SlideShare a Scribd company logo
1 of 21
101 (59). HAŞR SÛRESİ
MEDENÎ, 24 ÂYET
GİRİŞ
Adını ikinci âyetteki ‫[الحشر‬el-haşr/toplanma] sözcüğünden alan bu sûrenin,
Medîne'de 101. sırada indiği kabul edilir. Sûreye, içerisinde Medîne'deki
Nadîroğulları'nın [bunlar, Rasûlullah ile yaptıkları ahdi bozan, sonra da Rasûlullah'a
suikast düzenleyen Yahûdilerdir] sürgün edilmesi konu edildiği için “Nadîroğulları
sûresi” de denilir.
Sûrede, Nadîroğulları savaşı, bu savaş sonrasında ganimetlerin dağıtılması ve
bu dağıtım sırasında çıkan olaylar ve münâfıklar ile Yahûdilerin işbirliği yapmaları,
sonra da Allah'ın Kendisini tanıtması yer alır.
Sûrede değinilen konular, necmlerin değişik zamanlara ait olduğunu
göstermektedir.
Târihi olayları konu ettiğinden sûrenin iyi anlaşılması için söz konusu târihi
olaylar hakkında ön bilgiye sahip olunması gerekir. Bu nedenle merhum
Mevdûdî'nin ansiklopedik düzeyde özetlediği yazıyı sunuyoruz:
TARİHSEL ARKA-PLÂN
Bu sûrenin muhtevasını daha iyi kavrayabilmek için, Medîne ve Hicaz Yahûdilerinin târihine
bir göz atılması gerekir. Çünkü bu bilinmeden, Hz. Peygamber'in (s.a) Yahûdilere muamelesinin
sebeplerini anlamak çok güç olur.
Arabistan'daki Yahûdiler ile ilgili olarak yazılmış güvenilir bir târih çalışması bulunmadığı
gibi, târihleri hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz kendi yazdıkları bir belge veya eser de yoktur.
Arabistan dışındaki Yahûdi târihçi ve müellifler de onlar hakkında bir şey yazmamışlardır.
Yazmayışlarının nedeni olarak da, onların genel Yahûdi toplumundan koptuklarını, diğer
Yahûdilerle bir alâkaları kalmadığını göstermektedirler. Bu bakımdan Arabistan dışındaki Yahûdiler,
onları kendilerinden saymazlar, zira Hicazlı Yahûdiler İbrani kültüründen koptukları gibi, kültür ve
hatta lisanları dahi Araplaşarak asimile olmuş ve İbranice'yi bile unutmuşlardı. 1. miladî asra kadar
Hicaz'daki hiçbir târihî eser ve belgede, birkaç Yahûdi ismi dışında, onlara ait hiçbir iz yoktur.
Dolayısıyla Hicaz Yahûdileri ile ilgili birçok bilgi, Araplar arasında yaygınlaşmış şifahî kaynaklara
dayanır. Bu bilgilerin kaynağı da bizzat o dönemin ve o bölgenin Yahûdileridir. Arabistan'daki
Yahûdilerin iddialarına göre, kendileri, Hz. Mûsâ'nın (s.a) son dönemlerinde Hicaz'a gelmiş ve orada
yerleşmişlerdir. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Hz. Mûsâ, Yesrib [Medîne] bölgesindeki Amalika
kabilesine karşı bir ordu gönderip, onlara bu kabileden kimseyi hayatta bırakmamalarını emreder. Bu
bölgeye gelen İsrâîl ordusu, Hz. Mûsâ'nın emrini ifa eder, ama çok yakışıklı bir delikanlı olan
Amalika kralının oğlunu öldürmeyip yanlarına alarak Filistin'e getirirler. Ancak onlar daha Filistin'e
gelmeden Hz. Mûsâ vefat ettiğinden, o'nun yerine geçenler, “Amalika kabilesinden hiç kimseyi
hayatta bırakmamanızı size bir peygamber emretmişti. Oysa siz, bu genci hayatta bırakmakla O'nun
buyruğuna karşı gelmiş oldunuz” diye bu orduyu suçlayarak toplumdan tecrit ederler. Onlar da
bunun üzerine Yesrib'e [Medîne'ye] geri dönerek, oraya yerleşirler (Kitâbu'l-Ağanî, c. 19, s. 94).
Böylece Yahûdiler Arabistan'a 12 asır önce yerleştiklerini iddia etmiş oluyorlardı. Ancak bu iddiayı
destekleyici hiçbir târihi delil bulunamamaktadır. Muhtemelen Yahûdiler eski ve yüce bir nesilden
geldiklerine Arapları inandırabilmek için böyle bir hikaye uydurmuşlardır.
Yahûdilerin bir başka rivâyetine göre, M.Ö. 587'de Buhtu'n-Nasr'ın Beyt-i Mukaddes'i yakıp
yıktığı ve Yahûdileri dağıttığı bir dönemde birçok kabile Hicaz'a gelip Vâdi'l-Kura, Teyma ve Yesrib
bölgelerine yerleşmişlerdir.
Ancak bu iddianın da târihî bir mesnedi yoktur. Bu da muhtemelen yine Yahûdilerin, yüce ve
kadim bir nesil olduklarını kanıtlayabilmek için uydurdukları hikayelerden biridir.
M.S. 70'te Rûmların, Filistin'de Yahûdileri katlettikleri ve M.S. 132'de bir kısmını Filistin'den
sürdükleri, sâbit olan târihî gerçeklerdendir. Bu dönemde Filistin'den kaçan birçok Yahûdi kabilesi,
gelip Hicaz'a sığınmıştır. Çünkü, Güney Filistin, Arabistan'a yakındır. Böylece onlar Arabistan'a
gelip, yeşillik bir bölgeye yerleşmişler, daha sonra da hileyle ve bilhassa tefecilik olan mesleklerini
icra ederek yavaş yavaş buraları ellerine geçirmişlerdir. Eyle, Makne, Tebuk, Teyma, Vâdi'l-Kura,
Fedek ve Hayber hep onların eline geçmişti. Bu kabileler Benû Kurayza, Benû Nadîr, Benû Kaynuka
ve Benû Bahdal idi.
1
Medîne'ye yerleşen kabileler içinde en meşhurları Benû Nadîr ile Benû Kurayza'dır. Çünkü
kâhinlik ve dinî liderlik bu kabilelerdeydi ve en soylu kabileler olarak kabul görüyorlardı. Yahûdiler
Medîne'ye geldiklerinde, orada bulunan bazı Arap kabileleri üzerinde tahakküm kurarak, Medîne'nin
hâkimi olmuşlardı. Bundan yaklaşık 3 asır sonra M.S. 450 ve 451'de büyük Yemen seli (bu vak’a
Sebe sûresi'nde zikredilmiştir) dolayısıyla Sebe kavimlerinden bazı kabileler Yemen'den kaçıp
Arapların bölgesine göç etmek zorunda kalmışlardı. Bu kabileler içinde Gassanlılar Şam'a, Lahmîler
Irak'a, Benû Huzâa Cidde ve Mekke arasında bir bölgeye, Evs ve Hazrec Medîne'ye gelerek
yerleşmişlerdi. Ancak Medîne'ye Yahûdiler hâkim olduğundan, başlangıçta Evs ve Hazrec'e toprak
vermemişler ve bu iki Arap kabilesi de çöle yerleşmek zorunda kalmıştı. Sonunda Evs ve Hazrec'in
ileri gelenlerinden bir şahıs, Şam'a yerleşmiş akraba kabile olan Gassanlılardan yardım istemiş ve
Şam'dan büyük bir ordu gelerek Medîne'deki Yahûdi gücünü kırmıştır. Bunun üzerine de Evs ve
Hazrec kabileleri Medîne'de tamamen hâkimiyeti ele geçirmişler, iki büyük Yahûdi kabilesi Benû
Nadîr ve Benû Kurayza, şehri terk etmiş ve üçüncü kabile Benû Kaynuka da bu iki Yahûdi
kabilesiyle iyi geçinemediğinden şehir içinde kalmıştır. Ancak Benû Kaynuka, şehir içinde
kalabilmek için Hazrec kabilesinin; buna karşı Benû Nadîr ile Benû Kurayza da şehrin çevresinde
kalabilmek için Evs kabilesinin himayesi altına girmişlerdir.
Hz. Peygamber'in (s.a) Medîne'ye hicretinden önce ve hemen sonrasında Arabistan'da ve
bilhassa Medîne'de Yahûdilerin durumu şöyleydi: Yahûdilerin dil, giyim, kültür, örf ve adetleri
tamamıyla Araplaşmıştı. Öyle ki çoğunun adı bile Arapça'ydı. Hatta Hicaz'a yerleşmiş 12 Yahûdi
kabilesinden Benû Zavra'nın dışında hiçbir kabilenin adı İbranice değildi. İçlerinde birkaç âlim
dışında kimse İbranice bilmezdi. Câhiliye döneminin Yahûdi şairlerinin şiirleri ile Arap şairlerinin
şiirleri dil, düşünce ve konu bakımından hiç farklı bir nitelik taşımazdı. Yahûdiler ile Araplar
aralarında kız alıp veriyorlardı. Aslında, onlarla Araplar arasında –dinleri dışında– bir fark olduğu
söylenemezdi. Ama buna rağmen Arapların içinde tümüyle asimile olmamışlar ve inatla Yahûdilik
şuurunu devam ettirmişlerdi. Zâhiren Araplaşmalarına gelince, Arabistan'da kalabilmek için başka
çareleri yoktu.
Bu zâhirî Araplaşma nedeniyle yanılan bazı müsteşrikler, onların aslen Yahûdi olmadıklarını
ve Yahûdiliği kabul etmiş Araplar olduklarını veya en azından çoğunluğu Yahûdi Arapların teşkil
ettiğini sanmışlardır. Fakat Yahûdilerin Arabistan'da kendi dinlerini yaymaya çalıştıklarını veya
onların âlimlerinin, Hristiyan papazları gibi Araplara Yahûdilik propagandası yaptıklarını gösteren
hiçbir târihî delil yoktur. Aksine Yahûdilerde millî gurur ve tekebbür olduğunu açıkça müşahede
edebiliyoruz. Bu yönden Araplara “Centile” [Ümmî], yani vahşî ve câhil diyorlardı. Onlar ümmîlerin
Yahûdiler gibi insanî hakklara sahip olduklarına inanmıyor, ümmîlerin mallarının meşru veya gayr-i
meşru yolla elde edilebileceğini, onların malını almanın Yahûdilere helâl olduğunu sanıyorlardı.
Arapların ileri gelen bir kaçı dışında, diğer Arapların Yahûdiliğe girip, kendileriyle eşit olacaklarına
ihtimal dahi vermezlerdi. Birkaç kişinin Yahûdiliğe girdiğini gösteren özel vak’alar dışında herhangi
bir Arap kabilesinin ya da Arap büyüğünün Yahûdiliğe katıldığına dair hiçbir târihî delil yoktur.
Üstelik Yahûdilerde, dinlerini tebliğ etme gibi bir merak yoktu, onlar sadece ticaretlerini
düşünüyorlardı. Dolayısıyla Arabistan'da Yahûdilik bir din olarak yayılmamıştı ve birkaç kabilenin
millî gurur aracı olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Ancak yine de Yahûdi bilginler muskacılık,
sihir, müneccimlik gibi meslekleri bir kazanç aracı olarak kullanmış ve Araplar arasında kendilerine
bilgin ve kâhin şeklinde bir yer edinmişlerdi.
Arap kabilelerinin karşısında ekonomik bakımdan Yahûdiler daha güçlüydüler. Çünkü onlar,
Filistin ve Şam gibi gelişmiş bölgelerden geldiklerinden, Arapların bilmediği bir çok mesleklere
sahiptiler. Ayrıca onların Arabistan dışındaki dünya ile de ilişkileri bulunduğundan, Medîne'den ve
Arabistan'ın kuzey bölgesinden buğday ithal edip hurma ihracaatı yapıyorlardı. Tavukçuluk ve
balıkçılık ellerinde olduğu gibi, kumaş da dokuyorlardı.
Yer yer meyhaneler açmışlardı ve Şam'dan şarap getirip buralarda satıyorlardı. Benû Kaynuka,
genelde meslekleri olan kuyumculuk, demircilik ve madenî eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bununla
pek yüksek kârlar elde ediyorlarsa da asıl gelir kaynakları tefecilikti. Öyle ki tüm Arabistan'da
muazzam bir tefecilik şebekesi kurmuşlardı ve böylelikle Arapları tuzaklarına düşürüyorlardı.
Özellikle kendilerinden borç alarak, şan ve şöhretlerini artırma hastalığına yakalanan Arap kabile
reisleri Yahûdilerin tuzağına düşmüştü. Bunlar yüksek faizlerle Yahûdilerden borç alıyorlar ve
Yahûdiler de buna kat kat faizi ekleyerek onları kendilerine bağımlı kılıyorlardı. İşte bu yüzden
Araplar, ekonomik bakımdan müthiş bir malî kriz yaşıyor ve dolayısıyla Yahûdilere büyük kin ve
nefret besliyorlardı. Yahûdiler ticarî ve malî çıkarları gereğince, Araplardan hiçbir kabileyi, başka
bir kabileye karşı desteklemezlerdi. Ayrıca Arapların kendi aralarında savaşmaları onların işine
geliyordu. Çünkü onlar, Arapların bir araya gelmeleri hâlinde, tefecilik yoluyla kazandıkları bunca
verimli araziyi, bağ ve bahçeyi kendilerine bırakmayacaklarını biliyorlardı. Bunun yanısıra her
Yahûdi kabilesi, kendilerine saldırmasından korktukları başka bir kabileye karşı, güçlü bir Arap
2
kabilesinin himayesine girmişti. Dolayısıyla zaman zaman bir Arap kabilesine karşı savaşan
müttefikine yardım uğruna, karşı kabilenin müttefiki olan bir başka Yahûdi kabilesi ile de savaşmak
zorunda kalıyorlardı. Medîne'de Benû Kurayza ve Benû Nadîr kabileleri Evs kabilesiyle, Benû
Kaynuka da Hazrec kabilesiyle müttefikti. Hicretten bir süre önce, Evs ve Hazrec kabileleri arasında,
Buas mevkiinde çok şiddetli bir savaş vukû buldu ve müttefik kabileler birlikte savaştılar. İşte bu
şartlar içerisinde İslâm Medîne'ye ulaştı ve Hz. Peygamber (s.a) hicret ederek, orada İslâm devletini
kurdu. Hz. Peygamber (s.a) devleti kurduktan sonra ilk iş olarak, Evs, Hazrec [Ensâr] ve Muhâcirleri
bir araya getirerek orada bir toplum oluşturmuştur. İkinci iş olarak, bu Müslüman toplum ile
Yahûdiler arasında açık bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın şartları gereğince, hiç kimsenin bir
başkasının hakkını yemeyeceği ve dış düşmana karşı Medîne'nin birlikte savunulacağı karara
bağlanmıştır. Bu anlaşmaya göre, Yahûdiler ile Müslümanların birbirlerine karşı sorumlulukları şu
şekilde belirlenmiştir:
• Yahûdiler, kendi savaş masraflarını kendileri karşılayacaklardır. Taraflar, bir saldırı olması
hâlinde, birbirlerine yardım etmeye zorunludurlar. Birbirlerine iyi niyetli davranacaklar, hakk ve
iyilik için yardımlaşılacak, kötülük ve günah için değil. Birbirlerine zulmetmeyeceklerdir.
• Mazlumlar korunacaklardır. Şâyet savaş uzarsa, yapılan masrafa taraflar ortak olacaklardır.
Bu antlaşmayı yapanlara Medîne'de fitne ve fesat çıkarmak yasaktır. Fesat çıkma ihtimali olan bir
anlaşmazlıkta kararı, Allah'ın Kitabı'na göre Muhammed verecektir. (...) Kureyş ve müttefiklerine
hiç kimse destek çıkmayacaktır. Medîne'ye dışarıdan bir saldırı olması hâlinde müttefikler
birbirlerine yardım edeceklerdir. (...) Taraflar kendi bölgelerinin savunmasından kendileri
sorumludurlar. (İbn Hişâm, c. 2, s. 147-150)
Bu kesin ve açık bir anlaşmaydı ve Yahûdiler bu antlaşmayı kabul etmişlerdi. Fakat çok
geçmeden, Hz. Muhammed'e (s.a), İslâm'a ve Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır takınıp,
zamanla düşmanlıklarını artırdılar. Bu tavırları üç nedene dayanmaktaydı:
A) Yahûdiler, Hz. Peygamber'i (s.a) herhangi bir kabile reisi gibi görmek istiyorlar ve bunun
siyasî bir antlaşma olduğu fikrinden hareketle, her iki tarafın da bu antlaşmayı kendi dünyevî
çıkarları için yaptığını sanıyorlardı. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'a, peygamberlere, kitaplara,
âhirete (onların peygamber ve kitapları da dahil) iman etmeye, tevhide ve Allah'ın hükümlerine
itaate, ilâhî sınırların içinde kalmaya, tıpkı kendi peygamberlerinin çağırdığı gibi davet ettiğini
görünce, bu onlara çok ağır geldi ve bu evrensel hareketin başarılı olması hâlinde, dinî ve millî
gururlarının kırılacağından korktular.
B) Evs, Hazrec [Ensâr] ve Muhâcirler arasında bir kardeşliğin tesis olunduğunu ve civardaki
Arap kabilelerinden İslâm'ı kabul edenlerin de bu kardeşliğe katılmak sûretiyle bir toplum vücuda
getirmeye başladıklarını görünce, asırlardır Arap kabileleri arasında nifak çıkararak menfaat
sağladıklarını, fakat şimdi bu dinin Arapları bir araya toplayarak bir güç hâline getirdiğinden, artık
eski oyunlarını sürdüremeyeceklerini anladılar.
C) Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği dinî, ahlâkî ve sosyal kanunlar, tefecilik yoluyla
kazandıklarını gayr-i meşru kazanç olarak ilan ediyordu. Bu yüzden Yahûdiler, Hz. Muhammed'in
(s.a) Araplar üzerinde bir hâkimiyet sağlaması hâlinde, bunun kendilerinin sonu demek olacağını
düşünmeye başladılar. Tüm bu nedenler dolayısıyla Hz. Peygamber'e (s.a) karşı çıkmak, artık
Yahûdiler için millî bir dava görünümü kazanmıştı. Öyle ki o'nun yenilmesi için her türlü yola baş
vurmaktan kaçınmıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a) hakkında birçok yalan, iftira ve kuşkular ortaya
atarak, bunları çevreye yayıyorlar ve böylece şüpheye düşüp bu dini terk etmeleri için İslâm'a
girenleri yanıltmaya çalışıyorlardı. Hatta kendileri de önce İslâm'a giriyor, sonra da dönüyorlardı, ki
böylece “Demek ki bu işte bir bit yeniği var. Yoksa bunlar Müslüman olduktan sonra dönmezlerdi”
diye düşünerek halkta Hz. Peygamber (s.a) ile ilgili olarak yanlış kanaatler uyanmasını istiyorlardı.
Fitne çıkartabilmek için münâfıklarla işbirliği yapıyorlardı ve İslâm düşmanı kişi ve kabilelerle
irtibat hâlindeydiler. Müslümanlar arasında fesat çıkarabilmek için ellerinden geleni ardlarına
koymuyorlardı. Bu hususta özellikle Evs ve Hazrec kabilesini hedef almışlardı, zira onlarla uzun bir
süre müttefik olmuşlardı. Aralarında yeniden savaş çıkıp İslâm'ın kendilerine bağışladığı kardeşliğin
parçalanması için bilhassa Buas savaşı'na tekrar tekrar değiniyorlardı. Ayrıca Müslümanları
ekonomik bakımdan perişan edebilmek için adeta çırpınıyorlardı. Öyle ki, alış-veriş yaptıkları biri,
İslâm'ı kabul ederse, ona zarar verebilmek için her türlü yola baş vuruyorlardı. Bir Müslümandan
alacakları varsa, bunu hemen tahsil etmeye çalışıyor ve böylelikle o Müslümanı zor duruma
düşürüyorlardı. Yok eğer borçları varsa, ödememek için borçlarını inkâr ediyorlar ve “Biz senden
borç aldığımızda sen başka dindeydin, şimdi ise dinini değiştirdiğinden bizden alacağını istemeye
hakkın yoktur” diyorlardı. Bu konudaki bir çok örneği Âl-i İmrân/75'in açıklama notunda, Taberî,
Nisabûrî, Taberanî ve Âlûsî'den naklen zikretmiştik.
Yahûdiler, antlaşmaya karşı bu açık açık düşmanca tavırlarını Bedir savaşı'ndan önce
takınmışlardı. Bedir savaşı'nda Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanlar Kureyşlileri mağlup edince, bu
3
sefer düşmanlıkları daha da artmıştı. Çünkü onlar Müslümanların Kureyşliler karşısında
yenileceklerini ve böylece yok olacaklarını sanıyorlardı. Bu yüzden de İslâm'ın Bedir'deki galibiyet
haberi gelmeden önce Medîne'de çevreye asılsız bir haber fısıldayarak Hz. Peygamber'in (s.a)
öldürüldüğünü, Müslümanların yenildiğini ve Kureyş ordusunun Ebû Cehl komutasında Medîne'ye
doğru ilerlediğini yaydılar. Ancak olayların beklentilerinin aksine gelişmesi, onları müthiş derecede
öfkelendirmişti. Benû Nadîr'in reisi Ka‘b b. Eşref bunun üzerine, “Allah'a yemin ederim ki,
Muhammed Kureyş'in ileri gelenlerini öldürmüşse eğer, yerin altı bizim için yerin üstünden daha
iyidir” demiş ve daha sonra Mekke'ye gidip öldürülen Kureyşli liderlerin ardından kışkırtıcı şiirler
okuyarak intikam almaları için Mekkelileri tahrik etmeye çalışmıştı. Medîne'ye döndükten sonra da
öfkesini bastırmak amacıyla Müslüman kız ve kadınlar hakkında aşk şiirleri okumaya başlamıştı. En
sonunda onun bu fesat ve ahlâksızlığından bıkan Hz. Peygamber (s.a) hicrî 3. yılın Rebiu'l-Evvel
ayında Muhammed b. Mesleme el-Ensârî'yi gönderip onu öldürtmüştür. (İbn Sa‘d, İbn Hişâm,
Taberî)
Bedir savaşı'ndan sonra antlaşmayı ilk ihlal eden Yahûdi kabilesi Benû Kaynuka, Medîne
içinde bir mahallede yaşıyordu. Kuyumculuk, demircilik ve madenî eşya imalatı ile uğraşıyorlardı.
Bu bakımdan Medîneliler, onlarla sürekli alış-veriş yaparlardı. Benî Kaynuka Yahûdileri
cesaretlerine çok güvenirlerdi. Demircilik yaptıklarından, onlarda yetişen her çocuk silahlıydı.
İçlerinde savaşabilecek durumda en az 700 silahlı muharip bulunuyordu. Bunun yanısıra onlar
Hazrec'in eski müttefiki olmalarına da güveniyorlardı. Nitekim Hazrec kabilesinin reisi Abdullah ibn
Ubey onları destekliyordu.
Benû Kaynuka Yahûdileri Bedir savaşı'ndan sonra, çarşıya gelen Müslümanlara eziyet etmeye
başlayacak kadar kudurmuşlardı. Hatta bir gün çarşıda Müslüman bir kadını soymuşlardı. Bunun
üzerine büyük bir fırtına koptu ve çıkan hâdisede bir Müslüman ile Bir Yahûdi öldürüldü. İş bu
noktaya gelince, Hz. Peygamber (s.a) bizzat, Yahûdilerin mahallesine gitti ve onları toplayarak yola
gelmeleri için onlara nasihat etti. Fakat buna rağmen onlar, “Ey Muhammed! Sen bizi o öldürdüğün
savaş bilmeyen Kureyş mi sanıyorsun. Bizimle savaşmaya yeltenirsen, cesaretin ne olduğunu
görürsün!” şeklinde bir karşılık verdiler. Bu sözler aradaki antlaşmayı bozmak ve açıkça bir savaş
ilanı demekti. En sonunda Hz. Peygamber (s.a) hicrî 2. yılın Şevval (başka bir rivâyete göre Zi'l-
Kâde) ayında onların mahallesini abluka altına aldı ve 15 gün süren abluka sonunda teslim oldular.
Müslümanlarla savaşan tüm Yahûdi savaşçıları esir alındılar. Abdullah ibn Ubey'in onların affı için
şiddetle ısrar etmesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a) onun isteğini kabul etmiş ve tüm mal, silah ve
sanayi aletlerini bırakarak Medîne'yi terk etmeleri şartıyla Benû Kaynuka'yı serbest bırakmıştı. (İbn
Sa‘d, İbn Hişâm ve Taberî)
Benî Kaynuka'nın Medîne'den çıkarılması ve Ka‘b b. Eşref'in öldürülmesi gibi iki sert tepkiden
sonra, bunlar Yahûdileri öyle korkuttu ki hiçbir kötü davranışta bulunmaya cesaret edemediler. Hicrî
3. yılın Şevval ayında Bedir'in intikamını almak amacıyla Kureyşliler Medîne'ye saldırmak için
büyük bir hazırlık yaptılar ve Medîne'ye doğru yola koyuldular. Kureyş'in 3.000 askerine karşı Hz.
Peygamber'in (s.a) 1.000 asker çıkarabildiğini ve bunlardan 300 münâfığın geri döndüğünü gören
Yahûdiler, Müslümanlara yardım etmeyerek antlaşmaya ilk defa açıktan karşı çıktılar. Oysa yapılan
antlaşma gereğince Medîne'yi Müslümanlarla birlikte savunmak zorundaydılar. Üstelik
Müslümanların Uhud savaşı'nda büyük bir zarara uğradıklarını görünce Yahûdilerin cesaretleri
iyiden iyiye artmıştı. Öyle ki Benû Nadîr, Hz. Peygamber'e (s.a), suikast tertiplemiş, fakat hain
plânları başarısız kalmıştı. Bu vak’a şöyle olmuştur: Bir-i Maune gazvesi'nden sonra (hicrî 4. yılın
Safer ayı) Amr b. Umeyye ed-Damrî, intikamını almak isterken yanlışlıkla Hz. Peygamber (s.a) ile
müttefik olan Benû Âmir'den iki kişiyi öldürür. Amr b. Umeyye ed-Damrî, onları kendi düşmanları
zannedip öldürdüğünden dolayı maktullerin fidyesini vermek Müslümanlara vâcip olmuştu. Benû
Âmir ile Benû Nadîr'in de müttefik olması nedeniyle Hz. Peygamber, yanına birkaç kişi alarak,
fidyeye iştirak etmelerini sağlamak amacıyla Benû Nadîr'in mahallesine gider. Hz. Peygamber (s.a)
oraya varınca, Yahûdiler o'nu meşgul etmek için lafa tutarlar ve bu sırada Hz. Peygamber'in (s.a)
önünde oturduğu duvarın damına çıkardıkları bir adamı büyük bir taşı Hz. Peygamber'in (s.a) üzerine
atması için görevlendirirler. Ancak o adam daha harekete geçmeden önce Allah, Peygamberi'ni
haberdar eder ve Hz. Peygamber (s.a) de hemen oradan ayrılarak Medîne'ye döner.
Artık bundan sonra onlara hüsn-i niyetle davranmanın bir anlamı kalmamıştı. Bu yüzden Hz.
Peygamber (s.a) hemen bir ültimatom göndererek, “Yapmak istediklerinizi öğrendim. Dolayısıyla
on gün içinde Medîne'yi terk edin. Bundan sonra sizlerden orada kim ele geçerse öldürülecektir”
diye Yahûdilere kararını bildirmiştir. Abdullah ibn Ubey'in kendilerine, “2.000 kişiyle ben size
yardım ederim. Benû Kurayza ve Benû Gatafan da yardıma gelecekler. Hiç taviz vermeyin ve
yerinizi terk etmeyin” şeklinde bir haber göndermesi üzerine, Hz. Peygamber'e (s.a), ne yaparsa
yapsın Medîne'yi terk etmeyecekleri cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber de hicrî 4.
yılın Rebiu'l-Evvel ayında onları kuşatma altına alır ve birkaç günlük (bazılarına göre 6 gün,
4
bazılarına göre 15 gün) muhasaradan sonra, silahları dışında develerine yükleyebildiklerini
yanlarına almak şartıyla Medîne'yi terk etmeye razı oldular. Böylece aralarında İslâm'ı seçip kalan
iki kişi dışında, bu ikinci Yahûdi kabilesi de Medîne'yi terk etmiş, Şam ve Hayber'e doğru
gitmişlerdir.
İşte Haşr sûresi'nde, bu olay hakkında mütalaalar yapılmıştır.1
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1
Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, Allah'ı her türlü noksanlıktan
arındırdılar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün
olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapandır.
2
Allah, Kitap Ehli’nden Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan
kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz, onların
çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini
Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı da Allah'ın azabı, onlara
hesaba katmadıkları yerden geliverdi. Ve Allah, onların yüreklerine, evlerini
kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü.
Ey sağduyu sahipleri! Artık ibret alın!
3
Ve eğer Allah, onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, kesinlikle,
onları dünyada azaplandırırdı. Âhirette de onlar için Ateş'in azabı vardır.
4
İşte dünyada sürgün, âhirette ateş cezası, onların Allah'a ve Elçisi'ne
karşı çıkıp sırt dönmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah'a karşı çıkıp sırt dönerse,
bilsin ki, şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması pek çetin olandır.
5
Hurma ağaçlarından herhangi bir şey kesmeniz veya onları kökleri
üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle/ bilgisiyle ve O'nun, hak yoldan çıkan
kimseleri rezil-rüsva etmesi içindir.
6
Ve Allah'ın, onlardan Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce
elde edilen gelirler]; siz, o gelirler için at oynatmadınız, deve de sürmediniz;
hiç zahmet çekmediniz. Fakat Allah, elçilerini, dilediği kimselerin üzerine
musallat eder. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
7,8
Allah'ın, o kent halkından, Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan
zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet;
gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç
eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve
mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar,
doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne
verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın
1
Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.
5
koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır.
9
Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç
edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç
duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler.
Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta
kendileridir.
10
Ve Peygamber dönemindeki inananlardan sonra gelen kimseler,
“Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla,
kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin oluşturma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen
çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayansın, engin
merhamet sahibisin!” derler.
11
Kitap Ehlinden Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kardeşlerine:
“Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle
beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye sonsuza dek itaat etmeyiz. Eğer
sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz” demekte olan, münâfıklaşan
kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Ve Allah, şâhitlik eder ki
şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır.
12
Andolsun eğer onlar çıkarılırlarsa, onlarla beraber çıkmazlar. Yine
andolsun eğer onlarla savaşılırsa, onlara yardım etmezler; andolsun eğer
yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kendilerine
yardım edilmez.
13
Kesinlikle siz, onların kalplerinde korku yönünden, Allah'tan daha
çetinsiniz. Onların, Allah'tan çok sizden korkmaları, şüphesiz bunların iyi
anlamayan bir toplum olmasındandır.
14-16
Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde
yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri,
kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri
için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları
toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani insana “Küfret; Allah'ın
ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddet” deyip de küfredince; Allah'ın ilâhlığını
ve rabliğini bilerek reddedince de “Kesinlikle ben, senden uzağım; şüphesiz
ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen o şeytanın örneğinde
olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar, aklını kullanmayan bir
topluluktur.
17
Sonunda ikisinin de âkıbeti, ikisinin de, içinde sürekli kalanlar olarak
Ateş'in içinde olmaktır. Ve işte bu, şirk koşarak, küfrederek yanlış, kendi
zararlarına iş yapanların cezasıdır.
18,19
Ey inanmış olan kişiler! Allah'ın koruması altına girin; her kişi yarın
için ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz
Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi
olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan
çıkmış kimselerin ta kendileridir.
6
20
Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı
kurtulanların ta kendileridir.
21
Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa
indirseydik, Allah'a olan saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu
samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça olmuş görürdün. Ve Biz, bu
örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz.
22
O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni
ve görüleni bilendir. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet
edendir, engin merhamet sahibidir.
23
O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, bütün
kâinatın hükümdârı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, her türlü
kusurdan uzak; sapasağlam, güven veren, gözetici, koruyucu, doğrulayıcı ve
güvenilir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün
olmayan/mutlak galip olan, dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli,
ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren, büyüklük ve ululukta tek
olan; her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir. Allah, onların ortak
koştukları şeylerden arınıktır.
24
O, oluşturan, kusursuz yaratan, her şeye şekil ve sûret veren Allah'tır.
En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O'nu noksan
sıfatlardan arındırırlar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi
mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapandır.
TAHLİL:
1
Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, Allah'ı her türlü noksanlıktan
arındırdılar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün
olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapandır.
Sûre, evrendeki her varlığın Allah'ı tesbih ettiğini, Allah'ın yenilmez ve en iyi
yasa koyan olduğunu bildiren bir âyetle başlamaktadır. Bu âyet, aslında insanlara
akıllarını başlarına almaları, aksi hâlde Allah'ı yenemeyecekleri, bunu evrendeki her
varlığa bakarak anlayabilecekleri gerçeğini ihtar etmektedir.
Birçok kez ifade ettiğimiz gibi tesbih, “Allah'ı, Kendisine yakışmayan
niteliklerden uzak tutmak, yüceltmek, O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış
olduğunu kavramak ve bunu dışa yansıtmak” demektir, ki bu en geniş çerçevede
İsrâ sûresi'nde yer almıştı:
44
Tüm gökler/ uzay, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı noksan sıfatlardan
arındırırlar. O'nun övgüsü ile birlikte noksan sıfatlardan arındırmayan hiçbir şey yoktur. Fakat siz,
onların Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmalarını iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, yumuşak
davranandır, çok bağışlayandır.
(İsrâ/44)
7
Aynı mesaj, Haşr sûresi'nden başka birçok sûrenin [Hadîd, Saff, Cum‘a ve
Teğâbün] başında da yer almıştır.
2
Allah, Kitap Ehli’nden Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan
kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz, onların
çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini
Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı da Allah'ın azabı, onlara
hesaba katmadıkları yerden geliverdi. Ve Allah, onların yüreklerine, evlerini
kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü.
Ey sağduyu sahipleri! Artık ibret alın!
3
Ve eğer Allah, onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, kesinlikle,
onları dünyada azaplandırırdı. Âhirette de onlar için Ateş'in azabı vardır.
4
İşte dünyada sürgün, âhirette ateş cezası, onların Allah'a ve Elçisi'ne
karşı çıkıp sırt dönmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah'a karşı çıkıp sırt dönerse,
bilsin ki, şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması pek çetin olandır.
5
Hurma ağaçlarından herhangi bir şey kesmeniz veya onları kökleri
üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle/ bilgisiyle ve O'nun, hak yoldan çıkan
kimseleri rezil-rüsva etmesi içindir.
Bu âyetlerde târihî olaylara değinilmekte, yaşanan olayların Allah'ın izni/
bilgisi çerçevesinde gerçekleştiği ve bundan ibret alınması gerektiği
bildirilmektedir. Bu târihî olayın detayı sûrenin girişinde sunulmuştu. Burada o
hâdiselerin özüne değinilmektedir. Şöyle ki:
Çok zengin ve varlıklı olan Nadîroğulları, anlaşmaya ihanet edip, Mekke
müşriklerinin destek ve birtakım vaatlerine kanarak Rasûlullah'ı ortadan kaldırma
plânları yapıyorlardı. Bu plân ortaya çıkınca Rasûlullah, Medîne'yi on gün içinde
terk etmeleri için onlara ültimatom gönderdi. Ültimatomda menkul mallarını alıp
arazi ve bostanlarına vekil tayin etmelerini bildirdi. Münâfıkların elebaşısı olan
Abdullah b. Ubey, onlara Medîne'den çıkmamaları ve kendilerine yardım edeceği
yönünde telkinlerde bulundu. Buna kanan Nadîroğulları, Medîne'den çıkma emrine
karşı gelerek savaş hazırlığına giriştiler. Rasûlullah da onları kuşattı. Münâfıklar
onlara verdikleri sözü tutmadılar ve Yahûdiler daha ağır koşullarda Medîne'yi terk
etmek zorunda kaldılar. Nadîroğulları'nı büyük bir korku sarmıştı. Silahlarını,
ekinlerini, bostanlarını bırakıp sadece menkul mallarını götürebildiler. Ayak
diretmeleri ve inatları sebebiyle, ilkine göre daha ağır koşullar altında Medîne'den
sürüldüler.
Âyette dikkat çeken nokta, sürgün olayını, Allah'ın Kendisine izafe etmesidir.
Bu inceliğin anlaşılması için Enfâl/17-18 âyetlerine ve onlarla ilgili şu pasaja göz
atılması gerekir:
17
Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin
Allah attı. Ve mü’minleri bundan güzel bir bela ile belâlandırmak/güzelce sınamak içindi. Şüphesiz
Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
18
İşte! Şüphesiz Allah, kâfirlerin; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin
tuzağını zayıflatandır.
8
(Enfâl/17-18)
Bu âyetlerde, savaşın anlamı anlatılmaktadır: Savaşta insan kâtil olmaz.
Kaynaklarda bu âyetin iniş sebebine ilişkin şu bilgiler verilmiştir:
Rivâyete göre Rasûlullah'ın (s.a) ashâbı, Bedir'den geri döndüklerinde her biri kendisinin
yaptıklarını söz konusu etmeye başlayarak, “Ben şu kadar kişi öldürdüm, şunu yaptım, bunu
yaptım” demeye koyuldu. İşte onların bu ifadelerinden karşılıklı övünme ve benzeri hâller ortaya
çıktı. Bunun üzerine, öldürenin de, her şeyi takdir edenin de Yüce Allah olduğunu, kulun ise, bu işe
yalnızca kesbi ve kastı ile katıldığını bildirmek için bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme,
aynı zamanda, “Kulların fiilleri kullar tarafından yaratılmaktadır” diyenlerin görüşlerini de
reddetmektedir.2
Mücâhid şöyle demektedir: “Bedir günü'nde ashâb ihtilâf ederek, biri “Ben öldürdüm!”; diğeri,
“Hayır, ben öldürdüm!” deyince, Allah bu âyeti inzâl buyurdu. Yani, “bu büyük bozgun ve kırma işi,
bu hasar, sizin tarafınızdan olmadı. Bu, ancak Allah'ın yardımıyla gerçekleşti” demektir. Rivâyet
olunduğuna göre, Kureyş ordusu gözükünce, Allah'ın Rasûlü, “İşte, Kureyş! Bütün kibri ve fahriyle,
Senin Rasûlü'nü yalanlamaya geliyorlar. Allahım! Senden, bana vaat ettiğini istiyorum!” dedi.
Bunun üzerine Cebrâîl gelerek, “Bir avuç toprak al ve onu onlara at!” dedi. İki ordu karşı karşıya
gelince, Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ali'ye, “Bana, bu vâdinin çakıl taşlarından bir avuç ver!” dedi.
(Taşı aldığında) Hz. Peygamber bunu Kureyşlilerin yüzüne atarak, “Yüzleriniz, suratlarınız değişsin,
bozulsun!” dedi. Böylece, bütün müşrikler gözleriyle meşgul oldular, akabinde de bozguna
uğradılar.3
Süddî der ki: Allah Rasûlü (s.a) Bedir günü Hz. Ali'ye (r.a), “Yerden bana çakıl ver”
buyurdu. Hz. Ali, üzerinde toprak olan çakılları o'na verdi de Hz. Peygamber bunu müşriklerin
yüzlerine attı. Gözlerine bu topraktan bir parça girmedik hiç bir müşrik kalmadı. Sonra mü’minler
peşlerine düştüler, onları ya öldürdüler ya da esir ettiler. Allah Teâlâ, Siz öldürmediniz onları, fakat
Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyetini indirdi.
Ebû Ma‘şer Medenî'nin Muhammed ibn Kays ve Muhammed ibn Ka‘b el-Kurâzî'den
rivâyetine göre; onlar şöyle demişlerdir: “Kavim birbirlerine yaklaştığında, Allah Rasûlü (s.a) bir
avuç toprak alıp bunu kavmin [müşriklerin] yüzlerine attı ve, ‘Yüzleri çirkinleşsin’ buyurdu.
Onların hepsinin gözlerine girdi ve Allah Rasûlü'nün (s.a) ashâbı ilerleyip onların kimini öldürdü,
kimini de esir etti. Onların hezimete uğramaları, Allah Rasûlü'nün (s.a) onlara bu şekilde toprak
atması sebebiyle olmuştur. Allah Teâlâ da, Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyetini
indirdi.”
Abdurrahmân ibn Zeyd ibn Eslem, Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyeti
hakkında der ki: Bu, Bedir günü'dür. Allah Rasûlü (s.a) üç avuç (toprak, çakıl taşı) aldı ve bir
avucunu müşriklerin sağ cenahına, bir avucunu sol cenahına, bir avucunu da ortalarına attı ve,
“Yüzleri çirkinleşsin” buyurdu da hezimete uğradılar. Her ne kadar bu, Huneyn günü'nde vâki
olmuşsa bile Urve ibn Zübeyr, Mücâhid, İkrime, Katâde ve imamlardan bir çoğundan rivâyete göre
bu, Hz. Peygamber'in (s.a) Bedir günü (müşriklerin yüzlerine toprak) atması hakkında nâzil
olmuştur.4
Âyetteki, Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı ifadesiyle ilgili klasik
eserlerde birtakım yakıştırmalar mevcuttur:
1) Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, bu âyet-i kerîme Bedir günü nâzil olmuştur. Bununla
kastedilen şudur: Hz. Peygamber (s.a) bir avuç toprak aldı ve onu müşriklerin yüzüne doğru
serperek, “Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun” dedi. Bu toprak, istisnâsız olarak her bir
müşriğin gözüne ve burnuna dolmuştu. Dolayısıyla bu, müşriklerin bozulmasına sebep oldu. İşte
âyet-i kerîme, bu hususta nâzil olmuştur.
2) Bu âyet-i kerîme Hayber günü nâzil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a), Hayber kalesi'nin
kapısının önünde, eline yayı alıp bir ok attı. Hz. Peygamber'in bu oku, hedefini buldu ve atı üzerinde
duran (kâfir) İbn Ebi'l-Hakîk'i öldürdü. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.
3) Bu âyet, Uhud günü, Ubey b. Halef'in öldürülmesi hakkında nâzil olmuştur. Çünkü Ubey,
Hz. Peygamber'e (s.a) çürümüş bir kemik getirerek, “Ey Muhammed! Şu çürüyüp un-ufak olmuş
2
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân.
3
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
4
İbn Kesîr.
9
kemiği kim diriltebilir?” demişti. Hz. Peygamber (s.a) de, “Allah diriltir! Nitekim seni de
öldürecek, sonra seni yeniden diriltip cehennemine sokacaktır!” buyurdu. Ubey b. Halef, Bedir
günü esir alındı. Fidye verip kurtulunca, Hz. Peygamber'e (s.a) “Bir atım var. Onu, bir gün onun
üzerinde seni öldürebilmek için her gün biraz mısır ile besleyeceğim” dedi. Hz. Peygamber (s.a) de,
“Hayır, inşallah ben seni öldüreceğim” dedi. Uhud günü, Ubey, işte o atı üzerinde koşuşturuyordu.
Derken Hz. Peygamber'e (s.a) yakın bir yere geldi. Bazı Müslümanlar, onu öldürmek için önüne
dikiliverdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Geri durun” dedi ve ona doğru kargısını atarak
onun bir kaburgasını kırdı. Onu müşrikler atına yükleyip götürürlerken yolda öldü. İşte bu âyet bu
hususta nâzil olmuştur.5
Aslında, Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı ifadesi, bir deyimdir. Nitekim Araplar,
“Allah senin için atsın” ifadesini kullanırlar ve bununla “Allah sana yardımcı olsun, sana zafer
versin, senin lehine olacak işleri yapsın” anlamını kastederler. Buradaki ifade de, “sana yardım eden,
sana zafer veren Allah'tır” demektir.6
Bu âyet, Bedir'de zafer kazanan Rasûlullah ve mü’minlere bir ihtardır.
Müslümanlar, bu zaferle şımarmamalıdırlar. Savaşı, birçok olağanüstü yardımlar
yaratarak Allah kazanmıştır. Mü’minler, elde edilen başarıyı kendilerine mal
etmemeli; onun Allah'ın lütfu olduğunu bilmelidirler.
Allah, Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü buyurmak
sûretiyle, öldürmeyi de Kendisine izafe ederek Müslüman askerlerin “kâtil” olarak
isimlendirilemeyeceğine işaret etmiştir. Zira, kamu otoritesinin emir ve izniyle
yapılan meşru savaşlarda adam öldürmek, öldüreni suçlu-katil yapmaz.7
5. âyetteki, bu kuşatma esnasında Nadîroğulları'nın bahçelerindeki hurma
ağaçlarının kesilmesi, insanlar arasında öteden beri tartışma konusu edilmiştir. Bu
konu hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür:
Eğer, kesilme ile ilgili olarak, “Niçin özellikle hurma ağacı zikredilmiştir?” denilirse, biz deriz
ki: Eğer onların, orta halli-normal hurma ağaçları var idiyse, Müslümanlar iyi cins ve bernî [has]
hurma ağaçlarını kendilerine bırakmak için böyle yapmışlardır. Eğer kesilenler, son derece değerli
cins hurma ağacı idiyse, bu, Yahûdileri daha çok kızdırmak ve üzmek için olmuştur.
Rivâyet olunduğuna göre, iki Müslümandan birisi o ağaçlardan iyi cins hurma ağaçlarını,
diğeri ise orta hâlli hurma ağaçlarını kesiyordu. Hz. Peygamber (s.a) onlara bunun sebebini
sorunca, birisi, “O iyi cins hurma ağacını Allah'ın Rasûlü'ne bıraktım” dedi. Öteki de, “İyi cins
hurma ağaçlarını, o kâfir Yahûdileri iyice öfkelendirmek için kesiyorum” dedi.8
Bu buyruğun iniş sebebine gelince; Nadîroğulları Uhud günü Kureyş'in yardımı ile antlaşmayı
bozmaları üzerine Peygamber (s.a), Nadîroğulları'nın el-Buveyre diye bilinen hisarlarının önünde
konakladı. Onların hurma ağaçlarının kesilip yakılmasını emretti.
Bunun sebebi ya bu yolla onları zayıflatmaktı, yahut da bu hurma ağaçlarını kesmek sûretiyle
yerin genişlemesini sağlamaktı. Bu Yahûdilere ağır geldi. O bakımdan Kitab Ehli ve Yahûdi olan
Nadîrliler şöyle dedi: “Ey Muhammed! Sen ıslahı isteyen bir peygamber olduğunu ileri sürmüyor
musun? Peki, hurma ağaçlarını kesip ağaçları yakmak ıslahın bir gereği midir? Allah'ın sana
indirdiği buyruklar arasında yeryüzünde fesat çıkarmanın mübah olduğunu mu görüyorsun yoksa?”
Bu Peygamber'e (s.a) ağır geldi, mü’minler de içten içe bundan rahatsız oldular. Hatta
aralarında anlaşmazlıklar çıktı. Kimileri, “Allah'ın bize ganimet olarak verdiği şeyleri kesmeyin”
derken, kimileri de, “Onları bu yolla daha da öfkelendirelim diye kesin” dedi.
5
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
6
Kurtubî, Ebû Ubeyde, Mecâzu'l-Kur'ân'dan naklen.
7
Tebyînu'l-Kur’ân; c. ??????.
8
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
10
Bunun üzerine âyet-i kerîme, ağacın kesilmesini yasaklayanları doğrulamak ve kesenlerin de
günah kazanmadıklarını belirtmek üzere indi ve böylece ağacın kesilmesinin de, kesilmemesinin de
Allah'ın izni ile olduğunu haber verdi.9
Bize göre ise ağaçların kesiliş nedeni, âyetten de açıkça anlaşıldığına göre
mü’minlerin ganimet peşinde olmayıp, sulh ve sükun peşinde olduklarını
göstermek, işin ciddiyetini bildirmektir. Mü’minler, Allah rızasının dışında bir şey
peşinde olsalardı, ilk koruyacakları ve sahiplenecekleri ganimet o hurma ağaçları
olacaktı. Bu manzarayı gören Nadîroğulları meseleyi anlamış, daha fazla belâ
çıkarmadan Medîne'den çıkıp gitmişlerdir.
Âyette sürgün toplantısı, “toplantının ilki” diye nitelenmiştir. Bu ifade birkaç
şekilde anlaşılabilir:
• Birinci toplanma bu sürgün toplanması; ikincisi de âhiretteki hesap için
toplanmadır.
• Sürgün için toplanma birinci toplanma; daha sonra halife Ömer döneminde
bulundukları Hayber'den de Necid ve Ezriât'e sürgün edilmeleri de ikinci toplanma
olabilir. Buma göre Kur’ân, gelecekten haber vermiş ve bu haber aynıyla
gerçekleşmiştir. Bu da Allah'ın bir mucizesidir.
6
Ve Allah'ın, onlardan Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce
elde edilen gelirler]; siz, o gelirler için at oynatmadınız, deve de sürmediniz;
hiç zahmet çekmediniz. Fakat Allah, elçilerini, dilediği kimselerin üzerine
musallat eder. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
7,8
Allah'ın, o kent halkından, Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan
zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet;
gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç
eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve
mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar,
doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne
verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın
koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır.
9
Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç
edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç
duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler.
Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta
kendileridir.
10
Ve Peygamber dönemindeki inananlardan sonra gelen kimseler,
“Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla,
kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin oluşturma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen
çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayansın, engin
merhamet sahibisin!” derler.
9
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
11
Bu âyetlerde, yurtlarından çıkarılan düşmanların bıraktığı malların ne olacağı
konusu açıklığa kavuşturulmaktadır. Âyetlerin söz akışından ve âyetlerin sebeb-i
nüzûlüne dair olan nakillerden anlaşıldığına göre bu husus, Müslümanlar arasında
sorun olmuştur. Zira ilk defa bir düşman yurdu Müslümanların eline geçmişti ve bu
şartlarda hangi hükümlerin uygulanacağı henüz bildirilmemişti. O nedenle de bu
âyetler inmiş ve şu hüküm verilmiştir: Fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen
gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye
yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir.
Şunu da belirtelim ki: Fey ile enfâl [ganimetler] faklı şeylerdir. Zira enfâl'in bir
bölümü gaziler arasında taksim ediliyordu:
41
Yine, biliniz ki eğer siz Allah'a, hak ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği
Bedir günü, kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, herhangi bir şeyden ganimet olarak
elinize geçirttiğimiz şeyler; artık onların beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar; yurtlarından
çıkarılan fakirler, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir.
(Enfâl/41)
Bu konuyla ilgili detay için Enfâl sûresi'ne bakılabilir.10
Bu âyetlerde dikkat çeken bir nokta da şudur: Feylerin, kamu maliyesine ait
olmasına gerekçe olarak, toplumda zenginlerin güç oluşturmaması, kartellerin ve
tröstlerin yaratılmaması gösterilmiştir.
İşte bu gerekçe ile kuşatmaya katılan savaşçılara, Elçi, size ne verdiyse onu
hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın.
Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır denilerek, bu uygulamanın
insanlık için yararlı olduğu bildirilmiştir.
Bazıları, fey ile ilgili âyeti paragraftan ayrı ele alarak Peygamber'e teşri yetkisi
vermişlerdir, ki bu, dinin yozlaştırılması demektir. Hâlbuki âyet fey'in taksimatına
yönelik olup, “Rasûlullah fey konusunda ne yaparsa ona saygılı olun, verdiğini alın,
vermediğini istemeyin” demektir.
Kamu gelirlerinin nasıl ve kimlere harcanacağı da Tevbe sûresi'nde
açıklanmıştır:
60
Kesinlikle, Allah tarafından bir taksim/zorunlu görev olarak sadakalar/ kamunun gelirleri
ancak fakirler, miskinler/ yoksullar, işsizler, o iş üzerine çalışan görevliler/ kamu görevlileri, kalpleri
İslâm'a ısındırılacaklar, özgürlüğü olmayan köleler, ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler
[askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda kalmışlar içindir. Allah, her şeyi en iyi bilendir ve en iyi
yasa koyandır.
(Tevbe/60)
Bu paragrafta Muhâcirler, göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın lütuf ve
rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne
yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir– diye; Ensâr da, Onlardan
önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve
onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin
ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin
cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir diye
övülmüştür. Ardından da, onlardan sonra geleceklerin, Rabbimiz, bizi ve iman ile
bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin
kılma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, raûf'sun, rahîm'sin! demesi istenmiştir.
O günün yiğitleri Tevbe sûresi'nde de övülmektedir:
10
Tebyînu'l-Kur’ân; c. ?????
12
100
Muhacir ve Ensar'dan ilk önce öne geçenler ve iyileştirme-güzelleştirme ile onları izleyen
kimseler; Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular. Ve Allah onlara, içlerinde temelli
kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur.
(Tevbe/100)
11
Kitap Ehlinden Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kardeşlerine:
“Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle
beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye sonsuza dek itaat etmeyiz. Eğer
sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz” demekte olan, münâfıklaşan
kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Ve Allah, şâhitlik eder ki
şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır.
12
Andolsun eğer onlar çıkarılırlarsa, onlarla beraber çıkmazlar. Yine
andolsun eğer onlarla savaşılırsa, onlara yardım etmezler; andolsun eğer
yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kendilerine
yardım edilmez.
13
Kesinlikle siz, onların kalplerinde korku yönünden, Allah'tan daha
çetinsiniz. Onların, Allah'tan çok sizden korkmaları, şüphesiz bunların iyi
anlamayan bir toplum olmasındandır.
14-16
Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde
yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri,
kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri
için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları
toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani insana “Küfret; Allah'ın
ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddet” deyip de küfredince; Allah'ın ilâhlığını
ve rabliğini bilerek reddedince de “Kesinlikle ben, senden uzağım; şüphesiz
ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen o şeytanın örneğinde
olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar, aklını kullanmayan bir
topluluktur.
17
Sonunda ikisinin de âkıbeti, ikisinin de, içinde sürekli kalanlar olarak
Ateş'in içinde olmaktır. Ve işte bu, şirk koşarak, küfrederek yanlış, kendi
zararlarına iş yapanların cezasıdır.
Bu âyet grubunda Yahûdi Nadîroğulları'na destek sözü verip de onları yalnız
bırakan münâfıkların karakteristik özellikleri nakledilmekte, sonra da Bedir'e ait bir
olay hatırlatılmaktadır. Münâfıklar din kardeşlerine, Andolsun, eğer siz
yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız, sizin
aleyhinizde kimseye ebediyen itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size
yardım ederiz diye yalan söylemişlerdir. Eğer onlar, çıkarılırsalar, onlarla beraber
çıkmazlar. Eğer onlarla savaşılırsa onlara yardım etmezler; yardım etseler bile
kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Çünkü onlar, kavrayışlarının zayıflığı sebebiyle
Allah'tan çok mü’minleri güçlü görürler. Onlar, toplu olarak Müslümanlarla
savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar.
Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış
olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek
13
çetindir. Onlar birlik içinde gözükse de, aklını kullanmayan bir toplum
olduklarından, onların kalpleri, tıpkı, insana “küfret” deyip de o küfredince de,
“Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan
korkarım” diyen şeytânın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Nihâyet ikisinin
de âkıbeti, ateş'te sürekli kalmaktır. İşte bu, zâlimlerin cezasıdır.
Paragraftaki, İnsana “küfret” deyip de o küfredince [inkâra sapınca] de,
“Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan
korkarım” diyen şeytân örneği hakkında da birtakım gülünç senaryolar üretilmiştir.
Gerçeği açıklamadan önce kaynaklarda zikredilen söylentileri dikkatlere sunuyoruz:
Peygamber'den (s.a) rivâyet edildiğine göre şeytânın kendisine, “Küfret!” dediği insan, dua
etmek üzere yanına saralı bir kadın bırakılan bir râhip idi. Şeytânın teşvikiyle o kadın ile ilişki kurdu,
kadın da hamile kaldı. Daha sonra rezil olmak korkusu ile o kadını öldürdü. Şeytân kadının
yakınlarına onun bulunduğu yeri gösterdi. Manastırına gelerek râhipten manastırdan inmesini
istediler. Şeytân ona, kendisine secde edecek olursa, onu onların ellerinden kurtaracağı vaadinde
bulundu. Râhip ona secde edince de ondan uzak olduğunu belirterek rahibi kadının yakınlarıyla
başbaşa bıraktı. Bunu Kadı İsmâîl ile Ali b. el-Medinî, Süfyân b. Uyeyne'den rivâyet etmişlerdir.
Süfyân, Amr b. Dinar'dan, o Urve b. Âmir'den, o Ubeyd b. Rifâa ez-Zürakî'den, o da Peygamber'den
(s.a) rivâyet etmiştir. Bu râhibe dair haberi İbn Abbâs ve Vehb b. Münebbih uzunca zikretmişlerdir.
Her ikisinin lafızları arasında farklılık vardır.
İbn Abbâs yüce Allah'ın, ..şeytânın... durumu gibidir buyruğu hakkında dedi ki: Fetret
döneminde Bersîsa diye anılan manastırında 70 yıl boyunca ibâdet etmiş ve bu zaman zarfında bir
göz açıp kırpacak kadar bir süre dahi Allah'a isyan etmemiş bir râhip vardı. Bu râhip İblisi gerçekten
bitkin düşürmüştü. İblis şeytânların azgınlarını toplayarak dedi ki: “Aranızda, benim yerime
Bersîsa'nın hakkından gelecek bir kimse yok mu?” Peygamberlerle uğraşmakla görevli olan Ebyad
adındaki şeytân –ki vahiy veriyormuş gibi vesvese vermek maksadıyla Peygamber (s.a) efendimize
Cebrâîl sûretinde görünen budur, bunun üzerine Cebrâîl gelmiş, ikisinin arasına girdikten sonra
eliyle Ebyad'ı itmiş ve Hind'in en uzak yerine düşmüştür, İşte yüce Allah'ın, Büyük bir güç sahibidir,
Arş'ın sahibinin nezdinde yüksek bir mevkii vardır (Tekvîr/20) buyruğu bunu anlatmaktadır– dedi ki:
“Senin adına onun hakkından ben gelirim.” Bunun üzerine Ebyad râhiplerin kılığına büründü.
Başının ortasını da traş etti ve Bersîsa'nın manastırına gitti. Ona seslendi, fakat râhip ona cevap
vermedi. Çünkü ancak on günde bir namazından başka bir yere dönerdi ve on günde bir orucunu
açardı. Kesintisiz olarak on, yirmi hatta daha fazla süre oruç tutardı. Ebyad, Bersîsa'nın kendisine
cevap vermediğini görünce, o da manastırın dip taraflarında ibâdete yöneldi. Bersîsa namazını
bitirdikten sonra Ebyad'ın râhiplere yakışır çok güzel bir şekilde namaz kılmakta olduğunu gördü.
Bundan dolayı ona cevap vermediğine pişman oldu. “Ne istiyorsun?” deyince, Ebyad; “Seninle
birlikte olmayı, senin edebinle edeplenip senin amelini örnek almayı ve birlikte ibâdet etmeyi
istiyorum” dedi. Râhip, “Seninle uğraşacak vaktim yok” deyip yine namazına döndü. Ebyad da
namaza koyuldu. Bersîsa, Ebyad'ın çok gayretle ibâdet ettiğini görünce, ona, “İhtiyacın ne?” diye
sordu. Ebyad, “İzin ver de yanına çıkayım” dedi. Ona izin verdi ve Ebyad bir sene onunla birlikte
kaldı. Kırk günde sadece bir gün oruç yiyordu. Namazından başka bir yere kırk günde bir
dönüyordu, Bazan seksen gün kadar sürdüğü de oluyordu. Bersîsa onun bu gayretini görünce,
kendisinin yaptığını küçümsemeye başladı. Sonra Ebyad ona şöyle dedi: “Benim Allah'ın kendileri
vasıtasıyla hastayı, müptelayı ve deliyi şifaya kavuşturduğu birtakım dualarım vardır” deyip, bu
duaları ona öğretti. Ebyad, İblisin yanına varınca, “Allah'a yemin ederim, o adamı helâk ettim” dedi.
Sonra bir adama musallat olup, boğazını sıkmaya koyuldu. Daha sonra onun akrabalarına –insan
sûretinde görünerek– dedi ki: “Sizin bu adamınız delirmiş, onu tedavi edeyim mi?” Onlar, “Evet”
dediler. Bu sefer, “Onu etkileyen kadın cinne gücüm yetmiyor, fakat siz bunu alın Bersîsa'ya
götürün, o Allah'ın ism-i a‘zamını bilir. Allah'tan bu adı anılarak bir şeyler istenirse verir, o adı
anılarak O'na dua edilirse duayı kabul eder” dedi. O adamı alıp Bersîsa'ya götürdüler, o da bu duaları
okudu, şeytân onu bırakıp gitti.
İBN ABBÂS'IN RİVÂYETİ
Ebyad insanlara bu işleri yapıp duruyor, sonra onlara Bersîsa'ya gitmelerini söylüyor, giden
hastalar da iyileşiyorlardı. Üç erkek kardeşi olan kralların kızlarından birisine gitti. Babaları bir
kraldı. Bu kral ölmüş, kardeşini yerine tayin etmişti. Bu kızın amcası İsrâîloğulları arasında bir
14
hükümdardı. Ebyad bu kıza işkence etmeye ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Daha sonra
yakınlarına kızı tedavi etmek isteyen bir doktor sûretinde gelip, “Onun bu şeytânı çok azgındır, ona
güç yetirilemez. Fakat siz bu kızı alıp Bersîsa'ya götürün, onun yanında bırakın. Şeytânı geleceği
vakit onun için dua edecek ve iyileşecek” dedi. Yakınları, “Bersîsa bizim bu isteğimizi kabul
etmeyecektir” dediler. Şeytân onlara şöyle dedi: “Onun manastırının yanında siz de bir manastır inşa
edin, sonra kızı oraya bırakıp ‘Bu kız senin yanında bir emanettir, mükâfatını Allah'tan bekleyerek
onu tedavi et’ deyin.” Bersîsa'dan kızı yanında tutmasını istediler, kabul etmeyince bir manastır inşa
ederek kızı oraya bıraktılar. Bersîsa namazını bırakıp da kızı ve kızın güzelliğini görünce çok
etkilendi. Şeytân kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Namazını bırakıp, kıza dua etti, şeytân
onu bırakıp gitti. Daha sonra yine namazına yöneldi. Şeytân tekrar kıza geldi ve boğazını
sıkıştırmaya başladı. Bu arada Bersîsa görecek şekilde üstünün başının açılmasını da sağlıyordu.
Sonra şeytân ona gelerek, “Ne oluyor sana?” dedi, “Sen onunla yat, onun benzerini bulamazsın,
sonra da tevbe edersin.” Şeytân bu telkinlerini sürdürüp durdu. Sonunda râhip Bersîsa kız ile birlikte
oldu, kız da hamile kaldı ve hamileliği görülmeye başladı. Bu sefer şeytân ona şöyle dedi: “Yazıklar
olsun sana, sen rezil oldun. Onu öldür de öyle tevbe et ve rezil olma! Şâyet sana gelip kızlarının
nerede olduğunu soracak olurlarsa, ‘Onun şeytânı geldi, onu alıp götürdü’ dersin.” Bunun üzerine
Bersîsa kızı öldürdü ve geceleyin onu gömdü. Şeytân elbisesinin bir ucunu yakalayarak toprağın
dışında kalmasını sağladı. Bersîsa namazına geri döndü. Daha sonra şeytân kızın kardeşlerinin
rüyasına girip, “Bersîsa kız kardeşinize şunları şunları yaptı ve onu öldürdükten sonra şu şu tepede
gömdü” dedi. Kardeşleri böyle bir şeyin olamayacağını kabul etmekle birlikte Bersîsa'ya, “Kız
kardeşimize ne yaptın?” dediler. O, “Şeytânı onu alıp gitti” dedi. Onlar da râhibi tasdik ettiler ve
çekip gittiler. Daha sonra yine şeytân rüyalarına girerek, “Kız kardeşiniz şöyle şöyle bir yerde
gömülüdür. Onun elbisesinin bir ucu da toprağın dışındadır” dedi. Denilen yere gidip kız kardeşlerini
buldular. Râhibin manastırını yıktılar, onu oradan indirip boğazına ip dolayarak krala götürdüler.
Kralın önünde yaptıklarını itiraf etti, kral da öldürülmesini emretti. Asılacağı vakit şeytân, “Beni
tanıyor musun?” dedi. O, “Allah'a yemin ederim ki hayır” deyince, “Sana o duaları öğreten arkadaşın
benim” dedi, “İsrâîloğulları arasında en çok ibâdet eden kişi sen iken Allah'tan korkmadın mı,
utanmadın mı? Hem kendini rezil edecek şekilde bu yaptığın işler sana yetmedi mi? Bu yaptıklarını
da ikrar ettin ve senin gibi insanları da rezil ettin. Şâyet sen bu hâlinle ölecek olursan, senden sonra
senin benzerlerinden hiçbir kimse asla iflah olmayacaktır.” Bersîsa, “Peki ne yapayım?” deyince,
şeytân, “Bir tek hususta bana itaat et, ben de seni onlardan kurtarayım, onların seni görmemelerini
sağlayayım” dedi. “İtaat etmemi istediğin husus nedir?” deyince, şeytân, “Bana sadece bir defa secde
edeceksin” dedi. Bersîsa, “Peki” deyip, ona secde etti. Şeytân, “Ey Bersîsa!” dedi, “İşte senden
istediğim buydu ve nihâyet sen Rabbine kâfir oldun, O'nu inkâr ettin. Ben senden uzağım, ben
âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım” dedi.11
VEHB B. MÜNEBBİH'İN BU HUSUSTAKİ RİVÂYETİ
Vehb b. Münebbih de dedi ki: İsrâîloğulları arasında âbid birisi vardı. Çağının en çok ibâdet
edenlerindendi. Onun döneminde bir kız kardeşleri bulunan üç kardeş vardı. Bu kız kardeşleri bakire
olup ondan başka da kız kardeşleri yoktu. Her üçünün de savaşa gitmeleri gerekti. Kız kardeşlerine
kimin göz-kulak olacağını bilemedikleri gibi, güvenip de kimin yanına bırakacaklarını, kime emanet
edeceklerini de bilemediler. Nihâyet kız kardeşlerini İsrâîloğulları'ndan o âbid kişinin yanına
bırakmak üzere görüş birliğine vardılar. Ona içten içe güven duyuyorlardı. O âbide gidip kız
kardeşlerini yanında bırakmak istediklerini söylediler, bunu kabul etmesini istediler. Âbid bunu
kabul etmeyerek, onlardan ve kız kardeşlerinden Allah'a sığındı. Onlar isteklerini kabul edinceye
kadar ona ısrar edip durdular. Nihâyet şöyle dedi: “Onu benim manastırımın karşısındaki bir eve
yerleştirin.” Onlar da öyle yapıp gittiler. Kız bir süre o âbidin komşusu olarak kaldı. Âbid kız için
manastırın kapısına yemek bırakıyor, sonra kapısını kilitleyip manastırına çıkıyordu. Arkasından da
kıza, evinden çıkıp kendisi için bıraktığı yemeği almasını söylüyordu. Şeytân yumuşak bir şekilde
onu hayır işlemeye teşvik edip durdu. Kızın gündüz evinden çıkmasının büyük bir iş olduğunu ona
telkin ediyor ve birilerinin onu görüp de ona bağlanma ihtimalini hatırlatarak onu korkutuyordu. Bu
şekilde bir süre devam etti. Daha sonra İblis ona gelerek hayır ve mükâfat şevkini arttırmaya çalıştı
ve ona şöyle dedi: “Bu kıza verdiğin yemeği kendin götürüp onun evine bırakacak olursan, elbette ki
bu senin alacağın ecir ve mükâfatı daha bir arttıracaktır.” Bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet
âbid, yemeği kızın evine kadar bırakmaya başladı. Bu şekilde de bir süre devam etti. Sonra yine İblis
ona geldi, onu hayra teşvik etti ve hayır işleme arzusunu harekete geçirerek dedi ki: “Sen onunla
konuşsan, onunla sohbet etsen de o da senin sohbetinle sıkıntısını giderse. Çünkü o yalnızlıktan çok
11
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
15
sıkılmış bulunuyor.” İblis bu husustaki telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet manastırının üst
tarafından ona bakıp bir süre onunla konuşmaya başladı. Bundan sonra iblis yine ona gelerek dedi ki:
“Bu kızın yanına insen de manastırının kapısında oturup onunla konuşsan, o da kendi evinin
kapısında oturup seninle konuşsa, bu onun yalnızlığını giderme hususunda daha iyi olur.” Bu
husustaki telkinlerini sürdürdü, nihâyet âbidin manastırından inmesini, manastırının kapısında oturup
o kızla konuşmasını, kızın da evinden çıkmasını sağladı. Bu şekilde bir süre konuşmaya devam
ettiler. Daha sonra İblis ona gelerek, yaptığı bu davranışı dolayısıyla hayır ve mükâfât alacağı
arzusunu uyandırdı, teşviklerde bulunup dedi ki: “Manastırının kapısından çıkıp da, evinin kapısına
yakın bir yerde otursan, bu onun için daha bir teselli edici olur.” Bunu da yaptırıncaya kadar bu
telkinlerini sürdürdü. Nihâyet bir süre de böylece devam etti. Arkasından yine İblis gelerek onu hayır
işlemeye ve kıza karşı yaptığı bu tutumu dolayısıyla elde ettiği güzel sevapları telkine koyuldu ve
ona şöyle dedi: “Evinin kapısına yaklaşıp sen onunla –o da evinden çıkmaksızın– konuşsan dedi.
Âbid bunu da yaptı. Manastırından iniyor, kızın evinin kapısında oturup onunla konuşuyordu. Bu
şekilde bir süre devam ettikten sonra yine İblis ona gelerek şöyle dedi: “Onunla birlikte eve girsen,
onunla konuşsan, Böylece de kimseye yüzünü göstermesine imkân tanımasan senin için daha güzel
olur.” Bu telkinlerini de sürdürdü ve nihâyet eve de girdi. Bütün gün boyunca kızla konuşmaya
başladı, akşam oldu mu manastırına çıkıp gidiyordu. Bundan sonra yine İblis ona geldi. Kızı ona
güzel gösterip durdu, nihâyet âbid eliyle baldırına vurdu, onu öptü. İblis kızı gözünde güzel
göstermeye ve davranışını ona hoş göstermeye devam edip durdu. Sonunda kız ile birlikte oldu ve
kız hamile kaldı, ondan bir çocuğu doğdu. İblis ona gelerek, “Peki ya bu kızın kardeşleri gelip
senden bir çocuğunun olduğunu görürlerse, sen ne yapacaksın? Senin rezil olmayacağından yahut da
onların seni rezil etmeyeceklerinden emin değilim. Git, onun oğlunu tut, kes ve göm. Şüphesiz ki kız
kardeşlerinin kendisine yaptığını öğrenecekler korkusuyla senin bu yaptığını gizleyecektir” dedi.
Âbid bunu da yaptı. Bu sefer ona şöyle dedi: “Sen onun oğlunu öldürmüşken, ona yaptıklarını
kardeşlerinden gizleyeceğini mi zannediyorsun? İyisi mi onun da boğazını kes ve oğluyla beraber
onu da göm.” İblis bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet o kızın da boğazını kesti ve oğluyla
birlikte onu da çukura gömdü. Üzerine çok büyük bir kaya örttü ve dümdüz bir şekilde de toprakla
kapattı. Manastırına çıkıp orada yine kendisini ibâdete verdi. Bu hâliyle Allah'ın dilediği kadar bir
süre kaldı. Nihâyet kızın kardeşleri savaştan geri döndü. Adamın yanına gelerek, kız kardeşlerini
sordular. Vefat haberini onlara bildirdi ve kıza Allah'tan rahmetler diledi, ağlayıp, “O çok iyi bir
kızdı. İşte bu da onun kabri, onu görün,” dedi. Kardeşleri kabrine giderek, kabri başında ağladılar.
Allah'tan ona rahmetler dilediler. Günlerce kabri başında durduktan sonra, yakınlarına geri döndüler.
Geceleyin yataklarına çekilip uyuduklarında şeytân rüyalarında onlara bir yolcu sûretinde göründü.
En büyüklerine kız kardeşlerinin durumunu sordu. O da ona; âbidin sözlerini, kız kardeşlerinin
ölmüş olduğunu ve âbidin ona rahmetler okuduğunu, kız kardeşlerinin mezarını kendilerine nasıl
gösterdiğini bildirdi. Şeytân bunların yalan olduğunu söyleyerek, “Âbid kız kardeşiniz ile ilgili size
doğruyu söylemedi. O kız kardeşinizi gebe bıraktı, ondan bir oğlu oldu. Boğazını kesti, daha sonra
da sizden korkarak kız kardeşinizin de boğazını kesti. Ondan sonra kız kardeşinizi girişin sağındaki
kapının arkasına kazdığı bir çukura gömdü. Haydi gidip eve girin, girişin sağındaki tarafı bakın.
Şüphesiz kız kardeşinizi ve oğlunu size söylediğim şekilde orada göreceksiniz.” Sonra da
ortancasının rüyasına girdi, ona da aynı şeyleri söyledi. Sonra küçüklerine gitti, ona da aynı şeyleri
söyledi.
Kardeşler gördükleri rüya sebebiyle hayret içerisinde uyandılar. Birbirlerine, “Ben şaşılacak
bir rüya gördüm” deyip, neler gördüklerini söylediler. En büyükleri, “Bu karmakarışık, doğruyla
ilgisi olmayan bir rüyadır. Bunu bırakın da işimize bakalım” dedi. En küçükleri, “Ben o yere gidip
oraya bakmadan işime gitmeyeceğim” dedi. Nihâyet hep birlikte gittiler. Kız kardeşlerinin kaldığı
eve girdiler, kapıyı açtılar. Rüyalarında kendilerine belirtilen yeri tesbit ettiler. Kız kardeşleri ile
oğlunun, kendilerine söylendiği şekilde boğazlarının kesilmiş olduğunu gördüler. Âbide durumu
sordular, o da İblisin etkisi ile onlara yaptığı bu işin doğru olduğunu söyledi. Kardeşler bunun
üzerine o âbidi hükümdarlarına davet ettiler. Âbid manastırından indirilip asılmak üzere getirildi.
Onu asacakları ağaca getirdiklerinde, şeytân ona gelip şöyle dedi: “O kadın hakkında seni fitneye
düşürüp sonunda seni o kadını gebe bırakacak noktaya getiren, onun ve oğlunun boğazını kesmeni
telkin edenin ben olduğumu biliyorsun. Bugün bana itaat edecek ve seni yaratan Allah'ı inkâr
edecek olursan, seni içinde bulunduğun bu hâlden kurtarırım.” Nihâyet âbid Allah'ı inkâr edip, kâfir
oldu. Kâfir olunca da şeytân onu ve ona musallat olanları başbaşa bıraktı, onlar da onu astılar. İşte
şu, Onların duumu şeytânın insana, “Küfret” dediği zamanki durumu gibidir. Küfredince,
16
“Muhakkak ki ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım...
Zulmedenlerin cezası budur âyeti onun hakkında nâzil olmuştur.12
Şimdi de işin gerçeğini görelim: Burada zikredilen şeytân, Enfâl/48'de
zikredilen şeytândır. O nedenle Enfâl/48'i ve onunla ilgili açıklamalarımızı burada
da sunuyoruz:
48,49
Hani o münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan; zihniyeti bozuk kimseler, “Şu adamları
dinleri aldattı” dedikleri sırada, o kötü niyetli komutan, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara,
“Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti.
Sonra da, ne zaman ki iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve:
“Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben,
Allah'tan korkmaktayım” dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/ cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve
her kim Allah'a işin sonucunu havale ederse bilsin ki şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli,
mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapandır.
(Enfâl/48-49)
Mekke ve Medîne'de aynı anda gerçekleşen iki sahnenin yer aldığı bu âyetlerde
de Allah'ın, Elçisi'ne yaptığı yardıma işaret edilmektedir:
MEKKE'DEKİ SAHNE
Şeytân, müşriklere amellerini çekici gösterip, “Bugün sizi insanlardan bozguna
uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” diyerek onları savaşa
kışkırtıp moral veriyor.
MEDÎNE'DEKİ SAHNE
Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, “Şu adamları dinleri aldattı”
diyerek mü’minleri savaştan caydırmaya, onların morallerini bozmaya çalışıyorlar.
SONUÇ
Sonra da, iki ordu karşılaşınca şeytân, Müslümanların muzaffer olacağını
anlıyor ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben
Allah'tan korkuyorum” diyerek Mekke'ye dönüyor.
Bu âyette zikri geçen şeytân hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür:
Rivâyete göre şeytân o gün onlara, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b. Cu‘şum
sûretinde görünmüştü. Kureyşliler, Bekroğulları'nın arka taraflarından gelip kendilerine
saldıracağından korkuyorlardı; çünkü, Bekroğulları'ndan birini öldürmüşlerdi. Şeytân onlara
görününce, “Bugün insanlardan sizi yenebilecek yoktur” dedi. ed-Dahhâk der ki: “Bedir günü İblis
onlara, sancağı ve askerleriyle geldi. Kalplerine asla yenilmeyecekleri ve atalarının dini üzere
çarpıştıkları telkinlerini verdi.”
İbn Abbâs'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed'e (s.a)
ve mü’minlere yardımcı olarak 1.000 melek göndermişti. Cebrâîl (a.s) 500 melekle bir kanatta,
Mîkâîl de 500 melekle öbür kanatta idi. İblis de Mudlicoğulları'ndan birtakım kimseler sûretinde,
beraberinde sancak bulunduğu hâlde şeytânlardan bir ordu ile geldi. Şeytân, Surâka b. Mâlik b.
Cu‘şum sûretinde idi. Müşriklere, “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur” demişti.13
12
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
13
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân.
17
İBLİS'İN İNSAN KILIĞINA GİRMESİ
Şeytân insan kılığına girer ve vesvese [telkin] verir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir:
Müşrikler Bedir'e gitmeye niyet ettiklerinde, Bekr b. Kinâneoğulları kabilesinden endişe ettiler.
Çünkü kendileri, onlardan birini öldürmüşlerdi. Dolayısıyla, bu kabilenin kendilerini arkadan
vurmasından korktular. Bundan dolayı İblis, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b.
Cu‘şum kılığına girdi. Surâka, şeytânlardan oluşan ordunun en ileri gelenlerinden olup, sancak
onun elinde idi. O şöyle dedi:
— Bugün insanlardan size galebe edecek yoktur. Ben de muhakkak ki sizin yardımcınızım.
Kinâneoğulları'ndan size kötülük gelmeyeceğine dair size eman veriyorum.
İblis, meleklerin indiğini görünce, ökçeleri üzere gerisin geri kaçmaya başladı. Rivâyete
göre o anda, Hâris b. Hişâm'ın elini tutuyordu. Gerisin geri dönüp kaçmaya başlayınca Hâris dedi
ki:
— Bizi bu hâlde yapayalnız mı bırakıyorsun?
İblis de şöyle karşılık verdi:
— Ben, sizin göremeyeceğinizi görüyorum.
Sonra İblis Hâris'in göğsünden itip ondan ayrıldı; kâfirler de bozguna uğradılar.14
Buradaki şeytân, ne halk kültüründeki şeytândır, ne de Surâka'nın kılığına
girmiştir. Bilakis burada şeytân ile, “Surâka” kastedilmiştir.
Târih ve siyer kitaplarından Bedir savaşı'nın ayrıntıları incelendiğinde adı geçen
kişinin, âyette belirtildiği gibi önce müşriklere cesaret ve destek verdiği, sonra da
onları yüzüstü bıraktığı görülür.
Bazı müfessirler, ilgili âyette geçen şeytân sözcüğü ile, “Surâka”nın
kastedildiğini, ancak Bedir savaşı'ndaki Surâka'nın gerçek Surâka olmayıp Surâka
kılığına girmiş şeytân olduğunu, dolayısıyla da Kur’ân'ın aslında Surâka kılığına
girmiş olan “şeytân”a işaret ettiğini iddia etmişler; Surâka'nın savaşa gitmediği,
hatta savaştan haberi bile olmadığı yolunda kendisinin yaptığı bir açıklamayı da
iddialarına delil olarak göstermişlerdir. Ancak, iddiaları ve iddialarına gösterdikleri
delil inandırıcı olmaktan uzaktır. Çünkü askerî bir otorite olan Surâka'nın, birkaç
bin nüfuslu Mekke'de yaşadığı hâlde çalınan davul-zurnaları ve kadınlarca okunan
tahrik edici şiirleri duymaması ve savaştan bihaber olması mantık dışıdır.
Kur’ân'ın, şeytânî özellikleri olan insanları, “şeytân” olarak isimlendirdiğine
dair bir diğer örnek de Bakara sûresi'nde bulunmaktadır:
14
Onlar, inanmış kimselere rastladıkları zaman da, “İnandık” dediler. Şeytanlarıyla; kötü niyetli
elebaşlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, “Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edenleriz”
dediler.
(Bakara/14)
Bakara-14'te zikredilen şeytânlar da, “münâfıkların [ikiyüzlülerin] akıl hocaları
olan insanlar”dır.
Yine, Âl-i İmrân/175'te geçen şeytân kelimesiyle de, Nuaym b. Mes‘ûd adlı bir
müşriğin kastedildiği klâsik eserlerde belirtilmektedir.
Daha evvel de ifade etmiştik ki Kur’ân'a göre şeytân;
• Harâm yemeyi, hakksız kazanç elde etmeyi öneren/emreden,
• Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilinmeyen şeyler söylemeyi telkin eden,
• Fakirlikle korkutan,
• Kuruntulara düşüren,
• Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,
• Kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayan,
• Vesvese verip kışkırtan, zihin bulandıran,
• Amelleriyle insanları şımartan,
14
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
18
• İnsanları azdıran,
• İçki-uyuşturucu ve kumarla insanların arasına düşmanlık ve kin sokmak
isteyen,
• Allah'ı anmaktan ve O'na kulluk etmekten geri bırakmak isteyen kişiler ve
güçlerdir.
Buna göre şeytân, yanı başımızda yaşayan, gördüğümüz, bildiğimiz birileri
olabileceği gibi, göremediğimiz ama içimizde hissettiğimiz bir şey de olabilir. Zaten
Allah da şeytânın, insanlar ve görünmez güçlerden [enerjiden] olduğunu
bildirmektedir.
49. âyette Medîneli münâfıkların ve kalplerinde hastalık bulunan kimselerin,
savaşa çıkan mü’minler için, Şu adamları dinleri aldattı dedikleri bildirilmektedir.
Buradaki münâfıklar, Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı kimseler; kalplerinde
hastalık bulunanlar ise Müslüman olmalarına rağmen imanları kökleşmemiş ve
hicret etmemiş olan bir grup Kureyşlidir. Bunların bir kısmı, küçücük bir Müslüman
birliğinin büyük ve güçlü Kureyş ordusu ile savaşmaya hazırlandıklarını
gördüklerinde birbirlerine, “Dinlerine aşırı bağlılık bu insanları aptallaştırdı. Bunlar
büyük bir felaketle karşılaşacaklar. Peygamberleri tarafından körleştirildikleri için
göz göre göre ölüme gittiklerinin farkında değiller”; diğer bir kısmı da, “Bu
Müslümanlar, ölümden sonra diriltilmeyi ve şehit olup cennetle ödüllendirilmeyi
umarak ölümlerine koşuyorlar” diyorlardı. Surâka'nın fark ettiği gerçek de işte bu
idi. Bu inançla savaşan orduyla baş edilemezdi. En iyisi kaçmaktı.
Âyetteki, Ve her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, şüphesiz Allah, azîz'dir,
hakîm'dir ifadesiyle, “işini Allah'a havale eden, O'na güvenip dayanan kimsenin
koruyucusu ve yardımcısının Allah olduğu ve O'nun mağlup edilemeyeceği, en iyi
ilkeleri O'nun koyduğu, O'na tevekkül edenin hüsrana uğramayacağı” mesajı
verilmiştir.15
18,19
Ey inanmış olan kişiler! Allah'ın koruması altına girin; her kişi yarın
için ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz
Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi
olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan
çıkmış kimselerin ta kendileridir.
20
Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı
kurtulanların ta kendileridir.
Burada iman-küfür ve bunların yansımaları hakkında bilgiler verilmekte,
ardından da mü’minlere, Ey inanmış olan kişiler! Allah'a takvâlı davranın; her kişi
yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah,
işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın:
Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin
ta kendileridir. Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı
kurtulanların ta kendileridir buyurularak uyarılar yapılmıştır.
Mü’min ile kâfirin dünya ve âhirette eşit olmayacağı birçok yerde
vurgulanmıştır: Secde/18, Sâd/28, Câsiye/21, Mü’min/58.
21
Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa
indirseydik, Allah'a olan saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu
samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça olmuş görürdün. Ve Biz, bu
örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz.
15
Tebyînu'l-Kur’ân; c. ????*
19
Bu âyette dikkatler Kur’ân'a ve Kur’ân'ın büyüklüğüne çevrilmiştir: Eğer Biz,
bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın haşyetinden onu huşû yapar [saygı
duyar, baş eğmiş], parça parça olmuş görürdün.
Denilmek istenen şudur: Dağın aklı olsa, o büyüklük ve sertliğine rağmen
Kur’ân'ın büyüklüğü karşısında teslim olurdu; Allah'ın haşyetinden huşû duyardı
[saygı duyar, baş eğerdi], parça parça olurdu.
Burada kâfirlerin kalplerinin katılığına ve karakterlerinin sertlik ve kabalığına
işaret edilmiştir. Benzeri bir örnek de İsrâîloğulları hakkında verilmişti:
74
Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan
öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır
ki Allah'ın saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpertisinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz,
duyarsız değildir.
(Bakara/74)
22
O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni
ve görüleni bilendir. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet
edendir, engin merhamet sahibidir.
23
O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, bütün
kâinatın hükümdârı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, her türlü
kusurdan uzak; sapasağlam, güven veren, gözetici, koruyucu, doğrulayıcı ve
güvenilir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün
olmayan/mutlak galip olan, dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli,
ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren, büyüklük ve ululukta tek
olan; her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir. Allah, onların ortak
koştukları şeylerden arınıktır.
24
O, oluşturan, kusursuz yaratan, her şeye şekil ve sûret veren Allah'tır.
En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O'nu noksan
sıfatlardan arındırırlar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi
mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapandır.
Bu âyetler, Kur’ân'ın kaynağının yüceliğini göstermektedir. Kur’ân işte böyle
bir Allah tarafından indirilmiştir. Onun nitelikleri şunlardır:
• O, Kendisinden başka ilâh olmayandır.
• Görülmeyeni ve görüleni bilendir.
• Rahmân'dır [yarattığı bütün canlılara nimet verendir].
• Rahîm'dir [acıyıcıdır].
• Melik'tir [her şeyin hâkimi, bütün kâinatın hükümdarıdır].
•Kuddûs'tür [her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, temiz, kutsal, yüce ve
saygın olandır].
• Selâm'dır [bütün ayıplardan arınmıştır, selâm sahibidir‚ yani her çeşit ayıptan
selâmettedir‚ her türlü âfetten beridir].
• Mü’min'dir [güven verendir].
• Müheymin'dir [gözetici ve koruyucu olandır, doğrulayıcı ve güvenilirdir].
20
• Azîz'dir [üstündür, kuvvetlidir, güçlüdür, şereflidir, mağlûp edilmesi
mümkün olmayandır, gâlip olandır].
• Cebbâr'dır [dilediğini zorla yaptırandır, ulaşılmaz olandır, azametlidir,
ihtiyaçları giderendir, işleri düzeltendir, derman verendir].
• Mütekebbir'dir [büyüklük ve ululukta tek olandır, her şeyde ve her hâdisede
büyüklüğünü gösterendir].
• Sübhân'dır [her türlü noksanlıklardan uzaktır].
• Hâlık'tır [yaratıcıdır].
• Bârî'dir [yaratandır, kusursuzca var edendir].
• Musavvir'dir [tasvir edendir, her şeye şekil ve sûret verendir].
Bu âyetlerde, başka âyetlerde tek tek zikredilen Allah'ın isimlerinin birçoğu,
toplu olarak yer almıştır.
Allah'ın isimlerinden bazıları da Bakara ile İhlâs sûresi'nde de topluca yer
almıştır:
255
Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, her şeyi ayakta
tutan, koruyan, diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürütendir. Kendisini uyuklama ve uyku
yakalamaz. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nun içindir. Kendisinin izni/
bilgisi olmadan yanında yardım, kayırma yapacak olan kimmiş? O, onların önlerinde ve arkalarında
olan şeyleri bilir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka bilgisinden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun
kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır. Onların ikisinin de korunması O'na zor gelmez. Ve O,
çok yücedir, yücelticidir, sonsuz büyüktür.
(Bakara/255)
1
De ki: “O Rabb, bir tek olan Allah'tır, 2
Samed olan Allah'tır, 3
doğurmamış ve
doğurulmamıştır. 4
Ve hiçbir şey O'na denk olmamıştır.”
(İhlâs/1-4)
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
21

More Related Content

What's hot

Ortaokul sahabe efendilerimiz
Ortaokul sahabe efendilerimizOrtaokul sahabe efendilerimiz
Ortaokul sahabe efendilerimizserizci
 
1 peygamber efendimizinozethayati
1 peygamber efendimizinozethayati1 peygamber efendimizinozethayati
1 peygamber efendimizinozethayatiSalım Selvi
 
1 peygamberefendimizinozethayati
1 peygamberefendimizinozethayati1 peygamberefendimizinozethayati
1 peygamberefendimizinozethayatiŞükrü Özer
 
İL Üniversitesi - 1.13.peygamberligi ve mekke dönemi asr i saadet-islam tarihi
İL Üniversitesi - 1.13.peygamberligi ve mekke dönemi asr i saadet-islam tarihiİL Üniversitesi - 1.13.peygamberligi ve mekke dönemi asr i saadet-islam tarihi
İL Üniversitesi - 1.13.peygamberligi ve mekke dönemi asr i saadet-islam tarihiColorado Theology University
 
Deni̇z
Deni̇zDeni̇z
Deni̇zhedef
 
Osm bilimadmalari
Osm bilimadmalariOsm bilimadmalari
Osm bilimadmalariali arzawa
 
1.30.nadirogullari ile yapilan savaslar islam tarihi il üniversitesi kopie
1.30.nadirogullari ile yapilan savaslar islam tarihi il üniversitesi kopie1.30.nadirogullari ile yapilan savaslar islam tarihi il üniversitesi kopie
1.30.nadirogullari ile yapilan savaslar islam tarihi il üniversitesi kopieColorado Theology University
 
1.21.hicretin islam tarihindeki yeri ve önemi islam tarihi il üniversitesi
1.21.hicretin islam tarihindeki yeri ve önemi islam tarihi il üniversitesi1.21.hicretin islam tarihindeki yeri ve önemi islam tarihi il üniversitesi
1.21.hicretin islam tarihindeki yeri ve önemi islam tarihi il üniversitesiColorado Theology University
 
Emeviler DöNemi Sunum
Emeviler DöNemi SunumEmeviler DöNemi Sunum
Emeviler DöNemi Sunumderslopedi
 
3 danismendname slaytımız
3 danismendname slaytımız3 danismendname slaytımız
3 danismendname slaytımızRayleighTheKing
 

What's hot (12)

Peygamberler
PeygamberlerPeygamberler
Peygamberler
 
Ortaokul sahabe efendilerimiz
Ortaokul sahabe efendilerimizOrtaokul sahabe efendilerimiz
Ortaokul sahabe efendilerimiz
 
1 peygamber efendimizinozethayati
1 peygamber efendimizinozethayati1 peygamber efendimizinozethayati
1 peygamber efendimizinozethayati
 
1 peygamberefendimizinozethayati
1 peygamberefendimizinozethayati1 peygamberefendimizinozethayati
1 peygamberefendimizinozethayati
 
İL Üniversitesi - 1.13.peygamberligi ve mekke dönemi asr i saadet-islam tarihi
İL Üniversitesi - 1.13.peygamberligi ve mekke dönemi asr i saadet-islam tarihiİL Üniversitesi - 1.13.peygamberligi ve mekke dönemi asr i saadet-islam tarihi
İL Üniversitesi - 1.13.peygamberligi ve mekke dönemi asr i saadet-islam tarihi
 
Deni̇z
Deni̇zDeni̇z
Deni̇z
 
Osm bilimadmalari
Osm bilimadmalariOsm bilimadmalari
Osm bilimadmalari
 
1.30.nadirogullari ile yapilan savaslar islam tarihi il üniversitesi kopie
1.30.nadirogullari ile yapilan savaslar islam tarihi il üniversitesi kopie1.30.nadirogullari ile yapilan savaslar islam tarihi il üniversitesi kopie
1.30.nadirogullari ile yapilan savaslar islam tarihi il üniversitesi kopie
 
1.31.hendek savasi islam tarihi il üniversitesi
1.31.hendek savasi islam tarihi il üniversitesi1.31.hendek savasi islam tarihi il üniversitesi
1.31.hendek savasi islam tarihi il üniversitesi
 
1.21.hicretin islam tarihindeki yeri ve önemi islam tarihi il üniversitesi
1.21.hicretin islam tarihindeki yeri ve önemi islam tarihi il üniversitesi1.21.hicretin islam tarihindeki yeri ve önemi islam tarihi il üniversitesi
1.21.hicretin islam tarihindeki yeri ve önemi islam tarihi il üniversitesi
 
Emeviler DöNemi Sunum
Emeviler DöNemi SunumEmeviler DöNemi Sunum
Emeviler DöNemi Sunum
 
3 danismendname slaytımız
3 danismendname slaytımız3 danismendname slaytımız
3 danismendname slaytımız
 

Similar to 101. haşr suresi

TARIK BİN ZİYAD.pdf
TARIK BİN ZİYAD.pdfTARIK BİN ZİYAD.pdf
TARIK BİN ZİYAD.pdfAhmet Türkan
 
Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
 Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlariColorado Theology University
 
Peygamber Efendimiz
Peygamber EfendimizPeygamber Efendimiz
Peygamber Efendimizhaber
 
Peygamber
PeygamberPeygamber
Peygamberhaber
 
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptx
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptxsunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptx
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptxKemalTepecik
 
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptx
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptxsunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptx
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptxhaticedere1
 
En Güzel Misafir
En Güzel MisafirEn Güzel Misafir
En Güzel MisafirAkifSamanci
 
1.32.kurayzaogullari ve onlarla savas islam tarihi il üniversitesi
1.32.kurayzaogullari ve onlarla savas islam tarihi il üniversitesi1.32.kurayzaogullari ve onlarla savas islam tarihi il üniversitesi
1.32.kurayzaogullari ve onlarla savas islam tarihi il üniversitesiColorado Theology University
 
Ilkokul peygamberimizin ailesi
Ilkokul peygamberimizin ailesiIlkokul peygamberimizin ailesi
Ilkokul peygamberimizin ailesiserizci
 
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunu
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi SunuEndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunu
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunuguest83c054d
 
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunu
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi SunuEndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunu
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunuderslopedi
 

Similar to 101. haşr suresi (16)

40.cin suresi
40.cin suresi40.cin suresi
40.cin suresi
 
TARIK BİN ZİYAD.pdf
TARIK BİN ZİYAD.pdfTARIK BİN ZİYAD.pdf
TARIK BİN ZİYAD.pdf
 
Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
 Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
 
1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi
1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi
1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi
 
Peygamber Efendimiz
Peygamber EfendimizPeygamber Efendimiz
Peygamber Efendimiz
 
Peygamber
PeygamberPeygamber
Peygamber
 
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptx
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptxsunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptx
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptx
 
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptx
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptxsunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptx
sunu ödevi-hz muhammedin hayatı.pptx
 
38. sad
38. sad38. sad
38. sad
 
En Güzel Misafir
En Güzel MisafirEn Güzel Misafir
En Güzel Misafir
 
1.32.kurayzaogullari ve onlarla savas islam tarihi il üniversitesi
1.32.kurayzaogullari ve onlarla savas islam tarihi il üniversitesi1.32.kurayzaogullari ve onlarla savas islam tarihi il üniversitesi
1.32.kurayzaogullari ve onlarla savas islam tarihi il üniversitesi
 
Yahudilik
YahudilikYahudilik
Yahudilik
 
Ilkokul peygamberimizin ailesi
Ilkokul peygamberimizin ailesiIlkokul peygamberimizin ailesi
Ilkokul peygamberimizin ailesi
 
88. enfal
88. enfal88. enfal
88. enfal
 
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunu
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi SunuEndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunu
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunu
 
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunu
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi SunuEndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunu
EndüLüS’üN Siyasi Tarihi Sunu
 

More from TEBYİN-ÜL-KUR’AN (20)

Qur'an in English
Qur'an in EnglishQur'an in English
Qur'an in English
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmazQur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
 
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedekNecm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
 
Sonsöz
SonsözSonsöz
Sonsöz
 
114. nasr suresi
114. nasr suresi114. nasr suresi
114. nasr suresi
 
113. tevbe suresi
113. tevbe suresi113. tevbe suresi
113. tevbe suresi
 
112. maide suresi
112. maide suresi112. maide suresi
112. maide suresi
 
111. fetih suresi
111. fetih suresi111. fetih suresi
111. fetih suresi
 
110. cuma suresi
110. cuma suresi110. cuma suresi
110. cuma suresi
 
109. saff suresi
109. saff suresi109. saff suresi
109. saff suresi
 
108. teğabün suresi
108. teğabün suresi108. teğabün suresi
108. teğabün suresi
 
107. tahrim suresi
107. tahrim suresi107. tahrim suresi
107. tahrim suresi
 
106. hucurat suresi
106. hucurat suresi106. hucurat suresi
106. hucurat suresi
 
105. mücadele suresi
105. mücadele suresi105. mücadele suresi
105. mücadele suresi
 
104. münafikun suresi
104. münafikun suresi104. münafikun suresi
104. münafikun suresi
 
103. hacc suresi
103. hacc suresi103. hacc suresi
103. hacc suresi
 
102. nur suresi
102. nur suresi102. nur suresi
102. nur suresi
 
100. beyyine suresi
100. beyyine suresi100. beyyine suresi
100. beyyine suresi
 

101. haşr suresi

  • 1. 101 (59). HAŞR SÛRESİ MEDENÎ, 24 ÂYET GİRİŞ Adını ikinci âyetteki ‫[الحشر‬el-haşr/toplanma] sözcüğünden alan bu sûrenin, Medîne'de 101. sırada indiği kabul edilir. Sûreye, içerisinde Medîne'deki Nadîroğulları'nın [bunlar, Rasûlullah ile yaptıkları ahdi bozan, sonra da Rasûlullah'a suikast düzenleyen Yahûdilerdir] sürgün edilmesi konu edildiği için “Nadîroğulları sûresi” de denilir. Sûrede, Nadîroğulları savaşı, bu savaş sonrasında ganimetlerin dağıtılması ve bu dağıtım sırasında çıkan olaylar ve münâfıklar ile Yahûdilerin işbirliği yapmaları, sonra da Allah'ın Kendisini tanıtması yer alır. Sûrede değinilen konular, necmlerin değişik zamanlara ait olduğunu göstermektedir. Târihi olayları konu ettiğinden sûrenin iyi anlaşılması için söz konusu târihi olaylar hakkında ön bilgiye sahip olunması gerekir. Bu nedenle merhum Mevdûdî'nin ansiklopedik düzeyde özetlediği yazıyı sunuyoruz: TARİHSEL ARKA-PLÂN Bu sûrenin muhtevasını daha iyi kavrayabilmek için, Medîne ve Hicaz Yahûdilerinin târihine bir göz atılması gerekir. Çünkü bu bilinmeden, Hz. Peygamber'in (s.a) Yahûdilere muamelesinin sebeplerini anlamak çok güç olur. Arabistan'daki Yahûdiler ile ilgili olarak yazılmış güvenilir bir târih çalışması bulunmadığı gibi, târihleri hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz kendi yazdıkları bir belge veya eser de yoktur. Arabistan dışındaki Yahûdi târihçi ve müellifler de onlar hakkında bir şey yazmamışlardır. Yazmayışlarının nedeni olarak da, onların genel Yahûdi toplumundan koptuklarını, diğer Yahûdilerle bir alâkaları kalmadığını göstermektedirler. Bu bakımdan Arabistan dışındaki Yahûdiler, onları kendilerinden saymazlar, zira Hicazlı Yahûdiler İbrani kültüründen koptukları gibi, kültür ve hatta lisanları dahi Araplaşarak asimile olmuş ve İbranice'yi bile unutmuşlardı. 1. miladî asra kadar Hicaz'daki hiçbir târihî eser ve belgede, birkaç Yahûdi ismi dışında, onlara ait hiçbir iz yoktur. Dolayısıyla Hicaz Yahûdileri ile ilgili birçok bilgi, Araplar arasında yaygınlaşmış şifahî kaynaklara dayanır. Bu bilgilerin kaynağı da bizzat o dönemin ve o bölgenin Yahûdileridir. Arabistan'daki Yahûdilerin iddialarına göre, kendileri, Hz. Mûsâ'nın (s.a) son dönemlerinde Hicaz'a gelmiş ve orada yerleşmişlerdir. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Hz. Mûsâ, Yesrib [Medîne] bölgesindeki Amalika kabilesine karşı bir ordu gönderip, onlara bu kabileden kimseyi hayatta bırakmamalarını emreder. Bu bölgeye gelen İsrâîl ordusu, Hz. Mûsâ'nın emrini ifa eder, ama çok yakışıklı bir delikanlı olan Amalika kralının oğlunu öldürmeyip yanlarına alarak Filistin'e getirirler. Ancak onlar daha Filistin'e gelmeden Hz. Mûsâ vefat ettiğinden, o'nun yerine geçenler, “Amalika kabilesinden hiç kimseyi hayatta bırakmamanızı size bir peygamber emretmişti. Oysa siz, bu genci hayatta bırakmakla O'nun buyruğuna karşı gelmiş oldunuz” diye bu orduyu suçlayarak toplumdan tecrit ederler. Onlar da bunun üzerine Yesrib'e [Medîne'ye] geri dönerek, oraya yerleşirler (Kitâbu'l-Ağanî, c. 19, s. 94). Böylece Yahûdiler Arabistan'a 12 asır önce yerleştiklerini iddia etmiş oluyorlardı. Ancak bu iddiayı destekleyici hiçbir târihi delil bulunamamaktadır. Muhtemelen Yahûdiler eski ve yüce bir nesilden geldiklerine Arapları inandırabilmek için böyle bir hikaye uydurmuşlardır. Yahûdilerin bir başka rivâyetine göre, M.Ö. 587'de Buhtu'n-Nasr'ın Beyt-i Mukaddes'i yakıp yıktığı ve Yahûdileri dağıttığı bir dönemde birçok kabile Hicaz'a gelip Vâdi'l-Kura, Teyma ve Yesrib bölgelerine yerleşmişlerdir. Ancak bu iddianın da târihî bir mesnedi yoktur. Bu da muhtemelen yine Yahûdilerin, yüce ve kadim bir nesil olduklarını kanıtlayabilmek için uydurdukları hikayelerden biridir. M.S. 70'te Rûmların, Filistin'de Yahûdileri katlettikleri ve M.S. 132'de bir kısmını Filistin'den sürdükleri, sâbit olan târihî gerçeklerdendir. Bu dönemde Filistin'den kaçan birçok Yahûdi kabilesi, gelip Hicaz'a sığınmıştır. Çünkü, Güney Filistin, Arabistan'a yakındır. Böylece onlar Arabistan'a gelip, yeşillik bir bölgeye yerleşmişler, daha sonra da hileyle ve bilhassa tefecilik olan mesleklerini icra ederek yavaş yavaş buraları ellerine geçirmişlerdir. Eyle, Makne, Tebuk, Teyma, Vâdi'l-Kura, Fedek ve Hayber hep onların eline geçmişti. Bu kabileler Benû Kurayza, Benû Nadîr, Benû Kaynuka ve Benû Bahdal idi. 1
  • 2. Medîne'ye yerleşen kabileler içinde en meşhurları Benû Nadîr ile Benû Kurayza'dır. Çünkü kâhinlik ve dinî liderlik bu kabilelerdeydi ve en soylu kabileler olarak kabul görüyorlardı. Yahûdiler Medîne'ye geldiklerinde, orada bulunan bazı Arap kabileleri üzerinde tahakküm kurarak, Medîne'nin hâkimi olmuşlardı. Bundan yaklaşık 3 asır sonra M.S. 450 ve 451'de büyük Yemen seli (bu vak’a Sebe sûresi'nde zikredilmiştir) dolayısıyla Sebe kavimlerinden bazı kabileler Yemen'den kaçıp Arapların bölgesine göç etmek zorunda kalmışlardı. Bu kabileler içinde Gassanlılar Şam'a, Lahmîler Irak'a, Benû Huzâa Cidde ve Mekke arasında bir bölgeye, Evs ve Hazrec Medîne'ye gelerek yerleşmişlerdi. Ancak Medîne'ye Yahûdiler hâkim olduğundan, başlangıçta Evs ve Hazrec'e toprak vermemişler ve bu iki Arap kabilesi de çöle yerleşmek zorunda kalmıştı. Sonunda Evs ve Hazrec'in ileri gelenlerinden bir şahıs, Şam'a yerleşmiş akraba kabile olan Gassanlılardan yardım istemiş ve Şam'dan büyük bir ordu gelerek Medîne'deki Yahûdi gücünü kırmıştır. Bunun üzerine de Evs ve Hazrec kabileleri Medîne'de tamamen hâkimiyeti ele geçirmişler, iki büyük Yahûdi kabilesi Benû Nadîr ve Benû Kurayza, şehri terk etmiş ve üçüncü kabile Benû Kaynuka da bu iki Yahûdi kabilesiyle iyi geçinemediğinden şehir içinde kalmıştır. Ancak Benû Kaynuka, şehir içinde kalabilmek için Hazrec kabilesinin; buna karşı Benû Nadîr ile Benû Kurayza da şehrin çevresinde kalabilmek için Evs kabilesinin himayesi altına girmişlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a) Medîne'ye hicretinden önce ve hemen sonrasında Arabistan'da ve bilhassa Medîne'de Yahûdilerin durumu şöyleydi: Yahûdilerin dil, giyim, kültür, örf ve adetleri tamamıyla Araplaşmıştı. Öyle ki çoğunun adı bile Arapça'ydı. Hatta Hicaz'a yerleşmiş 12 Yahûdi kabilesinden Benû Zavra'nın dışında hiçbir kabilenin adı İbranice değildi. İçlerinde birkaç âlim dışında kimse İbranice bilmezdi. Câhiliye döneminin Yahûdi şairlerinin şiirleri ile Arap şairlerinin şiirleri dil, düşünce ve konu bakımından hiç farklı bir nitelik taşımazdı. Yahûdiler ile Araplar aralarında kız alıp veriyorlardı. Aslında, onlarla Araplar arasında –dinleri dışında– bir fark olduğu söylenemezdi. Ama buna rağmen Arapların içinde tümüyle asimile olmamışlar ve inatla Yahûdilik şuurunu devam ettirmişlerdi. Zâhiren Araplaşmalarına gelince, Arabistan'da kalabilmek için başka çareleri yoktu. Bu zâhirî Araplaşma nedeniyle yanılan bazı müsteşrikler, onların aslen Yahûdi olmadıklarını ve Yahûdiliği kabul etmiş Araplar olduklarını veya en azından çoğunluğu Yahûdi Arapların teşkil ettiğini sanmışlardır. Fakat Yahûdilerin Arabistan'da kendi dinlerini yaymaya çalıştıklarını veya onların âlimlerinin, Hristiyan papazları gibi Araplara Yahûdilik propagandası yaptıklarını gösteren hiçbir târihî delil yoktur. Aksine Yahûdilerde millî gurur ve tekebbür olduğunu açıkça müşahede edebiliyoruz. Bu yönden Araplara “Centile” [Ümmî], yani vahşî ve câhil diyorlardı. Onlar ümmîlerin Yahûdiler gibi insanî hakklara sahip olduklarına inanmıyor, ümmîlerin mallarının meşru veya gayr-i meşru yolla elde edilebileceğini, onların malını almanın Yahûdilere helâl olduğunu sanıyorlardı. Arapların ileri gelen bir kaçı dışında, diğer Arapların Yahûdiliğe girip, kendileriyle eşit olacaklarına ihtimal dahi vermezlerdi. Birkaç kişinin Yahûdiliğe girdiğini gösteren özel vak’alar dışında herhangi bir Arap kabilesinin ya da Arap büyüğünün Yahûdiliğe katıldığına dair hiçbir târihî delil yoktur. Üstelik Yahûdilerde, dinlerini tebliğ etme gibi bir merak yoktu, onlar sadece ticaretlerini düşünüyorlardı. Dolayısıyla Arabistan'da Yahûdilik bir din olarak yayılmamıştı ve birkaç kabilenin millî gurur aracı olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Ancak yine de Yahûdi bilginler muskacılık, sihir, müneccimlik gibi meslekleri bir kazanç aracı olarak kullanmış ve Araplar arasında kendilerine bilgin ve kâhin şeklinde bir yer edinmişlerdi. Arap kabilelerinin karşısında ekonomik bakımdan Yahûdiler daha güçlüydüler. Çünkü onlar, Filistin ve Şam gibi gelişmiş bölgelerden geldiklerinden, Arapların bilmediği bir çok mesleklere sahiptiler. Ayrıca onların Arabistan dışındaki dünya ile de ilişkileri bulunduğundan, Medîne'den ve Arabistan'ın kuzey bölgesinden buğday ithal edip hurma ihracaatı yapıyorlardı. Tavukçuluk ve balıkçılık ellerinde olduğu gibi, kumaş da dokuyorlardı. Yer yer meyhaneler açmışlardı ve Şam'dan şarap getirip buralarda satıyorlardı. Benû Kaynuka, genelde meslekleri olan kuyumculuk, demircilik ve madenî eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bununla pek yüksek kârlar elde ediyorlarsa da asıl gelir kaynakları tefecilikti. Öyle ki tüm Arabistan'da muazzam bir tefecilik şebekesi kurmuşlardı ve böylelikle Arapları tuzaklarına düşürüyorlardı. Özellikle kendilerinden borç alarak, şan ve şöhretlerini artırma hastalığına yakalanan Arap kabile reisleri Yahûdilerin tuzağına düşmüştü. Bunlar yüksek faizlerle Yahûdilerden borç alıyorlar ve Yahûdiler de buna kat kat faizi ekleyerek onları kendilerine bağımlı kılıyorlardı. İşte bu yüzden Araplar, ekonomik bakımdan müthiş bir malî kriz yaşıyor ve dolayısıyla Yahûdilere büyük kin ve nefret besliyorlardı. Yahûdiler ticarî ve malî çıkarları gereğince, Araplardan hiçbir kabileyi, başka bir kabileye karşı desteklemezlerdi. Ayrıca Arapların kendi aralarında savaşmaları onların işine geliyordu. Çünkü onlar, Arapların bir araya gelmeleri hâlinde, tefecilik yoluyla kazandıkları bunca verimli araziyi, bağ ve bahçeyi kendilerine bırakmayacaklarını biliyorlardı. Bunun yanısıra her Yahûdi kabilesi, kendilerine saldırmasından korktukları başka bir kabileye karşı, güçlü bir Arap 2
  • 3. kabilesinin himayesine girmişti. Dolayısıyla zaman zaman bir Arap kabilesine karşı savaşan müttefikine yardım uğruna, karşı kabilenin müttefiki olan bir başka Yahûdi kabilesi ile de savaşmak zorunda kalıyorlardı. Medîne'de Benû Kurayza ve Benû Nadîr kabileleri Evs kabilesiyle, Benû Kaynuka da Hazrec kabilesiyle müttefikti. Hicretten bir süre önce, Evs ve Hazrec kabileleri arasında, Buas mevkiinde çok şiddetli bir savaş vukû buldu ve müttefik kabileler birlikte savaştılar. İşte bu şartlar içerisinde İslâm Medîne'ye ulaştı ve Hz. Peygamber (s.a) hicret ederek, orada İslâm devletini kurdu. Hz. Peygamber (s.a) devleti kurduktan sonra ilk iş olarak, Evs, Hazrec [Ensâr] ve Muhâcirleri bir araya getirerek orada bir toplum oluşturmuştur. İkinci iş olarak, bu Müslüman toplum ile Yahûdiler arasında açık bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın şartları gereğince, hiç kimsenin bir başkasının hakkını yemeyeceği ve dış düşmana karşı Medîne'nin birlikte savunulacağı karara bağlanmıştır. Bu anlaşmaya göre, Yahûdiler ile Müslümanların birbirlerine karşı sorumlulukları şu şekilde belirlenmiştir: • Yahûdiler, kendi savaş masraflarını kendileri karşılayacaklardır. Taraflar, bir saldırı olması hâlinde, birbirlerine yardım etmeye zorunludurlar. Birbirlerine iyi niyetli davranacaklar, hakk ve iyilik için yardımlaşılacak, kötülük ve günah için değil. Birbirlerine zulmetmeyeceklerdir. • Mazlumlar korunacaklardır. Şâyet savaş uzarsa, yapılan masrafa taraflar ortak olacaklardır. Bu antlaşmayı yapanlara Medîne'de fitne ve fesat çıkarmak yasaktır. Fesat çıkma ihtimali olan bir anlaşmazlıkta kararı, Allah'ın Kitabı'na göre Muhammed verecektir. (...) Kureyş ve müttefiklerine hiç kimse destek çıkmayacaktır. Medîne'ye dışarıdan bir saldırı olması hâlinde müttefikler birbirlerine yardım edeceklerdir. (...) Taraflar kendi bölgelerinin savunmasından kendileri sorumludurlar. (İbn Hişâm, c. 2, s. 147-150) Bu kesin ve açık bir anlaşmaydı ve Yahûdiler bu antlaşmayı kabul etmişlerdi. Fakat çok geçmeden, Hz. Muhammed'e (s.a), İslâm'a ve Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır takınıp, zamanla düşmanlıklarını artırdılar. Bu tavırları üç nedene dayanmaktaydı: A) Yahûdiler, Hz. Peygamber'i (s.a) herhangi bir kabile reisi gibi görmek istiyorlar ve bunun siyasî bir antlaşma olduğu fikrinden hareketle, her iki tarafın da bu antlaşmayı kendi dünyevî çıkarları için yaptığını sanıyorlardı. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'a, peygamberlere, kitaplara, âhirete (onların peygamber ve kitapları da dahil) iman etmeye, tevhide ve Allah'ın hükümlerine itaate, ilâhî sınırların içinde kalmaya, tıpkı kendi peygamberlerinin çağırdığı gibi davet ettiğini görünce, bu onlara çok ağır geldi ve bu evrensel hareketin başarılı olması hâlinde, dinî ve millî gururlarının kırılacağından korktular. B) Evs, Hazrec [Ensâr] ve Muhâcirler arasında bir kardeşliğin tesis olunduğunu ve civardaki Arap kabilelerinden İslâm'ı kabul edenlerin de bu kardeşliğe katılmak sûretiyle bir toplum vücuda getirmeye başladıklarını görünce, asırlardır Arap kabileleri arasında nifak çıkararak menfaat sağladıklarını, fakat şimdi bu dinin Arapları bir araya toplayarak bir güç hâline getirdiğinden, artık eski oyunlarını sürdüremeyeceklerini anladılar. C) Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği dinî, ahlâkî ve sosyal kanunlar, tefecilik yoluyla kazandıklarını gayr-i meşru kazanç olarak ilan ediyordu. Bu yüzden Yahûdiler, Hz. Muhammed'in (s.a) Araplar üzerinde bir hâkimiyet sağlaması hâlinde, bunun kendilerinin sonu demek olacağını düşünmeye başladılar. Tüm bu nedenler dolayısıyla Hz. Peygamber'e (s.a) karşı çıkmak, artık Yahûdiler için millî bir dava görünümü kazanmıştı. Öyle ki o'nun yenilmesi için her türlü yola baş vurmaktan kaçınmıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a) hakkında birçok yalan, iftira ve kuşkular ortaya atarak, bunları çevreye yayıyorlar ve böylece şüpheye düşüp bu dini terk etmeleri için İslâm'a girenleri yanıltmaya çalışıyorlardı. Hatta kendileri de önce İslâm'a giriyor, sonra da dönüyorlardı, ki böylece “Demek ki bu işte bir bit yeniği var. Yoksa bunlar Müslüman olduktan sonra dönmezlerdi” diye düşünerek halkta Hz. Peygamber (s.a) ile ilgili olarak yanlış kanaatler uyanmasını istiyorlardı. Fitne çıkartabilmek için münâfıklarla işbirliği yapıyorlardı ve İslâm düşmanı kişi ve kabilelerle irtibat hâlindeydiler. Müslümanlar arasında fesat çıkarabilmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı. Bu hususta özellikle Evs ve Hazrec kabilesini hedef almışlardı, zira onlarla uzun bir süre müttefik olmuşlardı. Aralarında yeniden savaş çıkıp İslâm'ın kendilerine bağışladığı kardeşliğin parçalanması için bilhassa Buas savaşı'na tekrar tekrar değiniyorlardı. Ayrıca Müslümanları ekonomik bakımdan perişan edebilmek için adeta çırpınıyorlardı. Öyle ki, alış-veriş yaptıkları biri, İslâm'ı kabul ederse, ona zarar verebilmek için her türlü yola baş vuruyorlardı. Bir Müslümandan alacakları varsa, bunu hemen tahsil etmeye çalışıyor ve böylelikle o Müslümanı zor duruma düşürüyorlardı. Yok eğer borçları varsa, ödememek için borçlarını inkâr ediyorlar ve “Biz senden borç aldığımızda sen başka dindeydin, şimdi ise dinini değiştirdiğinden bizden alacağını istemeye hakkın yoktur” diyorlardı. Bu konudaki bir çok örneği Âl-i İmrân/75'in açıklama notunda, Taberî, Nisabûrî, Taberanî ve Âlûsî'den naklen zikretmiştik. Yahûdiler, antlaşmaya karşı bu açık açık düşmanca tavırlarını Bedir savaşı'ndan önce takınmışlardı. Bedir savaşı'nda Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanlar Kureyşlileri mağlup edince, bu 3
  • 4. sefer düşmanlıkları daha da artmıştı. Çünkü onlar Müslümanların Kureyşliler karşısında yenileceklerini ve böylece yok olacaklarını sanıyorlardı. Bu yüzden de İslâm'ın Bedir'deki galibiyet haberi gelmeden önce Medîne'de çevreye asılsız bir haber fısıldayarak Hz. Peygamber'in (s.a) öldürüldüğünü, Müslümanların yenildiğini ve Kureyş ordusunun Ebû Cehl komutasında Medîne'ye doğru ilerlediğini yaydılar. Ancak olayların beklentilerinin aksine gelişmesi, onları müthiş derecede öfkelendirmişti. Benû Nadîr'in reisi Ka‘b b. Eşref bunun üzerine, “Allah'a yemin ederim ki, Muhammed Kureyş'in ileri gelenlerini öldürmüşse eğer, yerin altı bizim için yerin üstünden daha iyidir” demiş ve daha sonra Mekke'ye gidip öldürülen Kureyşli liderlerin ardından kışkırtıcı şiirler okuyarak intikam almaları için Mekkelileri tahrik etmeye çalışmıştı. Medîne'ye döndükten sonra da öfkesini bastırmak amacıyla Müslüman kız ve kadınlar hakkında aşk şiirleri okumaya başlamıştı. En sonunda onun bu fesat ve ahlâksızlığından bıkan Hz. Peygamber (s.a) hicrî 3. yılın Rebiu'l-Evvel ayında Muhammed b. Mesleme el-Ensârî'yi gönderip onu öldürtmüştür. (İbn Sa‘d, İbn Hişâm, Taberî) Bedir savaşı'ndan sonra antlaşmayı ilk ihlal eden Yahûdi kabilesi Benû Kaynuka, Medîne içinde bir mahallede yaşıyordu. Kuyumculuk, demircilik ve madenî eşya imalatı ile uğraşıyorlardı. Bu bakımdan Medîneliler, onlarla sürekli alış-veriş yaparlardı. Benî Kaynuka Yahûdileri cesaretlerine çok güvenirlerdi. Demircilik yaptıklarından, onlarda yetişen her çocuk silahlıydı. İçlerinde savaşabilecek durumda en az 700 silahlı muharip bulunuyordu. Bunun yanısıra onlar Hazrec'in eski müttefiki olmalarına da güveniyorlardı. Nitekim Hazrec kabilesinin reisi Abdullah ibn Ubey onları destekliyordu. Benû Kaynuka Yahûdileri Bedir savaşı'ndan sonra, çarşıya gelen Müslümanlara eziyet etmeye başlayacak kadar kudurmuşlardı. Hatta bir gün çarşıda Müslüman bir kadını soymuşlardı. Bunun üzerine büyük bir fırtına koptu ve çıkan hâdisede bir Müslüman ile Bir Yahûdi öldürüldü. İş bu noktaya gelince, Hz. Peygamber (s.a) bizzat, Yahûdilerin mahallesine gitti ve onları toplayarak yola gelmeleri için onlara nasihat etti. Fakat buna rağmen onlar, “Ey Muhammed! Sen bizi o öldürdüğün savaş bilmeyen Kureyş mi sanıyorsun. Bizimle savaşmaya yeltenirsen, cesaretin ne olduğunu görürsün!” şeklinde bir karşılık verdiler. Bu sözler aradaki antlaşmayı bozmak ve açıkça bir savaş ilanı demekti. En sonunda Hz. Peygamber (s.a) hicrî 2. yılın Şevval (başka bir rivâyete göre Zi'l- Kâde) ayında onların mahallesini abluka altına aldı ve 15 gün süren abluka sonunda teslim oldular. Müslümanlarla savaşan tüm Yahûdi savaşçıları esir alındılar. Abdullah ibn Ubey'in onların affı için şiddetle ısrar etmesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a) onun isteğini kabul etmiş ve tüm mal, silah ve sanayi aletlerini bırakarak Medîne'yi terk etmeleri şartıyla Benû Kaynuka'yı serbest bırakmıştı. (İbn Sa‘d, İbn Hişâm ve Taberî) Benî Kaynuka'nın Medîne'den çıkarılması ve Ka‘b b. Eşref'in öldürülmesi gibi iki sert tepkiden sonra, bunlar Yahûdileri öyle korkuttu ki hiçbir kötü davranışta bulunmaya cesaret edemediler. Hicrî 3. yılın Şevval ayında Bedir'in intikamını almak amacıyla Kureyşliler Medîne'ye saldırmak için büyük bir hazırlık yaptılar ve Medîne'ye doğru yola koyuldular. Kureyş'in 3.000 askerine karşı Hz. Peygamber'in (s.a) 1.000 asker çıkarabildiğini ve bunlardan 300 münâfığın geri döndüğünü gören Yahûdiler, Müslümanlara yardım etmeyerek antlaşmaya ilk defa açıktan karşı çıktılar. Oysa yapılan antlaşma gereğince Medîne'yi Müslümanlarla birlikte savunmak zorundaydılar. Üstelik Müslümanların Uhud savaşı'nda büyük bir zarara uğradıklarını görünce Yahûdilerin cesaretleri iyiden iyiye artmıştı. Öyle ki Benû Nadîr, Hz. Peygamber'e (s.a), suikast tertiplemiş, fakat hain plânları başarısız kalmıştı. Bu vak’a şöyle olmuştur: Bir-i Maune gazvesi'nden sonra (hicrî 4. yılın Safer ayı) Amr b. Umeyye ed-Damrî, intikamını almak isterken yanlışlıkla Hz. Peygamber (s.a) ile müttefik olan Benû Âmir'den iki kişiyi öldürür. Amr b. Umeyye ed-Damrî, onları kendi düşmanları zannedip öldürdüğünden dolayı maktullerin fidyesini vermek Müslümanlara vâcip olmuştu. Benû Âmir ile Benû Nadîr'in de müttefik olması nedeniyle Hz. Peygamber, yanına birkaç kişi alarak, fidyeye iştirak etmelerini sağlamak amacıyla Benû Nadîr'in mahallesine gider. Hz. Peygamber (s.a) oraya varınca, Yahûdiler o'nu meşgul etmek için lafa tutarlar ve bu sırada Hz. Peygamber'in (s.a) önünde oturduğu duvarın damına çıkardıkları bir adamı büyük bir taşı Hz. Peygamber'in (s.a) üzerine atması için görevlendirirler. Ancak o adam daha harekete geçmeden önce Allah, Peygamberi'ni haberdar eder ve Hz. Peygamber (s.a) de hemen oradan ayrılarak Medîne'ye döner. Artık bundan sonra onlara hüsn-i niyetle davranmanın bir anlamı kalmamıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) hemen bir ültimatom göndererek, “Yapmak istediklerinizi öğrendim. Dolayısıyla on gün içinde Medîne'yi terk edin. Bundan sonra sizlerden orada kim ele geçerse öldürülecektir” diye Yahûdilere kararını bildirmiştir. Abdullah ibn Ubey'in kendilerine, “2.000 kişiyle ben size yardım ederim. Benû Kurayza ve Benû Gatafan da yardıma gelecekler. Hiç taviz vermeyin ve yerinizi terk etmeyin” şeklinde bir haber göndermesi üzerine, Hz. Peygamber'e (s.a), ne yaparsa yapsın Medîne'yi terk etmeyecekleri cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber de hicrî 4. yılın Rebiu'l-Evvel ayında onları kuşatma altına alır ve birkaç günlük (bazılarına göre 6 gün, 4
  • 5. bazılarına göre 15 gün) muhasaradan sonra, silahları dışında develerine yükleyebildiklerini yanlarına almak şartıyla Medîne'yi terk etmeye razı oldular. Böylece aralarında İslâm'ı seçip kalan iki kişi dışında, bu ikinci Yahûdi kabilesi de Medîne'yi terk etmiş, Şam ve Hayber'e doğru gitmişlerdir. İşte Haşr sûresi'nde, bu olay hakkında mütalaalar yapılmıştır.1 RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1 Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdılar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. 2 Allah, Kitap Ehli’nden Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz, onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı da Allah'ın azabı, onlara hesaba katmadıkları yerden geliverdi. Ve Allah, onların yüreklerine, evlerini kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü. Ey sağduyu sahipleri! Artık ibret alın! 3 Ve eğer Allah, onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, kesinlikle, onları dünyada azaplandırırdı. Âhirette de onlar için Ateş'in azabı vardır. 4 İşte dünyada sürgün, âhirette ateş cezası, onların Allah'a ve Elçisi'ne karşı çıkıp sırt dönmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah'a karşı çıkıp sırt dönerse, bilsin ki, şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması pek çetin olandır. 5 Hurma ağaçlarından herhangi bir şey kesmeniz veya onları kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle/ bilgisiyle ve O'nun, hak yoldan çıkan kimseleri rezil-rüsva etmesi içindir. 6 Ve Allah'ın, onlardan Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler]; siz, o gelirler için at oynatmadınız, deve de sürmediniz; hiç zahmet çekmediniz. Fakat Allah, elçilerini, dilediği kimselerin üzerine musallat eder. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. 7,8 Allah'ın, o kent halkından, Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet; gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın 1 Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân. 5
  • 6. koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır. 9 Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir. 10 Ve Peygamber dönemindeki inananlardan sonra gelen kimseler, “Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin oluşturma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayansın, engin merhamet sahibisin!” derler. 11 Kitap Ehlinden Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kardeşlerine: “Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye sonsuza dek itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz” demekte olan, münâfıklaşan kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Ve Allah, şâhitlik eder ki şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır. 12 Andolsun eğer onlar çıkarılırlarsa, onlarla beraber çıkmazlar. Yine andolsun eğer onlarla savaşılırsa, onlara yardım etmezler; andolsun eğer yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kendilerine yardım edilmez. 13 Kesinlikle siz, onların kalplerinde korku yönünden, Allah'tan daha çetinsiniz. Onların, Allah'tan çok sizden korkmaları, şüphesiz bunların iyi anlamayan bir toplum olmasındandır. 14-16 Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani insana “Küfret; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddet” deyip de küfredince; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedince de “Kesinlikle ben, senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen o şeytanın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar, aklını kullanmayan bir topluluktur. 17 Sonunda ikisinin de âkıbeti, ikisinin de, içinde sürekli kalanlar olarak Ateş'in içinde olmaktır. Ve işte bu, şirk koşarak, küfrederek yanlış, kendi zararlarına iş yapanların cezasıdır. 18,19 Ey inanmış olan kişiler! Allah'ın koruması altına girin; her kişi yarın için ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir. 6
  • 7. 20 Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir. 21 Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa indirseydik, Allah'a olan saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça olmuş görürdün. Ve Biz, bu örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz. 22 O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet edendir, engin merhamet sahibidir. 23 O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, bütün kâinatın hükümdârı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, her türlü kusurdan uzak; sapasağlam, güven veren, gözetici, koruyucu, doğrulayıcı ve güvenilir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren, büyüklük ve ululukta tek olan; her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır. 24 O, oluşturan, kusursuz yaratan, her şeye şekil ve sûret veren Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O'nu noksan sıfatlardan arındırırlar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. TAHLİL: 1 Göklerde ve yeryüzünde olan şeyler, Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdılar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. Sûre, evrendeki her varlığın Allah'ı tesbih ettiğini, Allah'ın yenilmez ve en iyi yasa koyan olduğunu bildiren bir âyetle başlamaktadır. Bu âyet, aslında insanlara akıllarını başlarına almaları, aksi hâlde Allah'ı yenemeyecekleri, bunu evrendeki her varlığa bakarak anlayabilecekleri gerçeğini ihtar etmektedir. Birçok kez ifade ettiğimiz gibi tesbih, “Allah'ı, Kendisine yakışmayan niteliklerden uzak tutmak, yüceltmek, O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu kavramak ve bunu dışa yansıtmak” demektir, ki bu en geniş çerçevede İsrâ sûresi'nde yer almıştı: 44 Tüm gökler/ uzay, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı noksan sıfatlardan arındırırlar. O'nun övgüsü ile birlikte noksan sıfatlardan arındırmayan hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmalarını iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, yumuşak davranandır, çok bağışlayandır. (İsrâ/44) 7
  • 8. Aynı mesaj, Haşr sûresi'nden başka birçok sûrenin [Hadîd, Saff, Cum‘a ve Teğâbün] başında da yer almıştır. 2 Allah, Kitap Ehli’nden Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz, onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı da Allah'ın azabı, onlara hesaba katmadıkları yerden geliverdi. Ve Allah, onların yüreklerine, evlerini kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü. Ey sağduyu sahipleri! Artık ibret alın! 3 Ve eğer Allah, onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, kesinlikle, onları dünyada azaplandırırdı. Âhirette de onlar için Ateş'in azabı vardır. 4 İşte dünyada sürgün, âhirette ateş cezası, onların Allah'a ve Elçisi'ne karşı çıkıp sırt dönmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah'a karşı çıkıp sırt dönerse, bilsin ki, şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması pek çetin olandır. 5 Hurma ağaçlarından herhangi bir şey kesmeniz veya onları kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle/ bilgisiyle ve O'nun, hak yoldan çıkan kimseleri rezil-rüsva etmesi içindir. Bu âyetlerde târihî olaylara değinilmekte, yaşanan olayların Allah'ın izni/ bilgisi çerçevesinde gerçekleştiği ve bundan ibret alınması gerektiği bildirilmektedir. Bu târihî olayın detayı sûrenin girişinde sunulmuştu. Burada o hâdiselerin özüne değinilmektedir. Şöyle ki: Çok zengin ve varlıklı olan Nadîroğulları, anlaşmaya ihanet edip, Mekke müşriklerinin destek ve birtakım vaatlerine kanarak Rasûlullah'ı ortadan kaldırma plânları yapıyorlardı. Bu plân ortaya çıkınca Rasûlullah, Medîne'yi on gün içinde terk etmeleri için onlara ültimatom gönderdi. Ültimatomda menkul mallarını alıp arazi ve bostanlarına vekil tayin etmelerini bildirdi. Münâfıkların elebaşısı olan Abdullah b. Ubey, onlara Medîne'den çıkmamaları ve kendilerine yardım edeceği yönünde telkinlerde bulundu. Buna kanan Nadîroğulları, Medîne'den çıkma emrine karşı gelerek savaş hazırlığına giriştiler. Rasûlullah da onları kuşattı. Münâfıklar onlara verdikleri sözü tutmadılar ve Yahûdiler daha ağır koşullarda Medîne'yi terk etmek zorunda kaldılar. Nadîroğulları'nı büyük bir korku sarmıştı. Silahlarını, ekinlerini, bostanlarını bırakıp sadece menkul mallarını götürebildiler. Ayak diretmeleri ve inatları sebebiyle, ilkine göre daha ağır koşullar altında Medîne'den sürüldüler. Âyette dikkat çeken nokta, sürgün olayını, Allah'ın Kendisine izafe etmesidir. Bu inceliğin anlaşılması için Enfâl/17-18 âyetlerine ve onlarla ilgili şu pasaja göz atılması gerekir: 17 Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Ve mü’minleri bundan güzel bir bela ile belâlandırmak/güzelce sınamak içindi. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. 18 İşte! Şüphesiz Allah, kâfirlerin; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin tuzağını zayıflatandır. 8
  • 9. (Enfâl/17-18) Bu âyetlerde, savaşın anlamı anlatılmaktadır: Savaşta insan kâtil olmaz. Kaynaklarda bu âyetin iniş sebebine ilişkin şu bilgiler verilmiştir: Rivâyete göre Rasûlullah'ın (s.a) ashâbı, Bedir'den geri döndüklerinde her biri kendisinin yaptıklarını söz konusu etmeye başlayarak, “Ben şu kadar kişi öldürdüm, şunu yaptım, bunu yaptım” demeye koyuldu. İşte onların bu ifadelerinden karşılıklı övünme ve benzeri hâller ortaya çıktı. Bunun üzerine, öldürenin de, her şeyi takdir edenin de Yüce Allah olduğunu, kulun ise, bu işe yalnızca kesbi ve kastı ile katıldığını bildirmek için bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme, aynı zamanda, “Kulların fiilleri kullar tarafından yaratılmaktadır” diyenlerin görüşlerini de reddetmektedir.2 Mücâhid şöyle demektedir: “Bedir günü'nde ashâb ihtilâf ederek, biri “Ben öldürdüm!”; diğeri, “Hayır, ben öldürdüm!” deyince, Allah bu âyeti inzâl buyurdu. Yani, “bu büyük bozgun ve kırma işi, bu hasar, sizin tarafınızdan olmadı. Bu, ancak Allah'ın yardımıyla gerçekleşti” demektir. Rivâyet olunduğuna göre, Kureyş ordusu gözükünce, Allah'ın Rasûlü, “İşte, Kureyş! Bütün kibri ve fahriyle, Senin Rasûlü'nü yalanlamaya geliyorlar. Allahım! Senden, bana vaat ettiğini istiyorum!” dedi. Bunun üzerine Cebrâîl gelerek, “Bir avuç toprak al ve onu onlara at!” dedi. İki ordu karşı karşıya gelince, Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ali'ye, “Bana, bu vâdinin çakıl taşlarından bir avuç ver!” dedi. (Taşı aldığında) Hz. Peygamber bunu Kureyşlilerin yüzüne atarak, “Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun!” dedi. Böylece, bütün müşrikler gözleriyle meşgul oldular, akabinde de bozguna uğradılar.3 Süddî der ki: Allah Rasûlü (s.a) Bedir günü Hz. Ali'ye (r.a), “Yerden bana çakıl ver” buyurdu. Hz. Ali, üzerinde toprak olan çakılları o'na verdi de Hz. Peygamber bunu müşriklerin yüzlerine attı. Gözlerine bu topraktan bir parça girmedik hiç bir müşrik kalmadı. Sonra mü’minler peşlerine düştüler, onları ya öldürdüler ya da esir ettiler. Allah Teâlâ, Siz öldürmediniz onları, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyetini indirdi. Ebû Ma‘şer Medenî'nin Muhammed ibn Kays ve Muhammed ibn Ka‘b el-Kurâzî'den rivâyetine göre; onlar şöyle demişlerdir: “Kavim birbirlerine yaklaştığında, Allah Rasûlü (s.a) bir avuç toprak alıp bunu kavmin [müşriklerin] yüzlerine attı ve, ‘Yüzleri çirkinleşsin’ buyurdu. Onların hepsinin gözlerine girdi ve Allah Rasûlü'nün (s.a) ashâbı ilerleyip onların kimini öldürdü, kimini de esir etti. Onların hezimete uğramaları, Allah Rasûlü'nün (s.a) onlara bu şekilde toprak atması sebebiyle olmuştur. Allah Teâlâ da, Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyetini indirdi.” Abdurrahmân ibn Zeyd ibn Eslem, Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyeti hakkında der ki: Bu, Bedir günü'dür. Allah Rasûlü (s.a) üç avuç (toprak, çakıl taşı) aldı ve bir avucunu müşriklerin sağ cenahına, bir avucunu sol cenahına, bir avucunu da ortalarına attı ve, “Yüzleri çirkinleşsin” buyurdu da hezimete uğradılar. Her ne kadar bu, Huneyn günü'nde vâki olmuşsa bile Urve ibn Zübeyr, Mücâhid, İkrime, Katâde ve imamlardan bir çoğundan rivâyete göre bu, Hz. Peygamber'in (s.a) Bedir günü (müşriklerin yüzlerine toprak) atması hakkında nâzil olmuştur.4 Âyetteki, Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı ifadesiyle ilgili klasik eserlerde birtakım yakıştırmalar mevcuttur: 1) Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, bu âyet-i kerîme Bedir günü nâzil olmuştur. Bununla kastedilen şudur: Hz. Peygamber (s.a) bir avuç toprak aldı ve onu müşriklerin yüzüne doğru serperek, “Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun” dedi. Bu toprak, istisnâsız olarak her bir müşriğin gözüne ve burnuna dolmuştu. Dolayısıyla bu, müşriklerin bozulmasına sebep oldu. İşte âyet-i kerîme, bu hususta nâzil olmuştur. 2) Bu âyet-i kerîme Hayber günü nâzil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a), Hayber kalesi'nin kapısının önünde, eline yayı alıp bir ok attı. Hz. Peygamber'in bu oku, hedefini buldu ve atı üzerinde duran (kâfir) İbn Ebi'l-Hakîk'i öldürdü. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. 3) Bu âyet, Uhud günü, Ubey b. Halef'in öldürülmesi hakkında nâzil olmuştur. Çünkü Ubey, Hz. Peygamber'e (s.a) çürümüş bir kemik getirerek, “Ey Muhammed! Şu çürüyüp un-ufak olmuş 2 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân. 3 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. 4 İbn Kesîr. 9
  • 10. kemiği kim diriltebilir?” demişti. Hz. Peygamber (s.a) de, “Allah diriltir! Nitekim seni de öldürecek, sonra seni yeniden diriltip cehennemine sokacaktır!” buyurdu. Ubey b. Halef, Bedir günü esir alındı. Fidye verip kurtulunca, Hz. Peygamber'e (s.a) “Bir atım var. Onu, bir gün onun üzerinde seni öldürebilmek için her gün biraz mısır ile besleyeceğim” dedi. Hz. Peygamber (s.a) de, “Hayır, inşallah ben seni öldüreceğim” dedi. Uhud günü, Ubey, işte o atı üzerinde koşuşturuyordu. Derken Hz. Peygamber'e (s.a) yakın bir yere geldi. Bazı Müslümanlar, onu öldürmek için önüne dikiliverdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Geri durun” dedi ve ona doğru kargısını atarak onun bir kaburgasını kırdı. Onu müşrikler atına yükleyip götürürlerken yolda öldü. İşte bu âyet bu hususta nâzil olmuştur.5 Aslında, Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı ifadesi, bir deyimdir. Nitekim Araplar, “Allah senin için atsın” ifadesini kullanırlar ve bununla “Allah sana yardımcı olsun, sana zafer versin, senin lehine olacak işleri yapsın” anlamını kastederler. Buradaki ifade de, “sana yardım eden, sana zafer veren Allah'tır” demektir.6 Bu âyet, Bedir'de zafer kazanan Rasûlullah ve mü’minlere bir ihtardır. Müslümanlar, bu zaferle şımarmamalıdırlar. Savaşı, birçok olağanüstü yardımlar yaratarak Allah kazanmıştır. Mü’minler, elde edilen başarıyı kendilerine mal etmemeli; onun Allah'ın lütfu olduğunu bilmelidirler. Allah, Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü buyurmak sûretiyle, öldürmeyi de Kendisine izafe ederek Müslüman askerlerin “kâtil” olarak isimlendirilemeyeceğine işaret etmiştir. Zira, kamu otoritesinin emir ve izniyle yapılan meşru savaşlarda adam öldürmek, öldüreni suçlu-katil yapmaz.7 5. âyetteki, bu kuşatma esnasında Nadîroğulları'nın bahçelerindeki hurma ağaçlarının kesilmesi, insanlar arasında öteden beri tartışma konusu edilmiştir. Bu konu hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür: Eğer, kesilme ile ilgili olarak, “Niçin özellikle hurma ağacı zikredilmiştir?” denilirse, biz deriz ki: Eğer onların, orta halli-normal hurma ağaçları var idiyse, Müslümanlar iyi cins ve bernî [has] hurma ağaçlarını kendilerine bırakmak için böyle yapmışlardır. Eğer kesilenler, son derece değerli cins hurma ağacı idiyse, bu, Yahûdileri daha çok kızdırmak ve üzmek için olmuştur. Rivâyet olunduğuna göre, iki Müslümandan birisi o ağaçlardan iyi cins hurma ağaçlarını, diğeri ise orta hâlli hurma ağaçlarını kesiyordu. Hz. Peygamber (s.a) onlara bunun sebebini sorunca, birisi, “O iyi cins hurma ağacını Allah'ın Rasûlü'ne bıraktım” dedi. Öteki de, “İyi cins hurma ağaçlarını, o kâfir Yahûdileri iyice öfkelendirmek için kesiyorum” dedi.8 Bu buyruğun iniş sebebine gelince; Nadîroğulları Uhud günü Kureyş'in yardımı ile antlaşmayı bozmaları üzerine Peygamber (s.a), Nadîroğulları'nın el-Buveyre diye bilinen hisarlarının önünde konakladı. Onların hurma ağaçlarının kesilip yakılmasını emretti. Bunun sebebi ya bu yolla onları zayıflatmaktı, yahut da bu hurma ağaçlarını kesmek sûretiyle yerin genişlemesini sağlamaktı. Bu Yahûdilere ağır geldi. O bakımdan Kitab Ehli ve Yahûdi olan Nadîrliler şöyle dedi: “Ey Muhammed! Sen ıslahı isteyen bir peygamber olduğunu ileri sürmüyor musun? Peki, hurma ağaçlarını kesip ağaçları yakmak ıslahın bir gereği midir? Allah'ın sana indirdiği buyruklar arasında yeryüzünde fesat çıkarmanın mübah olduğunu mu görüyorsun yoksa?” Bu Peygamber'e (s.a) ağır geldi, mü’minler de içten içe bundan rahatsız oldular. Hatta aralarında anlaşmazlıklar çıktı. Kimileri, “Allah'ın bize ganimet olarak verdiği şeyleri kesmeyin” derken, kimileri de, “Onları bu yolla daha da öfkelendirelim diye kesin” dedi. 5 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. 6 Kurtubî, Ebû Ubeyde, Mecâzu'l-Kur'ân'dan naklen. 7 Tebyînu'l-Kur’ân; c. ??????. 8 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. 10
  • 11. Bunun üzerine âyet-i kerîme, ağacın kesilmesini yasaklayanları doğrulamak ve kesenlerin de günah kazanmadıklarını belirtmek üzere indi ve böylece ağacın kesilmesinin de, kesilmemesinin de Allah'ın izni ile olduğunu haber verdi.9 Bize göre ise ağaçların kesiliş nedeni, âyetten de açıkça anlaşıldığına göre mü’minlerin ganimet peşinde olmayıp, sulh ve sükun peşinde olduklarını göstermek, işin ciddiyetini bildirmektir. Mü’minler, Allah rızasının dışında bir şey peşinde olsalardı, ilk koruyacakları ve sahiplenecekleri ganimet o hurma ağaçları olacaktı. Bu manzarayı gören Nadîroğulları meseleyi anlamış, daha fazla belâ çıkarmadan Medîne'den çıkıp gitmişlerdir. Âyette sürgün toplantısı, “toplantının ilki” diye nitelenmiştir. Bu ifade birkaç şekilde anlaşılabilir: • Birinci toplanma bu sürgün toplanması; ikincisi de âhiretteki hesap için toplanmadır. • Sürgün için toplanma birinci toplanma; daha sonra halife Ömer döneminde bulundukları Hayber'den de Necid ve Ezriât'e sürgün edilmeleri de ikinci toplanma olabilir. Buma göre Kur’ân, gelecekten haber vermiş ve bu haber aynıyla gerçekleşmiştir. Bu da Allah'ın bir mucizesidir. 6 Ve Allah'ın, onlardan Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler]; siz, o gelirler için at oynatmadınız, deve de sürmediniz; hiç zahmet çekmediniz. Fakat Allah, elçilerini, dilediği kimselerin üzerine musallat eder. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. 7,8 Allah'ın, o kent halkından, Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet; gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır. 9 Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir. 10 Ve Peygamber dönemindeki inananlardan sonra gelen kimseler, “Rabbimiz! Bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin oluşturma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayansın, engin merhamet sahibisin!” derler. 9 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. 11
  • 12. Bu âyetlerde, yurtlarından çıkarılan düşmanların bıraktığı malların ne olacağı konusu açıklığa kavuşturulmaktadır. Âyetlerin söz akışından ve âyetlerin sebeb-i nüzûlüne dair olan nakillerden anlaşıldığına göre bu husus, Müslümanlar arasında sorun olmuştur. Zira ilk defa bir düşman yurdu Müslümanların eline geçmişti ve bu şartlarda hangi hükümlerin uygulanacağı henüz bildirilmemişti. O nedenle de bu âyetler inmiş ve şu hüküm verilmiştir: Fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Şunu da belirtelim ki: Fey ile enfâl [ganimetler] faklı şeylerdir. Zira enfâl'in bir bölümü gaziler arasında taksim ediliyordu: 41 Yine, biliniz ki eğer siz Allah'a, hak ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği Bedir günü, kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, herhangi bir şeyden ganimet olarak elinize geçirttiğimiz şeyler; artık onların beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar; yurtlarından çıkarılan fakirler, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir. (Enfâl/41) Bu konuyla ilgili detay için Enfâl sûresi'ne bakılabilir.10 Bu âyetlerde dikkat çeken bir nokta da şudur: Feylerin, kamu maliyesine ait olmasına gerekçe olarak, toplumda zenginlerin güç oluşturmaması, kartellerin ve tröstlerin yaratılmaması gösterilmiştir. İşte bu gerekçe ile kuşatmaya katılan savaşçılara, Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır denilerek, bu uygulamanın insanlık için yararlı olduğu bildirilmiştir. Bazıları, fey ile ilgili âyeti paragraftan ayrı ele alarak Peygamber'e teşri yetkisi vermişlerdir, ki bu, dinin yozlaştırılması demektir. Hâlbuki âyet fey'in taksimatına yönelik olup, “Rasûlullah fey konusunda ne yaparsa ona saygılı olun, verdiğini alın, vermediğini istemeyin” demektir. Kamu gelirlerinin nasıl ve kimlere harcanacağı da Tevbe sûresi'nde açıklanmıştır: 60 Kesinlikle, Allah tarafından bir taksim/zorunlu görev olarak sadakalar/ kamunun gelirleri ancak fakirler, miskinler/ yoksullar, işsizler, o iş üzerine çalışan görevliler/ kamu görevlileri, kalpleri İslâm'a ısındırılacaklar, özgürlüğü olmayan köleler, ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda kalmışlar içindir. Allah, her şeyi en iyi bilendir ve en iyi yasa koyandır. (Tevbe/60) Bu paragrafta Muhâcirler, göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir– diye; Ensâr da, Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir diye övülmüştür. Ardından da, onlardan sonra geleceklerin, Rabbimiz, bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin kılma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, raûf'sun, rahîm'sin! demesi istenmiştir. O günün yiğitleri Tevbe sûresi'nde de övülmektedir: 10 Tebyînu'l-Kur’ân; c. ????? 12
  • 13. 100 Muhacir ve Ensar'dan ilk önce öne geçenler ve iyileştirme-güzelleştirme ile onları izleyen kimseler; Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular. Ve Allah onlara, içlerinde temelli kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. (Tevbe/100) 11 Kitap Ehlinden Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmayan kardeşlerine: “Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye sonsuza dek itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz” demekte olan, münâfıklaşan kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Ve Allah, şâhitlik eder ki şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır. 12 Andolsun eğer onlar çıkarılırlarsa, onlarla beraber çıkmazlar. Yine andolsun eğer onlarla savaşılırsa, onlara yardım etmezler; andolsun eğer yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kendilerine yardım edilmez. 13 Kesinlikle siz, onların kalplerinde korku yönünden, Allah'tan daha çetinsiniz. Onların, Allah'tan çok sizden korkmaları, şüphesiz bunların iyi anlamayan bir toplum olmasındandır. 14-16 Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani insana “Küfret; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddet” deyip de küfredince; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedince de “Kesinlikle ben, senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen o şeytanın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar, aklını kullanmayan bir topluluktur. 17 Sonunda ikisinin de âkıbeti, ikisinin de, içinde sürekli kalanlar olarak Ateş'in içinde olmaktır. Ve işte bu, şirk koşarak, küfrederek yanlış, kendi zararlarına iş yapanların cezasıdır. Bu âyet grubunda Yahûdi Nadîroğulları'na destek sözü verip de onları yalnız bırakan münâfıkların karakteristik özellikleri nakledilmekte, sonra da Bedir'e ait bir olay hatırlatılmaktadır. Münâfıklar din kardeşlerine, Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye ebediyen itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz diye yalan söylemişlerdir. Eğer onlar, çıkarılırsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Eğer onlarla savaşılırsa onlara yardım etmezler; yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Çünkü onlar, kavrayışlarının zayıflığı sebebiyle Allah'tan çok mü’minleri güçlü görürler. Onlar, toplu olarak Müslümanlarla savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek 13
  • 14. çetindir. Onlar birlik içinde gözükse de, aklını kullanmayan bir toplum olduklarından, onların kalpleri, tıpkı, insana “küfret” deyip de o küfredince de, “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen şeytânın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Nihâyet ikisinin de âkıbeti, ateş'te sürekli kalmaktır. İşte bu, zâlimlerin cezasıdır. Paragraftaki, İnsana “küfret” deyip de o küfredince [inkâra sapınca] de, “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen şeytân örneği hakkında da birtakım gülünç senaryolar üretilmiştir. Gerçeği açıklamadan önce kaynaklarda zikredilen söylentileri dikkatlere sunuyoruz: Peygamber'den (s.a) rivâyet edildiğine göre şeytânın kendisine, “Küfret!” dediği insan, dua etmek üzere yanına saralı bir kadın bırakılan bir râhip idi. Şeytânın teşvikiyle o kadın ile ilişki kurdu, kadın da hamile kaldı. Daha sonra rezil olmak korkusu ile o kadını öldürdü. Şeytân kadının yakınlarına onun bulunduğu yeri gösterdi. Manastırına gelerek râhipten manastırdan inmesini istediler. Şeytân ona, kendisine secde edecek olursa, onu onların ellerinden kurtaracağı vaadinde bulundu. Râhip ona secde edince de ondan uzak olduğunu belirterek rahibi kadının yakınlarıyla başbaşa bıraktı. Bunu Kadı İsmâîl ile Ali b. el-Medinî, Süfyân b. Uyeyne'den rivâyet etmişlerdir. Süfyân, Amr b. Dinar'dan, o Urve b. Âmir'den, o Ubeyd b. Rifâa ez-Zürakî'den, o da Peygamber'den (s.a) rivâyet etmiştir. Bu râhibe dair haberi İbn Abbâs ve Vehb b. Münebbih uzunca zikretmişlerdir. Her ikisinin lafızları arasında farklılık vardır. İbn Abbâs yüce Allah'ın, ..şeytânın... durumu gibidir buyruğu hakkında dedi ki: Fetret döneminde Bersîsa diye anılan manastırında 70 yıl boyunca ibâdet etmiş ve bu zaman zarfında bir göz açıp kırpacak kadar bir süre dahi Allah'a isyan etmemiş bir râhip vardı. Bu râhip İblisi gerçekten bitkin düşürmüştü. İblis şeytânların azgınlarını toplayarak dedi ki: “Aranızda, benim yerime Bersîsa'nın hakkından gelecek bir kimse yok mu?” Peygamberlerle uğraşmakla görevli olan Ebyad adındaki şeytân –ki vahiy veriyormuş gibi vesvese vermek maksadıyla Peygamber (s.a) efendimize Cebrâîl sûretinde görünen budur, bunun üzerine Cebrâîl gelmiş, ikisinin arasına girdikten sonra eliyle Ebyad'ı itmiş ve Hind'in en uzak yerine düşmüştür, İşte yüce Allah'ın, Büyük bir güç sahibidir, Arş'ın sahibinin nezdinde yüksek bir mevkii vardır (Tekvîr/20) buyruğu bunu anlatmaktadır– dedi ki: “Senin adına onun hakkından ben gelirim.” Bunun üzerine Ebyad râhiplerin kılığına büründü. Başının ortasını da traş etti ve Bersîsa'nın manastırına gitti. Ona seslendi, fakat râhip ona cevap vermedi. Çünkü ancak on günde bir namazından başka bir yere dönerdi ve on günde bir orucunu açardı. Kesintisiz olarak on, yirmi hatta daha fazla süre oruç tutardı. Ebyad, Bersîsa'nın kendisine cevap vermediğini görünce, o da manastırın dip taraflarında ibâdete yöneldi. Bersîsa namazını bitirdikten sonra Ebyad'ın râhiplere yakışır çok güzel bir şekilde namaz kılmakta olduğunu gördü. Bundan dolayı ona cevap vermediğine pişman oldu. “Ne istiyorsun?” deyince, Ebyad; “Seninle birlikte olmayı, senin edebinle edeplenip senin amelini örnek almayı ve birlikte ibâdet etmeyi istiyorum” dedi. Râhip, “Seninle uğraşacak vaktim yok” deyip yine namazına döndü. Ebyad da namaza koyuldu. Bersîsa, Ebyad'ın çok gayretle ibâdet ettiğini görünce, ona, “İhtiyacın ne?” diye sordu. Ebyad, “İzin ver de yanına çıkayım” dedi. Ona izin verdi ve Ebyad bir sene onunla birlikte kaldı. Kırk günde sadece bir gün oruç yiyordu. Namazından başka bir yere kırk günde bir dönüyordu, Bazan seksen gün kadar sürdüğü de oluyordu. Bersîsa onun bu gayretini görünce, kendisinin yaptığını küçümsemeye başladı. Sonra Ebyad ona şöyle dedi: “Benim Allah'ın kendileri vasıtasıyla hastayı, müptelayı ve deliyi şifaya kavuşturduğu birtakım dualarım vardır” deyip, bu duaları ona öğretti. Ebyad, İblisin yanına varınca, “Allah'a yemin ederim, o adamı helâk ettim” dedi. Sonra bir adama musallat olup, boğazını sıkmaya koyuldu. Daha sonra onun akrabalarına –insan sûretinde görünerek– dedi ki: “Sizin bu adamınız delirmiş, onu tedavi edeyim mi?” Onlar, “Evet” dediler. Bu sefer, “Onu etkileyen kadın cinne gücüm yetmiyor, fakat siz bunu alın Bersîsa'ya götürün, o Allah'ın ism-i a‘zamını bilir. Allah'tan bu adı anılarak bir şeyler istenirse verir, o adı anılarak O'na dua edilirse duayı kabul eder” dedi. O adamı alıp Bersîsa'ya götürdüler, o da bu duaları okudu, şeytân onu bırakıp gitti. İBN ABBÂS'IN RİVÂYETİ Ebyad insanlara bu işleri yapıp duruyor, sonra onlara Bersîsa'ya gitmelerini söylüyor, giden hastalar da iyileşiyorlardı. Üç erkek kardeşi olan kralların kızlarından birisine gitti. Babaları bir kraldı. Bu kral ölmüş, kardeşini yerine tayin etmişti. Bu kızın amcası İsrâîloğulları arasında bir 14
  • 15. hükümdardı. Ebyad bu kıza işkence etmeye ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Daha sonra yakınlarına kızı tedavi etmek isteyen bir doktor sûretinde gelip, “Onun bu şeytânı çok azgındır, ona güç yetirilemez. Fakat siz bu kızı alıp Bersîsa'ya götürün, onun yanında bırakın. Şeytânı geleceği vakit onun için dua edecek ve iyileşecek” dedi. Yakınları, “Bersîsa bizim bu isteğimizi kabul etmeyecektir” dediler. Şeytân onlara şöyle dedi: “Onun manastırının yanında siz de bir manastır inşa edin, sonra kızı oraya bırakıp ‘Bu kız senin yanında bir emanettir, mükâfatını Allah'tan bekleyerek onu tedavi et’ deyin.” Bersîsa'dan kızı yanında tutmasını istediler, kabul etmeyince bir manastır inşa ederek kızı oraya bıraktılar. Bersîsa namazını bırakıp da kızı ve kızın güzelliğini görünce çok etkilendi. Şeytân kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Namazını bırakıp, kıza dua etti, şeytân onu bırakıp gitti. Daha sonra yine namazına yöneldi. Şeytân tekrar kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya başladı. Bu arada Bersîsa görecek şekilde üstünün başının açılmasını da sağlıyordu. Sonra şeytân ona gelerek, “Ne oluyor sana?” dedi, “Sen onunla yat, onun benzerini bulamazsın, sonra da tevbe edersin.” Şeytân bu telkinlerini sürdürüp durdu. Sonunda râhip Bersîsa kız ile birlikte oldu, kız da hamile kaldı ve hamileliği görülmeye başladı. Bu sefer şeytân ona şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana, sen rezil oldun. Onu öldür de öyle tevbe et ve rezil olma! Şâyet sana gelip kızlarının nerede olduğunu soracak olurlarsa, ‘Onun şeytânı geldi, onu alıp götürdü’ dersin.” Bunun üzerine Bersîsa kızı öldürdü ve geceleyin onu gömdü. Şeytân elbisesinin bir ucunu yakalayarak toprağın dışında kalmasını sağladı. Bersîsa namazına geri döndü. Daha sonra şeytân kızın kardeşlerinin rüyasına girip, “Bersîsa kız kardeşinize şunları şunları yaptı ve onu öldürdükten sonra şu şu tepede gömdü” dedi. Kardeşleri böyle bir şeyin olamayacağını kabul etmekle birlikte Bersîsa'ya, “Kız kardeşimize ne yaptın?” dediler. O, “Şeytânı onu alıp gitti” dedi. Onlar da râhibi tasdik ettiler ve çekip gittiler. Daha sonra yine şeytân rüyalarına girerek, “Kız kardeşiniz şöyle şöyle bir yerde gömülüdür. Onun elbisesinin bir ucu da toprağın dışındadır” dedi. Denilen yere gidip kız kardeşlerini buldular. Râhibin manastırını yıktılar, onu oradan indirip boğazına ip dolayarak krala götürdüler. Kralın önünde yaptıklarını itiraf etti, kral da öldürülmesini emretti. Asılacağı vakit şeytân, “Beni tanıyor musun?” dedi. O, “Allah'a yemin ederim ki hayır” deyince, “Sana o duaları öğreten arkadaşın benim” dedi, “İsrâîloğulları arasında en çok ibâdet eden kişi sen iken Allah'tan korkmadın mı, utanmadın mı? Hem kendini rezil edecek şekilde bu yaptığın işler sana yetmedi mi? Bu yaptıklarını da ikrar ettin ve senin gibi insanları da rezil ettin. Şâyet sen bu hâlinle ölecek olursan, senden sonra senin benzerlerinden hiçbir kimse asla iflah olmayacaktır.” Bersîsa, “Peki ne yapayım?” deyince, şeytân, “Bir tek hususta bana itaat et, ben de seni onlardan kurtarayım, onların seni görmemelerini sağlayayım” dedi. “İtaat etmemi istediğin husus nedir?” deyince, şeytân, “Bana sadece bir defa secde edeceksin” dedi. Bersîsa, “Peki” deyip, ona secde etti. Şeytân, “Ey Bersîsa!” dedi, “İşte senden istediğim buydu ve nihâyet sen Rabbine kâfir oldun, O'nu inkâr ettin. Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım” dedi.11 VEHB B. MÜNEBBİH'İN BU HUSUSTAKİ RİVÂYETİ Vehb b. Münebbih de dedi ki: İsrâîloğulları arasında âbid birisi vardı. Çağının en çok ibâdet edenlerindendi. Onun döneminde bir kız kardeşleri bulunan üç kardeş vardı. Bu kız kardeşleri bakire olup ondan başka da kız kardeşleri yoktu. Her üçünün de savaşa gitmeleri gerekti. Kız kardeşlerine kimin göz-kulak olacağını bilemedikleri gibi, güvenip de kimin yanına bırakacaklarını, kime emanet edeceklerini de bilemediler. Nihâyet kız kardeşlerini İsrâîloğulları'ndan o âbid kişinin yanına bırakmak üzere görüş birliğine vardılar. Ona içten içe güven duyuyorlardı. O âbide gidip kız kardeşlerini yanında bırakmak istediklerini söylediler, bunu kabul etmesini istediler. Âbid bunu kabul etmeyerek, onlardan ve kız kardeşlerinden Allah'a sığındı. Onlar isteklerini kabul edinceye kadar ona ısrar edip durdular. Nihâyet şöyle dedi: “Onu benim manastırımın karşısındaki bir eve yerleştirin.” Onlar da öyle yapıp gittiler. Kız bir süre o âbidin komşusu olarak kaldı. Âbid kız için manastırın kapısına yemek bırakıyor, sonra kapısını kilitleyip manastırına çıkıyordu. Arkasından da kıza, evinden çıkıp kendisi için bıraktığı yemeği almasını söylüyordu. Şeytân yumuşak bir şekilde onu hayır işlemeye teşvik edip durdu. Kızın gündüz evinden çıkmasının büyük bir iş olduğunu ona telkin ediyor ve birilerinin onu görüp de ona bağlanma ihtimalini hatırlatarak onu korkutuyordu. Bu şekilde bir süre devam etti. Daha sonra İblis ona gelerek hayır ve mükâfat şevkini arttırmaya çalıştı ve ona şöyle dedi: “Bu kıza verdiğin yemeği kendin götürüp onun evine bırakacak olursan, elbette ki bu senin alacağın ecir ve mükâfatı daha bir arttıracaktır.” Bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet âbid, yemeği kızın evine kadar bırakmaya başladı. Bu şekilde de bir süre devam etti. Sonra yine İblis ona geldi, onu hayra teşvik etti ve hayır işleme arzusunu harekete geçirerek dedi ki: “Sen onunla konuşsan, onunla sohbet etsen de o da senin sohbetinle sıkıntısını giderse. Çünkü o yalnızlıktan çok 11 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. 15
  • 16. sıkılmış bulunuyor.” İblis bu husustaki telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet manastırının üst tarafından ona bakıp bir süre onunla konuşmaya başladı. Bundan sonra iblis yine ona gelerek dedi ki: “Bu kızın yanına insen de manastırının kapısında oturup onunla konuşsan, o da kendi evinin kapısında oturup seninle konuşsa, bu onun yalnızlığını giderme hususunda daha iyi olur.” Bu husustaki telkinlerini sürdürdü, nihâyet âbidin manastırından inmesini, manastırının kapısında oturup o kızla konuşmasını, kızın da evinden çıkmasını sağladı. Bu şekilde bir süre konuşmaya devam ettiler. Daha sonra İblis ona gelerek, yaptığı bu davranışı dolayısıyla hayır ve mükâfât alacağı arzusunu uyandırdı, teşviklerde bulunup dedi ki: “Manastırının kapısından çıkıp da, evinin kapısına yakın bir yerde otursan, bu onun için daha bir teselli edici olur.” Bunu da yaptırıncaya kadar bu telkinlerini sürdürdü. Nihâyet bir süre de böylece devam etti. Arkasından yine İblis gelerek onu hayır işlemeye ve kıza karşı yaptığı bu tutumu dolayısıyla elde ettiği güzel sevapları telkine koyuldu ve ona şöyle dedi: “Evinin kapısına yaklaşıp sen onunla –o da evinden çıkmaksızın– konuşsan dedi. Âbid bunu da yaptı. Manastırından iniyor, kızın evinin kapısında oturup onunla konuşuyordu. Bu şekilde bir süre devam ettikten sonra yine İblis ona gelerek şöyle dedi: “Onunla birlikte eve girsen, onunla konuşsan, Böylece de kimseye yüzünü göstermesine imkân tanımasan senin için daha güzel olur.” Bu telkinlerini de sürdürdü ve nihâyet eve de girdi. Bütün gün boyunca kızla konuşmaya başladı, akşam oldu mu manastırına çıkıp gidiyordu. Bundan sonra yine İblis ona geldi. Kızı ona güzel gösterip durdu, nihâyet âbid eliyle baldırına vurdu, onu öptü. İblis kızı gözünde güzel göstermeye ve davranışını ona hoş göstermeye devam edip durdu. Sonunda kız ile birlikte oldu ve kız hamile kaldı, ondan bir çocuğu doğdu. İblis ona gelerek, “Peki ya bu kızın kardeşleri gelip senden bir çocuğunun olduğunu görürlerse, sen ne yapacaksın? Senin rezil olmayacağından yahut da onların seni rezil etmeyeceklerinden emin değilim. Git, onun oğlunu tut, kes ve göm. Şüphesiz ki kız kardeşlerinin kendisine yaptığını öğrenecekler korkusuyla senin bu yaptığını gizleyecektir” dedi. Âbid bunu da yaptı. Bu sefer ona şöyle dedi: “Sen onun oğlunu öldürmüşken, ona yaptıklarını kardeşlerinden gizleyeceğini mi zannediyorsun? İyisi mi onun da boğazını kes ve oğluyla beraber onu da göm.” İblis bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet o kızın da boğazını kesti ve oğluyla birlikte onu da çukura gömdü. Üzerine çok büyük bir kaya örttü ve dümdüz bir şekilde de toprakla kapattı. Manastırına çıkıp orada yine kendisini ibâdete verdi. Bu hâliyle Allah'ın dilediği kadar bir süre kaldı. Nihâyet kızın kardeşleri savaştan geri döndü. Adamın yanına gelerek, kız kardeşlerini sordular. Vefat haberini onlara bildirdi ve kıza Allah'tan rahmetler diledi, ağlayıp, “O çok iyi bir kızdı. İşte bu da onun kabri, onu görün,” dedi. Kardeşleri kabrine giderek, kabri başında ağladılar. Allah'tan ona rahmetler dilediler. Günlerce kabri başında durduktan sonra, yakınlarına geri döndüler. Geceleyin yataklarına çekilip uyuduklarında şeytân rüyalarında onlara bir yolcu sûretinde göründü. En büyüklerine kız kardeşlerinin durumunu sordu. O da ona; âbidin sözlerini, kız kardeşlerinin ölmüş olduğunu ve âbidin ona rahmetler okuduğunu, kız kardeşlerinin mezarını kendilerine nasıl gösterdiğini bildirdi. Şeytân bunların yalan olduğunu söyleyerek, “Âbid kız kardeşiniz ile ilgili size doğruyu söylemedi. O kız kardeşinizi gebe bıraktı, ondan bir oğlu oldu. Boğazını kesti, daha sonra da sizden korkarak kız kardeşinizin de boğazını kesti. Ondan sonra kız kardeşinizi girişin sağındaki kapının arkasına kazdığı bir çukura gömdü. Haydi gidip eve girin, girişin sağındaki tarafı bakın. Şüphesiz kız kardeşinizi ve oğlunu size söylediğim şekilde orada göreceksiniz.” Sonra da ortancasının rüyasına girdi, ona da aynı şeyleri söyledi. Sonra küçüklerine gitti, ona da aynı şeyleri söyledi. Kardeşler gördükleri rüya sebebiyle hayret içerisinde uyandılar. Birbirlerine, “Ben şaşılacak bir rüya gördüm” deyip, neler gördüklerini söylediler. En büyükleri, “Bu karmakarışık, doğruyla ilgisi olmayan bir rüyadır. Bunu bırakın da işimize bakalım” dedi. En küçükleri, “Ben o yere gidip oraya bakmadan işime gitmeyeceğim” dedi. Nihâyet hep birlikte gittiler. Kız kardeşlerinin kaldığı eve girdiler, kapıyı açtılar. Rüyalarında kendilerine belirtilen yeri tesbit ettiler. Kız kardeşleri ile oğlunun, kendilerine söylendiği şekilde boğazlarının kesilmiş olduğunu gördüler. Âbide durumu sordular, o da İblisin etkisi ile onlara yaptığı bu işin doğru olduğunu söyledi. Kardeşler bunun üzerine o âbidi hükümdarlarına davet ettiler. Âbid manastırından indirilip asılmak üzere getirildi. Onu asacakları ağaca getirdiklerinde, şeytân ona gelip şöyle dedi: “O kadın hakkında seni fitneye düşürüp sonunda seni o kadını gebe bırakacak noktaya getiren, onun ve oğlunun boğazını kesmeni telkin edenin ben olduğumu biliyorsun. Bugün bana itaat edecek ve seni yaratan Allah'ı inkâr edecek olursan, seni içinde bulunduğun bu hâlden kurtarırım.” Nihâyet âbid Allah'ı inkâr edip, kâfir oldu. Kâfir olunca da şeytân onu ve ona musallat olanları başbaşa bıraktı, onlar da onu astılar. İşte şu, Onların duumu şeytânın insana, “Küfret” dediği zamanki durumu gibidir. Küfredince, 16
  • 17. “Muhakkak ki ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım... Zulmedenlerin cezası budur âyeti onun hakkında nâzil olmuştur.12 Şimdi de işin gerçeğini görelim: Burada zikredilen şeytân, Enfâl/48'de zikredilen şeytândır. O nedenle Enfâl/48'i ve onunla ilgili açıklamalarımızı burada da sunuyoruz: 48,49 Hani o münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan; zihniyeti bozuk kimseler, “Şu adamları dinleri aldattı” dedikleri sırada, o kötü niyetli komutan, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti. Sonra da, ne zaman ki iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve: “Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben, Allah'tan korkmaktayım” dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/ cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve her kim Allah'a işin sonucunu havale ederse bilsin ki şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (Enfâl/48-49) Mekke ve Medîne'de aynı anda gerçekleşen iki sahnenin yer aldığı bu âyetlerde de Allah'ın, Elçisi'ne yaptığı yardıma işaret edilmektedir: MEKKE'DEKİ SAHNE Şeytân, müşriklere amellerini çekici gösterip, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” diyerek onları savaşa kışkırtıp moral veriyor. MEDÎNE'DEKİ SAHNE Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, “Şu adamları dinleri aldattı” diyerek mü’minleri savaştan caydırmaya, onların morallerini bozmaya çalışıyorlar. SONUÇ Sonra da, iki ordu karşılaşınca şeytân, Müslümanların muzaffer olacağını anlıyor ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum” diyerek Mekke'ye dönüyor. Bu âyette zikri geçen şeytân hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür: Rivâyete göre şeytân o gün onlara, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b. Cu‘şum sûretinde görünmüştü. Kureyşliler, Bekroğulları'nın arka taraflarından gelip kendilerine saldıracağından korkuyorlardı; çünkü, Bekroğulları'ndan birini öldürmüşlerdi. Şeytân onlara görününce, “Bugün insanlardan sizi yenebilecek yoktur” dedi. ed-Dahhâk der ki: “Bedir günü İblis onlara, sancağı ve askerleriyle geldi. Kalplerine asla yenilmeyecekleri ve atalarının dini üzere çarpıştıkları telkinlerini verdi.” İbn Abbâs'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed'e (s.a) ve mü’minlere yardımcı olarak 1.000 melek göndermişti. Cebrâîl (a.s) 500 melekle bir kanatta, Mîkâîl de 500 melekle öbür kanatta idi. İblis de Mudlicoğulları'ndan birtakım kimseler sûretinde, beraberinde sancak bulunduğu hâlde şeytânlardan bir ordu ile geldi. Şeytân, Surâka b. Mâlik b. Cu‘şum sûretinde idi. Müşriklere, “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur” demişti.13 12 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. 13 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân. 17
  • 18. İBLİS'İN İNSAN KILIĞINA GİRMESİ Şeytân insan kılığına girer ve vesvese [telkin] verir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Müşrikler Bedir'e gitmeye niyet ettiklerinde, Bekr b. Kinâneoğulları kabilesinden endişe ettiler. Çünkü kendileri, onlardan birini öldürmüşlerdi. Dolayısıyla, bu kabilenin kendilerini arkadan vurmasından korktular. Bundan dolayı İblis, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b. Cu‘şum kılığına girdi. Surâka, şeytânlardan oluşan ordunun en ileri gelenlerinden olup, sancak onun elinde idi. O şöyle dedi: — Bugün insanlardan size galebe edecek yoktur. Ben de muhakkak ki sizin yardımcınızım. Kinâneoğulları'ndan size kötülük gelmeyeceğine dair size eman veriyorum. İblis, meleklerin indiğini görünce, ökçeleri üzere gerisin geri kaçmaya başladı. Rivâyete göre o anda, Hâris b. Hişâm'ın elini tutuyordu. Gerisin geri dönüp kaçmaya başlayınca Hâris dedi ki: — Bizi bu hâlde yapayalnız mı bırakıyorsun? İblis de şöyle karşılık verdi: — Ben, sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Sonra İblis Hâris'in göğsünden itip ondan ayrıldı; kâfirler de bozguna uğradılar.14 Buradaki şeytân, ne halk kültüründeki şeytândır, ne de Surâka'nın kılığına girmiştir. Bilakis burada şeytân ile, “Surâka” kastedilmiştir. Târih ve siyer kitaplarından Bedir savaşı'nın ayrıntıları incelendiğinde adı geçen kişinin, âyette belirtildiği gibi önce müşriklere cesaret ve destek verdiği, sonra da onları yüzüstü bıraktığı görülür. Bazı müfessirler, ilgili âyette geçen şeytân sözcüğü ile, “Surâka”nın kastedildiğini, ancak Bedir savaşı'ndaki Surâka'nın gerçek Surâka olmayıp Surâka kılığına girmiş şeytân olduğunu, dolayısıyla da Kur’ân'ın aslında Surâka kılığına girmiş olan “şeytân”a işaret ettiğini iddia etmişler; Surâka'nın savaşa gitmediği, hatta savaştan haberi bile olmadığı yolunda kendisinin yaptığı bir açıklamayı da iddialarına delil olarak göstermişlerdir. Ancak, iddiaları ve iddialarına gösterdikleri delil inandırıcı olmaktan uzaktır. Çünkü askerî bir otorite olan Surâka'nın, birkaç bin nüfuslu Mekke'de yaşadığı hâlde çalınan davul-zurnaları ve kadınlarca okunan tahrik edici şiirleri duymaması ve savaştan bihaber olması mantık dışıdır. Kur’ân'ın, şeytânî özellikleri olan insanları, “şeytân” olarak isimlendirdiğine dair bir diğer örnek de Bakara sûresi'nde bulunmaktadır: 14 Onlar, inanmış kimselere rastladıkları zaman da, “İnandık” dediler. Şeytanlarıyla; kötü niyetli elebaşlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, “Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edenleriz” dediler. (Bakara/14) Bakara-14'te zikredilen şeytânlar da, “münâfıkların [ikiyüzlülerin] akıl hocaları olan insanlar”dır. Yine, Âl-i İmrân/175'te geçen şeytân kelimesiyle de, Nuaym b. Mes‘ûd adlı bir müşriğin kastedildiği klâsik eserlerde belirtilmektedir. Daha evvel de ifade etmiştik ki Kur’ân'a göre şeytân; • Harâm yemeyi, hakksız kazanç elde etmeyi öneren/emreden, • Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilinmeyen şeyler söylemeyi telkin eden, • Fakirlikle korkutan, • Kuruntulara düşüren, • Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden, • Kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayan, • Vesvese verip kışkırtan, zihin bulandıran, • Amelleriyle insanları şımartan, 14 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. 18
  • 19. • İnsanları azdıran, • İçki-uyuşturucu ve kumarla insanların arasına düşmanlık ve kin sokmak isteyen, • Allah'ı anmaktan ve O'na kulluk etmekten geri bırakmak isteyen kişiler ve güçlerdir. Buna göre şeytân, yanı başımızda yaşayan, gördüğümüz, bildiğimiz birileri olabileceği gibi, göremediğimiz ama içimizde hissettiğimiz bir şey de olabilir. Zaten Allah da şeytânın, insanlar ve görünmez güçlerden [enerjiden] olduğunu bildirmektedir. 49. âyette Medîneli münâfıkların ve kalplerinde hastalık bulunan kimselerin, savaşa çıkan mü’minler için, Şu adamları dinleri aldattı dedikleri bildirilmektedir. Buradaki münâfıklar, Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı kimseler; kalplerinde hastalık bulunanlar ise Müslüman olmalarına rağmen imanları kökleşmemiş ve hicret etmemiş olan bir grup Kureyşlidir. Bunların bir kısmı, küçücük bir Müslüman birliğinin büyük ve güçlü Kureyş ordusu ile savaşmaya hazırlandıklarını gördüklerinde birbirlerine, “Dinlerine aşırı bağlılık bu insanları aptallaştırdı. Bunlar büyük bir felaketle karşılaşacaklar. Peygamberleri tarafından körleştirildikleri için göz göre göre ölüme gittiklerinin farkında değiller”; diğer bir kısmı da, “Bu Müslümanlar, ölümden sonra diriltilmeyi ve şehit olup cennetle ödüllendirilmeyi umarak ölümlerine koşuyorlar” diyorlardı. Surâka'nın fark ettiği gerçek de işte bu idi. Bu inançla savaşan orduyla baş edilemezdi. En iyisi kaçmaktı. Âyetteki, Ve her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir ifadesiyle, “işini Allah'a havale eden, O'na güvenip dayanan kimsenin koruyucusu ve yardımcısının Allah olduğu ve O'nun mağlup edilemeyeceği, en iyi ilkeleri O'nun koyduğu, O'na tevekkül edenin hüsrana uğramayacağı” mesajı verilmiştir.15 18,19 Ey inanmış olan kişiler! Allah'ın koruması altına girin; her kişi yarın için ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir. 20 Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir. Burada iman-küfür ve bunların yansımaları hakkında bilgiler verilmekte, ardından da mü’minlere, Ey inanmış olan kişiler! Allah'a takvâlı davranın; her kişi yarına ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir. Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir buyurularak uyarılar yapılmıştır. Mü’min ile kâfirin dünya ve âhirette eşit olmayacağı birçok yerde vurgulanmıştır: Secde/18, Sâd/28, Câsiye/21, Mü’min/58. 21 Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa indirseydik, Allah'a olan saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça olmuş görürdün. Ve Biz, bu örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz. 15 Tebyînu'l-Kur’ân; c. ????* 19
  • 20. Bu âyette dikkatler Kur’ân'a ve Kur’ân'ın büyüklüğüne çevrilmiştir: Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın haşyetinden onu huşû yapar [saygı duyar, baş eğmiş], parça parça olmuş görürdün. Denilmek istenen şudur: Dağın aklı olsa, o büyüklük ve sertliğine rağmen Kur’ân'ın büyüklüğü karşısında teslim olurdu; Allah'ın haşyetinden huşû duyardı [saygı duyar, baş eğerdi], parça parça olurdu. Burada kâfirlerin kalplerinin katılığına ve karakterlerinin sertlik ve kabalığına işaret edilmiştir. Benzeri bir örnek de İsrâîloğulları hakkında verilmişti: 74 Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpertisinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz, duyarsız değildir. (Bakara/74) 22 O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet edendir, engin merhamet sahibidir. 23 O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. O, bütün kâinatın hükümdârı, tertemiz, her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, her türlü kusurdan uzak; sapasağlam, güven veren, gözetici, koruyucu, doğrulayıcı ve güvenilir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren, büyüklük ve ululukta tek olan; her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır. 24 O, oluşturan, kusursuz yaratan, her şeye şekil ve sûret veren Allah'tır. En güzel isimler O'nun içindir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar O'nu noksan sıfatlardan arındırırlar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. Bu âyetler, Kur’ân'ın kaynağının yüceliğini göstermektedir. Kur’ân işte böyle bir Allah tarafından indirilmiştir. Onun nitelikleri şunlardır: • O, Kendisinden başka ilâh olmayandır. • Görülmeyeni ve görüleni bilendir. • Rahmân'dır [yarattığı bütün canlılara nimet verendir]. • Rahîm'dir [acıyıcıdır]. • Melik'tir [her şeyin hâkimi, bütün kâinatın hükümdarıdır]. •Kuddûs'tür [her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, temiz, kutsal, yüce ve saygın olandır]. • Selâm'dır [bütün ayıplardan arınmıştır, selâm sahibidir‚ yani her çeşit ayıptan selâmettedir‚ her türlü âfetten beridir]. • Mü’min'dir [güven verendir]. • Müheymin'dir [gözetici ve koruyucu olandır, doğrulayıcı ve güvenilirdir]. 20
  • 21. • Azîz'dir [üstündür, kuvvetlidir, güçlüdür, şereflidir, mağlûp edilmesi mümkün olmayandır, gâlip olandır]. • Cebbâr'dır [dilediğini zorla yaptırandır, ulaşılmaz olandır, azametlidir, ihtiyaçları giderendir, işleri düzeltendir, derman verendir]. • Mütekebbir'dir [büyüklük ve ululukta tek olandır, her şeyde ve her hâdisede büyüklüğünü gösterendir]. • Sübhân'dır [her türlü noksanlıklardan uzaktır]. • Hâlık'tır [yaratıcıdır]. • Bârî'dir [yaratandır, kusursuzca var edendir]. • Musavvir'dir [tasvir edendir, her şeye şekil ve sûret verendir]. Bu âyetlerde, başka âyetlerde tek tek zikredilen Allah'ın isimlerinin birçoğu, toplu olarak yer almıştır. Allah'ın isimlerinden bazıları da Bakara ile İhlâs sûresi'nde de topluca yer almıştır: 255 Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, her şeyi ayakta tutan, koruyan, diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürütendir. Kendisini uyuklama ve uyku yakalamaz. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nun içindir. Kendisinin izni/ bilgisi olmadan yanında yardım, kayırma yapacak olan kimmiş? O, onların önlerinde ve arkalarında olan şeyleri bilir. Onlar ise, O'nun dilediğinden başka bilgisinden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeryüzünü kucaklamıştır. Onların ikisinin de korunması O'na zor gelmez. Ve O, çok yücedir, yücelticidir, sonsuz büyüktür. (Bakara/255) 1 De ki: “O Rabb, bir tek olan Allah'tır, 2 Samed olan Allah'tır, 3 doğurmamış ve doğurulmamıştır. 4 Ve hiçbir şey O'na denk olmamıştır.” (İhlâs/1-4) Allah, doğrusunu en iyi bilendir. 21