SlideShare a Scribd company logo
1 of 44
58 SEBE SURESİ
GİRİŞ:
Adını 15. ayette yer alan “Sebe’” sözcüğünden alan bu surenin, Mekke’de 58.
sırada indiği kabul edilir. 6. ayetin Medeni olduğunu ileri sürenler olmuştur.1
Yerinde açıklayacağımız gibi, söz konusu ayetin paragraf ile uyumu bunun uzak bir
ihtimal olduğunu göstermektedir.
Surede kâfirlerin batıl inançları ve Resulullah ile tartışmaları yer almaktadır.
Diğer surelerde olduğu gibi bu surede de müminler övülmekte, gerek müminlerin ve
gerekse kâfirlerin akıbetleri ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunulmaktadır. Bu
açıklamalarda, şükredenlere Davud ve Süleyman peygamberler örnek verilirken,
nimetlere nankörlük edenlere de Sebe’ toplumu örnek gösterilerek nankörlükleri
sonucu başlarına gelen sıkıntılar anlatılır.
1
[Süyuti; el-İtkan
1
MEAL:
RAHMAN RAHİM ALLAH ADINA
1
Tüm övgüler, göklerde olan şeyler, yerde olan şeyler Kendisine ait olan
Allah içindir; başkası övülemez. Âhirette de tüm övgüler yalnızca O'nun
içindir; başkası övülmez. Ve O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapandır, her şeyin iç yüzünü, gizli taraflarını da iyi
bilendir.
2
Allah, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve onda yükseleni bilir.
Ve O, engin merhamet sahibidir, kullarının günahlarını çok örten, onları
cezalandırmayan ve bağışı bol olandır.
3,4
Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler:
“Bize o kıyâmetin kopuş anı gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet, gelecektir.
Görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilen Rabbime
andolsun ki iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan o kimselere –ki işte
onlar kendileri için bir bağışlanma ve hatırı sayılır bir rızık olanlardır–
karşılıklarını vermek için size kesinlikle gelecektir. O'ndan göklerde ve yerde
zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa,
hepsi kesinlikle açık bir kitaptadır.”
5
Ve şu, alâmetlerimi/göstergelerimi saklamaya uğraşanlar; işte onlar, elem
verici kötü azaptan bir azap kendileri için olanlardır.
6
Kendilerine bilgi verilmiş olan kimseler de görüyorlar ki Rabbinden sana
indirilen şey, hakkın ta kendisidir. Ve o indirilen şey/Kur’ân, en üstün, en
güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın,
övülen, övgüye lâyık bulunanın yoluna kılavuz oluyor.
7,8
Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler
şöyle dediler: “Siz çürüyüp, didik didik parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni
bir oluşturuluş içinde bulunacaksınız diye, size haber veren bir kişiyi size
gösterelim mi? O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu, yoksa kendisinde bir delilik
mi var?” Tam tersi, âhirete inanmayan kimseler, azap ve uzak bir sapıklık
içindedirler.
9
Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan şeylere bir
bakmazlar mı? Biz dilesek kendilerini yere geçiririz. Yahut gökten üzerlerine
parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda yönelen/ hakka gönül veren her kul için
bir alâmet/gösterge vardır.
10,11
Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik;
“Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol
zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben
yaptıklarınızı en iyi görenim.–
12
Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı
boyun eğdirdik; ve Biz erimiş bakır madenini o'na sel gibi akıttık. Ve eli
altında Rabbinin izniyle/ bilgisiyle iş görmekte olan yabancı kişileri boyun
eğdirdik. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın
ateşin azabından tattırdık.
13
Onlar, Süleymân'a özel karargâhlar, heykeller/ resimler ve havuzlar gibi
çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd ailesi!
2
Nimetlerin karşılığını ödemek için çalışın! Ama kullarım içinde, verilen
nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!–
14
Ne zaman ki Biz o'nun ölümünü gerçekleştirdik; o'nun ölümüne, onlara
değneğini yiyen yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun
öldüğünü anlamalarına, onlara sadece değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep
oldu. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: “O yabancılar
Süleymân'ın bilmedikleri ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret,
gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk içinde kalmazlardı.”
15
Andolsun ki Sebe toplumu için yurt tuttukları yerde bir alâmet/gösterge
vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! –“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için
nimetlerin karşılığını ödeyin! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rabb!”–
16
Fakat onlar yüz çevirdiler; nimetlerin karşılığını ödemediler. Biz de
üzerlerine barajların selini salıverdik ve iki bahçelerini onlara buruk yemişli,
ılgınlık ve içinde biraz da “sidir ağacı” bulunan iki bahçeye çevirdik.
17
Bu, onların küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş
olmaları nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok
nankör olanları cezalandırırız.
18
Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta
şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik: –
Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gidin gelin!–
19
Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler
ve nefislerine yanlış; kendi zararlarına işler yaparak haksızlık ettiler. Şimdi de
Biz onları efsaneler yaptık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda
tüm kendisine verilen nimetlerin karşılığını çokça ödeyen sabreden için elbette
alâmetler/göstergeler vardır.
20
Ve andolsun ki İblis/düşünce yetisi onlar hakkındaki zannını tasdik etti
de mü’minlerden ibaret bir kesimden başkası İblis'e uydular.
21
Hâlbuki İblis için onlar üzerinde hiçbir kudret yoktu. Fakat Biz âhirete
imanı olanı, onun hakkında yeterli bilgisi olmayandan ayırt edecektik; onları
işaretleyip bildirecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır.
22
De ki: “Allah'ın astlarından yanlış inandığınız kimselere yakarın. Onlar,
göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar için bu ikisinde
[gökler ve yeryüzünde] herhangi bir ortaklık yoktur. O'nun için onlardan bir
yardımcı da yoktur.”
23
O'nun nezdinde yardım, destek, iltimas, sadece O'nun izin verdiği
kimseye yararı olur. Sonunda kalplerinden dehşet giderildiği zaman:
“Rabbiniz ne dedi?” derler. Onlar: “Hakkı” derler. Ve O, çok yücedir, çok
büyüktür.
24
De ki: “Sizi göklerden ve yerden kim rızıklandırır?” De ki: “Allah! Ve
şüphesiz ya biz, ya da siz kesinlikle bir kılavuzlanan doğru yol üzerindeyiz
veya açık bir sapıklık içindeyiz.”
25
De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de
sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız.”
26
De ki: “Rabbimiz aramızı bir araya getirecek, sonra da hak hükmü ile
aramızı ayıracaktır. Ve O, hayır kapılarını açandır, hüküm verendir, çok iyi
bilendir.
27
De ki: “O'na ortaklar diye takıştırdıklarınızı bana gösterin bakayım!
Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil… Hayır! Tam tersi O, en üstün, en
güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi
yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/ sağlam yapan Allah’tır.”
3
28
Ve Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik, velâkin insanların çoğu bilmiyorlar.
29
Ve onlar, “Eğer siz doğrulardan iseniz bu vaat ettiğiniz ne zaman?”
derler.
30
De ki: “Size günün belirlenmiş bir zamanı vardır ki ondan ne bir saat
geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.”
31
Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu
kimseler, “Biz kesin olarak, bu Kur’ân'a inanmayız, ondan öncekine de...”
dediler. Sen şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o
kimseleri Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri
çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan
kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü’min kimseler
olurduk” diyecekler.
32
Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz
geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Tam tersi, siz kendiniz suçlular
oldunuz” derler.
33
O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Tam
tersi gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah'a inanmamamızı ve O'na
birtakım eşler edinmenizi emrediyordunuz” derler. Bunlar azabı gördükleri
zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını
ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimselerin boyunlarına demir halkalar
geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar.
34
Ve Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse, kesinlikle oranın
varlık ve güç sahibi şımarık önde gelenleri: “Biz, sizin kendisiyle
gönderildiğiniz şeyleri/ mesajları bilerek reddedenleriz / inanmayanlarız”
dediler.
35
Ve yine dediler ki: “Biz malca ve evlatça daha çoğuz ve biz azaba
uğrayacaklardan değiliz.”
36
De ki: “Şüphesiz benim Rabbim dilediği kimseye rızkını genişletir ve
ölçülendirir. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
37
Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız
değildir. Ancak kim iman eder ve düzeltmeye yönelik işleri yaparsa, işte onlar;
kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar, yüksek
köşklerinde güven içindedirler.
38
Ve âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz hakkında âciz bırakmak
için yarışan şu kimseler, azap içinde hazır edilenlerdir.
39
De ki: “Şüphesiz benim Rabbim kullarından dilediği kimse için rızkını
genişletir ve onun için ölçülendirir. Ve siz her ne şeyden Allah yolunda
harcasanız/ nafaka sağlarsanız hemen O, arkasını getirir. Ve O, rızık verenlerin
en hayırlısıdır.”
40
Ve o gün Allah, onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar
mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
41
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim koruyucu, yol gösterici
yakınımz Sensin. Tam tersi onlar gizli güçlere tapıyorlardı. Çoğu onlara
inananlardı” dediler.
42
Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz, ortak
koşma inancına batmış o kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp
durduğunuz ateşin azabını!” deriz.
43
Ve kendilerine açık deliller hâlinde âyetlerimiz okunduğu zaman onlar:
“Bu, başka değil, sadece sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek
4
isteyen bir adamdır” dediler. Ve: “Kur’ân, uydurulmuş bir iftiradan başka
bir şey değildir” dediler. Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek
reddetmiş olan o kimseler kendilerine hak geldiği zaman: “Şüphesiz bu
apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” dediler.
44
Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik. Kendilerine
senden önce bir uyarıcı göndermedik de.
45
Onlardan önceki kimseler de yalanlamışlardı. Hem bunlar, onlara
verdiklerimizin onda-birine/binde-birine bile erememişlerdi. Buna rağmen
elçilerimi yalanladılar. Peki, Beni tanımama/ tanıtmamaya yelteniş nasıl oldu?
46
De ki: “Ben size sadece bir tek; Allah için ikişer ikişer, üçer üçer ve teker
teker kalkmanızı, sonra da arkadaşınız Muhammed'de delilikten bir şey
olmadığını, o'nun, sadece şiddetli bir azabın önünde sizi sakındıracak bir
uyarıcı olduğunu düşünmenizi öğütlüyorum.”
47
De ki: “Benim sizden istediğim ücret; işte o sizin içindir; sizin Allah'a
yaklaşmanızdır. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ve O, her şeye şâhittir.”
48
De ki: “Şüphesiz benim Rabbim, hakkı yerli yerine koyar. O,
görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geleceği, geçmişi en iyi bilendir.”
49
De ki: “Kur’ân/Kur’ân'ın içerdiği gerçekler geldi. Ve bâtıl başlatamaz ve
geri getiremez; artık hiçbir şey yapamaz.”
50
De ki: “Eğer ben sapmışsam, artık yalnızca kendi zararıma saparım. Ve
eğer kılavuzlandığım doğru yolu bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana vahiy
vermesiyledir. Şüphesiz O, En İyi İşiten'dir, Çok Yakın Olandır.”
51
Ve sen onları korkuya kapıldıkları zaman bir görsen; artık kaçmak
yoktur. Ve yakın bir yerden yakalanmışlardır.
52
Ve onlar: “O'na iman ettik” dediler. Fakat onlar için uzak bir yerden el
sunmak/ulaşabilmek nerede?
53
Hâlbuki daha önce dünyada O'nu kesin olarak bilerek reddetmişlerdi/
O'na inanmamışlardı. Uzak bir yerden boşa atıp tutuyorlardı.
54
Artık tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle
arzularının arasına set çekilmiştir. Şüphesiz onlar endişe veren bir şüphe içinde
idiler.
5
TAHLİL:
1
Tüm övgüler, göklerde olan şeyler, yerde olan şeyler Kendisine ait olan
Allah içindir; başkası övülemez. Âhirette de tüm övgüler yalnızca O'nun
içindir; başkası övülmez. Ve O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapandır, her şeyin iç yüzünü, gizli taraflarını da iyi
bilendir.
2
Allah, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve onda yükseleni bilir.
Ve O, engin merhamet sahibidir, kullarının günahlarını çok örten, onları
cezalandırmayan ve bağışı bol olandır.
Bu ayetlerde, Rabbimizin gerçek ilâh olduğu; göklerdeki ve yeryüzündekilerin
O’nun olduğu; O’nun her şeyi en ince ayrıntısına kadar bildiği; yasalar koyduğu;
yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve onda yükseleni bildiği ortaya konulmakta
ve Allah’ın ‫ريحيم‬ّ‫ح‬ ‫ال‬ Rahîm ve ‫الغفور‬Gafûr olduğu ve tüm övgülerin sadece Kendisine
özgö olduğu; başkalarının övülmemesi gerektiği açıklanmaktadır.
Rabbimiz sureye Kendisinden başka bir bilenin olmadığını ve olamayacağını;
dünya ve ahirette övgüye layık tek varlığın Kendisi olduğunu beyan ederek
başlamaktadır. Böylece insanların yerler ve göklerde araştırma yapıp bu gerçeği
yakından tespit etmeleri ve Kendisini bu tespitler doğrultusunda tanımaları gerektiği
mesajını vermektedir.
2. ayetteki “yere gireni ve ondan çıkanı; gökten ineni ve onda yükseleni”
ifadesiyle yerde ve gökte olup biten somut ve soyut olgulara dikkat çekilmiştir.
Yeryüzüne ne giriyor, oradan ne çıkıyor? Yani yerkürenin içine çevresinden ne
sokuluyor ve ondan dışarıya ne çıkıyor? Yeryüzüne giren somut şeyler su, tohum,
ceset gibi varlıklardır. Pınarlar, madenler, gazlar, petrol, tohumların filizleri gibi
şeyler de yeryüzünden dışarıya çıkmaktadır. Yeryüzüne semadan yağmur, kar,
yıldırım, ışık, ışın inmekte; buhar, ısı ve benzeri şeyler de yeryüzünden semaya
çıkmaktadır.
6
Yeryüzüne giren ve yeryüzünden çıkanın soyut ve manevî varlıklar olduğu
kabul edildiğinde ise: Dualar, kulluklar, küfürler, nankörlükler, isyanlar göklere
yükselmekte, gökten de yeryüzüne nur, rahmet, gazap ve azap yağmaktadır. Nice
ümitler, nice saltanatlar toprağa girmekte, yine nice idealler de yeşerip
gelişmektedir.
21
Sen, şüphesiz Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki pınarlara
koyduğunu, sonra onunla renkleri değişik bir ekin çıkardığını, sonra onun olgunlaşıp da senin onu
sararmış gördüğünü, sonra da onu bir çöpe çevirdiğini görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? Şüphesiz,
bunda kavrama yeteneği olanlar; temiz akıl sahipleri için kesinlikle bir öğüt/ hatırlatma vardır.
(Zümer/21)
10
Her kim üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak
istiyorsa, bilsin ki en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak
tamamıyla yalnızca Allah'ındır. Hoş kelimeler yalnızca O'na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir.
Kötülüklerin plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları
ise; o, darmadağın olur.
(Fatır/10)
HAMD
“‫الحمد‬ - hamd”, bir nimetin ve güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve
yüceltme sözleriyle anmaktır. Bu anlamıyla “hamd”, verilen bir nimetten yararlanma
veya yapılan bir yardımla feraha çıkma karşılığı olmaktan çok, o nimeti verenin veya
o yardımı yapanın [Yaratıcı’nın] sonsuz güç ve kuvvetine duyulan hayranlık
sebebiyle dile getirilen bir övgüdür.
Bu içeriğinden dolayı hamd şükürden farklıdır: Şükür bir nimete karşılık ve bir
eylemle yapılırken, hamd bir nimetten yararlanmadan sadece söz ile de yapılır.
Hamd, ilk bakışta “methetme” olarak tanımlanabilirse de, her methiye [övgü] hamd
değildir. Çünkü methiyenin riyakârlık, dalkavukluk şaibesi taşımasına karşılık, hamd
tam bir samimiyet gerektirir. Dolayısıyla hamd, nimetleri, ikramları ve iyilikleri
sonsuz olan Yüce Rabbimiz dışında hiç kimseye yapılmaz. O halde hamd yapılırken
nimetler sahibi Yüce Allah hem övülerek yüceltilmeli, hem de kendisine
şükredilmelidir.
70
Ve O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. İlkinde ve sonuncuda tüm
övgüler O'nundur, hüküm yalnızca O'nundur. Ve ancak O'na döndürüleceksiniz.
(Kasas/70)
70
Ve O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. İlkinde ve sonuncuda tüm
övgüler O'nundur, hüküm yalnızca O'nundur. Ve ancak O'na döndürüleceksiniz.
(Leyl/12, 13)
Ayette “Ahirette de hamd yalnızca O'nun içindir” buyrularak kulların ahirette
de sadece Allah’a hamd edeceklerine dikkat çekilmiştir. Bu durum başka ayetlerde
de dile getirilmiştir:
74
Onlar da: “Tüm övgüler, bize vaadini doğru çıkaran ve bizi bu arza vâris yapan ve cennette
bizi istediğimiz yerde konup göçürten o Allah'adır” dediler. –İşte, çalışanların ödülü ne güzeldir!–
(Zümer/74)
10
Onların oradaki duaları, “Allah'ım! Sen her türlü eksiklikten arınıksın!”dır. Ve onların
oradaki selâmlaşmaları, “Selâm”dır [sağlık, esenlik, mutluluktur]! Dualarının sonu da, “Tüm
övgülerin, Âlemlerin Rabbi Allah'a olduğu!”dur.
(Yunus/10)
7
3,4
Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler:
“Bize o kıyâmetin kopuş anı gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet, gelecektir.
Görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilen Rabbime
andolsun ki iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan o kimselere –ki işte
onlar kendileri için bir bağışlanma ve hatırı sayılır bir rızık olanlardır–
karşılıklarını vermek için size kesinlikle gelecektir. O'ndan göklerde ve yerde
zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa,
hepsi kesinlikle açık bir kitaptadır.”
Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada
ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir
tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59)
Rabbimiz, dünya ve ahirete ait kendi tasarruflarını açıkladıktan sonra bu ayette
de kâfirlerin kıyameti inkâr etmeleri durumuna değinerek onlara “kaçışın,
kurtuluşun” olmayacağını, özellikle de inananların ahirette karşılıklarını, ödüllerini
almaları için kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ihtar etmektedir. Metinden
anlaşıldığına göre bu ihtar müşriklere bir cevap niteliğindedir.
]. 15
Şüphesiz ki o saat/kıyâmet gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye
neredeyse gizleyeceğim.
(Ta Ha/15)
63,73
İnsanlar sana kıyâmetin kopuş vaktinden soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi, Allah'ın;
münâfık erkekleri, münâfık kadınları, ortak koşan erkekleri, ortak koşan kadınları azap etmesi; ve
Allah'ın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah'ın
nezdindedir. Ne bilirsin belki kıyâmetin kopuş vakti yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok
merhamet edicidir.”
(Ahzab/63, 73)
Ayette ayrıca ahiretin mümkün olduğunu gösteren bir delile de değinilmiştir.
Her akıllı insan, hak hukuk gereği olarak iyi insanların iyiliklerinin karşılığını,
kötülerin de kötülüklerin karşılıklarını almasını gerektiğini kabul eder. Ne var ki, bu
hak-hukuk alımı dünyada her zaman gerçekleşmeyebilir. Bazen iyiliklerin karşılığı
dünyada alınamaz, bazen de kötüler bir yolunu bulup cezalarını çekmeden
ölebilirler. Bu durumda, iyilerin iyi amellerinin karşılığının kaybolması, kötülere de
yaptıklarının yanlarına kar kalması söz konusu olmaktadır. Bu hakkaniyete ters
olur. Öyleyse ak ve hukukun gerçekleşeceği bir yer ve zaman olmalıdır. İşte, burada
bu konu üzerinde durulmuştur.
Bu ayetlerde bir konu daha açığa çıkmaktadır. İman etmiş ve salihatı işlemiş
olanların hayırlı sonlarına “-ki işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir
rızık olanlardır-” denilerek vurgu yapılmıştır.
“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarına göre bu ayetin iniş nedeni şöyledir:
Ayette konu edilen kâfirlerden başta geleni Ebu Süfyan’dır. O, Mekke kâfirlerine “Lat ve
Uzza’ya yemin olsun ki, saat [kıyamet] ebediyen gelmeyecektir” demiştir. Ebu Süfyan putlar adına
yemin edince, Peygamber de Allah adına yemin etti. Bunun üzerine bu ayet indi.2
Merhum Mukatil [Vefatı: H. 150], bilindiği üzere ilk tefsir yazan zattır. Bu
nedenledir ki, ayetler ile ilgili çok sınırlı ve sübjektif bilgileri aktarmıştır. Ayetleri
2
(Mukatil)
8
belirli bir şahsa ve olaya tahsis etmeden tüm zamanların insanlarına uyarlamak en
uygun olanıdır. Konumuz olan pasajdaki ayetler kıyameti inkâr edenlerin tümüne
bir cevaptır.
4
Hepinizin dönüşü sadece O'nadır. Allah, bunu hak olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, halkı ilk
baştan oluşturur, sonra iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseleri nasipleri/ hakları
olan payları ile karşılık vermek için geri döndürür. Şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini
bilerek reddedetmiş olan şu kimseler, küfürleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek
reddedetmeleri nedeniyle, kaynar sudan bir içki ve acıklı azap kendileri için olanlardır.
(Yunus/4)
53
Ve “O azap gerçek mi?” diye senden haber almak istiyorlar. De ki: “Evet. Rabbime andolsun
ki o, kesinlikle bir gerçektir. Ve siz, âciz bırakanlar değilsiniz.”
(Yunus/53)
7
Şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler, kesinlikle
diriltilmeyeceklerine yanlışça inandılar. De ki: “Aksine, Rabbime kasem olsun ki kesinlikle
diriltileceksiniz, sonra kesinlikle yapmış olduğunuz şeyler size haber verilecektir. Ve bu, Allah'a
göre çok kolaydır.”
(Teğabün/7)
Ve Zilzal/6, 7, Yunus/61, Kaf/4, En'am/59.
Ayetin sonunda “açık bir kitaptadır” ifadesi yer almaktadır. Aynı ifade
Yunus/61’de de vardı. Lokman/16’da “Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen
kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya
da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla
haberdar olandır” şeklindedir. Bu, Allah’ın bilgisi demektir ki, biz bunu “Levh-ı
mahfuz” olarak nitelemekteyiz.
7
Şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler, kesinlikle
diriltilmeyeceklerine yanlışça inandılar. De ki: “Aksine, Rabbime kasem olsun ki kesinlikle
diriltileceksiniz, sonra kesinlikle yapmış olduğunuz şeyler size haber verilecektir. Ve bu, Allah'a
göre çok kolaydır.”
(Yunus/53):
20
Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir.
(Haşr/20)
28
Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız?
Yoksa Allah'ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi
yaparız?
(Sâd/28)
21
Yoksa kötülükleri işleyen o kimseler, kendilerini, hayatlarında ve ölümlerinde, iman eden ve
düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler gibi yapacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar!
(Casiye/21)
5
Ve şu, alâmetlerimi/göstergelerimi saklamaya uğraşanlar; işte onlar, elem
verici kötü azaptan bir azap kendileri için olanlardır.
Yukarıda inanmış ve salihatı işlemiş olanların kavuşacakları nimetler
açıklandıktan sonra, bu ayette de müşriklerden Allah ile yarışa kalkanlar, bunca
ayeti inkara yeltenenler, Allah’ın yeryüzündeki binlerce ayetini, sayısız nimetlerini
başkalarından saklayarak insanların inanmalarını engelleyenler, böyle yaparak
9
kendilerinin galip geleceği hesabını yapanlar tehdit edilmiştir. Bu inkârcı ve
bozguncular mutlaka elem verici bir azap ile cezalandırılacaklardır.
Kur’an’dan ve dinler tarihinden öğrendiğimize göre, toplumlardaki bazı çıkarcı
kişi ve guruplar, çıkarlarından olmamak için Allah’a karşı savaş açmışlar, Allah’ın
mesajlarının toplumlara ulaşmaması, ulaşırsa anlaşılmaması, anlaşılırsa da
uygulanmaması için her türlü mücadeleyi vermişlerdir. Özellikle de Kur’an’a karşı
Mekke’de malûm müşrikler, Medine’de de münafıklar bu konuda çok çaba
harcamışlardır.
6
Kendilerine bilgi verilmiş olan kimseler de görüyorlar ki Rabbinden sana
indirilen şey, hakkın ta kendisidir. Ve o indirilen şey/Kur’ân, en üstün, en
güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın,
övülen, övgüye lâyık bulunanın yoluna kılavuz oluyor.
Bu ayette, insanlardan bilgi sahibi olanların diğerleri gibi Allah’ın ayetlerini
örtmek için yarışmadıkları, onların peygambere vahyedilenlerin hakk olduğunu ve
insanları Allah yoluna kılavuzladığını bildikleri nakledilmektedir.
Ayette “ilim sahipleri”nin kim olduğu açıklanmamıştır. Ancak Kur’an’dan
anlaşıldığına göre denebilir ki, Kur’an’ın konu ettiği ilim sahipleri başta o günkü
Yahudi ve Hıristiyanların bilgili, bilge insanları olmak üzere tüm zamanların bilgili
insanlarıdır. Nitekim bugün de Kur’an’ı inceleyen her bilgin, o dönemdeki gibi
onun hakkın ta kendisi olduğunu kolayca anlayabilmektedir.
18
Allah, doğadaki güçler/haberci âyetler ve hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleri, şüphesiz
Allah'tan başka ilâh diye bir şeyin olmadığına tanıklık etti. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp
edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandan, en iyi yasa koyandan başka ilâh diye bir şey
yoktur.
(Al-i Imran/18)
105
Ve Biz Kur’ân'ı sadece hak ile indirdik, o da sadece hak ile indi. Ve Biz seni yalnızca
müjdeci ve uyarıcı olarak elçi yaptık.
106
Ve Kur’ân'ı, Biz onu insanlara ağır ağır öğrenip öğretesin diye parça parça ayırdık ve Biz
onu indirdikçe indirdik!
107,108
De ki: “Siz Kur’ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine bilgi
verilenler; Kur’ân onlara okunduğunda onlar, boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü
kapanırlar. Ve “Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir”
derler.”
109
Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’ân, onların saygılarını, alçak
gönüllüğünü artırır.
(İsra/105- 109)
52
Sözden [vahiyden/Kur’ân'dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz'e
[vahye/Kur’ân'a] de inanırlar.
53
Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz, ona inandık. Şüphesiz o,
Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık” dediler.
54
İşte onlar; sabrettikleri için onların ödülleri iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle
savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden harcamada bulunurlar.
55
Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim
için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler.
(Kasas/52- 55)
114
Ve O, size Kur’ân'ı ayrıntılı/hak-bâtıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah'tan başka bir
hakem mi arayayım?” Ve kendilerine Kitap verdiğimiz şu kişiler, Kur’ân'ın şüphesiz Rabbinden hak
ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen onların bu kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri
hususunda sakın şüphecilerden olma.
10
(En’am/114)
Konumuz olan 6. ayet, Yunus/94, 95’teki “Artık, sana indirdiğimiz şeylerin bir
kısmından “şekk”te idiysen [“kesin bilgi”n yok idiyse], hemen senden önce kitap
okuyan kimselere sor! Ant olsun ki, sana Rabbinden hakk gelmiştir. O hâlde sakın
şüphe edenlerden olma! Sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan da olma, sonra
hüsrana uğrayanlardan olursun” ifadelerini de açığa kavuşturmaktadır. Zira bilgi
sahiplerine sorulursa onlar Kur’an’ın hakk ve hakka kılavuz olduğunu
bildireceklerdir.
6. ayetin Medeni olduğu ve Abdullah b. Selam ya da Medine'de Kur'an'ın
Allah’tan indirilme hak kitap olduğuna ve elçinin peygamberliğine şahit olan
Yahudilerden Müslüman olan başkaları hakkında indiği rivayet edilir.3
Bilgi insana gerçeği gösterir ve onun anlaşılmasına yol açar. Bilgi, gözü açar,
derinlemesine görmeyi sağlar ve metnin özelliklerini ortaya çıkarır. Düzenbazlar,
hile ve düzenleri ile ancak cahil insanları kandırabilirler. Bilgili insanları ise kolay
kolay kandıramazlar ve saptıramazlar. Tarafsız bilgin kişi, okuduğuna, duyduğuna
duygusal bağlardan bağımsız olarak yaklaşır, onu inceler ve niteliği ile ilgili bir
karara varır. Gözlerine cemaat, mezhep, tarikat veya farklı bir dine mensup olmanın
gözlüklerini takanlar ise gerçeği göremezler, hakikati kavrayamazlar.
7,8
Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler
şöyle dediler: “Siz çürüyüp, didik didik parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni
bir oluşturuluş içinde bulunacaksınız diye, size haber veren bir kişiyi size
gösterelim mi? O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu, yoksa kendisinde bir delilik
mi var?” Tam tersi, âhirete inanmayan kimseler, azap ve uzak bir sapıklık
içindedirler.
Bu ayetlerde, öldükten sonra dirilmeye inanmayan kâfirlerin Peygamber’e
karşı tavırları sergilenip bir başka tezleri nakledilmektedir. Yukarıda belirtildiği
üzere bu inkârcılar “kıyamet bize gelmeyecek” iddiasında bulunmakta ve Allah’ın
ayetlerine karşı mücadele etmeye çalışmaktaydılar.
Bu pasajda ise bu inatçı, çıkarcı inkârcıların ahirete ait korkunç tabloları tasvir
eden ve diriliş gerçeğini afak ve enfüsten sayısız delille ortaya koyan, pekiştiren ve
defalarca tekrarlayan ayetler karşısındaki çırpınışları ile Kur’an ve Resulullah’a
yönelen insanları alay, inkâr ve çarpıtma yoluyla ayetlerin etkisinden
uzaklaştırmaya çalışmaları dile getirilmiştir.
24
Yine onlar, “Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak
geçen uzun zaman değişime/ yıkıma uğratır” dediler. Hâlbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur.
Onlar, sadece zan yürütüyorlar.
(Casiye/24)
Evet, onlar, ahirete inanmayan, azap ve uzak bir sapıklık içinde olan
kimselerdir.
9
Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan şeylere bir
bakmazlar mı? Biz dilesek kendilerini yere geçiririz. Yahut gökten üzerlerine
3
(Süyuti; el-İtkan)
11
parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda yönelen/ hakka gönül veren her kul için
bir alâmet/gösterge vardır.
Bu ayette “Siz çürüyüp lime lime parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni bir
yaratılış içinde bulunacaksınız diye, size haber veren bir kişiyi size gösterelim mi?
O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” ifadeleriyle
ahireti inkâr eden ve böylece düşünce olarak uzak bir sapıklığa düşen inkârcılara
gönderme yapılıp “Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan
şeylere bir bakmazlar mı?” denilerek yer sarsıntısı, sel, yangın, tufan, boran, meteor
veya meteoritlerin düşüşü, kozmik ışınlar gibi jeolojik ve kozmik olaylarla tehdit
edilmişlerdir. Gökten ve yerden, aklı başında olan, gerçeğe yönelen her kişi için
kesin kanıtlar olduğu bildirilerek insanlardan akıllarını başlarına almaları
istenmiştir.
Bu ayetlerde, akıllı bir insanın gökleri ve yeri gözlemleyerek, öldükten sonra
dirilme ve âhiret hayatına kesinlikle iman edeceğine vurgu vardır.
Ayetin sonundaki “Şüphesiz bunda yönelen [hakka gönül veren] her kul için
bir ayet vardır” ifadesinden, “akıllı, bilgili insan bilir ki, bu düzenin kendisi, bu
dünyayı yaratan ve bugün idare eden varlığın başka bir dünyayı da yaratmaya kadir
olduğuna şahitlik eder. Eğer yeni bir dünya yaratmak O’nun için zor olsaydı, bugün
bu yaşanan dünya da var olmazdı.
81
Gökleri ve yeri oluşturan, onlar gibilerini de oluşturmaya güç yetiren değil midir? Evet,
elbette güç yetirendir! Ve O, çok çok mükemmel oluşturandır, çok iyi bilendir.
(Ya Sin/81)
57
Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama
insanların çoğu bilmiyorlar.
(Mü’min/57)
36
Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır? 37
O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil
miydi? 38
Sonra bir embriyon idi de sonra onu oluşturmuş, sonra da düzene koymuştur; 39
ki ondan da
iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir.
40
Peki, bütün bunları yapan, ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir?
(Kıyamet/36- 40)
10,11
Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik;
“Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol
zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben
yaptıklarınızı en iyi görenim.–
Bu ayetlerde ve bundan sonra gelecek ayet gurubunda Rabbimiz, kendisine
şükreden, sahip olduğu nimetlerin karşılığını nimet cinsinden ödeyen iki seçkin
kulunu örnek göstermiştir. Bunlar Davud ve Süleyman peygamberlerdir.
Hatırlanacağı üzere, Neml/15’te Davud ve Süleyman peygamberler kendilerine
verilen ilim için hamd eden, iki iyi kul olarak tanıtılmıştı. Konumuz olan 10 ve 11.
ayetlerde yine Davud’a (as) değinilerek ona verilen fazl ve lütuflar bildirilmektedir.
Davud’un (as) dağlardan yararlanması, kuşları yararına kullanması ve demiri
işlemesi bunlardandır. Davud peygamber hakkındaki detaylar Sad ve Neml
surelerinde verilmişti.
Davud, Beytüllahim'de yaşayan Yuda kabilesinden sıradan bir gençti.
Filistinlilere karşı açılan bir savaşta, İsrail'in en büyük düşmanı olan Calût'u öldürdü
ve birdenbire İsrailoğulları arasında değeri yükseldi. Bu olayla birlikte önemi
12
artmaya başladı, öyle ki Talut [Seul]'un ölümünden sonra ilk önce Hebron'da
[bugünkü el-Halil’de] Yuda kralı seçildi, daha sonra da bütün İsrail kabilelerinin
kralı oldu. Kudüs'ü aldı ve orayı İsrail krallığının başşehri yaptı. Onun liderliğinde
tarihte ilk defa, sınırları Akabe körfezinden Fırat nehrinin batı kıyılarına kadar
uzanan, Allah'a ibadet eden bir krallık kurulmuş oldu
Ayetin sonunda tüm insanlara hitap edilerek “Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle
Ben yaptıklarınızı en iyi görenim” denilmiştir. Bu hitapla Allah’ın lutuf ve fazlına
mazhar olmak için Davud (as) gibi salihatı işleyen birileri olmak gerektiği mesajı
verilmektedir.
Kur’an’a bakıldığında Davud (as)’a şu nimetlerin verildiği görülür:
a- Bilgi (Neml/15).
b- Kuvvet (Sâd/17).
c- Dağların boyun eğdirilmesi (Sebe'/10).
d- Tövbesinin kabulü (Sâd/24-25).
e- Hükümranlık (Sâd/26).
f- Demiri işleme (Sebe’/10).
g- Zebur (Nisa/163).
h- Fasl-ı hıtap (Sâd/20)
ı- Hikmet (Sebe’/20)
Ayetteki “Ve onun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede
ölçülendir” ifadesinden, saldırı amaçlı değil, sadece savunma amaçlı bir yol
tutulması istendiği anlaşılmaktadır. Bu da insan hayatını korumaya yönelik hayırlı
bir yoldur. Ayrıca ayette herkesin meslek sahibi olması gerektiğine bir işaret de
vardır. Herkes elinin emeğini yemeli, hayatını alın teri ile kazanmalıdır.
Bu, Allah'ın Davud'u (a.s) demiri kullanmada usta kıldığını ve özellikle korunma amacıyla ona
zırh yapma sanatını öğrettiğini gösterir. Bu gerçek, arkeolojik ve tarihi araştırmalarla da
desteklenmektedir. Çünkü bu araştırmalara göre demir devri M.Ö. 1200 ile 1000 yılları arasında
başlamıştır ve bu da Davud'un (a.s) yaşadığı dönemdir. İlk önce Suriye ve Anadolu'da M.Ö. 2000-
1200 yılları arasında yaşayan Hititler, demiri eritip şekil vermek için bir metot icat etmişler, fakat
bunu diğer insanlardan gizlemişler, bu nedenle de demir yaygın bir kullanıma geçmemiştir. Daha
sonra Filistiler bunu keşfetmiş fakat yine bir sır olarak saklamışlardı. Hükümdar Seul'den [Talut]
önce İsrailoğulları'nın Hititler ve Filistiler'e defalarca yenilmesinin nedeni, karşısındakilerin
savaşlarda demiri kullanmasıydı.
M.Ö. 1020'de Talut, Allah'ın emri ile İsrailoğulları'nın hükümdarı olduğunda (M.Ö. 1004-965)
sadece tüm Filistin'i ve Ürdün'ü değil, Suriye'nin bir bölümünü de İsrail krallığına kattı. İşte o zaman
Hititlerin ve Filistilerin bu kadar gizledikleri zırh yapımı sırrı açığa çıktı ve demirden günlük ucuz
eşyalar bile yapılmaya başlandı. Filistinin güneyinde demir madenleri bakımından zengin bir bölge
olan Edom'da yapılan yeni arkeolojik kazılar, demir eritme ve şekil verme işleminde kullanılan
ocakları açığa çıkarmıştır. Akabe Körfezi'nde, Elat'ın yakınlarında, Süleyman (a.s) zamanında bir
liman olan "Ezion-Geber"de yapılan kazılarda açığa çıkan bir ocağın, bu günkü modern eritme
fırınlarında kullanılan ilkelere uygun bir şekilde inşa edildiği sanılmaktadır. O halde Davud'un (a.s)
bu keşfinin ilk önce savaş gayesi ile kullanılmış olması doğaldır. Çünkü kısa bir süre öncesine kadar
hükümdarlığının çevresinde yaşayan Kenanlılar halkını rahatsız ediyorlardı. Kitab-ı Mukaddes'de
Davud'un (a.s) savaşta kullanılmak üzere demiri eritme ve kullanmada usta olduğunu belirtir. (Bkz.
Yeşu, 17: 16 Hakimler, 1: 19, 4: 2-4)4
Konumuz olan pasajda ayet grubunda geçen “Ve onun için demiri yumuşattık”
ifadesi, başka anlamlar da içermektedir. Zira ayette yer alan “hadid” sözcüğünün
birçok anlamı bulunmaktadır. Bir metal ismi olan “demir”, bu anlamlardan sadece
4
(Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)
13
birisidir. Sözcüğün devamında “zırh yapımı”ndan söz edildiği için akla ilk olarak
sözcüğün “demir” anlamı gelmektedir. Biz, Allah’ın kesin olarak ne murat ettiğini
Kendisine havale ederek bu sözcük üzerinde bir tahlil yapmayı uygun görüyoruz.
HADİD: “Hdd” kökünden türemiş “mübalağa ismi fail” kalıbında bir
sözcüktür. Sözcüğün gerçek anlamını tespit edebilmek için önce kök anlamının
bilinmesi gerekir. Temel lügatlere göre:
“Hadd”, “birisi diğerine karışmasın ya da biri ötekine tecavüz etmesin diye iki
şey arasındaki ara” demektir.
“Hadd”, “herhangi bir şeyin son noktası” demektir.
“Hadd”, “”defetmek, savmak, engel olmak” demektir.
“Hadd”, “suçluyu edeplendirmek” demektir.
“Hadd”, “insana bulaşan öfke, yeğnilik [hiddet]” demektir.
“Hadd”, “bir şeyi başka bir şeyden ayırabilme” demektir.
“Hadid”, bilinen “demir cevheri” demektir.
“Haddad”, “demirci, kapıcı, “hapishane gardiyanı” demektir.5
Görüldüğü üzere, sözcüğün birçok anlamı vardır. Demir cevherine “Hadid”
denilmesi de onun sertliğinden, bir şeylere engel oluşundandır.
Biz burada sözcüğü “bir şeyi başka bir şeyden ayırma” anlamıyla ele alacağız.
Bu durumda sözcüğün ayetteki anlamı “bir şeyi bir diğerinden iyice ayırabilen;
keskin görüşlü, ince zekâlı” demek olur. Nitekim daha evvel Kaf suresinde de bu
anlamıyla sunulmuştu.
22
kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık.
Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun.
(Kaf/22)
Sözcüğün bu anlamı ön plana alındığında, konumuz olan ayetten “Davud’a
demirin yumuşatılması” anlamından başka, Davud’a (as) keskin zekâ, en karmaşık
şeyleri bile ayırabilme yetisinin verildiği de anlaşılabilir. Hatta diğer anlamlar da
itibara alındığı takdirde, Davud’un (as) “karşısındaki tüm sertlikleri yumuşattığı”
anlamı dahi çıkarılabilir.
Sözcüğü bu anlamlara taşıdığımızda da, “Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede
ölçülendir” ifadesi, “bu yetenekler ile kendini koru, kimseden kendine zarar
getirtme” anlamında olur.
FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri
birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitabeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını
insanlara daha rahat iletirler, çevreyle daha iyi iletişim kurarlar. Kimilerinin de
hitabetleri zayıftır; ne dedikleri anlaşılmaz, konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar
mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar.
Âyetteki ‫الحطططاب‬ ‫فصططل‬ [fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd
peygamber çok fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve
muhataplarına ne demek istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir. Bu deyim
ayrıca hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve kararlardaki isabeti de
ifade etmektedir.
5
Lisanü’l-Arab, c: 2, s: 353-356; Tacu’l-Arus, c: 4, s: 410-413, hdd mad.)
14
12
Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı
boyun eğdirdik; ve Biz erimiş bakır madenini o'na sel gibi akıttık. Ve eli
altında Rabbinin izniyle/ bilgisiyle iş görmekte olan yabancı kişileri boyun
eğdirdik. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın
ateşin azabından tattırdık.
13
Onlar, Süleymân'a özel karargâhlar, heykeller/ resimler ve havuzlar gibi
çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd ailesi!
Nimetlerin karşılığını ödemek için çalışın! Ama kullarım içinde, verilen
nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!–
Bu ayetlerde, “şükreden” kullara örnek olarak gösterilen Süleyman peygamber
ve ona verilen nimet ve lütuflar konu edilmektedir. Ayetlerden anlaşıldığına göre,
Süleyman peygambere verilen nimetler arasında yelkenli gemilerde ve yel
değirmenlerini çalıştırmakta rüzgârdan yararlanmak, bakırı eritip döküm yaparak
muhtelif araç gereç yapmak, uzak yerlere çabucak gidip gelmek; yabancı, hünerli
işçilerden zanaatçılıkta, ustalıkta, istihkâm işlerinde ve mimarlıkta yararlanmak gibi
işler ve hünerler vardır.
Bir önceki pasajda, babası Davut peygamberin demiri işlediği ve ondan
yararlandığı dile getirilmişti. Bu pasajda ise oğlu Süleyman peygamberin bakırdan
yararlandığı konu edilmektedir. Bu iki peygamber-hükümdarın demir ve bakır gibi
metalleri işleme yeteneğiyle donatılmış olması, onlara verilen iktidar nimetinin
büyüklüğünü göstermektedir.
Ayetteki “Biz erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık” sözünün Süleyman
peygamberin yaşadığı bölgede bakır madeni olmadığını; bu madeni gemilerle
uzaklardan, özellikle de Kıbrıs’tan getirttiğini ifade ediyor olması mümkündür.
Zaten “Kıbrıs” sözcüğü de “bakır” anlamındadır.
12. ayetin sonunda “Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa,
ona çılgın ateşin azabından tattırdık” ifadesi, 14. ayetin sonundan da anlaşılacağı
üzere Süleyman peygamberin onlar üzerinde mutlak hükümranlığını, yabancıların
onun için kerhen çalıştıklarını ifade etmektedir.
SÜLEYMAN PEYGAMBERİN CİNLERİ
Bu pasajda konu edilen cinler halk kültüründeki cinler değildir. Daha evvel
Sâd Suresinin tahlilinde “Süleyman Peygamberin Emrindeki Şeytanlar/Cinler”
başlığı altında da açıkladığımız gibi, sözü edilen cin taifesi Süleyman peygamberin
babası Davut peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşlık yapan
Sur kralının gönderdiği Huram baba ve emrindeki hünerli kişilerdir.
Süleymân peygamberle ilgili bu âyetlerdeki gerçek ve ibret verici bilgiler bazı
kimseler tarafından yine saptırılmış ve birçok asılsız, gerçek dışı hikâye ortaya
çıkmıştır. Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar konusunda düzülen
efsanelerin tümü, şeytân anlayışının, Kur’ân'daki tanımı dışında, halk kültürüne
yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kur’ân'daki
şeytân ile halk kültüründeki “şeytân” arasında hiçbir alâka bulunmamaktadır.
Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlili yapılırken “şeytân” konusuna da değinilmiş ve
okuyucu bir miktar bilgilendirilmişti. Orada yapılan açıklamalarda şeytanın sözlük
anlamının kısaca, “hakktan uzak olan” demek olduğu; bir kavram olarak şeytân'ın
ise “hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve
karakteristik adı” olduğu belirtilmişti. Süleyman peygamber kıssasında sözü edilen
15
şeytanlar da bu tip şeytanlardır. Yani, Süleyman peygamber hakkında sürekli gerçek
dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o'nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir.
Süleyman peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl
peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab'ın [Yahudi ve
Hıristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Eldeki Tevrât'ın muharref
olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, tarihî
bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler
de tarihin temel kaynakları arasındadır. Dolayısıyla bu konunun eldeki Kitab-ı
Mukaddes'ten de incelenmesinde yarar vardır.
Kitab-ı Mukaddes, Süleyman peygamberin hizmetinde olan kişilerin, babası
Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara ustabaşlık yapan Sur
kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli kişiler, zanaatkârlar olduğunu
kaydetmektedir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinlerin hünerli
zanaatkârlar olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir tarihî kaynak olarak
değerlendirdiğimiz Tevrât'ın bilgileri bu konuda aynıdır. Zaten Kur’ân'ın bu
âyetlerini duyan Ehl-i Kitap da bu anlatıma itiraz etmemiştir. Bütün bunlar,
Süleyman’a (as) hizmet eden cinleri halk kültüründeki hayalî cinler olarak
açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir.
Süleyman peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen,
o'ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytan
nitelikli cinler, bu hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlardır. Süleyman peygamber,
bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar
sürdürmüştür.
14
Ne zaman ki Biz o'nun ölümünü gerçekleştirdik; o'nun ölümüne, onlara
değneğini yiyen yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun
öldüğünü anlamalarına, onlara sadece değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep
oldu. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: “O yabancılar
Süleymân'ın bilmedikleri ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret,
gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk içinde kalmazlardı.”
Bu ayetin yanlış anlaşılması İslam toplumunda birçok hurafenin oluşmasına
neden olmuştur. Hâlbuki ayetin doğru anlaşılabilmesi Kur’ân metotları çerçevesinde
mümkündür. İsrailiyat kültürü ve hurafelerin baskısı, ayetin gerçek manasına
ulaşmayı engellemektedir. Ayetin doğru anlaşılması için Sebe’/10’dan itibaren
Dâvud (as) ve oğlu Süleyman (as)’ı konu alan âyetlerden oluşan paragraf bütün
olarak ele alınmalı ve aynı konuların biraz daha ayrıntılı olarak ortaya konduğu
Enbiya/78-82, Sâd/30-40 ve Bakara/102 ile bir bütünlük içerisinde
değerlendirilmelidir.
Şimdi konuyu ve ayeti anlamaya çalışalım:
10,11
Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla
beraber dönün!” Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –
Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.–
12
Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; ve
Biz erimiş bakır madenini o'na sel gibi akıttık. Ve eli altında Rabbinin izniyle/ bilgisiyle iş görmekte
olan yabancı kişileri boyun eğdirdik. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona
çılgın ateşin azabından tattırdık.
13
Onlar, Süleymân'a özel karargâhlar, heykeller/ resimler ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit
kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd ailesi! Nimetlerin karşılığını ödemek için çalışın!
Ama kullarım içinde, verilen nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!–
16
14
Ne zaman ki Biz o'nun ölümünü gerçekleştirdik; o'nun ölümüne, onlara değneğini yiyen
yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun öldüğünü anlamalarına, onlara sadece
değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep oldu. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: “O
yabancılar Süleymân'ın bilmedikleri ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret, gurbet esaret,
ağır işler, zincire vurulmuşluk içinde kalmazlardı.”
(Sebe/10-14)
78
Dâvûd ve Süleymân'ı da; hani onlar, toplumun koyunlarının, içinde geceleyin yayıldığı ekin
hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de, toplumun yasalarının ne olduğunu biliyorduk.
79
Sonra da Biz, onu Süleymân'a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve bilgi verdik.
Dâvûd'la beraber Allah'ı noksan sıfatlardan arındırsınlar diye, dağları ve kuşları buyruk altına
aldık/onları insanların yararlanacağı ölçüler içinde yarattık. Ve Biz yapanlarız.
80
Ve Biz, sizin kötülüğünüzden sizi korumak için, sizin için zırh yapımını o'na öğrettik. Artık
siz kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler misiniz?
81
Ve Süleymân'a, içinde bolluklar oluşturduğumuz toprağa doğru o'nun emriyle akıp giden
kasırga hâlindeki rüzgârı boyun eğdirdik. Ve Biz her şeyi bilenleriz.
82
Ve şeytanlardan, kendisi için dalgıçlık eden ve bundan daha düşük iş yapan şeytanları da
boyun eğdirdik. Ve Biz onlar için koruyucular idik
(Enbiya/78-82)
30
Dâvûd'a Süleymân'ı da bahşettik. O ne güzel kuldu! Şüphesiz O, Rabbine çokça dönendi.
31
Hani kendisine akşamüstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; “32
Ben, mal, servet, çıkar
sevgisini, Rabbimin anılmasından dolayı sevdim.” –Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.–
“33
Geri getirin onları bana!” dedi. Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.
34,35
Andolsun ki Biz Süleymân'ı da çeşitli badirelerden, sıkıntılardan geçirerek saflaştırmıştık/
olgunlaştırmıştık. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü; “Ey Rabbim! Beni
koru/bana maddî ve manevî pislik bulaştırma ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir
mülk hibe et/ bağışla! Şüphesiz ki Sen, bol bol hibe edensin/ bağışlayansın” dedi.
36-38
Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları;
tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun emrine verdik.
-39
İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip
tut.-
40
Şüphesiz ki o'nun için yanımızda bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
(Sâd/30- 40)
102
Ve kendilerine Kitap verilenler, Süleymân mülküne dair şeytânların okuyup durdukları
şeylere uydular. Hâlbuki küfretmemişti; Süleymân Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmemişti,
ama o şeytanlar küfretmişti; bilerek reddetmişlerdi; insanlara sihri ve Bâbil'de iki peygambere/ iki
krala; Hârût ve Mârût'a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki Hârût ve Mârût, “Biz saflaşmanız için bir
ateşten malzemeyiz, sakın küfretme; gerçeği bilerek reddetme!” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey
öğretmezlerdi. Sonra herkes, o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki
onlar onunla Allah'ın bilgisi olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Herkes, kendilerine zarar
vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi
olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı. Ve o, benliklerini karşılığında sattıkları o şey, ne çirkin bir
şeydi! Keşke biliyor olsalardı!
(Bakara/102)
Bu ayetlerden öğrendiğimize göre, Süleyman peygamberin emrinde yapı inşa
eden, dalgıçlık eden, heykeller ve mihraplar yapan, demir ve bakır madenlerini
işleyen işçiler/zincire vurulmuş köleler vardır. Cinler/şeytanlar olarak ifade edilen
bu işçiler/köleler bu işleri metazori yapmaktadırlar. Ellerinde olsa yapmayı
istemeyecekleri bu işler onlara bir azap gibi gelmektedir. Bu nedenle Süleyman
peygamber ile sürekli çatışma halindedirler. Elinden kurtulabilseler baş
kaldıracakları halde, güçleri yetmediği için korkularından takıyye yapmaktadırlar.
Elebaşları Mısır’a kaçmıştır. Bu konu ile ilgili ayrıntılar, tarih bilgisi olarak Kitabı
Mukaddes’in III. Krallar, II. Tarihler bölümlerinden bakılabilir.
Bu konuyla ilgili tarih kitaplarından da yararlanılmalıdır. Çünkü bu ayet tarihi
olayların tamamını değil, İsrailoğulları tarafından yanlış bilinen bazı noktaların
17
hakikatini bildirmektedir. Konu, tarihi belge niteliği taşıyan Ahdi Atik kitabından
da [dinî olarak değil, tarihî olarak] incelenmelidir. Orada ll. Krallar ve 1. Tarihler
bölümünde yeterince bilgi verilmektedir. Dâvûd’a (as) Allah ilim ve hikmet
vermiştir. Davûd (as), demiri işlemeyi, dağları delmeyi, dağları aşmayı, zırh
yapmayı öğrenmiştir. Bu ayetler tarihî bilgilerle birlikte ele alınmalıdır ki, iyi
anlaşılabilsin.
Meselenin tarihsel yönü ise şöyledir:
Süleyman (as) İsrail oğullarının dışındaki Hittîler, Amorîler, Perizzîler,
Hivîler, Yebusîler gibi kavimlerden angaryacı köleler edindiği, dışarıda hünerli
işçiler getirtip çalıştırdığı, bu yabancı işçi/kölelerin Süleyman’ın ölümünden sonra
oğlundan babasının vurduğu ağır boyunduruktan kendilerini kurtarmasını talep
ettiği belirtilmektedir.
Bunlardan kesin olarak anlaşılan şudur: Süleyman’a (as) hizmet eden cinler ve
şeytanlar, onun kendi hükümdarlığına hizmet etmeye zorladığı bir takım
yabancılardır. Bu konuyu cinn, melek ve şeytan kavramını ele aldığımız
çalışmalarımızda detaylı olarak açıklamıştık.
Konumuz olan ayette bir de “Dâbbetülarz” tamlaması geçmektedir.
“Dâbbetülarz”ın kıyamet alameti, kıyamet habercisi olduğu spekülasyonuna karşı,
Neml/82’yi tahlil ederken “Dabbeh” adıyla özel bir başlık altında bu kavramı
incelemiş ve Sebe’/14’te geçen “Dâbbetülarz” kavramının orada sunduğumuz
ayetlerdekinden ayrı olduğunu, onlarla ilgisinin olmadığını, bu ayettekiyle ilgili ayrı
bir çalışma yapılması gerektiği üzerinde durmuştuk.
Burada da oradaki “Dâbbeh” kavramı üzerinde durmayıp konumuz olan
Sebe’/14’te tamlama halinde bulunan “dâbbetü’l-arz” ifadesi üzerinde duracağız ve
âyeti kelime kelime analiz edeceğiz:
“DÂBBETÜLARZ” NEDİR?
Yerli ve yabancı meal ve tefsirlerde bu ifadeye şu anlamların verildiği
görülmektedir:
* “... asasını yemekte olan bir ağaç kurdu ...”
* “... değneğini yiyen bir ağaç kurdu ...”
* “... bir güve böceği yere dayandığı asasını yiyordu.”
* “... ağaç kurdu ...”
* “... değneğini yiyen bir yer yaratığı ...”
* “... değneğini kemiren bir yer yaratığı ...”
* “... kemirgen beyaz karınca [termit] ...”
Dil/Edebiyat uzmanları, dünyadaki tüm dillerde sanatsal/müteşabih anlatımlar
bulunduğunu dile getirmektedir. O nedenle bir ibarede sözcüklerin hakikat
anlamlarının kabul edilmesine bir mania /engel olduğu zaman o sözcüklerin sanatsal
anlamları, yani metafor, mecaz, kinaye gibi ikincil anlamları dikkate alınır. Bu
ayette de böyle olmalıdır.
Bu sanatsal anlatım doğrultusunda, Süleyman peygamberin asası onun
hükümdarlığını; asayı yiyen kurt ise Süleyman peygamberin hükümdarlığını
[ülkesini] parçalayan dirayetsiz, basiretsiz oğlu [halefi] Rehoboam’ı simgeler.
Tarihi kayıtlara göre, Süleyman’ın oğlu Rehoboam zevk ve sefaya dalıp bilgili
ve tecrübeli danışmanlarını dinlememiş, kendisi gibi eğlence düşkünü arkadaşlarına
uymuştu. İşte, Süleyman’ın (as) saltanatı, mülkü, devleti bu yüzden yıkılmıştı.
18
Nitekim Süleyman’ın (as) mülkünden sonra da nice padişahlıklar, krallıklar,
çarlıklar, şahlıklar rüşvet, işret ve lüks yaşam yüzünden yıkılıp gitmişlerdir.
Anadolu’da bu tür olaylar “kurt uylamış” deyimiyle ifade edilmektedir. Bu
deyimle çok büyük bir ağacın [ülkenin] sonunun yaklaştığı anlatılmak istenir.
Küçük şeyler büyük sonuçları meydana getirir.
İngilizlerde de şöyle bir deyim vardır:
Mıh düştü nal düştü,
Nal düştü at düştü,
At düştü süvari düştü,
Süvari düştü ordu düştü,
Ordu düştü kral [ülke]düştü.
Bu ifade kısaltılırsa “Küçük bir çivi ülkeyi yok etti” denebilir.
Ayetteki anlatımın mecaz olduğunu daha iyi anlayabilmek için mevcut
meallerdeki anlamlar esas alınarak şu sorular sorulabilir:
* Süleyman peygamber, söylentilerde olduğu gibi, namaz kılarken ölmüş
olabilir mi?
* Namazda nasıl oluyor da değneğe dayanıyor?
* Süleyman peygamber hükümdar mı, yoksa işçilerin çalışıp çalışmadığını
denetlemekle görevli bir eleman mıdır? Koskoca bir hükümdarın başka işi gücü yok
mudur ki işçilerin başında beklemektedir?
* Bir böcek bir değneği ne kadar sürede kemirebilir? Bu süre içersinde bir
insanın yeme, içme, uyuma ve diğer zaruri ihtiyaçlarını gidermesi nasıl mümkün
olabilir?
* Ölmüş bir adamın günlerce kokmadan beklemesi mümkün müdür? Hele hele
Ortadoğu’nun sıcak ikliminde buna imkân var mıdır?
* İşçilerin başında bekleyen bir maket olabilir mi?
Görüldüğü gibi, ayet zahir anlamıyla değerlendirildiğinde ister istemez akla bu
tür sorular gelmektedir.
Bütün bu soruların bizi götürüp bırakacağı yer, “Yoksa ayette müteşabih bir
ifade, mecaz ve kinayeli bir anlatım mı var?” sorusudur.
Şimdi ayetin bizce hazırlanan mealine bakalım:
14
Ne zaman ki Biz o'nun ölümünü gerçekleştirdik; o'nun ölümüne, onlara
değneğini yiyen yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun öldüğünü
anlamalarına, onlara sadece değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep oldu. Ne zaman
ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: “O yabancılar Süleymân'ın bilmedikleri
ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire
vurulmuşluk içinde kalmazlardı.”
Ayette geçen şu kavramlara özellikle dikkat edilmelidir:
KAZA: Bu terimin doğru anlaşılması çok önemlidir. Kaza, kaderin
gerçekleşmesidir. Kader ise yaratılan varlıkların hiçbir dahl ve tesiri, istek ve tercihi
olmadan Allah’ın tüm yarattıkları için kararlaştırdığı şeylerdir. Mesela insanlar için
doğumları, ölümleri, ırkları, cinsiyetleri, renkleri, ömürleri kader iken, Ay ve Güneş
için yörüngeleri; elementler için de yapı ve özellikleri kaderdir. İnsanların kendi
akıl, fikir ve iradeleriyle yapmış oldukları iyi-kötü, güzel-çirkin iş ve davranışlar
onların kaderi değil, amel ve tercihleridir.
19
Bu anlamda “kader”in yani “kararlaştırılmış hükm”ün infazına,
gerçekleştirilmesine “kaza” denir. Konumuz olan ayette ifade edilen kaza ise
“Süleyman için kararlaştırılmış olan ölümün gerçekleşmesi”dir.
GAYB: Ayetteki bu sözcüğün başında “ ‫ال‬el” takısı bulunmaktadır. Bu takı
âyetin siyak ve sibakının delaletiyle istiğrak için olmayıp özelleştirme içindir. Yani
cinlerin bilmediği gayb genel olarak tüm gayb değil, sadece “Süleyman’ın
ölmüşlüğü”dür. Yani “... onun öldüğünü bilselerdi ...” demektir. Zaten genel gaybı
kimsenin bilemeyeceği bilinmektedir. Bu nedenle, bu âyet halk kültüründeki
cinlerin genel olarak gaybı bilip bilmediği konusunda ele alınmamalıdır.
Ayette dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, Süleyman (as)’ın öldüğünün
“Dabbetülarz” tarafından cümle âleme değil, sadece cinlere [emrinde çalışan
yabancı işçilere/kölelere] bildirilmiş olduğudur. Buradan, onların dışında zaten
herkesin Süleyman (as)’ın öldüğünü bildiği anlaşılmaktadır.
Demek oluyor ki, Süleyman (as)’ın öldüğünü öğrenen cinler buna sevinmişler,
bayram edip bu ölümü kutlamışlardır. Eğer Süleyman (as)’ın öldüğünü daha evvel
öğrenmiş olsalardı, çalışmalarını bırakıp isyan ederler, böylece kendilerini
kölelikten, angaryacılıktan kurtarırlardı. Nitekim öğrendiklerinde de öyle olmuştur.
Ayette verilen temel mesaj ise şudur:
“Süleyman gibi güçlü bir iktidara sahip olanlar da ölecekler, onların da
mülkleri sona erecektir. O iktidar, o haşmet ve o debdebe gelip geçecektir.”
Süleyman'ın değneğini iktidara benzetirsek, “Bir kurt bile onu kemirip
çökertebilecektir.” Küçük zannedilip üzerine gidilmeyen siyasî ve sosyal olaylar
toplumu yer, kemirir ve sonra da koca iktidar yıkılıverir.
Bu konuyla ilgili nakiller şöyledir:
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ahmed İbn Mansûr... İbn Abbâs'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.)
şöyle buyurmuş: Allah’ın nebîsi Süleyman (a.s.) namaz kıldığında gözünün önünde yeşermiş bir
ağaç görürdü ve ona ‘senin adın ne?’ derdi. O da ‘şudur’ derdi. ‘Niçin yaratıldın?’ diye sorup da
ondan ‘fidan olarak...’ diye cevap alırsa fidan olarak diktirir, eğer ‘tedavi için...’ diye cevap alırsa
koparttırırdı. Bir gün namaz kılarken önünde yine bir ağaç gördü. Ona ‘senin adın ne?’ dedi. O
‘harrâb [bir nevi keçi boynuzu]...’ dedi. ‘Sen ne içinsin?’ deyince, o ‘şu evin tahribi için...’ dedi.
Süleyman (a.s.) bunun üzerine dedi ki: ‘Allah'ım, cinlere benim ölümü gösterme ki, insanlar cinlerin
gaybı bilmediklerini öğrensinler. Kendisine bir değnek yonttu ve üzerine dayandı. Bir yıl onun
üzerinde durdu. Cinler işini yapmaya devam ediyorlardı. Bir kurt değneği yedi ve bunun üzerine
ölümü açığa çıktı. Yine insanlar öğrendiler ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, bir yıl boyu ağır
zahmete dayanmazlardı. Saîd İbn Cübeyr der ki: İbn Abbâs bu âyeti şöyle okurdu ve mânâ verirdi:
Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı bilir olsalardı (bir yıl boyunca) horlayıcı azap içinde
kalmazlardı. İbn Abbâs der ki: Cinler kurda teşekkür ettiler, ona su getirirlerdi. İbn Ebu Hatim de bu
haberi İbrahim İbn Tahmân kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki, bunun ref'inde hem garîblik, hem de
münkerlik vardır. Ancak mevkuf bir haber olması gerçeğe daha yakındır. Atâ İbn Ebu Müslim el-
Horasânî'nin pek çok garîb rivayetleri olduğu gibi, bazı hadîsleri de münkerdir.
Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'tan, Mürve el-Hemedanî
kanalıyla da Abdullah İbn Mes'ûd'dan ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki;
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Süleyman (a.s.) bir yıl, iki yıl, bir ay, iki ay Beyt el-Makdîs'e
çekilirdi. Bundan daha çok veya daha az çekildiği de olurdu. Yiyeceğini ve içeceğini mabede
getirirdi. Vefat ettiğinde yiyeceğini mabede götürmüştü. Bunun başlangıcı şöyle olmuştu: Her gün
sabah olunca mukaddes evde bir ağaç yetişirdi. Süleyman peygamber gelir ve ağaca ‘senin adın
nedir?’ diye sorardı. Ağaç da ‘adım şu ve şudur’ derdi. Eğer dikilecek bir fidansa fidanlığını, eğer
deva için bir otsa hangi derdin devası olduğunu söylerdi. Bu durum böylece devam edip gitti.
Nihayet harrûbe denilen bir ağaç bitti. Süleyman peygamber ona ‘senin adın nedir?’ dedi. Ağaç
‘benim adım harrûbedir’ dedi. Süleyman peygamber ‘ne için bittin?’ deyince, o ‘bu mabedi yıkmak
için bittim’ dedi. Süleyman peygamber ‘ben diri iken -Allah dilemedikçe- onu kimse yıkamaz’ dedi.
‘Öyleyse benim helak oluşum ve mukaddes evin harap oluşu senin yüzünden olacaktır’ diyerek onu
çekip bir duvarın içine dikti. Sonra mihraba girdi, namaz kılmaya başladı, asasına dayanmıştı. O
20
sırada vefat etti. Şeytanlar onun vefat ettiğini bilmiyorlardı. Onlar Süleyman peygamberin çıkıp da
kendilerini cezalandırmasından korkarak ve asasına dayanmış vaziyette olduğu için diri sanıp
çalışıyorlardı. Şeytanlar mihrabın etrafında toplanırlardı. Mihrabın önünde ve yanında ayrı delikler
vardı. Süleyman (a.s.) atmak istediği şeytana ‘sen surdan girip öbür taraftan çıkacak güçte misin?’
derdi. Şeytan da oradan girip öbür taraftan çıkmak için giderdi. Şeytan oradan girip geçerken mihrap
da Süleyman (a.s.)'a bakacak olursa mutlaka yanardı. Bir seferinde şeytan oradan geçti ve Süleyman
(a.s.)'ın sesini duymadı. Sonra döndü yine duymadı. Tekrar döndü evin içine girdi ve yanmadı. Baktı
ki, Süleyman (a.s.) düşüp ölmüş. Çıkıp halka onun öldüğünü haber verdi. Onlar da Süleyman (a.s.)'ın
mihrabını açıp oradan kendisini çıkardılar. Habeş dilinde “ ‫منسات‬ minsete” âsâ demektir. Asasını
kurdun yediğini gördüler. Ne zaman öldüğünü de bilemediler. Sonra o kurdu âsânın üzerine
koydular, bir gün ve gecede asadan bir miktar yedi. Buna göre hesap ettiler ve baktılar ki, o, bir yıl
önce ölmüş. Onlar bir yıl boyunca Süleyman (a.s.)'ın ölümünden sonra da işlerine devam etmişlerdi.
İşte, böylece cinlerin gaybı bildiklerine dâir sözlerinin yalan olduğunu insanlar anladılar. Şayet onlar
gaybı bilir olsalardı, Süleyman peygamberin ölümünü de bilirlerdi ve bir yıl boyunca onun için
çalışıp yorulmazlardı. İşte Allah Azze ve Celle'nin “Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü
onlara ancak değneğini yiyen canlı farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı
bilselerdi, horlayıcı azap içinde kalmazlardı” kavlinin mânâsı budur. Allah Teâlâ insanlara onların
durumunu açıklayarak yalan söylediklerini beyan ediyor. Sonra şeytanlar kurda dediler ki: ‘Eğer sen
yemek yiyeceksen, sana en güzel yemekleri getiririz. Eğer sen şarap içeceksen en güzel içecekleri
sana sunarız. Ancak biz sana su ve çamur taşırız. Râvî der ki: Nihayet onlar o kurda su ve çamur
taşıdılar. Görmez misiniz, ağacın kovuğunda bulunan çamuru? Şeytanlar sırf ona teşekkür için bu
çamuru taşımaktadırlar. Bu haber -Allah bilir ya- ancak Ehl-i Kitâb bilginlerinin söyledikleri
sözlerden [İsrâilîyyât] ibarettir. Bu türden sözler üzerinde dikkatle durulmalıdır. Hakikate uygun
olanları doğrulanır. Hakikate aykırı olanlar da yalanlanır. Geriye kalanlar ise ne doğru kabul edilir,
ne de yalan sayılır. İbn Vehb... Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'den nakleder ki; o, “Ölümünü
onlara ancak değneğini yiyen canlı fark ettirdi” kavli hakkında şöyle demiş: ‘Süleyman (a.s.) ölüm
meleğine ‘benim canımı almakla emrolunduğun zaman, bunu bana bildir!’ dedi. Ölüm meleği ona
gelip dedi ki: ‘Ey Süleyman! Senin canını almakla emrolun-dum. Senin yirmi dört saatten az bir
zamanın kaldı. Süleyman (a.s.), şeytanları çağırıp kendisi için camdan bir köşk yaptırdı ve köşke
kapı yapmadı. Ayağa kalktı, asasına dayanıp namaz kılmaya başladı. Râvî der ki: Ölüm meleği onun
yanına girdi ve o asasına dayanmış halde iken ruhunu aldı. Süleyman peygamber ölüm meleğinden
korktuğu için böyle yapmış değildi. Cinler onun önünde çalışıyor ve onun diri olduğunu zannederek
kendisine bakıp işlerine devam ediyorlardı. Allah Teâlâ ağaç kurdunu göndererek asanın içine
girdirdi ve kurt âsâyı yedi. Asanın içini yiyip bitirince, değnek dayanamaz oldu ve Süleyman düştü.
Cinler bunu görünce kalkıp etrafına koşuştular. İşte, yukarıdaki ayetin kastettiği anlam budur. Asbağ
İbn Ferec der ki: Başkasının bana anlattığına göre, ağaç kurdu bir yıl boyunca ağacın içinden yiyordu
ve o düşmemişti. Seleften başkası da böylece zikretmiştir. Allah en doğrusunu bilendir.6
15
Andolsun ki Sebe toplumu için yurt tuttukları yerde bir alâmet/gösterge
vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! –“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için
nimetlerin karşılığını ödeyin! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rabb!”–
Yukarıda Allah’a şükretme çağrısı yapılmış, Davud ve Süleyman
peygamberler de “nimetlere şükreden kullar” olarak tanıtılmıştı. Sonra da onların
şahsında şükrün [nimetin karşılığını ödemenin] önemi belirtilerek herkesin
şükredemediğine dikkat çekilmişti.
15-21. ayetlerden oluşan pasajda ise şükretmeyip nankörlük eden bir toplum ve
akıbeti örnek gösterilmektedir. Bu topluma sağdan soldan iki cennet verilmiş, yani
dünya hayatı onlara çok kolaylaştırılmış, kendilerine bol bol nimetler verilmiş ve
bunların karşılığında kendilerine “Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin
[karşılığını ödeyin]!” denilmişti. Yani “size bu nimeti veren bağışlayıcı Rabb’i
sakın unutmayın! Size verilen nimetlerden işsizlere, aşsızlara Allah’ın hakkı olarak
belirli bir pay ödeyin!” denilmişti.
6
(İbn Kesir)
21
SEBE’ ÜLKESİ
Daha evvel Neml suresinin tahlilinde Sebe’ ile ilgili olarak şu ansiklopedik
bilgiler verilmişti:
Sebe, Güney Arabistan'da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de şimdiki
Kuzey Yemen'in merkezi Sana'nın kuzeydoğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma'rib kenti idi.
Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca
Arabistan'da hüküm sürdüler. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da
Arabistan'da Yemen ve Hadramut, Afrika'da Habeşiştan'ı idare etmiş olan Güney Arabistan'ın meşhur
başka bir milleti idi. Sebeliler bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan'ın iç
kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan da Mısır, Suriye,
Yunanistan ve Roma'ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile
meşhur olmaları işte bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre o devirde dünyanın en zengin
kimseleri bunlardı. Ticaret ve alışverişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de
ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur sularını toplamış
olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmiş bulunuyorlardı. Yunanlı tarihçiler Sebe’
ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır.7
Sebe Krallığı, Güneybatı Arabistan'da yerleşik bulunuyordu ve en parlak dönemlerinde [M.Ö.
ilk bin yılda] yalnızca Yemen'i değil, Hadramevt'in geniş bir bölümünü, Mahrah topraklarını ve
şimdiki Habeşistan'ın büyük bir bölümünü de içine alıyordu. Sebeliler, başkent Ma’rib'in -bazan
Mârib olarak okunuyordu- çevresinde, yüzlerce yıllık bir zaman kesiti içinde, günümüze kadar ayakta
kalabilmiş muhteşem kalıntılarıyla tarihte büyük bir ün yapmış olan olağanüstü barajlar, bentler ve
suyolları şebekeleri inşa etmişlerdi. Sebe ülkesi, bütün Arap Yarımadası'nda dillere destan olan
muazzam gelişmesini bu büyük barajlara borçluydu. (H. 334'de ölen coğrafya bilgini Hemedânî bu
barajlar şebekesinin suladığı toprakların Doğuya, Rub‘u'l-Hâlî sınırları çevresindeki Sayhad çölüne
doğru uzandığını nakleder.) Ülkenin zenginleşmesi, halkının ticarî faaliyetlere yoğun ilgisinden ve
Ma’rib'den Kuzeyde Mekke, Medine ve Suriye'ye, Doğuda Arap Denizi kıyılarındaki Zufâr'a doğru
ilerleyen ve böylece Hindistan ve Çin'e bağlanan deniz yolları ile birleşen “baharat yolu”nu kontrol
etmelerinden ileri geliyordu. Yukarıdaki pasajın değindiği dönem, tabii, 27:22-44'de sözü edilenden
daha sonraki bir zamana tekabül eder.8
16
Fakat onlar yüz çevirdiler; nimetlerin karşılığını ödemediler. Biz de
üzerlerine barajların selini salıverdik ve iki bahçelerini onlara buruk yemişli,
ılgınlık ve içinde biraz da “sidir ağacı” bulunan iki bahçeye çevirdik.
17
Bu, onların küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş
olmaları nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok
nankör olanları cezalandırırız.
Verilen nimetlere karşılık Sebeliler şükretme görevini ihmal ettiler ve Allah'ın
verdiği nimeti inkâr ettiler. Allah Arim [baraj] selini göndererek onları cezalandırdı.
Sel, bütün sulama sistemini bozdu. Bahçelerini, ülkelerini, içinde çok dikenli, acı
meyveli, bir nevi meyveli misvak, sidr ve ılgın gibi küçük, bodur ağaçlar bulunan
kötü manzaralı, tarıma elverişsiz bir araziye çevirdi. Böylece baraj seli nedeniyle
bütün ülke harap oldu. Sidir ağacı, Türkiye’nin Toros dağlarında da yetişen ve çam,
köknar ailesinden olan “Sedir” ağacıyla karıştırılmamalıdır. Sidir ağacı, meyvesiz,
dikenli, bodur bir çöl bitkisidir. Kayda değer bir gölgesi bile olmayan bu bitkiye
“Arabistan Kirazı” da denir.
“ ‫العرم‬ARİM” SÖZCÜĞÜ
7
(Ansiklopediler)
8
(Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)
22
Bu sözcük, “vadinin kendisiyle engellendiği set” anlamındaki “ ‫عرمة‬arimet”
sözcüğünün çoğuludur.9
Ayetteki “Arim” sözcüğü ile ilgili olarak klasik eserlerde şu bilgiler
verilmiştir:
1- Bu, o şeddin harap olmasına sebep olan köstebeklerdir. Çünkü Belkıs, aralarında yollar
bulunan dağlara yöneldi. Böylece de, o yolların (çıkış noktalarına), geçitlerine setler yaptı. Derken,
yağmur suları ve kaynak suları oralarda toplandı ve âdeta bir deniz haline geliverdi ve buralara,
sırayla birbirinin üzerinde olmak üzere üç kapı, kapak yerleştirdi. Öyle ki, bu kapıların ancak biri
açıldıktan sonra diğeri de açılıyordu. Derken köstebekler o seddi deldiler. Böylece de o setler harap
oldu ve biriken sular, onların aleyhine bir tehdit oluşturmaya başladı.
2- Arim, seddin adıdır. Bu sed de, Arîm'in toplanması demektir. Arim ise taşların bir araya
gelmesidir.
3- Arim, kendisinden o suyun kaynaklanmış olduğu vadinin adıdır.10
Arim seli, cahiliyye döneminde söylenen rivayetlerle, eski Arapça kitapların üzerine bina
edildiği olaylardan biridir. Sel mağduru çoğu Yemen kabileleri, Arap yarımadasının kuzeyine, doğu
sahillerine, Şam ve Irak beldelerine hicret ettiler. Hicret edenler arasında Yesrib'e [Medine-i
Münevvere] yerleşen Evs ve Hazreç, Şam ülkesinde devlet kuran Gassaniler, Irak ülkesinde devlet
kuran Lahmiyyun, Amman'da devlet kuran Benu Abdulkays da bulunmaktadır. Tarihçiler bu
felaketin Nebevi bi'setten yaklaşık dört yüz sene önce gerçekleştiğini tahmin ederler.11
el-Kuşeyrî dedi ki: Bunların "Himar [eşek]" lakaplı bir başkanları vardı. Bunlar İsa ile
Muhammed (sav) arasındaki fetret döneminde idiler. Denildiğine göre, bunun bir oğlu vardı ve öldü.
Bunun üzerine başını semaya doğru kaldırıp tükürdü ve kâfir oldu. İşte bundan dolayı "Himar'dan
daha kâfir" tabiri kullanılmaktadır. el-Cevherî dedi ki: "Himar'dan daha kâfir" deyimi şuradan
gelmektedir: Ad kavmine mensub bir adamın birkaç oğlu vardı. Bu da çok büyük bir küfür ile kâfir
oldu. Onun topraklarından kim geçerse, mutlaka o kişiyi küfre davet ederdi. Çağrısını kabul ederse
onu bırakır, değilse öldürürdü. Daha sonra Arim seli onların bahçelerini alıp götürünce, ileride
açıklanacağı üzere- etraftaki ülkelere dağıldılar. Bundan dolayı darbımeselde “Sebeliler gibi
darmadağın oldular” denilmektedir. Denildiğine göre Evs ve Hazrecliler de onlardandır.12
ez-Zeccac dedi ki: Arim, üzerlerinde kapatılmış bulunan seddi oyan farenin adıdır. Kendisine
"el-Huld" denilen de odur. Katade de böyle demiştir: Selin olmasına kendisi sebep teşkil ettiğinden
sel ona nispet edilmiştir.
İbnu'l-Arabî de: Arim fare isimlerinden bir isimdir, demiştir.
Mücahid ve İbn Ebi Necih de şöyle demişlerdir: Arim Yüce Allah'ın seddi, içine göndermiş
olduğu kırmızı bir sudur. Bu su, seddi çatlatmış ve yıkmıştır.
Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre Arim çok şiddetli yağmur demektir. "Re" harfi sakin
olarak "arm" de denilir.
ed-Dahhak'tan rivayete göre; bunlar İsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasındaki
fetret döneminde yaşamışlardı.
Amr b. Şurahbil de şöyle demektedir: Arim sed demektir. el-Cevherî de böyle demiştir. el-
Cevherî'nin dediğine göre bunun kendi lafzından tekili yoktur. Tekilinin "arime" olduğu da
söylenmektedir.
Muhammed b. Yezid dedi ki: İki şey arasında engel teşkil eden her bir şeye arim denilir. Engel
[sed] diye adlandırılan şey de budur ve bu "Arime"nin çoğuludur.
9
(Lisanü’l Arab; c. 6, s. 214, “arm” mad.)
10
(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
11
(Derveze; et Tefsirü’l Hadis)
12
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
23
en-Nehhas dedi ki: İki dağ arasında toplanan yağmur suyunun önünde eğer bir engel varsa,
buna arim denilir. Mısırlıların "Hibs" adını verdikleri engel budur. Onlar istedikleri vakit bu engeli
kaldırırlar. Bahçeleri yeteri kadar su aldığı vakit yine burayı tıkarlardı.13
Metindeki "seyle’l-arim" ifadesinde kullanıldığı gibi, 'arim' kelimesi "baraj, set" anlamına
gelen ve Güney Arapçasında kullanılan "arimen" kelimesinden türemiştir. Yemen'de yapılan
kazılarda ortaya çıkarılan harabelerde bu kelime sık sık bu anlamda kullanılmıştır. Mesela, Yemen'in
Habeşli hükümdarı Ebrehe'nin büyük Me'arib seddinin tamirinden sonra yazdırdığı M.S 542 ve 543
tarihli bir kitabede bu kelime tekrar tekrar baraj [set] anlamında kullanılmıştır. O halde Seyle’l-arim,
bir set yıkıldığında meydana gelen sel felaketi anlamına gelir.14
Bu felaketin tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat Ma’rib Barajının ilk yıkılışının
muhtemel tarihi M.S. 2. Yüzyıl olabilir. Bu olaydan sonra Sebe Krallığı büyük ölçüde harap oldu ve
bu da güneyli [Kahtân] birçok kabilenin Yarımada'nın kuzeyine doğru göç etmelerine yol açtı.
Ardından, barajlar ve kanallar şebekesi belli ölçüde onarıldı, fakat ülke eski refah düzeyine bir daha
ulaşamadı ve İslam'ın zuhurundan 20-30 yıl önce de bu büyük baraj tamamen çöktü.15
Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, “arim” sözcüğü “barajlar, bentler,
sedler” demektir. Tarihin bir döneminde Yemen’deki bu barajlar yıkılmış, boşanan
sel suları ülkeyi tamamen mahvetmiştir.
Ayetteki “şükretmemek" ifadesinden bu toplumun sahip olduğu nimetlerin
karşılığını Allah’a ödemedikleri, yani işsizlere iş, aşsızlara aş vermedikleri,
yetimleri kerimleştirmedikleri, infakta bulunmadıkları anlaşılmaktadır.
Demek oluyor ki, bu kavmin ileri gelenleri “hep bana” demişler, tekasür
hastalığına tutulmuşlar, işin sonunu hesap etmemişlerdir. Gelir dağılımındaki
olumsuzluk toplumdaki bir kesimin nefretine, kıskançlığına ve hıncına neden
olmuş, bu da ilahi bir ceza olarak barajın yıkılmasına ve toplumun perişanlığına
neden olmuştur. Kendi yaptıklarının bir sonucu olarak cennet olan ülkeleri
cehenneme dönmüştür. Bu durum bize Tekasür suresinde verilen ilahî mesajı
hatırlatmalıdır:
5,6
Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Eğer ki kesin bilgi ile bilirseniz çılgınca yanan
ateşi kesinlikle görürsünüz. 7
Bir süre sonra, onu, gözle görürcesine, gerçek olarak kesinlikle
göreceksiniz.
(Tekasür/5, 6)
Biz Tekasür/5, 6’da sözü edilen “cahîm”in âhiretteki cehennem değil,
dünyadaki cehennem olduğu kanısındayız. Şöyle ki: Bu dünyevî cehennem, Tekâsür
ile eğlenmenin ve zevklenmenin sonucunda ortaya çıkan perişanlıktır, ıstıraptır,
sıkıntıdır, bunalımdır; yanan ateştir.
Kur’ân'da “cahîm” sözcüğünün dünyadaki alevli ateş için de kullanıldığını
gösteren bir başka örnek de Saffat/97’dir.
97
Onlar: “Şunun için bir duvar yapın/ ambargo uygulayın da bunu çılgınca yanan ateşin/aşırı
sıkıntının içine atın!” dediler.
(Saffat/97)
13
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
14
(Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)
15
(Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)
24
İbrahim peygamberin karşıtları tarafından ateşe atılmasının anlatıldığı bu
ayette geçen ve “çılgınca yanan ateş” olarak çevirdiğimiz sözcüğün orijinali de
“cahîm”dir.
Yukarıdaki bilgiler ve vardığımız sonuçlar esas alındığında, insanlığa sunulan
evrensel mesaj şu şekilde açıklanabilir:
“Eğer çokluk yarışı yapmanın, gösterişin, lüksün ve bunlardan zevk almanın,
bunlarla eğlenerek oyalanmanın ne demek olduğunu, bunların nelere mal olduğunu
bilimsel bir gerçekle bilseydiniz, o zaman karşınızda cahîmi, cehennemi,
perişanlığı, acıları, feryatları, sıkıntıları görürdünüz; bu davranışlarınızla kendiniz
için, çevreniz için, ülkeniz için, dünya için bir cehennem hazırladığınızı fark
ederdiniz.”
Dünyadaki cehennemleri görmek ve insanlara cehennem sıkıntısı veren bu
faciaların oluşma sebeplerini belirlemek için gerek kendi hayatımızda ve gerekse
çevremizdeki insanların veya toplumların hayatlarında görülen bazı trajik olayları
iyi analiz etmek, “neden” diye sorarak problemin ana kaynağını doğru teşhis etmek
gerekmektedir: Dünyadaki bu tür cehennemlerin sayıca fazlalığı, bunlara neden
olan sebeplerin fazla olduğu göstermez.. Bilinmelidir ki, bütün bu cehennemlerin
tek bir sebebi vardır: Çoğaltma yarışı ve çokluktan zevk almak, çoklukla
oyalanmak, çoklukla eğlenmek, çok, daha çok yapabilme istek ve gayretleri...
Tekâsür hastalığına yakalanarak tekâsür ateşini yakmış olanlar, bir taraftan bu
ateşi söndürmemek ve daha da büyütmek için ellerinin uzandığı her yerden haklı
haksız toplayıp sömürür ve semirirlerken, diğer taraftan da topladıklarını
kaptırmamak için aynı kaynaktan beslenmek isteyen rakiplerini sabote ederler,
yalan ve iftiralar ortaya atarak onlarla mücadele ederler. Sonunda durum öyle bir
hâl alır ki, hem tekâsür ateşini yakmış olanlar hem de bunların beslendiği,
sömürdüğü suçsuz günahsız insanlar ateşin içinde kalırlar. İçinde kaldıkları o şey
bir dünya cehennemidir. Suçsuz ve günahsız insanların cehennemi ezilmek,
sömürülmek, çaresiz bırakılmak şeklinde gerçekleşirken, bizzat ateşi yakanların
cehennemi ise topladıklarını başka tekâsür hastalarına kaptırmamak, korumak ve
daha da arttırmak için kaygı ve hasret duyarak huzursuzluk çekmeleridir. Bu
özellikteki birey ve toplumlar sürekli kendilerine düşman yaratarak geceleri
uyuyamaz hâle gelirler ve böylece içinde yaşadıkları ortamı bizzat kendi elleriyle
cehenneme çevirirler.
18
Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta
şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik: –
Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gidin gelin!–
19
Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler
ve nefislerine yanlış; kendi zararlarına işler yaparak haksızlık ettiler. Şimdi de
Biz onları efsaneler yaptık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda
tüm kendisine verilen nimetlerin karşılığını çokça ödeyen sabreden için elbette
alâmetler/göstergeler vardır.
Sebe toplumuna iki cennetten başka, rahat, güvenli yollar, yakın mesafede
komşu kentler, köyler de verilmişti. Bu nedenle çevre kentlerle de gayet barışçı
ilişkileri vardı. Bu yüzden ticaretlerini de güven içinde yapabilmekteydiler. Ne var
ki, bu nimetlerin değerini bilmediler, şükretmediler. Taşkınlıklarıyla “Rabbimiz!
Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler. Yani kendi elleriyle belalarını istediler
ve cezalandırıldılar. Oradan sürüldüler
Sebe’ ülkesinin diğer bir özelliği de “güven ve emniyet” içinde olması idi.
25
Ayrıca bu ülke, sırt sırta, birbirine yakın, bakınca diğerini görebilen kasaba ve
şehirlerden oluşmuştu. “O bereket verdiğimiz memleketler” ifadesinden, bu
şehirlerin aynı zamanda bereketli, verimli, temiz ve manevî değeri olan şehirler
olduğunu anlıyoruz. Ayetteki “o bereket verdiğimiz ...” ifadesiyle Kur’an’da Suriye
ve Filistin bölgeleri kastedilir.
Sebelilerin Efsanelen İşleri:
Yani, "Sebeliler her yönden o kadar darmadağın oldular ki, artık onların bu dağınıklığı herkes
tarafından bilinir oldu. Bugün bile Araplar bir topluluğun tamamen dağılışından bahsetmek isteseler
Sebelileri örnek gösterirler. Allah nimetlerini onlardan geri aldığında, çeşitli Sebe kabileleri
yurtlarından ayrılıp Arabistan'ın başka bölgelerine göç etmeye başladılar. Benû Gassân, Suriye ve
Ürdün'e; Evs ve Hazreç Yesrib'e; Huzaa da Cidde yakınlarındaki Tihane'ye yerleşti. Ezd kabilesi
Umman'a gitti. Beni Lahm, Cuzam ve Kinde kabileleri de başka yerlere göç etmek üzere yurtlarını
terk etmek zorunda kaldılar. Böylece Sebeliler artık millet olmaktan çıktılar ve sadece bir efsane
oldular."16
19. ayetin sonundaki “Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette
ayetler vardır” ifadesi ile Allah nimet verdiğinde şımarmayan, Allah'ı unutmayan,
Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyen fert ve toplumların bu tip tarihi
olaylardan ibret alacakları, tarihi tekerrür ettirmeyecekleri açıklanmaktadır.
Ayetteki “Seferlerimizin arasını uzaklaştır” ifadesi, Yahudilerin Bakara/61’de
nakledilen “Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, artık bizim için
Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından,
sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” şeklindeki sözlerine
benzemektedir. İsraillilerin bal börek, baklava kaymakla beslenirken “soğan
sarımsak” talebinde bulundukları gibi, Sebeliler de kendi elleriyle, ayaklarıyla
felaketi davet etmişlerdir.
Anlaşıldığına göre, Sebe toplumunun “Seferlerimizin arasını uzaklaştır”
şeklindeki sözleri, inançlarının bozukluğundan dolayı dile getirilmiş bir taleptir. Bu
ukalaca talep, bir kimsenin kendisini dövemeyeceğini sandığı birine “Haydi
vursana! Erkeksen gelsene!” demesi gibi bir şeydir. Bu ifadeyi ya doğrudan
kullanmışlar ya da hal ve tavırlarıyla bu anlama gelecek hareketlerde
bulunmuşlardır. Yani elleriyle ayaklarıyla belalarını istemişlerdir.
20
Ve andolsun ki İblis/düşünce yetisi onlar hakkındaki zannını tasdik etti
de mü’minlerden ibaret bir kesimden başkası İblis'e uydular.
21
Hâlbuki İblis için onlar üzerinde hiçbir kudret yoktu. Fakat Biz âhirete
imanı olanı, onun hakkında yeterli bilgisi olmayandan ayırt edecektik; onları
işaretleyip bildirecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır.
Bu ayetlerde, İblis’in hiçbir zorlama gücü olmadığı halde Sebe’ toplumunun
İblis’e uyarak azdıkları, şımardıkları ve bunun sonucunda da cezalandırıldıkları
bildirilmektedir. Ayette Rabbimizin bize daha evvel temsili anlatımlarla verdiği
bazı mesajlara da gönderme yapılmaktadır:
15
Allah, “Sen süre verilmişlerdensin” dedi.
16,17
İblis, “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru
yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
16
(Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)
26
onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler
bulmayacaksın” dedi.
(A’raf/15- 17)
62
İblis dedi ki: “Şu benden üstün tuttuğun şu kişiyi gördün mü? Yemin ederim ki, eğer beni
kıyâmet gününe kadar ertelersen, pek azı dışında onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım.”
(İsra/62)
82,83
İblis, “Öyle ise en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak
galip oluşuna yemin ederim ki ben onların hepsini; –içlerinden arıtılmış kulların hariç– kesinlikle
azdıracağım” dedi.
(Sad/82, 83)
39,40
İblis dedi ki: “Rabbim! Sen beni, insanları azdırmam için yarattığın nedenle kesinlikle ben
de yeryüzünde, her şeyi onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini kesinlikle
azdıracağım!”
(Hıcr/39, 40)
Görüldüğü üzere, yukarıdaki ayetlerde, İblisin çok az bir grubu hariç,
insanların tamamını azdırıp şükredici olmamalarını temin edeceği nakledilmiştir.
Sebe’ halkının akıbeti şeytanın bu işlevine çok güzel bir örnektir. Çünkü bu halk
şükretmeyip nankörlerden olmuş ve bu haliyle de şeytanı doğrular bir duruma
düşmüştür.
20. ayette “müminlerden ibaret bir kesimden başkası” ifadesine göre, Sebe’
toplumu içindeki inananlar küçük bir azınlıktan ibaretti. Merhum Mevdudi’nin bu
konuyla ilgili tespitleri şöyledir:
Tarih, eski çağlarda Sebeliler arasında sadece Allah'a ibadet eden küçük bir topluluğun
yaşadığını göstermektedir. Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucu Yemen'de bulunan kitabeler
bu küçük unsurun varlığına işaret etmektedir. Yaklaşık olarak M.Ö. 650 yıllarına ait kitabeler, Sebe
krallığı içinde, sadece Zu-Semevî veya Zû-Semâvi'ye, yani Rabbu’s-Sema’ya [Göklerin Rabbine]
ibadete hasredilmiş evler bulunduğunu söylemektedir. Bazı yerlerde bu ilahtan “Meliken Zû-Semavi
[Göklerin sahibi olan Melik] diye bahsedilmektedir. Sebelilerin bu mirası Yemen'de yüzyıllarca
yaşamaya devam etmiştir. M.S. 378 tarihli bir kitabede "Bu mabet, ilah Zû-Semavi'ye aittir” ifadesi
bulunmaktadır. M.S. 465 tarihli bir kitabede de şöyle bir ifade yer alır: "Bi-nasr ve riza ilahin bel
semin ve ardin [Göklerin ve yerin sahibi olan İlah’ın yardım ve rızasıyla]” . M.S. 458 tarihli başka
bir kitabede ise Rahman kelimesi, “Bi-rıza Rahmanen [Rahmanın yardımıyla]” şeklinde
kullanılmaktadır.17
İblis’in bir toplumu nasıl nankörleştirdiği, şu başlıklar altında sıralanabilir:
* Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emrederek ve önererek,
* Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilmedikleri şeyleri söylemelerini
emrederek,
* Fakirlikle korkutarak,
* Kuruntulara düşürerek,
* Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emrederek,
* Kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayarak,
* Vesvese verip zihin bulandırarak,
* Yaptıkları ameller ile şımartarak,
* Azdırarak,
* İnsanlar arasına içki, uyuşturucu, kumar ve lüks yaşamla aralarında
düşmanlık ve kin sokarak,
17
(Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)
27
* Allah'ı anmaktan ve Salâttan onları geri bırakarak...
Merhum Mevdudi, Sebelilerin nankörlüğünü örnek olarak karşımıza getiren
15- 21. ayetler bağlamında Sebe kavmiyle ilgili şu değerli bilgileri vermektedir:
Yunan ve Roma tarihçileri ve coğrafya bilgini Theophrastus (M.Ö. 288) de, İsa'dan öncesinden
itibaren, çağlar boyunca Hıristiyan tarihinin yanı sıra kavimden de bahsetmektedirler.
Bu kavmin yurdu bugün Yemen denilen Arabistan yarımadasının güneybatı köşesiydi.
Yükselişi M.Ö. 1100 yıllarında başlamıştır. Davud ve Süleyman Peygamberler zamanında Sebeliler,
zenginlikleriyle dünyaca meşhur bir kavimdi. Başlangıçta güneşe tapıyorlardı. Daha sonra,
kraliçelerinin Hz. Süleyman zamanında imana gelmesinden (M.Ö. 965-926) sonra muhtemelen çoğu
Müslüman oldu. Fakat zamanı tam tesbit edilemeyen daha sonraki bir dönemde tekrar Elmaka [Ay
Tanrısı] , Ester [Venüs] , Zat Hamim, Zat Bed'an [Güneş Tanrısı] Hermeten veya Herimet gibi
birçok tanrı ve tanrıçaya tapmaya başladılar. Baş tanrıları Elmeka'ydı. Krallar ülkede onun temsilcisi
olarak hüküm sürüyorlardı.
Yemen'de yapılan kazılar sonucu, bu tanrılar ve özellikle de Elmaka için her tarafta mabetler
yapıldığını ve her önemli olayda bu tanrılara kurbanlar sunulduğunu gösteren birçok yazıtlar ortaya
çıkarılmıştır.
Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, bu kavmin tarihine ışık tutan yaklaşık 3000
kadar kitabe bulunmuştur. Bunların yanı sıra, Arap ravilerinin ve Romalı, Yunanlı tarihçilerin
verdikleri bilgiler de kullanılırsa, bu kavmin ayrıntılı bir tarihi hazırlanabilir. Bu bilgilere dayanarak
aşağıdaki dönemlerin bu kavmin tarihinde önemli dönemler olduğunu söyleyebiliriz:
1- M.Ö. Yedinci Yüzyılın yarısından önceki dönem: Sebe kralları bu dönemde Mukarrib diye
anılıyordu. Bu, kralların kendilerinin insanlarla tanrılar arasında bir bağ olduğunu iddia ettiklerini
veya başka bir deyişle rahip-krallar olduklarını ifade eder.
Başkentleri, bugün Heribe denilen ve Me'arib'in bir günlük yol batısında kalıntıları bulunan
Sirve idi. Büyük Me'arib barajının temelleri bu dönemde atılmıştı; daha sonraki dönemlerde gelen
krallar bu barajı zaman zaman genişletmişlerdir.
2- M.Ö. 650-M.Ö. 115: Bu dönemde Sebe kralları, dinsel yönetimin yerini laik krallık
yönetimine bıraktığını gösteren Melik adını aldılar ve Mukarrib adını kullanmaz oldular. Sirve'yi
bırakıp Me'arib'i başkent yaptılar ve onu her yönden geliştirdiler. Bu şehir denizden 3900 fit
yüksektedir ve San'a'nın yaklaşık 60 mil doğusundadır. Bugün bulunan harebeleri bile, bir zamanlar
çok gelişmiş bir kavmin merkezi olduğuna şahitlik etmektedir.
3- M.Ö. 115-M.S. 300: Bu dönemde Sebe krallığı, Sebe kavminin ileri gelen kabilelerinden
biri olan Himyerilerin yönetimi altına girdi. Onlar Me'arib'i bırakıp, daha sonraları Zafar diye bilinen
Reydan'ı başkent yaptılar. Bu şehrin kalıntıları bugünkü Yerim şehri yakınlarındaki bir tepe üzerinde
hâlâ mevcuttur. Bu tepeye yakın bir yerde, belki de bir zamanlar bütün dünyaca zafer ve büyüklüğü
ile tanınan o büyük kavmin torunları olan Himyer adında küçük bir kabile yaşamaktadır. Aynı
dönemde krallığın bir bölümü için ilk defa Yemenet ve Yemenat kelimeleri kullanılmaya
başlanmıştır. Bu kelime daha sonraları Yemen'e dönüşmüş ve Asir'den Aden'e ve Babü'l-
Mendeb'den Hadramevt'e kadar uzanan bütün toprakların adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu
dönemde Sebelilerin gerileyişi de başlamıştır.
4- M.S. 300'den İslam’ın doğuşuna kadar olan dönem: Bu, Sebelilerin çöktüğü dönemdir. Bu
dönemde Sebeliler, dış müdahalelere meydan bırakan iç savaşlara dalmışlardı. Bu, onların ticaret ve
tarımlarının gerilemesi, hatta siyasal özgürlüklerinin bile kaybedilmesi ile sonuçlandı. Himyeriler ve
diğer kabileler arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanan Habeşiler, Yemen'i işgal ettiler ve M.S.
340'tan M.S. 378'e kadar yönettiler. Daha sonra siyasal özgürlüklerini kazanmalarına rağmen büyük
Me'arib barajında çatlaklar görülmeye başladı ve bu çatlaklar, Sebe’/16’da değinilen selin yol açtığı
büyük bir felaketle sonuçlandı (M.S. 450-451). Gerçi bundan sonra Ebrehe dönemine dek baraj tamir
edildi, fakat ne dağılan insan topluluklarını geri getirebildi, ne de bozulan tarım ve sulama sistemi
eski haline döndürülebildi. M.S. 523'te Yemen'in Yahudi kralı Zu-Nuvas Necran Hıristiyanlarını
katletti. Kur'an-ı Kerim'de bu olaya Ashab-ı Uhdud diye değinilmektedir (Büruc/4). Bunun
intikamını almak için Habeşistan'daki Hıristiyan krallığı Yemen'i işgal etti ve bütün toprakları ele
geçirdi. Daha sonra Yemen'in Habeşli yöneticisi Ebrehe, Kâbe’nin merkezi durumuna bir son
vermek ve bütün Batı Arabistan'ı Bizans-Habeş etkisi altına almak için, Hz. Muhammed'in (s.a)
doğumundan bir kaç gün önce, M.S. 570 veya 571'de Mekke üzerine yürüdü. Habeşistan ordusu,
Kur'an'da Ashabü'l-Fil adı altında anlatıldığı şekliyle tamamen helak oldu. En sonunda M.S. 575'de
Yemen, İran'lıların eline geçti. Yemen meliki Bazan, İslamı kabul edince onların yönetimi de M.S.
628'de sona erdi.
28
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi
58. sebe suresi

More Related Content

What's hot (20)

65. casiye suresi
65. casiye suresi65. casiye suresi
65. casiye suresi
 
102. nur suresi
102. nur suresi102. nur suresi
102. nur suresi
 
43.fatır suresi
43.fatır suresi43.fatır suresi
43.fatır suresi
 
52. hud suresi
52. hud suresi52. hud suresi
52. hud suresi
 
42.furkan suresi
42.furkan suresi42.furkan suresi
42.furkan suresi
 
55. en'am suresi
55. en'am suresi55. en'am suresi
55. en'am suresi
 
57. lokman suresi
57. lokman suresi57. lokman suresi
57. lokman suresi
 
62. şura suresi
62. şura suresi62. şura suresi
62. şura suresi
 
85. ankebut suresi
85. ankebut suresi85. ankebut suresi
85. ankebut suresi
 
71. nuh suresi
71. nuh suresi71. nuh suresi
71. nuh suresi
 
90. ahzab suresi
90. ahzab suresi90. ahzab suresi
90. ahzab suresi
 
104. münafikun suresi
104. münafikun suresi104. münafikun suresi
104. münafikun suresi
 
66. ahkaf suresi
66. ahkaf suresi66. ahkaf suresi
66. ahkaf suresi
 
94. hadid suresi
94. hadid suresi94. hadid suresi
94. hadid suresi
 
Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin
Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin
Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin
 
61. fussilet suresi
61. fussilet suresi61. fussilet suresi
61. fussilet suresi
 
50. isra suresi
50. isra suresi50. isra suresi
50. isra suresi
 
103. hacc suresi
103. hacc suresi103. hacc suresi
103. hacc suresi
 
67. zariyat suresi
67. zariyat suresi67. zariyat suresi
67. zariyat suresi
 
105. mücadele suresi
105. mücadele suresi105. mücadele suresi
105. mücadele suresi
 

Similar to 58. sebe suresi (14)

73. enbiya suresi
73. enbiya suresi73. enbiya suresi
73. enbiya suresi
 
Turkish Quran
Turkish QuranTurkish Quran
Turkish Quran
 
72. ibrahim suresi
72. ibrahim suresi72. ibrahim suresi
72. ibrahim suresi
 
39. araf
39. araf39. araf
39. araf
 
54. hicr suresi
54. hicr suresi54. hicr suresi
54. hicr suresi
 
59. zümer suresi
59. zümer suresi59. zümer suresi
59. zümer suresi
 
112. maide suresi
112. maide suresi112. maide suresi
112. maide suresi
 
48.neml suresi
48.neml suresi48.neml suresi
48.neml suresi
 
107. tahrim suresi
107. tahrim suresi107. tahrim suresi
107. tahrim suresi
 
47. şuara suresi
47. şuara suresi47. şuara suresi
47. şuara suresi
 
98. insan suresi
98. insan suresi98. insan suresi
98. insan suresi
 
56. saffatsuresi
56. saffatsuresi56. saffatsuresi
56. saffatsuresi
 
75. secde suresi
75. secde suresi75. secde suresi
75. secde suresi
 
77. mülk suresi
77. mülk suresi77. mülk suresi
77. mülk suresi
 

More from TEBYİN-ÜL-KUR’AN (18)

Qur'an in English
Qur'an in EnglishQur'an in English
Qur'an in English
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmazQur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
 
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedekNecm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
 
Sonsöz
SonsözSonsöz
Sonsöz
 
114. nasr suresi
114. nasr suresi114. nasr suresi
114. nasr suresi
 
113. tevbe suresi
113. tevbe suresi113. tevbe suresi
113. tevbe suresi
 
111. fetih suresi
111. fetih suresi111. fetih suresi
111. fetih suresi
 
109. saff suresi
109. saff suresi109. saff suresi
109. saff suresi
 
106. hucurat suresi
106. hucurat suresi106. hucurat suresi
106. hucurat suresi
 
101. haşr suresi
101. haşr suresi101. haşr suresi
101. haşr suresi
 
100. beyyine suresi
100. beyyine suresi100. beyyine suresi
100. beyyine suresi
 
99. talak suresi
99. talak suresi99. talak suresi
99. talak suresi
 
97. rahman suresi
97. rahman suresi97. rahman suresi
97. rahman suresi
 
93. zilzal suresi
93. zilzal suresi93. zilzal suresi
93. zilzal suresi
 
92. nisa suresi
92. nisa suresi92. nisa suresi
92. nisa suresi
 
91. mümtehıne suresi
91. mümtehıne suresi91. mümtehıne suresi
91. mümtehıne suresi
 

58. sebe suresi

  • 1. 58 SEBE SURESİ GİRİŞ: Adını 15. ayette yer alan “Sebe’” sözcüğünden alan bu surenin, Mekke’de 58. sırada indiği kabul edilir. 6. ayetin Medeni olduğunu ileri sürenler olmuştur.1 Yerinde açıklayacağımız gibi, söz konusu ayetin paragraf ile uyumu bunun uzak bir ihtimal olduğunu göstermektedir. Surede kâfirlerin batıl inançları ve Resulullah ile tartışmaları yer almaktadır. Diğer surelerde olduğu gibi bu surede de müminler övülmekte, gerek müminlerin ve gerekse kâfirlerin akıbetleri ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunulmaktadır. Bu açıklamalarda, şükredenlere Davud ve Süleyman peygamberler örnek verilirken, nimetlere nankörlük edenlere de Sebe’ toplumu örnek gösterilerek nankörlükleri sonucu başlarına gelen sıkıntılar anlatılır. 1 [Süyuti; el-İtkan 1
  • 2. MEAL: RAHMAN RAHİM ALLAH ADINA 1 Tüm övgüler, göklerde olan şeyler, yerde olan şeyler Kendisine ait olan Allah içindir; başkası övülemez. Âhirette de tüm övgüler yalnızca O'nun içindir; başkası övülmez. Ve O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, her şeyin iç yüzünü, gizli taraflarını da iyi bilendir. 2 Allah, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve onda yükseleni bilir. Ve O, engin merhamet sahibidir, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır. 3,4 Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler: “Bize o kıyâmetin kopuş anı gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet, gelecektir. Görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilen Rabbime andolsun ki iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan o kimselere –ki işte onlar kendileri için bir bağışlanma ve hatırı sayılır bir rızık olanlardır– karşılıklarını vermek için size kesinlikle gelecektir. O'ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi kesinlikle açık bir kitaptadır.” 5 Ve şu, alâmetlerimi/göstergelerimi saklamaya uğraşanlar; işte onlar, elem verici kötü azaptan bir azap kendileri için olanlardır. 6 Kendilerine bilgi verilmiş olan kimseler de görüyorlar ki Rabbinden sana indirilen şey, hakkın ta kendisidir. Ve o indirilen şey/Kur’ân, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, övülen, övgüye lâyık bulunanın yoluna kılavuz oluyor. 7,8 Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler şöyle dediler: “Siz çürüyüp, didik didik parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni bir oluşturuluş içinde bulunacaksınız diye, size haber veren bir kişiyi size gösterelim mi? O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” Tam tersi, âhirete inanmayan kimseler, azap ve uzak bir sapıklık içindedirler. 9 Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan şeylere bir bakmazlar mı? Biz dilesek kendilerini yere geçiririz. Yahut gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda yönelen/ hakka gönül veren her kul için bir alâmet/gösterge vardır. 10,11 Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.– 12 Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; ve Biz erimiş bakır madenini o'na sel gibi akıttık. Ve eli altında Rabbinin izniyle/ bilgisiyle iş görmekte olan yabancı kişileri boyun eğdirdik. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık. 13 Onlar, Süleymân'a özel karargâhlar, heykeller/ resimler ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd ailesi! 2
  • 3. Nimetlerin karşılığını ödemek için çalışın! Ama kullarım içinde, verilen nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!– 14 Ne zaman ki Biz o'nun ölümünü gerçekleştirdik; o'nun ölümüne, onlara değneğini yiyen yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun öldüğünü anlamalarına, onlara sadece değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep oldu. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: “O yabancılar Süleymân'ın bilmedikleri ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk içinde kalmazlardı.” 15 Andolsun ki Sebe toplumu için yurt tuttukları yerde bir alâmet/gösterge vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! –“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için nimetlerin karşılığını ödeyin! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rabb!”– 16 Fakat onlar yüz çevirdiler; nimetlerin karşılığını ödemediler. Biz de üzerlerine barajların selini salıverdik ve iki bahçelerini onlara buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da “sidir ağacı” bulunan iki bahçeye çevirdik. 17 Bu, onların küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olmaları nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok nankör olanları cezalandırırız. 18 Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik: – Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gidin gelin!– 19 Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler ve nefislerine yanlış; kendi zararlarına işler yaparak haksızlık ettiler. Şimdi de Biz onları efsaneler yaptık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm kendisine verilen nimetlerin karşılığını çokça ödeyen sabreden için elbette alâmetler/göstergeler vardır. 20 Ve andolsun ki İblis/düşünce yetisi onlar hakkındaki zannını tasdik etti de mü’minlerden ibaret bir kesimden başkası İblis'e uydular. 21 Hâlbuki İblis için onlar üzerinde hiçbir kudret yoktu. Fakat Biz âhirete imanı olanı, onun hakkında yeterli bilgisi olmayandan ayırt edecektik; onları işaretleyip bildirecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır. 22 De ki: “Allah'ın astlarından yanlış inandığınız kimselere yakarın. Onlar, göklerde ve yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar için bu ikisinde [gökler ve yeryüzünde] herhangi bir ortaklık yoktur. O'nun için onlardan bir yardımcı da yoktur.” 23 O'nun nezdinde yardım, destek, iltimas, sadece O'nun izin verdiği kimseye yararı olur. Sonunda kalplerinden dehşet giderildiği zaman: “Rabbiniz ne dedi?” derler. Onlar: “Hakkı” derler. Ve O, çok yücedir, çok büyüktür. 24 De ki: “Sizi göklerden ve yerden kim rızıklandırır?” De ki: “Allah! Ve şüphesiz ya biz, ya da siz kesinlikle bir kılavuzlanan doğru yol üzerindeyiz veya açık bir sapıklık içindeyiz.” 25 De ki: “Siz bizim yaptığımız günahlardan sorumlu tutulmazsınız. Biz de sizin yapıp durduklarınızdan sorumlu olmayız.” 26 De ki: “Rabbimiz aramızı bir araya getirecek, sonra da hak hükmü ile aramızı ayıracaktır. Ve O, hayır kapılarını açandır, hüküm verendir, çok iyi bilendir. 27 De ki: “O'na ortaklar diye takıştırdıklarınızı bana gösterin bakayım! Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil… Hayır! Tam tersi O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/ sağlam yapan Allah’tır.” 3
  • 4. 28 Ve Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik, velâkin insanların çoğu bilmiyorlar. 29 Ve onlar, “Eğer siz doğrulardan iseniz bu vaat ettiğiniz ne zaman?” derler. 30 De ki: “Size günün belirlenmiş bir zamanı vardır ki ondan ne bir saat geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz.” 31 Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler, “Biz kesin olarak, bu Kur’ân'a inanmayız, ondan öncekine de...” dediler. Sen şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü’min kimseler olurduk” diyecekler. 32 Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Tam tersi, siz kendiniz suçlular oldunuz” derler. 33 O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Tam tersi gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah'a inanmamamızı ve O'na birtakım eşler edinmenizi emrediyordunuz” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimselerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar. 34 Ve Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse, kesinlikle oranın varlık ve güç sahibi şımarık önde gelenleri: “Biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri/ mesajları bilerek reddedenleriz / inanmayanlarız” dediler. 35 Ve yine dediler ki: “Biz malca ve evlatça daha çoğuz ve biz azaba uğrayacaklardan değiliz.” 36 De ki: “Şüphesiz benim Rabbim dilediği kimseye rızkını genişletir ve ölçülendirir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 37 Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve düzeltmeye yönelik işleri yaparsa, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar, yüksek köşklerinde güven içindedirler. 38 Ve âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz hakkında âciz bırakmak için yarışan şu kimseler, azap içinde hazır edilenlerdir. 39 De ki: “Şüphesiz benim Rabbim kullarından dilediği kimse için rızkını genişletir ve onun için ölçülendirir. Ve siz her ne şeyden Allah yolunda harcasanız/ nafaka sağlarsanız hemen O, arkasını getirir. Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” 40 Ve o gün Allah, onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir. 41 Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim koruyucu, yol gösterici yakınımz Sensin. Tam tersi onlar gizli güçlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı” dediler. 42 Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz, ortak koşma inancına batmış o kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını!” deriz. 43 Ve kendilerine açık deliller hâlinde âyetlerimiz okunduğu zaman onlar: “Bu, başka değil, sadece sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek 4
  • 5. isteyen bir adamdır” dediler. Ve: “Kur’ân, uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir” dediler. Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler kendilerine hak geldiği zaman: “Şüphesiz bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” dediler. 44 Ve Biz onlara öyle ders görecekleri kitaplardan vermedik. Kendilerine senden önce bir uyarıcı göndermedik de. 45 Onlardan önceki kimseler de yalanlamışlardı. Hem bunlar, onlara verdiklerimizin onda-birine/binde-birine bile erememişlerdi. Buna rağmen elçilerimi yalanladılar. Peki, Beni tanımama/ tanıtmamaya yelteniş nasıl oldu? 46 De ki: “Ben size sadece bir tek; Allah için ikişer ikişer, üçer üçer ve teker teker kalkmanızı, sonra da arkadaşınız Muhammed'de delilikten bir şey olmadığını, o'nun, sadece şiddetli bir azabın önünde sizi sakındıracak bir uyarıcı olduğunu düşünmenizi öğütlüyorum.” 47 De ki: “Benim sizden istediğim ücret; işte o sizin içindir; sizin Allah'a yaklaşmanızdır. Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ve O, her şeye şâhittir.” 48 De ki: “Şüphesiz benim Rabbim, hakkı yerli yerine koyar. O, görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geleceği, geçmişi en iyi bilendir.” 49 De ki: “Kur’ân/Kur’ân'ın içerdiği gerçekler geldi. Ve bâtıl başlatamaz ve geri getiremez; artık hiçbir şey yapamaz.” 50 De ki: “Eğer ben sapmışsam, artık yalnızca kendi zararıma saparım. Ve eğer kılavuzlandığım doğru yolu bulmuşsam, bilinmeli ki Rabbimin bana vahiy vermesiyledir. Şüphesiz O, En İyi İşiten'dir, Çok Yakın Olandır.” 51 Ve sen onları korkuya kapıldıkları zaman bir görsen; artık kaçmak yoktur. Ve yakın bir yerden yakalanmışlardır. 52 Ve onlar: “O'na iman ettik” dediler. Fakat onlar için uzak bir yerden el sunmak/ulaşabilmek nerede? 53 Hâlbuki daha önce dünyada O'nu kesin olarak bilerek reddetmişlerdi/ O'na inanmamışlardı. Uzak bir yerden boşa atıp tutuyorlardı. 54 Artık tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzularının arasına set çekilmiştir. Şüphesiz onlar endişe veren bir şüphe içinde idiler. 5
  • 6. TAHLİL: 1 Tüm övgüler, göklerde olan şeyler, yerde olan şeyler Kendisine ait olan Allah içindir; başkası övülemez. Âhirette de tüm övgüler yalnızca O'nun içindir; başkası övülmez. Ve O, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır, her şeyin iç yüzünü, gizli taraflarını da iyi bilendir. 2 Allah, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve onda yükseleni bilir. Ve O, engin merhamet sahibidir, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır. Bu ayetlerde, Rabbimizin gerçek ilâh olduğu; göklerdeki ve yeryüzündekilerin O’nun olduğu; O’nun her şeyi en ince ayrıntısına kadar bildiği; yasalar koyduğu; yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve onda yükseleni bildiği ortaya konulmakta ve Allah’ın ‫ريحيم‬ّ‫ح‬ ‫ال‬ Rahîm ve ‫الغفور‬Gafûr olduğu ve tüm övgülerin sadece Kendisine özgö olduğu; başkalarının övülmemesi gerektiği açıklanmaktadır. Rabbimiz sureye Kendisinden başka bir bilenin olmadığını ve olamayacağını; dünya ve ahirette övgüye layık tek varlığın Kendisi olduğunu beyan ederek başlamaktadır. Böylece insanların yerler ve göklerde araştırma yapıp bu gerçeği yakından tespit etmeleri ve Kendisini bu tespitler doğrultusunda tanımaları gerektiği mesajını vermektedir. 2. ayetteki “yere gireni ve ondan çıkanı; gökten ineni ve onda yükseleni” ifadesiyle yerde ve gökte olup biten somut ve soyut olgulara dikkat çekilmiştir. Yeryüzüne ne giriyor, oradan ne çıkıyor? Yani yerkürenin içine çevresinden ne sokuluyor ve ondan dışarıya ne çıkıyor? Yeryüzüne giren somut şeyler su, tohum, ceset gibi varlıklardır. Pınarlar, madenler, gazlar, petrol, tohumların filizleri gibi şeyler de yeryüzünden dışarıya çıkmaktadır. Yeryüzüne semadan yağmur, kar, yıldırım, ışık, ışın inmekte; buhar, ısı ve benzeri şeyler de yeryüzünden semaya çıkmaktadır. 6
  • 7. Yeryüzüne giren ve yeryüzünden çıkanın soyut ve manevî varlıklar olduğu kabul edildiğinde ise: Dualar, kulluklar, küfürler, nankörlükler, isyanlar göklere yükselmekte, gökten de yeryüzüne nur, rahmet, gazap ve azap yağmaktadır. Nice ümitler, nice saltanatlar toprağa girmekte, yine nice idealler de yeşerip gelişmektedir. 21 Sen, şüphesiz Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki pınarlara koyduğunu, sonra onunla renkleri değişik bir ekin çıkardığını, sonra onun olgunlaşıp da senin onu sararmış gördüğünü, sonra da onu bir çöpe çevirdiğini görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? Şüphesiz, bunda kavrama yeteneği olanlar; temiz akıl sahipleri için kesinlikle bir öğüt/ hatırlatma vardır. (Zümer/21) 10 Her kim üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak istiyorsa, bilsin ki en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak tamamıyla yalnızca Allah'ındır. Hoş kelimeler yalnızca O'na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Kötülüklerin plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur. (Fatır/10) HAMD “‫الحمد‬ - hamd”, bir nimetin ve güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır. Bu anlamıyla “hamd”, verilen bir nimetten yararlanma veya yapılan bir yardımla feraha çıkma karşılığı olmaktan çok, o nimeti verenin veya o yardımı yapanın [Yaratıcı’nın] sonsuz güç ve kuvvetine duyulan hayranlık sebebiyle dile getirilen bir övgüdür. Bu içeriğinden dolayı hamd şükürden farklıdır: Şükür bir nimete karşılık ve bir eylemle yapılırken, hamd bir nimetten yararlanmadan sadece söz ile de yapılır. Hamd, ilk bakışta “methetme” olarak tanımlanabilirse de, her methiye [övgü] hamd değildir. Çünkü methiyenin riyakârlık, dalkavukluk şaibesi taşımasına karşılık, hamd tam bir samimiyet gerektirir. Dolayısıyla hamd, nimetleri, ikramları ve iyilikleri sonsuz olan Yüce Rabbimiz dışında hiç kimseye yapılmaz. O halde hamd yapılırken nimetler sahibi Yüce Allah hem övülerek yüceltilmeli, hem de kendisine şükredilmelidir. 70 Ve O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. İlkinde ve sonuncuda tüm övgüler O'nundur, hüküm yalnızca O'nundur. Ve ancak O'na döndürüleceksiniz. (Kasas/70) 70 Ve O, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah'tır. İlkinde ve sonuncuda tüm övgüler O'nundur, hüküm yalnızca O'nundur. Ve ancak O'na döndürüleceksiniz. (Leyl/12, 13) Ayette “Ahirette de hamd yalnızca O'nun içindir” buyrularak kulların ahirette de sadece Allah’a hamd edeceklerine dikkat çekilmiştir. Bu durum başka ayetlerde de dile getirilmiştir: 74 Onlar da: “Tüm övgüler, bize vaadini doğru çıkaran ve bizi bu arza vâris yapan ve cennette bizi istediğimiz yerde konup göçürten o Allah'adır” dediler. –İşte, çalışanların ödülü ne güzeldir!– (Zümer/74) 10 Onların oradaki duaları, “Allah'ım! Sen her türlü eksiklikten arınıksın!”dır. Ve onların oradaki selâmlaşmaları, “Selâm”dır [sağlık, esenlik, mutluluktur]! Dualarının sonu da, “Tüm övgülerin, Âlemlerin Rabbi Allah'a olduğu!”dur. (Yunus/10) 7
  • 8. 3,4 Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler: “Bize o kıyâmetin kopuş anı gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet, gelecektir. Görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilen Rabbime andolsun ki iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan o kimselere –ki işte onlar kendileri için bir bağışlanma ve hatırı sayılır bir rızık olanlardır– karşılıklarını vermek için size kesinlikle gelecektir. O'ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi kesinlikle açık bir kitaptadır.” Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59) Rabbimiz, dünya ve ahirete ait kendi tasarruflarını açıkladıktan sonra bu ayette de kâfirlerin kıyameti inkâr etmeleri durumuna değinerek onlara “kaçışın, kurtuluşun” olmayacağını, özellikle de inananların ahirette karşılıklarını, ödüllerini almaları için kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ihtar etmektedir. Metinden anlaşıldığına göre bu ihtar müşriklere bir cevap niteliğindedir. ]. 15 Şüphesiz ki o saat/kıyâmet gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. (Ta Ha/15) 63,73 İnsanlar sana kıyâmetin kopuş vaktinden soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi, Allah'ın; münâfık erkekleri, münâfık kadınları, ortak koşan erkekleri, ortak koşan kadınları azap etmesi; ve Allah'ın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah'ın nezdindedir. Ne bilirsin belki kıyâmetin kopuş vakti yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Ahzab/63, 73) Ayette ayrıca ahiretin mümkün olduğunu gösteren bir delile de değinilmiştir. Her akıllı insan, hak hukuk gereği olarak iyi insanların iyiliklerinin karşılığını, kötülerin de kötülüklerin karşılıklarını almasını gerektiğini kabul eder. Ne var ki, bu hak-hukuk alımı dünyada her zaman gerçekleşmeyebilir. Bazen iyiliklerin karşılığı dünyada alınamaz, bazen de kötüler bir yolunu bulup cezalarını çekmeden ölebilirler. Bu durumda, iyilerin iyi amellerinin karşılığının kaybolması, kötülere de yaptıklarının yanlarına kar kalması söz konusu olmaktadır. Bu hakkaniyete ters olur. Öyleyse ak ve hukukun gerçekleşeceği bir yer ve zaman olmalıdır. İşte, burada bu konu üzerinde durulmuştur. Bu ayetlerde bir konu daha açığa çıkmaktadır. İman etmiş ve salihatı işlemiş olanların hayırlı sonlarına “-ki işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir rızık olanlardır-” denilerek vurgu yapılmıştır. “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarına göre bu ayetin iniş nedeni şöyledir: Ayette konu edilen kâfirlerden başta geleni Ebu Süfyan’dır. O, Mekke kâfirlerine “Lat ve Uzza’ya yemin olsun ki, saat [kıyamet] ebediyen gelmeyecektir” demiştir. Ebu Süfyan putlar adına yemin edince, Peygamber de Allah adına yemin etti. Bunun üzerine bu ayet indi.2 Merhum Mukatil [Vefatı: H. 150], bilindiği üzere ilk tefsir yazan zattır. Bu nedenledir ki, ayetler ile ilgili çok sınırlı ve sübjektif bilgileri aktarmıştır. Ayetleri 2 (Mukatil) 8
  • 9. belirli bir şahsa ve olaya tahsis etmeden tüm zamanların insanlarına uyarlamak en uygun olanıdır. Konumuz olan pasajdaki ayetler kıyameti inkâr edenlerin tümüne bir cevaptır. 4 Hepinizin dönüşü sadece O'nadır. Allah, bunu hak olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, halkı ilk baştan oluşturur, sonra iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseleri nasipleri/ hakları olan payları ile karşılık vermek için geri döndürür. Şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedetmiş olan şu kimseler, küfürleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedetmeleri nedeniyle, kaynar sudan bir içki ve acıklı azap kendileri için olanlardır. (Yunus/4) 53 Ve “O azap gerçek mi?” diye senden haber almak istiyorlar. De ki: “Evet. Rabbime andolsun ki o, kesinlikle bir gerçektir. Ve siz, âciz bırakanlar değilsiniz.” (Yunus/53) 7 Şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler, kesinlikle diriltilmeyeceklerine yanlışça inandılar. De ki: “Aksine, Rabbime kasem olsun ki kesinlikle diriltileceksiniz, sonra kesinlikle yapmış olduğunuz şeyler size haber verilecektir. Ve bu, Allah'a göre çok kolaydır.” (Teğabün/7) Ve Zilzal/6, 7, Yunus/61, Kaf/4, En'am/59. Ayetin sonunda “açık bir kitaptadır” ifadesi yer almaktadır. Aynı ifade Yunus/61’de de vardı. Lokman/16’da “Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır” şeklindedir. Bu, Allah’ın bilgisi demektir ki, biz bunu “Levh-ı mahfuz” olarak nitelemekteyiz. 7 Şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler, kesinlikle diriltilmeyeceklerine yanlışça inandılar. De ki: “Aksine, Rabbime kasem olsun ki kesinlikle diriltileceksiniz, sonra kesinlikle yapmış olduğunuz şeyler size haber verilecektir. Ve bu, Allah'a göre çok kolaydır.” (Yunus/53): 20 Ateş'in ashâbı ve cennetin ashâbı eşit olmaz. Cennet ashâbı kurtulanların ta kendileridir. (Haşr/20) 28 Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa Allah'ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi yaparız? (Sâd/28) 21 Yoksa kötülükleri işleyen o kimseler, kendilerini, hayatlarında ve ölümlerinde, iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler gibi yapacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar! (Casiye/21) 5 Ve şu, alâmetlerimi/göstergelerimi saklamaya uğraşanlar; işte onlar, elem verici kötü azaptan bir azap kendileri için olanlardır. Yukarıda inanmış ve salihatı işlemiş olanların kavuşacakları nimetler açıklandıktan sonra, bu ayette de müşriklerden Allah ile yarışa kalkanlar, bunca ayeti inkara yeltenenler, Allah’ın yeryüzündeki binlerce ayetini, sayısız nimetlerini başkalarından saklayarak insanların inanmalarını engelleyenler, böyle yaparak 9
  • 10. kendilerinin galip geleceği hesabını yapanlar tehdit edilmiştir. Bu inkârcı ve bozguncular mutlaka elem verici bir azap ile cezalandırılacaklardır. Kur’an’dan ve dinler tarihinden öğrendiğimize göre, toplumlardaki bazı çıkarcı kişi ve guruplar, çıkarlarından olmamak için Allah’a karşı savaş açmışlar, Allah’ın mesajlarının toplumlara ulaşmaması, ulaşırsa anlaşılmaması, anlaşılırsa da uygulanmaması için her türlü mücadeleyi vermişlerdir. Özellikle de Kur’an’a karşı Mekke’de malûm müşrikler, Medine’de de münafıklar bu konuda çok çaba harcamışlardır. 6 Kendilerine bilgi verilmiş olan kimseler de görüyorlar ki Rabbinden sana indirilen şey, hakkın ta kendisidir. Ve o indirilen şey/Kur’ân, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, övülen, övgüye lâyık bulunanın yoluna kılavuz oluyor. Bu ayette, insanlardan bilgi sahibi olanların diğerleri gibi Allah’ın ayetlerini örtmek için yarışmadıkları, onların peygambere vahyedilenlerin hakk olduğunu ve insanları Allah yoluna kılavuzladığını bildikleri nakledilmektedir. Ayette “ilim sahipleri”nin kim olduğu açıklanmamıştır. Ancak Kur’an’dan anlaşıldığına göre denebilir ki, Kur’an’ın konu ettiği ilim sahipleri başta o günkü Yahudi ve Hıristiyanların bilgili, bilge insanları olmak üzere tüm zamanların bilgili insanlarıdır. Nitekim bugün de Kur’an’ı inceleyen her bilgin, o dönemdeki gibi onun hakkın ta kendisi olduğunu kolayca anlayabilmektedir. 18 Allah, doğadaki güçler/haberci âyetler ve hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleri, şüphesiz Allah'tan başka ilâh diye bir şeyin olmadığına tanıklık etti. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandan, en iyi yasa koyandan başka ilâh diye bir şey yoktur. (Al-i Imran/18) 105 Ve Biz Kur’ân'ı sadece hak ile indirdik, o da sadece hak ile indi. Ve Biz seni yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak elçi yaptık. 106 Ve Kur’ân'ı, Biz onu insanlara ağır ağır öğrenip öğretesin diye parça parça ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik! 107,108 De ki: “Siz Kur’ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine bilgi verilenler; Kur’ân onlara okunduğunda onlar, boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir” derler.” 109 Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’ân, onların saygılarını, alçak gönüllüğünü artırır. (İsra/105- 109) 52 Sözden [vahiyden/Kur’ân'dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz'e [vahye/Kur’ân'a] de inanırlar. 53 Ve onlara o Söz [vahy/Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık” dediler. 54 İşte onlar; sabrettikleri için onların ödülleri iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden harcamada bulunurlar. 55 Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler. (Kasas/52- 55) 114 Ve O, size Kur’ân'ı ayrıntılı/hak-bâtıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah'tan başka bir hakem mi arayayım?” Ve kendilerine Kitap verdiğimiz şu kişiler, Kur’ân'ın şüphesiz Rabbinden hak ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen onların bu kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri hususunda sakın şüphecilerden olma. 10
  • 11. (En’am/114) Konumuz olan 6. ayet, Yunus/94, 95’teki “Artık, sana indirdiğimiz şeylerin bir kısmından “şekk”te idiysen [“kesin bilgi”n yok idiyse], hemen senden önce kitap okuyan kimselere sor! Ant olsun ki, sana Rabbinden hakk gelmiştir. O hâlde sakın şüphe edenlerden olma! Sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan da olma, sonra hüsrana uğrayanlardan olursun” ifadelerini de açığa kavuşturmaktadır. Zira bilgi sahiplerine sorulursa onlar Kur’an’ın hakk ve hakka kılavuz olduğunu bildireceklerdir. 6. ayetin Medeni olduğu ve Abdullah b. Selam ya da Medine'de Kur'an'ın Allah’tan indirilme hak kitap olduğuna ve elçinin peygamberliğine şahit olan Yahudilerden Müslüman olan başkaları hakkında indiği rivayet edilir.3 Bilgi insana gerçeği gösterir ve onun anlaşılmasına yol açar. Bilgi, gözü açar, derinlemesine görmeyi sağlar ve metnin özelliklerini ortaya çıkarır. Düzenbazlar, hile ve düzenleri ile ancak cahil insanları kandırabilirler. Bilgili insanları ise kolay kolay kandıramazlar ve saptıramazlar. Tarafsız bilgin kişi, okuduğuna, duyduğuna duygusal bağlardan bağımsız olarak yaklaşır, onu inceler ve niteliği ile ilgili bir karara varır. Gözlerine cemaat, mezhep, tarikat veya farklı bir dine mensup olmanın gözlüklerini takanlar ise gerçeği göremezler, hakikati kavrayamazlar. 7,8 Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler şöyle dediler: “Siz çürüyüp, didik didik parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni bir oluşturuluş içinde bulunacaksınız diye, size haber veren bir kişiyi size gösterelim mi? O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” Tam tersi, âhirete inanmayan kimseler, azap ve uzak bir sapıklık içindedirler. Bu ayetlerde, öldükten sonra dirilmeye inanmayan kâfirlerin Peygamber’e karşı tavırları sergilenip bir başka tezleri nakledilmektedir. Yukarıda belirtildiği üzere bu inkârcılar “kıyamet bize gelmeyecek” iddiasında bulunmakta ve Allah’ın ayetlerine karşı mücadele etmeye çalışmaktaydılar. Bu pasajda ise bu inatçı, çıkarcı inkârcıların ahirete ait korkunç tabloları tasvir eden ve diriliş gerçeğini afak ve enfüsten sayısız delille ortaya koyan, pekiştiren ve defalarca tekrarlayan ayetler karşısındaki çırpınışları ile Kur’an ve Resulullah’a yönelen insanları alay, inkâr ve çarpıtma yoluyla ayetlerin etkisinden uzaklaştırmaya çalışmaları dile getirilmiştir. 24 Yine onlar, “Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak geçen uzun zaman değişime/ yıkıma uğratır” dediler. Hâlbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, sadece zan yürütüyorlar. (Casiye/24) Evet, onlar, ahirete inanmayan, azap ve uzak bir sapıklık içinde olan kimselerdir. 9 Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan şeylere bir bakmazlar mı? Biz dilesek kendilerini yere geçiririz. Yahut gökten üzerlerine 3 (Süyuti; el-İtkan) 11
  • 12. parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda yönelen/ hakka gönül veren her kul için bir alâmet/gösterge vardır. Bu ayette “Siz çürüyüp lime lime parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni bir yaratılış içinde bulunacaksınız diye, size haber veren bir kişiyi size gösterelim mi? O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” ifadeleriyle ahireti inkâr eden ve böylece düşünce olarak uzak bir sapıklığa düşen inkârcılara gönderme yapılıp “Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan şeylere bir bakmazlar mı?” denilerek yer sarsıntısı, sel, yangın, tufan, boran, meteor veya meteoritlerin düşüşü, kozmik ışınlar gibi jeolojik ve kozmik olaylarla tehdit edilmişlerdir. Gökten ve yerden, aklı başında olan, gerçeğe yönelen her kişi için kesin kanıtlar olduğu bildirilerek insanlardan akıllarını başlarına almaları istenmiştir. Bu ayetlerde, akıllı bir insanın gökleri ve yeri gözlemleyerek, öldükten sonra dirilme ve âhiret hayatına kesinlikle iman edeceğine vurgu vardır. Ayetin sonundaki “Şüphesiz bunda yönelen [hakka gönül veren] her kul için bir ayet vardır” ifadesinden, “akıllı, bilgili insan bilir ki, bu düzenin kendisi, bu dünyayı yaratan ve bugün idare eden varlığın başka bir dünyayı da yaratmaya kadir olduğuna şahitlik eder. Eğer yeni bir dünya yaratmak O’nun için zor olsaydı, bugün bu yaşanan dünya da var olmazdı. 81 Gökleri ve yeri oluşturan, onlar gibilerini de oluşturmaya güç yetiren değil midir? Evet, elbette güç yetirendir! Ve O, çok çok mükemmel oluşturandır, çok iyi bilendir. (Ya Sin/81) 57 Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar. (Mü’min/57) 36 Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır? 37 O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi? 38 Sonra bir embriyon idi de sonra onu oluşturmuş, sonra da düzene koymuştur; 39 ki ondan da iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir. 40 Peki, bütün bunları yapan, ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (Kıyamet/36- 40) 10,11 Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.– Bu ayetlerde ve bundan sonra gelecek ayet gurubunda Rabbimiz, kendisine şükreden, sahip olduğu nimetlerin karşılığını nimet cinsinden ödeyen iki seçkin kulunu örnek göstermiştir. Bunlar Davud ve Süleyman peygamberlerdir. Hatırlanacağı üzere, Neml/15’te Davud ve Süleyman peygamberler kendilerine verilen ilim için hamd eden, iki iyi kul olarak tanıtılmıştı. Konumuz olan 10 ve 11. ayetlerde yine Davud’a (as) değinilerek ona verilen fazl ve lütuflar bildirilmektedir. Davud’un (as) dağlardan yararlanması, kuşları yararına kullanması ve demiri işlemesi bunlardandır. Davud peygamber hakkındaki detaylar Sad ve Neml surelerinde verilmişti. Davud, Beytüllahim'de yaşayan Yuda kabilesinden sıradan bir gençti. Filistinlilere karşı açılan bir savaşta, İsrail'in en büyük düşmanı olan Calût'u öldürdü ve birdenbire İsrailoğulları arasında değeri yükseldi. Bu olayla birlikte önemi 12
  • 13. artmaya başladı, öyle ki Talut [Seul]'un ölümünden sonra ilk önce Hebron'da [bugünkü el-Halil’de] Yuda kralı seçildi, daha sonra da bütün İsrail kabilelerinin kralı oldu. Kudüs'ü aldı ve orayı İsrail krallığının başşehri yaptı. Onun liderliğinde tarihte ilk defa, sınırları Akabe körfezinden Fırat nehrinin batı kıyılarına kadar uzanan, Allah'a ibadet eden bir krallık kurulmuş oldu Ayetin sonunda tüm insanlara hitap edilerek “Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim” denilmiştir. Bu hitapla Allah’ın lutuf ve fazlına mazhar olmak için Davud (as) gibi salihatı işleyen birileri olmak gerektiği mesajı verilmektedir. Kur’an’a bakıldığında Davud (as)’a şu nimetlerin verildiği görülür: a- Bilgi (Neml/15). b- Kuvvet (Sâd/17). c- Dağların boyun eğdirilmesi (Sebe'/10). d- Tövbesinin kabulü (Sâd/24-25). e- Hükümranlık (Sâd/26). f- Demiri işleme (Sebe’/10). g- Zebur (Nisa/163). h- Fasl-ı hıtap (Sâd/20) ı- Hikmet (Sebe’/20) Ayetteki “Ve onun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir” ifadesinden, saldırı amaçlı değil, sadece savunma amaçlı bir yol tutulması istendiği anlaşılmaktadır. Bu da insan hayatını korumaya yönelik hayırlı bir yoldur. Ayrıca ayette herkesin meslek sahibi olması gerektiğine bir işaret de vardır. Herkes elinin emeğini yemeli, hayatını alın teri ile kazanmalıdır. Bu, Allah'ın Davud'u (a.s) demiri kullanmada usta kıldığını ve özellikle korunma amacıyla ona zırh yapma sanatını öğrettiğini gösterir. Bu gerçek, arkeolojik ve tarihi araştırmalarla da desteklenmektedir. Çünkü bu araştırmalara göre demir devri M.Ö. 1200 ile 1000 yılları arasında başlamıştır ve bu da Davud'un (a.s) yaşadığı dönemdir. İlk önce Suriye ve Anadolu'da M.Ö. 2000- 1200 yılları arasında yaşayan Hititler, demiri eritip şekil vermek için bir metot icat etmişler, fakat bunu diğer insanlardan gizlemişler, bu nedenle de demir yaygın bir kullanıma geçmemiştir. Daha sonra Filistiler bunu keşfetmiş fakat yine bir sır olarak saklamışlardı. Hükümdar Seul'den [Talut] önce İsrailoğulları'nın Hititler ve Filistiler'e defalarca yenilmesinin nedeni, karşısındakilerin savaşlarda demiri kullanmasıydı. M.Ö. 1020'de Talut, Allah'ın emri ile İsrailoğulları'nın hükümdarı olduğunda (M.Ö. 1004-965) sadece tüm Filistin'i ve Ürdün'ü değil, Suriye'nin bir bölümünü de İsrail krallığına kattı. İşte o zaman Hititlerin ve Filistilerin bu kadar gizledikleri zırh yapımı sırrı açığa çıktı ve demirden günlük ucuz eşyalar bile yapılmaya başlandı. Filistinin güneyinde demir madenleri bakımından zengin bir bölge olan Edom'da yapılan yeni arkeolojik kazılar, demir eritme ve şekil verme işleminde kullanılan ocakları açığa çıkarmıştır. Akabe Körfezi'nde, Elat'ın yakınlarında, Süleyman (a.s) zamanında bir liman olan "Ezion-Geber"de yapılan kazılarda açığa çıkan bir ocağın, bu günkü modern eritme fırınlarında kullanılan ilkelere uygun bir şekilde inşa edildiği sanılmaktadır. O halde Davud'un (a.s) bu keşfinin ilk önce savaş gayesi ile kullanılmış olması doğaldır. Çünkü kısa bir süre öncesine kadar hükümdarlığının çevresinde yaşayan Kenanlılar halkını rahatsız ediyorlardı. Kitab-ı Mukaddes'de Davud'un (a.s) savaşta kullanılmak üzere demiri eritme ve kullanmada usta olduğunu belirtir. (Bkz. Yeşu, 17: 16 Hakimler, 1: 19, 4: 2-4)4 Konumuz olan pasajda ayet grubunda geçen “Ve onun için demiri yumuşattık” ifadesi, başka anlamlar da içermektedir. Zira ayette yer alan “hadid” sözcüğünün birçok anlamı bulunmaktadır. Bir metal ismi olan “demir”, bu anlamlardan sadece 4 (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an) 13
  • 14. birisidir. Sözcüğün devamında “zırh yapımı”ndan söz edildiği için akla ilk olarak sözcüğün “demir” anlamı gelmektedir. Biz, Allah’ın kesin olarak ne murat ettiğini Kendisine havale ederek bu sözcük üzerinde bir tahlil yapmayı uygun görüyoruz. HADİD: “Hdd” kökünden türemiş “mübalağa ismi fail” kalıbında bir sözcüktür. Sözcüğün gerçek anlamını tespit edebilmek için önce kök anlamının bilinmesi gerekir. Temel lügatlere göre: “Hadd”, “birisi diğerine karışmasın ya da biri ötekine tecavüz etmesin diye iki şey arasındaki ara” demektir. “Hadd”, “herhangi bir şeyin son noktası” demektir. “Hadd”, “”defetmek, savmak, engel olmak” demektir. “Hadd”, “suçluyu edeplendirmek” demektir. “Hadd”, “insana bulaşan öfke, yeğnilik [hiddet]” demektir. “Hadd”, “bir şeyi başka bir şeyden ayırabilme” demektir. “Hadid”, bilinen “demir cevheri” demektir. “Haddad”, “demirci, kapıcı, “hapishane gardiyanı” demektir.5 Görüldüğü üzere, sözcüğün birçok anlamı vardır. Demir cevherine “Hadid” denilmesi de onun sertliğinden, bir şeylere engel oluşundandır. Biz burada sözcüğü “bir şeyi başka bir şeyden ayırma” anlamıyla ele alacağız. Bu durumda sözcüğün ayetteki anlamı “bir şeyi bir diğerinden iyice ayırabilen; keskin görüşlü, ince zekâlı” demek olur. Nitekim daha evvel Kaf suresinde de bu anlamıyla sunulmuştu. 22 kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun. (Kaf/22) Sözcüğün bu anlamı ön plana alındığında, konumuz olan ayetten “Davud’a demirin yumuşatılması” anlamından başka, Davud’a (as) keskin zekâ, en karmaşık şeyleri bile ayırabilme yetisinin verildiği de anlaşılabilir. Hatta diğer anlamlar da itibara alındığı takdirde, Davud’un (as) “karşısındaki tüm sertlikleri yumuşattığı” anlamı dahi çıkarılabilir. Sözcüğü bu anlamlara taşıdığımızda da, “Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir” ifadesi, “bu yetenekler ile kendini koru, kimseden kendine zarar getirtme” anlamında olur. FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitabeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını insanlara daha rahat iletirler, çevreyle daha iyi iletişim kurarlar. Kimilerinin de hitabetleri zayıftır; ne dedikleri anlaşılmaz, konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar. Âyetteki ‫الحطططاب‬ ‫فصططل‬ [fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber çok fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve muhataplarına ne demek istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir. Bu deyim ayrıca hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve kararlardaki isabeti de ifade etmektedir. 5 Lisanü’l-Arab, c: 2, s: 353-356; Tacu’l-Arus, c: 4, s: 410-413, hdd mad.) 14
  • 15. 12 Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; ve Biz erimiş bakır madenini o'na sel gibi akıttık. Ve eli altında Rabbinin izniyle/ bilgisiyle iş görmekte olan yabancı kişileri boyun eğdirdik. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık. 13 Onlar, Süleymân'a özel karargâhlar, heykeller/ resimler ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd ailesi! Nimetlerin karşılığını ödemek için çalışın! Ama kullarım içinde, verilen nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!– Bu ayetlerde, “şükreden” kullara örnek olarak gösterilen Süleyman peygamber ve ona verilen nimet ve lütuflar konu edilmektedir. Ayetlerden anlaşıldığına göre, Süleyman peygambere verilen nimetler arasında yelkenli gemilerde ve yel değirmenlerini çalıştırmakta rüzgârdan yararlanmak, bakırı eritip döküm yaparak muhtelif araç gereç yapmak, uzak yerlere çabucak gidip gelmek; yabancı, hünerli işçilerden zanaatçılıkta, ustalıkta, istihkâm işlerinde ve mimarlıkta yararlanmak gibi işler ve hünerler vardır. Bir önceki pasajda, babası Davut peygamberin demiri işlediği ve ondan yararlandığı dile getirilmişti. Bu pasajda ise oğlu Süleyman peygamberin bakırdan yararlandığı konu edilmektedir. Bu iki peygamber-hükümdarın demir ve bakır gibi metalleri işleme yeteneğiyle donatılmış olması, onlara verilen iktidar nimetinin büyüklüğünü göstermektedir. Ayetteki “Biz erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık” sözünün Süleyman peygamberin yaşadığı bölgede bakır madeni olmadığını; bu madeni gemilerle uzaklardan, özellikle de Kıbrıs’tan getirttiğini ifade ediyor olması mümkündür. Zaten “Kıbrıs” sözcüğü de “bakır” anlamındadır. 12. ayetin sonunda “Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık” ifadesi, 14. ayetin sonundan da anlaşılacağı üzere Süleyman peygamberin onlar üzerinde mutlak hükümranlığını, yabancıların onun için kerhen çalıştıklarını ifade etmektedir. SÜLEYMAN PEYGAMBERİN CİNLERİ Bu pasajda konu edilen cinler halk kültüründeki cinler değildir. Daha evvel Sâd Suresinin tahlilinde “Süleyman Peygamberin Emrindeki Şeytanlar/Cinler” başlığı altında da açıkladığımız gibi, sözü edilen cin taifesi Süleyman peygamberin babası Davut peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşlık yapan Sur kralının gönderdiği Huram baba ve emrindeki hünerli kişilerdir. Süleymân peygamberle ilgili bu âyetlerdeki gerçek ve ibret verici bilgiler bazı kimseler tarafından yine saptırılmış ve birçok asılsız, gerçek dışı hikâye ortaya çıkmıştır. Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar konusunda düzülen efsanelerin tümü, şeytân anlayışının, Kur’ân'daki tanımı dışında, halk kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kur’ân'daki şeytân ile halk kültüründeki “şeytân” arasında hiçbir alâka bulunmamaktadır. Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlili yapılırken “şeytân” konusuna da değinilmiş ve okuyucu bir miktar bilgilendirilmişti. Orada yapılan açıklamalarda şeytanın sözlük anlamının kısaca, “hakktan uzak olan” demek olduğu; bir kavram olarak şeytân'ın ise “hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı” olduğu belirtilmişti. Süleyman peygamber kıssasında sözü edilen 15
  • 16. şeytanlar da bu tip şeytanlardır. Yani, Süleyman peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o'nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir. Süleyman peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab'ın [Yahudi ve Hıristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Eldeki Tevrât'ın muharref olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, tarihî bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler de tarihin temel kaynakları arasındadır. Dolayısıyla bu konunun eldeki Kitab-ı Mukaddes'ten de incelenmesinde yarar vardır. Kitab-ı Mukaddes, Süleyman peygamberin hizmetinde olan kişilerin, babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara ustabaşlık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli kişiler, zanaatkârlar olduğunu kaydetmektedir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinlerin hünerli zanaatkârlar olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir tarihî kaynak olarak değerlendirdiğimiz Tevrât'ın bilgileri bu konuda aynıdır. Zaten Kur’ân'ın bu âyetlerini duyan Ehl-i Kitap da bu anlatıma itiraz etmemiştir. Bütün bunlar, Süleyman’a (as) hizmet eden cinleri halk kültüründeki hayalî cinler olarak açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir. Süleyman peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen, o'ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytan nitelikli cinler, bu hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlardır. Süleyman peygamber, bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar sürdürmüştür. 14 Ne zaman ki Biz o'nun ölümünü gerçekleştirdik; o'nun ölümüne, onlara değneğini yiyen yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun öldüğünü anlamalarına, onlara sadece değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep oldu. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: “O yabancılar Süleymân'ın bilmedikleri ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk içinde kalmazlardı.” Bu ayetin yanlış anlaşılması İslam toplumunda birçok hurafenin oluşmasına neden olmuştur. Hâlbuki ayetin doğru anlaşılabilmesi Kur’ân metotları çerçevesinde mümkündür. İsrailiyat kültürü ve hurafelerin baskısı, ayetin gerçek manasına ulaşmayı engellemektedir. Ayetin doğru anlaşılması için Sebe’/10’dan itibaren Dâvud (as) ve oğlu Süleyman (as)’ı konu alan âyetlerden oluşan paragraf bütün olarak ele alınmalı ve aynı konuların biraz daha ayrıntılı olarak ortaya konduğu Enbiya/78-82, Sâd/30-40 ve Bakara/102 ile bir bütünlük içerisinde değerlendirilmelidir. Şimdi konuyu ve ayeti anlamaya çalışalım: 10,11 Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. – Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.– 12 Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; ve Biz erimiş bakır madenini o'na sel gibi akıttık. Ve eli altında Rabbinin izniyle/ bilgisiyle iş görmekte olan yabancı kişileri boyun eğdirdik. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık. 13 Onlar, Süleymân'a özel karargâhlar, heykeller/ resimler ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd ailesi! Nimetlerin karşılığını ödemek için çalışın! Ama kullarım içinde, verilen nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!– 16
  • 17. 14 Ne zaman ki Biz o'nun ölümünü gerçekleştirdik; o'nun ölümüne, onlara değneğini yiyen yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun öldüğünü anlamalarına, onlara sadece değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep oldu. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: “O yabancılar Süleymân'ın bilmedikleri ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk içinde kalmazlardı.” (Sebe/10-14) 78 Dâvûd ve Süleymân'ı da; hani onlar, toplumun koyunlarının, içinde geceleyin yayıldığı ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de, toplumun yasalarının ne olduğunu biliyorduk. 79 Sonra da Biz, onu Süleymân'a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve bilgi verdik. Dâvûd'la beraber Allah'ı noksan sıfatlardan arındırsınlar diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık/onları insanların yararlanacağı ölçüler içinde yarattık. Ve Biz yapanlarız. 80 Ve Biz, sizin kötülüğünüzden sizi korumak için, sizin için zırh yapımını o'na öğrettik. Artık siz kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler misiniz? 81 Ve Süleymân'a, içinde bolluklar oluşturduğumuz toprağa doğru o'nun emriyle akıp giden kasırga hâlindeki rüzgârı boyun eğdirdik. Ve Biz her şeyi bilenleriz. 82 Ve şeytanlardan, kendisi için dalgıçlık eden ve bundan daha düşük iş yapan şeytanları da boyun eğdirdik. Ve Biz onlar için koruyucular idik (Enbiya/78-82) 30 Dâvûd'a Süleymân'ı da bahşettik. O ne güzel kuldu! Şüphesiz O, Rabbine çokça dönendi. 31 Hani kendisine akşamüstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; “32 Ben, mal, servet, çıkar sevgisini, Rabbimin anılmasından dolayı sevdim.” –Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.– “33 Geri getirin onları bana!” dedi. Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı. 34,35 Andolsun ki Biz Süleymân'ı da çeşitli badirelerden, sıkıntılardan geçirerek saflaştırmıştık/ olgunlaştırmıştık. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü; “Ey Rabbim! Beni koru/bana maddî ve manevî pislik bulaştırma ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk hibe et/ bağışla! Şüphesiz ki Sen, bol bol hibe edensin/ bağışlayansın” dedi. 36-38 Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun emrine verdik. -39 İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut.- 40 Şüphesiz ki o'nun için yanımızda bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır. (Sâd/30- 40) 102 Ve kendilerine Kitap verilenler, Süleymân mülküne dair şeytânların okuyup durdukları şeylere uydular. Hâlbuki küfretmemişti; Süleymân Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmemişti, ama o şeytanlar küfretmişti; bilerek reddetmişlerdi; insanlara sihri ve Bâbil'de iki peygambere/ iki krala; Hârût ve Mârût'a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki Hârût ve Mârût, “Biz saflaşmanız için bir ateşten malzemeyiz, sakın küfretme; gerçeği bilerek reddetme!” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi. Sonra herkes, o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki onlar onunla Allah'ın bilgisi olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Herkes, kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı. Ve o, benliklerini karşılığında sattıkları o şey, ne çirkin bir şeydi! Keşke biliyor olsalardı! (Bakara/102) Bu ayetlerden öğrendiğimize göre, Süleyman peygamberin emrinde yapı inşa eden, dalgıçlık eden, heykeller ve mihraplar yapan, demir ve bakır madenlerini işleyen işçiler/zincire vurulmuş köleler vardır. Cinler/şeytanlar olarak ifade edilen bu işçiler/köleler bu işleri metazori yapmaktadırlar. Ellerinde olsa yapmayı istemeyecekleri bu işler onlara bir azap gibi gelmektedir. Bu nedenle Süleyman peygamber ile sürekli çatışma halindedirler. Elinden kurtulabilseler baş kaldıracakları halde, güçleri yetmediği için korkularından takıyye yapmaktadırlar. Elebaşları Mısır’a kaçmıştır. Bu konu ile ilgili ayrıntılar, tarih bilgisi olarak Kitabı Mukaddes’in III. Krallar, II. Tarihler bölümlerinden bakılabilir. Bu konuyla ilgili tarih kitaplarından da yararlanılmalıdır. Çünkü bu ayet tarihi olayların tamamını değil, İsrailoğulları tarafından yanlış bilinen bazı noktaların 17
  • 18. hakikatini bildirmektedir. Konu, tarihi belge niteliği taşıyan Ahdi Atik kitabından da [dinî olarak değil, tarihî olarak] incelenmelidir. Orada ll. Krallar ve 1. Tarihler bölümünde yeterince bilgi verilmektedir. Dâvûd’a (as) Allah ilim ve hikmet vermiştir. Davûd (as), demiri işlemeyi, dağları delmeyi, dağları aşmayı, zırh yapmayı öğrenmiştir. Bu ayetler tarihî bilgilerle birlikte ele alınmalıdır ki, iyi anlaşılabilsin. Meselenin tarihsel yönü ise şöyledir: Süleyman (as) İsrail oğullarının dışındaki Hittîler, Amorîler, Perizzîler, Hivîler, Yebusîler gibi kavimlerden angaryacı köleler edindiği, dışarıda hünerli işçiler getirtip çalıştırdığı, bu yabancı işçi/kölelerin Süleyman’ın ölümünden sonra oğlundan babasının vurduğu ağır boyunduruktan kendilerini kurtarmasını talep ettiği belirtilmektedir. Bunlardan kesin olarak anlaşılan şudur: Süleyman’a (as) hizmet eden cinler ve şeytanlar, onun kendi hükümdarlığına hizmet etmeye zorladığı bir takım yabancılardır. Bu konuyu cinn, melek ve şeytan kavramını ele aldığımız çalışmalarımızda detaylı olarak açıklamıştık. Konumuz olan ayette bir de “Dâbbetülarz” tamlaması geçmektedir. “Dâbbetülarz”ın kıyamet alameti, kıyamet habercisi olduğu spekülasyonuna karşı, Neml/82’yi tahlil ederken “Dabbeh” adıyla özel bir başlık altında bu kavramı incelemiş ve Sebe’/14’te geçen “Dâbbetülarz” kavramının orada sunduğumuz ayetlerdekinden ayrı olduğunu, onlarla ilgisinin olmadığını, bu ayettekiyle ilgili ayrı bir çalışma yapılması gerektiği üzerinde durmuştuk. Burada da oradaki “Dâbbeh” kavramı üzerinde durmayıp konumuz olan Sebe’/14’te tamlama halinde bulunan “dâbbetü’l-arz” ifadesi üzerinde duracağız ve âyeti kelime kelime analiz edeceğiz: “DÂBBETÜLARZ” NEDİR? Yerli ve yabancı meal ve tefsirlerde bu ifadeye şu anlamların verildiği görülmektedir: * “... asasını yemekte olan bir ağaç kurdu ...” * “... değneğini yiyen bir ağaç kurdu ...” * “... bir güve böceği yere dayandığı asasını yiyordu.” * “... ağaç kurdu ...” * “... değneğini yiyen bir yer yaratığı ...” * “... değneğini kemiren bir yer yaratığı ...” * “... kemirgen beyaz karınca [termit] ...” Dil/Edebiyat uzmanları, dünyadaki tüm dillerde sanatsal/müteşabih anlatımlar bulunduğunu dile getirmektedir. O nedenle bir ibarede sözcüklerin hakikat anlamlarının kabul edilmesine bir mania /engel olduğu zaman o sözcüklerin sanatsal anlamları, yani metafor, mecaz, kinaye gibi ikincil anlamları dikkate alınır. Bu ayette de böyle olmalıdır. Bu sanatsal anlatım doğrultusunda, Süleyman peygamberin asası onun hükümdarlığını; asayı yiyen kurt ise Süleyman peygamberin hükümdarlığını [ülkesini] parçalayan dirayetsiz, basiretsiz oğlu [halefi] Rehoboam’ı simgeler. Tarihi kayıtlara göre, Süleyman’ın oğlu Rehoboam zevk ve sefaya dalıp bilgili ve tecrübeli danışmanlarını dinlememiş, kendisi gibi eğlence düşkünü arkadaşlarına uymuştu. İşte, Süleyman’ın (as) saltanatı, mülkü, devleti bu yüzden yıkılmıştı. 18
  • 19. Nitekim Süleyman’ın (as) mülkünden sonra da nice padişahlıklar, krallıklar, çarlıklar, şahlıklar rüşvet, işret ve lüks yaşam yüzünden yıkılıp gitmişlerdir. Anadolu’da bu tür olaylar “kurt uylamış” deyimiyle ifade edilmektedir. Bu deyimle çok büyük bir ağacın [ülkenin] sonunun yaklaştığı anlatılmak istenir. Küçük şeyler büyük sonuçları meydana getirir. İngilizlerde de şöyle bir deyim vardır: Mıh düştü nal düştü, Nal düştü at düştü, At düştü süvari düştü, Süvari düştü ordu düştü, Ordu düştü kral [ülke]düştü. Bu ifade kısaltılırsa “Küçük bir çivi ülkeyi yok etti” denebilir. Ayetteki anlatımın mecaz olduğunu daha iyi anlayabilmek için mevcut meallerdeki anlamlar esas alınarak şu sorular sorulabilir: * Süleyman peygamber, söylentilerde olduğu gibi, namaz kılarken ölmüş olabilir mi? * Namazda nasıl oluyor da değneğe dayanıyor? * Süleyman peygamber hükümdar mı, yoksa işçilerin çalışıp çalışmadığını denetlemekle görevli bir eleman mıdır? Koskoca bir hükümdarın başka işi gücü yok mudur ki işçilerin başında beklemektedir? * Bir böcek bir değneği ne kadar sürede kemirebilir? Bu süre içersinde bir insanın yeme, içme, uyuma ve diğer zaruri ihtiyaçlarını gidermesi nasıl mümkün olabilir? * Ölmüş bir adamın günlerce kokmadan beklemesi mümkün müdür? Hele hele Ortadoğu’nun sıcak ikliminde buna imkân var mıdır? * İşçilerin başında bekleyen bir maket olabilir mi? Görüldüğü gibi, ayet zahir anlamıyla değerlendirildiğinde ister istemez akla bu tür sorular gelmektedir. Bütün bu soruların bizi götürüp bırakacağı yer, “Yoksa ayette müteşabih bir ifade, mecaz ve kinayeli bir anlatım mı var?” sorusudur. Şimdi ayetin bizce hazırlanan mealine bakalım: 14 Ne zaman ki Biz o'nun ölümünü gerçekleştirdik; o'nun ölümüne, onlara değneğini yiyen yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun öldüğünü anlamalarına, onlara sadece değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep oldu. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: “O yabancılar Süleymân'ın bilmedikleri ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk içinde kalmazlardı.” Ayette geçen şu kavramlara özellikle dikkat edilmelidir: KAZA: Bu terimin doğru anlaşılması çok önemlidir. Kaza, kaderin gerçekleşmesidir. Kader ise yaratılan varlıkların hiçbir dahl ve tesiri, istek ve tercihi olmadan Allah’ın tüm yarattıkları için kararlaştırdığı şeylerdir. Mesela insanlar için doğumları, ölümleri, ırkları, cinsiyetleri, renkleri, ömürleri kader iken, Ay ve Güneş için yörüngeleri; elementler için de yapı ve özellikleri kaderdir. İnsanların kendi akıl, fikir ve iradeleriyle yapmış oldukları iyi-kötü, güzel-çirkin iş ve davranışlar onların kaderi değil, amel ve tercihleridir. 19
  • 20. Bu anlamda “kader”in yani “kararlaştırılmış hükm”ün infazına, gerçekleştirilmesine “kaza” denir. Konumuz olan ayette ifade edilen kaza ise “Süleyman için kararlaştırılmış olan ölümün gerçekleşmesi”dir. GAYB: Ayetteki bu sözcüğün başında “ ‫ال‬el” takısı bulunmaktadır. Bu takı âyetin siyak ve sibakının delaletiyle istiğrak için olmayıp özelleştirme içindir. Yani cinlerin bilmediği gayb genel olarak tüm gayb değil, sadece “Süleyman’ın ölmüşlüğü”dür. Yani “... onun öldüğünü bilselerdi ...” demektir. Zaten genel gaybı kimsenin bilemeyeceği bilinmektedir. Bu nedenle, bu âyet halk kültüründeki cinlerin genel olarak gaybı bilip bilmediği konusunda ele alınmamalıdır. Ayette dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, Süleyman (as)’ın öldüğünün “Dabbetülarz” tarafından cümle âleme değil, sadece cinlere [emrinde çalışan yabancı işçilere/kölelere] bildirilmiş olduğudur. Buradan, onların dışında zaten herkesin Süleyman (as)’ın öldüğünü bildiği anlaşılmaktadır. Demek oluyor ki, Süleyman (as)’ın öldüğünü öğrenen cinler buna sevinmişler, bayram edip bu ölümü kutlamışlardır. Eğer Süleyman (as)’ın öldüğünü daha evvel öğrenmiş olsalardı, çalışmalarını bırakıp isyan ederler, böylece kendilerini kölelikten, angaryacılıktan kurtarırlardı. Nitekim öğrendiklerinde de öyle olmuştur. Ayette verilen temel mesaj ise şudur: “Süleyman gibi güçlü bir iktidara sahip olanlar da ölecekler, onların da mülkleri sona erecektir. O iktidar, o haşmet ve o debdebe gelip geçecektir.” Süleyman'ın değneğini iktidara benzetirsek, “Bir kurt bile onu kemirip çökertebilecektir.” Küçük zannedilip üzerine gidilmeyen siyasî ve sosyal olaylar toplumu yer, kemirir ve sonra da koca iktidar yıkılıverir. Bu konuyla ilgili nakiller şöyledir: İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ahmed İbn Mansûr... İbn Abbâs'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Allah’ın nebîsi Süleyman (a.s.) namaz kıldığında gözünün önünde yeşermiş bir ağaç görürdü ve ona ‘senin adın ne?’ derdi. O da ‘şudur’ derdi. ‘Niçin yaratıldın?’ diye sorup da ondan ‘fidan olarak...’ diye cevap alırsa fidan olarak diktirir, eğer ‘tedavi için...’ diye cevap alırsa koparttırırdı. Bir gün namaz kılarken önünde yine bir ağaç gördü. Ona ‘senin adın ne?’ dedi. O ‘harrâb [bir nevi keçi boynuzu]...’ dedi. ‘Sen ne içinsin?’ deyince, o ‘şu evin tahribi için...’ dedi. Süleyman (a.s.) bunun üzerine dedi ki: ‘Allah'ım, cinlere benim ölümü gösterme ki, insanlar cinlerin gaybı bilmediklerini öğrensinler. Kendisine bir değnek yonttu ve üzerine dayandı. Bir yıl onun üzerinde durdu. Cinler işini yapmaya devam ediyorlardı. Bir kurt değneği yedi ve bunun üzerine ölümü açığa çıktı. Yine insanlar öğrendiler ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, bir yıl boyu ağır zahmete dayanmazlardı. Saîd İbn Cübeyr der ki: İbn Abbâs bu âyeti şöyle okurdu ve mânâ verirdi: Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı bilir olsalardı (bir yıl boyunca) horlayıcı azap içinde kalmazlardı. İbn Abbâs der ki: Cinler kurda teşekkür ettiler, ona su getirirlerdi. İbn Ebu Hatim de bu haberi İbrahim İbn Tahmân kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki, bunun ref'inde hem garîblik, hem de münkerlik vardır. Ancak mevkuf bir haber olması gerçeğe daha yakındır. Atâ İbn Ebu Müslim el- Horasânî'nin pek çok garîb rivayetleri olduğu gibi, bazı hadîsleri de münkerdir. Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'tan, Mürve el-Hemedanî kanalıyla da Abdullah İbn Mes'ûd'dan ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Süleyman (a.s.) bir yıl, iki yıl, bir ay, iki ay Beyt el-Makdîs'e çekilirdi. Bundan daha çok veya daha az çekildiği de olurdu. Yiyeceğini ve içeceğini mabede getirirdi. Vefat ettiğinde yiyeceğini mabede götürmüştü. Bunun başlangıcı şöyle olmuştu: Her gün sabah olunca mukaddes evde bir ağaç yetişirdi. Süleyman peygamber gelir ve ağaca ‘senin adın nedir?’ diye sorardı. Ağaç da ‘adım şu ve şudur’ derdi. Eğer dikilecek bir fidansa fidanlığını, eğer deva için bir otsa hangi derdin devası olduğunu söylerdi. Bu durum böylece devam edip gitti. Nihayet harrûbe denilen bir ağaç bitti. Süleyman peygamber ona ‘senin adın nedir?’ dedi. Ağaç ‘benim adım harrûbedir’ dedi. Süleyman peygamber ‘ne için bittin?’ deyince, o ‘bu mabedi yıkmak için bittim’ dedi. Süleyman peygamber ‘ben diri iken -Allah dilemedikçe- onu kimse yıkamaz’ dedi. ‘Öyleyse benim helak oluşum ve mukaddes evin harap oluşu senin yüzünden olacaktır’ diyerek onu çekip bir duvarın içine dikti. Sonra mihraba girdi, namaz kılmaya başladı, asasına dayanmıştı. O 20
  • 21. sırada vefat etti. Şeytanlar onun vefat ettiğini bilmiyorlardı. Onlar Süleyman peygamberin çıkıp da kendilerini cezalandırmasından korkarak ve asasına dayanmış vaziyette olduğu için diri sanıp çalışıyorlardı. Şeytanlar mihrabın etrafında toplanırlardı. Mihrabın önünde ve yanında ayrı delikler vardı. Süleyman (a.s.) atmak istediği şeytana ‘sen surdan girip öbür taraftan çıkacak güçte misin?’ derdi. Şeytan da oradan girip öbür taraftan çıkmak için giderdi. Şeytan oradan girip geçerken mihrap da Süleyman (a.s.)'a bakacak olursa mutlaka yanardı. Bir seferinde şeytan oradan geçti ve Süleyman (a.s.)'ın sesini duymadı. Sonra döndü yine duymadı. Tekrar döndü evin içine girdi ve yanmadı. Baktı ki, Süleyman (a.s.) düşüp ölmüş. Çıkıp halka onun öldüğünü haber verdi. Onlar da Süleyman (a.s.)'ın mihrabını açıp oradan kendisini çıkardılar. Habeş dilinde “ ‫منسات‬ minsete” âsâ demektir. Asasını kurdun yediğini gördüler. Ne zaman öldüğünü de bilemediler. Sonra o kurdu âsânın üzerine koydular, bir gün ve gecede asadan bir miktar yedi. Buna göre hesap ettiler ve baktılar ki, o, bir yıl önce ölmüş. Onlar bir yıl boyunca Süleyman (a.s.)'ın ölümünden sonra da işlerine devam etmişlerdi. İşte, böylece cinlerin gaybı bildiklerine dâir sözlerinin yalan olduğunu insanlar anladılar. Şayet onlar gaybı bilir olsalardı, Süleyman peygamberin ölümünü de bilirlerdi ve bir yıl boyunca onun için çalışıp yorulmazlardı. İşte Allah Azze ve Celle'nin “Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı bilselerdi, horlayıcı azap içinde kalmazlardı” kavlinin mânâsı budur. Allah Teâlâ insanlara onların durumunu açıklayarak yalan söylediklerini beyan ediyor. Sonra şeytanlar kurda dediler ki: ‘Eğer sen yemek yiyeceksen, sana en güzel yemekleri getiririz. Eğer sen şarap içeceksen en güzel içecekleri sana sunarız. Ancak biz sana su ve çamur taşırız. Râvî der ki: Nihayet onlar o kurda su ve çamur taşıdılar. Görmez misiniz, ağacın kovuğunda bulunan çamuru? Şeytanlar sırf ona teşekkür için bu çamuru taşımaktadırlar. Bu haber -Allah bilir ya- ancak Ehl-i Kitâb bilginlerinin söyledikleri sözlerden [İsrâilîyyât] ibarettir. Bu türden sözler üzerinde dikkatle durulmalıdır. Hakikate uygun olanları doğrulanır. Hakikate aykırı olanlar da yalanlanır. Geriye kalanlar ise ne doğru kabul edilir, ne de yalan sayılır. İbn Vehb... Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'den nakleder ki; o, “Ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı fark ettirdi” kavli hakkında şöyle demiş: ‘Süleyman (a.s.) ölüm meleğine ‘benim canımı almakla emrolunduğun zaman, bunu bana bildir!’ dedi. Ölüm meleği ona gelip dedi ki: ‘Ey Süleyman! Senin canını almakla emrolun-dum. Senin yirmi dört saatten az bir zamanın kaldı. Süleyman (a.s.), şeytanları çağırıp kendisi için camdan bir köşk yaptırdı ve köşke kapı yapmadı. Ayağa kalktı, asasına dayanıp namaz kılmaya başladı. Râvî der ki: Ölüm meleği onun yanına girdi ve o asasına dayanmış halde iken ruhunu aldı. Süleyman peygamber ölüm meleğinden korktuğu için böyle yapmış değildi. Cinler onun önünde çalışıyor ve onun diri olduğunu zannederek kendisine bakıp işlerine devam ediyorlardı. Allah Teâlâ ağaç kurdunu göndererek asanın içine girdirdi ve kurt âsâyı yedi. Asanın içini yiyip bitirince, değnek dayanamaz oldu ve Süleyman düştü. Cinler bunu görünce kalkıp etrafına koşuştular. İşte, yukarıdaki ayetin kastettiği anlam budur. Asbağ İbn Ferec der ki: Başkasının bana anlattığına göre, ağaç kurdu bir yıl boyunca ağacın içinden yiyordu ve o düşmemişti. Seleften başkası da böylece zikretmiştir. Allah en doğrusunu bilendir.6 15 Andolsun ki Sebe toplumu için yurt tuttukları yerde bir alâmet/gösterge vardı: Sağdan ve soldan iki bahçe! –“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için nimetlerin karşılığını ödeyin! Ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı bir Rabb!”– Yukarıda Allah’a şükretme çağrısı yapılmış, Davud ve Süleyman peygamberler de “nimetlere şükreden kullar” olarak tanıtılmıştı. Sonra da onların şahsında şükrün [nimetin karşılığını ödemenin] önemi belirtilerek herkesin şükredemediğine dikkat çekilmişti. 15-21. ayetlerden oluşan pasajda ise şükretmeyip nankörlük eden bir toplum ve akıbeti örnek gösterilmektedir. Bu topluma sağdan soldan iki cennet verilmiş, yani dünya hayatı onlara çok kolaylaştırılmış, kendilerine bol bol nimetler verilmiş ve bunların karşılığında kendilerine “Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun için şükredin [karşılığını ödeyin]!” denilmişti. Yani “size bu nimeti veren bağışlayıcı Rabb’i sakın unutmayın! Size verilen nimetlerden işsizlere, aşsızlara Allah’ın hakkı olarak belirli bir pay ödeyin!” denilmişti. 6 (İbn Kesir) 21
  • 22. SEBE’ ÜLKESİ Daha evvel Neml suresinin tahlilinde Sebe’ ile ilgili olarak şu ansiklopedik bilgiler verilmişti: Sebe, Güney Arabistan'da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de şimdiki Kuzey Yemen'in merkezi Sana'nın kuzeydoğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma'rib kenti idi. Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca Arabistan'da hüküm sürdüler. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da Arabistan'da Yemen ve Hadramut, Afrika'da Habeşiştan'ı idare etmiş olan Güney Arabistan'ın meşhur başka bir milleti idi. Sebeliler bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan'ın iç kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan da Mısır, Suriye, Yunanistan ve Roma'ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile meşhur olmaları işte bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre o devirde dünyanın en zengin kimseleri bunlardı. Ticaret ve alışverişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur sularını toplamış olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmiş bulunuyorlardı. Yunanlı tarihçiler Sebe’ ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır.7 Sebe Krallığı, Güneybatı Arabistan'da yerleşik bulunuyordu ve en parlak dönemlerinde [M.Ö. ilk bin yılda] yalnızca Yemen'i değil, Hadramevt'in geniş bir bölümünü, Mahrah topraklarını ve şimdiki Habeşistan'ın büyük bir bölümünü de içine alıyordu. Sebeliler, başkent Ma’rib'in -bazan Mârib olarak okunuyordu- çevresinde, yüzlerce yıllık bir zaman kesiti içinde, günümüze kadar ayakta kalabilmiş muhteşem kalıntılarıyla tarihte büyük bir ün yapmış olan olağanüstü barajlar, bentler ve suyolları şebekeleri inşa etmişlerdi. Sebe ülkesi, bütün Arap Yarımadası'nda dillere destan olan muazzam gelişmesini bu büyük barajlara borçluydu. (H. 334'de ölen coğrafya bilgini Hemedânî bu barajlar şebekesinin suladığı toprakların Doğuya, Rub‘u'l-Hâlî sınırları çevresindeki Sayhad çölüne doğru uzandığını nakleder.) Ülkenin zenginleşmesi, halkının ticarî faaliyetlere yoğun ilgisinden ve Ma’rib'den Kuzeyde Mekke, Medine ve Suriye'ye, Doğuda Arap Denizi kıyılarındaki Zufâr'a doğru ilerleyen ve böylece Hindistan ve Çin'e bağlanan deniz yolları ile birleşen “baharat yolu”nu kontrol etmelerinden ileri geliyordu. Yukarıdaki pasajın değindiği dönem, tabii, 27:22-44'de sözü edilenden daha sonraki bir zamana tekabül eder.8 16 Fakat onlar yüz çevirdiler; nimetlerin karşılığını ödemediler. Biz de üzerlerine barajların selini salıverdik ve iki bahçelerini onlara buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da “sidir ağacı” bulunan iki bahçeye çevirdik. 17 Bu, onların küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olmaları nedeniyle Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok nankör olanları cezalandırırız. Verilen nimetlere karşılık Sebeliler şükretme görevini ihmal ettiler ve Allah'ın verdiği nimeti inkâr ettiler. Allah Arim [baraj] selini göndererek onları cezalandırdı. Sel, bütün sulama sistemini bozdu. Bahçelerini, ülkelerini, içinde çok dikenli, acı meyveli, bir nevi meyveli misvak, sidr ve ılgın gibi küçük, bodur ağaçlar bulunan kötü manzaralı, tarıma elverişsiz bir araziye çevirdi. Böylece baraj seli nedeniyle bütün ülke harap oldu. Sidir ağacı, Türkiye’nin Toros dağlarında da yetişen ve çam, köknar ailesinden olan “Sedir” ağacıyla karıştırılmamalıdır. Sidir ağacı, meyvesiz, dikenli, bodur bir çöl bitkisidir. Kayda değer bir gölgesi bile olmayan bu bitkiye “Arabistan Kirazı” da denir. “ ‫العرم‬ARİM” SÖZCÜĞÜ 7 (Ansiklopediler) 8 (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı) 22
  • 23. Bu sözcük, “vadinin kendisiyle engellendiği set” anlamındaki “ ‫عرمة‬arimet” sözcüğünün çoğuludur.9 Ayetteki “Arim” sözcüğü ile ilgili olarak klasik eserlerde şu bilgiler verilmiştir: 1- Bu, o şeddin harap olmasına sebep olan köstebeklerdir. Çünkü Belkıs, aralarında yollar bulunan dağlara yöneldi. Böylece de, o yolların (çıkış noktalarına), geçitlerine setler yaptı. Derken, yağmur suları ve kaynak suları oralarda toplandı ve âdeta bir deniz haline geliverdi ve buralara, sırayla birbirinin üzerinde olmak üzere üç kapı, kapak yerleştirdi. Öyle ki, bu kapıların ancak biri açıldıktan sonra diğeri de açılıyordu. Derken köstebekler o seddi deldiler. Böylece de o setler harap oldu ve biriken sular, onların aleyhine bir tehdit oluşturmaya başladı. 2- Arim, seddin adıdır. Bu sed de, Arîm'in toplanması demektir. Arim ise taşların bir araya gelmesidir. 3- Arim, kendisinden o suyun kaynaklanmış olduğu vadinin adıdır.10 Arim seli, cahiliyye döneminde söylenen rivayetlerle, eski Arapça kitapların üzerine bina edildiği olaylardan biridir. Sel mağduru çoğu Yemen kabileleri, Arap yarımadasının kuzeyine, doğu sahillerine, Şam ve Irak beldelerine hicret ettiler. Hicret edenler arasında Yesrib'e [Medine-i Münevvere] yerleşen Evs ve Hazreç, Şam ülkesinde devlet kuran Gassaniler, Irak ülkesinde devlet kuran Lahmiyyun, Amman'da devlet kuran Benu Abdulkays da bulunmaktadır. Tarihçiler bu felaketin Nebevi bi'setten yaklaşık dört yüz sene önce gerçekleştiğini tahmin ederler.11 el-Kuşeyrî dedi ki: Bunların "Himar [eşek]" lakaplı bir başkanları vardı. Bunlar İsa ile Muhammed (sav) arasındaki fetret döneminde idiler. Denildiğine göre, bunun bir oğlu vardı ve öldü. Bunun üzerine başını semaya doğru kaldırıp tükürdü ve kâfir oldu. İşte bundan dolayı "Himar'dan daha kâfir" tabiri kullanılmaktadır. el-Cevherî dedi ki: "Himar'dan daha kâfir" deyimi şuradan gelmektedir: Ad kavmine mensub bir adamın birkaç oğlu vardı. Bu da çok büyük bir küfür ile kâfir oldu. Onun topraklarından kim geçerse, mutlaka o kişiyi küfre davet ederdi. Çağrısını kabul ederse onu bırakır, değilse öldürürdü. Daha sonra Arim seli onların bahçelerini alıp götürünce, ileride açıklanacağı üzere- etraftaki ülkelere dağıldılar. Bundan dolayı darbımeselde “Sebeliler gibi darmadağın oldular” denilmektedir. Denildiğine göre Evs ve Hazrecliler de onlardandır.12 ez-Zeccac dedi ki: Arim, üzerlerinde kapatılmış bulunan seddi oyan farenin adıdır. Kendisine "el-Huld" denilen de odur. Katade de böyle demiştir: Selin olmasına kendisi sebep teşkil ettiğinden sel ona nispet edilmiştir. İbnu'l-Arabî de: Arim fare isimlerinden bir isimdir, demiştir. Mücahid ve İbn Ebi Necih de şöyle demişlerdir: Arim Yüce Allah'ın seddi, içine göndermiş olduğu kırmızı bir sudur. Bu su, seddi çatlatmış ve yıkmıştır. Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre Arim çok şiddetli yağmur demektir. "Re" harfi sakin olarak "arm" de denilir. ed-Dahhak'tan rivayete göre; bunlar İsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasındaki fetret döneminde yaşamışlardı. Amr b. Şurahbil de şöyle demektedir: Arim sed demektir. el-Cevherî de böyle demiştir. el- Cevherî'nin dediğine göre bunun kendi lafzından tekili yoktur. Tekilinin "arime" olduğu da söylenmektedir. Muhammed b. Yezid dedi ki: İki şey arasında engel teşkil eden her bir şeye arim denilir. Engel [sed] diye adlandırılan şey de budur ve bu "Arime"nin çoğuludur. 9 (Lisanü’l Arab; c. 6, s. 214, “arm” mad.) 10 (Razi; el Mefatihu’l Gayb) 11 (Derveze; et Tefsirü’l Hadis) 12 (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) 23
  • 24. en-Nehhas dedi ki: İki dağ arasında toplanan yağmur suyunun önünde eğer bir engel varsa, buna arim denilir. Mısırlıların "Hibs" adını verdikleri engel budur. Onlar istedikleri vakit bu engeli kaldırırlar. Bahçeleri yeteri kadar su aldığı vakit yine burayı tıkarlardı.13 Metindeki "seyle’l-arim" ifadesinde kullanıldığı gibi, 'arim' kelimesi "baraj, set" anlamına gelen ve Güney Arapçasında kullanılan "arimen" kelimesinden türemiştir. Yemen'de yapılan kazılarda ortaya çıkarılan harabelerde bu kelime sık sık bu anlamda kullanılmıştır. Mesela, Yemen'in Habeşli hükümdarı Ebrehe'nin büyük Me'arib seddinin tamirinden sonra yazdırdığı M.S 542 ve 543 tarihli bir kitabede bu kelime tekrar tekrar baraj [set] anlamında kullanılmıştır. O halde Seyle’l-arim, bir set yıkıldığında meydana gelen sel felaketi anlamına gelir.14 Bu felaketin tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat Ma’rib Barajının ilk yıkılışının muhtemel tarihi M.S. 2. Yüzyıl olabilir. Bu olaydan sonra Sebe Krallığı büyük ölçüde harap oldu ve bu da güneyli [Kahtân] birçok kabilenin Yarımada'nın kuzeyine doğru göç etmelerine yol açtı. Ardından, barajlar ve kanallar şebekesi belli ölçüde onarıldı, fakat ülke eski refah düzeyine bir daha ulaşamadı ve İslam'ın zuhurundan 20-30 yıl önce de bu büyük baraj tamamen çöktü.15 Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, “arim” sözcüğü “barajlar, bentler, sedler” demektir. Tarihin bir döneminde Yemen’deki bu barajlar yıkılmış, boşanan sel suları ülkeyi tamamen mahvetmiştir. Ayetteki “şükretmemek" ifadesinden bu toplumun sahip olduğu nimetlerin karşılığını Allah’a ödemedikleri, yani işsizlere iş, aşsızlara aş vermedikleri, yetimleri kerimleştirmedikleri, infakta bulunmadıkları anlaşılmaktadır. Demek oluyor ki, bu kavmin ileri gelenleri “hep bana” demişler, tekasür hastalığına tutulmuşlar, işin sonunu hesap etmemişlerdir. Gelir dağılımındaki olumsuzluk toplumdaki bir kesimin nefretine, kıskançlığına ve hıncına neden olmuş, bu da ilahi bir ceza olarak barajın yıkılmasına ve toplumun perişanlığına neden olmuştur. Kendi yaptıklarının bir sonucu olarak cennet olan ülkeleri cehenneme dönmüştür. Bu durum bize Tekasür suresinde verilen ilahî mesajı hatırlatmalıdır: 5,6 Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Eğer ki kesin bilgi ile bilirseniz çılgınca yanan ateşi kesinlikle görürsünüz. 7 Bir süre sonra, onu, gözle görürcesine, gerçek olarak kesinlikle göreceksiniz. (Tekasür/5, 6) Biz Tekasür/5, 6’da sözü edilen “cahîm”in âhiretteki cehennem değil, dünyadaki cehennem olduğu kanısındayız. Şöyle ki: Bu dünyevî cehennem, Tekâsür ile eğlenmenin ve zevklenmenin sonucunda ortaya çıkan perişanlıktır, ıstıraptır, sıkıntıdır, bunalımdır; yanan ateştir. Kur’ân'da “cahîm” sözcüğünün dünyadaki alevli ateş için de kullanıldığını gösteren bir başka örnek de Saffat/97’dir. 97 Onlar: “Şunun için bir duvar yapın/ ambargo uygulayın da bunu çılgınca yanan ateşin/aşırı sıkıntının içine atın!” dediler. (Saffat/97) 13 (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) 14 (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an) 15 (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı) 24
  • 25. İbrahim peygamberin karşıtları tarafından ateşe atılmasının anlatıldığı bu ayette geçen ve “çılgınca yanan ateş” olarak çevirdiğimiz sözcüğün orijinali de “cahîm”dir. Yukarıdaki bilgiler ve vardığımız sonuçlar esas alındığında, insanlığa sunulan evrensel mesaj şu şekilde açıklanabilir: “Eğer çokluk yarışı yapmanın, gösterişin, lüksün ve bunlardan zevk almanın, bunlarla eğlenerek oyalanmanın ne demek olduğunu, bunların nelere mal olduğunu bilimsel bir gerçekle bilseydiniz, o zaman karşınızda cahîmi, cehennemi, perişanlığı, acıları, feryatları, sıkıntıları görürdünüz; bu davranışlarınızla kendiniz için, çevreniz için, ülkeniz için, dünya için bir cehennem hazırladığınızı fark ederdiniz.” Dünyadaki cehennemleri görmek ve insanlara cehennem sıkıntısı veren bu faciaların oluşma sebeplerini belirlemek için gerek kendi hayatımızda ve gerekse çevremizdeki insanların veya toplumların hayatlarında görülen bazı trajik olayları iyi analiz etmek, “neden” diye sorarak problemin ana kaynağını doğru teşhis etmek gerekmektedir: Dünyadaki bu tür cehennemlerin sayıca fazlalığı, bunlara neden olan sebeplerin fazla olduğu göstermez.. Bilinmelidir ki, bütün bu cehennemlerin tek bir sebebi vardır: Çoğaltma yarışı ve çokluktan zevk almak, çoklukla oyalanmak, çoklukla eğlenmek, çok, daha çok yapabilme istek ve gayretleri... Tekâsür hastalığına yakalanarak tekâsür ateşini yakmış olanlar, bir taraftan bu ateşi söndürmemek ve daha da büyütmek için ellerinin uzandığı her yerden haklı haksız toplayıp sömürür ve semirirlerken, diğer taraftan da topladıklarını kaptırmamak için aynı kaynaktan beslenmek isteyen rakiplerini sabote ederler, yalan ve iftiralar ortaya atarak onlarla mücadele ederler. Sonunda durum öyle bir hâl alır ki, hem tekâsür ateşini yakmış olanlar hem de bunların beslendiği, sömürdüğü suçsuz günahsız insanlar ateşin içinde kalırlar. İçinde kaldıkları o şey bir dünya cehennemidir. Suçsuz ve günahsız insanların cehennemi ezilmek, sömürülmek, çaresiz bırakılmak şeklinde gerçekleşirken, bizzat ateşi yakanların cehennemi ise topladıklarını başka tekâsür hastalarına kaptırmamak, korumak ve daha da arttırmak için kaygı ve hasret duyarak huzursuzluk çekmeleridir. Bu özellikteki birey ve toplumlar sürekli kendilerine düşman yaratarak geceleri uyuyamaz hâle gelirler ve böylece içinde yaşadıkları ortamı bizzat kendi elleriyle cehenneme çevirirler. 18 Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş düzenledik: – Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gidin gelin!– 19 Sonra da onlar: “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler ve nefislerine yanlış; kendi zararlarına işler yaparak haksızlık ettiler. Şimdi de Biz onları efsaneler yaptık ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm kendisine verilen nimetlerin karşılığını çokça ödeyen sabreden için elbette alâmetler/göstergeler vardır. Sebe toplumuna iki cennetten başka, rahat, güvenli yollar, yakın mesafede komşu kentler, köyler de verilmişti. Bu nedenle çevre kentlerle de gayet barışçı ilişkileri vardı. Bu yüzden ticaretlerini de güven içinde yapabilmekteydiler. Ne var ki, bu nimetlerin değerini bilmediler, şükretmediler. Taşkınlıklarıyla “Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler. Yani kendi elleriyle belalarını istediler ve cezalandırıldılar. Oradan sürüldüler Sebe’ ülkesinin diğer bir özelliği de “güven ve emniyet” içinde olması idi. 25
  • 26. Ayrıca bu ülke, sırt sırta, birbirine yakın, bakınca diğerini görebilen kasaba ve şehirlerden oluşmuştu. “O bereket verdiğimiz memleketler” ifadesinden, bu şehirlerin aynı zamanda bereketli, verimli, temiz ve manevî değeri olan şehirler olduğunu anlıyoruz. Ayetteki “o bereket verdiğimiz ...” ifadesiyle Kur’an’da Suriye ve Filistin bölgeleri kastedilir. Sebelilerin Efsanelen İşleri: Yani, "Sebeliler her yönden o kadar darmadağın oldular ki, artık onların bu dağınıklığı herkes tarafından bilinir oldu. Bugün bile Araplar bir topluluğun tamamen dağılışından bahsetmek isteseler Sebelileri örnek gösterirler. Allah nimetlerini onlardan geri aldığında, çeşitli Sebe kabileleri yurtlarından ayrılıp Arabistan'ın başka bölgelerine göç etmeye başladılar. Benû Gassân, Suriye ve Ürdün'e; Evs ve Hazreç Yesrib'e; Huzaa da Cidde yakınlarındaki Tihane'ye yerleşti. Ezd kabilesi Umman'a gitti. Beni Lahm, Cuzam ve Kinde kabileleri de başka yerlere göç etmek üzere yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Böylece Sebeliler artık millet olmaktan çıktılar ve sadece bir efsane oldular."16 19. ayetin sonundaki “Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için elbette ayetler vardır” ifadesi ile Allah nimet verdiğinde şımarmayan, Allah'ı unutmayan, Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyen fert ve toplumların bu tip tarihi olaylardan ibret alacakları, tarihi tekerrür ettirmeyecekleri açıklanmaktadır. Ayetteki “Seferlerimizin arasını uzaklaştır” ifadesi, Yahudilerin Bakara/61’de nakledilen “Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” şeklindeki sözlerine benzemektedir. İsraillilerin bal börek, baklava kaymakla beslenirken “soğan sarımsak” talebinde bulundukları gibi, Sebeliler de kendi elleriyle, ayaklarıyla felaketi davet etmişlerdir. Anlaşıldığına göre, Sebe toplumunun “Seferlerimizin arasını uzaklaştır” şeklindeki sözleri, inançlarının bozukluğundan dolayı dile getirilmiş bir taleptir. Bu ukalaca talep, bir kimsenin kendisini dövemeyeceğini sandığı birine “Haydi vursana! Erkeksen gelsene!” demesi gibi bir şeydir. Bu ifadeyi ya doğrudan kullanmışlar ya da hal ve tavırlarıyla bu anlama gelecek hareketlerde bulunmuşlardır. Yani elleriyle ayaklarıyla belalarını istemişlerdir. 20 Ve andolsun ki İblis/düşünce yetisi onlar hakkındaki zannını tasdik etti de mü’minlerden ibaret bir kesimden başkası İblis'e uydular. 21 Hâlbuki İblis için onlar üzerinde hiçbir kudret yoktu. Fakat Biz âhirete imanı olanı, onun hakkında yeterli bilgisi olmayandan ayırt edecektik; onları işaretleyip bildirecektik. Ve senin Rabbin her şeyi iyice koruyandır. Bu ayetlerde, İblis’in hiçbir zorlama gücü olmadığı halde Sebe’ toplumunun İblis’e uyarak azdıkları, şımardıkları ve bunun sonucunda da cezalandırıldıkları bildirilmektedir. Ayette Rabbimizin bize daha evvel temsili anlatımlarla verdiği bazı mesajlara da gönderme yapılmaktadır: 15 Allah, “Sen süre verilmişlerdensin” dedi. 16,17 İblis, “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından 16 (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an) 26
  • 27. onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın” dedi. (A’raf/15- 17) 62 İblis dedi ki: “Şu benden üstün tuttuğun şu kişiyi gördün mü? Yemin ederim ki, eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen, pek azı dışında onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım.” (İsra/62) 82,83 İblis, “Öyle ise en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip oluşuna yemin ederim ki ben onların hepsini; –içlerinden arıtılmış kulların hariç– kesinlikle azdıracağım” dedi. (Sad/82, 83) 39,40 İblis dedi ki: “Rabbim! Sen beni, insanları azdırmam için yarattığın nedenle kesinlikle ben de yeryüzünde, her şeyi onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini kesinlikle azdıracağım!” (Hıcr/39, 40) Görüldüğü üzere, yukarıdaki ayetlerde, İblisin çok az bir grubu hariç, insanların tamamını azdırıp şükredici olmamalarını temin edeceği nakledilmiştir. Sebe’ halkının akıbeti şeytanın bu işlevine çok güzel bir örnektir. Çünkü bu halk şükretmeyip nankörlerden olmuş ve bu haliyle de şeytanı doğrular bir duruma düşmüştür. 20. ayette “müminlerden ibaret bir kesimden başkası” ifadesine göre, Sebe’ toplumu içindeki inananlar küçük bir azınlıktan ibaretti. Merhum Mevdudi’nin bu konuyla ilgili tespitleri şöyledir: Tarih, eski çağlarda Sebeliler arasında sadece Allah'a ibadet eden küçük bir topluluğun yaşadığını göstermektedir. Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucu Yemen'de bulunan kitabeler bu küçük unsurun varlığına işaret etmektedir. Yaklaşık olarak M.Ö. 650 yıllarına ait kitabeler, Sebe krallığı içinde, sadece Zu-Semevî veya Zû-Semâvi'ye, yani Rabbu’s-Sema’ya [Göklerin Rabbine] ibadete hasredilmiş evler bulunduğunu söylemektedir. Bazı yerlerde bu ilahtan “Meliken Zû-Semavi [Göklerin sahibi olan Melik] diye bahsedilmektedir. Sebelilerin bu mirası Yemen'de yüzyıllarca yaşamaya devam etmiştir. M.S. 378 tarihli bir kitabede "Bu mabet, ilah Zû-Semavi'ye aittir” ifadesi bulunmaktadır. M.S. 465 tarihli bir kitabede de şöyle bir ifade yer alır: "Bi-nasr ve riza ilahin bel semin ve ardin [Göklerin ve yerin sahibi olan İlah’ın yardım ve rızasıyla]” . M.S. 458 tarihli başka bir kitabede ise Rahman kelimesi, “Bi-rıza Rahmanen [Rahmanın yardımıyla]” şeklinde kullanılmaktadır.17 İblis’in bir toplumu nasıl nankörleştirdiği, şu başlıklar altında sıralanabilir: * Haramın yenmesini, haksız kazanç elde edilmesini emrederek ve önererek, * Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilmedikleri şeyleri söylemelerini emrederek, * Fakirlikle korkutarak, * Kuruntulara düşürerek, * Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emrederek, * Kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayarak, * Vesvese verip zihin bulandırarak, * Yaptıkları ameller ile şımartarak, * Azdırarak, * İnsanlar arasına içki, uyuşturucu, kumar ve lüks yaşamla aralarında düşmanlık ve kin sokarak, 17 (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an) 27
  • 28. * Allah'ı anmaktan ve Salâttan onları geri bırakarak... Merhum Mevdudi, Sebelilerin nankörlüğünü örnek olarak karşımıza getiren 15- 21. ayetler bağlamında Sebe kavmiyle ilgili şu değerli bilgileri vermektedir: Yunan ve Roma tarihçileri ve coğrafya bilgini Theophrastus (M.Ö. 288) de, İsa'dan öncesinden itibaren, çağlar boyunca Hıristiyan tarihinin yanı sıra kavimden de bahsetmektedirler. Bu kavmin yurdu bugün Yemen denilen Arabistan yarımadasının güneybatı köşesiydi. Yükselişi M.Ö. 1100 yıllarında başlamıştır. Davud ve Süleyman Peygamberler zamanında Sebeliler, zenginlikleriyle dünyaca meşhur bir kavimdi. Başlangıçta güneşe tapıyorlardı. Daha sonra, kraliçelerinin Hz. Süleyman zamanında imana gelmesinden (M.Ö. 965-926) sonra muhtemelen çoğu Müslüman oldu. Fakat zamanı tam tesbit edilemeyen daha sonraki bir dönemde tekrar Elmaka [Ay Tanrısı] , Ester [Venüs] , Zat Hamim, Zat Bed'an [Güneş Tanrısı] Hermeten veya Herimet gibi birçok tanrı ve tanrıçaya tapmaya başladılar. Baş tanrıları Elmeka'ydı. Krallar ülkede onun temsilcisi olarak hüküm sürüyorlardı. Yemen'de yapılan kazılar sonucu, bu tanrılar ve özellikle de Elmaka için her tarafta mabetler yapıldığını ve her önemli olayda bu tanrılara kurbanlar sunulduğunu gösteren birçok yazıtlar ortaya çıkarılmıştır. Çağımızda yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, bu kavmin tarihine ışık tutan yaklaşık 3000 kadar kitabe bulunmuştur. Bunların yanı sıra, Arap ravilerinin ve Romalı, Yunanlı tarihçilerin verdikleri bilgiler de kullanılırsa, bu kavmin ayrıntılı bir tarihi hazırlanabilir. Bu bilgilere dayanarak aşağıdaki dönemlerin bu kavmin tarihinde önemli dönemler olduğunu söyleyebiliriz: 1- M.Ö. Yedinci Yüzyılın yarısından önceki dönem: Sebe kralları bu dönemde Mukarrib diye anılıyordu. Bu, kralların kendilerinin insanlarla tanrılar arasında bir bağ olduğunu iddia ettiklerini veya başka bir deyişle rahip-krallar olduklarını ifade eder. Başkentleri, bugün Heribe denilen ve Me'arib'in bir günlük yol batısında kalıntıları bulunan Sirve idi. Büyük Me'arib barajının temelleri bu dönemde atılmıştı; daha sonraki dönemlerde gelen krallar bu barajı zaman zaman genişletmişlerdir. 2- M.Ö. 650-M.Ö. 115: Bu dönemde Sebe kralları, dinsel yönetimin yerini laik krallık yönetimine bıraktığını gösteren Melik adını aldılar ve Mukarrib adını kullanmaz oldular. Sirve'yi bırakıp Me'arib'i başkent yaptılar ve onu her yönden geliştirdiler. Bu şehir denizden 3900 fit yüksektedir ve San'a'nın yaklaşık 60 mil doğusundadır. Bugün bulunan harebeleri bile, bir zamanlar çok gelişmiş bir kavmin merkezi olduğuna şahitlik etmektedir. 3- M.Ö. 115-M.S. 300: Bu dönemde Sebe krallığı, Sebe kavminin ileri gelen kabilelerinden biri olan Himyerilerin yönetimi altına girdi. Onlar Me'arib'i bırakıp, daha sonraları Zafar diye bilinen Reydan'ı başkent yaptılar. Bu şehrin kalıntıları bugünkü Yerim şehri yakınlarındaki bir tepe üzerinde hâlâ mevcuttur. Bu tepeye yakın bir yerde, belki de bir zamanlar bütün dünyaca zafer ve büyüklüğü ile tanınan o büyük kavmin torunları olan Himyer adında küçük bir kabile yaşamaktadır. Aynı dönemde krallığın bir bölümü için ilk defa Yemenet ve Yemenat kelimeleri kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime daha sonraları Yemen'e dönüşmüş ve Asir'den Aden'e ve Babü'l- Mendeb'den Hadramevt'e kadar uzanan bütün toprakların adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönemde Sebelilerin gerileyişi de başlamıştır. 4- M.S. 300'den İslam’ın doğuşuna kadar olan dönem: Bu, Sebelilerin çöktüğü dönemdir. Bu dönemde Sebeliler, dış müdahalelere meydan bırakan iç savaşlara dalmışlardı. Bu, onların ticaret ve tarımlarının gerilemesi, hatta siyasal özgürlüklerinin bile kaybedilmesi ile sonuçlandı. Himyeriler ve diğer kabileler arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanan Habeşiler, Yemen'i işgal ettiler ve M.S. 340'tan M.S. 378'e kadar yönettiler. Daha sonra siyasal özgürlüklerini kazanmalarına rağmen büyük Me'arib barajında çatlaklar görülmeye başladı ve bu çatlaklar, Sebe’/16’da değinilen selin yol açtığı büyük bir felaketle sonuçlandı (M.S. 450-451). Gerçi bundan sonra Ebrehe dönemine dek baraj tamir edildi, fakat ne dağılan insan topluluklarını geri getirebildi, ne de bozulan tarım ve sulama sistemi eski haline döndürülebildi. M.S. 523'te Yemen'in Yahudi kralı Zu-Nuvas Necran Hıristiyanlarını katletti. Kur'an-ı Kerim'de bu olaya Ashab-ı Uhdud diye değinilmektedir (Büruc/4). Bunun intikamını almak için Habeşistan'daki Hıristiyan krallığı Yemen'i işgal etti ve bütün toprakları ele geçirdi. Daha sonra Yemen'in Habeşli yöneticisi Ebrehe, Kâbe’nin merkezi durumuna bir son vermek ve bütün Batı Arabistan'ı Bizans-Habeş etkisi altına almak için, Hz. Muhammed'in (s.a) doğumundan bir kaç gün önce, M.S. 570 veya 571'de Mekke üzerine yürüdü. Habeşistan ordusu, Kur'an'da Ashabü'l-Fil adı altında anlatıldığı şekliyle tamamen helak oldu. En sonunda M.S. 575'de Yemen, İran'lıların eline geçti. Yemen meliki Bazan, İslamı kabul edince onların yönetimi de M.S. 628'de sona erdi. 28