden dile dolaşmasını sağlayacaktır. İftira da olsa hiçbir aile
reisi ailesiyle ilgili böyle bir olayın şuyûunu istemez, aksine unutulup gitmesini ister.
Ama Peygamber'in bunu saklaması mümkün değildir.
21
Ey iman etmiş kimseler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Ve kim şeytanın
adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, aşırılıkları, iffetsizlikleri ve tüm çirkinlikleri
emreder. Ve eğer üstünüzde Allah'ın armağan ve merhameti olmasaydı, sizden
15
hiçbir kimse sonsuza dek temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini temize
çıkarır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
23
Şüphesiz hür, evli, hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zina
isnat eden kimseler, dünya ve âhirette dışlanmışlardır. Ve onlar için çok
büyük bir azap vardır.
24
O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi
aleyhlerinde şâhitlik edecektir.
25
O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da
Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.
26
Kötü kadınlar kötü erkekler, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir;
temiz kadınlar temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir/ pis
sözler, çirkin işler pis kimselere yakışır. İyi-güzel söz ve işler de, iyi-güzel
kimselere yakışır. İşte onlar, iftiracıların söylediklerinden çok uzak olanlardır.
Kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.
22
Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah
yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş
görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, kullarının
günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin
merhamet sahibidir.
Bu âyet grubunda, yine ifk hâdisesi ekseninde birtakım ilâhî ilkeler konu
edilmektedir:
• Mü’minler, şeytânın adımlarını izlememelidir. Çünkü şeytân aşırılıkları ve
çirkinlikleri, haram yemeyi, hakksız kazanç elde etmeyi, Allah'ın yarattıklarını
değiştirmeyi emreder. Fakirlikle korkutur, kuruntulara düşürür, kandırmak için
yaldızlı sözler fısıldar, vesvese verip zihinleri bulandırır, ameller ile şımartıp azdırır,
içki/uyuşturucu ve kumarla, insanlar arasına düşmanlık ve kin sokar, Allah'ı
anmaktan ve sosyal destekten geri bırakır.
• Hür-evli ve hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zinâ isnat eden
kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için çok büyük bir azap
vardır. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere şâhitlik
edecektir. O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da
Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.
• Kötü kadınlar, kötü erkekler; kötü erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz
kadınlar; temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir. Bunlar,
iftiracıların söylediklerinden uzak olup kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık
vardır.
• Mü’minlerden imkân sahibi olanlar akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç
edenlere vermemeye yemin etmemeliler, bağışlamalı ve hoş görmelidirler. Allah da
böyle davrananları bağışlar. Zira Allah gafûr'dur, rahîm'dir.
23. âyette, Şüphesiz muhsan [hür, evli], gâfil [hiçbir şeyden haberi olmayan]
mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir
16
[uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır buyurularak,
yapılan işin ağırlığı ifade edilmiştir, ki daha evvel yalan ve iftirayı kimlerin atacağı
açıkça beyân buyurulmuştu:
105
Yalanı, yalnızca Allah'ın âyetlerine inanmayan kimseler uydurur. Ve işte onlar, yalancıların
ta kendileridir.
(Nahl/105)
26. âyetteki, Kötü şeyler/kadınlar, kötü erkekler, kötü şeyler/erkekler de kötü
kadınlar içindir; temiz şeyler/kadınlar, temiz erkekler, temiz şeyler/erkekler de
temiz kadınlar içindir ifadesi, “pis sözler, çirkin işler, pis kimselere yakışır. İyi-
güzel söz ve işler de, iyi-güzel kimselere yakışır” şeklinde özetlenebilir. Ve ayrıca
bu, ifk hâdisesi çerçevesinde Allah'ın hatalı mü’minleri yermesi, diğerlerini ise
övmesi olarak da anlaşılabilir.
22. âyetteki, Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere,
Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş
görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah ğafûr'dur, rahîm'dir
ifadesinin nüzûl sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler nakledilir:
Müfessirler şöyle demişlerdir: Âyet, Hz. Ebû Bekr (r.a) hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o artık
Mıstah'a infâk etmeyeceğine yemin etmişti. Mıstah ise, onun teyzesi oğlu olup, elinde yetişmiş bir
yetimdi. Hz. Ebû Bekr, hem Mıstah'a, hem de onun yakınlarına yardım ediyordu. İfk ile ilgili âyet
inince, Hz. Ebû Bekr (r.a) onlara, “Kalkın, defolun. Artık ne siz bendensiniz, ne de ben sizdenim.
Hiç biriniz artık yanıma yaklaşmayın” dedi. Bunun üzerine Mıstah, “Allah aşkına, İslâm aşkına...
Akrabalık ve sıla-ı rahim hatırına bizi başkalarına muhtaç etme. İşin başında bizim bir günahımız
yoktu” deyince, Hz. Ebû Bekr (r.a) ona, “Konuşmadıysan da, güldün” dedi. Mıstah, “Bu, Hassan'ın
sözüne şaşmamdan dolayı idi, yoksa bir gülme [sevinç] değildi” dedi ise de, Hz. Ebû Bekr (r.a) onun
bu mazeretini kabul etmeyerek, “Haydi gidin, uzaklaşın. Çünkü Allah Teâlâ sizin için bir mazeret
bildirmedi ve bir çıkış kapısı göstermedi” dedi.
Bunun üzerine onlar, nereye gideceklerini, kime başvuracaklarını bilemez bir şekilde
çıktılar. Derken Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebû Bekr'e (r.a), Allah Teâlâ'nın onları kovmamasını
emreden bir âyet indirdiğini haber vermek üzere, ona bir adam gönderdi. Hz. Ebû Bekr (r.a), haberi
alır almaz, tekbir getirdi ve buna çok sevindi. Hz. Peygamber (s.a) ilgili âyeti ona okudu. Hz.
Peygamber (s.a), Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz? âyetine gelince, o “Evet, yâ Rabbi,
beni affetmeni can-ı gönülden arzu ederim” deyip, yaptıklarından vazgeçti. Evine gidince, Mıstah
ve yakınlarına haber salıp, onları kabul edeceğini bildirerek, “Allah'ın indirdiği başım-gözüm
üstüne... Size yaptığımı ve söylediğimi, Allah size gazap ettiğini bildirdiği için yapmıştım. Fakat
Allah sizi affedince, size merhaba hoş geldiniz” diyorum dedi ve Mıstah'a daha önce yaptığı
yardımın iki mislini yapmaya başladı.7
27
Ey iman etmiş kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark
ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, düşünüp öğütlenmeniz için,
sizin için daha iyidir.
28
Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, artık size izin verilinceye kadar
oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün; bu, sizin
için daha arındırıcıdır. Ve Allah, yaptığınız şeyleri en iyi bilendir.
29
İçinde size ait herhangi bir değerli şey bulunan, oturulmayan evlere
girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz
şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir.
7
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
17
Sûrenin başında yer alan, zinâ, iftira vs.'ye yönelik ilkeler, ortaya çıktıkları
anda bu kötülükleri yok etmeye yönelik ilkelerdi. Bu paragrafta ise, kötülüğü daha
doğmadan önlemeye yönelik koruyucu ilkeler yer almaktadır. Bu ilkeler şunlardır:
• Mü’minler kendi evinden başka evlere, kendilerini tanıtıp ev halkına selâm
vermeden girmemelidir.
• Evde kimse bulunamazsa, izin verilinceye kadar eve girilmemelidir.
• Varılan evde, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönülmelidir.
• Oturulmayan, ama içinde malının bulunduğu evlere izinsiz girilmesinde bir
sakınca yoktur.
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında şu bilgiler nakledilmiştir:
Taberî ve başkalarının Adiy b. Sâbit'ten rivâyet ettiklerine göre, Ensâr'a mensup bir kadın, “Ey
Allah'ın Rasûlü!” dedi, “Ben evimde babam olsun, oğlum olsun hiçbir kimsenin görmesini
istemediğim bir hâl üzere bulunabiliyorum. Ben, bu hâlde iken babam gelir yanıma girer, yine
ailemden bir başka adam çıkıp gelebilir. Ne yapayım?” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
Ebû Bekr (r.a), “Ey Allah'ın Rasûlü! Şam yolu üzerinde hanlar ve meskenler vardır.
Oralarda da hiç kimse bulunmuyor, (bu gibi yerlere nasıl girilir?)” deyince, yüce Allah da,
Oturulmayan ve içlerinde... evlere girmenizde size günah yoktur (Nûr/29) âyetini inzâl buyurdu.8
30
Mü’min erkeklere, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını
korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların
yapıp ürettiklerine derin bilgi sahibidir.
31
Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve
ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –açıkta olanlar hariç– belli
etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine sarkıtsınlar. Ve
süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının
oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin
oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş
erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların savunmasız
yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş
çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının
bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için
hepiniz topluca hatânızdan Allah'a dönüş yapın!
Bu âyetlerde de yine yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi toplumu sıkıntıya
sokacak, iftiraya, taciz ve tecavüze zemin hazırlayacak davranışlardan uzak durulması
emredilmektedir. Bu âyetlerin içerdiği ilkeler hakkındaki yazımızı burada sunuyoruz:
ÖRTÜNME
Örtünme konusu, fıkıh ve ilmihâl kitaplarında “Setr-i Avret” başlığı altında ele
alınmış ve namazın haricî şartlarından birisi olarak zikredilmiştir. Hâlbuki, halk
arasında ayıp yerlerin örtülmesi olarak bilinen “setr-i avret” hakkındaki talimatlar ile
zînet sayılan yerlerin örtülmesi hakkındaki talimatlar namaz için değil, hayatın her anı
içindir. Yani, bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları her saatte, her dakikada ve her
8
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
18
saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının her anını ilgilendiren talimatlardır.
Öyleyse, bu konunun dinî kitaplarda “setr-i avret” başlığı altında değil, –Kur’ân'ın
konuya yaklaşımını kapsayacak şekilde– “avret ve zînetleri açığa vurmama” başlığı
altında ele alınması daha uygun olur.
ÖRTÜNMENİN TÂRİHİ
Örtünmenin târihi, insanlık târihi kadar eskidir. Çünkü örtünme, tabiat
şartlarına ve her türlü dış etkiye karşı korunmak için yapılmaktadır:
80
Ve Allah, size evlerinizden bir huzur ve dinlenme yaptı. Ve hayvanların derilerinden
yolculuk ve konaklama günlerinizde evler ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye
kadar döşeme eşyası ve kazanç sağlattı.
81
Ve Allah, oluşturduklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlardan barınaklar yaptı.
Sizi sıcaktan-soğuktan koruyacak elbiseler ve sizi kendi hışmınızdan koruyan elbiseler var etti. İşte
böylece Allah, Müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır.
(Nahl/80-81)
Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme ise sadece korunmaya yönelik
olarak; yaşanılan bölgeye ve iklim şartlarına göre olmamış; meslek, statü, yaş gibi
sosyal yaşam içindeki farklılıklar da örtünmeyi değişik şekillerde etkilemiştir. Bazı
kıyafetler belirli işleri yapanlara özgü kılınmış ve kıyafet farklılıkları yasal
müeyyidelerle korunmuştur. Meselâ, Osmanlı İmparatorluğu'nda halkın ancak tek
sorguçlu sarık sarmasına izin verilmiş, iki sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık
ise padişaha özgü kılınmıştır. Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar,
saraya mensup kimseler, esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler giymek
zorunda bırakılmıştır. Kişilerin mesleklerini, görevlerini gösteren kıyafetler giymeleri,
tüm dünyada günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır. Nitekim bugün mesleği
askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik, avukatlık, itfaiyecilik… olan
kimseler, görevlerini gösteren kıyafetler giymektedirler.
Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka sosyal olgu da kölelik
müessesesidir. Kölelik, Kur’ân'ın indiği dönemde, dünyanın hemen her tarafında
olduğu gibi Araplar arasında da yaygındı. Kölelerin hürlerden ayırt edilmesi için
kıyafetlerine bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ, hür erkeklerin sarık sarmaları ve
hür kadınların başlarına örtü almalarına karşılık, kölelerin başlarını örtmelerine izin
verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile ilgili kıyafet düzeni ise onlara
geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer tabletlerinin okunmasıyla Sümer
tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya çıkmış, Asur kanunları da evli ve dul
kadınları başlarını örtmeye mecbur etmiş, kızların, câriyelerin ve sokak fâhişelerinin
ise örtünmesini yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme
bağlamıştır.9
Yani, Araplardaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki âdet, bölgede
çok eskiden beri uygulanmaktaydı.
Yahûdilikte ise “peçe” şekline dönüşmüş bir örtünme söz konusudur. Ama
Yahûdilikteki uygulama, mahiyet itibariyle Sümer ve Asur'dan gelip Araplar arasında
devam eden örtünmeden önemli bir farklılık arz eder. O zamanın örfüne göre,
fâhişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır:
9
Prof. Mebrure Tosun-Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Bâbil, Asur Kanunları ve Ammi-Aduqa Fermanı,
Ankara, 1975, s. 252, madde: 40.
19
Ve “İşte, kaynatan sürüsünü kırkmak için Timnat'a çıkıyor” diye Tamar'a bildirildi. Ve
üzerinden dulluk esvabını çıkardı, peçesiyle örtündü ve Timnat yolu üzerinde olan Enaim kapısında
sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp kendisinin ona karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu
görünce, kendisini kötü kadın sandı; çünkü yüzünü kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi: “Rica
ederim, gel senin yanına gireyim.” Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve dedi: “Yanına
girmek için bana ne verirsin?”10
Ve köleye dedi: “Bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir?” Ve köle,
“Efendimdir” dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.11
Kitab-ı Mukaddes'in, Tesniye, 23. Bab'ında da, İbranilerin içinde kendini
fuhuşa vakfetmiş kadınların bulunduğu, İsrâîloğulları'ndan böylelerinin bulunmaması
ve fuhuştan kazanılan paranın Allah için harcanmaması istenmektedir.
Hristiyanlıkta da örtünme konusu İncîl'e girmiştir:
Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat
başı örtüsüz olarak dua eden, yahut peygamberlik eden kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş
olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç
kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek, Allah'ın sûreti ve izzeti olduğu için, başını
örtmemelidir. Fakat kadın, erkeğin izzetidir.12
Özetlemek gerekirse örtünme, İslâm öncesi devirlerde, o günün yaşamındaki
sosyal farklılığın bir nişânesi olarak kanunlara girmiş ve üniforma niteliği kazanmıştır.
Kur’ân'ın indiği dönemdeki Arap toplumunda da örtünme, hür kadınlar ile câriyelerin
ayırt edilmesini sağlayan bir uygulamaydı.
Arapların örtünmeyi, gelenekleri doğrultusunda uyguladıkları başka
kaynaklarda da yer almaktadır:
Arap kadınlarının yaka yırtmaçları genişti. Aradan gerdanları, göğüsleri ve
göğüslerinin çevreleri görünürdü. Baş örtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat
önlerini açık tutarlardı. Boyun ve göğüs kısmındaki açıklıkların kapanması için
örtülerini yaka yırtmaçlarının üzerinden örtmeleri emredilmiştir.13
Bu ifadeler, Araplarda geleneksel olarak baş örtüsünün bulunduğunu
göstermektedir. Zaten âyette de, Hımarlarını yaka yırtmaçlarının üzerine salsınlar
denilerek, hımarın [başörtüsünün] Araplar arasında kullanılan bir örtü olduğu
vurgulanmıştır.
İbn Kesîr, Arapların İslâmiyet'ten evvel başörtüsü kullandıklarına yönelik
şöyle demiştir:
Başörtülerini, gerdanlarını gizleyecek biçimde göğüslerinin üstüne koymaları
emredilmiştir, ki câhiliye kadınları gibi yapmasınlar. Çünkü o dönemde kadın, gerdanı açık şekilde
erkekler arasında dolaşırdı. Hatta boynunu, saçının örüklerini, kulağının küpelerini gösterirdi.
Allah, inanan kadınlara, heyetlerini ve hâllerini örtmelerini emretti.14
10
Tekvin, 38:13-17.
11
Tekvin, 24:65.
12
İncîl, Korintoslulara 1. Mektup, 11:4-6.
13
Zemahşerî, Keşşaf.
14
İbn Kesîr.
20
Ayrıca, henüz Nûr sûresi inmeden evvelki şu târihî olay da, o günkü kıyafet
hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir:
Henüz Müslüman olmadan evvel, babasıyla birlikte Mekke'ye gelip orada insanların, bir zatın
başına toplandıklarını gören Hâris el-Ğâmidî'den şöyle nakledilmiştir: Babama sordum:
— Şu topluluk nedir?
Babam cevap verdi:
— Onlar, içlerinde bir Sâbiî'nin başına toplanan kimseler.
Yaklaştık, bir de gördük ki, Allah'ın Elçisi, halkı Allah'a kulluğa ve inanmaya çağırıyor, onlar
da o'na eziyet ediyorlar. Nihâyet güneş yükseldi, halk o'nun başından dağıldı. Elinde bir su kabı ve
mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı için gerdanı açıldı. Allah'ın Elçisi kabı aldı, içti, abdest aldı,
sonra başını kaldırıp kadına şöyle dedi:
— Kızım! Başındaki örtüyle gerdanını kapat, babanın yenilip ezileceğinden korkma!
Ben sordum:
— Bu kadın kimdir?
Cevap verdiler:
— Bu, kızı Zeyneb'dir.15
Ömer'in çarşıda örtüsüz bir kadını tartakladığı, konunun kendisine intikal etmesi üzerine
Peygamberimizin Ömer'in bu davranışını onaylamadığı, Ömer'in de, “Ben, onu örtüsüz görünce câriye
sandım” diyerek kendini savunduğu ve yine Ömer'in hür kadınlar gibi örtünen bir câriyeyi
“örtünmemesi, hürlere benzemeye çalışmaması için” azarladığı bildirilir. Bütün bu târihî olaylar Arap
toplumunda hür kadınların başlarını örttüklerini, bunun eski bir gelenek olduğunu kanıtlar. Çünkü
Ömer, yukarıda zikredilen davranışlarını, o zamanlar örtünmeyle ilgili herhangi bir ilâhî hüküm
olmaması sebebiyle sırf toplumun geleneklerine aykırı bulduğu için yapmıştır.16
Kısacası târihsel olarak başörtüsü, hür kadınlar ile câriyeleri ayırt eden ve
iffetle alâkası olmayan bir câhiliye dönemi simgesidir. Yani, o dönemdeki iffetli veya
iffetsiz hür kadınlar, başlarını örterlerdi. Câriyeler ise iffetli veya iffetsiz, müslim veya
gayr-i müslim başlarını örtmezlerdi. Kadınlarla ilgili bu uygulama zaman içinde
çarpıtılarak değişik kurgulara âlet edilmiştir.
İSLÂM'DAKİ ÖRTÜNME ve AMACI
Erkek ile kadın arasındaki cinsel eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu
eğilimi, yeryüzünde hayatın devam etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini
gerçekleştirmesi için bir sebep kılmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar
tamamen tükenene kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî
arzunun gayr-i meşru yollarla kışkırtılmadan, meşru mecrasında gelişmesine ve
tatminine yönelik düzenleme yapmış, bu arzuların esiri olmak sûretiyle toplum
düzenini çökertecek davranışlardan uzak durulmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı
15
İbnu'l-Esîr, Usdu'l-Ğâbe fî Ma‘rifeti Sahabe, 1/321 (el-Mektebetu'l-İslâmiyye).
16
Ahkâmu'l-Kur’ân, 3/1575.
21
cinsler arasındaki davetkâr arzularla doğrudan ilişkili olan, taciz, tecavüz ve iftira gibi
olaylara sebebiyet verebilen kıyafet konusunda birtakım düzenlemeler yapmıştır.
Demek oluyor ki getirilen esasların amacı, ilkel kanunlar ve kültürlerde olduğu
gibi, bireyler arasındaki sosyal farklılığın gösterilmesi değil, toplumda barış ve
mutluluk içerisinde bir hayat sürdürmek üzere fitne ve fesadın önlenmesidir. Çünkü bu
arzuların çeşitli yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, aile düzenini
bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı huzursuzluklara yol
açması işten bile değildir. Bu özellik, sûrenin 60. âyetince de desteklenmektedir. Zira
İslâm dini, şehvetin tahrik edilmediği ve bunun et tutkusuna dönüşüp kan dökme
tepkileri oluşturmadığı temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen
arzular, sönmeyen ve doymayan bir şehvet azgınlığı meydana getirir, toplumda fitne
ve fesat çığ gibi büyür. Târihte fuhuş bataklığına düşen ve buhranlar içinde yok olan
birçok toplum bulunduğu gibi, günümüzde de bu yolda olan toplumlar görülmektedir.
İslâm'ın insanlar için seçtiği yol-yöntem ise bellidir: İnsan, gücünü hayatın
zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli, fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil
arzularını şehvete dönüştürmeden terbiye etmelidir. Nahl/80-81'de görüldüğü gibi,
örtünmenin-giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına ve herhangi
bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren Kur’ân, giyinip
kuşanırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini de bildirmiştir.
GİYİM-KUŞAMI BELİRLEYEN ÂYETLER
Bu konudaki âyetler, Ahzâb ve Nûr sûreleri içinde yer almakta olup, her iki
sûre de Medîne'de inmiştir.
O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet olmadığı için herkes def-i hacet için
yerleşim yerlerinden uzakta, tenha bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise
Medîne'nin berduşlarını-zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan
câriyelere veya fâhişe görünümlü kadınlara (ki câriyeler de fâhişeler de örtüsüz
olurdu) sarkıntılık ederlerdi. Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde
bulunmazlardı. Yani özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan câriyeler ile fâhişe
görünümlü kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar.
İşte böyle bir ortamda Peygamberimizin eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin
kadınlarına, “cilbab”larını üzerlerine almalarını söyleyen âyet inmiş ve tanınıp
sataşılmaması için böyle yapmalarının uygun olacağı bildirilmiştir (bkz. Ahzâb/59).
Âyette açık ve net olarak “cilbab”larını [ev dışı elbiselerini] giyen kadınların
tanınacağı-bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir. Yani, bu âyete
göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi, incinmemeleridir; daha dindar, daha
namuslu ve daha takvâlı olacakları değil.
Bu âyetin doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi,
sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin Kur’ân'da bildirilenin dışına çıkarılmaması
gerekir.
Bazıları “cilbab”ı, Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış
giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık
bırakmak sûretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak
tanımlarlar. Bunlar, örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya
atılmış görüşler olup, Kur’ân ile bağdaşmaz. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık-
22
kıyafet konusunu belirleyen diğer âyette, Örtülerini/başörtülerini göğüs
yırtmaçlarının üzerine vursunlar/salsınlar (Nûr/31)denilmektedir. Eğer cilbab, –
bazılarının dediği gibi–vücudu baştan aşağı örten bir elbise olsaydı, göğüslerdeki
yırtmaçları da kapatır ve Nûr/31'deki emre gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer
haricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün
giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab” Kur’ân'a göre de vücudu baştan aşağı
örten bir örtü olarak kabul edilmemektedir.
Cilbab, Râgıb'a göre “gömlek ve örtünün adı”; İkrime'ye göre de, “boyundan
aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtüdür.”
Bu durumda cilbab, o günkü Arap kadınlarının hür ve câriyelerin ayırt
edilmesi için giydikleri –başlardan aşağıyı değil– boyunlardan/omuzlardan aşağıyı
örten, bugünkü ceket, pardösü, manto gibi bir elbise [üniforma] çeşididir.
Âyetten anlaşıldığına göre “cilbab” [muhsanlık üniforması/pardösü, ceket]
giyenler, göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklıklardan da gerdanları
gözükebilir. Yani, “cilbab”ın tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması
gerektiğini gösteren bir kayıt yoktur. Zaten o günkü Arap kadınlarının bir kısmının
gerdanları açıkta dolaştığı bilinmektedir. Hatta İslâm'ın hâkimiyetinden önce
putperestlerin Ka‘be'yi çırılçıplak tavaf ettikleri Kur’ân'da ve târih kaynaklarında
yer almaktadır.17
Her ikisi de Medenî olan Ahzâb ve Nûr sûrelerinin iniş târihlerinden yola
çıkarak, Nûr/31'in daha evvel indiğini ve bu âyetin daha sonra inen Ahzâb/59 ile nesh
edildiğini, bundan hareketle de “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu iddia
etmek, âyetin ahkâmını göz ardı etmek demektir.
Sonuç olarak Ahzâb/59'un amacı, mü’min kadınların câriye veya fâhişe
sanılarak incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri en aza indirmektir.
Konumuz Nûr/30-31. âyetler:
30
Mü’min erkeklere, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle.
Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine derin bilgi sahibidir.
31
Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle.
Zînetlerini de –açıkta olanlar hariç– belli etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine
sarkıtsınlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek
kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip
oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve
kadınların savunmasız yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş
çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için
ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca hatânızdan Allah'a
dönüş yapın!
(Nûr/30-31)
Görüldüğü gibi bu âyetlerde iffet; kuralları, kapsamı ve istisnâları ile
açıklanmıştır. Ancak, bu konu kapsamında değerlendirilmesi gereken bir istisnâ, Nûr
sûresi'nde bulunan bir istisnâ daha vardır. Bunun baştan açıklanmasında, Nûr/30-31'in
bütünlüğünü bozmaması bakımından yarar vardır:
17
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
23
60
Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar, artık zînetlerini dışa vurmadan dış
elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve iffetli olmaları kendileri için daha
hayırlıdır. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
(Nûr/60)
Bu âyette, zînetlerini açığa vurmama emrinden istisnâ edilenler bildirilmiştir.
Erkekler, nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlara arzu duymaz, bu yaştaki kadınlar
fitneye sebebiyet vermezler. Bu nedenle de başkalarına serbest olmayan şeyler bu gibi
kadınlara serbest kılınmıştır. Ayrıca yaşlı kadınların sağlık yönünden [kemik erimesi]
güneş ışını almaya daha fazla ihtiyaçları vardır ve âyet, müstesnâ kılmak [dış
elbiselerini çıkarmalarına ruhsat vermek] sûretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama
ne gariptir ki kendilerine bu imkân verilmiş olan kadınların çoğu, Yüce Allah'ın
verdiği bu ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler.
Yukarıdaki istisnâ dışında kalan mü’min kadınların örtünmelerine ilişkin
hükümleri içeren Nûr/31 âyetinin cümle cümle tahlil edilmesin yarar vardır:
Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve
ırzlarını korumalarını söyle.
30. âyette, mü’min erkeklere de aynı talimat verilmiştir. Dikkat edilirse
yasaklanan, bakışların tamamı değil, bir kısmıdır. Âyetin sadedinden, bu bakışların,
davetkâr, tahrik edici, şehvet uyandırıcı bakışlar olduğu anlaşılmaktadır. Yani, hem
kadının hem de erkeğin, fıtratlarında var olan arzuları uyandırarak şehvete
dönüştürecek tarzda birbirlerine bakmamaları, iffetlerini korumaları gerekir. Bu
arzuları uyandırmadan birbirlerini görmelerinde ise sakınca yoktur. Fakat Âl-i
İmrân/14'te bildirildiği gibi erkek ile kadın arasındaki çekim, her ikisinin de
fıtratlarında bulunduğundan, sürekli bakışların bu arzuları uyandırması kuvvetle
muhtemeldir.
Âyetteki ırzın korunması, “zina ve zinâya uzanan hareketlerden kaçınmak”tır.
Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler.
Zînet, “güzelleştirmeye, güzel ve çekici göstermeye, hoşlanacak hâle getirmeye
yarayan süs” demektir, ki sözcük Kur’ân'da, hem olumlu hem de olumsuz olarak bu
anlamda kullanılmıştır.
Şeytânın, inkârcılara, kötü amellerini güzel-hoş gösterdiğini bildiren En‘âm/43
ve Enfâl/48 âyetleri ile Kârûn'un, kavminin karşısına zîneti ile çıktığını bildiren
Kasas/79 âyeti, sözcüğün olumsuz anlamda kullanılışına birer örnektir. Olumlu
anlamda kullanıma örnek âyetler ise; Allah'ın imanı mü’minlere sevdirerek kalplerini
süslediğini bildiren Hucurât/7 âyeti, gökyüzünün kandillerle süslendiğini bildiren
Fussilet/12 âyeti ile Mülk/5 âyeti ve Mûsâ peygamberin, Firavun'un büyücüleriyle
buluşma gününün –kendi zaferinden emin olduğu için– “zînet günü” olmasını
istediğini bildirdiği Tâ-Hâ/59 âyetidir.
Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür (Kehf/46) âyeti de, hem zînet
sözcüğünün kapsamını belirtmekte, hem de Arapların zînet sözcüğüne nasıl bir anlam
yüklediğini en açık şekilde ortaya koymaktadır.
24
Ancak, konumuz olan âyette, kadınlardan nâ-mahrem olanlara göstermemeleri
emredilen ve ayaklarını yere vurmak sûretiyle belli etmemeleri istenen zînetler, hiç
şüphesiz bilezik, kolye, küpe, halhal, hızma, pazıbent ve gerdanlık gibi takılar değildir.
Bu âyetteki zînet'in bu çeşit takılar olduğunu düşünmek, âyetin hedefi açısından son
derece isabetsiz olur. Çünkü, bir an için zînet sözcüğü ile takıların kastedildiği
düşünülecek olursa, Allah'ın bu ifadeyle kadınların takı takmalarında sakınca
görmediği zımnen kabul edilmiş olur. Bu takdirde ise, hem takı takmanın sakıncasız
görülmesi hem de takıların saklanmasının istenmesi gibi abes bir durum ortaya çıkar
ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira takı, göstermek için takılır. Görünmeyen takının bir
anlamı olmaz.
Bu âyetteki zînet sözcüğünden, takı türü eşyaların anlaşılması, âyetin
bütünselliği açısından da mümkün değildir. Şöyle ki: Kadınların taktıkları süs eşyaları,
cinsel tahrik unsuru olmaktan çok; gurur, kibir ve gösteriş amacı ile takılan eşyalardır.
Eğer bu âyet ile gösterişin ve böbürlenmenin önüne geçilmek istenseydi, zînetlerin
herkesten saklanması talimatı verilirdi. Oysa âyette kadınların zînetlerini diğer
kadınların yanında açabilecekleri ifade edilmektedir. Şu hâlde bu âyette konu edilen
zînet, gösterişe yönelik takılar değil, erkeklerin yanında açığa vurulmaması
gereken, bu sebeple de cinsel arzu uyandıran “zînet”lerdir. Ayrıca Allah, Ey
Âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık
etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. De ki: “Allah'ın kulları için çıkardığı
zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta
inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz,
âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz (A‘râf/31-32) buyurmak
sûretiyle, kadın-erkek herkesin takı türünden olan zînetlerini, mescit gibi en kalabalık
yerlerde teşhir etmelerini istemiş, hem de buna altın veya gümüş gibi bir istisnâ
getirmemiştir. Demek oluyor ki, bu âyetteki zînet sözcüğü, süs eşyası değil, “kadının,
erkekler tarafından çekici bulunan, cinsel arzuların uyanmasına vesile olacak olan
vücut organları” anlamındadır. Ancak, zînet olan bu organlardan sadece belli organlar
anlaşılmamalı, kadının hemen hemen bütün vücudunun zînet olduğu
unutulmamalıdır.
Rivâyete dayalı tefsirlerin bir kısmında âyette geçen zînet'in, “takılar”ı, diğer
kısmında ise “takı yerleri”ni ifade ettiği belirtilir. Bu müfessirlere göre zînetin
gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi haydi haydi haram olur.
Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve gerdanlıktan ibaret olan bu
zînetlerin kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik
dışındakilerinin gösterilmesi haramdır.
Sonuç olarak, Nûr/31'deki zînet sözcüğü, âyetin devamından da kolayca
anlaşılacağı gibi, “kadınların cazip yerleri, yani erkekler için cinsel tahrik unsuru olan,
kadınların da erkeğe kendisini beğendirebilmek için kullanabileceği organlar”dır.
KADININ SAÇLARI ZÎNET MİDİR?
Saçlar doğal hâlleriyle zînet değildir. Ama erkeklerin dikkatini çekmek üzere
boyanıp şekillendirilen saçlar, zînet özelliği kazanır. Böyle saçlar, erkeklerin karşı
cinse olan arzularını uyandıracağından, bu âyet kapsamında tutulmalıdır. Zaten,
kadınların başlarını örtmelerinin, zînetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli
25
olduğu, örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar ibaresinden
değil, âyetin bu kısmından çıkartılır.
KADININ SESİ ZÎNET MİDİR?
Normal olarak ses zînet değildir. Ama, çeşitli gayretlerle sahibini şuh, işveli
gösteren ve karşı cinse mesaj veren sesler zînet sınıfına girer.
... –görünenler hariç– ...
Bu istisnâ cümlesiyle ilgili olarak bugüne kadar yazılanlar, âyetin lâfzî
manasını ifade etmekten uzaktır. Çünkü meal ve tefsir sahipleri bu âyetle bağlantılı
olarak, rivâyetler ve hikâyeler arasında kaybolmuşlar, tatmin ve ikna edici bir görüş
ortaya koyamamışlardır.
Yüz ve eller dışında kadın vücudunun avret olduğuna dair onlarca rivâyet ve
görüş vardır. Hatta bazıları, görünenler hariç ifadesinden hareketle, kadınların giydiği
elbisenin bile zînet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ama bu görüşlerin hiç biri kaynağını
Kur’ân'dan almamaktadır. Bu görüş sahipleri, Kur’ân'ın konuşmadığı bir konuda,
hükümler vererek, Kur’ân'ı Arap câhiliye kültürüne kurban etmişlerdir. Hâlbuki âyet
açık ve nettir.
Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu zînettir. Erkek
için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu zînet; kadın için de, karşı cinsi cezbetmeye
yarayan bir silâh gibidir. Fakat hayat; ev dışına çıkmayı ve çalışmayı gerektirmektedir.
Yani, insanın toplum içinde yaşayabilmesi için ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev
görür vaziyette açık ve serbest olması lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların zînet
olduğu şüphesizdir. Çünkü onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, gamzelerine
binlerce şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte görünenler/açıkta
olan zînetler bunlardır: eller, ayaklar ve –kaşları, gözleri, dudakları ve yanakları ile
beraber– yüz. Ama bu zînetler açıkta olmalıdırlar, aksi takdirde işlev göremezler.
Ayrıca, yüz ve yüzdeki uzuvlar, kişinin kimliğinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler
yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden tefrik edilirler ve bu tefrik, sosyal
hayatın en önemli gereğidir. Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması
anlamına gelir, ki bu durumda –yüzü örtülü olduğu için– hırsız, cani, zâni tesbit
edilemez. Dolayısıyla bu organlar, zînet olmalarına rağmen açıkta olmalıdır.
Göğüsleri, kalçası, karnı, kasığı, baldırı, bacağı açıkta olmayan kadının toplum
içindeki yaşamında bir aksama meydana gelmez. Ama yüzün, eller ve ayakların açıkta
olmaması, çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını olumsuz etkiler. Bunlar
dışındaki organlar ise, mü’min kadınlar tarafından açıkta bırakılmamalı ve erkekler
için tahriklere, kendileri için de tacizlere meydan verilmemelidir.
Temel kaynaklardan öğrendiğimize göre yolda Peygamberimizin eşlerine
rastlayanlar, kim olduklarını bilerek, isimleriyle hitap ederek onlarla konuşmuşlardır.
Onların yüzleri kapalı olsaydı, tanınmaları mümkün olmazdı.
Bu konuda üzerinde durulması gereken diğer bir husus da erkeklerin
durumudur. Zannedildiği gibi toplumda iffetin sağlanması sadece kadınların görevi
değildir. 30. âyette kendilerine, Bakışlarının bir kısmını kıssınlar emri verilen erkekler
de toplumda iffetin sağlanması hususunda sorumlu olup onlara da, kadınların örtmek
26
zorunda olmadıkları zînetlerine arzu uyandırmadan, davetkâr olmadan, “bakışlarını
kısarak” bakmak zorundadır. Böylece toplumda iffet, her iki cins tarafından ortaklaşa
sağlanacaktır.
NOT:
Âyette kadınlara, görünenler hariç zînetlerini örtüyle örtmeleri değil, açığa
vurmamaları, belli etmemeleri söylenmiştir. Yani, kastedilen cildin görünmemesi,
üzerlerinin elbiseyle örtülmesi değil, zînetlerin belli edilmemesidir. Zira, dar
kıyafetlerle göğüslerin, belin, kalça ve kasıkların yapısının, çıplakmış gibi
hissedilmesi, görülmesi mümkündür. İşte “açığa vurmak” tabiri, böyle durumları
kapsamaktadır. Allah'ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet korunmalı, dişilik dışa
vurulmamalıdır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış gibi gözükse de bu sahte bir
görüntüdür. Çünkü tesettür adı altında giyilen modaya uygun elbiseler, kadınların
zînetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da açmaktadır.
Tesettür, artık bir kazanç sektörü hâline gelmiş ve modaya kurban edilmiştir. Bir
başka ifade ile tesettür, zâhiren kadını örtmekte, aslında ise daha çekici hâle
getirmekte, yani bir “örtülü çıplaklar” kitlesi oluşturmaktadır.
Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.
Âyetin bu kısmının iyi anlaşılabilmesi, ‫[خمممر‬humur] sözcüğünün doğru
anlaşılmasına bağlıdır.
‫[خمممر‬humur], “örtmek” anlamındaki hamr kökünden türetilmiş ve “örtü”
demek olan hımar sözcüğünün çoğuludur. Lügatlerde,18
hımar'ın “başörtüsü”
anlamında olmayıp, genel “örtü” anlamında olduğu yer almakta ve başörtüsü
anlamında da “mikna” ve “nasîf” sözcükleri gösterilmektedir. Örfte kadının
başörtüsünün adı olan hımar sözcüğünün, Kur’ân'ın indiği dönemde de bu örfî anlamı
taşıyıp taşımadığı kesin olarak tesbit edilememektedir.
‫[جيب‬ceyb]; “yaka, gömleğin göğüs yırtmacı”dır. Örtülerini yakalarının üstüne
koysunlar cümlesinde, hımar sözcüğü, genel anlamı olan “örtü” olarak
değerlendirilirse, âyette kadınlara örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymalarının
emredildiği söylenebilir ki bu durumda başörtüsü söz konusu değildir. Yani âyette,
başın değil, göğsün/gerdanlığın örtülmesi emredilmiş olur.
Ama hımar sözcüğü, özel anlamı olan “başörtüsü” olarak değerlendirilir ve
Kur’ân'da da bu anlamda kullanıldığı kabul edilirse, âyette kadınlara, başörtülerini
yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmalarının emredildiği söylenebilir. Bu
takdirde hımar, saçları da kapatan “başörtüsü” demek olur. Kur’ân'ın indiği dönemde
hür kadınların başörtüsü kullandıkları sâbit olduğundan, sözcüğün Kur’ân'da bu
anlamda kullanılmış olma ihtimali de vardır.
Hımar sözcüğü üzerinde bugüne kadar birçok yorum yapılmış ve bu yorumlar
sonucunda olur-olmaz birçok görüş ortaya çıkmıştır. Delile dayalı ortak bir görüşe
varılamaması, toplumda yerleşmiş yanlışlara karşı çıkma ve düzeltme çaba ve cesareti
gösteremeyen “din bilgini” denilen kesimin suçudur.
Arap kadınlarının göğüs kısmı yırtmaçlı elbiseler giydiği mütevatiren sâbit
olduğundan, biz âyette, göğüsleri açık kadınlara, başlarına örttükleri örtülerinin
18
Lisânu'l-Arab, el-Mu‘cemu'l-Vasıt, el-Müncid, Tâcu'l-Arûs.
27
uçlarını göğüslerinin üzerinde birleştirerek göğüslerini de örtmelerinin emredildiği
görüşünü tercih ediyoruz. Dikkat edilirse Kur’ân'da “başlarını-saçlarını örtsünler”
şeklinde bir ifade bulunmamakta, “örtülerini/başörtülerini salsınlar” denilmektedir. Bu
durumda âyetten, başların örtülü olduğu ve bu fiilî durumun problem teşkil etmediği
sonuçlarını çıkarmak mümkündür. Fakat Arap kadınları başörtülerini sırtlarına
sarkıtıyor olmalılar ki, gerdan ve göğüs kısımları açıkta kalmakta ve âyette de bu
kısmın, başörtüsünün göğüs yırtmacının üzerine salınması sûretiyle kapatılması
istenmektedir. O çağda Arap kadınlarının göğüslerinin görülebildiği, bu yüzden de
taciz, tecavüz ve zinâya davetiye çıkardıkları anlaşılmaktadır. İşte baş örtüsünün
göğüs üzerine indirilmesi de bu gerekçe ile istenmektedir.
Sonuç olarak âyetin bu kısmında, başların örtülmesi gerektiğine dair bir talep
yoktur. Başların örtülmesi; zînetleştirilmiş saçların saklanması, –yukarıda
açıkladığımız gibi– âyetin, zînetlerini açığa vurmasınlar… bölümünden
anlaşılmaktadır.
Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları,
kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin
oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş
erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel
organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli
etmesinler.
Burada zikredilen sınıfların bir kısmı, Rasûlullah'ın eşlerine yönelik âyette de
yer almıştı:
Onların [Peygamber eşlerinin] üzerine, babaları, oğulları, kardeşleri, erkek
kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sözleşmelerinin
sahip oldukları hakkında bir günah yoktur. –Ve siz [Peygamber'in eşleri], Allah'a
takvâlı davranın.– Şüphesiz Allah, her şeye en iyi tanıktır. (Ahzâb/55)
Yalnız âyetin orijinalindeki nisâihihinne sözcüğü üzerinde durulması gerekir.
kadınlar,
Buradaki nisâihinne sözcüğü, –Ahzâb/55'te de geçmekte olup– “o kadınların
kadınları” demek iken biz sadece “kadınlar” şeklinde çevirdik. Bizce bu sözcüğün
sonundaki hinne cemi müennes zamiri, âyetin icaz ve edebî yapısından, armonik
özellik sebebiyle yer almıştır. Yani, bu zamirin, sözcüğün sonunda yer alması, üslûp
birliği ve gâlip ihtimale göredir [ilm-i me‘ânî]. Dolayısıyla anlamlandırılırken bu
zamir, ihmal edilerek nisâihinne ifadesi, “o kadınların kadınları” olarak değil,
“kadınlar” olarak değerlendirilmelidir. Bunun bir örneği de Hakka/17'de geçmişti. Bu
hususu dikkate almayan birçok müfessir ve fakih, “kadınların kadınları”nın kimler
olacağı hakkında çıkmaza girmişler, olur olmaz fetvalar üretmişlerdir.
Âyetteki ifade ile kadın cinsi/tüm kadınlar kastedilmiştir. Dünyadaki tüm
kadınlar [müslim veya gayr-i müslim] birbirlerinin mahremidirler, yani birbirleriyle
evlenemezler. Dolayısıyla, kadının kadına haram kılınmasının mantığı yoktur. Şeriatta
da anlamsız hüküm bulunmadığından, kadınlar, zînetlerin açığa vurulmaması emrinin
istisnâları arasında yer almıştır. Ender karşılaşılan lezbiyenlik ise, bir sapkınlık olduğu
için kaale alınmamıştır.
yeminlerinin sahip oldukları,
28
Bu ifade, o günkü yasalara göre kişilerin, üzerinde hakk sahibi
oldukları/kendilerinin himayesine verilen kişileri ifade etmektedir. Bazıları, burada
sadece câriyelerin murat edildiğini söylemişlerse de âyetin ifadesi geneldir ve kadın-
erkek tüm himaye altındakileri kapsar. Himaye altındaki kimseler, üzerlerinde hakk
sahibi olanlarla sürekli beraber oldukları için aile bireyleri gibi olmuşlardır. Onlardan
gizlenmek ve bir şey gizlemek çok zordur. Dolayısıyla da bir mâlike [himaye eden
bayan], himaye ettiklerinin mahremi durumundadır.
kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin
hizmetinde bulunanlar,
Bunlar; yaşlanmış, erkekliği kalmamış erkek hizmetçilerdir.
kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak
yaşa gelmemiş çocuklar,
Bu ifadedeki ‘avret sözcüğü, bazıları tarafından “zînet” sözcüğü ile
karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bunun sonucunda da, “kadının her tarafı
avrettir” görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı yörelerinde bu yanlış görüşün
bir uzantısı olarak hanımlara, “avrat” denmektedir. Kur’ân'ın rûhuna aykırı olan bu
yanlış ve ilkel anlayış, ne yazık ki asırların ürünüdür. Dikkat edilecek olursa Kur’ân'da
“kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmeyip, kadınların avretlerini
henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her
yerlerinin avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı
yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır.
‫عور‬ [‘avr] sözcüğünden türeyen ‫عورة‬ [‘avret] –çoğulu, ‫'عورات‬tır [‘avrât'tır]–
sözcüğü, lügatte “yarık, yırtık, açık, gedik, korumasız” demektir. İlk vaz‘ı,
“ağızdaki ön dişlerin gedikliği” anlamındadır.19
Sözcüğün Kur’ân'da hangi anlamda kullanıldığını görmek için, sözcüğün
geçtiği diğer âyetlere de bakılması gerekir:
13
Ve hani bunlardan bir grup: “Ey Yesrib/Medîne halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen
dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır” diyerek
Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki evleri savunmasız değildi. Onlar, sadece kaçmak
istiyorlardı.
(Ahzâb/13)
58
Ey iman etmiş kimseler! Yasalar çerçevesinde himayenizde bulunanlar ve sizden erginlik
yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah eğitim-öğretiminden önce, öğle vaktinde elbisenizi
çıkardığınızda, gece eğitim-öğretiminden sonra izin istesinler. Bunlar, sizin için açık ve korumasız üç
zamandır. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız
üzerindedir. Allah, âyetleri size işte böyle açığa koyuyor. Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan,
bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
(Nûr/58)
Görüldüğü gibi ‘avret sözcüğü, Ahzâb/13'te 2 kez geçmekte ve her ikisinde de
“açık, korumasız” anlamında kullanılmaktadır. Nûr/58'de ise çoğul hâliyle ‘avrât
olarak geçen sözcük, bu kez insanların korumasız, savunmasız pozisyonunu anlatmak
için kullanılmış ve sabah salâtı öncesi, kaylûle denilen öğle vaktindeki uyku zamanı ve
yatsı salâtı sonrası, üç avret olarak nitelenmiştir. Gerçekten de kişiye özel bu
zamanlar; korunma, savunma, kendine çeki düzen verme imkânının olmadığı
zamanlardır.
19
Lisânu'l-Arab, “Avr” mad.
29
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi
102. nur suresi

More Related Content

What's hot (20)

48.neml suresi
48.neml suresi48.neml suresi
48.neml suresi
 
112. maide suresi
112. maide suresi112. maide suresi
112. maide suresi
 
51.yunus suresi
51.yunus suresi51.yunus suresi
51.yunus suresi
 
85. ankebut suresi
85. ankebut suresi85. ankebut suresi
85. ankebut suresi
 
Velayet
VelayetVelayet
Velayet
 
65. casiye suresi
65. casiye suresi65. casiye suresi
65. casiye suresi
 
57. lokman suresi
57. lokman suresi57. lokman suresi
57. lokman suresi
 
62. şura suresi
62. şura suresi62. şura suresi
62. şura suresi
 
84.rum suresi
84.rum suresi84.rum suresi
84.rum suresi
 
70. nahl suresi
70. nahl suresi70. nahl suresi
70. nahl suresi
 
90. ahzab suresi
90. ahzab suresi90. ahzab suresi
90. ahzab suresi
 
95. muhammed suresi
95. muhammed suresi95. muhammed suresi
95. muhammed suresi
 
Turkish Quran
Turkish QuranTurkish Quran
Turkish Quran
 
71. nuh suresi
71. nuh suresi71. nuh suresi
71. nuh suresi
 
Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin
Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin
Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin
 
50. isra suresi
50. isra suresi50. isra suresi
50. isra suresi
 
Velayet
VelayetVelayet
Velayet
 
55. en'am suresi
55. en'am suresi55. en'am suresi
55. en'am suresi
 
99. talak suresi
99. talak suresi99. talak suresi
99. talak suresi
 
92. nisa suresi
92. nisa suresi92. nisa suresi
92. nisa suresi
 

Similar to 102. nur suresi (14)

107. tahrim suresi
107. tahrim suresi107. tahrim suresi
107. tahrim suresi
 
59. zümer suresi
59. zümer suresi59. zümer suresi
59. zümer suresi
 
103. hacc suresi
103. hacc suresi103. hacc suresi
103. hacc suresi
 
42.furkan suresi
42.furkan suresi42.furkan suresi
42.furkan suresi
 
109. saff suresi
109. saff suresi109. saff suresi
109. saff suresi
 
66. ahkaf suresi
66. ahkaf suresi66. ahkaf suresi
66. ahkaf suresi
 
73. enbiya suresi
73. enbiya suresi73. enbiya suresi
73. enbiya suresi
 
110. cuma suresi
110. cuma suresi110. cuma suresi
110. cuma suresi
 
106. hucurat suresi
106. hucurat suresi106. hucurat suresi
106. hucurat suresi
 
61. fussilet suresi
61. fussilet suresi61. fussilet suresi
61. fussilet suresi
 
94. hadid suresi
94. hadid suresi94. hadid suresi
94. hadid suresi
 
72. ibrahim suresi
72. ibrahim suresi72. ibrahim suresi
72. ibrahim suresi
 
91. mümtehıne suresi
91. mümtehıne suresi91. mümtehıne suresi
91. mümtehıne suresi
 
Kur'an-ı Kerim ve Muhtasar Kelime Meali - Hayrat Neşriyat (1. KISIM) .pdf
Kur'an-ı Kerim ve Muhtasar Kelime Meali - Hayrat Neşriyat (1. KISIM) .pdfKur'an-ı Kerim ve Muhtasar Kelime Meali - Hayrat Neşriyat (1. KISIM) .pdf
Kur'an-ı Kerim ve Muhtasar Kelime Meali - Hayrat Neşriyat (1. KISIM) .pdf
 

More from TEBYİN-ÜL-KUR’AN (15)

Qur'an in English
Qur'an in EnglishQur'an in English
Qur'an in English
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmazQur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
 
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedekNecm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
 
Sonsöz
SonsözSonsöz
Sonsöz
 
114. nasr suresi
114. nasr suresi114. nasr suresi
114. nasr suresi
 
113. tevbe suresi
113. tevbe suresi113. tevbe suresi
113. tevbe suresi
 
111. fetih suresi
111. fetih suresi111. fetih suresi
111. fetih suresi
 
104. münafikun suresi
104. münafikun suresi104. münafikun suresi
104. münafikun suresi
 
101. haşr suresi
101. haşr suresi101. haşr suresi
101. haşr suresi
 
100. beyyine suresi
100. beyyine suresi100. beyyine suresi
100. beyyine suresi
 
98. insan suresi
98. insan suresi98. insan suresi
98. insan suresi
 
97. rahman suresi
97. rahman suresi97. rahman suresi
97. rahman suresi
 
93. zilzal suresi
93. zilzal suresi93. zilzal suresi
93. zilzal suresi
 

102. nur suresi

  • 1. 102 (24). NÛR SÛRESİ MEDENÎ, 64 ÂYET GİRİŞ Adını 35. âyetteki ‫[نور‬nûr] sözcüğünden alan sûrenin, Medîne'de 102. sırada indiği kabul edilir. Sûrede; zinâ, zinâ iftirası, eşe zinâ isnadı ile ilgili hükümler, aile içi ve toplumsal davranışlara yönelik görgü kuralları, Allah'ın tanıtılması, “ifk” olayı ve yankıları gibi birbirinden bağımsız birçok necm yer alır. Necmlerin sıralanışında kronoloji yoktur. Zira, bu sûreye yerleştirilen necmlerin bir kısmı, bu sûreden çok önce inmiştir. RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1 İndirdiğimiz ve parça parça ayırdığımız bir sûre! Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler de indirdik. 2 Zina eden kadın ve zina eden erkek, hemen her birini yüz kamçı ile kamçılayın, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah dininde sizi, onlara acıma duygusu tutmasın! Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına tanık olsun. 4 Ve evli, hür kadınlara zina isnadında bulunup, sonra dört tanık getiremeyen kimseler; hemen bunları seksen kamçı ile kamçılayın ve onların tanıklığını ömürleri boyu kabul etmeyin. Ve onlar, yoldan çıkmışların ta kendileridir. 6,7 Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlar; onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın dışlayıp gözden çıkarmasının kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutmasıdır. 8,9 Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutması, kendisinden cezayı savar. 5 Ancak iftira attıktan sonra tevbe eden; iftiracılığını itiraf ve bir daha yapmayacağına söz veren ve düzelten kimseler hariçtir. Artık, şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhametlidir. 10 Ya Allah'ın size armağanları ve rahmeti olmasaydı!... Ve şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan olmasaydı… 1
  • 2. 3 Zina eden erkek, zina eden veya ortak koşan bir kadından başkası ile evlenmiyor; zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya ortak koşan erkek evleniyor. Ve bu; böyle bir evlilik kuralı, mü’minlere haram kılınmıştı. 11 Şüphesiz bu ağır iftirayı getirenler, sizden bir gruptur. –Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; tersine o, sizin için bir iyiliktir.– Onlardan, her bir kişiye, günahtan kazandığı vardır. Onlardan günahın büyüğünü söyleyen kimse için de çok büyük bir azap vardır. 12 Bunu duyduğunuz zaman, erkek ve kadın mü’minler, bu iftirayı işittiklerinde kendilerine hayır olduğunu zannetmeleri ve “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi? 13 Bu iddiayı ortaya atanların, buna dair dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar, Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. 14 Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın armağanı ve merhameti olmasaydı, içine düştüğünüz şeylerde kesinlikle size büyük bir azap isabet ederdi. 15 Hani siz bu iftirayı, birbirinizin dilinden alıyor ve kendisi hakkında bilgi sahibi olmadığınız bu uydurma haberi ağızlarınızla söylüyorsunuz ve bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyüktür. 16 Ve onu duyduğunuz zaman, “Bunu konuşup durmamız bize yakışmaz. Sübhaneke! Allah'ım sen arınıksın, bu, çok büyük bir iftiradır...” deseydiniz ya! 17 Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini sonsuz olarak bir kez daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler. 18 Ve Allah, âyetlerini sizin için açığa koyuyor ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. 19 Şüphesiz, inanan kimseler içinde aşırılığın, iffetsizliğin yayılmasını seven kimseler, dünyada ve âhirette acı veren bir azap onlar içindir. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz. 20 Ve sizin üstünüze Allah'ın armağanı ve merhameti ve şüphesiz Allah, çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı!... 21 Ey iman etmiş kimseler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Ve kim şeytanın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, aşırılıkları, iffetsizlikleri ve tüm çirkinlikleri emreder. Ve eğer üstünüzde Allah'ın armağan ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbir kimse sonsuza dek temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. 23 Şüphesiz hür, evli, hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zina isnat eden kimseler, dünya ve âhirette dışlanmışlardır. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır. 2
  • 3. 24 O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şâhitlik edecektir. 25 O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir. 26 Kötü kadınlar kötü erkekler, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz kadınlar temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir/ pis sözler, çirkin işler pis kimselere yakışır. İyi-güzel söz ve işler de, iyi-güzel kimselere yakışır. İşte onlar, iftiracıların söylediklerinden çok uzak olanlardır. Kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır. 22 Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir. 27 Ey iman etmiş kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, düşünüp öğütlenmeniz için, sizin için daha iyidir. 28 Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, artık size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün; bu, sizin için daha arındırıcıdır. Ve Allah, yaptığınız şeyleri en iyi bilendir. 29 İçinde size ait herhangi bir değerli şey bulunan, oturulmayan evlere girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir. 30 Mü’min erkeklere, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine derin bilgi sahibidir. 31 Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –açıkta olanlar hariç– belli etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine sarkıtsınlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların savunmasız yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca hatânızdan Allah'a dönüş yapın! 32 Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer bunlar, fakir iseler, Allah Kendi fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir. 33 Ve evlenmeye imkân bulamayanlar; Allah, Kendi fazlından kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Yasalar çerçevesinde himayenize 3
  • 4. verilmiş olanlardan özgürlük yazışması/ sözleşmesi yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir iyilik görüyorsanız, hemen yazışma/sözleşme yapın. Allah'ın size vermiş olduğu Allah'ın malından siz de onlara verin. Ve basit dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, bağımsızlaşmak, evlenmek isteyen gençlerinizi taşkınlığa/ baş kaldırmaya zorlamayın, onları kesinlikle özgürlüklerine kavuşturun. Kim onları buna zorlarsa, bilinmelidir ki hiç şüphesiz Allah, onların zorlanmalarından sonra çok bağışlayıcı ve merhametlidir. 34 Ve andolsun ki Biz, size açık açık bildiren âyetler, sizden önce geçen kişilerden örnekler ve Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için öğütler indirdik. 35 Allah, gökleri ve yeryüzünü; evreni aydınlatan tek zattır, başkasının aydınlatması mümkün değildir. O'nun nûrunun; Kur’an’ın örneği, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen; dünyanın her yerinde var olan bereketli bir zeytin ağacındandır. –O ağacın yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir.– Nûr üstüne nûrdur. Allah, dileyen kimseyi nûruna kılavuzluk eder. Allah, insanlar için örnekler verir ve Allah, her şeyi en iyi bilendir. 36-38 Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. 39,40 Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişiler; onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder, ona vardığında da orada herhangi bir şey bulamaz. Yanında Allah'ı bulmuştur. Sonra da Allah ise onun hesabını tastamam ödemiştir. Allah, hesabı çok çabuk görür. Yahut çok derin, engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; onu dalga üstüne dalga kaplamakta; üstünde de bulut vardır. Birbiri üstüne karanlıklar... Kime, elini çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu dahi göremez. Ve Allah, kime nûr vermemişse, artık o kimse için nûrdan herhangi bir şey yoktur. 41 Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların, arıların, bulutların, boranların] Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdıklarını görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hepsi kendi arındırmasını ve desteğini/doğaya yapacağı katkıyı kesinlikle bilmektedir. Allah da, onların işlemekte olduklarını en iyi bilendir. 42 Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnızca Allah'a aittir. Dönüş de ancak Allah'adır. 43 Şüphesiz Allah'ın, bulutları sürüklediğini, sonra onları bir araya getirdiğini, sonra da üstüste yığdığını görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? İşte görüyorsun ki bunların arasından yağmuru çıkarıyor. Ve O, gökten, içinde 4
  • 5. dolu bulunan dağ gibi bulutları indirir de onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı nerdeyse gözleri alır! 44 Allah, geceyi ve gündüzü çevirir durur. Şüphesiz sağduyu sahipleri için kesinlikle bir ibret vardır. 45 Ve Allah, her canlıyı sudan oluşturdu. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimileri iki ayak üzerinde yürümekte, kimi de dört ayak üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini oluşturur. Hiç şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. 46 Andolsun ki Biz, açıkça ortaya koyan âyetler indirdik. Ve Allah, dileyen kimseyi dosdoğru yola iletir. 47 Ve onlar, “Allah'a ve Elçi'ye inandık ve itaat ettik” diyorlar. Sonra da onlardan bir grup, arkasından geri duruyorlar ve bunlar, mü’minler değildir. 48 Ve aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Elçisi'ne çağrıldıkları zaman, bakarsın ki, onlardan bir grup mesafelenmişler. 49 Ama eğer hak kendi lehlerine ise, o'na, gönülden bağlı kimseler olarak gelirler. 50 Peki, onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah ve Elçisi'nin kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Tam tersine onlar, yanlış davrananların; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir! 51 Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Elçisi'ne davet edildiklerinde mü’minlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleri oldu. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. 52 Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat eder, Allah'a saygı, sevgi ve bilgiyle ürperti duyar ve O'nun koruması altına girerse, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir. 53 Ve o münâfıklar, sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde kesinlikle savaşa çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettiler. De ki: “Yemin etmeyin. İtaat, örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen şekildir! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır.” 54 De ki: “Allah'a itaat edin, Elçi'ye de itaat edin.” Artık, eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki o'nun üzerine olan, sadece kendisinin yüklendiğidir. Sizin üzerinize de, size yüklenendir. Eğer Elçi'ye itaat ederseniz, kılavuzlandığınız doğru yola girersiniz. Elçi'nin üzerine olan da, sadece apaçık mesajı iletmektir. 55 Ve Allah, sizlerden iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış olan kimselere, kendilerinden öncekileri başkalarının yerine getirdiği gibi, yeryüzünde onları da başkalarının yerine geçireceğini, onlar için beğenip seçtiği dini onlar için kesinlikle tutunduracağını ve korkularından sonra, onları kesinlikle güvene değiştireceğini vaat etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da kim küfrederse; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddederse /inanmazsa, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta kendileridir. 5
  • 6. 56 Ve rahmet olunmanız için salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/vergiyi verin ve o Elçi'ye itaat edin. 57 Sakın, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş şu kimselerin, yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanma/sakın sanmasınlar! Onların da varacağı yer Ateş'tir. Kesinlikle de o, ne kötü bir varış yeridir! 58 Ey iman etmiş kimseler! Yasalar çerçevesinde himayenizde bulunanlar ve sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah eğitim- öğretiminden önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, gece eğitim- öğretiminden sonra izin istesinler. Bunlar, sizin için açık ve korumasız üç zamandır. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size işte böyle açığa koyuyor. Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. 59 Ve sizden olan çocuklar, ergenlik çağına geldikleri zaman, artık kendilerinden önceki kişiler; ağabeyleri, ablaları izin istedikleri gibi izin istesinler. Allah, Kendi âyetlerini size işte böyle açığa koyar ve Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. 60 Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar, artık zînetlerini dışa vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. 61 Âmâya suç yoktur; topala suç yoktur; hastaya suç yoktur; sizin için de kendi evlerinizden veya babalarınızın evlerinden veya annelerinizin evlerinden veya erkek kardeşlerinizin evlerinden veya kız kardeşlerinizin evlerinden veya amcalarınızın evlerinden veya halalarınızın evlerinden veya dayılarınızın evlerinden veya teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına malik olduğunuz yerlerden yahut dostunuzun evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu hâlde veya ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur. Artık evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından bereketli ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize güvenlik oluşturun. İşte Allah, aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini böyle ortaya koyar. 62 Mü’minler ancak, Allah'a ve Elçisi'ne inanmış, Elçi ile birlikte sosyal bir işle meşgul iken o'ndan izin istemedikçe çekip gitmeyen kimselerdir. Şüphesiz senden izin isteyen şu kimseler; işte onlar, Allah'a ve Elçisi'ne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver, onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 63 Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi yapmayın. Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir sosyal yangının isabet etmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar. 64 Gözünüzü açın! Şüphesiz göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. O, sizin ne üzerinde olduğunuzu kesinlikle bilir. Kendisine döndürülecekleri 6
  • 7. günde de, yapmış olduklarını hemen kendilerine haber verecektir. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir. TAHLİL: 1 İndirdiğimiz ve parça parça ayırdığımız bir sûre! Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler de indirdik. Bu âyette insanlığın dikkati, Kur’ân'a; özellikle de bu sûrede açıklanan ilkelere çekilmiştir. İnsanların düşünmeleri ve öğüt almaları için bu sûrede apaçık âyetlerin ve hükümlerin bulunduğuna, bunların mutlaka hayata geçirilmesi gerektiğine işaret edilmiştir. 2 Zina eden kadın ve zina eden erkek, hemen her birini yüz kamçı ile kamçılayın, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah dininde sizi, onlara acıma duygusu tutmasın! Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına tanık olsun. 4 Ve evli, hür kadınlara zina isnadında bulunup, sonra dört tanık getiremeyen kimseler; hemen bunları seksen kamçı ile kamçılayın ve onların tanıklığını ömürleri boyu kabul etmeyin. Ve onlar, yoldan çıkmışların ta kendileridir. 6,7 Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlar; onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın dışlayıp gözden çıkarmasının kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutmasıdır. 8,9 Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutması, kendisinden cezayı savar. 5 Ancak iftira attıktan sonra tevbe eden; iftiracılığını itiraf ve bir daha yapmayacağına söz veren ve düzelten kimseler hariçtir. Artık, şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhametlidir. 10 Ya Allah'ın size armağanları ve rahmeti olmasaydı!... Ve şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan olmasaydı… 7
  • 8. Sûrenin bu paragrafında zinâ, zinâ iftirası ve kocanın karısına zinâ isnat edip şâhit gösterememesi hakkında hükümler yer alıyor. Bu hükümler şunlardır: • Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkek yüz kamçı ile kamçılanmalıdır. İnançlı insanlar, Allah dininde acıma duygusuna kapılmadan bu hükmü uygulamalıdır. Mü’minlerden bir grup da onların cezalandırılmasına tanık olmalıdır. • Muhsan [evli, hür] kadınlara zinâ isnadında bulunup, sonra dört tanık getiremeyen kimseler seksen kamçı ile kamçılanmalıdır. Ve onların tanıklığı ebediyyen kabul edilmemelidir. Ve onlar, fâsık olarak sabıkalandırılmalıdır. • Eşlerine zinâ isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlar hakkında lanetleşme uygulanmalıdır. Şöyle ki: Kişi, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutar. • Kadın da, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer o [kocası] doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutar, böylece kendisinden cezayı savar. • Bu hükümler, tevbe edenlere [yaptığı işin kötülüğünün farkına varıp, bir daha yapmama kararı alarak kamu otoritesine itiraf eden ve Allah'tan bağışlanma dileyen kimselere] uygulanmaz. ZİN Kaynakların çoğunda, “zinâ”nın sözlük ve terim anlamlarının aynı olduğu ileri sürülmüş ve ‫زنى‬ّ‫ن‬ ‫ال‬ [ez-zinâ], “bir kadınla nikâhsız veya hakksız olarak cinsel temasta bulunmak” diye tanımlanmıştır. Bu sözcük bazı lehçelerde ‫[الزنى‬ez-zinâ] şeklinde söylense de sözcüğün esası ‫الزناء‬ [ez-zinâ’] olup med ve kasırla okunur. Bizim araştırmalarımıza göre, “sıkışmak” anlamındaki ‫زنننى‬ [zny] kökünden türeyen ve müfaale babından mastar kalıbında bir sözcük olan zinâ lügatte, –işteşlik olarak– “sıkışmak, karşılıklı olarak dara, sıkıntıya düşmek” demektir.1 Demek oluyor ki, “nikâhsız ve hakksız cinsel temas” eylemi, tarafları sıkıntıya soktuğu için zinâ sözcüğüyle ifade edilmiştir. Fıkıhçılar da “zinâ” üzerinde önemle durmuşlar ve “zinâ”yı terim olarak şöyle tanımlamışlardır: “Zinâ; İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya câriyelik gibi hakklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır.” Mevcut Mushaf tertibine göre 5. âyet, zinâ suçunu ve 6-8. âyetlerdeki suçları kapsamamaktadır. Hâlbuki tevbe, her suçu kapsamına alan Allah'ın lütuflarından biridir: 17 Allah'ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte bunlar, Allah'ın tevbelerini kabul ettikleridir. Allah, en iyi bilendir, en iyi hüküm koyandır. 18 Ve tevbe, kötülükleri yapıp edip de onlardan birine ölüm çatınca: “Ben, şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler ve de kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olarak ölenler için değildir. İşte bunlar, Bizim, kendileri için acı bir azap hazırladıklarımızdır. (Nisâ/17-18) 1 Lisânu'l-Arab; c. 4 s. 418. 8
  • 9. 48 Şüphesiz Allah, Kendisine ortak kabul edilmesini asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah işlemiş olur. (Nisâ/48) 116 Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine ortak kabul edenleri bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, onlardan dilediğini bağışlar. Kim, Allah'a ortak kabul ederse elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. (Nisâ/116) 53 De ki: “Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kullar! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. 54 Ve size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz. 55-58 Ve ansızın azap gelmeden, kişinin, “Allah'ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim” demesinden yahut “Allah, bana doğru yolu gösterseydi, her hâlde ben Allah'ın koruması altına girmiş kimselerden olurdum” demesinden veya azabı gördüğü zaman, “Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım” demesinden önce Rabbinizden size indirilenin en güzelini izleyin.” (Zümer/53-58) Bu nedenle biz 5. âyeti, tevbenin tüm suçları kapsadığını göstermek için 9. âyetten sonraya yerleştirdik. Müstakil bir haber cümlesi olup Müslümanlara bir uyarı olması hasebiyle 3. âyeti de pasajın sonuna yerleştirdik. Homoseksüelliğin cezası Nisâ sûresi'nde zikredilmişti: 15 Kadınlarınızdan aşırılığa gidenlere/ cinsel sapıklık edenlere, kendinizden onların aleyhine hemen dört şâhit getirin; şâyet onlar şâhitlik ederlerse, artık o kadınları, ölüm onlara geçmişte yaptıklarını ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırıncaya ya da Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde tutun. 16 Sizlerden cinsel sapıklık eden iki er kişi, hemen her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe ederler de düzeltirlerse artık onlardan mesafeli durun. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verendir, çok merhamet edendir. (Nisâ/15-16) 2. âyette, Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına tanık olsun buyurulmuştur, ki bunun amacı, kişinin rencide edilmesini ve buna dair haberin toplumda yayılmasını, herkesin bundan ibret almasını ve mü’minlerin bu kimseler için hayır dua etmelerini temin etmektir. Zinâ iftirasıyla ilgili âyetlerin iniş sebebi hakkında şu bilgiler nakledilmiştir: Sa‘îd b. Cübeyr dedi ki: “Bu âyetin iniş sebebi, mü’minlerin annesi Âişe (r.anhâ) hakkında söylenenlerdir.”2 Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında âlimler, şunları nakletmişlerdir: 1) İbn Abbâs (r.a) şöyle der: Hakk Teâlâ'nın, Namuslu ve hür kadınlara (zinâ) iftirası atanlar... (Nûr/4) âyeti nâzil olunca, Âsım b. Adiyy el-Ensârî şöyle dedi: “Yani, bizden biri, evine girse, bir adamı hanımının koynunda bulsa, bu durumda o, buna şâhit olabilecek dört kişi getirmeye kalksa, o zamana kadar o adam işini görüp gitmiş olur. Eğer onu o anda öldürse, onun kâtili sayılır. Eğer, ‘Ben falancayı, hanımımla beraber buldum’ diyecek olsa, iftira cezasına çarptırılır. Sesini çıkarmayacak olsa, öfkesini içinde tutmuş olur. Allahım! Bir çıkış kapısı aç.” Âsım'ın, Uveymir 2 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. 9
  • 10. adında bir amcaoğlu ve Uveymir'in de Havle bt. Kays adında bir hanımı vardı. Derken Uveymir, Âsım'a gelip, “Yemin olsun ki Şureyh b. Sehmâ'yı. hanımım Havle'nin üzerinde [koynunda] gördüm” dedi. Bunun üzerine Âsım istircâ'da bulundu, yani “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” [biz, Allah'a aitiz ve O'na döneceğiz] dedi ve sonra, Rasûlullah'a (s.a) gelip, “Yâ Rasûlullah! Ailem hususunda ne çabuk imtihan oldum!” dedi. Hz. Peygamber (s.a) de, “Ne demek istiyorsun?” dedi. Bunun üzerine Âsım, “Amcamoğlu Uveymir, Şureyh b. Sehmâ'yı hanımı Havle'nin üzerinde bulduğunu bana haber verdi” dedi. Uveymir, Havle ve Şureyh, bunların hepsi de Âsım'ın amca çocukları idiler. Bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a) onların hepsini çağırttı ve Uveymir'e dönerek, “Zevcen hakkında (yalan söylemekten), Allah'tan ittikâ et. O, senin amca kızındır. Ona iftira etme” dedi. Uveymir de, “Yâ Rasûlullah! Allah'a yemin ederim ki, Şureyh'i hanımımın üzerinde gördüm. Dört aydan beri ona yaklaşmadım. O, benden başkasından hâmile kalmıştır” dedi. Hz. Peygamber (s.a) o zaman Havle'ye dönerek, “Allah'tan kork, sadece ne yaptığını söyle” dedi. Havle de, ““Ey Allah'ın Rasûlü! Uveymir kıskanç bir adamdır. Şüreyh'in bana dikkatlice baktığını ve benimle konuştuğunu gördü. Kıskançlığı onu, böyle söylemeye sevketti” dedi. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. O zaman Rasûlullah (s.a) emretti de, namaz ezanı okundu, ikindi namazını kıldırdı, sonra Uveymir'e dönüp, “Kalk ve ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, Havle kesinlikle zinâ etti ve ben (bu hususta) doğru söylüyorum’ de” dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a) Uveymir'e ikinci olarak, “Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben Şureyh'i Havle'nin üzerinde gördüm ve ben hiç şüphesiz sâdıklardanım’ de” buyurdu. Daha sonra üçüncü olarak, “Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o benden başkasından hamile kalmıştır’ de” buyurdu. Dördüncüsünde de, “Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o zinâ etmiştir. Çünkü ben ona dört aydan beri yaklaşmadım ve ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim’ de” buyurdu. Beşincisinde de, “Kalk, ‘Eğer ben [Uveymir] yalan söylüyorsam, Allah'ın laneti benim üzerime olsun’ de” buyurdu. Daha sonra da Uveymir'e “Otur” dedi. Havle'ye “kalk” dedi. Havle ayağa kalktı ve iki defa, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben zinâ etmedim. Kocam Uveymir, yalancılardandır [yalan söylüyor]” dedi. İkinci olarak, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o benim üzerimde Şureyh'i görmedi, yalan söylüyor” dedi; üçüncü olarak, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben ondan hamileyim, o yalan söylüyor” dedi; dördüncü olarak, “Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o [kocam] beni zinâ yaparken görmedi, o yalan söylüyor” dedi; beşinci olarak da, “Eğer Uveymir söylediklerinde doğru ise, Allah'ın gazabı benim üzerime olsun” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), onları birbirinden ayırdı.3 2) Kelbî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “Âsım, bir gün ailesine varıp gitti ve Şüreyh b. Sehmâ'yı hanımının koynunda buldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e (s.a) geldi.” Hadisin bundan sonraki kısmı, geçen rivâyette olduğu gibidir. 3) İkrime, İbn Abbâs'tan (r.a) şunu rivâyet etmiştir: Namuslu ve hür kadınlara (zinâ) iftirası atan... (Nûr/4) âyeti inince, Ensâr'ın reisi [büyüğü] durumunda olan Sa‘d b. Ubâde (r.a) şöyle dedi: “Eğer hanımımın koynunda birisini yakalasam, dört şâhit getirmeye kalkıştığımda, o işini bitirip gitmiş olacak” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), “Ey Ensâr cemaati! Reisinizin dediğini duymuyor musunuz?” deyince, onlar “Yâ Rasûlullah! Onu kınama. Çünkü o kıskanç bir adam” dediler. Sa‘d b. Ubâde (r.a) de, “Yâ Rasûlallah! Allah'a yemin ederim ki, bu âyetin Allah'tan geldiğini ve hakk olduğunu biliyorum. Fakat buna şaştım [bunu anlamakta zorluk çektim]” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Allah kesinlikle böyle buyuruyor” dedi. Çok beklemeden, Sa‘d'ın amcaoğlu Hilâl b. Ümeyye –Hilâl, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği o meşhur üç kişiden biri idi– çıkageldi ve “Yâ Rasûlullah! Hanımımın koynunda birisini yakaladım. Şu gözümle gördüm, şu kulağımla işittim” dedi. Rasûlullah (s.a), onun getirdiği bu haberden hoşlanmadı. Hilâl de, “Allah'a yemin ederim ki, ey Allah'ın Rasûlü, yüzünden söylediğim şeyden hoşlanmadığını hissetmekteyim. Ama, Allah biliyor ki doğru söylüyorum ve sadece hakkı ifade ettim” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), “Ya beyyine [şâhit-delil getirirsin], yahut da (sana) had uygulanır” dedi. Ensâr bir araya gelip, “Sa‘d'ın söylediği başımıza geldi” dediler. Onlar böyle konuşurlarken, Hz. Peygamber'e (s.a) vahiy geldi. Ona vahiy geldiğinde, yüzünün rengi kaçar, bedenini bir kırmızılık sarardı. O'nun bu sıkıntısı geçince, “Ey Hilâl! Müjdeler olsun, Allah senin için bir çıkış yeri nasip etti” dedi. Hilâl de, “Ben de, Allah'tan bunu umuyordum” dedi ve Hz. Peygamber (s.a) Ensâr'a bu âyetleri okuyup, “O kadını çağırın” dedi. Kadın çağırıldı. Gelince, Hilâl'in yalan söylediğini iddia etti. Hz. Peygamber (s.a) de, “Allah ikinizden birisinin yalancı olduğunu biliyor. Sizden, tevbe edecek birisi yok mu?” dedi ve karşılıklı olarak lanetleşmelerini [lian'ı] emretti. Bunun üzerine Hilâl, Allah adına yemin edip, şehâdet ederek, kendisinin sâdıklardan olduğunu söyledi. Beşinci seferinde, Hz. Peygamber (s.a) ona, “Ey Hilâl! Allah'tan kork, çünkü dünya azabı [cezası] âhiret azabından daha kolaydır” dedi. Hilâl de, “Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Rasûlü bana celde vurmadığına göre, Allah bu kadından ötürü bana azap etmeyecektir” deyip, beşinci kez (malum 3 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. 10
  • 11. şekilde) yeminle şehâdette bulundu. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) kadına dönerek, “Sen de bu şekilde yemin edip, şehâdette bulunabilir misin?” dedi. O da, dört defa, Hilâl'in yalan söylediğine dair yemin ile şehâdette bulundu. Beşincisine başlayınca Rasûlûllah (s.a) ona, “Allah'tan kork, bu beşincisi, neticesi mutlaka gerçekleşecek olandır” dedi. Bunun üzerine kadın, bir müddet duraladı, suçunu itiraf edecek gibi oldu, sonra “Allah'a yemin ederim ki, kavmimi rezil kepaze etmeyeceğim” deyip, beşinci kez Hilâl eğer doğru söylüyorsa, Allah'ın gazabının kendisine olması için yemin edip, şehâdette bulundu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), o ikisini birbirinden ayırdı. Sonra da, “Bekleyin. Eğer bu kadının doğuracağı çocuk orta, kırmızı-beyaza çalan sarı renkli ve ince bacaklı olursa, Hilâl'e aittir. Yok eğer o çocuğun bacakları kalın, esmer ve kıvırcık saçlı ve yassı burunlu olursa, bu da (kim yaptıysa) ona aittir” dedi. Kadın esmer, kalın bacaklı bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) “Eğer o yeminler olmasaydı, benimle o kadının işi vardı “Ben, ona yapacağımı biliyordum” buyurdu. İkrime, “Andolsun ki o çocuğu daha sonra, babasının kim olduğu bilinmediği hâlde, bir şehrin vâlisi olarak gördüm” demiştir.4 Bizce bu âyetleri bazı olaylarla sınırlandırmaya gerek yoktur. Zira sağlam kaynaklarda bu haberler yer almamaktadır. O nedenle bu âyetler, özel olarak bir olay hakkında değil, genel olarak zinâ iftirasında bulunanlar sebebiyle nâzil olmuştur. 3 Zina eden erkek, zina eden veya ortak koşan bir kadından başkası ile evlenmiyor; zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya ortak koşan erkek evleniyor. Ve bu; böyle bir evlilik kuralı, mü’minlere haram kılınmıştı. Bir haber cümlesi olan bu âyet, toplumdaki mevcut uygulamayı zikredip esas uygulanması gerekeni ortaya koyuyor: • Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmiyor. • Zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evleniyor. • Bu uygulama, mü’minlere haram kılınmıştı. Bu âyet genellikle, “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez; zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır” şeklinde çevrilmiştir. Bu çeviriye göre, “zinâ edenler, sadece kendileri gibi zinâ etmiş biri veya bir müşrikle evlenebilir” hükmü ortaya çıkmaktadır. Bu hususta şu rivâyet nakledilmiştir: Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin rivâyetine göre Amr b. Şu‘ayb'ın babasından, onun da dedesinden rivâyet ettiğine göre Mersed b. Ebî Mersed Mekke'deki esirleri taşırdı [Medîne'ye getirir, kurtarırdı]. Mekke'de “Anak” adında bir fâhişe vardı, bu da onun dostu idi. Mersed dedi ki: Peygamber'e (s.a) gelip dedim ki: “Ey Allah'ın Rasûlü! Anak'ı nikâhlayayım mı?” Bir süre sustu, bana cevap vermedi. Bunun üzerine, Zinâ eden kadını da ancak zinâ eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir buyruğu nâzil oldu. Rasûlullah beni çağırdı ve bana bu âyeti okuduktan sonra, “Onu nikâhlama” dedi.5 Ne var ki bu hüküm de problemi çözememiş, problemin nasıl çözüleceği araştırılmıştır. Biz, önce bu konu hakkında üretilen formüllerin özetini verecek, sonra da gerçeği takdim edeceğiz: Burada nikâh, “cima” manasına kullanılmıştır. Buna göre, mana şöyle olur: Zinâ eden bir kimse, zinâ ettiği vakit ya Müslümanlardan zinâ eden bir kadın ile ilişki kurmaktadır, veya ondan daha güzel müşriklerden bir kadın ile ilişki kurmaktadır.” Zinâ, ancak bir zâniye ile yapılır. Bu da her iki tarafın da zinâ etmiş olacağını ifade eder. 4 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. 5 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. 11
  • 12. ez-Zeccâc ve başkası bu görüşü el-Hasen'den nakletmişlerdir. Buna göre o şöyle demiştir: “Burada kasıt, kendilerine zinâ haddi uygulanmış, zinâ eden erkek ve kadındır.” O şöyle demiştir: “Bu yüce Allah'ın bir hükmüdür. Zinâ haddi uygulanmış bir erkeğin, zinâ haddi uygulanmış bir kadından başkasıyla evlenmesi caiz değildir.” İbrâhîm en-Nehâî de buna yakın görüş belirtmiştir. Ebû Dâvûd'un, Musannef'inde [Sünen'inde] kaydedildiğine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: “Zinâ edip had uygulanmış bir erkek ancak kendisi gibi olanı nikâhlayabilir. Âyet-i kerîme neshedilmiştir. Mâlik, Yahyâ b. Sa‘îd'den, o Sa‘îd b. el-Müseyyeb'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Zinâ eden erkek ancak zinâ eden veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir. Zinâ eden kadını da ancak zinâ eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir buyruğu hakkında (Sa‘îd b. el-Müseyyeb) dedi ki: “Bu âyet-i kerîmeyi daha sonra gelen, İçinizden evli olmayanları... evlendirin (Nûr/32) âyeti neshetmiştir. ÂYETİN MUHKEM OLMADIĞINI SÖYLEYENLER ve BU GÖRÜŞÜN BAZI HÜKÜMLERE ETKİSİ Mütekaddiminden bir kesim şöyle demiştir: Âyet-i kerîme nesh edilmiş değildir. Bunlara göre zinâ eden bir erkeğin kendisi ile hanımı arasındaki nikâhı fâsit olur. Zinâ eden bir kadının da kendisi ile kocası arasındaki nikâhı fâsit olur. Bunlardan bir topluluk da şöyle demiştir: “Bu yolla nikâh fesh olmaz, ancak hanımı zinâ eden kocaya karısını boşaması emredilir. Boşamayacak olursa, günahkâr olur. Ne zinâ eden bir kadınla, ne de zinâ eden bir erkekle evlenmek caizdir. Ancak tevbe açıkça tesbit edilecek olursa, o takdirde nikâhlanmak caiz olur.” MÜ’MİNLERE FÂHİŞELERLE EVLENMEK HARÂMDIR Böylesi mü’minlere haram kılınmıştır. Yani, bu gibi fâhişeleri nikâhlamak mü’minlere haramdır. Kimi te’vîl âlimleri şunu iddia ederler: “Böyle fâhişelerle nikâhlanmayı yüce Allah, Muhammed (s.a) ümmetine haram kılmıştır. Bu türden kadınların en meşhurlarından birisi de Anak diye bilinen kadındır.”6 Bu âyette yer alan hükümler aslında şunlardır: • Zinâ eden kadın, ya zinâ eden bir erkekle veya bir müşrik erkekle evleniyor. • Zinâ eden erkek de zinâ etmiş bir kadınla veya müşrik bir kadınla evleniyor. • Bu uygulama mü’minlere yasaklanmıştır. Bu âyet bir haber cümlesidir, bir emir veya yasaklama cümlesi değildir. Âyetteki nikâhlanıyor ifadesini, “nikâhlanamaz, evlenemez” hâline getirmek, cehâletin ötesinde bir cinâyettir. Âyete böyle anlam verenler, işin içinden çıkamazlar, nitekim de çıkamamışlardır. Zira Allah, günahkâr [zinâ suçu işlemiş] da olsa bir mü’minin müşrikle evlenmesini yasaklamış, ayrıca günahkâr-günahsız ayırımı yapmadan her mü’minin evlendirilmesini emretmiştir. İşte âyetler: 221 Ve ortak koşan kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş, kâfirlerin himayesindeki bir köle kadın, –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. Ortak koşan erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle, – sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Ortak koşanlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. (Bakara/221) 6 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. 12
  • 13. 32 Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer bunlar, fakir iseler, Allah Kendi fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir. (Nûr/32) 11 Şüphesiz bu ağır iftirayı getirenler, sizden bir gruptur. –Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; tersine o, sizin için bir iyiliktir.– Onlardan, her bir kişiye, günahtan kazandığı vardır. Onlardan günahın büyüğünü söyleyen kimse için de çok büyük bir azap vardır. 12 Bunu duyduğunuz zaman, erkek ve kadın mü’minler, bu iftirayı işittiklerinde kendilerine hayır olduğunu zannetmeleri ve “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi? 13 Bu iddiayı ortaya atanların, buna dair dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar, Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. 14 Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın armağanı ve merhameti olmasaydı, içine düştüğünüz şeylerde kesinlikle size büyük bir azap isabet ederdi. 15 Hani siz bu iftirayı, birbirinizin dilinden alıyor ve kendisi hakkında bilgi sahibi olmadığınız bu uydurma haberi ağızlarınızla söylüyorsunuz ve bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyüktür. 16 Ve onu duyduğunuz zaman, “Bunu konuşup durmamız bize yakışmaz. Sübhaneke! Allah'ım sen arınıksın, bu, çok büyük bir iftiradır...” deseydiniz ya! 17 Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini sonsuz olarak bir kez daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler. 18 Ve Allah, âyetlerini sizin için açığa koyuyor ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. 19 Şüphesiz, inanan kimseler içinde aşırılığın, iffetsizliğin yayılmasını seven kimseler, dünyada ve âhirette acı veren bir azap onlar içindir. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz. 20 Ve sizin üstünüze Allah'ın armağanı ve merhameti ve şüphesiz Allah, çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı!... Bu pasajda, Âişe'ye atılan ve “ifk hâdisesi” diye anılan zinâ iftirası konu edilmekte ve bu hâdise ekseninde Müslümanlara ahlâkî ilkeler bildirilmektedir. Pasajın doğru anlaşılabilmesi için önce İfk hâdisesini ansiklopedik düzeyde aktarmak istiyoruz. İfk hâdisesi, târih [Vâkıdî, Megazî; İbn Hişâm, Sîret] ve hadis [Buhârî, Müslim] kitaplarında genellikle, oluş tarzı ve sebepleriyle birlikte Âişe validenin ağzından nakledilir. Biz, bunların özetini sunuyoruz: 13
  • 14. İFK OLAYI İfk hâdisesi, münâfıkların Rasûlullah'ı ve mü’minleri yıpratmak, İslâm toplumunu parçalamak, başta Ebû Bekr olmak üzere Rasûlullah ile yakın arkadaşlarının arasını açmak, Muhâcirler ile Ensâr'ı birbirine düşürmek amacıyla Rasûlullah'ın aile mahremiyetini hedef alarak, bölge ve kabile taassubunu kullanmak sûretiyle başvurdukları bir menfî propaganda ve karalama hareketidir. Bu hareket başarılı olmuş, iki Müslüman grubu birbirlerine karşı kılıca sarılacak hâle getirmişti. Olaylar Rasûlullah'ın müdahalesi ile önlenmişti. Hâdise şöyle olmuştur: Mustalıkoğulları savaş plânı yapıp Müslümanlar üzerine yürüdüler. Rasûlullah, bunu haber alınca, onlara karşı koymak için hazırlık yaptı, asker topladı. Bu askerlerin içinde münâfıklar da vardı. Ve Rasûlullah Mustalıkoğulları'na karşı koymak için yola çıktı. Müslümanlar, Mureysi adındaki bir subaşında düşmanla karşılaştılar. Ve onları bozguna uğrattılar. Ganimetler aldılar. İfk hâdisesi, işte bu başarılı sefer dönüşü esnasında meydana geldi. Ordu, geceleyin bir yerde konakladı. Âişe, ihtiyacı için ordugahın dışına çıktı. Döndüğü zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş, evlilik hediyesi olarak annesi Ümm Rûman'ın hediye ettiği gerdanlığının kaybolduğunu fark etti. Âişe, gerdanlığını aramak için ihtiyacını giderdiği yere gitti. Bulup döndüğünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde olduğunu zanneden muhafızları da dahil olmak üzere, ordunun oradan ayrılıp gitmiş olduğunu gördü. Geri dönüp kendisini ararlar düşüncesiyle orada otururken olduğu yerde uyuyup kaldı. İkinci konakta Âişe'nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşıldı ve bir süre beklendi. Bu sırada ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, onu devesine bindirdi ve orduya yetiştirdi. Âişe'nin genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat bilip dedikodu başlattı. Başta Abdullah b. Ubey olmak üzere fırsatçılar dedikoduyu yaydılar. Münâfıklar dışında bazı Müslümanlar da bu dedikoduya kendilerini kaptırdılar; bunlar, Safvan'dan öç almak isteyen Hassan b. Sâbit, Rasûlullah'ın hanımlarından Zeyneb bt. Cahş'ın kız kardeşi Hamne ve Ebû Bekr'in yardımlarıyla geçinen Mıstah b. Usâse idiler. 20. âyetteki, Ve sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti ve şüphesiz Allah, çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı ifadesinde de, yukarıda tevbeyi konu alan âyette olduğu gibi şart cümlesinin son bölümü söylenmemiştir. Bunun cevabı, “hâliniz nice olurdu” veya “hiç biriniz ebediyyen temize çıkamazdı” şeklinde takdir edilebilir. Âyetlerden açıkça anlaşılan mevzuları şu şekilde sıralayabiliriz: • Bu iftirayı yayanlar, maalesef Müslümanlardan bir topluluktur. 14
  • 15. • Bunlar, Kur’ân'ın verdiği terbiyeye göre hareket etmemiş; yanlış yapmış, suç işlemişlerdir ve bu olaya bulaştıkları ölçüde sorumludurlar. • Aslında çok kötü görülen bu olay, hayırlı olmuştur. • İftirayı atanlar-yayanlar, kanıtsız ve tanıksız dedikodu ürettiklerinden yalancı duruma düşmüşlerdir. • Bu haberi duyanlar, duydukları zaman hüsn-i zannda bulunup, bunun apaçık bir yalan olduğunu söylemeleri gerekirdi. • Bu iftirayı duyduklarında mü’minlerin, bunun bir iftira olduğunu ve buna bulaşmanın caiz olmadığını idrak etmeleri ve yayılmasını önlemeleri gerekirdi. • Bu iftiraya alet olan, işin nereye varacağını bilmeden ileri-geri konuşanlar, Allah'ın çok büyük günah saydığı bir işi yapmışlardır. Allah, çok merhametli olduğu için azaba maruz kalmamışlardır. İmanlı olan kimseler bunu kesinlikle bir daha yapmamalıdırlar. 11. âyette, Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; bilakis o, sizin için bir iyiliktir buyuruluyor. Daha önce de kötü görülen bir şeyin aslında hayır olabileceği konusunda şu bilgi verilmişti: 216 Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size zorunlu görev olarak verildi. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için kötü, zararlı olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara/216) 19 Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız/ mallarından istifade etmek amacıyla onların sizden ayrılmasını engellemeniz size helal olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için, açık bir fahişe [çirkin bir hayâsızlık/zina] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlarla örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen yollarla ilişkide bulununuz. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah, sizin hoşlanmadığınız şeyde birçok hayır oluşturacak olabilir. (Nisâ/19) Düşünüldüğünde de ifk hâdisesinde insanlık için, özellikle de mü’minler için ibret alınacak birçok nokta söz konusudur: • Bu hâdise, zinâ ve zinâ iftirası hakkında hükümlerin gelmesine sebep olmuştur. • Bilinmeyen konularda dedikodunun nelere mal olacağı insanlara somut olarak gösterilmiştir. • Bu hâdise, toplumdaki imanı sağlam olanlar ile iğreti olanların ve münâfıkların ayrışmasına, bilinmesine sebep olmuştur. • Bu hâdise, mü’minlerin daima ihtiyatlı olmaları, dedikodu ve iftiraya meydan verecek hususlardan uzak durmaları gerektiğini somut olarak göstermiştir. • Sabretmeleri ve musibetler karşısında metanetli olmaları sebebiyle bu hâdisenin mağdurlarının dereceleri yükselmiştir. • Ve bu konuda inen âyetler, Rasûlullah'ın hakk peygamber olduğuna kanıt teşkil etmişlerdir. Zira bu olayların Kur’ân'da yer alması dünyanın sonuna kadar bu olayın unutulmadan dilden dile dolaşmasını sağlayacaktır. İftira da olsa hiçbir aile reisi ailesiyle ilgili böyle bir olayın şuyûunu istemez, aksine unutulup gitmesini ister. Ama Peygamber'in bunu saklaması mümkün değildir. 21 Ey iman etmiş kimseler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Ve kim şeytanın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, aşırılıkları, iffetsizlikleri ve tüm çirkinlikleri emreder. Ve eğer üstünüzde Allah'ın armağan ve merhameti olmasaydı, sizden 15
  • 16. hiçbir kimse sonsuza dek temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. 23 Şüphesiz hür, evli, hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zina isnat eden kimseler, dünya ve âhirette dışlanmışlardır. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır. 24 O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şâhitlik edecektir. 25 O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir. 26 Kötü kadınlar kötü erkekler, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz kadınlar temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir/ pis sözler, çirkin işler pis kimselere yakışır. İyi-güzel söz ve işler de, iyi-güzel kimselere yakışır. İşte onlar, iftiracıların söylediklerinden çok uzak olanlardır. Kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır. 22 Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir. Bu âyet grubunda, yine ifk hâdisesi ekseninde birtakım ilâhî ilkeler konu edilmektedir: • Mü’minler, şeytânın adımlarını izlememelidir. Çünkü şeytân aşırılıkları ve çirkinlikleri, haram yemeyi, hakksız kazanç elde etmeyi, Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreder. Fakirlikle korkutur, kuruntulara düşürür, kandırmak için yaldızlı sözler fısıldar, vesvese verip zihinleri bulandırır, ameller ile şımartıp azdırır, içki/uyuşturucu ve kumarla, insanlar arasına düşmanlık ve kin sokar, Allah'ı anmaktan ve sosyal destekten geri bırakır. • Hür-evli ve hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere şâhitlik edecektir. O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir. • Kötü kadınlar, kötü erkekler; kötü erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz kadınlar; temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir. Bunlar, iftiracıların söylediklerinden uzak olup kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır. • Mü’minlerden imkân sahibi olanlar akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmemeliler, bağışlamalı ve hoş görmelidirler. Allah da böyle davrananları bağışlar. Zira Allah gafûr'dur, rahîm'dir. 23. âyette, Şüphesiz muhsan [hür, evli], gâfil [hiçbir şeyden haberi olmayan] mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir 16
  • 17. [uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır buyurularak, yapılan işin ağırlığı ifade edilmiştir, ki daha evvel yalan ve iftirayı kimlerin atacağı açıkça beyân buyurulmuştu: 105 Yalanı, yalnızca Allah'ın âyetlerine inanmayan kimseler uydurur. Ve işte onlar, yalancıların ta kendileridir. (Nahl/105) 26. âyetteki, Kötü şeyler/kadınlar, kötü erkekler, kötü şeyler/erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz şeyler/kadınlar, temiz erkekler, temiz şeyler/erkekler de temiz kadınlar içindir ifadesi, “pis sözler, çirkin işler, pis kimselere yakışır. İyi- güzel söz ve işler de, iyi-güzel kimselere yakışır” şeklinde özetlenebilir. Ve ayrıca bu, ifk hâdisesi çerçevesinde Allah'ın hatalı mü’minleri yermesi, diğerlerini ise övmesi olarak da anlaşılabilir. 22. âyetteki, Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah ğafûr'dur, rahîm'dir ifadesinin nüzûl sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler nakledilir: Müfessirler şöyle demişlerdir: Âyet, Hz. Ebû Bekr (r.a) hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o artık Mıstah'a infâk etmeyeceğine yemin etmişti. Mıstah ise, onun teyzesi oğlu olup, elinde yetişmiş bir yetimdi. Hz. Ebû Bekr, hem Mıstah'a, hem de onun yakınlarına yardım ediyordu. İfk ile ilgili âyet inince, Hz. Ebû Bekr (r.a) onlara, “Kalkın, defolun. Artık ne siz bendensiniz, ne de ben sizdenim. Hiç biriniz artık yanıma yaklaşmayın” dedi. Bunun üzerine Mıstah, “Allah aşkına, İslâm aşkına... Akrabalık ve sıla-ı rahim hatırına bizi başkalarına muhtaç etme. İşin başında bizim bir günahımız yoktu” deyince, Hz. Ebû Bekr (r.a) ona, “Konuşmadıysan da, güldün” dedi. Mıstah, “Bu, Hassan'ın sözüne şaşmamdan dolayı idi, yoksa bir gülme [sevinç] değildi” dedi ise de, Hz. Ebû Bekr (r.a) onun bu mazeretini kabul etmeyerek, “Haydi gidin, uzaklaşın. Çünkü Allah Teâlâ sizin için bir mazeret bildirmedi ve bir çıkış kapısı göstermedi” dedi. Bunun üzerine onlar, nereye gideceklerini, kime başvuracaklarını bilemez bir şekilde çıktılar. Derken Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebû Bekr'e (r.a), Allah Teâlâ'nın onları kovmamasını emreden bir âyet indirdiğini haber vermek üzere, ona bir adam gönderdi. Hz. Ebû Bekr (r.a), haberi alır almaz, tekbir getirdi ve buna çok sevindi. Hz. Peygamber (s.a) ilgili âyeti ona okudu. Hz. Peygamber (s.a), Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz? âyetine gelince, o “Evet, yâ Rabbi, beni affetmeni can-ı gönülden arzu ederim” deyip, yaptıklarından vazgeçti. Evine gidince, Mıstah ve yakınlarına haber salıp, onları kabul edeceğini bildirerek, “Allah'ın indirdiği başım-gözüm üstüne... Size yaptığımı ve söylediğimi, Allah size gazap ettiğini bildirdiği için yapmıştım. Fakat Allah sizi affedince, size merhaba hoş geldiniz” diyorum dedi ve Mıstah'a daha önce yaptığı yardımın iki mislini yapmaya başladı.7 27 Ey iman etmiş kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu, düşünüp öğütlenmeniz için, sizin için daha iyidir. 28 Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, artık size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün; bu, sizin için daha arındırıcıdır. Ve Allah, yaptığınız şeyleri en iyi bilendir. 29 İçinde size ait herhangi bir değerli şey bulunan, oturulmayan evlere girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir. 7 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. 17
  • 18. Sûrenin başında yer alan, zinâ, iftira vs.'ye yönelik ilkeler, ortaya çıktıkları anda bu kötülükleri yok etmeye yönelik ilkelerdi. Bu paragrafta ise, kötülüğü daha doğmadan önlemeye yönelik koruyucu ilkeler yer almaktadır. Bu ilkeler şunlardır: • Mü’minler kendi evinden başka evlere, kendilerini tanıtıp ev halkına selâm vermeden girmemelidir. • Evde kimse bulunamazsa, izin verilinceye kadar eve girilmemelidir. • Varılan evde, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönülmelidir. • Oturulmayan, ama içinde malının bulunduğu evlere izinsiz girilmesinde bir sakınca yoktur. Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında şu bilgiler nakledilmiştir: Taberî ve başkalarının Adiy b. Sâbit'ten rivâyet ettiklerine göre, Ensâr'a mensup bir kadın, “Ey Allah'ın Rasûlü!” dedi, “Ben evimde babam olsun, oğlum olsun hiçbir kimsenin görmesini istemediğim bir hâl üzere bulunabiliyorum. Ben, bu hâlde iken babam gelir yanıma girer, yine ailemden bir başka adam çıkıp gelebilir. Ne yapayım?” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Ebû Bekr (r.a), “Ey Allah'ın Rasûlü! Şam yolu üzerinde hanlar ve meskenler vardır. Oralarda da hiç kimse bulunmuyor, (bu gibi yerlere nasıl girilir?)” deyince, yüce Allah da, Oturulmayan ve içlerinde... evlere girmenizde size günah yoktur (Nûr/29) âyetini inzâl buyurdu.8 30 Mü’min erkeklere, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine derin bilgi sahibidir. 31 Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –açıkta olanlar hariç– belli etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine sarkıtsınlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların savunmasız yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca hatânızdan Allah'a dönüş yapın! Bu âyetlerde de yine yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi toplumu sıkıntıya sokacak, iftiraya, taciz ve tecavüze zemin hazırlayacak davranışlardan uzak durulması emredilmektedir. Bu âyetlerin içerdiği ilkeler hakkındaki yazımızı burada sunuyoruz: ÖRTÜNME Örtünme konusu, fıkıh ve ilmihâl kitaplarında “Setr-i Avret” başlığı altında ele alınmış ve namazın haricî şartlarından birisi olarak zikredilmiştir. Hâlbuki, halk arasında ayıp yerlerin örtülmesi olarak bilinen “setr-i avret” hakkındaki talimatlar ile zînet sayılan yerlerin örtülmesi hakkındaki talimatlar namaz için değil, hayatın her anı içindir. Yani, bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları her saatte, her dakikada ve her 8 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. 18
  • 19. saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının her anını ilgilendiren talimatlardır. Öyleyse, bu konunun dinî kitaplarda “setr-i avret” başlığı altında değil, –Kur’ân'ın konuya yaklaşımını kapsayacak şekilde– “avret ve zînetleri açığa vurmama” başlığı altında ele alınması daha uygun olur. ÖRTÜNMENİN TÂRİHİ Örtünmenin târihi, insanlık târihi kadar eskidir. Çünkü örtünme, tabiat şartlarına ve her türlü dış etkiye karşı korunmak için yapılmaktadır: 80 Ve Allah, size evlerinizden bir huzur ve dinlenme yaptı. Ve hayvanların derilerinden yolculuk ve konaklama günlerinizde evler ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar döşeme eşyası ve kazanç sağlattı. 81 Ve Allah, oluşturduklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlardan barınaklar yaptı. Sizi sıcaktan-soğuktan koruyacak elbiseler ve sizi kendi hışmınızdan koruyan elbiseler var etti. İşte böylece Allah, Müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır. (Nahl/80-81) Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme ise sadece korunmaya yönelik olarak; yaşanılan bölgeye ve iklim şartlarına göre olmamış; meslek, statü, yaş gibi sosyal yaşam içindeki farklılıklar da örtünmeyi değişik şekillerde etkilemiştir. Bazı kıyafetler belirli işleri yapanlara özgü kılınmış ve kıyafet farklılıkları yasal müeyyidelerle korunmuştur. Meselâ, Osmanlı İmparatorluğu'nda halkın ancak tek sorguçlu sarık sarmasına izin verilmiş, iki sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık ise padişaha özgü kılınmıştır. Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar, saraya mensup kimseler, esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler giymek zorunda bırakılmıştır. Kişilerin mesleklerini, görevlerini gösteren kıyafetler giymeleri, tüm dünyada günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır. Nitekim bugün mesleği askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik, avukatlık, itfaiyecilik… olan kimseler, görevlerini gösteren kıyafetler giymektedirler. Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka sosyal olgu da kölelik müessesesidir. Kölelik, Kur’ân'ın indiği dönemde, dünyanın hemen her tarafında olduğu gibi Araplar arasında da yaygındı. Kölelerin hürlerden ayırt edilmesi için kıyafetlerine bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ, hür erkeklerin sarık sarmaları ve hür kadınların başlarına örtü almalarına karşılık, kölelerin başlarını örtmelerine izin verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile ilgili kıyafet düzeni ise onlara geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer tabletlerinin okunmasıyla Sümer tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya çıkmış, Asur kanunları da evli ve dul kadınları başlarını örtmeye mecbur etmiş, kızların, câriyelerin ve sokak fâhişelerinin ise örtünmesini yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme bağlamıştır.9 Yani, Araplardaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki âdet, bölgede çok eskiden beri uygulanmaktaydı. Yahûdilikte ise “peçe” şekline dönüşmüş bir örtünme söz konusudur. Ama Yahûdilikteki uygulama, mahiyet itibariyle Sümer ve Asur'dan gelip Araplar arasında devam eden örtünmeden önemli bir farklılık arz eder. O zamanın örfüne göre, fâhişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır: 9 Prof. Mebrure Tosun-Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Bâbil, Asur Kanunları ve Ammi-Aduqa Fermanı, Ankara, 1975, s. 252, madde: 40. 19
  • 20. Ve “İşte, kaynatan sürüsünü kırkmak için Timnat'a çıkıyor” diye Tamar'a bildirildi. Ve üzerinden dulluk esvabını çıkardı, peçesiyle örtündü ve Timnat yolu üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp kendisinin ona karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce, kendisini kötü kadın sandı; çünkü yüzünü kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi: “Rica ederim, gel senin yanına gireyim.” Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve dedi: “Yanına girmek için bana ne verirsin?”10 Ve köleye dedi: “Bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir?” Ve köle, “Efendimdir” dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.11 Kitab-ı Mukaddes'in, Tesniye, 23. Bab'ında da, İbranilerin içinde kendini fuhuşa vakfetmiş kadınların bulunduğu, İsrâîloğulları'ndan böylelerinin bulunmaması ve fuhuştan kazanılan paranın Allah için harcanmaması istenmektedir. Hristiyanlıkta da örtünme konusu İncîl'e girmiştir: Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak dua eden, yahut peygamberlik eden kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek, Allah'ın sûreti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir. Fakat kadın, erkeğin izzetidir.12 Özetlemek gerekirse örtünme, İslâm öncesi devirlerde, o günün yaşamındaki sosyal farklılığın bir nişânesi olarak kanunlara girmiş ve üniforma niteliği kazanmıştır. Kur’ân'ın indiği dönemdeki Arap toplumunda da örtünme, hür kadınlar ile câriyelerin ayırt edilmesini sağlayan bir uygulamaydı. Arapların örtünmeyi, gelenekleri doğrultusunda uyguladıkları başka kaynaklarda da yer almaktadır: Arap kadınlarının yaka yırtmaçları genişti. Aradan gerdanları, göğüsleri ve göğüslerinin çevreleri görünürdü. Baş örtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat önlerini açık tutarlardı. Boyun ve göğüs kısmındaki açıklıkların kapanması için örtülerini yaka yırtmaçlarının üzerinden örtmeleri emredilmiştir.13 Bu ifadeler, Araplarda geleneksel olarak baş örtüsünün bulunduğunu göstermektedir. Zaten âyette de, Hımarlarını yaka yırtmaçlarının üzerine salsınlar denilerek, hımarın [başörtüsünün] Araplar arasında kullanılan bir örtü olduğu vurgulanmıştır. İbn Kesîr, Arapların İslâmiyet'ten evvel başörtüsü kullandıklarına yönelik şöyle demiştir: Başörtülerini, gerdanlarını gizleyecek biçimde göğüslerinin üstüne koymaları emredilmiştir, ki câhiliye kadınları gibi yapmasınlar. Çünkü o dönemde kadın, gerdanı açık şekilde erkekler arasında dolaşırdı. Hatta boynunu, saçının örüklerini, kulağının küpelerini gösterirdi. Allah, inanan kadınlara, heyetlerini ve hâllerini örtmelerini emretti.14 10 Tekvin, 38:13-17. 11 Tekvin, 24:65. 12 İncîl, Korintoslulara 1. Mektup, 11:4-6. 13 Zemahşerî, Keşşaf. 14 İbn Kesîr. 20
  • 21. Ayrıca, henüz Nûr sûresi inmeden evvelki şu târihî olay da, o günkü kıyafet hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir: Henüz Müslüman olmadan evvel, babasıyla birlikte Mekke'ye gelip orada insanların, bir zatın başına toplandıklarını gören Hâris el-Ğâmidî'den şöyle nakledilmiştir: Babama sordum: — Şu topluluk nedir? Babam cevap verdi: — Onlar, içlerinde bir Sâbiî'nin başına toplanan kimseler. Yaklaştık, bir de gördük ki, Allah'ın Elçisi, halkı Allah'a kulluğa ve inanmaya çağırıyor, onlar da o'na eziyet ediyorlar. Nihâyet güneş yükseldi, halk o'nun başından dağıldı. Elinde bir su kabı ve mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı için gerdanı açıldı. Allah'ın Elçisi kabı aldı, içti, abdest aldı, sonra başını kaldırıp kadına şöyle dedi: — Kızım! Başındaki örtüyle gerdanını kapat, babanın yenilip ezileceğinden korkma! Ben sordum: — Bu kadın kimdir? Cevap verdiler: — Bu, kızı Zeyneb'dir.15 Ömer'in çarşıda örtüsüz bir kadını tartakladığı, konunun kendisine intikal etmesi üzerine Peygamberimizin Ömer'in bu davranışını onaylamadığı, Ömer'in de, “Ben, onu örtüsüz görünce câriye sandım” diyerek kendini savunduğu ve yine Ömer'in hür kadınlar gibi örtünen bir câriyeyi “örtünmemesi, hürlere benzemeye çalışmaması için” azarladığı bildirilir. Bütün bu târihî olaylar Arap toplumunda hür kadınların başlarını örttüklerini, bunun eski bir gelenek olduğunu kanıtlar. Çünkü Ömer, yukarıda zikredilen davranışlarını, o zamanlar örtünmeyle ilgili herhangi bir ilâhî hüküm olmaması sebebiyle sırf toplumun geleneklerine aykırı bulduğu için yapmıştır.16 Kısacası târihsel olarak başörtüsü, hür kadınlar ile câriyeleri ayırt eden ve iffetle alâkası olmayan bir câhiliye dönemi simgesidir. Yani, o dönemdeki iffetli veya iffetsiz hür kadınlar, başlarını örterlerdi. Câriyeler ise iffetli veya iffetsiz, müslim veya gayr-i müslim başlarını örtmezlerdi. Kadınlarla ilgili bu uygulama zaman içinde çarpıtılarak değişik kurgulara âlet edilmiştir. İSLÂM'DAKİ ÖRTÜNME ve AMACI Erkek ile kadın arasındaki cinsel eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu eğilimi, yeryüzünde hayatın devam etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini gerçekleştirmesi için bir sebep kılmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar tamamen tükenene kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî arzunun gayr-i meşru yollarla kışkırtılmadan, meşru mecrasında gelişmesine ve tatminine yönelik düzenleme yapmış, bu arzuların esiri olmak sûretiyle toplum düzenini çökertecek davranışlardan uzak durulmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı 15 İbnu'l-Esîr, Usdu'l-Ğâbe fî Ma‘rifeti Sahabe, 1/321 (el-Mektebetu'l-İslâmiyye). 16 Ahkâmu'l-Kur’ân, 3/1575. 21
  • 22. cinsler arasındaki davetkâr arzularla doğrudan ilişkili olan, taciz, tecavüz ve iftira gibi olaylara sebebiyet verebilen kıyafet konusunda birtakım düzenlemeler yapmıştır. Demek oluyor ki getirilen esasların amacı, ilkel kanunlar ve kültürlerde olduğu gibi, bireyler arasındaki sosyal farklılığın gösterilmesi değil, toplumda barış ve mutluluk içerisinde bir hayat sürdürmek üzere fitne ve fesadın önlenmesidir. Çünkü bu arzuların çeşitli yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, aile düzenini bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı huzursuzluklara yol açması işten bile değildir. Bu özellik, sûrenin 60. âyetince de desteklenmektedir. Zira İslâm dini, şehvetin tahrik edilmediği ve bunun et tutkusuna dönüşüp kan dökme tepkileri oluşturmadığı temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen arzular, sönmeyen ve doymayan bir şehvet azgınlığı meydana getirir, toplumda fitne ve fesat çığ gibi büyür. Târihte fuhuş bataklığına düşen ve buhranlar içinde yok olan birçok toplum bulunduğu gibi, günümüzde de bu yolda olan toplumlar görülmektedir. İslâm'ın insanlar için seçtiği yol-yöntem ise bellidir: İnsan, gücünü hayatın zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli, fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil arzularını şehvete dönüştürmeden terbiye etmelidir. Nahl/80-81'de görüldüğü gibi, örtünmenin-giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına ve herhangi bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren Kur’ân, giyinip kuşanırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini de bildirmiştir. GİYİM-KUŞAMI BELİRLEYEN ÂYETLER Bu konudaki âyetler, Ahzâb ve Nûr sûreleri içinde yer almakta olup, her iki sûre de Medîne'de inmiştir. O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet olmadığı için herkes def-i hacet için yerleşim yerlerinden uzakta, tenha bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise Medîne'nin berduşlarını-zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan câriyelere veya fâhişe görünümlü kadınlara (ki câriyeler de fâhişeler de örtüsüz olurdu) sarkıntılık ederlerdi. Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde bulunmazlardı. Yani özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan câriyeler ile fâhişe görünümlü kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar. İşte böyle bir ortamda Peygamberimizin eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, “cilbab”larını üzerlerine almalarını söyleyen âyet inmiş ve tanınıp sataşılmaması için böyle yapmalarının uygun olacağı bildirilmiştir (bkz. Ahzâb/59). Âyette açık ve net olarak “cilbab”larını [ev dışı elbiselerini] giyen kadınların tanınacağı-bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir. Yani, bu âyete göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi, incinmemeleridir; daha dindar, daha namuslu ve daha takvâlı olacakları değil. Bu âyetin doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi, sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin Kur’ân'da bildirilenin dışına çıkarılmaması gerekir. Bazıları “cilbab”ı, Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık bırakmak sûretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak tanımlarlar. Bunlar, örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya atılmış görüşler olup, Kur’ân ile bağdaşmaz. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık- 22
  • 23. kıyafet konusunu belirleyen diğer âyette, Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar/salsınlar (Nûr/31)denilmektedir. Eğer cilbab, – bazılarının dediği gibi–vücudu baştan aşağı örten bir elbise olsaydı, göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Nûr/31'deki emre gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer haricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab” Kur’ân'a göre de vücudu baştan aşağı örten bir örtü olarak kabul edilmemektedir. Cilbab, Râgıb'a göre “gömlek ve örtünün adı”; İkrime'ye göre de, “boyundan aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtüdür.” Bu durumda cilbab, o günkü Arap kadınlarının hür ve câriyelerin ayırt edilmesi için giydikleri –başlardan aşağıyı değil– boyunlardan/omuzlardan aşağıyı örten, bugünkü ceket, pardösü, manto gibi bir elbise [üniforma] çeşididir. Âyetten anlaşıldığına göre “cilbab” [muhsanlık üniforması/pardösü, ceket] giyenler, göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklıklardan da gerdanları gözükebilir. Yani, “cilbab”ın tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması gerektiğini gösteren bir kayıt yoktur. Zaten o günkü Arap kadınlarının bir kısmının gerdanları açıkta dolaştığı bilinmektedir. Hatta İslâm'ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Ka‘be'yi çırılçıplak tavaf ettikleri Kur’ân'da ve târih kaynaklarında yer almaktadır.17 Her ikisi de Medenî olan Ahzâb ve Nûr sûrelerinin iniş târihlerinden yola çıkarak, Nûr/31'in daha evvel indiğini ve bu âyetin daha sonra inen Ahzâb/59 ile nesh edildiğini, bundan hareketle de “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu iddia etmek, âyetin ahkâmını göz ardı etmek demektir. Sonuç olarak Ahzâb/59'un amacı, mü’min kadınların câriye veya fâhişe sanılarak incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri en aza indirmektir. Konumuz Nûr/30-31. âyetler: 30 Mü’min erkeklere, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine derin bilgi sahibidir. 31 Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –açıkta olanlar hariç– belli etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine sarkıtsınlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların savunmasız yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca hatânızdan Allah'a dönüş yapın! (Nûr/30-31) Görüldüğü gibi bu âyetlerde iffet; kuralları, kapsamı ve istisnâları ile açıklanmıştır. Ancak, bu konu kapsamında değerlendirilmesi gereken bir istisnâ, Nûr sûresi'nde bulunan bir istisnâ daha vardır. Bunun baştan açıklanmasında, Nûr/30-31'in bütünlüğünü bozmaması bakımından yarar vardır: 17 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. 23
  • 24. 60 Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar, artık zînetlerini dışa vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Nûr/60) Bu âyette, zînetlerini açığa vurmama emrinden istisnâ edilenler bildirilmiştir. Erkekler, nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlara arzu duymaz, bu yaştaki kadınlar fitneye sebebiyet vermezler. Bu nedenle de başkalarına serbest olmayan şeyler bu gibi kadınlara serbest kılınmıştır. Ayrıca yaşlı kadınların sağlık yönünden [kemik erimesi] güneş ışını almaya daha fazla ihtiyaçları vardır ve âyet, müstesnâ kılmak [dış elbiselerini çıkarmalarına ruhsat vermek] sûretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama ne gariptir ki kendilerine bu imkân verilmiş olan kadınların çoğu, Yüce Allah'ın verdiği bu ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler. Yukarıdaki istisnâ dışında kalan mü’min kadınların örtünmelerine ilişkin hükümleri içeren Nûr/31 âyetinin cümle cümle tahlil edilmesin yarar vardır: Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. 30. âyette, mü’min erkeklere de aynı talimat verilmiştir. Dikkat edilirse yasaklanan, bakışların tamamı değil, bir kısmıdır. Âyetin sadedinden, bu bakışların, davetkâr, tahrik edici, şehvet uyandırıcı bakışlar olduğu anlaşılmaktadır. Yani, hem kadının hem de erkeğin, fıtratlarında var olan arzuları uyandırarak şehvete dönüştürecek tarzda birbirlerine bakmamaları, iffetlerini korumaları gerekir. Bu arzuları uyandırmadan birbirlerini görmelerinde ise sakınca yoktur. Fakat Âl-i İmrân/14'te bildirildiği gibi erkek ile kadın arasındaki çekim, her ikisinin de fıtratlarında bulunduğundan, sürekli bakışların bu arzuları uyandırması kuvvetle muhtemeldir. Âyetteki ırzın korunması, “zina ve zinâya uzanan hareketlerden kaçınmak”tır. Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler. Zînet, “güzelleştirmeye, güzel ve çekici göstermeye, hoşlanacak hâle getirmeye yarayan süs” demektir, ki sözcük Kur’ân'da, hem olumlu hem de olumsuz olarak bu anlamda kullanılmıştır. Şeytânın, inkârcılara, kötü amellerini güzel-hoş gösterdiğini bildiren En‘âm/43 ve Enfâl/48 âyetleri ile Kârûn'un, kavminin karşısına zîneti ile çıktığını bildiren Kasas/79 âyeti, sözcüğün olumsuz anlamda kullanılışına birer örnektir. Olumlu anlamda kullanıma örnek âyetler ise; Allah'ın imanı mü’minlere sevdirerek kalplerini süslediğini bildiren Hucurât/7 âyeti, gökyüzünün kandillerle süslendiğini bildiren Fussilet/12 âyeti ile Mülk/5 âyeti ve Mûsâ peygamberin, Firavun'un büyücüleriyle buluşma gününün –kendi zaferinden emin olduğu için– “zînet günü” olmasını istediğini bildirdiği Tâ-Hâ/59 âyetidir. Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür (Kehf/46) âyeti de, hem zînet sözcüğünün kapsamını belirtmekte, hem de Arapların zînet sözcüğüne nasıl bir anlam yüklediğini en açık şekilde ortaya koymaktadır. 24
  • 25. Ancak, konumuz olan âyette, kadınlardan nâ-mahrem olanlara göstermemeleri emredilen ve ayaklarını yere vurmak sûretiyle belli etmemeleri istenen zînetler, hiç şüphesiz bilezik, kolye, küpe, halhal, hızma, pazıbent ve gerdanlık gibi takılar değildir. Bu âyetteki zînet'in bu çeşit takılar olduğunu düşünmek, âyetin hedefi açısından son derece isabetsiz olur. Çünkü, bir an için zînet sözcüğü ile takıların kastedildiği düşünülecek olursa, Allah'ın bu ifadeyle kadınların takı takmalarında sakınca görmediği zımnen kabul edilmiş olur. Bu takdirde ise, hem takı takmanın sakıncasız görülmesi hem de takıların saklanmasının istenmesi gibi abes bir durum ortaya çıkar ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira takı, göstermek için takılır. Görünmeyen takının bir anlamı olmaz. Bu âyetteki zînet sözcüğünden, takı türü eşyaların anlaşılması, âyetin bütünselliği açısından da mümkün değildir. Şöyle ki: Kadınların taktıkları süs eşyaları, cinsel tahrik unsuru olmaktan çok; gurur, kibir ve gösteriş amacı ile takılan eşyalardır. Eğer bu âyet ile gösterişin ve böbürlenmenin önüne geçilmek istenseydi, zînetlerin herkesten saklanması talimatı verilirdi. Oysa âyette kadınların zînetlerini diğer kadınların yanında açabilecekleri ifade edilmektedir. Şu hâlde bu âyette konu edilen zînet, gösterişe yönelik takılar değil, erkeklerin yanında açığa vurulmaması gereken, bu sebeple de cinsel arzu uyandıran “zînet”lerdir. Ayrıca Allah, Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. De ki: “Allah'ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz (A‘râf/31-32) buyurmak sûretiyle, kadın-erkek herkesin takı türünden olan zînetlerini, mescit gibi en kalabalık yerlerde teşhir etmelerini istemiş, hem de buna altın veya gümüş gibi bir istisnâ getirmemiştir. Demek oluyor ki, bu âyetteki zînet sözcüğü, süs eşyası değil, “kadının, erkekler tarafından çekici bulunan, cinsel arzuların uyanmasına vesile olacak olan vücut organları” anlamındadır. Ancak, zînet olan bu organlardan sadece belli organlar anlaşılmamalı, kadının hemen hemen bütün vücudunun zînet olduğu unutulmamalıdır. Rivâyete dayalı tefsirlerin bir kısmında âyette geçen zînet'in, “takılar”ı, diğer kısmında ise “takı yerleri”ni ifade ettiği belirtilir. Bu müfessirlere göre zînetin gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi haydi haydi haram olur. Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve gerdanlıktan ibaret olan bu zînetlerin kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik dışındakilerinin gösterilmesi haramdır. Sonuç olarak, Nûr/31'deki zînet sözcüğü, âyetin devamından da kolayca anlaşılacağı gibi, “kadınların cazip yerleri, yani erkekler için cinsel tahrik unsuru olan, kadınların da erkeğe kendisini beğendirebilmek için kullanabileceği organlar”dır. KADININ SAÇLARI ZÎNET MİDİR? Saçlar doğal hâlleriyle zînet değildir. Ama erkeklerin dikkatini çekmek üzere boyanıp şekillendirilen saçlar, zînet özelliği kazanır. Böyle saçlar, erkeklerin karşı cinse olan arzularını uyandıracağından, bu âyet kapsamında tutulmalıdır. Zaten, kadınların başlarını örtmelerinin, zînetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli 25
  • 26. olduğu, örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar ibaresinden değil, âyetin bu kısmından çıkartılır. KADININ SESİ ZÎNET MİDİR? Normal olarak ses zînet değildir. Ama, çeşitli gayretlerle sahibini şuh, işveli gösteren ve karşı cinse mesaj veren sesler zînet sınıfına girer. ... –görünenler hariç– ... Bu istisnâ cümlesiyle ilgili olarak bugüne kadar yazılanlar, âyetin lâfzî manasını ifade etmekten uzaktır. Çünkü meal ve tefsir sahipleri bu âyetle bağlantılı olarak, rivâyetler ve hikâyeler arasında kaybolmuşlar, tatmin ve ikna edici bir görüş ortaya koyamamışlardır. Yüz ve eller dışında kadın vücudunun avret olduğuna dair onlarca rivâyet ve görüş vardır. Hatta bazıları, görünenler hariç ifadesinden hareketle, kadınların giydiği elbisenin bile zînet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ama bu görüşlerin hiç biri kaynağını Kur’ân'dan almamaktadır. Bu görüş sahipleri, Kur’ân'ın konuşmadığı bir konuda, hükümler vererek, Kur’ân'ı Arap câhiliye kültürüne kurban etmişlerdir. Hâlbuki âyet açık ve nettir. Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu zînettir. Erkek için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu zînet; kadın için de, karşı cinsi cezbetmeye yarayan bir silâh gibidir. Fakat hayat; ev dışına çıkmayı ve çalışmayı gerektirmektedir. Yani, insanın toplum içinde yaşayabilmesi için ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev görür vaziyette açık ve serbest olması lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların zînet olduğu şüphesizdir. Çünkü onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, gamzelerine binlerce şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte görünenler/açıkta olan zînetler bunlardır: eller, ayaklar ve –kaşları, gözleri, dudakları ve yanakları ile beraber– yüz. Ama bu zînetler açıkta olmalıdırlar, aksi takdirde işlev göremezler. Ayrıca, yüz ve yüzdeki uzuvlar, kişinin kimliğinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden tefrik edilirler ve bu tefrik, sosyal hayatın en önemli gereğidir. Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması anlamına gelir, ki bu durumda –yüzü örtülü olduğu için– hırsız, cani, zâni tesbit edilemez. Dolayısıyla bu organlar, zînet olmalarına rağmen açıkta olmalıdır. Göğüsleri, kalçası, karnı, kasığı, baldırı, bacağı açıkta olmayan kadının toplum içindeki yaşamında bir aksama meydana gelmez. Ama yüzün, eller ve ayakların açıkta olmaması, çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını olumsuz etkiler. Bunlar dışındaki organlar ise, mü’min kadınlar tarafından açıkta bırakılmamalı ve erkekler için tahriklere, kendileri için de tacizlere meydan verilmemelidir. Temel kaynaklardan öğrendiğimize göre yolda Peygamberimizin eşlerine rastlayanlar, kim olduklarını bilerek, isimleriyle hitap ederek onlarla konuşmuşlardır. Onların yüzleri kapalı olsaydı, tanınmaları mümkün olmazdı. Bu konuda üzerinde durulması gereken diğer bir husus da erkeklerin durumudur. Zannedildiği gibi toplumda iffetin sağlanması sadece kadınların görevi değildir. 30. âyette kendilerine, Bakışlarının bir kısmını kıssınlar emri verilen erkekler de toplumda iffetin sağlanması hususunda sorumlu olup onlara da, kadınların örtmek 26
  • 27. zorunda olmadıkları zînetlerine arzu uyandırmadan, davetkâr olmadan, “bakışlarını kısarak” bakmak zorundadır. Böylece toplumda iffet, her iki cins tarafından ortaklaşa sağlanacaktır. NOT: Âyette kadınlara, görünenler hariç zînetlerini örtüyle örtmeleri değil, açığa vurmamaları, belli etmemeleri söylenmiştir. Yani, kastedilen cildin görünmemesi, üzerlerinin elbiseyle örtülmesi değil, zînetlerin belli edilmemesidir. Zira, dar kıyafetlerle göğüslerin, belin, kalça ve kasıkların yapısının, çıplakmış gibi hissedilmesi, görülmesi mümkündür. İşte “açığa vurmak” tabiri, böyle durumları kapsamaktadır. Allah'ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet korunmalı, dişilik dışa vurulmamalıdır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış gibi gözükse de bu sahte bir görüntüdür. Çünkü tesettür adı altında giyilen modaya uygun elbiseler, kadınların zînetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da açmaktadır. Tesettür, artık bir kazanç sektörü hâline gelmiş ve modaya kurban edilmiştir. Bir başka ifade ile tesettür, zâhiren kadını örtmekte, aslında ise daha çekici hâle getirmekte, yani bir “örtülü çıplaklar” kitlesi oluşturmaktadır. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Âyetin bu kısmının iyi anlaşılabilmesi, ‫[خمممر‬humur] sözcüğünün doğru anlaşılmasına bağlıdır. ‫[خمممر‬humur], “örtmek” anlamındaki hamr kökünden türetilmiş ve “örtü” demek olan hımar sözcüğünün çoğuludur. Lügatlerde,18 hımar'ın “başörtüsü” anlamında olmayıp, genel “örtü” anlamında olduğu yer almakta ve başörtüsü anlamında da “mikna” ve “nasîf” sözcükleri gösterilmektedir. Örfte kadının başörtüsünün adı olan hımar sözcüğünün, Kur’ân'ın indiği dönemde de bu örfî anlamı taşıyıp taşımadığı kesin olarak tesbit edilememektedir. ‫[جيب‬ceyb]; “yaka, gömleğin göğüs yırtmacı”dır. Örtülerini yakalarının üstüne koysunlar cümlesinde, hımar sözcüğü, genel anlamı olan “örtü” olarak değerlendirilirse, âyette kadınlara örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymalarının emredildiği söylenebilir ki bu durumda başörtüsü söz konusu değildir. Yani âyette, başın değil, göğsün/gerdanlığın örtülmesi emredilmiş olur. Ama hımar sözcüğü, özel anlamı olan “başörtüsü” olarak değerlendirilir ve Kur’ân'da da bu anlamda kullanıldığı kabul edilirse, âyette kadınlara, başörtülerini yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmalarının emredildiği söylenebilir. Bu takdirde hımar, saçları da kapatan “başörtüsü” demek olur. Kur’ân'ın indiği dönemde hür kadınların başörtüsü kullandıkları sâbit olduğundan, sözcüğün Kur’ân'da bu anlamda kullanılmış olma ihtimali de vardır. Hımar sözcüğü üzerinde bugüne kadar birçok yorum yapılmış ve bu yorumlar sonucunda olur-olmaz birçok görüş ortaya çıkmıştır. Delile dayalı ortak bir görüşe varılamaması, toplumda yerleşmiş yanlışlara karşı çıkma ve düzeltme çaba ve cesareti gösteremeyen “din bilgini” denilen kesimin suçudur. Arap kadınlarının göğüs kısmı yırtmaçlı elbiseler giydiği mütevatiren sâbit olduğundan, biz âyette, göğüsleri açık kadınlara, başlarına örttükleri örtülerinin 18 Lisânu'l-Arab, el-Mu‘cemu'l-Vasıt, el-Müncid, Tâcu'l-Arûs. 27
  • 28. uçlarını göğüslerinin üzerinde birleştirerek göğüslerini de örtmelerinin emredildiği görüşünü tercih ediyoruz. Dikkat edilirse Kur’ân'da “başlarını-saçlarını örtsünler” şeklinde bir ifade bulunmamakta, “örtülerini/başörtülerini salsınlar” denilmektedir. Bu durumda âyetten, başların örtülü olduğu ve bu fiilî durumun problem teşkil etmediği sonuçlarını çıkarmak mümkündür. Fakat Arap kadınları başörtülerini sırtlarına sarkıtıyor olmalılar ki, gerdan ve göğüs kısımları açıkta kalmakta ve âyette de bu kısmın, başörtüsünün göğüs yırtmacının üzerine salınması sûretiyle kapatılması istenmektedir. O çağda Arap kadınlarının göğüslerinin görülebildiği, bu yüzden de taciz, tecavüz ve zinâya davetiye çıkardıkları anlaşılmaktadır. İşte baş örtüsünün göğüs üzerine indirilmesi de bu gerekçe ile istenmektedir. Sonuç olarak âyetin bu kısmında, başların örtülmesi gerektiğine dair bir talep yoktur. Başların örtülmesi; zînetleştirilmiş saçların saklanması, –yukarıda açıkladığımız gibi– âyetin, zînetlerini açığa vurmasınlar… bölümünden anlaşılmaktadır. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Burada zikredilen sınıfların bir kısmı, Rasûlullah'ın eşlerine yönelik âyette de yer almıştı: Onların [Peygamber eşlerinin] üzerine, babaları, oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sözleşmelerinin sahip oldukları hakkında bir günah yoktur. –Ve siz [Peygamber'in eşleri], Allah'a takvâlı davranın.– Şüphesiz Allah, her şeye en iyi tanıktır. (Ahzâb/55) Yalnız âyetin orijinalindeki nisâihihinne sözcüğü üzerinde durulması gerekir. kadınlar, Buradaki nisâihinne sözcüğü, –Ahzâb/55'te de geçmekte olup– “o kadınların kadınları” demek iken biz sadece “kadınlar” şeklinde çevirdik. Bizce bu sözcüğün sonundaki hinne cemi müennes zamiri, âyetin icaz ve edebî yapısından, armonik özellik sebebiyle yer almıştır. Yani, bu zamirin, sözcüğün sonunda yer alması, üslûp birliği ve gâlip ihtimale göredir [ilm-i me‘ânî]. Dolayısıyla anlamlandırılırken bu zamir, ihmal edilerek nisâihinne ifadesi, “o kadınların kadınları” olarak değil, “kadınlar” olarak değerlendirilmelidir. Bunun bir örneği de Hakka/17'de geçmişti. Bu hususu dikkate almayan birçok müfessir ve fakih, “kadınların kadınları”nın kimler olacağı hakkında çıkmaza girmişler, olur olmaz fetvalar üretmişlerdir. Âyetteki ifade ile kadın cinsi/tüm kadınlar kastedilmiştir. Dünyadaki tüm kadınlar [müslim veya gayr-i müslim] birbirlerinin mahremidirler, yani birbirleriyle evlenemezler. Dolayısıyla, kadının kadına haram kılınmasının mantığı yoktur. Şeriatta da anlamsız hüküm bulunmadığından, kadınlar, zînetlerin açığa vurulmaması emrinin istisnâları arasında yer almıştır. Ender karşılaşılan lezbiyenlik ise, bir sapkınlık olduğu için kaale alınmamıştır. yeminlerinin sahip oldukları, 28
  • 29. Bu ifade, o günkü yasalara göre kişilerin, üzerinde hakk sahibi oldukları/kendilerinin himayesine verilen kişileri ifade etmektedir. Bazıları, burada sadece câriyelerin murat edildiğini söylemişlerse de âyetin ifadesi geneldir ve kadın- erkek tüm himaye altındakileri kapsar. Himaye altındaki kimseler, üzerlerinde hakk sahibi olanlarla sürekli beraber oldukları için aile bireyleri gibi olmuşlardır. Onlardan gizlenmek ve bir şey gizlemek çok zordur. Dolayısıyla da bir mâlike [himaye eden bayan], himaye ettiklerinin mahremi durumundadır. kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar, Bunlar; yaşlanmış, erkekliği kalmamış erkek hizmetçilerdir. kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar, Bu ifadedeki ‘avret sözcüğü, bazıları tarafından “zînet” sözcüğü ile karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bunun sonucunda da, “kadının her tarafı avrettir” görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı yörelerinde bu yanlış görüşün bir uzantısı olarak hanımlara, “avrat” denmektedir. Kur’ân'ın rûhuna aykırı olan bu yanlış ve ilkel anlayış, ne yazık ki asırların ürünüdür. Dikkat edilecek olursa Kur’ân'da “kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmeyip, kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her yerlerinin avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır. ‫عور‬ [‘avr] sözcüğünden türeyen ‫عورة‬ [‘avret] –çoğulu, ‫'عورات‬tır [‘avrât'tır]– sözcüğü, lügatte “yarık, yırtık, açık, gedik, korumasız” demektir. İlk vaz‘ı, “ağızdaki ön dişlerin gedikliği” anlamındadır.19 Sözcüğün Kur’ân'da hangi anlamda kullanıldığını görmek için, sözcüğün geçtiği diğer âyetlere de bakılması gerekir: 13 Ve hani bunlardan bir grup: “Ey Yesrib/Medîne halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır” diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki evleri savunmasız değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı. (Ahzâb/13) 58 Ey iman etmiş kimseler! Yasalar çerçevesinde himayenizde bulunanlar ve sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah eğitim-öğretiminden önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, gece eğitim-öğretiminden sonra izin istesinler. Bunlar, sizin için açık ve korumasız üç zamandır. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size işte böyle açığa koyuyor. Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (Nûr/58) Görüldüğü gibi ‘avret sözcüğü, Ahzâb/13'te 2 kez geçmekte ve her ikisinde de “açık, korumasız” anlamında kullanılmaktadır. Nûr/58'de ise çoğul hâliyle ‘avrât olarak geçen sözcük, bu kez insanların korumasız, savunmasız pozisyonunu anlatmak için kullanılmış ve sabah salâtı öncesi, kaylûle denilen öğle vaktindeki uyku zamanı ve yatsı salâtı sonrası, üç avret olarak nitelenmiştir. Gerçekten de kişiye özel bu zamanlar; korunma, savunma, kendine çeki düzen verme imkânının olmadığı zamanlardır. 19 Lisânu'l-Arab, “Avr” mad. 29