1. 104 (63). MÜNÂFIKÛN SÛRESİ
MEDENÎ, 11 ÂYET
GİRİŞ
Adını 1. âyetteki [المنافقونmünâfıqûn] sözcüğünden ve münâfıkların Rasûlullah
ve mü’minlere karşı aldıkları tavırların konu edilmesinden alan sûrenin, Medîne'de
104. sırada indiği kabul edilir. Kaynakların verdiği bilgiye göre, Benû Mustalık
gazvesi'nden dönüşte yolda veya döndükten sonra inmiştir.
Sûrede münâfıkların yalancılıkları, ikiyüzlülükleri, inanmadıkları şeyleri
söylemeleri, mü’minlere tuzak kurmaları beyân edilir ve münâfıklar şiddetle yerilir.
Samimi mü’minlere de infak etmeleri ve Allah'ın rızasını kazanmaları için yollar
gösterilir.
Sûrenin iyi anlaşılabilmesi için târihî arka plânının bilinmesi gerekir.
Enfâl sûresi'nin girişinde Bedir savaşı'nın gerekçelerini açıklamıştık. Bu sûrede
açıklananlar da aynı hâdiselerle bağlantılıdır. Hâdiselerin özünü birinci pasajın
tahlilinde vereceğiz.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1
Münâfıklar sana geldikleri zaman: “Biz, gerçekten tanıklık ederiz ki,
şüphesiz sen, Allah'ın elçisisin” dediler. Allah da bilir ki şüphesiz sen O'nun
elçisisin. Ve Allah tanıklık eder ki şüphesiz münâfıklar, kesinlikle
yalancılardır.
2
Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular.
Şüphesiz onlar, yaptıkları şeyler kötü olan kimselerdir.
3
Bu, onların iman etmeleri, sonra iman etmemeleri nedeniyledir. Böylece
kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar iyice kavrayamazlar.
4
Onları gördüğün zaman da cüsseli yapıları –sanki onlar,
dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler– beğenini kazanmaktadır.
Söyledikleri zaman da kulak verirsin. Her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar.
Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. –Allah onları
kahretti; nasıl da çevriliyorlar!–
5,6
Ve onlara: “Gelin Allah'ın Elçisi sizin için bağışlanma dilesin” denildiği
zaman, başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslayanlar olarak yüz
çevirmekte olduklarını da görürsün. Senin onlar için bağışlanma dilemen ile
dilememen, onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir;
onları bağışlamayacaktır. Şüphesiz Allah, hak yolundan çıkmış bir topluma
kılavuzluk etmez.
7
Onlar: “Allah'ın Elçisi yanında bulunanlara hiçbir harcamada, mâlî
destekte bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler” derler. Oysa göklerin ve
yeryüzünün hazineleri Allah'ındır. Ancak münâfıklar iyice kavramıyorlar.
8
Diyorlar ki: “Andolsun, Medîne'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok
olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır.” Oysa güç, onur
ve üstünlük Allah'ın, O'nun Elçisi'nin ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar
bilmiyorlar.
1
2. (
9
Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan
alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, zarara, kayba uğrayıp
acı çekenlerin ta kendileridir.
10
Ve sizden birinize ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süre sonuna
kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’
demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamada
bulunun.
11
Allah, kendi süresinin sonu gelmiş bulunan hiçbir kimseyi asla ertelemez
de. Ve Allah, yaptıklarınıza haberdardır.
TAHLİL:
1
Münâfıklar sana geldikleri zaman: “Biz, gerçekten tanıklık ederiz ki,
şüphesiz sen, Allah'ın elçisisin” dediler. Allah da bilir ki şüphesiz sen O'nun
elçisisin. Ve Allah tanıklık eder ki şüphesiz münâfıklar, kesinlikle
yalancılardır.
2
Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip Allah'ın yolundan alıkoydular.
Şüphesiz onlar, yaptıkları şeyler kötü olan kimselerdir.
3
Bu, onların iman etmeleri, sonra iman etmemeleri nedeniyledir. Böylece
kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar iyice kavrayamazlar.
4
Onları gördüğün zaman da cüsseli yapıları –sanki onlar,
dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler– beğenini kazanmaktadır.
Söyledikleri zaman da kulak verirsin. Her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar.
Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. –Allah onları
kahretti; nasıl da çevriliyorlar!–
5,6
Ve onlara: “Gelin Allah'ın Elçisi sizin için bağışlanma dilesin” denildiği
zaman, başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslayanlar olarak yüz
çevirmekte olduklarını da görürsün. Senin onlar için bağışlanma dilemen ile
dilememen, onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir;
onları bağışlamayacaktır. Şüphesiz Allah, hak yolundan çıkmış bir topluma
kılavuzluk etmez.
7
Onlar: “Allah'ın Elçisi yanında bulunanlara hiçbir harcamada, mâlî
destekte bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler” derler. Oysa göklerin ve
yeryüzünün hazineleri Allah'ındır. Ancak münâfıklar iyice kavramıyorlar.
8
Diyorlar ki: “Andolsun, Medîne'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok
olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır.” Oysa güç, onur
ve üstünlük Allah'ın, O'nun Elçisi'nin ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar
bilmiyorlar.
2
3. (
Münâfıkların karakterlerinin ve İslâm aleyhine faaliyetlerinin konu edildiği bu
âyetlerde şunlar beyân buyurulmuştur:
• Münâfıklar, Rasûlullah'a geldikleri zaman, “Biz gerçekten şehâdet ederiz ki,
şüphesiz sen Allah'ın Elçisi'sin” diyorlar. Ama bunda, samimi değiller.
• Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip kötü şeyler yapmakta ve Allah'ın
yolundan alıkoymaktadırlar.
• Onlar, bu hareketleri, önce iman etmeleri, sonra inkâr etmeleri sebebiyle
yapmaktadırlar.
• Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar kavrayamazlar.
• Onları görenler, cüsseli yapıları nedeniyle adam yerine koyarlar, beğenirler,
söylediklerine kulak verirler. Hâlbuki onlar dayandırılmış/yarı giydirilmiş kütüklere
benzerler. Onların, aklı, iz’ânı, vicdanı ve kalbi yoktur. Onlar, kendilerini tam
kamufle edememişlerdir, münâfıklıkları sırıtıp durmaktadır.
• Onlar, ürkektir; her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar.
• Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan sakınılmalı, onlara karşı tedbirli
olunmalıdır.
• Onlara, “Gelin, Allah'ın Rasûlü sizin için mağfiret [bağışlanma] dilesin”
denildiği zaman, onlar başlarını yana çevirirler. Onların büyüklük taslayarak yüz
çevirdikleri görülür.
• Onlar için mağfiret dilenilmesi ile mağfiret dilenilmemesi onlarca birdir.
Allah, onlara asla mağfiret etmeyecektir. Zira Allah, fâsık bir kavme hidâyet etmez.
• Onlar, “Allah'ın Rasûlü yanında bulunanlara hiç bir infakta bulunmayın da
dağılıp gitsinler” derler. Oysa göklerin ve yeryüzünün hazineleri Allah'ındır. Ne var
ki münâfıklar kavramıyorlar.
• Onlar, “Andolsun, Medîne'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan,
düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır” dediler. Oysa izzet [güç,
onur ve üstünlük] Allah'ın, O'nun Elçisi'nin ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar
bilmiyorlar.
Bu âyet grubunun iniş sebebi şudur: Rasûlullah ve Müslümanlar, Mustalıkoğulları'nın
Müslümanlarla savaşmak için toplandıklarını öğrenmiş ve onlarla savaşmak için yola çıkmışlardı.
Müslümanlar arasında ganimet peşinde olan münâfıklar da yer alıyordu. İki ordu Mureysi adındaki su
başında karşılaştı. Düşman bozguna uğradı ve birçok ganimet elde edildi.
Tirmizî'de Zeyd b. Erkam'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (s.a) ile birlikte
gazada idik. Beraberimizde bedevîlerden birtakım kimseler de vardı. O bakımdan, “Bir an önce suya
varalım” diye koşuşuyorduk. Bedevîler bizden önce suya ulaşıyorlardı. Arkadaşlarından önce giden
bedevî Arap havuzu doldurur, etrafına taşlar koyar, sonra da arkadaşları gelinceye kadar üzerini deri
bir örtü ile kapatırdı. Ensâr'dan bir kişi (bu şekilde su biriktirmiş) bedevî bir Arabın yanına gitti.
İçmesi için devesinin yularını gevşetti, Bedevî onu bırakmak istemedi. Bunun üzerine Ensâr'dan olan
o şahıs bir taş çekip aldı, bunun üzerine su da çekildi. Bedevî bir tahta parçası alıp, onunla Ensâr'dan
olan o şahsın başına vurdu ve başını yaraladı. Ensâr'dan olan o şahıs münâfıkların başı Abdullah b.
Ubey'in yanına gitti ve durumu ona haber verdi. –Bu kişi onun arkadaşlarındandı.– Abdullah b. Ubey
bu işe öfkelendi, sonra da, “Rasûlullah'ın yanında bulunanlara infak etmeyin, ta ki onlar da –
bedevîleri kastediyor– etrafından dağılıp gitsinler” dedi. Bedevîler yemek esnasında Rasûlullah'ın
(s.a) yanında hazır bulunurlardı. Abdullah ibn Ubey dedi ki:
— Siz Muhammed'e, onlar Muhammed'in yanından ayrılıp gittikleri zaman yemek getirin.
Böylece hem o, hem de o'nun yanında bulunanlar yemek yesin.
3
4. Sonra da arkadaşlarına şöyle dedi:
— Andolsun Medîne'ye döneceğiniz vakit, hiç şüphesiz en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir
olanı oradan çıkartacaktır.
Zeyd dedi ki: Bu sırada ben amcamın terkisinde idim. Abdullah b. Ubey'in sözlerini işittim,
amcama söyledim. O da gidip Rasûlullah'a (s.a) haber verdi. Rasûlullah (s.a) Ubey'e haber
gönderdi, o da yemin ederek bunu inkâr etti. Rasûlullah (s.a) bunun üzerine onu tasdik etti, beni de
yalanladı. Amcam bana gelerek şöyle dedi:
— Sen ne yapmak istedin? İşte sonunda Rasûlullah (s.a) da, münâfıklar (Tirmizî'de;
Müslümanlar) da sana öfkelendi ve seni yalanladı.
(Zeyd b. Erkam) dedi ki: O bakımdan daha önce hiçbir kimseye karşı göstermedikleri kadar
bana karşı cüretkârlık gösterdiler. (Tirmizî'de, “Hiçbir kimsenin kederlenmediği kadar
kederlendim” şeklindedir) Nihâyet Rasûlullah (s.a) ile birlikte bir seferde yol alıyorken ve
kederden başımı öne eğmişken Rasûlullah (s.a) yanıma gelerek kulağımı büktü ve yüzüme güldü.
Onun bu hâlini dünyada ebediyyen yaşamaya değiştirmem. Sonra Ebû Bekr bana yetişerek sordu:
— Rasûlullah (s.a) sana ne dedi?
Ben de şöyle karşılık verdim:
— Bir şey demedi, sadece kulağımı büktü ve bana güldü.
Ebû Bekr şöyle dedi:
— Müjde sana!
Sonra Ömer bana yetişti, ona da Ebû Bekr'e söylediğimin benzerini söyledim. Sabah olunca
Rasûlullah (s.a), el-Münâfıkûn sûresi'ni okudu.1
Müfessirler şöyle demişlerdir: Hz. Ömer'in (r.a) ücretlisi, savaşların birinde Abdullah b.
Ubey'in ücretlisi [adamı] ile dövüştü. Hz. Ömer'in (r.a) adamı, Abdullah b. Ubey için,
hoşlanmayacağı sözler sarf etti, onun hakkında sert sözler kullandı. Abdullah b. Ubey de, yanında
birtakım kimseler varken öfkelenip, “Allah'a yemin ederim ki, eğer Medîne'ye dönersek, daha
şerefli ve güçlü olanlar, hakir ve zayıf olanları mutlaka oradan sürüp çıkaracaktır” dedi. “Daha
şerefli ve güçlü” ifadesiyle kendisini, “hakir ve zayıf” ifadesiyle, (hâşâ) Rasûlullah'ı kastetti.
Kavmine dönüp, Muhâcirleri kastederek, “Şu heriflere yardımda bulunmazsanız, şüphesiz onlar
memleketinizden çekip giderler. Öyleyse onlara infakta bulunmayın ki, onlar Muhammed'in
etrafından dağılıp gitsinler” dedi. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.2
Paragrafın âyetleri açık olmakla birlikte biz, birkaç hususa değinmek istiyoruz.
Önce münâfık tanımı üzerinde duralım. Kur’ân'da ilk olarak yer aldığı Ankebût
sûresi'nde şu izahı yapmıştık:
نافقنمن [münâfıq] sözcüğü, “yer altındaki ev, barınak, in” anlamına gelen نقننف
[nefeqa] sözcüğünden gelir. Kertenkele ve yaban faresinin yer altındaki yuvalarına
نفقة [nüfeqa] ve [نافقةnâfiqa] denir.
Yaban faresinin yer altında birden çok yuvası olur. Başını birinden çıkarır,
kaçtığı zaman yer altındaki yuvalardan hangisine gittiği bilinmez. O nedenle de
yakalanmaz.
Münâfığa bu ismin verilmesinin sebebi, birden çok inancının olmasıdır. O, bir
bakarsın İslâm dinine girmiş, bir bakarsın ondan çıkmış bir başka inanca girmiştir.3
Dinî bir terim olarak nifaq, “inanmadığı hâlde çeşitli sebeplerden dolayı ve
menfaati icabı kendini Müslüman göstermek; Allah'a, Rasûlü'ne ve mü’minlere
düşmanlığını gizlemek” demektir. Bunu yapan kişiye de “münâfık” denir.
Âyetten anlaşıldığına göre, münâfığın burada ön plâna çıkan özelliği,
yükümlülüklerden kolayca sıyrılıp çıkmaya teşebbüs etmesidir. Toplum içinde
fesatçı olmaları, akılları sıra Allah'a oyun etmeye kalkmaları, gösterişçi olmaları,
salât görevine gönülsüz, üşene üşene katılmaları, bu önemli görevden kaçmaları,
1
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
2
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
3
Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 656-657, “Nfq” mad.
4
5. döneklikleri, maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvurmaları, kötü
sözlerin Müslümanlar arasında yayılmasını istemeleri, kötülük yapınca sevinmeleri,
övünmekten hoşlanmaları gibi başka özellikleri de vardır. Bu özelliklerinden
inşallah Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve Mâide sûrelerinin tahlillerinde bahsedilecektir.
Bu özellikleri nedeniyle münâfık tipler tüm toplumların her zaman en büyük
problemi olmuştur.
4. âyette, Sanki onlar, dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler
buyurularak, münâfıklar bir köşeye dayandırılıvermiş ya da yarısı giydirilmiş yarısı
meydanda duran ahşap kütüklere benzetilmiştir. Bu benzetmenin gerekçesi üzerinde
şöyle fikir yürütülebilir: Münâfıklarda iman ve sâlihâtı işleme gibi değerli bir nitelik
olmadığından, işe yaramadıklarından bu benzetme yapılmıştır. Çünkü bir yerde
dayalı duran, kütük de bir işe yaramamaktadır.
Âyette geçen, [مسندةmüsennede] sözcüğünde, “uzun elbise üzerine kısa elbise
giydirilmiş” anlamı da vardır.4
Bu, Araplarda bir övünme tarzıdır. Burada denilmek
istenen şudur: Bir kütüğe atlas kumaştan elbise giydirsen, kütük yine kütüktür;
insan elbisesi giydirilmekle kütüklükten çıkmaz. Bu benzetme, Türkçe'deki, “Eşeğe
altın semer vursalar da eşek yine eşektir” atasözüne benzemektedir.
Âyette münâfıklarla ilgili, Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur,
artık onlar iyice kavrayamazlar buyurulmuştur, ki “kalplerinin
mühürlenmesi/damgalanması”, –Allah'ın onlara engel olması değil–, çıkarlarına
aykırı olması sebebiyle hakka gönüllerini açmamaları” demektir. Bu konuya dair
detay Tin sûresi'nde verilmiştir:5
5
Ve onlar: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/zırh içindedir,
kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir perde vardır. Artık sen, yapabileceğini yap,
biz de gerçekten yapıyoruz” dediler.
(Fussilet/5)
88
Ve onlar, “Bizim kalplerimiz kılıflıdır/hiçbir şey işlemez” dediler. Aksine; Allah, gerçeği
bilerek reddetmelerinden dolayı onları dışlamış/ rahmetinden mahrum bırakmıştır. Bundan dolayı pek
azı iman eder!
(Bakara/88)
100
Ve önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris; son sahip olanlara kılavuz olmadı mı, etki
yapmadı mı: “Eğer Biz dilersek onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık. Biz onların
kalplerinin üzerine damga vururuz/mühürleriz de onlar işitmezler.”
(A‘râf/100)
30-35
Yine o iman etmiş olan kimse: “Ey toplumum! Şüphesiz ben, sizin hakkınızda Ahzâb'ın günü
benzerinden; Nûh toplumunun, Âd'ın, Semûd'un ve daha sonrakilerin maceralarının benzerinden
korkuyorum. Ve Allah, kulları için bir haksızlık, yanlışlık istemez. Ey toplumum! Şüphesiz ben, size
gelecek o çağrışma-bağrışma/ kaçışma gününden; arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum.
Sizin için Allah'tan koruyan biri yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici
yoktur. Ve andolsun ki, bundan önce size Yûsuf delillerle gelmişti. O zaman da o'nun size getirdiği
şeylerde şüphe edip durmuştunuz. Sonunda o öldüğünde de, “Bundan sonra Allah, asla elçi
göndermez” dediniz. Allah, şu kendilerine gelmiş bir güç olmaksızın, Allah'ın
âyetleri/alâmetleri/göstergeleri hakkında mücâdele eden, aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte böyle
şaşırtır. Bu durum, Allah katında ve iman edenler yanında buğz olarak büyüktür. İşte Allah, her
böbürlenen zorbanın kalbi üzerine damga basar” dedi.
4
Lisân, “Snd” mad.
5
Tebyînu'l-Kur’ân; c. ?????.
5
6. (Mü’min/30-35)
2. âyette, Onlar, yeminlerini [sözleşmelerini] bir kalkan edinip Allah'ın
yolundan alıkoydular. Şüphesiz onlar, yaptıkları şeyler kötü olanlardır
buyurulmaktadır.
Onların yeminleri iki şekilde anlaşılabilir:
A) Onlar, sürekli Allah'a yemin ederek, Müslüman görünüp hâinlik ediyorlar,
yeminin arkasına saklanarak küfürlerini gizliyorlardı.
B) Buradaki yemin'in “sözleşme” anlamında olmasıdır. Buna göre yeminleri,
“Rasûlullah ile yapılan Medîne sözleşmesi”dir. Bu sözleşmeyle kendilerini
güvenceye almışlardı. İşte bu münâfıklar bu sözleşmeleri su-i istimal ederek hâince
plânlar yapıyorlardı.
74
Onlar, söylemediklerine, Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar, küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve
rabliğini bilerek reddetme sözünü kesinlikle söylediler. İslâmlaşmalarından sonra da kâfir; Allah'ın
ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri oldular. Ve ulaşamadıkları, sahip olamadıkları şeyleri
çok istediler. Onlar sadece, Allah'ın ve Elçisi'nin mü’minleri Allah'ın armağanlarından
zenginleştirmiş olmasından kinlendiler. Artık, eğer hatalarından dönerlerse kendileri için hayırlı olur.
(Tevbe/74)
16
Yeminlerini kalkan edindiler de Allah'ın yolundan çevirdiler. Artık onlar için küçük düşürücü
bir azap vardır.
(Mücâdele/16)
Onlar, şeytânın işini yapıyorlardı:
16,17
İblis, “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru
yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler
bulmayacaksın” dedi.
(A‘râf/16-17)
5-6. âyetlerde, münâfıklarla olan bir ilişkiye; onların hakk yola gelmesi ve
affıyla ilgili Allah'a yakarılması hususuna dikkat çekilmiştir: Ve onlara, “Gelin
Allah'ın Rasûlü sizin için mağfiret [bağışlanma] dilesin” denildiği zaman, başlarını
yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslayanlar olarak yüz çevirmekte
olduklarını da görürsün. Senin onlar için mağfiret dilemen ile mağfiret dilememen
onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir. Şüphesiz Allah,
fâsık bir kavme hidâyet etmez.
Bu âyetin iniş sebebine dair şu olay nakledilir:
İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “Abdullah b. Ubey, pek çok adamıyla, Uhud'dan savaşmadan
geri dönüp, Müslümanlardan ayrılınca, Müslümanlar ona buğzetmeye başladılar, onu sert bir dille
eleştirdiler ve kulağı duya duya hoşlanmayacağı sözler söylediler. Bunun üzerine kardeşleri
Ubey'e, “Keşke Rasûlullah'a gitsen de, o da senin için istiğfar etse ve senden hoşnut olsa” dediler.
O da, “Ben o'na gitmem, benim için istiğfar etmesini istemem” dedi ve yüzünü dönüp gitti. İşte o
zaman bu âyet nâzil oldu.6
6
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
6
7. 80
Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de
yine Allah, onları bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah'ı ve Rasûlü'nü kabul etmemeleri
nedeniyledir. Allah, hak yoldan çıkmışlar toplumuna kılavuzluk etmez.
(Tevbe/80)
113,114
Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman
etmiş kişilere, akraba bile olsalar, ortak koşanlar için bağışlanma dilemek yoktur. İbrâhîm'in babası
için bağışlanma dilemesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun, Allah için
bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok
halim birisi idi.
(Tevbe/113-114)
8. âyette, bu güdük akıllı münâfıkların, Andolsun, Medîne'ye bir dönecek
olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp
çıkaracaktır dedikleri nakledilmiştir. Anlaşıldığına göre bu zavallılar kendilerini
izzet [güç, şan, şeref] sahibi sanıyorlar ve bu yüzden de Allah ile boy ölçüşmeye
kalkışıyorlardı:
205
O, dönüp gitti mi/yetkilendi mi de yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak,
ekini/kültürü/kadınları ve nesli değişime/yıkıma uğratmak için çalışır. Allah ise bozgunculuğu
sevmez.
206
Ona, “Allah'ın koruması altına gir!” dendiği zaman da büyüklük, güç, kendisini günah
işlemeye sürükler. İşte öylesine cehennem yeter. O, ne kötü bir döşektir!
(Bakara/205-206)
1
Sâd/90. Öğüt/şeref sahibi Kur’ân kanıttır ki, 3
onlardan önce nice kuşakları değişime, yıkıma
uğrattık Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. 2
Aksine o kâfirler; Allah'ın
ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler bir gurur ve bölünme içindedirler.
(Sâd/1-3)
Hâlbuki izzetin Rabbi (izzeti planlayan, programlayan) Allah'tır:
180
Güç, kuvvet, yenilmezlik, şan ve şerefin Rabbi olan senin Rabbin, onların nitelediği
şeylerden arınıktır.
(Saffat/180)
138,139
Mü’minlerin astlarından, küfre; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye
sapanları yol gösterici, koruyucu yakın edinen şu münâfıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın
kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında şan ve şeref mi arıyorlar? Oysa şan ve şerefin
tümü Allah'ındır.
(Nisâ/138-139)
10
Her kim üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak
istiyorsa, bilsin ki en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak
tamamıyla yalnızca Allah'ındır. Hoş kelimeler yalnızca O'na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir.
Kötülüklerin plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları
ise; o, darmadağın olur.
(Fâtır/10)
9
Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan
alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, zarara, kayba uğrayıp
acı çekenlerin ta kendileridir.
7
8. 10
Ve sizden birinize ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süre sonuna
kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’
demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamada
bulunun.
11
Allah, kendi süresinin sonu gelmiş bulunan hiçbir kimseyi asla ertelemez
de. Ve Allah, yaptıklarınıza haberdardır.
Münâfıklarla ilgili açıklamalardan sonra mü’minlere kurtuluş yolu
gösterilmektedir. Âyetlerin ifadeleri gâyet açık ve nettir:
• Malları ve çocukları mü’minleri Allah'ı anmaktan alıkoymamalıdır. (“Mal ve
çocuklar”ın özellikle zikredilmesi, insanların genellikle mal ve çocuklarını korumak,
onlara şatafatlı bir hayat yaşatmak ve onlara istikbal hazırlamak meşgalesinin
insanları Allah'ı zikretmek ve salâtı ikâme etmek gibi imanın gereklerini yerine
getirmekten alıkoyduğu içindir.)
• Mü’minler, kendilerine ölüm gelip de, “Rabbim! Beni yakın bir süreye
[ecele] kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam”
demezden önce, kendilerine rızık olarak verilenlerden infak etmelidirler. Buna göre
mü’minler, infak etmelidirler. İnfak etmeyenler âhirette, infak etmedikleri için çok
pişman olacaklar; “Rabbim! Beni yakın bir süreye [ecele] kadar geciktirsen, ben de
böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam” diyecekler, ama dönüş mümkün
değildir.
Bu uyarı birçok âyette (Tevbe/24, Al-i İmrân/14, Enfâl/27-28, Sebe/37,
Bakara/272, Mü’minûn/99-100) yer almıştı:
11. âyette de, Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiç bir kimseyi asla
ertelemez de. Ve Allah, yaptıklarınıza haberdardır buyurularak, âhiretten dönüşün
olmadığı bildirildiği gibi, ölümün de ertelenmeyeceği uyarısı yapılmıştır.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
8