1. 48 / NEML SURESİ
GİRİŞ
Neml suresinin Mekke’de 48. sırada inmiş olduğu kabul edilir. Adını 18.
ayetteki “ نلملّمالneml” sözcüğünden almıştır. İçerisinde Süleyman peygamber ile ilgili
bilgiler bulunması sebebiyle sureye “Süleyman Suresi” de denilmektedir. İniş
sırasına göre Şuara suresinden sonra gelen Neml suresi, resmî mushafta da Şuara
suresinden sonra tertip edilmiştir.
Mahşere ve kıyametin kopuş anlarına ait sahnelerin kısaca yer aldığı, duyarsız
inkârcıların ve yalanlayıcıların uyarıldığı, Musa, Süleyman, Salih ve Lut
peygamberlerin çevresindekilerin durumlarının ibret için örnek gösterildiği surenin
asıl konusu yine Kur’an’dır. Sure Kur’an ile başlamakta ve yine Kur’an ile
bitmektedir.
1
2. 48 / NEML SURESİ
RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1-3
Tâ/9, Sîn/60. Bunlar, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel
açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta
tutan], zekâtı/vergiyi veren ve âhirete de kesin olarak inanan kişilerin ta
kendileri olan mü’minler için doğru yol rehberi ve müjdeci olmak üzere
Kur’ân'ın ve apaçık/açıklayıcı bir kitabın âyetleridir.
4
Şüphesiz Biz âhirete inanmayan şu kimselerin işlerini kendilerine süslü
gösterdik de onlar şaşırıp kalmışlardır.
5
İşte bunlar, azabın kötüsü kendileri için olan kimselerdir ve bunlar,
âhirette en çok ziyana uğrayacakların ta kendileridir.
7
Hani Mûsâ, yakınlarına: “Şüphesiz ben bir ateş gördüm, ondan size bir
haber getireceğim yahut ısınmanız için bir kor ateş getireceğim” demişti.
8-12
Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: “Ateşin içindeki ve yanı
başındaki kişi bolluklu kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah,
eksikliklerden arınıktır!
“Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi
mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapan Allah'ım!
“Ve birikimini ortaya koy!” –Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi,
hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma!
Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi
zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok
bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.–
“Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde
Firavun'a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz
onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır.”
13
Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir
şekilde gelince, “Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır” dediler.
14
Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak
yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile
inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–
***
15
Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a ve Süleymân'a bilgi verdik. O ikisi de: “Tüm
övgüler, bizi mü’min kullarının birçoğuna fazlalıklı kılan Allah'adır!” dediler.
16
Ve Süleymân Dâvûd'a vâris oldu. Ve Süleymân: “Ey insanlar! Bize
kuşların mantığı [seslerinden, davranışlarından anlam çıkarma] öğretildi ve
bize her şeyden verildi” dedi. –Doğrusu bu apaçık bir armağandır.–
17
Ve yerli ve yabancılardan ve kuşlardan oluşturulmuş orduları Süleymân
için bir araya getirildi. –Sonra onlar düzenli olarak sevk edilirler.–
2
3. 18
Sonunda Karınca Vadisi'ne geldikleri zaman, bir karınca: “Ey
karıncalar! Evlerinize girin, Süleymân ve orduları bilinçsizce sizi kırıp
geçirmesin!” dedi.
19
Sonra da Süleymân, dişi karıncanın sözünden/kararından dolayı gülerek
tebessüm etti. Ve “Rabbim! Bana, anne-babama lütfettiğin nimetinin karşılığını
ödememi, hoşnut olacağın sâlihi işlememi gönlüme getir ve rahmetinle beni
sâlih kullarının içine kat” dedi.
20,21
Ve Süleymân kuşları gözden geçirdi de sonra, “Hüdhüd'ü niçin
göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu? Onu kesinlikle çetin bir azap ile
azaplandıracağım yahut onu boğazlayacağım yahut da bana apaçık bir
delil/güç getirecek” dedi.
22-26
Derken, çok beklemeden Hüdhüd geldi de, “Ben, senin bilmediğin bir
şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz
ki, Sebelilere hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük
bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onu ve toplumunu, Allah'ın astlarından
güneşe boyun eğip teslimiyet gösterirler/taparlar buldum. Şeytan da göklerde
ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a
boyun eğip teslimiyet göstermesinler/kulluk etmesinler diye kendilerine
yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de
onlar kılavuzlanan doğru yolu bulamıyorlar. –Allah, Kendisinden başka ilâh
diye bir şey olmayandır, büyük arşın sahibidir–” dedi.
27,28
Süleymân dedi ki: “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın,
bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz
geri çekil de bak, neye dönecekler.”
29-31
Süleymân'ın mektubunu alan Sebe melikesi: “Ey ileri gelenler!
Şüphesiz ki bana kesinlikle çok saygın/şerefli bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki
o mektup, Süleymân'dandır ve ‘Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet
göstererek/Müslüman olarak bana gelin!’ diye yarattığı bütün canlılara
dünyada çokça merhamet eden, engin merhamet sahibi Allah adınadır” dedi.
32
Melike dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bu işimde bana fetva verin. Siz bana
tanık olmadan hiçbir işi kestirip atmam.”
33
İleri gelenler dediler ki: “Biz, kuvvet sahibiyiz ve savaşmayı çok iyi bilen
kimseleriz, buyruk ise senindir; artık ne emredeceğini düşün!”
34,35
Melike: “Hiç şüphesiz ki krallar bir memlekete girdikleri zaman
hemen orayı bozarlar ve halkının ulularını aşağılarlar. Onlar da böyle
yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de bakalım elçiler ne ile
dönecekler!” dedi.
36,37
Elçi Süleymân'a gelince Süleymân, “Siz bana mal ile yardım mı etmek
istiyorsunuz? İşte, Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Tersine
siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. Onlara geri dön; iyi bilsinler ki, kendilerine
asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları, kesinlikle hor ve aşağılanmış
olarak çıkarırız!” dedi.
38
Süleymân dedi ki: “İleri gelenler! Onlar teslim olanlar olarak bana
gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?”
39
Cinlerden bir ifrit, “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana
getiririm. Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim” dedi.
40
Kitap'tan yanında bilgi olan kimse: “Ben onu sana bakışın kendine
dönmeden önce getiririm” dedi.
Sonra Süleymân Melike'nin tahtını yanında durur bir hâlde görünce:
“Bu, kendime verilen nimetlerin karşılığını ödeyecek miyim, yoksa
3
4. iyilikbilmezlik mi edeceğim diye beni belâlandırmak için Rabbimin
fazlındandır. Ve kim kendisine verilen nimetlerin karşılığını öderse hiç
şüphesiz kendisi için karşılığını öder. Kim de iyilikbilmezlik ederse, hiç
şüphesiz ki Rabbim çok zengin ve kerîm'dir.”
41
Süleymân dedi ki: “Onun için tahtını belirsizleştirin [ona sıradan bir kişi
muamelesi yapın], bakalım o, kılavuzlanan yolu bulanlardan mı yoksa
kılavuzlanan doğru yolu bulmayanlardan mı olacak [Müslümanlığında samimi
mi değil mi görelim]!”
42
Melike geldiği zaman, “Senin tahtın böyle mi?” dendi. Melike: “Sanki
bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz Müslümanlar olmuş idik.”
43
Ve onu, Allah'ın astlarından taptığı şeyler alıkoymuştu. Şüphesiz ki o
kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumundandı.
44
Ona, “köşke gir!” denildi. Sonra o, onu görünce derin bir su sandı ve
eteğini çekti. Süleymân; “Bu billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir” dedi.
Melike, “Rabbim! Ben gerçekten kendime haksızlık etmiştim. Süleymân ile
beraber, âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum” dedi.
45
Andolsun ki ‘Allah'a kulluk edin’ diye Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi
gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki gurup oluverdiler.
46
Sâlih dedi ki: “Ey toplumum! İyilikten önce niçin kötülüğü
çabuklaştırmak istiyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah'tan bağışlanma
dileseniz ne olur!”
47
Onlar, “Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle
başımıza uğursuzluk geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi
sayıyoruz” dediler. Sâlih, “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu
siz, kendini ateşe atan/imtihana çekilen bir topluluksunuz” dedi.
48
Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan,
Dokuz kişilik bir grup vardı. 49
Allah'a yeminleşerek, “Gece o'na ve ailesine
baskın yapacağız, sonra da velîsine/haklarını koruyacak yakınlarına, ‘Biz, o
ailenin yok edilişine şâhit olmadık/olay sırasında orada değildik ve biz
kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz” dediler. 50
Ve onlar, böyle bir tuzak
kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir ceza ile cezalandırdık.
51
İşte bak! Onların tuzaklarının âkıbeti nice oldu, şüphesiz Biz onları ve
toplumlarını toptan yerle bir ettik. 52
İşte, onların, şirk koşmak sûretiyle
işledikleri yanlışlar yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz
ki bunda, bilen bir toplum için bir alâmet/gösterge vardır.
53
İman eden ve Allah'ın koruması altına girmiş olan kişileri de kurtardık.
54,55
Lût'u da elçi olarak toplumuna gönderdik. Hani o, toplumuna, “Göz
göre göre hâlâ o aşırılığı/hayâsızlığı yapacak mısınız? Şehvet yönünden
kadınlardan aşağı olan erkeklere yaklaşacak mısınız? Aslında siz cahillikte
devam edegelen bir toplumsunuz!” demişti.
56
Sonra da toplumunun cevabı sadece, “Lût ailesini memleketinizden
çıkarın; baksanıza onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış!” demeleri oldu.
57
Bunun üzerine o'nu ve geride kalmasını ayarladığımız karısı dışındaki
yakınlarını kurtardık. 58
Ve onların üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Ne
kötü idi uyarılanların yağmuru!
4
5. 59
De ki: “Tüm övgüler, Allah'a mahsustur; başkası övülemez. Esenlik,
güvenlik de seçip arı-duru hâle getirdiği kullarınadır. Allah mı hayırlıdır,
yoksa onların ortak koştuğu şeyler mi?”
60
Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da gökleri ve yeryüzünü
oluşturan, gökten sizin için su indiren mi? Sonra da Biz onunla, bir ağacını bile
bitirmenizin söz konusu olmadığı güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah'la
beraber başka bir ilâh mı var! Aksine onlar şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi
zararlarına işte devam eden bir toplumdur.
61
Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da yeryüzünü barınak
yapan, aralarında nehirler oluşturan, onun için sabit dağlar koyan ve iki deniz
arasına engel koyan mı? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Tam tersi onların
çoğu bilmiyorlar.
62
Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da kendine yalvardığı
zaman bunalmışa karşılık veren ve kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri
yapan mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı var? Çok az düşünüyorsunuz!
63
Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da karanın ve denizin
karanlıkları içinde size kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci
olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların koştukları
ortaklardan çok yücedir.
64
Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da önce oluşturmayı
başlatan, sonra onu iade edecek olan ve sizi hem gökten, hem yerden
rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? De ki: “Eğer doğru
kimseler iseniz, kesin delilinizi getiriniz!”
65
De ki: “Gaybi; göklerde ve yerde görülmeyeni, duyulmayanı,
sezilmeyeni, geçmişi, geleceği Allah'tan başka kimse bilmez. Ve onlar, ne zaman
diriltileceklerinin bilincine varmazlar.
66
Aslında onların âhiret hakkında bilgileri artarda gelmektedir. Fakat
onlar bundan bir şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar bundan kördürler.
67,68
Şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler
de, “Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı gerçekten biz mi dirilip
çıkartılacağız. Andolsun, bu azap ve dirilme tehdidi, bize ve daha önce
atalarımıza tehdit olarak söz verilmişti. Bu, ancak geçmişlerin uydurma
masallarından başka bir şey değildir” dediler.
69
De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da suçluların sonlarının nasıl
olduğuna bir bakın!”
–70
Sen onlara karşı hüzne de kapılma ve onların kurmakta oldukları
tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma!–
71
Ve onlar, “Eğer doğru kimseler iseniz, bu tehdit olarak söylenen
söz/azap ne zaman?” diyorlar.
72
De ki: “Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir
bile.”
73
Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük armağan sahibidir,
velâkin onların çoğu sahip olduklarının karşılığını ödemiyorlar. 74
Ve şüphesiz
ki, senin Rabbin, onların göğüslerinin gizli tutmakta olduklarını ve açığa
vurduklarını kesin olarak bilmektedir.
75
Ve gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta
olmasın.
76
Hiç şüphesiz ki, bu Kur’ân İsrâîloğulları'na, hakkında ayrılığa
düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp anlatmaktadır.
5
6. 77
Ve hiç şüphesiz gerçekten Kur’ân, kesinlikle mü’minler için bir kılavuz
ve bir rahmettir.
78
Şüphesiz ki senin Rabbin, onların arasında Kendi hükmünü
gerçekleştirir. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi
mümkün olmayan/mutlak galip olandır, çok iyi bilendir.
79
Öyleyse sen, Allah'a işin sonucunu havale et, şüphesiz ki sen apaçık olan
hak üzerindesin.
80
Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları
zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.
81
Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip doğru yolu gösterici de değilsin;
sen ancak, âyetlerimize iman edenlere –ki onlar teslim olanlardır–
dinletebilirsin.
82
Ve Söz üzerlerine vaki olduğu/gerçekleştiği zaman onlar için, insanların
âyetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara söyleyen/anlatan,
topraktan/maddeden yapılmış hareket eden, konuşan bir varlık çıkardık.
83
Ve her önderli topluluktan âyetlerimizi/alâmetlerimizi/göstergelerimizi
yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün, artık onlar tutuklanıp
dağıtılırlar.
84
Ve geldikleri zaman, Allah der ki: “Siz Benim âyetlerimi/ alâmetlerimi/
göstergelerimi, bilgi bakımından onu kavramadığınız hâlde yalanladınız mı?
Ya da ne yapıyordunuz?
85
Ve şirk koşarak, inanmayarak yanlış yapmalarına karşılık, Söz kendi
aleyhlerine gerçekleşmiş bulunmaktadır, artık onlar konuşmazlar.
86
Onlar görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi yarattık, gündüzü de
gördürücü, aydınlık yarattık. Şüphesiz ki bunda iman eden bir toplum için
kesinlikle alâmetler/göstergeler vardır.
87
Ve Sûr'a üflendiği gün, artık Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere
göklerde ve yerde kimler varsa hepsi dehşete kapılırlar. Ve hepsi değerlerini
yitirmiş olarak O'na gelirler.
88
Ve sen dağları görürsün; sen onları donuk, durgun sanırsın. Oysa onlar
her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın yapımı olarak bulutun yürümesi gibi
yürümektedirler. Şüphesiz ki O, yaptıklarınıza tamamıyla haberdardır:
89
Kim bir iyilik-güzellik getirirse, onun için getirdiğinden daha
hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan
güvende olanlardır.
90
Ve kim kötülükle gelirse, artık yüzleri ateşte sürtülür. –Siz yaptığınız
amellerden başkasıyla mı karşılı göreceksiniz?–
91-93
Sen, “Ben ancak her şeyin sahibi olan ve burayı dokunulmaz kılan
Mekke'nin Rabbine kulluk etmekle emrolundum. Ve ben Müslüman olmamla
ve Kur’ân'ı okuyup izlememle emrolundum. Artık kim kılavuzlanan doğru
yola düşerse, yalnız kendisi için kılavuzlanan doğru yola düşmüş olur; kim de
saparsa hemen ‘Ben sadece uyarıcılardanım.’ Ve, bütün övgüler Allah'a
mahsustur; başkası övülemez. O, âyetlerini/ alâmetlerini/ göstergelerini size
gösterecek de siz onları tanıyacaksınız” de.
–Ve Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.–
6
7. TAHLİL:
1–3. Ayetler:
1-3
Tâ/9, Sîn/60. Bunlar, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan
destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan],
zekâtı/vergiyi veren ve âhirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri
olan mü’minler için doğru yol rehberi ve müjdeci olmak üzere Kur’ân'ın ve
apaçık/açıklayıcı bir kitabın âyetleridir.
Bu sure de daha evvel hakkında birçok kez açıklamada bulunduğumuz “kesik
harfler” ile başlamaktadır. Ancak surenin başındaki “ طta” ve “ سsin” harfleri burada
diğer surelerdeki “kesik harfler” gibi bağımsız bir ayet şeklinde değil, bir ayetin
parçası olarak yer almaktadır. Henüz rakamların kullanılmadığı ve sayıların harflerle
ifade edildiği dönemde, her harfin ifade ettiği sayıyı gösteren Ebcet tablosuna göre 9
ve 60 sayılarına tekabül eden “ta” ve “sin” harflerinin ne anlama geldiği konusunun
çözümü ise, hep söylediğimiz gibi, kendilerini Kur’an’ın anlaşılmasına adamış
kişilerin gayretlerini beklemektedir.
1. ayetteki “Bunlar … Kur’an’ın ve apaçık / açıklayıcı bir kitabın ayetleridir”
ifadesinde, Kur’an iki yönüyle tanıtılmış olmaktadır. Bunlardan biri, Kur’an’ın
ezberden okunuş hâli, diğeri de yazılmış kitap hâlidir. Aslında her ikisi ile de aynı
şey kastedilmiş olup bu ifadenin bir başka örneği de Hicr suresindedir:
1
Elif/1, Lâm/20, Râ/200. Bunlar, Kitab'ın ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân'ın âyetleridir.
(Hicr/ 1)
Ancak, yukarıda görüldüğü gibi Hicr suresinde buradakinden farklı olarak önce
“Kitap”, sonra “Kur’an” zikredilmiştir.
3. ayette yer alan “zekât” sözcüğü, Mekkî ayetlerde geçen ilk “zekât”
sözcüğüdür. Gerçi Mekkî surelerin üçüncü sırasında inmiş olan Müzzemmil
suresinin 20. ayetinde de bu sözcük geçmektedir ama Müzzemmil suresinin 20. ayeti
Medenî’dir ve bu ayetin orada yer alması sahabenin tertibi sonucudur.
“Zekât” emrinin Müslümanların henüz teşkilâtlanmamış bir yapıda oldukları
dönemde verilmesi ve verilen emrin de dolaylı olarak verilmiş olması, “zekât”
uygulamasının önceki toplumlarda da var olduğunu göstermektedir. Bazılarının
yaptığı gibi, buradaki “zekât” sözcüğü ile ahlâkî temizliğin kastedildiğini ileri
sürmek bize göre isabetli değildir. Çünkü Kur’an’da ahlâkî temizliğin kastedildiği
yerlerde “tezkiye [arınma]” kavramı, cümle içinde yalın halde “zeka” fiili ve
türevleriyle ifade edilmiş; “zekât”ın söz konusu olduğu yerlerde ise sözcüğün yanına
“i’ta [vermek]” fiili getirilmek suretiyle “zekâtı verin” şeklinde ifade edilmiştir.
Zaten içinde “zekât” sözcüğünün yer aldığı “salatı ikame eden, zekâtı veren ve
ahirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan müminler için” ifadesinden
de anlaşılacağı gibi, burada müminler, salatın ikamesine ve zekâtın verilmesine
özendirilmektedirler.
Kur’an, aslında tüm insanlar için kılavuz olmasına rağmen bu kılavuzluk 2.
ayette müminlere özgü kılınmış ve Kur’an “sadece müminlere kılavuz” olarak
nitelenmiştir. Bunun sebebi, “kılavuz” ifadesinin ayette “müjde” ile beraber yer
7
8. almasıdır. Çünkü Kur’an’ın içerdiği tüm müjdeler sadece müminlere özgüdür. Zaten
Kur’an’dan da genellikle müminler yararlanmaktadır:
175
Artık Allah'a inanan ve apaçık ışığa sımsıkı sarılan kimseler; Allah, onları, Kendisinden bir
rahmete ve fazladan bir armağan olarak bol nimete sokacak ve dosdoğru yol olarak Kendisine
kılavuzlayacaktır.
(Nisa/ 175)
45
Sen, ancak kıyâmetin kopuş zamanına, saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kişilerin
uyarıcısısın.
(Naziat/ 45)
76
Ve Allah, kılavuzlandıkları doğru yola girenlere kılavuzu artırır. Ve kalıcı olan düzeltmeye
yönelik işler, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, sonuç bakımından da daha iyidir.”
(Meryem/ 76)
Ve Ya Sin/ 11, Fussılet/ 44, Meryem/ 97, En’âm/ 110.
Müminlerin yararlandığı Kur’an [vahiy], kâfirlerin ise küfürlerini
artırmaktadır:
22
Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Artık âhirete inanmayan şu kimseler; onların kalpleri,
tanıtmamaya çalışmaktadır ve onlar, kendilerinin büyük olduğuna inanan kimselerdir.
(Nahl/ 22)
73,74
Ve şüphesiz sen, kesinlikle onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun. Âhirete inanmayan şu
kimseler ise, bu yoldan kesinlikle sapanlardır.
(Müminun/ 73, 74)
Ve Furkan/ 60, Maide/ 64, Maide/ 68, İsra/ 41, İsra 60,82, Fatır/42,
Hud/101, Nuh/6.
4, 5. Ayetler:
4
Şüphesiz Biz âhirete inanmayan şu kimselerin işlerini kendilerine süslü
gösterdik de onlar şaşırıp kalmışlardır.
5
İşte bunlar, azabın kötüsü kendileri için olan kimselerdir ve bunlar,
âhirette en çok ziyana uğrayacakların ta kendileridir.
Ahirete inanmanın mümin olmanın gereklerinden biri olduğu bir önceki ayette
vurgulandıktan sonra, 4. ayette de insanların ahirete inanmama sebebi açıklanmakta
ve insanların kendi yaptıkları işlerin kendilerine süslü görünmesi, yani yaptıklarını
hoş, güzel ve doğru kabul etmeleri dolayısıyla ahirete inanmadıkları bildirilmektedir.
İnsanoğlunun kendi yaptıklarını güzel ve doğru kabul etme yönündeki bu fıtrî
özelliği Kur’an’da birçok kez yer almış, kullarını imtihan amaçlı olarak bu özellikle
yaratan Rabbimiz de fıtrattan gelen bu eğilimi bildirmek suretiyle insanları birçok
kez uyarmıştır.
Ancak bu özelliğin fıtrî olduğu konusunun doğru anlaşılması gerekir.
Aşağıdaki ayette olduğu gibi, Rabbimiz “süsleme” işini kendisine izafe etmiştir:
108
Ve onların Allah'ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı
giderek Allah'a sövmesinler. Biz, her önderli topluma yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da
onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir.
8
9. (En’âm/ 108)
Hâlbuki bu işin şeytanlara izafe edildiği ayetler de vardır:
38
Âd ve Semûd toplumlarını değişime/ yıkıma uğrattık. Onların değişime/ yıkıma uğramaları,
onların yurtlarından size kesinlikle besbelli olmuştur. Ve şeytan onlara, yaptıklarını süsledi de onları
yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan kimselerdi.
(Ankebut/ 38)
43
Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri
katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi.
(En’âm/ 43)
63
Allah'a yemin olsun ki Biz kesinlikle senden önce birtakım ümmetlere elçiler gönderdik de
şeytan onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. İşte o şeytan, bu gün onların koruyucu, yol gösterici
yakınıdır. Ve onlar için acı bir azap vardır.
(Nahl/ 63)
Rabbimizin süsleme işini kendisine izafe etmesi aslında yaratma açısından
olup bu eylemi yapan, işi gerçekleştiren ise kulun kendisidir. Kişilere amellerinin
süslü gösterilmesi konusunun iyi anlaşılması için, Tin suresinin tahlilinde bulunan
“Allah’ın kalpleri mühürlemesi ve damgalaması” başlıklı bölümün okunmasını
tavsiye ediyoruz.1
Kur’an’ın bu ana kadar inmiş olan ayetlerinden anlaşılmaktadır ki, ahirete
inanmak imanın “olmazsa olmaz” esasıdır ve Allaha inanan kişi mutlaka ahirete de
inanır. 4. ayette vurgulanan nokta, ahirete inanmayan kimselerin Kur’an’ın öğrettiği
yolu takip etmeyecekleridir. Çünkü ahirete inanmayan kimselerin ölçüleri bu
dünyada görülenlerle sınırlıdır. Onlar, yapılan bir işin fayda ve zararını sadece bu
dünyadaki sonuçları ile değerlendirirler ve bu değerlendirmeyi ahiretteki kazanç
veya kayıpları hesap ederek yapmayı hedef alan herhangi bir nasihati veya hidayeti
asla kabul etmezler.
5. ayette geçen “azabın kötüsü” ifadesi hakkında, azabın şekli, zamanı ve yeri
bakımından herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Ancak Kur’an’daki yüzlerce
ayetten anlaşılmaktadır ki, azap fizikî ve psikolojik yönleri olan bir olgudur ve hem
ferdî hem de grup olarak uygulanabilmektedir. Bu fiziki veya psikolojik ceza hem
dünyada, ölüm anında, hem de mahşerde ve cehennemde gerçekleşebilmektedir.
6. Ayet:
Şüphesiz bu Kur’an ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından
bırakılmaktadır [senin içine işletilmektedir].
Hatırlanacak olursa, Şuara suresinin tahlilinde, bu ayetin ne anlam ne de teknik
bakımdan, içinde bulunduğu pasajla bir bağlantısının olmadığını belirtmiş ve ayetin
Şuara suresinin 221–223. ayetlerinin sonrasında yer alması gerektiğini söylemiştik.
(Ayetin, önerdiğimiz yerdeki uygunluğunu görmek için Şuara suresinin 221–223.
ayetleri ile ilgili tahlilimizi okuyabilirsiniz.)
1
(Tebyînü’l-Kur’an; c:????????)
9
10. 7–14. Ayetler:
7
Hani Mûsâ, yakınlarına: “Şüphesiz ben bir ateş gördüm, ondan size bir
haber getireceğim yahut ısınmanız için bir kor ateş getireceğim” demişti.
8-12
Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: “Ateşin içindeki ve yanı
başındaki kişi bolluklu kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah,
eksikliklerden arınıktır!
“Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi
mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapan Allah'ım!
“Ve birikimini ortaya koy!” –Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi,
hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma!
Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi
zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok
bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.–
“Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde
Firavun'a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz
onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır.”
13
Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir
şekilde gelince, “Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır” dediler.
14
Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak
yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile
inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–
Bu Âyetlerde, çok kısa olarak Mûsâ peygambere ilk vahyin verilişinden
Firavun ve ordusunun helâkine kadarki olaylara değinilmektedir. Kısa bir
hatırlatma şeklindeki bu anlatımla ibret aldırma amacı güdüldüğü açıkça belli
olmaktadır. Mu'cizeler karşısında inanacakları yerde kibirlenen ve zulme yönelen
Firavun ve avenesinin durumu pasajda özellikle göze çarpmaktadır. Onların bu
hâlleri, 4. Âyette tanıtılmış olan yaptıkları işler kendilerine süslü görünen
kişilerin ilk somut örneğini teşkil etmektedir:
45,46
Sonra da Mûsâ ve kardeşi Hârûn'u âyetlerimizle/ alâmetlerimizle/ göstergelerimizle ve
apaçık bir güç ile Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik/elçi yaptık. Bunun üzerine kendilerinin
büyüklüğüne inandılar ve ululuk taslayan bir toplum oldular.
(Müminûn/ 45–46)
Firavun ve avenesinin bu durumları, daha evvel Fâtır Sûresinde yer alan
Âyetlerdeki ifadelere benzemektedir:
42,43
Ve onlar, var güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber
gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne
zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden
onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O
hâlde öncekilerin kanunundan/ onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah'ın
uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah'ın uygulamasında asla bir başkalaşma da
bulamazsın.
(Fâtır/ 42–43)
10
11. 8. Âyette geçen Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi ... nitelemesi ile
merkezde Mûsâ peygamber olmak üzere, ona inanacak ve etrafında toplanacak
insanlar kastedilmekte ve onların mübarek kılındığı bildirilmektedir.
Neml/10 ve Kasas/30 âyetlerinin orjinalindeki زّم ههته[تهtehtezzü] sözcüğü,
genellikle yanlış olarak “hareket eder, kıvrılır” şeklinde çevrilmektedir. Sözcüğün
esas anlamı, “hareket ettirmek”tir.2
Buradaki hareket ise asânın hareketi değil,
hareket ettirişi, çok çalıştırmasıdır. Burada asâ diye nitelenen birikimin, yani
vahiylerin, Mûsâ'nın başına iş açtığı, o'nu çok çalışmak zorunda bıraktığı
açıklanmaktadır. İşin çokluğu ve zorluğu sebebiyle Mûsâ işten kaçmaya
çalışmıştır.
10. âyetteki, Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi hareket ettirir görüverince
dönüp, arkasına bakmadan kaçtı ifadesinden, Mûsâ'nın peygamberlik görevinden
hoşlanmadığı, korktuğu, yapmak istemediği anlaşılmaktadır. Mûsâ'nın bu kaçışı
Kalem sûresi'nde de zikredilmişti. Kalem sûresi'nde bahsedilen hut sahibi, Yûnus
peygamber bilinse de Mûsâ peygamber de hut sahibidir. Mûsâ'nın hut sahibi
olduğundan, Kehf/61-63'de bahsedilmiş, kaçışı da bu âyetlerde açıklanmıştır.
Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani
o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. Eğer Rabbinden o'na bir iyilik
ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı. Ancak, Rabbi o'nu
seçti, sonra da iyilerden kıldı. (Kalem 48-50)
11. Âyetteki istisna bir "istisna-i muttasıl" olup cümlenin anlamı şöyle
olmaktadır: "Benim yanımda elçiler korkmazlar ama zulüm yapmış olan elçiler
korkarlar."
Burada Mûsâ peygamberin gençliğinde işlemiş olduğu cinayete gönderme
yapılmaktadır. Mûsâ peygamberin de evvelce işlediği suç yüzünden korkması
gayet normaldir ama Rabbimiz zulüm işlemiş Mûsâ'yı affetmiştir:
15
Ve Mûsâ, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi. Sonra orada, biri kendi
tarafından, diğeri düşman tarafından, birbirlerini öldürmeye çalışan iki adam buldu. Sonra kendi tarafı
olan, düşmana karşı Mûsâ'dan yardım diledi. Mûsâ da ötekine hemen bir yumruk indirdi, o da hemen
ölüverdi. Mûsâ, “Bu, şeytanın işindendir, şüphesiz o, saptırıcı, apaçık bir düşmandır” dedi.
16
Mûsâ, “Rabbim! Şüphesiz kendime haksızlık ettim. Artık beni bağışla!” dedi de Allah o'nu
bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir.
17
Mûsâ, “Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki artık hiçbir zaman suçlulara
arka olmayacağım” dedi.
18
Sonra da Mûsâ, şehirde korku içinde, etrafı kontrol ederek sabahladı. Bir de ne görsün, dün
kendisinden yardım isteyen kimse, feryat ederek o'ndan yardım istiyor. Mûsâ ona: “Şüphesiz sen,
apaçık bir azgınsın!” dedi.
(Kasas/ 15–18)
Aslında Rabbimizin affı sadece elçilere değil, tüm tövbe eden kullarına
yöneliktir:
2
Lisânu'l-Arab, “Hzz” mad.
11
12. 80
Ey İsrâîloğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve dağın sağ yanında size söz verdik/dağın
sağ yanını size buluşma yeri olarak belirledik. Üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –
81
Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize gazabım
iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, kesinlikle o iner [düşer, mahvolur]. 82
Ve şüphe yok ki Ben,
tevbe eden, iman edip sâlihi işleyen, sonra da kılavuzlandığı doğru yolu bulan kimse için çok
bağışlayıcıyım.–
(Tâ-Hâ/ 80–82)
110
Kim bir kötülük işler yahut kendi kendine haksızlık eder, sonra da Allah'tan bağışlanma
dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur.
(Nisâ/ 110)
Rabbimizin insanları tövbeye davet etmesi, tövbe edenlerin tövbelerini kabul
etmesi ve tövbe edenleri sevdiği hususu Kur'ân'da birçok Âyette açıklanmıştır.
MÛSÂ PEYGAMBERE VERİLEN DOKUZ MUCİZE:
12. âyette zikredilen dokuz âyet ifadesindeki “dokuz” sayısını iki şekilde
anlamak mümkündür:
A) Çokluktan kinaye.
Zira İsrâîloğulları'na dokuzdan daha çok âyet/alâmet gösterilmiştir.
B) Burada kastedilen Tevrât'taki on emirin dokuz âyette yazılı olmasıdır.
Yahudi Tevrât'ında iki ayrı emir cümlesi hâlinde zikredilen, “Karşımda başka
ilâhların olmayacak” ifadesi ile “Kendin için oyma put yapmayacaksın” ifadesini
Samiri Tevrât'ı tek emir cümlesi hâlinde toplamıştır. Böylece, “Komşunun evine
tamah etmeyeceksin” de dahil, emirlerin sayısı, Yahudi nüshasında on, Samiri
nüshasında ise dokuzdur.3
Kasas Sûresi'nin 30. Âyetinde, Mûsâ peygamberin ilk vahiy alışının ağaçtan
yükselen bir ses ile olduğu bildirilmiştir. Mûsâ peygamber vadînin kenarında bir
yerde bir çeşit ateşin yandığını görmüş, oraya gittiğinde ise şöyle bir manzara ile
karşılaşmıştır:
Ortada yanan bir şey olmamasına ve bir duman çıkmamasına rağmen ateş
yanmakta ve ateşin ortasında yemyeşil bir ağaç durmaktadır. Birden bu ağaçtan
kendisini çağıran bir ses yükselmiş ve böylece Mûsâ peygamber ilk vahyini
almıştır. Peygamberlerin hayatlarında bu tür olağanüstü hadiselerin vuku bulması
normal karşılanmalıdır. Nitekim peygamberimize de nübüvvetle şereflendirildiği
zaman benzer bir şekilde Mescid-i Aksa'da, Cennetü'l-Me'va denilen yerdeki son
sidre ağacından vahyedilmiştir. Bu durum Necm Sûresinde ayrıntılı olarak
bildirilmiştir.
3
Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, s. 104-105; HHT, Noseah Şomroni, Şemot, 20:10.
12
13. 15. Ayet:
15
Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a ve Süleymân'a bilgi verdik. O ikisi de: “Tüm
övgüler, bizi mü’min kullarının birçoğuna fazlalıklı kılan Allah'adır!” dediler.
Ayette Davud ve Süleyman peygamberlerin “Bizi mümin kullarının birçoğuna
fazlalıklı kılan Allah’a hamd olsun” sözleriyle verilen mesaj, üstün nimetlere sahip
olanların bu nimetleri veren Allah’a hamd ve şükür etmelerinin gerektiğidir. Firavun
ve avenesi kendilerine verilen nimetler ile şımarıp zorbalaşırlarken, Davud ve
Süleyman peygamberler kendilerini fazlalıklı kılan Allah’a hamd ve şükür
etmektedirler. Böylece surenin başında konu edilen inanan ve inanmayanların
davranışlarındaki farklılık da örneklendirilmiş olmaktadır.
Bu ayet aynı zamanda bilginin ve bilgi sahiplerinin üstünlüklerine de işaret
etmektedir:
11
Ey iman etmiş kimseler! Size: “Meclislerde yer açın/başkalarına da katılım hakkı tanıyın”
denilince hemen yer açıverin ki Allah da yer açsın/size genişlik versin. Ve size: “Kendinizi
olduğunuzdan daha büyük gösterin” denilince de kendinizi olduğunuzdan daha büyük gösterin.
Böylece Allah, sizden inanmış olan kimseleri ve kendilerine bilgi verilenleri derecelerle yükseltsin. Ve
Allah, yaptıklarınıza iyice haberi olandır.
(Mücadile/ 11)
Daha önce birkaç yerde de belirttiğimiz gibi, Davud ve Süleyman
peygamberler, haklarında en çok asılsız söylenti çıkarılmış olan peygamberlerdir.
Maalesef bu asılsız söylentiler Müslümanlar tarafından da gerçekmiş gibi kabul
görmüştür. Bize göre bu, Kur’an’ı iyi tanımamak, Kur’an’daki müteşabih [birbirine
benzer birçok anlamla ifade edilen] anlatımları dikkate almamaktan
kaynaklanmaktadır. Çünkü kitaplara kadar giren bu asılsız efsanelerin tümü,
ayetlerdeki mecazların hakikat yapılması sonucu uydurulmuştur. Sad suresinde bazı
örneklerini nakletmiş olduğumuz bu uydurmalardan bazıları, yeri geldikçe ibret
amacıyla burada da nakledilecektir.
16. Ayet:
16
Ve Süleymân Dâvûd'a vâris oldu. Ve Süleymân: “Ey insanlar! Bize
kuşların mantığı [seslerinden, davranışlarından anlam çıkarma] öğretildi ve
bize her şeyden verildi” dedi. –Doğrusu bu apaçık bir armağandır.–
Davud ve Süleyman peygamberlerin “hamd”leri ile başlayan kıssa, 16. ayetin
ifadesinden de anlaşılacağı gibi, bundan sonra Süleyman peygamber ağırlıklı olarak
devam edecek ve ilerideki ayetlerde Sad suresinde verilen bilgilere ilâveten
Süleyman peygambere ait yeni ve çarpıcı bilgiler verilecektir.
SÜLEYMAN PEYGAMBERİN DAVUD PEYGAMBERE MİRASÇILIĞI
15. ayetin delâletiyle anlaşılmaktadır ki, Süleyman peygamberin babası Davud
peygambere mirasçılığı mal-mülk mirasçılığı değil, bilgi mirasçılığıdır. Bu, Davud
peygamberin bütün bilgi birikimini oğlu Süleyman’a öğrettiği anlamına gelmektedir.
Meselenin daha iyi anlaşılması için Davud peygamberin hayatına ait bazı
ayrıntıların bilinmesi gerekmektedir.
13
14. DAVUD PEYGAMBER
… İsrail’in ilk kralı Saul’un sarayında yaverlik yaptı. Saul’un oğlu ve vârisi Yonatan’la yakın
dostluk kurdu ve Saul’un kızı Mikal’la evlendi. Filistinlilere karşı yapılan savaşlarda üstün
yararlıklar göstererek büyük bir ün kazandı. Bu durumu çekemeyen Saul onu öldürmek isteyince,
saraydan kaçarak Filistin’in kıyı ovasındaki Güney Yahuda’ya ve Filistin’e gitti; orada büyük bir
beceri ve öngörüyle krallığın temelini atmaya koyuldu. …4
Davud’un kral olmadan önce yaşamını çok zor şartlarda sürdürdüğüne,
Allah’ın izniyle ordusunu en iyi şekilde donatıp yönetmeyi becerdiğine ve uzun
savaşçılık yıllarında yaşadığı diğer bazı olaylara Kur’an’da Bakara suresinin 246-
252. ayetlerinde ve Tevrat’ın I. ve II. Samuel bölümlerinde değinilmiştir.
Davud’a verilen fazlalıkların anlatıldığı Kur’an ayetleri şunlardır:
10,11
Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla
beraber dönün!” Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –
Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.–
(Sebe’/ 10, 11)
17
Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u hatırla. Şüphesiz o,
Rabbine çokça dönendi.
18
Gerçekten Biz, dağlara boyun eğdirdik/yapısal olarak insanların yararına kullanılacak
biçimde yarattık. Her zaman kendisiyle birlikte Allah'ı noksanlıklardan arındırırlardı. 19
Kuşları da
toplu olarak o'na boyun eğdirmiştik/Dâvûd'un ve insanların yararlanacağı biçimde yaratmıştık. Hepsi
o'na dönücü idi. 20
Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na yasayı ve hakkı bâtıldan ayıran sözü
söyleme imkânını verdik.
(Sad/ 17–20)
79
Sonra da Biz, onu Süleymân'a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve bilgi verdik.
Dâvûd'la beraber Allah'ı noksan sıfatlardan arındırsınlar diye, dağları ve kuşları buyruk altına
aldık/onları insanların yararlanacağı ölçüler içinde yarattık. Ve Biz yapanlarız.
(Enbiya/ 79)
Sebe’ suresinin yukarıdaki 10. ayetinde geçen “Ey dağlar!” seslenişi, bize göre
Davud’un Tevrat’taki “Mezmurlar” içinde yer alan (94–98. mezmurlar) “Ey dağlar,
taşlar, nehirler, ormanlar, kuşlar, ağaçlar! Coşun, tesbih edin. Çünkü O, yeryüzüne
geliyor, hükmetmeye geliyor. Dünyaya adaletle ve kavimlere doğrulukla
hükmedecek” şeklinde özetlenebilecek ifadesine atıfta bulunmaktadır. Mezmurlar
arasında yer alan ve dağlarda yaşarken Davud’un Rabbine yönelik olarak terennüm
ettiği bu ilâhîler, övgüler, dualar, yakarışlar Yüce Allah tarafından beğenilmiş olmalı
ki, Kur’an’da da bunlara işaret edilmektedir.
Yine aynı ayette geçen “demirin yumuşatılması” eylemi, demirin eritilerek
kalıplara dökülmesini ya da ateşte yumuşatılarak çeşitli alet yapımında
kullanılmasını ifade etmektedir. Davud’un birçok güçlü düşmanla savaştığı ve bu
savaşlarda başarılı olduğu dikkate alındığında, askerlerini günün şartlarına göre en
iyi silâh ve teçhizatla donattığı ve bu donanımı da demirin yumuşatılması tekniği ile
sağladığı söylenebilir. Ancak ayette zırhın ilk defa Davud tarafından yapılmış
olduğuna dair herhangi bir işaret olmadığı gibi, demirin Davud’un elinde mum gibi
eridiği ve onu istediği gibi kullandığı yönündeki söylentiler de birer uydurmadan
ibarettir.
4
(Ana Britannica, c:9, s:340)
14
15. KUŞ MANTIĞI
“Mantık” “ses” demektir: ancak bu sözcükle genelde “meram ve maksatlar” kastedilir.5
Her yaratık türü ise bir ümmettir:
38
Ve yeryüzünde hiçbir irili-ufaklı kıpırdayan canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki,
sizin gibi önderli topluluklar olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi noksan/yetersiz bırakmadık. Sonra onlar
Rablerine toplanacaklardır.
(En’âm/ 38)
Bu duruma göre, her canlı gurubundaki yaratıkların, hayatlarını devam
ettirebilmeleri için nasıl kendi türlerine has özellikleri varsa, aynı şekilde bunların
kendi aralarında bir anlaşma ve haberleşme dilleri de olmalıdır. Nitekim insanlar
uzun zamandan bu yana kedileri, köpekleri, çeşitli kuşları, yunus balıklarını ve diğer
hayvanları gözlemleyerek, onların çıkardıkları seslerin, kuyruk hareketlerinin ne
anlama geldiği hakkında bazı sonuçlara varmışlardır. Meselâ, yem aramak için
eşinen bir horozun. yemi bulduğu zamanki tavukları çağıran sesi ile sabahları
herkesi uyandıran ötüş sesinin farklı olduğu tespit edilmiş ve tavukların da
yumurtladıklarını farklı bir ses çıkararak bildirdikleri görülmüştür. Ya da bir kedinin
acıktığı, su istediği veya hapsedildiği zamanki miyavlama sesi ile çiftleşme anındaki
sesinin birbirinden tamamen farklı olduğu gözlenmiştir. Diğer taraftan, farklı
yaratıklardaki kuyruk hareketleri değişik anlamlara gelmekte, bugün artık insanlar
kuşların, yunus balıklarının, kedi, köpek gibi hayvanların kuyruk hareketlerinden
manalar çıkarabilmektedir.
Bu durum göstermektedir ki, yaratıkları iyi gözlemleyen herkes, ses ve kuyruk
hareketlerine bakarak onların ihtiyaç ve arzularını anlayabilir, bazı manalar
çıkarabilir. İşte bu duruma “o yaratığın mantığını bilmek” demek mümkündür.
Kur’an üzerinde emek vermiş kişilerden Zemahşeri, Keşşaf adlı eserinde bu
konu için şöyle demiştir:
Mantık, konuşmak, bir mana ifade etsin ya da etmesin, tek tek kelimeleri ya da cümleleri
söylemek, sesle ifade etmektir. Ya’kûb, kitabına, Islahu’l Mantık başlığını koymuştur. Hâlbuki o, o
kitabında sadece müfret kelimeleri düzeltmiştir. Araplar şöyle derler: “Güvercin nutketti, seslendi.”
Süleyman’ın kuşların diline dair öğrendiği şey ise, kuşların maksat ve gayelerinden bazısını
bazısından ayırıp seçmesi, fark etmesidir.6
Konumuz olan ayetteki “Bize kuşların mantığı öğretildi” ifadesini bu
doğrultuda değerlendirdiğimizde, ifadeden Davud ve Süleyman peygamberlerin
kuşların bir kısmına ait özellikleri bildikleri anlamı çıkmaktadır. Yani, Davud ve
Süleyman peygamberler, meselâ “hüthüt”ün [çavuşkuşunun] yerüstü ve yeraltı
sularını tespit yeteneğini, “güvercin”in uzun süreli uçma ve salındığı yere dönme
yeteneğini, “şahin”in ve “doğan”ın avcılık yeteneğini, “akbaba”nın leş bulma
yeteneğini öğrenmişler ve bu bilgilerden yararlanmışlardır. Ayetteki ifadenin
Süleyman peygambere ait olduğuna bakarak bu bilgilerin sadece Süleyman
peygambere özgü olduğu düşünülmemelidir. Çünkü ifadede “ben” yerine “biz”
5
(Lisanü’l-Arab, c.8, s. 601, 602, “ntk” mad.)
6
(Keşşaf, c:3 , s:140 )
15
16. zamiri kullanılmış ve dolayısıyla konuya Davud peygamber de katılmıştır. İşin
aslında bu bilgileri önce savaşlar yüzünden uzun yıllar dağda yaşamak zorunda
kalan Davud peygamber öğrenmiş, sonra da o, oğlu Süleyman peygambere
öğretmiştir.
Demek oluyor ki, Süleyman peygamber kuşlardan yararlanmayı ve demiri
işlemeyi babası Davud peygamberden öğrenmiştir. Süleyman peygamberin babası
Davud peygambere mirasçı olmasının anlamı da budur. Nitekim yukarıda mealini
verdiğimiz Sebe’ suresinin 10. ve Enbiya suresinin 79. ayetlerinden de bu
anlaşılmaktadır.
“Bize kuşların mantığı öğretildi” cümlesinde dikkat edilmesi gereken bir diğer
husus da, bu cümlenin tek taraflı bir olayı ifade ediyor olmasıdır. Yani, Davud ve
Süleyman peygamberler, kuşların seslerinden, hâl ve hareketlerinden onların ne
demek istediklerini ve diğer özelliklerini keşfetmişler, dolayısıyla kuşların mantığını
öğrenmişlerdir. Buna karşılık kuşlar Davud ve Süleyman peygamberlerin mantığını,
yani insan mantığını bilmemektedirler. Ayrıca buradaki “kuşlar” sözcüğünün
yeryüzündeki tüm kuşları kapsadığını düşünmek de doğru değildir. Çünkü “üç-dört
kuş” anlamı, sözcüğün yapısal anlamını karşılamaktadır.
KONU İLE İLGİLİ ABARTILAR
Mukatil bu ayet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Bir gün Süleyman (a.s) oturur iken
yanında belli bir şeyin etrafında dönen bir kuş geçti. Yanında bulunanlara “Bu kuşun ne dediklerini
biliyor musunuz? Bu kuş bana şunları söyledi: ‘Ey saltanat sahibi hükümdar ve ey Israiloğullarının
peygamberi, selam sana! Yüce Allah sana ikramda bulunmuştur. Seni düşmanlarına karşı muzaffer
kılmıştır. Ben şimdi yavrularımın yanına gideceğim, ikinci bir defa sana geleceğim.’ O biraz sonra
bize ikinci defa gelecek” derken, kuş döndü, Süleyman (a.s) dedi ki: “Bu kuş şöyle diyor: ‘Ey saltanat
sahibi hükümdar, selam sana! Eğer izin verirsen ben yavrularım için bir şeyler kazanayım; ta ki
yetişsinler, sonra senin yanına geleyim, o vakit bana istediğini yap.’ Süleyman onlara kuşun
söylediklerini bildirdi, ondan sonra da ona izin verdi, kuş da gitti.
Ferkad es-Sebehî dedi ki: Süleyman bir ağacın üzerinde kafasını oynatan, kuyruğunu hareket
ettiren bir bülbülün yanından geçiyordu. Arkadaşlarına “Bu bülbülün ne dediğini biliyor musunuz?”
diye sordu. Onlar “Hayır, ey Allah'ın peygamberi” dediler. Süleyman dedi ki: “Bu bülbül şöyle
diyor: ‘Ben bir meyvenin yarısını yedim. Artık bundan sonra dünya umurumda değil.’ Yine bir
ağacın üstünde bir hüdhüd kuşu gördü, küçük bir çocuk da ona bir tuzak kurmuştu. Süleyman: “Ey
hüdhüd, dikkat et!” dedi, kuş: “Ey Allah'ın peygamberi, bu akılsız bir çocuktur, ben de onunla dalga
geçiyorum” dedi.
Daha sonra Süleyman geri döndüğünde kuşun çocuğun tuzağına yakalanmış olduğunu ve
çocuğun elinde bulunduğunu gördü. “Ey hüdhüd, bu da ne?” dedi. Hüdhüd: “Ey Allah'ın
peygamberi, ben o tuzağı göremedim ve nihayet ona düştüm” dedi. Süleyman: “Yazık sana, sen yerin
altındaki suyu görüyorsun da sana kurulan tuzağı görmüyor musun?” Hüdhüd dedi ki: “Ey Allah'ın
peygamberi, tedbirin takdire karşı faydası yoktur.”
Ka'b dedi ki: Süleyman b. Davud'un yanında bir yaban güvercini (ya da erkek kumru) öttü.
Süleyman: “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar “Hayır” dediler, dedi ki: “Bu
kuş diyor ki, ‘ölmek için doğunuz, sonunda yıkılsın diye bina yapınız.’
Bir üveyik kuşu öttü; “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar “Hayır”
dediler. Dedi ki: “Bu kuş şöyle diyor: ‘Keşke bu mahlûkat yaratılmamış olsaydı, madem yaratıldılar
keşke ne için yaratıldıklarını bilmiş olsalardı.’
Yine onun önünde bir tavus kuşu öttü. “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu.
Onlar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu, ne şekilde davranırsan sana öyle muamele yapılır
demektedir.” Yanında bir hüdhüd kuşu öttü, “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu.
Onlar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu, merhamet etmeyene merhamet olunmaz dedi.”
Yine yanında bir göçeğen kuşu öttü. “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar
“Hayır” dediler. “Dedi ki: ‘Ey günahkârlar, Allah'tan mağfiret dileyin.” İşte bundan dolayı
Rasûlullah (sav) o kuşun öldürülmesini yasaklamıştır.
16
17. Huzurunda bir bağırtlak kuşu öttü. “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar
“Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu diyor ki, her yaşayan ölür, her yeni eskir.”
Yanında dişi bir kırlangıç öttü. “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar
“Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu kuş diyor ki, önden hayır gönderiniz, onu bulacaksınızdır.” Bundan
dolayı Rasûlullah (sav) kırlangıç kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır.
Denildiğine göre, Âdem cennetten çıktı, Yüce Allah'a yalnızlıktan şikâyet etti. Yüce Allah ona
kırlangıç kuşu ile teselli verdi ve bu kuşun evlerde barınmasını takdir buyurdu. O bakımdan bu
kuşlar teselli vermek için Âdemoğullarından ayrılmazlar.
Bu kuş Yüce Allah'ın kitabından dört âyet-i kerimeyi de bilir: "Şayet Biz bu Kur’ân'ı bir dağa
indirseydik..." buyruğundan sûrenin sonuna kadar bilir ve yüce Allah'ın "O Azîzdir, Hakîmdir." (el-
Haşr, 59/21-24) buyruğunu da okurken sesini uzatır.
Süleyman (a.s)'ın huzurunda bir güvercin öttü. “Ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu.
Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu güvercin diyor ki, semavât ve arzında mevcut olan varlıkların
sayısınca subhane rabbiye'l-a'lâ...”
Yine Süleyman (a.s)'ın yanında bir kumru öttü. “Bunun ne dediğini biliyor musunuz?” diye
sordu. Onlar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu kuş, subhane rabbiye'l-aziym el-Müheymin [pek büyük
ve her şeye mutlak egemen olan Rabbimin şanı ne yücedir!] demektedir.
Ka'b dedi ki: Yine Süleyman onlara anlatmaya devam etti. Dedi ki: “Karga şöyle diyor:
‘Allah'ım, gümrük ve vergi memurlarına lanet eyle!’ Çaylak da şöyle diyor: ‘O'nun zatı müstesna,
her şey helak olacaktır.’ Keklik, ‘Susan esenliğe kavuşur’ der. Papağan, ‘Bütün çabası dünya için
olanın vay haline!’; kurbağa, ‘Subhane Rabbiye'l-Kuddus’; kartal, ‘Subhane Rabbiy ve bi hamdihi’;
yengeç, ‘Her mekanda her dil ile adı anılanın şanı ne yücedir!’ diyor dedi.
Mekhût dedi ki: Süleyman'ın yanında turaç kuşu öttü. “Bu ne diyor biliyor musunuz?” diye
sordu. Onlar “Hayır” dediler. Dedi ki: “Bu kuş, Rahman (olan Allah) Arşa istiva etti, diyor.”
el-Hasen dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Horoz öttüğü vakit ‘ey gafiller Allah'ı
anın!’ der."
el-Hasen b. Ali b. Ebi Talib dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kerkenez öttüğünde der
ki: ‘Ey Âdemoğlu, istediğin kadar yaşa, sonunda öleceksin.’ Tavşancıl kuşu da öttü mü der ki:
‘İnsanlardan uzak kalmak rahattır.’ Kamber kuşu öttü mü şöyle der: ‘Allah'ım, Muhammed soyundan
gelenlere buğzedenlere lanet et!’ Kırlangıç kuşu öttü mü, ‘Elhamdu lillahi Rabbi'1-alemîn’i sonuna
kadar okur ve ‘vele'd-dâlliyn’ diyerek Kur'ân okuyan kimsenin yaptığı gibi sesini uzatır.”
Katâde ve eş-Şa'bî dedi ki: Bu husus sadece kuşlara mahsustur. Çünkü Süleyman (a.s) "Bize
kuşların dili öğretildi" demiştir. Karınca da uçan bir varlıktır, çünkü bazılarının kanatları
bulunabilir. eş-Şa'bî dedi ki: İşte bu karınca da iki kanatlı bir karınca idi.
Bir kesim de şöyle demiştir: Süleyman (a.s)'a bütün hayvanların dili öğretilmişti. Özellikle
kuşların söz konusu edilmesi, Süleyman (a.s)'ın güneşe karşı gölgelenmek, bir takım işler için onları
göndermek hususunda onları duyduğu ihtiyaç dolayısıyla zikredilmişlerdir. Kuşların bu şekilde çokça
müdahaleleri olduğundan ötürü bilhassa anılmışlardır, Diğer taraftan; diğer hayvanların bu gibi
özellikleri nadirdir ve kuşlarda görüldüğü gibi çokça tekrarlanmaz.
Ebu Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Mantık [dil] bazen söz söylemeksizin de anlaşılabilen şeyler
hakkında kullanılır. Bununla birlikte neyi murad ettiğini en iyi bilen Yüce Allah'tır.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Süleyman (a.s) için o sadece kuşların dilini biliyordu diyen kimselerin bu
bilgileri büyük bir eksikliktir. Çünkü insanlar ittifakla şunu kabul etmişlerdir: O, konuşmayan
varlıkların sözlerini anlardı. Hatta bitkilerde dahi onun için konuşma kabiliyeti halk edilirdi. Her bir
bitki ona ‘Ben filan bitkiyim, filan ağacım, şu şu işe yararım ve şöyle şöyle zararlarım vardır’
derlerdi. Durum böyle olduğuna göre ya hayvanlar hakkında ne denilir!”7
Ayetteki “Bize her şeyden verildi” ifadesi, Süleyman peygambere verilen
şeylerin çokluğunu anlatmaktadır. Çünkü “her şey” ile “her şeyin çoğu”, çok olma
bakımından müşterektirler. Bunun bir benzeri de 23. ayette “Ona [Melike’ye] her
şey verildi” şekliyle gelecektir.
17. Ayet:
7
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an )
17
18. 17
Ve yerli ve yabancılardan ve kuşlardan oluşturulmuş orduları Süleymân
için bir araya getirildi. –Sonra onlar düzenli olarak sevk edilirler.–
Ayetten anlaşıldığına göre Süleyman peygamberin ordusu “ins”, “cinn” ve
“kuşlar”dan oluşmuş üç takımdan ibarettir:
a- İns takımı: Bu takım, Süleyman peygamberin kendi milletinden olan ve
ordunun savaşçı gurubunu meydana getiren askerlerdir.
b- Cinn takımı: “Angaryacılar” da denilen ve yabancılardan oluşmuş bu
takım, ordunun levazım ve ordu donatım işlerini görmekte, orduya lojistik destek
sağlamaktadır. Bu takıma mensup kişiler, Sebe’/13’te anlatıldığı üzere, kaleler ve
yüksek sağlam binalar yapmakta, ağacı, demiri, bakırı işlemektedirler. Bunlar,
Davud peygamber döneminden beri ülkede bulunan, komşu ülkelerden getirilmiş
zanaat sahibi kimselerdir. Süleyman peygamberin fethettiği yerlere sağlam bir alt
yapı, sanat ve kültür götürmesinde büyük payları olan bu kişiler, iş bilir ve sanatçı
özellikte olmalarına karşılık, Süleyman peygamber hakkında kötü plânlar yaptıkları
ve plânlarını uygulamaya çalıştıkları için Kur’an’da bazı ayetlerde “şeytanlar”
olarak nitelenmişlerdir.
“Cinn” kavramı ve “Süleyman peygamberin cinnleri” ile ilgili olarak daha
evvel birçok açıklamada bulunduğumuz için fazla ayrıntıya girmiyor, sadece Kitab-ı
Mukaddes’ten bu konunun yer aldığı ilgili bölümü nakletmekle yetiniyoruz:
1- Süleyman Yahve adına bir tapınak, kendisi için de bir saray yaptırmaya karar verdi.
2- Yük taşımak için yetmiş bin, dağlarda taş kesmek için seksen bin, bunlara gözcülük etmek
için de üç bin altı yüz kişi görevlendirdi.
3- Sur Kralı Hiram'a da şu haberi gönderdi: "Babam Davut'un oturması için saray yapılırken
kendisine gönderdiğin sedir tomruklarından bana da gönder.
4- Tanrım RAB'be adamak üzere, O'nun adına bir tapınak yapıyorum. Bu tapınakta hoş kokulu
buhur yakıp adanan ekmekleri sürekli olarak masaya dizeceğiz. Sabah akşam, her Şabat Günü, her
Yeni Ay ve Tanrımız RAB'bin belirlediği bayramlarda orada yakmalık sunular sunacağız. İsrail'e
bunları sürekli yapması buyruldu.
5- "Yapacağım tapınak büyük olacak. Çünkü Tanrımız bütün tanrılardan büyüktür.
6- Ama O'na bir tapınak yapmaya kimin gücü yeter? Çünkü O göklere, göklerin enginliğine
bile sığmaz. Ben kimim ki O'na bir tapınak yapayım! Ancak önünde buhur yakılabilecek bir yer
yapabilirim.
7- "Bana bir adam gönder; Yahuda ve Yeruşalim'de babam Davut'un yetiştirdiği ustalarımla
çalışsın. Altın, gümüş, tunç ve demiri işlemede; mor, kırmızı, lacivert kumaş dokumada, oymacılıkta
usta olsun.
8- "Bana Lübnan'dan sedir, selvi, algum[i] tomrukları da gönder. Adamlarının oradaki
ağaçları kesmekte usta olduklarını biliyorum. Benim adamlarım da seninkilerle birlikte çalışsın.
9- Öyle ki, bana çok sayıda tomruk sağlayabilsinler. Çünkü yapacağım tapınak büyük ve
görkemli olacak.
10- Ağaç kesen adamlarına yirmi bin kor bulgur[ii], yirmi bin kor arpa[iii], yirmi bin bat[iv]
şarap, yirmi bin bat zeytinyağı vereceğim."
11- Sur Kralı Hiram Süleyman'a mektupla şu yanıtı gönderdi: "RAB halkını sevdiği için, seni
onların kralı yaptı."
12- Hiram mektubunu şöyle sürdürdü: "Yeri göğü yaratan İsrail'in Tanrısı RAB'be övgüler
olsun! Kral Davut'a bilge bir oğul verdi; RAB için bir tapınak, kendisi için de bir saray yapacak
akıllı ve anlayışlı bir oğul.
13- "Sana Huram-Avi adında usta ve akıllı birini gönderiyorum.
14- Anası Danlı, babası Surlu'dur. Altın, gümüş, tunç, demir, taş ve tahta işlemekte; ince
keten, mor, lacivert ve kırmızı kumaş dokumakta ustadır. Her türlü oymacılıkta usta olduğu gibi her
tasarımı uygulayabilecek yetenektedir. Ustalarınla ve babanın, efendim Davut'un yetiştirdiği
ustalarla çalışacak.
15- "Efendim, sözünü ettiğin buğday, arpa, zeytinyağı ve şarabı kullarına gönder.
16- Biz de sana gereken bütün tomrukları Lübnan'da keser, deniz yoluyla, sallarla Yafa'ya
kadar yüzdürürüz. Sonra sen tomrukları alıp Yeruşalim'e götürürsün."
18
19. 17- Babası Davut'un yaptığı sayımdan sonra, Süleyman da İsrail'de yaşayan bütün yabancılar
arasında bir sayım yaptı. Yabancıların sayısı yüz elli üç bin altı yüz kişi olarak belirlendi.
18- Bunlardan yetmiş binine yük taşıma, seksen binine dağlarda taş kesme, üç bin altı yüzüne
de işçileri çalıştırma görevi verildi.8
c- Kuşlar takımı: Muhabere / iletişim ve yol güzergâhında askerin su ihtiyacı
için orduda bulundurulmakta olan kuşlardan ve onların bakıcılarından müteşekkildir.
Süleyman peygamberin çok önem verdiği ve büyük çapta istifade ettiği bir takımdır.
Süleyman peygamberin ordusunun bir kısmının kuşlardan oluşması, işte budur.
Yoksa Süleyman peygamber dağdaki kuşları toplayıp onları asker olarak
kullanmamıştır.
Rabbimiz Kur’an’da Süleyman (as)’ın da bir peygamber olduğunu ve vahiy
aldığını bildirmiş fakat ona vahyettiklerinin neler olduğuna dair herhangi bir bilgi
vermemiştir. Tevrat’ta ise “Süleyman’ın Meselleri” adlı bir bölüm bulunmaktadır.
Tevrat’ın bu bölümünde yazılı olanların Süleyman peygambere yapılmış vahiyler
olarak kabul edilmesi belki İsrailoğulları için mümkündür ama Kur’an
muhataplarının bunlara inanması söz konusu olmamalıdır. Çünkü Kur’an ile
desteklenmemiş bu olayların Süleyman peygambere yapılan vahiyler olduğuna dair
ne elde kesin bir delil vardır, ne de bu olaylar ve konuları vahiy özelliği
taşımaktadır. Fakat ne yazık ki, orada yazılanların birçoğu Müslümanlar arasına
“Hadis-i Kutsi” veya “hadis” diye sokulmuş durumdadır. Meselâ, iyi tanıdığımız,
hadis diye bildiğimiz “Hikmetin başı Allah korkusudur” ifadesi, Süleyman’ın
Meselleri Bölümü’nün 1. Bab’ın 7. cümlesidir.
Süleyman peygamber ile ilgili bilgiler, bu sureden başka Sad, Enbiya, Sebe’ ve
Bakara surelerinde de yer almaktadır. Sad suresinin tahlilinde yeterli açıklamada
bulunduğumuzu düşünüyor ve daha fazlası için o bölümün okunmasını öneriyoruz.
18. Ayet:
18
Sonunda Karınca Vadisi'ne geldikleri zaman, bir karınca: “Ey
karıncalar! Evlerinize girin, Süleymân ve orduları bilinçsizce sizi kırıp
geçirmesin!” dedi.
Bu ayette, Karınca Vadisi’nde yaşayanlardan birisinin halkına yaptığı uyarı yer
almaktadır. Ayetin ifadesinden, uyarıda bulunan kişinin sözü geçen birisi olduğu,
muhtemelen de o yerleşim biriminin yöneticisi olduğu anlaşılmaktadır.
Neml [Karınca] Vadisi: Ayette geçen Karınca Vadisi, karıncaların bol olduğu
bir vadi olmayıp özel bir isimdir. İmam Zebidi Araplarca bilinen vadileri eserinde
toplamıştır. Buna göre, “Karınca vadisi”, Jirben ile Askalân arasında bir bölgenin
adıdır.9
Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre, bu, Şam topraklarında bir vadidir. Ka'b ise Taif’dedir
demiştir.10
8
(II. Tarihler bölümü, 11. Bab)
9
(Tacu’l-Arus; Vadiy mad. 20/286)
10
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an )
19
20. Nemle [karınca] sözcüğü tekil bir sözcük olup müzekker ve müennesi aynı
sözcükle ifade edilir. Ancak konumuz olan bu ayette cümlenin fiili “kâlet [dedi]”
şeklinde müennes olunca, fiilin öznesini de dişi olarak anlamak zorunludur. Yani,
karınca vadisinde halkı uyaran kişi ister sıradan biri, isterse halkın yöneticisi olmuş
olsun, erkek değil bir bayandır.
NEML VADİSİ HALKI
Karıncaya “nemle” adının verilmesi, “geliş gidişte çokça hareket edip az duraklamasından,
hafif yürümesinden, toplayıcılığından” dolayıdır.11
Söz konusu vadide yaşayan halkın yaşam biçimlerindeki benzerlikten dolayı
karıncaya benzetildiği, bundan dolayı da bu isim ile adlandırıldığı anlaşılmaktadır.
Bugün dünyanın değişik bölgelerinde hem Neml Vadisi halkı gibi
yaşamlarındaki bir özelliği isim olarak taşıyan birçok kavim yaşamakta, hem de kuş,
haşere, ağaç, kaya isimleriyle adlandırılmış değişik kavimler, kabile ve oymaklar
bulunmaktadır. Meselâ Arabistan’da “karınca yumurtası” demek olan “mazîn”
sözcüğü, aynı zamanda Temim boyundan bir kavmin babasının da [Mazin b. Malik
b. Amr b. Temim] adıdır.12
Neml Vadisi’ndeki halkın bilinen karıncalar olmadığı, halkına seslenen
karıncanın ayette kullandığı “meskenlerinize [evlerinize]” ifadesinden de
anlaşılmaktadır. Çünkü “mesken [ev]” sözcüğü insanlar için kullanılan bir sözcük
olup karınca, kertenkele türünden yaratıkların barınakları Arapçada “cuhr”
sözcüğüyle ifade edilir. Ayrıca ayetteki ifadeye dikkat edildiğinde, sözcüğün
“mesakineküm [evleriniz]” şeklinde çoğul olarak kullanıldığı görülür. Hâlbuki
karıncalar komün hâlinde yaşarlar ve her birinin ayrı bir meskeninin olması söz
konusu değildir.
Süleyman peygamberin Karınca Vadisi’nden geçişi ile ilgili olarak Kitab-ı
Mukaddes’te herhangi bir anlatım yoktur. Buna karşılık bazı Yahudi
ansiklopedilerinde abartılı ve bir peygambere yakışmayacak olaylar nakledilmiştir.
İşte bunlardan bir tanesi:
Süleyman, karıncası bol vadiden geçerken karıncalardan birinin diğerine şöyle seslendiğini
işitti: "Yuvalarınıza giriniz! Yoksa Süleyman'ın orduları sizi çiğneyecektir." Bu anda Hz. Süleyman
karıncanın önünde büyüklük tasladı. Bunun üzerine karınca, "Siz de kim oluyorsunuz, siz kimsiniz?
Bir damla sudan meydana gelmiş mahlûk! " diye sert bir karşılık verdi. Bunu duyan Süleyman, bu
durum karşısında çok utandı ve mahcup oldu.13
BU KONUYA AİT MESNETSİZ SÖYLENTİLER
eş-Şa'bî dedi ki: Bu karıncanın iki kanadı vardı. Dolayısıyla bu da uçan kuşlardan sayılmıştır.
Bundan dolayı Süleyman (a.s) bu karıncanın dilini bilmişti. Durum böyle olmasaydı, onun dilini
anlayamazdı.
Ka'b dedi ki: Süleyman (a.s) Taif vadilerinden es-Sedîr vadisinden geçti ve bu arada yolu
karıncalar vadisine uğradı. Bu arada kurt kadar büyük, topal bir karınca tek bir ayağı üzerinde
yükselerek "Ey karıncalar!" diye [âyet-i kerimede belirtildiği şekilde] seslendi.
ez-Zemahşerî dedi ki: Süleyman bu karıncanın sözlerini üç millik mesafeden duydu. Bu
karınca topal olduğu halde tek ayak üzerinde yürürdü. Denildiğine göre bu karıncanın adı Tâhiye
imiş.
11
(Tacü’l-Arus; c: 15, s: 755-757 Nml mad)
12
(Tacü’l-Arus; c: 18, s: 534 mzn mad. Lisanü’l-Arab; c:8, s:275 mzn mad.)
13
(Yahudi Ansiklopedisi, c:11, s:440)
20
21. es-Süheylî dedi ki: Süleyman (a.s)'ın konuşmasını duyduğu karıncanın ismini zikretmişler ve
Harmiyâ olduğunu söylemişlerdir.
Şöyle de söylenmiştir: Bu olayın cereyan ettiği vadi Yemen'de idi. Bu sözleri söyleyen karınca
da alışılmış türden küçük bir karınca idi. Bu açıklama el-Kelbî'ye aittir.
Nevf eş-Şamî ile Şahik b. Seleme dedi ki: Bu vadideki karıncalar, kurt kadar büyüktüler.
Bureyde el-Eslemi, “koyun kadardılar” demiştir.14
Halkına uyarıda bulunan [yönetici] karıncanın konumuz olan 18. ayetteki
ifadesinden, Süleyman (as) ve ordularının kendilerini farkında olmadan
çiğneyebileceklerini, bunu kasten yapmayacaklarını dile getirdiği anlaşılmaktadır.
Bu ifadesiyle karınca onların zulmeden kimseler olmadıklarını ima etmiş ve
Süleyman peygamberi övmüş olmaktadır.
“Kuşların mantığı”, “hüdhüd” ve “Karınca Vadisi’ndeki karıncalar” ile ilgili
anlatımı “mucize” gözüyle görmek ve Allah’ın kudretiyle ifade etmeye yeltenmek
yanlıştır.
19. Ayet:
19
Sonra da Süleymân, dişi karıncanın sözünden/kararından dolayı gülerek
tebessüm etti. Ve “Rabbim! Bana, anne-babama lütfettiğin nimetinin karşılığını
ödememi, hoşnut olacağın sâlihi işlememi gönlüme getir ve rahmetinle beni
sâlih kullarının içine kat” dedi.
“Tebessüm” sözcüğünün aslı “şimşeğin çakmasıyla bulutun parlaması” demektir. Sessiz
olarak, dudakların arasından dişlerin görünecek şekle gelmesi de “tebessüm” sözcüğüyle ifade edilir
ki, bu, mutluluğun dışa vurması, dıştan fark edilmesi anlamına gelir.15
GÜLEREK TEBESSÜM
Ayette geçen “gülerek tebessüm etti” ifadesi, tebessümün en üst sınırını
belirtmekte, yani Süleyman peygamberin memnuniyetini anlatmaktadır. Bilindiği
gibi aşırı gülme ve kahkaha, toplumsal yaşamda pek hoş karşılanmayan bir
davranıştır.
SÜLEYMAN PEYGAMBERİN GÜLME SEBEBİ
Süleyman peygamberin gülme sebebi, Karınca Vadisi’ndeki bayan yöneticinin
kararından / kavlinden (hukuk dilinde “ القققولkavl”, “karar, hüküm” demektir)
kaynaklanmaktadır. Çünkü Karınca Vadisi halkı onlara engel olmaya kalkmamış,
zorluk çıkarmamıştır. Süleyman peygamber, bu vadiden savaşarak, maddî ve manevî
kayıplar vererek geçebileceğini sanıyor olmalıydı ki, yöneticinin kararı ile rahatça ve
sorunsuz olarak geçme imkânının ortaya çıkması onu çok mutlu etmiştir. Bu mutlu
sonuç karşısında “Rabbim, bana, anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmeme,
hoşnut olacağın barışçıl bir iş yapmama imkân ver. Ve rahmetinle beni barışsever
kullarının arasına sok” diye dua etmiştir.
BU OLAYA AKLÎ BİR YAKLAŞIM
14
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an )
15
(Lisanü’l-Arab; c:1, s: 423)
21
22. Kıssada söz konusu edilen karıncaların gerçek karınca olduğunun ileri
sürülmesi ve Süleyman peygamberin onlarla ilgili durumunun “mucize” ile
açıklanmaya çalışılması karşısında bu yaklaşımın bir an için doğru olduğunu kabul
edelim. Bu durumda konunun akılcı bir yaklaşımla şöyle değerlendirilmesi gerekir:
Süleyman peygamberin karıncanın söylediklerini duymasının ve anlamasının
peygamberliği sebebiyle gösterdiği bir mucizeyle mümkün olduğunun kabulü
durumunda, karıncanın üzerlerine doğru gelenin “Süleyman ve ordusu” olduğunu
bilmesinin ve kendilerini ezip perişan edeceklerini anlamasının da bir mucize olarak
değerlendirilmesi gerekir.
Bizim görüşümüz şudur: Kıssada Süleyman peygamberin Karınca Vadisi
halkının bayan yöneticisi ile neler görüşüp konuştuğu bize anlatılmamış, sadece
görüşmelerden sonra Karınca Vadisinin bayan yöneticisinin halka duyurduğu,
“Süleyman ve ordusuna karşı çıkılmayacağı, onlara geçip gitmeleri için yol
verileceği” kararı aktarılmıştır.
20, 21. Ayetler:
20,21
Ve Süleymân kuşları gözden geçirdi de sonra, “Hüdhüd'ü niçin
göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu? Onu kesinlikle çetin bir azap ile
azaplandıracağım yahut onu boğazlayacağım yahut da bana apaçık bir
delil/güç getirecek” dedi.
KUŞLARIN TEFTİŞİ
Hatırlanacak olursa, 17. ayette Süleyman peygamberin ordusunun bir kısmının
kuşlardan ve onların bakıcılarından oluştuğu açıklanmış idi. Dolayısıyla 20. ayette
sözü edilen “gözden geçirme” işlemi, hem çeşitli konularda kendilerinden
yaralanılan kuşların, hem de onlardan sorumlu bakıcıların teftişi anlamına
gelmektedir. Ancak burada asıl teftiş edilenler, mecazî anlam itibariyle
“kuşçular”dır. Süleyman peygamber seferdeki ordunun iletişimini sağlayan ve yol
boyunca ordunun av ve su ihtiyacını karşılamakta kullanılan kuşları sevk ve idare
eden görevlileri denetlemiş, kuşların ve kuşçuların sefere hazır olup olmadıklarını
kontrol etmiştir.
HÜDHÜD
Bir kuş cinsinin ismi olmasına rağmen “Hüdhüd” sözcüğü burada o kuş için
kullanılmamıştır. Bize göre, Süleyman peygamberin teftiş sırasında göremediği
Hüdhüd kuşun kendisi değil, müşebbeh ile müşebbehünbih arasında kurulan alâka
sebebiyle o kuşun bakıcısıdır. Benzer şekilde, doğan, şahin, kartal gibi kuş
cinslerinin isimleri de bugünkü toplumlarda insan ismi olarak kullanılır hâle gelmiş,
bazı kuş cinslerinin isimleri ise sembolleşmiştir. Meselâ “sarı kanaryalar” denilince
ülkemizde “sarı renkli kanarya kuşları” değil, bir futbol takımı anlaşılmaktadır. Bu
tür isimlendirmelere her toplumda çokça rastlanmakta olup bunlar mecazî,
müteşabih anlatımlardır. Dolayısıyla, Süleyman peygamberin teftiş sırasında
göremediğini söylediği Hüdhüd’ün ordunun su ihtiyacını gidermekle, ordunun
gideceği güzergâhtaki su ve su kaynaklarını araştırmakla görevli kişinin müstear adı
olması ve bu ismi de görevini yaparken “Hüdhüd kuşundan [Çavuşkuşu / Upupa
Epops]” yararlanması sebebiyle almış olması mümkündür. Nitekim bir kimseye
yaptığı işe uygun ad koyma, lâkaplarla anma geleneği günümüz toplumlarında da
22
23. hâlâ sürdürülmektedir. Örnek olarak, ordularda ordunun su ihtiyacını gidermekle
görevli memurlara “Saka” (Aslı sakkâ’ olup su getirip götüren, su işleriyle uğraşan
kimse demektir) adı verilir. Bu isim, aslında bir kuş cinsinin [carduelis carduelis]
ismidir ve o kuşa bu ismin verilme sebebi de gagası ile çevreye su sıçratmasıdır.
Diğer taraftan, Hüdhüd’ün aşağıdaki 22–26. ayetlerdeki konuşmalarından,
onun kuşların bilgi ve sorumluk sınırlarının ötesinde, iradeli, akıllı hatta din bilgisi
kuvvetli biri olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Hüdhüd bu ayetlerde iman, küfür,
tevhit, şirk gibi konularda ve ancak akıllı, bilinçli ve imanlı insanların harcı olacak
şekilde konuşmaktadır. Bunlardan başka bir de Süleyman peygamberin Hüdhüd’ü
cezalandırmak istemesi dikkate alınınca, Hüdhüd’ün bir kuş olmayıp bir insan
olduğu kanaati kesinleşmektedir
Süleyman peygamberin 21. ayetteki “onu muhakkak keseceğim” ifadesi ise,
bakıcının kuş ismi taşımasındandır. Bugün de kızgınlık duyulan kişilere karşı
yöneltilen tehditler, lâyık görülen cezalar ifade edilirken, onların meslekleriyle alâka
kurulabilmektedir. Meselâ, bir kaptanın denizde boğulması, bir pilotun uçaktan
atılması, bir kasabın satırla doğranması, bir berberin usturayla çentilmesi, bir
fırıncının fırında pişirilmesi akla hemen geliveren ceza ve tehdit ifadeleridir.
Süleyman peygamberin buradaki ifadesi de, kuşlara yönelik olarak söylenebilecek
bir ifade olup yukarıda söylediğimiz gibi sırf bakıcının kuş ismi taşıması
sebebiyledir.
22–26. Ayetler:
22-26
Derken, çok beklemeden Hüdhüd geldi de, “Ben, senin bilmediğin bir
şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz
ki, Sebelilere hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük
bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onu ve toplumunu, Allah'ın astlarından
güneşe boyun eğip teslimiyet gösterirler/taparlar buldum. Şeytan da göklerde
ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a
boyun eğip teslimiyet göstermesinler/kulluk etmesinler diye kendilerine
yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de
onlar kılavuzlanan doğru yolu bulamıyorlar. –Allah, Kendisinden başka ilâh
diye bir şey olmayandır, büyük arşın sahibidir–” dedi.
SEBE
Sebe, Güney Arabistan'da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de şimdiki
Kuzey Yemen'in merkezi Sana'nın kuzeydoğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma'rib kenti idi.
Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca
Arabistan'da hüküm sürdüler. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar
da Arabistan'da Yemen ve Hadramut, Afrika'da Habeşiştan'ı idare etmiş olan Güney Arabistan'ın
meşhur başka bir milleti idi. Sebeliler bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve
Arabistan'ın iç kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan
da Mısır, Suriye, Yunanistan ve Roma'ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet
ve refahları ile meşhur olmaları işte bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre o devirde
dünyanın en zengin kimseleri bunlardı. Ticaret ve alışverişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka
bir nedeni de ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur sularını
toplamış olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmiş bulunuyorlardı. Yunan
tarihçileri, Sebeliler ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar
ulaştırmışlardır.16
16
(ANSİKLOPEDİLER)
23
24. Hüdhüd’ün ayetteki “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana
çok doğru ve önemli bir haber getirdim” ifadesinden, Süleyman peygamberin Sebe’
hakkında hiç bilgisi olmadığı değil, Sebeliler hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığı
anlaşılmalıdır. Zira Süleyman peygamberin babasının [Davud peygamberin]
mezmurlarında (Mezmurlar; 72/1- 12) “Sebe’”den bahsedilmektedir.
SEBE’ HÜKÜMDARININ SAHİP OLDUĞU İMKÂNLAR
Hüdhüd’ün Sebe’ hükümdarı için kullandığı “Kendisine her şeyden verilmiş”
ifadesi bir mübalağa olup bu ifadeden, krallığa ülkenin ihtiyacı olan her şeyden bir
miktar verilmiş olduğu anlaşılmalıdır. Hatırlanacak olursa, böyle mübalâğalı bir
ifade 16. ayette de Süleyman peygamber için kullanılmış idi.
SEBE’ MELİKESİNİN TAHTI
Hüdhüd, Sebe melikesinin tahtını “ العظيمazîm [çok büyük]” olarak nitelemek
suretiyle, ülkenin genişliğini, zenginliğini ve idarecisinin üstün seviyeli ve dirayetli
birisi olduğunu anlatmak istemiştir. Ancak bazıları bu ifadeyi “fiziksel büyüklük” ve
“güzellik” olarak anlamış ve ortaya bu anlayışa uygun abartılı nakiller çıkmıştır:
İbn Abbas dedi ki: Bu kadının tahtının uzunluğu seksen zira', eni de kırk zira' idi. Yukarı doğru
yüksekliği de otuz zira' idi. İnci, kırmızı yakut ve yeşil zebercetle süslü idi.
Katâde dedi ki: Ayaklan inci ve cevherdendi, üstündeki örtüler ise ince ve kalın ipektendi.
Üzerinde de yedi tane kilit vardı.
Mukatil dedi ki: Tahtı seksene seksen zira' idi, yerden yüksekliği de seksen zira' idi.
Mücevherlerle süslenmişti,
İbn İshak dedi ki: Ona kadınlar hizmet ederdi. Beraberinde ona hizmet etmek için altı yüz
kadın vardı.17
Hüdhüd’ün Sebe’ hakkında verdiği bu bilgiler, yukarıda söylediğimiz gibi
onun din ve siyaset yönünden donanımlı bir kimse olduğunu göstermektedir.
27, 28. Ayetler:
27, 28
Süleymân dedi ki: “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın,
bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz
geri çekil de bak, neye dönecekler.”
Süleyman peygamberin ayetteki ifadesine dikkat edilecek olursa, onun Sebe’
ülkesinin zenginliğiyle ilgilenmediği, yalnızca şeytanın onları Allah’a secdeden
engelleyerek güneşe taptırdığı ile ilgilendiği görülmektedir.
Süleyman peygamber, Sebe’ halkını saptırmış olan şeytana karşı bir girişim
başlatmış ve yolladığı mektupla halkı şeytana karşı tavır almaya yöneltmiştir.
Süleyman peygamberin mektubu götürecek olan görevliye verdiği talimat, “Onu
kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak” şeklindedir. Bu ifadede
17
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an )
24
25. kullanılan “kendileri” ve “onlardan” zamirlerinin çoğul olması, mektubun sadece
Melike’ye değil, tüm Sebe’ halkına yönelik olduğunu anlatmaktadır.
Kur’an’da sadece bu kadar bilgi verilmişken bazıları Hüdhüd’ün mazgal
deliğinden Melike’nin odasına girdiğini, mektubu onun yanına attığını, sonra da
pencerede saklanıp neticeyi gözlediğini ileri sürmüşlerdir.
29–31. Ayetler:
29-31
Süleymân'ın mektubunu alan Sebe melikesi: “Ey ileri gelenler!
Şüphesiz ki bana kesinlikle çok saygın/şerefli bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki
o mektup, Süleymân'dandır ve ‘Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet
göstererek/Müslüman olarak bana gelin!’ diye yarattığı bütün canlılara
dünyada çokça merhamet eden, engin merhamet sahibi Allah adınadır” dedi.
Süleyman peygamberin mektubunda yer alan “Bana karşı büyüklük
taslamayın” cümlesi, Allah’a karşı büyüklük taslamayı ifade etmektedir. Çünkü
mektup, elçi tarafından Allah adına yazılmıştır. Zaten ayetin teknik yapısından çıkan
gerçek anlam da budur. Rabbimiz bu mesaja benzer bir ifadeyi başka bir ayette şöyle
bildirmiştir:
17-21
Ve andolsun ki Biz onlardan önce Firavun toplumunu imtihan ettik. Ve onlara çok saygın
bir elçi gelmişti: “Allah'ın kullarını bana geri verin. Şüphesiz ben sizin için gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim. Allah'a karşı üstünlük taslamayın. Şüphesiz ki ben size apaçık bir güç getiriyorum. Ve
Şüphesiz ben, beni taşlayarak öldürmenizden benim Rabbime, sizin Rabbinize sığındım. Ve eğer siz
bana inanmazsanız hemen yanımdan uzaklaşın.”
(Duhan/ 17–21)
Burada mektubun içeriği kadar, niteliği ve Hüdhüd’ün bu mektubu nasıl
taşıdığı da önemlidir ve üzerinde durmayı gerektirmektedir. Çünkü piyasada bu
konuya dair birçok abartılı nakil mevcuttur:
ABARTILAR
Rivayet olunduğuna göre, Hüdhüd oraya ulaştığında bu kraliçenin etrafının duvarlarla
kapatılmış olduğunu gürdü. Belkıs'ın güneşe ibadeti dolayısı ile doğduğunda güneşin girmesi için
duvarda bırakmış olduğu bir küçük boşluğa gitti. Rivayete göre Belkıs uykuda iken mektubu bıraktı.
Belkıs, uyandığında mektubu gördü ve bundan dolayı korkuya kapıldı. Uykudayken birilerinin yanına
girdiğini zannetti. Uykudan kalktığında kendisinde bir değişiklik görmedi. Güneşin durumunu öğ-
renmek üzere duvardaki boşluğa bakınca, Hüdhüd’ü gördü ve böylelikle durumu anladı.
Vehb ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Onun güneşin doğuş yerine bakan bir duvar boşluğu
vardı, güneş doğdu mu secde ederdi. Hüdhüd bu boşluğu kanadıyla kapattı, güneş yükseldi. Belkıs
bunun farkına varmadı, güneşin doğuşunun geciktiğini anlayınca, ayağa kalkıp oraya baktı. Hüdhüd
de mektubu ona attı. Mektubun üzerindeki mührü görünce, titredi ve boyun eğdi. Çünkü Süleyman
(a.s)'ın mülkü mühründe idi. Mektubu okuduktan sonra kavminin ileri gelenlerini topladı ve (âyette)
daha sonra gelecek olan sözlerle onlara hitabetti.
Mukatil de dedi ki: Hüdhüd mektubu gagasıyla taşıdı. Etrafında askerleri ve kumandanları
bulunduğu sırada kadının tepesinde duruncaya kadar uçtu. Herkesin gözü önünde bulunduğu yerde
kanatlarını çırpıp durdu. Kadın da başını kaldırıp ona bakınca mektubu göğsünün üzerine bıraktı.18
Yukarıda verilen nakillerdeki abartıların boyutlarını görmek için konuya akılcı
yaklaşmak ve önce şu soruların cevaplarını aramak gerekmektedir: Bu mektup neyin
18
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an )
25
26. üzerine, hangi yazı ile ve hangi yazı malzemesi ile yazılmıştır? Fazla araştırma
yapmaya gerek kalmadan, bu soruların cevaplarını “yazı”nın tarihî gelişimi ile ilgili
bilgiler arasında bulmak mümkündür.
Olayların geçtiği çağda kullanılan yazı çivi yazısı veya hiyeroglif, yazı
malzemesi de taş levha, kil tablet, papirüs veya hayvan derisidir. Çinliler tarafından
M.S. 1. yüzyılda icat edilecek olan kâğıt henüz o dönemde mevcut değildir. Bu
faktörler yüzünden Süleyman peygamberin Melike’ye yazdığı mektup Hüdhüd
kuşunun taşıyamayacağı bir hacimde olmak durumundadır. O çağdaki hangi yazı
malzemesi üzerine yazılırsa yazılsın, bu mektubu güvercin büyüklüğündeki bir
kuşun Filistin’den Yemen illerine taşıyabilmesi mümkün değildir. Arkeolojik
araştırmalar sonucu bu mektup bulunup gerçek anlaşılıncaya kadar bizim ağırlıklı
kanaatimiz şu yöndedir: O günkü yazı malzemelerinden birine yazılmış olan bu
mektup muhtemelen Yemen’e at, eşek, deve gibi o zamanın ulaşım araçlarından
biriyle ve Hüdhüd’ün himayesinde gönderilmiş olmalıdır.
32. Ayet:
32
Melike dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bu işimde bana fetva verin. Siz bana
tanık olmadan hiçbir işi kestirip atmam.”
Bu ayette “şûra” yönteminin güzel bir örneği anlatılmaktadır. Süleyman
peygamberden Allah adına İslâm’a girme daveti içeren mektubu alan bayan yönetici,
durumu derhal şûra üyelerine bildirmiştir. Ayetteki ifadesinden, kraliçenin şura
üyelerine son derece itibar ettiği anlaşılmaktadır.
Ayette “ileri gelenler” olarak çevirdiğimiz “mele’” sözcüğü aslında “depo”
demektir. İleri gelenler burada, yönetim bilgileriyle dolu olmaları sebebiyle mecazen
“depo” sözcüğüyle adlandırılmışlardır. “Mele’” sözcüğü ile ilgili geniş açıklamamız
Sad suresinin tahlilinde verilmiştir.
ŞÛRÂ
Kur’an’da Allah, mü’minlerle ilgili yönetimin (yasama-yürütme) “Şûrâ” ile
olması gerektiğini bildirmektedir.
“Şûrâ” sözcüğünün kökü “ ر و شşvr” sözcüğü olup ilk konuluş anlamı,
“kovandan, taş ve ağaç oyuklarından balı çıkarıp ortaya koymak” demektir. (Lisan
ve Tac)
“ الشورى Şûrâ” formu ise, Müfâale (müşâvere) babından, “büşra, zikra, fütya”
gibi mastar olup işteşlik yapısıyla, terimsel olarak, “Bilgili, birikimli, deneyimli
ehil kimseler tarafından ortaklaşa çalışma ile bir meselenin, bir problemin en
tatlı, en iyi ve en güzel çözümünün üretilip ortaya konulması” demektir.
Şûrâ, İslâm öncesi, tarihte de aklın, deneyimin ürünü olarak benimsenmiş ve
uygulanan bir sistemdi. Mekke site devletinde de Şura ilkesi vardı. Onlar da
problemlerini “Darunnedve” denilen Şûrâ kurulu ile çözerlerdi.
Kur’an’da (Neml/ 29–35, 38–40,) da Süleyman peygamberin, Sebe melikesinin
ve Firavun’un da Şûrâ meclislerinin olduğu; ciddi problemlerde onların çözüm
ürettiği” bildirilmektedir. Yine Kur’an’dan (A’raf, Hud, Yusuf, Müminun, Şuara,
Kasas sureleri) Yusuf peygamber ve Musa peygamber dönemlerinde Mısır’da
firavunların, Şuayb peygamber döneminde Medyen yöneticilerinin de “Şûrâ
meslisi”nin olduğunu bilmekteyiz.
Kur’an’da Şûrâ ile ilgili müminlere yönelik üç ayet bulunmaktadır.
26
27. A) 36-39
İşte, verilen herhangi bir şey basit dünya hayatının kazanımıdır. Sadece
dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar [nimetler,
ödüller] ise;
iman etmiş ve sadece Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler için,
günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman
bağışlayan kimseler için,
Rablerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel
açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], işleri de
kendi aralarında Şûrâ; “işin en iyi yanını ortaklaşa bulup ortaya çıkarma”
olan, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden harcamada bulunan kimseler için
ve kendilerine bir haksızlık ve saldırı isabet ettiği zaman birbirleriyle
yardımlaşan/ intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (Şûrâ/36–39)
Rabbimiz ayetinde övdüğü müminleri “-İşleri de kendi aralarında Şûrâ olan
kimseler” olarak nitelemiş ve “Şûrâ”nın önemine dikkat çekmiştir. Zira bir toplum
kendi aralarında, karşı karşıya kaldıkları sorunlar ile ilgili istişare edecek olursa,
mutlaka işlerinde en doğru, en sağlıklı, en tatlı karara ulaşırlar. Şûrâ problemleri
çözme konusunda insanların birbirleriyle kaynaşmalarının, en ince noktalara kadar
akıl yürütmelerinin ve doğruyu bulmalarının en ileri derecedeki sebebidir. Bundan
dolayıdır ki, Rabbimiz toplumu ilgilendiren bütün işlerin toplumda danışma ile
yürütülmesi gerektiği kuralını ayetle ortaya koymaktadır.
B) 159
İşte sen, sırf Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın.
Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.
Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlarla müşavere et;
işin en güzelini ortaklaşa bulup ortaya çıkar, bir kere de azmettin mi, artık
Allah'a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine
havale edenleri sever. (Âl-i Imrân/ 159)
Âyetteki, Rasûlullah'a yönelik olan, “İşlerde onlarla müşavere et; işin en
güzelini ortaklaşa bulup ortaya çıkar” ifadesi, tabiî ki hakkında ilâhî emir ve
açıklama olmayan konulara aittir. İstişare mü’minlerin vazgeçilmez bir
davranışıdır.
Bu âyetlerde, başta yöneticiler olmak üzere herkese, bilmedikleri hususlarda ve
içinden çıkamadıkları konularda; ister dinî, ister siyasî, ister iktisadî, ister askerî
olsun; uzmanlarla istişare edilmesi emri verilmektedir. Ayrıca bu ifadeyle,
müşaverenin önemi ortaya konulmuş; müminlerin bu ilkeden vazgeçmemeleri
istenmiştir.
C) “Şûrâ” sözcüğünün geçtiği bir diğer ayet de Bakara/ 233’tür. Bu ayette
ayrılan ana babanın çocuklarını emzirme- emzirtme konusunda istişare
etmeleri gerektiği bildirilir.
Müşavere özellikle savaşta çok eskiden beri uygulana gelen bir usuldür.
Çünkü şûradan güç doğar.
33. Ayet:
27
28. 33
İleri gelenler dediler ki: “Biz, kuvvet sahibiyiz ve savaşmayı çok iyi bilen
kimseleriz, buyruk ise senindir; artık ne emredeceğini düşün!”
İleri gelenlerin buradaki ifadeleri, onların beden güçlerine, alet edevatlarına,
silâhlarına güvendiklerini göstermekte ve savaştaki yiğitliklerini, sebatlarını
anlatmaktadır. Rivayetçiler bu konuyu da abartmışlardır:
İbn Abbas dedi ki: Onlardan herhangi birisi, gücünün bir göstergesi olarak atını koşturur,
nihayet en hızlı koştuğu bir sırada bacaklarını kapatır ve gücü ile atını durdururdu.19
34, 35. Ayetler:
34,35
Melike: “Hiç şüphesiz ki krallar bir memlekete girdikleri zaman
hemen orayı bozarlar ve halkının ulularını aşağılarlar. Onlar da böyle
yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de bakalım elçiler ne ile
dönecekler!” dedi.
İleri gelenlerin savaş yanlısı fikirlerine karşı Melike’nin meseleye sulh ile bir
çıkış yolu bulmak istemesi, tüm insanlığa ve tüm zamanlara ibret olacak niteliktedir.
Bu ayetler açık ifadelerle başka ülkelere giren zalim işgalci ve sömürgecilerin
o ülke halkına karşı uyguladıkları baskı ve şiddeti en mükemmel bir şekilde
nakletmektedir. Bu anlayış tarih boyunca hiçbir zaman değişmemiştir. Beş bin sene
evvelki emperyalist zihniyet ile bugünkü emperyalist zihniyet ve bunların
kullandıkları yöntemler arasında fark gözükmemektedir. İşgaller hiçbir zaman
müstemlekelerin yararına olmamış, işgal edilen ülkenin yeraltı ve yerüstü
kaynaklarının ele geçirilmesi işgalcilerin değişmez amaçları olmuştur.
Sömürgecilerin bu amaçlarına ulaşması ise sömürgelerdeki halkların yok olması
anlamına gelmektedir. Şöyle ki:
Sömürgeler önce yerli işbirlikçilerin de yardımıyla kendi imkânlarından pay
alamaz duruma getirilir. Bu yolla kuvvetsiz bırakılan, zayıflayan sömürge her türlü
direncini kaybeder. Kendisine refah, güç sağlayacak kaynaklardan yoksun bırakılan
sömürge için artık yok olma süreci başlamış demektir. İkinci aşamada ülkenin
saygınlığını sağlayan bağımsızlık ilkeleri yok edilir. Bunlar yapılırken bir taraftan da
ülke halkına kölelik, dalkavukluk, ihanet, jurnalcilik gibi aşağılık davranışlarla köşe
dönme felsefesi benimsetilir. Böylece halkın iyice yozlaşıp soysuzlaşması sağlanır.
Artık her türlü insanî değerini yitiren bir halkta sömürücü emperyalistlerin
kültürlerine karşı hayranlık uyandırmak çok kolaydır. Hayranlıkla başlayan bu süreç
zamanla asimilasyonu getirir, asimilasyon tamamlandığında ise o toplum artık
ecelini tamamlamıştır; tarihten silinir, yok olur gider.
36, 37. Ayetler:
36,37
Elçi Süleymân'a gelince Süleymân, “Siz bana mal ile yardım mı etmek
istiyorsunuz? İşte, Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Tersine
siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. Onlara geri dön; iyi bilsinler ki, kendilerine
asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları, kesinlikle hor ve aşağılanmış
olarak çıkarırız!” dedi.
19
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an )
28
29. Ayetlerden anlaşıldığına göre, Sebeliler Süleyman peygamberin karar
değiştireceğini sanarak ona bir takım hediyeler göndermişlerdir. Ne var ki,
Süleyman peygamber kendi adına değil de Allah adına hareket ettiği için, gönderilen
bu hediyelerle ilgilenmemiştir. Onun amacı, Allah’ın astlarından güneşe tapan bu
topluluğa doğru yolu göstermektir. Hiç bir Allah elçisinin tebliğine karşılık bir ücret
alması mümkün olmadığı gibi, Süleyman peygamberin de Sebelilerden hediye kabul
etmesi söz konusu değildir.
Kur’an’da Melike’nin gönderdiği hediyelerin neler olduğundan söz
edilmemesine karşılık, rivayet mekanizması yine boş durmamış ve hediyelerin ne
kadar altından, ne kadar gümüşten oluştuğu hakkında listeler üretilmiştir.
Bu olayda, “dinde zorlama yoktur” ilkesine göre dileyenin Allah’a, dileyenin
de aya, güneşe tapabileceği; buna karşılık, Süleyman peygamberin ise gönderdiği
mektupla dinde zorlama yaptığı düşünülebilir. Fakat bu düşünce doğru değildir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, 24,25. ayetteki “Şeytan da göklerde ve yerde
gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde
etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan
alıkoymuş. Bunun için de onlar hidayete eremiyorlar” ifadesidir. İfadeden kolayca
anlaşıldığı gibi, orada bir şeytan vardır ve o şeytan halkın özgür iradesiyle
davranmasını engelleyerek onları Allah’tan uzaklaştırmakta ve güneşe taptırmak için
faaliyet göstermektedir. Allah’a savaş açmak anlamına gelen bu durum ise müdahale
edilmesi ve ortadan kaldırılması gereken bir fitnedir.
Ayette şeytan olarak nitelenen kişinin kimliğine ait henüz bir bilgimiz yoktur.
38, 39. Ayetler:
38
Süleymân dedi ki: “İleri gelenler! Onlar teslim olanlar olarak bana
gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?”
39
Cinlerden bir ifrit, “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana
getiririm. Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim” dedi.
Bu ayetlerde, gönderilen hediyeleri reddettikten sonra Süleyman peygamberin
Melike’nin tahtını kimin getireceği hususunda kurmaylarıyla yaptığı görüşmeler
nakledilmektedir.
39. ayette cinlerden bir ifritin “Sen makamından kalkmadan” şeklindeki
ifadesi, klâsik kaynaklardaki ve bu kaynakları peşinen doğru kabul edenlerin
eserlerindeki gibi “sen yerinden kalkmadan” anlamında olmayıp “sen iktidar
koltuğundan kalkmadan”, yani “sen iktidarda iken, sen iktidardan düşmeden, senin
iktidarın döneminde” demektir.
“ ققامقمقMakam” sözcüğü, “ ققومققkavm [oturur durumdan ayağa kalkma]”
sözcüğünün ism-i mekân kalıbı olup sözcüğün esas şekli “ مقققومmakvem”dir.
Dolayısıyla “ مقققامmakam” sözcüğünün anlamı “kalkılan, ayakta durulan yer”
demektir. Bu sözcük tek başına kullanıldığında, verdiğimiz sözcük anlamına; izafetli
kullanıldığında ise “mevki, konum” anlamına gelir. Sözcüğün Arapçadaki kullanımı
aynen Türkçede de söz konusu olup “makam arabası”, “makam odası”, “başbakanlık
makamı”, “savcılık makamı”, “şahitlik makamı”, “adlî makamlar”, “idarî
makamlar”… gibi hep izafelidir.
“ قققومKavm” sözcüğünün karşıt anlamlısı “ جلققوسcülûs [ayakta duranın
oturması]” sözcüğü olup “bir makama tayin olma, göreve başlama, makam
koltuğuna oturma” anlamında kullanılır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu döneminde
29
30. padişahların tahta çıkışlarına “cülûs-u hümayun” denmiş ve bu olaylar için “cülûs
törenleri” düzenlenmiştir.
“Makam” sözcüğü Kur’an’da 14 yerde geçmektedir. Sözcük altı yerde yalın
hâlde ve “yer” anlamında kullanılmıştır. Diğer sekiz yerde ise izafetli olarak “mevki,
konum” anlamında kullanılmıştır. Konumuz olan 39. ayetten başka, sözcüğün
“mevki, konum” anlamında kullanıldığı ayetler şunlardır: Bakara/125, Âl-i
Imran/97, Rahman/46, Naziat/40, Maide/107, Yunus/71, İbrahim/14. Bunlardan iki
tanesinin meali aşağıdadır:
96,97
Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev,
Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip
ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü
yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın
insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün
âlemlerden zengindir.
(Âl-i Imran/ 97)
46
Ve Rabbinin makamından korkan kimseler için iki cennet vardır.
(Rahman/ 46)
Sonuç olarak, 39. ayette izafetli kullanılmış olan “makam” sözcüğü de,
yukarıda meallerini sunduğumuz ayetlerdeki “makam” sözcükleri gibi “mevki,
konum” anlamındadır.
“ عفريتİfrit” sözcüğü, özet bir ifadeyle, “akranlarını ezip geçen, onları zelil kılan kötü
adam” demektir.20
İsrail ülkesindeki yabancılardan olan bu kişinin ayetteki “Ve hiç
şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim” ifadesi, “Onu taşıyabilirim, hiçbir
şeyi kırmadan, dökmeden, olduğu gibi getirebilirim; alıp kaçmam, ihanet etmem”
anlamına gelmektedir.
40. Ayet:
40
Kitap'tan yanında bilgi olan kimse: “Ben onu sana bakışın kendine
dönmeden önce getiririm” dedi.
Sonra Süleymân Melike'nin tahtını yanında durur bir hâlde görünce:
“Bu, kendime verilen nimetlerin karşılığını ödeyecek miyim, yoksa
iyilikbilmezlik mi edeceğim diye beni belâlandırmak için Rabbimin
fazlındandır. Ve kim kendisine verilen nimetlerin karşılığını öderse hiç
şüphesiz kendisi için karşılığını öder. Kim de iyilikbilmezlik ederse, hiç
şüphesiz ki Rabbim çok zengin ve kerîm'dir.”
“Kitaptan bilgisi olan kişi”nin ayette nakledilen “ طرفك اليك دّ يرت ان قبل Kable
enyertedde ileyke tarfuke” şeklindeki ifadesi, klâsik meal ve tefsirlerde görüldüğü
gibi “gözünü açıp kapamadan” demek olmayıp “senin bakışın kendine dönmeden
önce” demektir. Yani; “Sen bu işi kafandan silmeden önce; sen şimdi aklına Sebe’
melikesi ve ülkesini taktın, başka bir şey düşünmüyorsun ve gözün hiçbir şey
görmüyor; başka bir konuyla ilgilenmiyorsun, kendine dönüp bakmıyorsun ya, işte
20
(Lisanü’l-Arab, c.6, s.326-331, “afr” mad.)
30