SlideShare a Scribd company logo
1 of 36
43 / FATIR SURESİ
GİRİŞ
Adını 1. ayetteki “ ‫ففاطر‬fatır” sözcüğünden alan Fatır suresi, Mekke’de 43.
sırada inmiş olup 29. ve 32. ayetlerinin Medine döneminde indiğine dair nakiller
mevcuttur. 1. ayetinde geçen “ ‫كة‬‫ك‬‫الملكئك‬el melaike” sözcüğünden dolayı “Melaike
[melekler]” suresi olarak da anılmaktadır.
Bazen tüm insanlığa, bazen de ilk muhataplara seslenilen surede Kur’an’a,
Kur’an ile elçi ilişkisine ve kâfirlerin tepkilerine değinilmekte, ayrıca Allah’ın
peygamberimizi ve inananları birçok kez teselli edişi ile akıl ve duygulara hitap eden
uyarılara da yer verilmektedir.
1
43 / FATIR SURESİ
Rahman Rahîm Allah adına
Ayetlerin meali:
1
Tüm övgüler, gökleri ve yeri yoktan yaratan, haberci âyetleri ikişer,
üçer, dörder … anlamlı/ doğal güçleri ikişer, üçer, dörder … şiddet biriminde
elçiler yapan Allah'a özgüdür; başkası övülemez. O, oluşturmada dilediği
şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir. 2
Allah, insanlara
rahmetten neyi açarsa, artık onu tutacak biri olamaz. Her neyi de tutarsa, onu
da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli,
yenilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı
iyi engelleyen/sağlam yapandır.
3
Ey insanlar! Size gökten ve yerden rızık veren Allah'ın üzerinizdeki
nimetini hatırlayın. Allah'tan başka bir oluşturucu mu var? O'ndan başka ilâh
diye bir şey yoktur. Buna rağmen nasıl döndürülüyorsunuz?!
4
Ve eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, kesinlikle senden önce de elçiler
yalanlanmıştı. Ve işler yalnızca Allah'a döndürülür.
5
Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah'ın yapmak için verdiği söz gerçektir.
Onun için bu basit dünya yaşamı sizi aldatmasın. Ve sakın o aldatıcı, sizi, Allah
ile aldatmasın. 6
Şüphesiz o şeytan, sizin için düşmandır. Onun için siz de onu
düşman edinin. Şüphesiz şeytan kendi taraftarlarını alevli ateşin ashâbından
olmaları için çağırır.
7
Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu
kimseler; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve düzeltmeye
yönelik işleri yapmış kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ödül
vardır. 8
Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel
gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır,
dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı
hasretlerle/ üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta
olduklarını çok iyi bilir.
9
Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete
geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp
göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte
böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek.
10
Her kim üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan;
mutlak galip olmak istiyorsa, bilsin ki en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi
mümkün olmayan; mutlak galip olmak tamamıyla yalnızca Allah'ındır. Hoş
kelimeler yalnızca O'na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Kötülüklerin
plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların
plânları ise; o, darmadağın olur.
11
Ve Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden oluşturdu. Sonra sizi çiftler
yaptı. Dişi ancak O'nun bilgisi ile hamile olur ve bırakır [doğurur/düşürür].
Kendisine ömür verilenin de ömründen yaşadığı ve ömründen eksilen kesinlikle
bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah'a çok kolaydır.
12
İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken kayar; şu
da tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et yersiniz ve giyeceğiniz
bir süs çıkarırsınız. O'nun armağanlarından hakkınız olanı arayasınız ve
2
kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye onda suyu yara yara
giden gemileri de görürsün.
13,14
Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve
ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir
müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbiniz
Allah’tır. O'nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin
zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler;
işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul
etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez.
15
Ey insanlar! Allah'a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve
övgüye lâyık olandır.
16,17
Eğer O dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir oluşturmayı/halkı getirir.
Bu, Allah'a hiç güç de değildir.
18
Ve günâhkar bir kimse, başkasının günahını çekmez. Eğer çok günahı
olan/çok zengin olan bir kimse, günahını çektirmek için birini çağırsa da
ondan hiçbir günah alınıp başkasına çektirtilmeyecek. –Bir akrabası olsa bile–
Şüphesiz sen ancak Rablerine karşı ıssız yerlerde saygıyla, sevgiyle, bilgiyle
ürperti duyan ve salâtı ikame edenleri [mâlî yönden ve destek olma; toplumu
aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutanları] uyarırsın. Her kim
arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah'adır.
19-21
Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz.
22
Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene
işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. 23
Sen sadece bir
uyarıcısın.
24
Şüphesiz Biz, seni hak ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik/elçi
yaptık. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı kesinlikle gelip geçmiştir. 25
Ve
onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de
yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı
kitaplarla gelmişlerdi. 26
Sonra Ben, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini
bilerek reddeden o kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni
tanımamak/tanıtmamaya yeltenmek nasıl oldu?
27
Görmedin mi/ hiç düşünmedin mi, gerçekten Allah gökten bir su
indirdi? Biz onunla renkleri başka başka meyveler/ ürünler çıkarıverdik.
Dağlardan da yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde/ renklerin değişik
tonlarında. Ve kapkara topraklar/ yollar da var.
28
İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü
türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla,
sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok
bağışlayıcıdır.
29,30
Hiç şüphesiz Allah'ın kitabını okuyan, salâtı ikame eden [mâlî yönden
ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan ve
ayakta tutan] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak
Allah yolunda harcama yapan/ yakınlarının nafakalarını temin eden şu
kimseler, Allah, ödüllerini kendilerine tastamam versin ve armağanlarından
kendilerine artırsın diye, kesinlikle batma ihtimali/ olasılığı olmayan bir
ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir.
31
Ve Bizim, Kitap'tan sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı
olarak vahyettiğimiz şey, hakkın ta kendisidir. Şüphe yok ki, Allah, kullarını
hakkıyla bilen ve hakkıyla görendir.
3
32,33
Sonra Biz, Kitab'ı kullarımızdan, süzüp seçtiklerimize miras bıraktık.
Şimdi de onlardan bazıları kendilerine haksızlık eden, bazıları orta yolu
tutan/ikili oynayan, bazıları da Allah'ın izniyle/ bilgisiyle hayırlarda önde
gidenlerdir. İşte bu, büyük armağanın; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar
oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir.
Oradaki elbiseleri ipektir. 34,35
Onlar orada, “Tüm övgüler, bizden o üzüntüyü
gideren ve bizi armağanlarından, kendisinde bize yorgunluk gelmeyen,
kendisinde bizim için usanç olmayan, durulacak bu yurda girdiren Allah'a
özgüdür; başkası övülemez. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık
vericidir” derler.
36
Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişiler,
cehennem ateşi kendileri için olanlardır. Onlar hakkında hüküm verilmez ki
ölsünler. Kendilerinden, cehennem ateşinin birazı da hafifletilmez. İşte Biz,
kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden her aşırı kimseyi böyle
cezalandırırız. 37
Ve onlar, orada feryat ederler: “Rabbimiz! Bizleri çıkar,
yapmış olduklarımızdan başka düzgün amel yapalım.” –Sizi, düşünecek
olanın düşüneceği kadar ömürlendirmedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. O hâlde
tadın! Artık şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için bir yardımcı
da yoktur.–
38
Kesinlikle, Allah göklerin ve yerin görülmeyenini, duyulmayanını,
sezilmeyenini bilendir. Hiç şüphesiz O, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir.
39
O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim küfrederse; Allah'ın
ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini
bilerek reddedetmesi kendi zararınadır. Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve
rabliğini bilerek reddedenlerin küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek
reddetmeleri, Rablerinin katında kendilerine sadece buğzu artırır. Ve
kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin küfrü;
Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedetmeleri kendilerine sadece
zararı artırır.
40
De ki: “Allah'ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz
kimseleri hiç düşündünüz mü? Gösterin bana, yeryüzünden neyi
oluşturmuşlar? Ya da onlar için göklerde bir ortaklık mı var? Ya da Biz
kendilerine bir kitap vermişiz de onlar, ondan bir delil üzerinde midirler?”
Tam tersi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler,
birbirlerine, aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar.
41
Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yokoluvermekten, Allah tutuyor.
Andolsun ki eğer gökler ve yeryüzü yokoluverirlerse, onları O'ndan sonra
kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır.
42,43
Ve onlar, var güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı
bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru
yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu,
yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece
nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre
kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/ onlara uygulanandan başka ne
gözetiyorlar? Onun için sen, Allah'ın uygulamasında asla bir değişme
bulamazsın. Sen, Allah'ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın.
44
Ve yeryüzünde gezip de bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin
sonu nasıl olmuş? Hâlbuki onlar, kuvvetçe kendilerinden daha çetin idiler.
Göklerde ve yeryüzünde Allah'ı âciz bırakan hiçbir şey yoktur. Kesinlikle O, en
iyi bilendir, en güçlü olandır.
4
45
Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları
sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde küçük-büyük hiçbir canlıyı
bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir.
Sonunda süre sonları geldiği zaman da artık şüphesiz Allah, Kendi kullarını en
iyi görendir.
AYETLERİN TAHLİLİ
1. Ayet:
1
Tüm övgüler, gökleri ve yeri yoktan yaratan, haberci âyetleri ikişer, üçer,
dörder … anlamlı/ doğal güçleri ikişer, üçer, dörder … şiddet biriminde
elçiler yapan Allah'a özgüdür; başkası övülemez. O, oluşturmada dilediği
şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.
Surenin bu giriş ayeti, müteşabih ayetlerin en güzel örneklerinden birisidir ve
Yüce Rabbimiz burada dikkat çekici sözcüklerle ciddî mesajlar vermektedir. Ayette
geçen sözcükler sıradan sözcükler olmayıp üzerinde bir hayli düşünülmesi gereken
sözcüklerdir. Bu sebeple söz konusu sözcükleri tek tek ele almayı yararlı görüyoruz.
HAMD
Fatiha suresinin tahlilinde de açıkladığımız gibi, “‫الحمفد‬ hamd” kötülemenin
karşıtı olup bir nimetin ve güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü övgü ve yüceltme
sözleriyle anmaktır.1
Ancak şu incelik iyi anlaşılmalıdır: “Hamd”, verilen bir
nimetten yararlanma veya yapılan bir yardımla feraha çıkma karşılığı olmaktan çok,
o nimeti verenin veya o yardımı yapanın yani Yaratıcı’nın sonsuz güç ve kuvvetine,
yarattığı nimetlerin çokluğuna, O’nun Rabbliğine duyulan hayranlık sebebiyle dile
getirilen bir övgüdür. Bu anlam inceliği nedeniyle “hamd” etmek “şükür”den
farklıdır. Şükür bir nimete karşılık olarak ve ancak bir eylemle yapılırken, hamd bir
nimetten yararlanmadan da ve sadece söz ile yapılır. Hamd, ilk bakışta “methetme”
olarak tanımlanabilirse de, her methiye [övgü] hamd değildir. Çünkü methiyenin
riyakârlık, dalkavukluk şaibesi taşımasına karşılık hamd tam bir samimiyet
gerektirir. Dolayısıyla hamd, nimetleri, ikramları ve iyilikleri sonsuz olan Yüce
Rabbimiz dışında hiç kimseye yapılmaz. O hâlde hamd edilirken nimetler sahibi
Yüce Allah hem övülerek yüceltilmeli, hem de O’na şükredilmelidir.
Hamd ve önemi konusunda şu ayetlere bakılabilir: En’âm/1, A’râf/43,
Yunus/10, Ta Ha/130, Kasas/70, Zümer/74.
‫الفطر‬FATR
Türevleri ile birlikte Kur’an’da yirmi kez geçen ve “ ‫فطرة‬fıtrat”, “ ‫فطور‬fütur”, “
‫فار‬‫ف‬‫إفط‬ iftar” şeklindeki türevleri Türkçeye de geçmiş olan “ ‫فر‬‫ف‬‫فط‬َfatr” sözcüğünün
1
(Lisanü’l-Arab; c.2, s 583)
5
anlamı “yarmak” demektir. Sözcük ilk olarak “parmak uçlarıyla devenin
memelerinden süt sağmak” eylemi için kullanılmış, ancak zaman içinde bu anlam
genişleyerek “bir şeye müdahale etmek suretiyle bir oluşum sağlamak” anlamında
yerleşmiştir.2
Bu anlama göre “fatr” sözcüğü hem “ilk kez yapma, yoktan yaratma”,
hem de “mevcut düzeni bozma” olarak açıklanabilir. Sözcüğün her iki anlamı da
dikkate alınarak ayetin ilgili bölümü şu şekillerde çevrilebilir:
- Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, …
- Hamd, gökleri ve yeri parçalayacak olan, …
“Fatr” sözcüğünün “mevcut düzeni bozma” şeklinde anlamlandırılması,
“fatara” fiilinin mutavaat anlamı veren “ ‫كار‬‫ك‬‫إنفط‬ infitar” ve “ ‫كرة‬‫ك‬‫منفط‬münfetıratün”
kalıpları kullanılarak yerin ve göğün Allah tarafından parçalanacağını bildiren
ayetler ile de uyum göstermektedir:
1-5
Gök çatladığı zaman, yıldızlar dökülüp dağıldığı zaman, denizler yarılıp akıtıldığı zaman,
kabirler altüst edildiği zaman; kişi, önünden gönderdiği ve geri bıraktığı şeyleri öğrenmiştir.
(İnfitar/ 1)
18
Gök bile o günün şiddeti ile parçalanır. O'nun yerine getirmek için verdiği söz
gerçekleşmiştir.
(Müzzemmil/ 18)
MELEKLER
Necm ve Kadr surelerinin tahlillerinde de belirttiğimiz gibi, “melek”
sözcüğünün anlamı hangi kökten türediğine göre değişmektedir. “Melâike” ve
bunun tekili olan “melek” sözcükleri ya “ ‫ؤلوك‬ ulûk” kökünden ya da “ ‫ملك‬ melk”
kökünden türemişlerdir. Buna göre:
1- Eğer “elçi göndermek” anlamına gelen “‫ؤلوك‬ ulûk” kökünden türemiş ise,
aslı “ ‫مألك‬ me’lek” olan sözcük, ism-i zaman, ism-i mekân ve mastardır. Dolayısıyla
sözcüğün başındaki “ ‫م‬ [m]” harfi ektir. Sonraları “ ‫ا‬ [elif]” ile “ ‫ل‬ [lâm]” harfleri
yer değiştirmiş ve sözcük “ ‫ملئك‬ mel’ek” hâline getirilmiştir. Sözcüğün “Allah’tan
elçi” anlamında isim olarak kullanılmaya başlamasıyla da hemze terk veya tahfif
yoluyla kaldırılmış ve sözcük “melek” şeklini almıştır.3
2- Eğer sözcük
“kuvvet, yönetim gücü” anlamındaki “ ‫ملك‬ melk” kökünden türemiş ise, bu takdirde
sözcüğün başındaki “ ‫م‬ [m]” harfi ek olmayıp sözcüğün aslındandır. “Mülk, milk,
malik ve melik” sözcükleri de bu kökten türemişler ve anlamlarını da bu kökten
almışlardır.
Eski tefsircilerin genellikle birinci görüşü benimsemiş olmalarına karşılık
bizim tespitlerimiz sözcüğün Kur’an’da farklı anlamlara gelen her iki kökten türemiş
hâliyle de kullanıldığı yönündedir. Buna göre, konumuz olan “melâike” sözcüğü
bazen “elçi” anlamına, bazen de “yönetim gücü” anlamına gelmektedir. Sözcüğün
nerede hangi anlamda kullanıldığı ise yer aldığı pasajın söz akışından
anlaşılmaktadır.
ELÇİLER
2
(Lisanü’l Arab; c.7, s.124,125 ftr mad.)
3
(Lisanü’l-Arab; c.1, s. 191, 192. elk mad.)
6
Genelde “Bir uzlaşma amacıyla ya da bir işi bitirmek için gönderilen kimse”
olarak tanımlanan “‫فول‬‫ف‬‫روس‬ّ‫س‬ ‫ال‬ resul [elçi]” sözcüğü kısaca “gönderilmiş” demektir.
Ancak “‫روسول‬ّ‫س‬ ‫ال‬ resul [elçi]” sözcüğünün sadece insanlardan seçilmiş elçileri ifade
ettiği sanılmamalıdır. Çünkü Kur’an’da Allah’ın meleklerden de elçiler seçtiği
bildirilmektedir:
75,76
Allah, haberci âyetlerden elçiler seçer, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, en iyi
işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler, yalnızca Allah'a
döndürülür.
(Hacc/ 75)
“Melek” sözcüğünün türediği kök sözcüklere göre ifade ettiği anlamlar
hakkındaki açıklamalar göz önüne alındığında, elçilerin “melek” cinsi olanlarının ya
“yönetim gücü”nü temsil eden kuvvetler ya da “haber verici” nitelikli şeyler olduğu
sonucu ortaya çıkmaktadır.
Rabbimizin yağmur ve rüzgârları “yönetim gücü” anlamında elçi olarak
yolladığı pek çok ayette bildirilmiştir (Furkan/48, En’âm/6, A’râf/133, 162, Hicr/22,
Ankebut/40, Ahzab/9, Sebe/16, Fussılet/16, Zariyat/32–41, Kamer/19, 31, 34,
Rahman/35, İsra/68, Ra’d/13, Kehf/40, Neml/63, Rum/46, 48, Mülk/17 ve Nuh/11).
“Haber verici” nitelikli melek cinsi elçilerin ise neler olabileceğini düşünmeye
başlamadan önce dikkate alınması gereken husus, Rabbimizin elçilerin
“indirilmişler”den de olabileceğini bildiren şu ifadesidir:
10,11
Allah, onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde, ey kavrama yetenekleri olan iman
etmiş kimseler! Allah'ın koruması altına girin. Kesinlikle Allah, iman etmiş ve düzeltmeye yönelik
işler yapmış kimseleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size bir öğüt, size Allah'ın açık
açık âyetlerini/ alâmetlerini/ göstergelerini okuyan bir elçi indirdi. Ve her kim, Allah'a inanır ve
sâlihi işlerse, Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde sonsuza dek kalacakları cennetlere girdirir.
Allah, onun için rızkı güzelleştirmiştir.
(Talâk/ 10, 11)
Yukarıdaki ayetlerin ifadesinden kolayca anlaşılabileceği gibi, Yüce Allah’ın
indirdiği “Elçi-Öğüt” peygamber değil, Kur’an ayetleridir. Yani “heber verici”
nitelikleri ile birer “melek” olan Kur’an ayetleri, Allah’ın indirdiği evrensel,
ölümsüz elçileridir.
İKİŞER, ÜÇER, DÖRDER KANATLI
Cahiliye Arapları arasında yaygın olan inanışa göre Allah’ın kızları ve
yardımcıları olan melekler kanatlı yaratıklardır ve rüzgâr, yağmur, deprem gibi doğa
olayları da onların eseridir. Bu cahilî inanışlar kısmen rivayetlere de girmiş ve
peygamberimizin Cebrail’in kanatlarının altı yüz olduğunu bildirdiği iddia
edilmiştir. Ayrıca bu tür abartılar İsrafil’in her biri doğudan batıya uzanan tam on iki
bin tane kanadı olduğu, Allah’ın Arş’ını da bu kanatlarla taşıdığı gibi fantezilerle de
süslenmiştir. Özellikle Ka’bu’l Ahbar rivayetlerindeki meleklerin kanatları
milyonları da aşmaktadır.
7
Biz, “kanat” sözcüğünün burada “güç”ten kinaye olarak kullanıldığını
düşünmekteyiz. Şöyle ki: Bu kanatlar bir bakıma fizik biliminde bir güç birimi
olarak kullanılan HP [Beygir Gücü] ifadesi gibidir. Meleklerdeki kanat çokluğu,
onların güçlerinin fazlalığını ifade etmektedir. Buna göre, Meleklerin kanatları:
- “Melek” sözcüğü “yönetim gücü” anlamında kabul edildiği takdirde,
meleklerin kanatları da yağmur, rüzgâr, sel gibi doğa olaylarının “güç”ü olarak;
- “Melek” sözcüğü “haber verici” anlamında kabul edildiği takdirde ise
“Kur’an ayetlerinin müteşabih anlamlarının insanlar üzerinde yarattığı etkiler”
olarak anlaşılmalıdır.
Bu açıklamalardan sonra konumuz olan ayetlerin takdiri, sözcüklerin değişik
anlamlarına göre iki türlü yapılabilir:
a- “Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, gönderdiği ayetleri ikişer, üçer,
dörder anlamlı elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır.
Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.”
b- “Hamd, gökleri ve yeri yarıp parçalayacak olan, rüzgârları değişik şiddette
elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki
Allah her şeye gücü yetendir.”
Meleklerin bu ayette ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçi oluşları hakkındaki
tevilimiz, indirilmiş elçiler olan Kur’an ayetlerinin müteşabih olanlarının birden çok
anlamı ifade ettiklerinin bildirildiği yönündedir. Bu anlamı tercih etmemize, 2.
ayette geçen “rahmet” ve “Hakiym” ifadeleri ipucu olmuştur.
Ayetin son kısmındaki “Allah … artırır” ifadesiyle Allah’ın gücünün
sınırsızlığı, her istediği şeyi yaratacağı ve yaratmasının sürekliliği açıklanmaktadır.
2. Ayet:
2
Allah, insanlara rahmetten neyi açarsa, artık onu tutacak biri olamaz.
Her neyi de tutarsa, onu da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve Allah, en
üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en
iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
Bu ayette Yüce Allah’ın tasarrufuna hiç kimsenin mani olamayacağı
bildirilmekte ve bu genel hüküm, “Rahmeti açma veya tutma” konusu ele alınarak
somutlaştırılmaktadır. Buradaki “Rahmeti açma veya tutma” ifadesini, “peygamber
yollama veya yollamama” ya da “yağmur yağdırma veya yağdırmama” olarak
anlamak mümkündür.
Eğer bu ifade “peygamber yollama veya yollamama” olarak anlaşıldığı
takdirde, Allah’ın kimi, nereye elçi gönderdiği konusuna hiç kimsenin müdahale
edemeyeceği; Allah’tan başka hiç kimsenin resul [elçi] gönderemeyeceği ve
kimsenin kendini elçi ilân edemeyeceği bildiriliyor demektir. Nitekim Mekke
kodamanları elçiliğin peygamberimize verilmesini yadırgamışlar ve “Allah göndere
göndere bunu mu elçi gönderdi?” diye itirazda bulunmuşlardı. Mekke ileri
gelenlerinin bu davranışları daha önce inmiş olan Kaf, Sad ve Furkan surelerinde
dile getirilerek eleştirilmişti. Rabbimiz Sad suresinin 9 ve 10. ayetlerinde “Yoksa
çok güçlü ve çok bağışlayıcı Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya
da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyle ise
sebeplerin içinde yükselsinler!” şeklinde cevap vererek onların bu temelsiz
yaklaşımlarına cevap vermişti.
Allah’ın rahmetine müdahalede bulunmak isteyen haddini bilmez inkârcılar,
Rabbimiz tarafından hep aynı sertlikle uyarılmışlardır:
8
124
Ve onlara bir âyet geldiği zaman, “Allah'ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla
inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere,
çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir aşağılık ve çetin bir azap dokunacaktır.
(En’âm/ 124)
38
Ve sen, gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim oluşturdu?” diye sormuş olsan, kesinlikle
“Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse Allah'ın astlarından çağırdıklarınızı hiç düşündünüz mü? Eğer
Allah, bana bir zarar vermek istediyse, onlar O'nun zararını giderebilen kimseler midirler? Yahut bana
bir rahmet dilediyse, onlar O'nun rahmetini engelleyebilen kimseler midirler? De ki: “Allah, bana
yeter. Sonucu bırakanlar, yalnızca O'na sonucu bıraksınlar.”
( Zümer/ 38)
31
Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler.
32
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların
geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların
bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri
şeylerden daha hayırlıdır.
Zühruf 31–32:
86
Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir
rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere
arka çıkma/ yardımcı olma.
(Kasas/ 86)
“Rahmeti açma veya tutma” ifadesi “Allah’ın bulut gönderip yağmur
yağdırması veya yağdırmaması” olarak anlaşıldığı takdirde, ayette, Allah’ın
gönderdiği bulut ve yağmura kimsenin engel olamayacağı, göndermediğini de zorla
kimsenin gönderemeyeceği bildiriliyor demektir.
Aslında buradaki “rahmet” sözcüğünün anlamını “rızk, evlât, mal mülk,
makam mevki, güç, otorite, sağlık, bilgi, lütuf” olarak genişletmek mümkündür.
Çünkü “rahmet”in “yağmur” anlamında kullanıldığı ayetler olduğu gibi, “rızk”
anlamında kullanıldığı ayetler de mevcuttur. Bu takdirde ayetten Allah’ın bu
nimetler için rahmetini açmasına ve bunların belirlenen kişiye ulaşmasına engel
olunamayacağı veya Allah’ın rahmetini tutması hâlinde o kişinin bu nimetlerden
mahrumiyetini hiç kimsenin tersine çeviremeyeceği anlaşılır.
107
Ve eğer Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, onu O'ndan başka giderecek biri yoktur.
Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zaman da O'nun verdiklerini geri çevirecek biri yoktur. O,
armağanlarını kullarından dilediğine isabet ettirir. Ve Allah, çok yarlıgayıcı, çok merhametlidir.
(Yunus/ 107)
Allah Aziz’dir, Hakîm’dir
Ayetin sonunda yer alan bu iki sıfat, Rabbimizin mutlak galip ve en iyi yasa
koyucu olduğunu vurgulamaktadır. Bu sıfatlarıyla Rabbimiz kendi tasarrufuna
kimsenin mani olamayacağını, bütün direnmelere rağmen yasalarını indirerek
rahmetini dilediğine göndereceğini ortaya koymuş olmaktadır.
3. Ayet:
9
3
Ey insanlar! Size gökten ve yerden rızık veren Allah'ın üzerinizdeki
nimetini hatırlayın. Allah'tan başka bir oluşturucu mu var? O'ndan başka ilâh
diye bir şey yoktur. Buna rağmen nasıl döndürülüyorsunuz?!
Bu ayette “Ey insanlar!” hitabıyla tüm insanlara seslenilmekte ve Yüce
Allah’ın rahmeti [verdiği nimetler] hatırlatılarak herkesin aklını başına alması
istenmektedir: “Yaratan ve rızk veren sadece Allah olmasına rağmen nasıl olup da
taştan, ağaçtan, madenden, melekten, elçiden, azizden ve benzeri yaratılmışlardan
yardım istiyor, onları ilâhlaştırıyorsunuz?”
Bu uyarı, daha fazla ayrıntı verilerek Yunus Suresi’nde de yapılmıştır:
31,32
De ki: “Sizi gökten ve yeryüzünden kim rızıklandırıyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim
sahip oluyor, bunların sahibi kim? Ve ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Ve işleri kim
düzenliyor?” Hemen “Allah” diyecekler. O zaman de ki: “O hâlde hâlâ Allah'ın koruması altına
girmeyecek misiniz? Öyleyse işte O, sizin gerçek Rabbiniz Allah'tır. Artık, gerçekten sonra
sapıklıktan başka ne olabilir! O hâlde nasıl da çevriliyorsunuz?”
(Yunus/ 31, 32)
Bilindiği gibi, Kur’an’ın indiği dönemlerde Araplar Allah’a inanıyorlar ama
O’nun Arş üzerinde kurulduğunu, yeryüzünü ise O’nun meleklerinin ve kendi
ilâhlarının idare ettiğini zannediyorlardı. Bu zihniyet Kur’an’da hep reddedilmiş, her
fırsatta Allah’ın tasarrufta bulunurken aracı kullanmadığı gerçeği ifade edilmiştir.
4. Ayet:
4
Ve eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, kesinlikle senden önce de elçiler
yalanlanmıştı. Ve işler yalnızca Allah'a döndürülür.
Peygamberimize güç vermek için inmiş olan bu ayet, ister bir parantez cümlesi
olarak kabul edilsin, ister Mushafın tertibindeki bir yerleştirme hatası olarak kabul
edilsin, insanlığa yapılan genel açıklamayı bölerek uyarıların arasına girmiş bir
teselli cümlesidir. Burada peygamberimize zımnen “Bu yalanlama, karşı çıkma ve
taciz, ilk kez yapılmış olmayıp senden evvelkilere de aynı şeyler yapılmıştı. Ama
müsterih ol, her şey, her iş Allah’a döndürülür; onun hesabı mutlaka görülür”
denilmektedir.
Bir teselli olarak daha önceki elçilerin de yalanlandığını bildiren bu ayetin
benzerleri Kur’an’ın başka surelerinde de mevcuttur:
42-44
Ve eğer onlar, seni yalanlıyorlarsa bil ki onlardan önce Nûh'un toplumu, Âd, Semûd,
İbrâhîm'in toplumu, Lût'un toplumu, Medyen ashâbı da yalanlamışlardı. Mûsâ da yalanlandı da
Ben, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselere bir süre verdim. Sonra
da onları yakalayıverdim. Peki, Beni tanımamak nasılmış!
(Hacc/ 42)
184
Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller, sayfalar ve aydınlatıcı kitap
ile gelen elçiler de yalanlanmıştı.
(Âl-i Imran/ 184)
18
Ve eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki birtakım ümmetler de yalanlamıştı. Elçi'ye
düşen de apaçık tebliğden başka bir şey değildir.
(Ankebut/ 18)
10
34
Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar
yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse
yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.
(En’âm/ 34)
Ayetin sonundaki “Ve işler yalnızca Allah’a döndürülür” ifadesi, hem
yalanlayıcıların cezalandırılacaklarını bildiren bir tehdit, hem de inananların
ödüllerini alacaklarını bildiren bir vaattir. Benzer ifadeler daha birçok ayette yer
almaktadır:
210
Onlar, sadece Allah'ın buluttan gölgeler içinde gelmesini, doğal güçlerin [ışın, radyasyon ve
meteorların] gelmesini ve işin bitirilivermesini mi bekliyorlar? Hâlbuki bütün işler, yalnızca Allah'a
döndürülüyor.
(Bakara/ 210)
109
Ve göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. Ve bütün işler yalnızca Allah'a
döndürülür.
(Âl-i Imran/ 109)
Ayrıca Enfal/44, Hacc/76, Hadid/5, Lokman/22, Şura/53. ayetlere de
bakılabilir.
5. Ayet:
5
Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah'ın yapmak için verdiği söz gerçektir.
Onun için bu basit dünya yaşamı sizi aldatmasın. Ve sakın o aldatıcı, sizi,
Allah ile aldatmasın.
Bu ayette yine tüm insanlara seslenilerek Allah’ın vaadinin mutlaka
gerçekleşeceği bildirilmiş ve insanlar “basit yaşamın zevklerine, tutkularına
kanmamaları” ve “aldatıcılar tarafından Allah ile aldatılmamaları” konularında
uyarılmıştır.
Allah’ın vaadinden dönmeyeceğine ve Allah’ın vaadinin gerçekliğine [ahirette
dirilmenin olacağına, orada inananların ödüllendirileceğine ve inançsızların
cezalandırılacağına] dair Kur’an’da pek çok ayet vardır:
190-194
Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette,
ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu
üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi
Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil
etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse
yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen
inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile
birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür.
Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz
Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice
alâmetler/göstergeler vardır.
(Âl-i Imran/190- 194)
11
27-29,31
Yine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler: “Ona
Rabbinden bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi, eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin
parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’ân olsaydı…” diyorlar. De ki: “Şüphesiz Allah,
dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlanan kimseleri; inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla zihnindeki
tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişileri Kendisine kılavuzlar.” Gözünüzü açın!
Kalpler, yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla; zihnindeki tüm soru işaretlerini gidermekle rahata
kavuşur. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseler; tuba; güzellikler, müjdeler ve
güzel dönüş yeri sadece onlar içindir. Aslında emrin tümü Allah'ındır. İman edenler hâlâ
anlamadılar mı ki eğer Allah dilemiş olsaydı, kesinlikle insanların tümüne kılavuzluk ederdi. İnkâr
eden kimseler, Allah'ın vaadi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela
çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez/miadını şaşırmaz.
( Ra’d/ 31)
Ve Hacc/ 47, Rum/ 6, Zümer/ 20.
Rabbimiz, çeldiricilerden biri olan “basit yaşam” konusunda birçok ayetiyle
uyarıda bulunmuş ve bu dünyadaki yaşam uğruna ebedî olan ahiret yurdunun feda
edilmemesini istemiştir:
34,35
Ve denilmiştir ki: “Bugün Biz sizi, sizin bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz gibi
unuturuz/ terk ederiz/ cezalandırırız. Yeriniz de ateştir. Sizin için yardımcılardan herhangi biri de
yoktur. İşte bunlar, sizin Allah'ın âyetlerini alaya almanız ve basit dünya yaşamının sizi aldatması
sebebiyledir.” Artık bugün onlar, ateşten çıkarılmaz ve özür dilemeleri de kabul edilmez/ Allah'ı
hoşnut etmeleri de istenmez.
(Casiye/ 35)
70
Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/ oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya
hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve Kur’ân ile hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin
üretip kazandığıyla değişim ve yıkıma düşerse, onun için Allah'ın astlarından bir yardım eden, yol,
gösteren koruyan bir yakın kimse ve destekçi, kayırıcı söz konusu olmaz. Suçuna karşı her türlü
bedeli ödemeyi istese de ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile değişime/yıkıma uğrayan
kimselerdir. İyilikbilmezlik ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir
azap vardır.
(En’âm/ 70)
130
Ey gizli, âşikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze
kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, “Kendi aleyhimize
şâhitiz” dediler. Basit dünya yaşamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin;
Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına şâhitlik ettiler.
(En’âm/ 130)
Ve A’râf/ 50, 51, İnfitar/ 6, Lokman/ 33, Âl-i Imran/ 185, Hadid/ 20.
Konumuz olan ayette dikkat çekilen bir diğer önemli nokta da, “aldatıcının
insanları Allah ile aldatması” olgusudur. Allah ile aldatmak, Allah’ın emretmediği
veya yasaklamadığı herhangi bir hususu bilgisiz ve bilinçsiz kimselere Allah adına
emretme veya yasaklama girişimidir. Allah’ın Rahman, Rahîm, Ğafur ve Vekil gibi
sıfatlarını çarpıtarak insanların Allah’ın bu sıfatlarının çarpıtılmış hâline
güvenmelerini sağlamak ve böylece günaha ve şirke girmelerine yol açmak da yine
“Allah ile aldatma” kapsamındadır. Herkesin bu konuda çok dikkatli ve uyanık
olması gerekir. Çünkü bu tip aldatmalar genellikle “din adamı” kisveli kişilerce
yapılmaktadır. Rabbimiz Kur’an’da bu konu üzerinde çokça durmuştur:
12
79
Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya
satmak için, “Bu, Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar
olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun!
(Bakara/ 79)
78
Ve Kitap Ehlinden, bazı söz ve ilkeleri, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan
sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken akılsız, serseri bir gurup vardır. O, Allah katından
olmadığı hâlde, “Bu, Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah'a karşı yalan da
söylerler.
(Âl-i Imran/ 78)
21
Ve Allah'a karşı yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha yanlış davranan; kendi
zararlarına iş yapan kim olabilir? Hiç şüphe yok ki şirk koşarak yanlış davranan; kendi zararlarına iş
yapan bu kimseler kurtuluşa eremezler.
( En’âm/ 21)
Ve A’râf/ 37, Yunus/ 17, Hud/ 18, Kehf/ 15, Ankebut/ 68, Zümer/ 32.
Ayetteki “ ‫الغغغرور‬ğarur [aldatan]” sözcüğünün sadece İblis’i işaret ettiğini
düşünmek bize göre yanlıştır. Aldatıcının Kur’an’daki ilk örneği şüphesiz İblis’tir.
O, Âdem ve eşine “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer
melek / melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men
etti” demek suretiyle Allah adına vesvese vermiş ve uydurduğu yalanla her ikisini
de aldatmıştır. Ancak Kur’an’da şeytanların da aldatıcı olduğu bildirilmektedir.
Dolayısıyla buradaki “ğarur [aldatan]” sözcüğü hem İblis’i hem de tüm insan
şeytanları ifade etmektedir.
Bu konuda mesajlarına iyi kulak verilmesi gereken ayetler aşağıdadır:
120
İblis, onlara vaatte bulunur ve onları kuruntulandırır. Oysa şeytan onlara aldatmadan başka
bir şey vaat etmez.
( Nisa/ 120)
112,113
Böylece Biz, her peygamber için gizli-açık şeytanlarını düşman yaptık: Ki dünya malına
aldanmaktan dolayı, âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan hoşnut olsun ve
yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü gizlice telkinde
bulunur/fısıldar. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri
bırak!–
(En’âm/ 112–113)
63-65
Allah dedi ki: “Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli
bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla
onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” –
Ve şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.– Şüphesiz ki, Benim kullarım, senin için
onlar aleyhine hiçbir güç yoktur.” –Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu
programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak da Rabbin yeter.–
(İsra/ 64)
13
O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, o iman eden kimselere: “Bize bakın da sizin
ışığınızdan alalım?” derler. Denildi ki: “Arkanıza dönün de ışık arayın!” Sonra da aralarına içinde
rahmet, dışında da kendi yönünden azap olan kapılı bir sur çekilir.
14,15
Onlara: “Biz, sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. Mü’minler: “Evet ama, siz
kendi canlarınızı ateşe attınız, gözlediniz, kuşkuya düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Sonunda
Allah'ın emri gelip çattı. O, çok aldatan da sizi, Allah ile aldattı. Bugün artık sizden kurtulmalık
13
alınmaz, kâfirlerden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden de. Sizin varacağınız
yer ateştir. O, size yaraşandır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!”
(Hadid/ 13-15)
6. Ayet:
6
Şüphesiz o şeytan, sizin için düşmandır. Onun için siz de onu düşman
edinin. Şüphesiz şeytan kendi taraftarlarını alevli ateşin ashâbından olmaları
için çağırır.
Bu ayette insanı en çok aldatan, en fazla tuzağa düşüren düşman ele alınmış ve
insanlar ona karşı uyarılmıştır. Burada konu edilen şeytan; iğvalarıyla, yumuşak
girişleriyle insanı en fazla yanlışa sürükleyen İblis’tir. Bu sebeple Rabbimiz onu
bize tanıtmış, onun bizden kıyamete kadar ayrılmayacağını hem haber cümleleriyle
hem de temsilî anlatımlarla bildirmiştir:
59
Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın!
60-62
Ben; “Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve
Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı”
diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? 63
İşte bu, sizin vaat olunmuş
olduğunuz cehennemdir.
(Ya Sin/ 59–62)
118,119
Allah İblis'i dışladı. Ve İblis, “Elbette Senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları
kesinlikle saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de etinden-sütünden
yararlanılan hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın
oluşturuşunu/ölçülendirdiğini bozacaklar” dedi. Ve her kim Allah'ın astından şeytanı yol gösterici,
koruyucu yakın edinirse, o zaman şüphesiz o, apaçık bir ziyan ile ziyana uğrar.
(Nisa/ 118, 119)
50
Ve hani Biz doğal güçlere, “Âdem'e boyun eğip teslimiyet gösterin” demiştik de İblis/
düşünce yetisi dışında hepsi boyun eğip teslimiyet gösterdi. İblis, görünmez varlıklardandı/
enerjidendi. Sonra da kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, Benim astlarımdan onu ve onun
soyunu yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin
düşmanınızken. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için ne kötü bir değiştirmedir bu!
(Kehf/ 50)
7. Ayet:
7
Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu
kimseler; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve düzeltmeye
yönelik işleri yapmış kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ödül
vardır.
Kur’an’da çok sık rastlanan yönteme uygun olarak bu ayette de yine
uyarılardan sonra inananlar ile inanmayanların akıbetleri beyan edilmektedir.
8. Ayet:
8
Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören
kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de
14
kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/ üzüntülerle sıkılıp
gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.
İnananlar ile inanmayanların akıbetlerine ait açıklamaya bu ayette de devam
edilmiş ve bir lütuf olarak özgürlük verilen insanın tercihini yanlış kullanması
sonucu kendisini mahvedişi, özel bir ifade tarzı ile vurgulanmıştır. Ayetteki cümle
yapısına dikkat edilirse, ilk cümlede soru sorulmuş ama cevap verilmemiştir. Bu
ifade şekli, sorulan soruya herkesin kendi anlayışına göre cevap takdir etmesine
fırsat veren bir edebî sanattır. Yanlış tercih yapanların kesinlikle inanan ve salihatı
işleyenler gibi olmayacakları [onlara iyi davranılacağı] belli olduğuna göre, ayetin
ilk cümlesindeki soruya verilecek cevaplardan biri şu olabilir: “Ona da en kötü ceza
verilecektir. İman eden, salihatı işleyene büyük ödül var diye, kötü işler kendisine
güzel gösterilen, kendisi de onları güzel gören kötü kişiye de onun gibi mi
davranılacak? Şüphe yok ki Allah dilediğini / dileyeni şaşırtır, dilediğine / dileyene
de kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp
gitmesin. Onlar kendi gayretleriyle, çabalarıyla bu hale düşmüşlerdir. Acınacak
durumları yoktur, acımaya da gerek yoktur. Onlar kendileri etti, kendileri buldu.
Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.”
Ayetin ikinci cümlesinde geçen “Allah’ın dilediğini mi yoksa dileyeni mi
şaşırttığı ve dilediğine mi yoksa dileyene mi kılavuzluk ettiği” konusu, Tekvir
suresinin tahlilinde açıkladığımız “meşiet” kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi
gereken bir konudur. Kısaca söylemek gerekirse; “Allah’ın dilemesi”, insanların
özgür iradeleri ile tercih edebilecekleri bütün seçeneklerin Allah tarafından
yaratılmış olduğu anlamına gelmektedir.
Ayetin üçüncü cümlesi peygamberimizi teselli etmektedir. Çünkü Kur’an’ın
bildirdiğine göre, birçoğu akrabası olan Mekkelilerin tevhide yönelmeyip şirkte ısrar
etmeleri sebebiyle peygamberimiz çok büyük üzüntü duymakta ve bu üzüntü onu
âdeta kahretmektedir. Bu durumu bilen Rabbimiz, pek çok ayette, insanların
hidayete erip ermemelerinin kontrolünün bizzat kendisinde olduğunu bildirmiş,
elçinin görevinin sadece tebliğ ve tebyin olduğunu hatırlatarak onu uyarmış ve
teselli etmiştir:
56
Kesinlikle sen sevdiğini kılavuzlanan doğru yola iletemezsin; ama Allah dilediğine doğru
yolu gösterir ve O, kılavuzlanan doğru yolu kabullenecek olanları daha iyi bilir.
(Kasas/ 56)
272
Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru
yola getirir. Ve hayırdan harcamada bulunduğunuz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah
rızasını gözetmenin dışında harcamada bulunmazsınız. Ve hayırdan ne harcamada bulunursanız, o,
size tastamam ödenecektir. Ve siz, haksızlığa uğratılmayacaksınız.
(Bakara/ 272)
6
Sonra da sen onlar bu Kur’ân'a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden
neredeyse kendini harap edeceksin!
(Kehf/ 6)
176
Küfürde Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmekte yarışan şu kişiler de seni üzmesin.
Onlar, Allah'a hiçbir şekilde asla zarar vermezler. Allah onlara âhirette herhangi bir pay vermemeyi
istiyor. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.
(Âl-i Imran/ 176)
15
3
Onlar; Hıcr 91
Kur’ân'ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım
parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, 3
iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma
uğratacaksın!
(Şuara/ 3)
8. ayetin son cümlesi olan “Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok
iyi bilir” ifadesinde, inkârcılara dolaylı bir tehdit ve inananlara da bir uyarı vardır.
Ayrıca bu cümlede geçen “ ‫تصغنعون‬ ‫بمغا‬bima tasneûn” ifadesi de dikkat çekicidir.
Çünkü başka yerlerde genellikle “ ‫تعملغغون‬ ‫بمغغا‬bima ta’melûn” ifadesi geçmesine
karşılık Rabbimiz burada “sanayi, endüstriyel üretimler, sanatsal yapılar” anlamına
gelen özel bir sözcük seçmiştir. Buna göre Rabbimiz, bu ifadeyi kullanarak
müminlerin dikkatini düşmanlarının her türlü sanayii kullanarak kendilerini
yıldırmaya çalışacaklarına çekmekte ve müminlere sanayiye önem vererek
düşmanlara karşı hazırlıklı olmaları gerektiği mesajını vermektedir.
9. Ayet:
9
Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete
geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp
göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte
böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek.
Tekvinî mucizelere değinilen bu ayette dikkat çekmek için İltifat sanatı
kullanılmış; ayetin ilk bölümünde kendisinden “Allah” ve “O” diye üçüncü şahıs
olarak bahseden Rabbimiz, daha sonra sözlerine birinci çoğul şahıs zamiri “Biz” ile
devam etmiştir.
Rabbimiz bu ayette okyanuslardan, göllerden, nehirlerden, bataklıklardan
oluşan bulutları nasıl gönderdiği rüzgârlarla yukarılara kaldırıp sevk ediyor ve
yağdırdığı yağmurla ölü toprağı diriltiyorsa, ölüm sonrası tekrar canlanmanın da
bunun gibi olacağını bildirmekte, böylece tevhidî inancın oluşması yönünde akıl
sahiplerine yol göstermektedir.
Ölü toprağın canlanması, Kur’an’ın pek çok ayetinde, insanların ölümlerinden
sonra dirilmelerine örnek verilmiştir:
11
Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi
canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız.
(Zühruf/ 11)
9
De ki: “Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını
bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tâbi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
10
De ki: “Hiç düşündünüz mü? Eğer Kur’ân, Allah tarafından ise ve siz de onu bilerek
reddetmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları'ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup
da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız … Şüphesiz ki, Allah şirk koşarak yanlış, kendi
zararlarına iş yapanlar topluluğuna kılavuzluk etmez.”
(Kaf/ 9–11)
33
Ve ölü toprak, duyarsız topluma bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık
da ondan yeyip duruyorlar.
(Ya Sin/ 33)
16
Ve Rum/ 19, 24, 50, A’râf/ 57, Nahl/ 65, Ankebut/ 63, Casiye/ 5, Hadid/17.
Hatırlanacak olursa, ölü toprağın canlanması sadece saf su ile olmamaktadır.
Furkan suresinin 48, 49. ayetlerinin tahlilinde “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize”
adlı kitaptan alıntıladığımız “Ölü Bir Beldeyi Canlandıran Yağmurlar” başlıklı
yazıda, yağmurun, ihtiva ettiği mineral, tuz ve diğer kimyasal ve biyolojik
maddelerle toprağı gübrelediği belirtilmişti.
48,49
Ve O, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderendir. Ve Biz ölü bir beldeye can
verelim, oluşturduğumuz nice hayvanlara ve insanlara su sağlayalım diye gökten tertemiz bir su
indirdik.
(Furkan/ 48, 49)
Konumuz olan 9. ayette ölmüş, çürümüş insanlara nasıl hayat verileceğinin bir
örneği olarak gösterilen “ölü toprağın canlandırılması” olgusu, 1. ayette “melekler”
sözcüğüne karşılık olarak verdiğimiz “doğal güçler” ve “Kur’an ayetleri” şeklindeki
her iki anlamın da mantıklı olduğuna bir delil teşkil etmektedir. “Melekler” sözcüğü
eğer “doğal güçler” anlamında kabul edilirse, ölü beldeleri canlandıran yağmurun bir
“doğal güç” olduğu; yok, eğer “haber verici” nitelikte olan Kur’an ayetleri olarak
kabul edilirse, bu kez de Kur’an ayetlerinin ölü mesabesindeki insanları ve
toplumları canlandırdığı gerekçesiyle bu anlamlar doğrulanmış olur.
Ayetin son cümlesinde geçen ve “ölmüş, çürümüş, yok olup gitmiş insanlara
hayat verme” anlamında kullanılmış olan “nüşür” sözcüğünün bir başka kalıbı olan
“neşr”, “nâşirat” hakkındaki daha geniş açıklamamız Mürselat suresinin
tahlilindedir.
10. Ayet:
10
Her kim üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan;
mutlak galip olmak istiyorsa, bilsin ki en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi
mümkün olmayan; mutlak galip olmak tamamıyla yalnızca Allah'ındır. Hoş
kelimeler yalnızca O'na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Kötülüklerin
plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların
plânları ise; o, darmadağın olur.
Bu ayette akıllı insanın nasıl ve kimden yana olması gerektiği mesajı
verilmektedir. Buna göre, güç kuvvet, şan, şeref tamamıyla Allah’ındır. Dolayısıyla,
güçlü, şerefli olmak isteyen mutlaka Allah’tan yana olmalıdır. Allah’ın vahyine
karşı duranların, inançsızların her türlü plânları darmadağın olup gidecek, hiçbir işe
yaramayacaktır. Bilinmelidir ki, Allah’tan yana olanların yolu “kelime-i tayyibe”den
ve “salihatı işlemek”ten geçmektedir.
KELİME-İ TAYYİBE
“ ‫يةبغغغة‬ّ‫ب‬‫ط‬ ‫كلمغغغة‬Kelime-i tayyibe”, “hoş, güzel söz” demektir. Kur’an’dan
anlaşıldığına göre bu söz “La ilâhe illallah [Allah’tan başka ilâh diye bir şey
yoktur]” demektir ve bununla da kastedilen “gerçek iman”dır.
17
24,25
Görmedin mi; hiç düşünmedin mi, Allah nasıl bir örnek verdi? Güzel bir söz, kökü, sabit,
dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle/ bilgisiyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar
öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle örnekler verir.
26
Kötü bir söz'ün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca
benzer.
27
Allah, iman edenleri, basit dünya yaşamında ve âhirette sabit bir söze/imana sabitler. Allah,
şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları da saptırır. Ve Allah, dilediği şeyi yapar.
(İbrahim/ 24–27)
Ayetteki “düzgün amel onu yükseltir” ifadesi, Kur’an’da pek çok yerde geçen
“iman eden ve salihatı işleyenler” nitelemesinin bir başka ifadesidir. Bu ifade, kuru
kuru “Ben inandım” demenin yetersizliğini, imanın mutlak surette amel olarak
yansıması gerektiğini göstermektedir. Nitekim Kur’an’da imansız amelin işe
yaramayacağına dair onlarca ayet vardır. Amelsiz bir imanın yetersizliği bu ayette de
böyle ifade edilmiştir. Anlaşılması gereken şudur ki, iman mutlaka dışa yansımalı,
salihatı işlemek ve takva olarak kendini kişinin hal ve hareketlerinde açıkça
göstermelidir.
Bu çok önemli konunun daha iyi anlaşılması için “Cennetin Bedeli Takva” adlı
çalışmamızdan bir bölümü okuyucuya sunmayı yararlı görüyoruz:
İMAN AMEL İLİŞKİSİ
Konumuzun iyi anlaşılması için mutlaka iman ve amel ilişkisine de değinmek gerekiyor. Zira
bu konunun hakikatinin bilinmemesi nedeniyle toplumda amelsiz insanlardan geçilmez oldu. Ameli
olmadığı hâlde Müslümanlığı kimse elden bırakmıyor. Bu konu herkes tarafından doğru dürüst
öğrenilmelidir ki, kimin gerçek kimin sahte Müslüman olduğu anlaşılsın.
İman, dil bilimcilerine göre; “Kesb / çalışma ve ihtiyar / özgür iradeyle seçim ile kalpte hâsıl
olan tasdik” demektir. Yani iman, kelime anlamı olarak “verilen haberi kabul ve itiraf ederek haber
sahibini yalanlamamak”tır.
Dinî terim olarak iman ise sadece tasdik olmayıp “Peygamberin Allah tarafından getirdiği ve
dinden olduğu zarurî ve kesin olarak bilinen haber ve hükümleri kendi irade ve ihtiyariyle tasdik
ederek bunları kabul ve itiraf etmek”tir.
Bizim üzerinde duracağımız nokta, bu tasdik, kabul ve itirafın nasıl olacağıdır:
- Kalben kabul ve itiraf yeter mi?
- Sadece dil ile kabul ve itiraf yeter mi?
- Yoksa hem kalben hem de dil ile kabul ve itiraf mı gerekir?
- Ya da bu ikisiyle birlikte pratikte de uygulamaları olması mı gerekir?
Bu noktalarda geçmişte İslâm bilginleri arasında birçok tartışmalar olmuş ve bu husus ile ilgili
olarak Kerrâmiye, Havâriç, Mu’tezile, Selef/Muhaddisûn gibi birçoğu ifrata ve tefrite kaçan
mezhepler/ekoller ortaya çıkmıştır. Bunlardan kimisi ameli olmayan bir Müslüman’a çekinmeden
kâfir demiş, (hâlbuki amelinin olmamasının imansızlıktan başka bir sebebi olabilir,) kimisi de ameli
olmayan bütün Müslümanları cennetle müjdelemiş ve böylece günahkârlığı cesaretlendirmiştir. Bu
geniş mevzu İlm-i Kelam kitaplarında duradursun, biz iman-amel ilişkisini zoraki yorumlara tevessül
etmeden, temel kaynağımız Kur’an’dan görelim. Konuyla ilgili Yüce Rabbimizin açık beyanlarına
dikkat edelim:
Kur’an’a baktığımızda Allahü Teala, iman etmeyi mutlaka bir fiille beraber zikreder.
Kur’an’ın tanımladığı müminler aksiyon halindedirler.
1
Kesinlikle, inananlar durumlarını korudular/ zafer kazandılar.
2
Onlar, salâtlarında [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmalarında; toplumu aydınlatmaya
çalışmalarında] gösterişsiz/ samimi olan kimselerdir.
3
Ve onlar, boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir,
4
Ve onlar, zekâtı işleyen/vergiyi veren kimselerdir,
5-7
Ve onlar, iffetlerini koruyan kimselerdir, –eşleri veya sözleşmelerinin sahip oldukları ayrı,
çünkü bundan dolayı kınanamazlar, oysa bunun ötesine gitmek isteyenler, işte onlar, sınırları
aşanların ta kendileridir.–
8
Ve onlar, emanetlerine ve antlaşmalarına riâyet eden kimselerdir.
18
9
Ve onlar, salâtlarını [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma
kurumlarını] koruyan kimselerdir.
10,11
İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine son sahip olan son sahiplerin ta
kendileridir.
(Müminûn/ 1–11)
Elli civarında ayette Allahü Teala “İman edenler ve salihatı işleyenler” ifadesini kullanarak
iman ile davranışı [salihatı işlemeyi] bir daha ayrılmayacak şekilde birbirine bağlamıştır. Bu ifadeyle
“iman” ve “salihatı işlemek” bir bakıma aynı şey haline gelmektedir. Bundan dolayıdır ki, Maide
suresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinde Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler “kâfirler”, “zâlimler” ve
“fasıklar” olarak değerlendirilmiştir.
Gerçek Müminlerin nitelikleri sayılırken de şu hususlara dikkat çekilmiştir:
2-4
Hiç şüphesiz mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen,
O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, iman açısından güç kazanan ve yalnızca
Rablerine sonucu havale eden,
salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma
kurumlarını oluşturan, ayakta tutan]
ve Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir.
İşte bunlar, gerçekten inananların ta kendisidir. Onlara Rableri katında dereceler, bağışlama ve
saygın bir rızık vardır.
(Enfal/ 2–4)
111,112
Şüphesiz Allah, tevbe eden, kulluk eden, övgüde bulunan, seyahat eden, Allah'ı birleyen,
boyun eğip teslimiyet gösteren, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, kötü olan her şeyden
vazgeçiren, Allah'ın hududunu koruyan inananlardan, canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara
verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler.
Bu, Allah'ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir vaadidir Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim
vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve
mü’minlere müjde ver!
(Tövbe/ 111,112)
10-13
Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret
göstereyim mi? Allah'a ve O'nun eElçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla
çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve
sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu,
büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih… Ve
inananlara müjde ver.
(Saff/ 10-13)
24,25
Görmedin mi; hiç düşünmedin mi, Allah nasıl bir örnek verdi? Güzel bir söz, kökü, sabit,
dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle/ bilgisiyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar
öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle örnekler verir.
26
Kötü bir söz'ün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca
benzer.
(İbrahim/ 24–26)
Ayrıca Furkan suresinin 63-77. ayetlerinde belirtilen özelliklerin de göz önüne alınması
gerekmektedir. Bu özellikler şunlardır:
Yeryüzünde kibirlenmeden yürümek, geceleri secde ve kıyam etmek, duada bulunmak, malı
harcarken savurgan ve cimri olmayıp orta yolu tutmak, haksız yere adam öldürmemek, zina etmemek,
yalana tanıklık etmemek, boş lâkırdıya kulak asmamak, okunan ayetlere duyarlı olmak.
Bütün bu ayetler imanın amelden bağımsız, soyut bir şey olmadığını göstermektedir. Allah
yolunda mücadele, iyiliği emir, kötülükten nehy, salât, oruç, infak, tövbe ve benzeri kulluk görevleri
iman ile aynı kefede tartılmaktadır.
Allah insan için iki yol bulunduğunu bildirerek iman edenlerin Allah yolunda, etmeyenlerin ise
Tağut yolunda mücadele vereceklerini açıklar. Müminlerle fasıkları bir tutmayacağını bildiren
Rabbimiz, imanı yüceltmiş ve onu kalplerimize hoş göstermiş; küfür, fısk ve isyandan ise nefret
ettirmiştir.
19
214
Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta elçi ve beraberinde iman
edenler, “Allah'ın yardımı ne zaman?” derlerdi. –Dikkat edin! Gerçekten Allah'ın yardımı pek
yakındır.–
(Bakara/ 214)
142
Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden, sabredenleri de bildirmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız?
( Âl-i Imran/ 142)
16
Sizden çaba harcayanları, Allah'ın Elçisi'nden ve inananların astlarından sırdaş/ can dostu
edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan
çok iyi haberi olandır.
(Tövbe/ 16)
Ve Yunus/ 62, 63, A’râf/ 156, Bakara/ 103, Maide/ 93, Ankebut/ 2-3, Hucurat/ 14-16.
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, insanlar kesinlikle “inandık” demekle kurtulamayacaklardır.
Çünkü iman aynı zamanda inandığını yaşamaktır da... Yaşanmayan kuru bir imanın ne anlamı ne de
önemi vardır. İslâm’dan başka din arayan kimselerden bu dinlerin kabul edilmeyeceğini hatırlatan
Rabbimiz, “Biz iman ettik” diyen bedevîlerin imanlarını bile onların yüzlerine çarpmakta ve “Hayır,
siz henüz iman etmediniz, iman henüz kalplerinize yerleşmedi” buyurmaktadır. Zira eğer gerçekten
iman etmiş olsalardı, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla mücadele ederlerdi. Rabbimiz o bedevilere
“eslemna [teslim olduk, Müslüman olduk]” demeleri gerektiğini öğütlemektedir. Bu öğüt zımnen şu
anlama gelmektedir: “Kimlik belgenize Müslüman yazdırmanızda bir sakınca yoktur. Kimliğinizi
belirtmek bakımından Mecusî, Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt veya benzer bir dinden olmayıp
Medine’deki Müslüman toplumdan olduğunuzu söylüyorsunuz ki, bu doğrudur. Ama size gerçek
anlamda mümin denemez.” Gerçek müminlerden olmanın yolu, dinin gerekli gördüğü eylem ve
davranışları da yerine getirmekten geçmektedir.
36
Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiçbir mü’min erkek ve mü’min kadın için
kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla
sapmıştır.
(Ahzab/ 36)
Kur’an’ın üzerinde durduğu mesele, inandığımız doğruların hayatımızda uygulanmasıdır. İman
ile ameli birbirinden ayırıp ayrı ayrı kategoride değerlendirmek Kur’an’a göre uygun değildir. Kur’an
bizden inandığımızı bizzat yaşayarak kanıtlamamızı istemektedir. “Mümin şu işleri yapar” denilirken
aslında o işleri yapanların ancak iman etmiş sayılacakları ifade edilmiş olmaktadır. Ayetlerde
görüldüğü gibi, cennet salt inanmışlara değil, imanla birlikte salih amel işleyenlere; takva sahiplerine,
salihlere, muhsinlere, ebrara vaat edilmektedir.
İnandığı hâlde [mazeretsiz] amel işlemeyen insanların kâfir mi, değil mi olduklarını tartışmak
yerine, bu tür insanların mümin olup olmadıklarının cevabı araştırılmalıdır. Her ne kadar “amel
imandan bir cüzdür” önermesi doğru değilse de, kesinlikle bilinmelidir ki, “amel imanın bir gereğidir,
icabıdır, dışa vurumudur.”
Konumuz olan 10. ayetteki “kötülüklerin plânlarını yapanlar” ifadesiyle,
peygamberimiz ve beraberindeki müminlere olduğu kadar bugüne de ciddî mesajlar
verilmektedir. Kötülük plânları yapmakla nitelenenler, ahireti inkâr edebilmek için
temelsiz itirazlar, tutarsız bahaneler üretirler ve insanlara üstünlük kurmak, onlardan
çıkar elde etmek için çeşitli plânlar kurarlar. Hâlbuki plan kurmalarına sebep olan
heva ve arzuları anlamsız, elde etmek istedikleri ise geçici ve aldatıcı şeylerdir.
Böyle oldukları gibi, insana ne güç ne de şeref kazandırırlar. Oysa güç de şeref de
Allah’tandır; O’nun yolunda ve O’na kulluktadır.
20
138,139
Mü’minlerin astlarından, küfre; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye
sapanları yol gösterici, koruyucu yakın edinen şu münâfıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın
kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında şan ve şeref mi arıyorlar? Oysa şan ve şerefin
tümü Allah'ındır.
(Nisa/ 139)
65
Ve onların sözü seni üzmesin. Kesinlikle hâkimiyet, şan ve şeref bütünüyle Allah'a aittir. O,
en iyi işiten, en iyi bilendir.
(Yunus/ 65)
8
Diyorlar ki: “Andolsun, Medîne'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve
zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır.” Oysa güç, onur ve üstünlük Allah'ın, O'nun Elçisi'nin
ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar bilmiyorlar.
(Münafikun/ 8)
11–14. Ayetler:
11
Ve Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden oluşturdu. Sonra sizi çiftler
yaptı. Dişi ancak O'nun bilgisi ile hamile olur ve bırakır [doğurur/düşürür].
Kendisine ömür verilenin de ömründen yaşadığı ve ömründen eksilen kesinlikle
bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah'a çok kolaydır.
12
İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken kayar; şu
da tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et yersiniz ve giyeceğiniz
bir süs çıkarırsınız. O'nun armağanlarından hakkınız olanı arayasınız ve
kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye onda suyu yara yara
giden gemileri de görürsün.
13,14
Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve
ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir
müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbiniz
Allah’tır. O'nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin
zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler;
işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul
etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez.
Bu ayet grubunda Yüce Allah’ın kudretine ve insanlara verdiği nimetlere
dikkat çekilmekte ve yeni bir uyarı yapılmaktadır. Bu uyarıda; insanın cansız bir
maddeden yaratıldığı, sonra nutfeden üretildiği, erkek-dişi diye ayrıldığı, herkese
belirli bir ömür verildiği, kişinin yaşadığı ve yaşayacağı sürelerin hesabının
tutulduğu, iki farklı suyun bir birine karıştırtılmadığı, rızk ve ticaret için denizlerin
gemilere uygun yaratıldığı; gece, gündüz ve Güneş’in insanların yararı için hayatın
devamını sağlayacak şekilde düzenlendiği ve insanlara daha birçok nimetlerin
lütfedildiği bildirilmekte ve “İşte tüm bunları yapan sizin Rabbinizdir”
denilmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan bir diğer nokta da, evrendeki her şeyin
belli bir plâna göre programlandığıdır. Gece ve gündüz, Güneş ve Ay, acı ve tatlı su
konuları Ya Sin ve Furkan surelerinin tahlilinde; insanın ilk yaratılışının cansız
maddeden oluşu ve nesillerin nutfe ile devam etmesi konusu ise Leyl ve Necm
surelerinin tahlillerinde açıklandığı için tekrar bu konulara değinilmeyecektir.
Yapılan uyarıların sonunda yer alan “O’nun astlarından yakardığınız kimseler,
bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız onlar,
21
çağrınızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler, Kıyamet günü de ortak
koştuğunuzu inkâr ederler. Sana her şeyden haberdar olan (Allah) gibi (kimse)
haber veremez” ifadesi, akıl ve vicdan sahiplerine kimden yana olmaları gerektiğini
göstermektedir.
14. ayetteki “kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler” ifadesi,
temsilî anlatımlar kullanılarak başka ayetlerde de açıklanmıştır:
116-118
Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi,
Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” Îsâ: “Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi
söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim
içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni,
duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin
bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde
olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte
yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/ beni öldürdün, Sen, onları
gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap
edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü,
en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin” dedi.
(Maide/ 116-118)
28,29
Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o ortak koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve
ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık kesinlikle aralarını iyice açacağız ve onların ortakları, “Siz
sadece bize tapmıyordunuz ki! Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Biz
sizin kulluğunuzdan kesinlikle bilgisizdik/ duyarsızdık” diyecekler.
(Yunus/ 28, 29)
5
Ve Allah'ın astlarından kıyâmet gününe kadar kendisine hiçbir cevap veremeyecek olan
kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin
yalvarışlarından habersizler de.
6
İnsanlar bir araya toplandığı zaman da taptıkları kimseler kendilerine düşmanlar oldular. Ve
onların kendilerine tapmalarını kabul etmeyenler idiler.
(Ahkaf/ 5, 6)
81
Ve onlar, kendileri için bir güç, şan, şeref olsun diye Allah'ın astlarından ilâhlar edindiler.
82
Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! O edindikleri ilâhlar, onların kulluklarını kabul
etmeyecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır.
(Meryem/ 81, 82)
15–17. Ayetler:
15
Ey insanlar! Allah'a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve
övgüye lâyık olandır.
16,17
Eğer O dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir oluşturmayı/halkı getirir.
Bu, Allah'a hiç güç de değildir.
Bu ayet gurubunda, Allah’ın kimseye muhtaç olmadığı; muhtaç olanın da, âciz
ve zayıf olanın da bizzat insanlar olduğu bildirilmekte ve bu sebeple de insanların
Allah’a karşı olan sorumluluklarının bilincinde olmaları ve yükümlülüklerini yerine
getirmeleri gerektiği ihtar edilmektedir. Aksi takdirde geçmişte olduğu gibi asilerin
yok edilip yeni toplulukların getirileceği, bu işin de Allah’a hiç zor olmayacağı
hatırlatılmaktadır.
İçlerinde buna benzer tehditler bulunan başka ayetlerde de vardır:
22
19,20
Gökleri ve yeryüzünü Allah'ın gerçek ile oluşturduğunuı görmedin mi/ hiç düşünmedin mi?
O dilerse sizi giderir ve yepyeni bir halk/ oluşturuluş getirir. Bu, Allah'a göre zor değildir.
(İbrahim/ 19, 20)
133
Eğer Allah, dilerse sizi giderir ey insanlar! Ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna en iyi güç
yetirendir.
(Nisa/ 133)
54
Ey iman etmiş kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında mü’minlere
karşı yumuşak, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere karşı da onurlu
ve şiddetli bir toplum getirir ki Allah, onları sever, onlar da O'nu severler; onlar, Allah yolunda
çaba harcarlar ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir
armağandır. Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir.
(Maide/ 54)
18. Ayet:
18
Ve günâhkar bir kimse, başkasının günahını çekmez. Eğer çok günahı
olan/çok zengin olan bir kimse, günahını çektirmek için birini çağırsa da
ondan hiçbir günah alınıp başkasına çektirtilmeyecek. –Bir akrabası olsa bile–
Şüphesiz sen ancak Rablerine karşı ıssız yerlerde saygıyla, sevgiyle, bilgiyle
ürperti duyan ve salâtı ikame edenleri [mâlî yönden ve destek olma; toplumu
aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutanları] uyarırsın. Her kim
arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah'adır.
Bu ayet, sorumluluğun kişisel olduğunu, hiç kimsenin -akrabası bile olsa-
başkasının günahını çekmeyeceğini bildirmektedir.
Bu beyan, Mekkeli kodamanların “Eğer Muhammed’e uymamak günah ise siz
korkmayın, biz sizin günahlarınızı üstleniriz” diyerek kendi elleri altındaki
“müstez’af/gariban” kesime uyguladıkları sömürü ve İslam’a girişi engelleme
politikalarını bozmuştur.
Bu ayet aynı zamanda İsa peygamberin başkalarının günahını çektiği
yolundaki Hıristiyan inancını da reddetmektedir.
Kur’an’da açıkça ifade edilmiş olmasına rağmen hâlâ bazıları “bir kimsenin bir
başkasının günahını çekmeyeceği” hususunu yeterince bilmemektedir. Yanlışa
itilmek istenen bu tür insanların direnci hep aynı yolla, “günahın benim boynuma”
sözü ile kırılmaya çalışılmıştır. Kur’an’a aykırı bu saçma sözü söyleyenler ya cahil
ya da kötü niyetli kimselerdir. Bu söze kanıp direnci kırılanların ise cahil ve
bilinçsiz oluklarında hiç şüphe yoktur. Oysa Kur’an’ın açık ifadesine göre, o gün,
akraba bile olsalar, kimse kimsenin yükünü çekmez.
Bu konu, önemine binaen Kur’an’da tekrar tekrar dile getirilmiştir:
164,165
De ki: “Allah her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka Rabb mi arayayım?” Her kişinin
kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece
Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi
yeryüzünde gidenlerin yerine getirilenler yapan, verdikleriyle sizi sınamak için, kiminizi kiminizin
üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir.
(En’âm/ 164)
33-36
Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman; öyle bir gün ki o, kişi,
kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından kaçar.
23
37
O gün onlardan her kişi için, kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır.
(Abese/ 33–37)
123
Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden kurtulmalık kabul edilmeyeceği,
yardımın, iltimasın hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve suçluların yardım olunmadığı güne karşı
Allah'ın koruması altına girin.
(Bakara/ 123)
Ve İbrahim/ 31, Lokman/ 33, İsra/ 15, Zümer/ 7 ve Necm/ 38)
Ayetteki “Şüphesiz sen ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salâtı
ikame edenleri uyarırsın” ifadesi ile ilgili açıklama Yasin suresinin 11. ayetinin
tahlilinde verildiği için bu konuya girmiyoruz.
Ayetteki “ kim arınırsa …” ifadesi ile arınmanın gereğine ve önemine dikkat
çekilmiştir. Bu hususa daha önce ilk inen surelerden A’la suresinde değinilmişti:
14-17
Arınan, Rabbinin adını anıp da salât eden; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olan;
toplumu aydınlatmaya çalışan kimse kesinlikle kendini kurtarmıştır. Fakat siz şu basit dünya hayatını
tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlı kalıcıdır.
(A’la/ 14)
TEZEKKİ [ARINMAK]
“‫تزكية‬ Tezkiye” sözcüğü, “‫زكى‬ zeka” sözcüğünden türemiştir. “ ‫زكى‬ Zeka”,
“temizlik, paklık, artıp büyümek, feyiz ve bereket” demektir.4
Türkçede kullanılan “‫ذ‬
‫كى‬ zeki, zekâ” sözcükleri ise “‫ذ‬ [peltek ze]” harfi ile yazılır ve anlam itibariyle
konumuz olan sözcükten farklıdır.
Buna göre “tezkiye”:
- Sözlük anlamı olarak “temizlemek, geliştirmek, feyizlendirmek, büyütmek
ve temize çıkarmak”;
- Kavram olarak ise “nefsini temizlemek; nefsi şirk, günah, nifak
[ikiyüzlülük], rics [pislik], cehalet, kötü duygular ve benzeri şeylerden temizlemek,
ona itaati ve takvayı [sakınmayı] öğretmek” demektir.
Aynı zamanda Allah’ın bir emri ve bir ibadet eylemi olan “tezkiye”, takvaya
ulaşmak için gösterilen çaba, insanı Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden kaçma,
nefsi fücur [iman ve din örtüsünü yırtıp atmak] sayılan şeylerden alıkoymak için
gösterilen gayret demektir. “Zekât” sözcüğü de bu kökten gelmektedir.
19–22. Ayetler:
19-21
Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz.
22
Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene
işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin.
Bu ayetlerde zıt şeyler kıyaslanmak suretiyle iman, mümin ve cennetin küfür,
kâfir ve cehennemden daha iyi olduğu somut örneklerle anlatılmaktadır. Yapılan
kıyaslamalarda, inanmışlar “gören” olarak, inanmayanlar “kör” olarak, cennet
“gölgelik” olarak, cehennem “çöl sıcağı” olarak, iman “aydınlık” olarak, küfür
4
(Lisanü’l-Arab; c.4, s.386, 387. zky mad.)
24
“karanlıklar” olarak, mümin “diri” olarak, müşrik “ölü” olarak nitelenmiş ve
bunların kesinlikle eşit olmadığı vurgulanmıştır.
İnananlar ile inanmayanların eşit olmadığı Kur’an’da birçok kez dile
getirilmiştir:
24
Bu iki grubun örneği, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunlar örnek olarak hiç eşit
olurlar mı? Hâlâ düşünmeyecek misiniz/öğüt almayacak mısınız?
(Hud/ 24)
17
Onların durumu, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. Ateş, ateş yakan kimsenin
kenarını aydınlatınca, Allah, onların nûrlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde görmez olarak
bıraktı. -18
Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Artık onlar dönmezler.-
(Bakara/ 18)
171
Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişilerin hâli, sadece bir
çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/ karga haykırışı yapan
kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar akıl da etmezler.
(Bakara/ 171)
39
Âyetlerimizi yalanlayan şu kimseler de karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Her kim
dilerse Allah onu şaşırtır, kim de dilerse onu doğru yol üzerine bırakır.
(En’âm/ 39)
22
Şüphesiz yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü, aklını kullanmayan şu
sağırlardır, dilsizlerdir.
(Enfal/ 22)
22. ayetin sonundaki “Şüphesiz Allah, her dilediğine / dileyene işittirir. Sen ise
kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin” ifadesiyle Rabbimiz, kâfirlerin imana
gelmeyişlerini peygamberimizin başarısızlığı olarak görmediğini belirtmekte ve
inançsızları mezardaki ölülere benzetmektedir. Kâfirlerin ölü olarak nitelendiği
başka bir ayet daha vardır:
122
Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz
kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte,
kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve
çekici’ gösterilmiştir.
(En’âm/ 122)
23, 24. Ayetler:
23
Sen sadece bir uyarıcısın. 24
Şüphesiz Biz, seni hak ile bir müjdeci, bir
uyarıcı olarak gönderdik/elçi yaptık. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı
kesinlikle gelip geçmiştir.
İman-küfür ve mümin-kâfir mukayesesi yapıldıktan sonra bu ayetlerde de
peygamberimiz teselli edilmektedir. Teselli ayetlerinin art arda gelmesi, bu ayetlerin
indiği dönemde peygamberimizin maddî ve manevî pek çok sıkıntı içinde olduğunu
göstermektedir. Peygamberimize zımnen denmektedir ki: “Senin vazifen sadece
tebliğ etmek ve onları gerçeklerden haberdar etmektir. Daha fazlası değil. Şayet bir
kimse, hidayeti kabul etmez ve dalâlet üzerinde bulunmakta ısrar ederse senin böyle
kimseler karşısında bir sorumluluğun yoktur. Sen kör ve sağırlara anlatamazsın.
Daha evvel de böylelerine birçok elçi göndermiştik.”
25
24. ayetteki “Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir”
ifadesinden, Rabbimizin insanların umursamazlıklarına rağmen rahmeti gereği
peygamberler gönderdiği anlaşılmaktadır. Bu ifade de Kur’an’da birçok kez yer
almıştır:
7
Ve küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden /inanmayan şu kimseler:
“Rabbinden o'na bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi?” diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın.
Ve her toplum için bir yol gösteren vardır.
(Ra’d/ 7)
10
Ve andolsun ki Biz, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik.
11
Ve onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, kesinlikle onunla alay ederlerdi.
(Hicr/ 10, 11)
Ve Nahl/ 36, Şuara/ 208)
25, 26. ayetler:
25
Ve onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de
yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı
kitaplarla gelmişlerdi. 26
Sonra Ben, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini
bilerek reddeden o kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni
tanımamak/tanıtmamaya yeltenmek nasıl oldu?
Yukarıdakiler gibi, bu ayetler de peygamberimizi teselli etmektedir. Ancak bir
taraftan teselli ederken, diğer taraftan da yalanlayıcıları tehdit etmektedir: “Sen
onlara, beyyine, açık delil ve kitabı getirdin. Ama onlar seni yalanlayıp sana eziyette
bulundular. Senden önce başka elçiler de kendi toplumlarına aynı mesajları
getirmişler ve o zamanki inançsızlar da aralarındaki elçilere bunların sana
yaptıklarını yapmışlardı. Ama senden önceki elçiler bu yalanlamalara sabredip
direndiler.”
Ayette “zübür [sahifeler]” sözcüğü ile “kitap” sözcüğü ayrı ayrı zikredilmiştir.
Buna göre “zübür”, fazla hacmi olmayan kitap olarak düşünülebileceği gibi, sadece
ahlakî öğütleri ihtiva eden vahiyler, ya da ahlakî öğütler ile birlikte hikmet içeren
vahiyler olarak da düşünülebilir.
27, 28. Ayetler:
27
Görmedin mi/ hiç düşünmedin mi, gerçekten Allah gökten bir su
indirdi? Biz onunla renkleri başka başka meyveler/ ürünler çıkarıverdik.
Dağlardan da yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde/ renklerin değişik
tonlarında. Ve kapkara topraklar/ yollar da var.
28
İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü
türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla,
sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok
bağışlayıcıdır.
11–13. ayetlerde olduğu gibi, yukarıdaki pasajda da tekvinî ayetler gösterilerek
Allah’ın hür iradesine ve sonsuz kudretine dikkat çekilmektedir.
26
Rabbimiz, 27. ayette cansız varlıkların; 28. ayette ise insanların ve diğer canlı
varlıkların yaratılış farklılıklarına işaret ederek bütün bu varlıkların üzerinde tecelli
etmiş olan irade ve kudretini dile getirmektedir. Allah gökten yağmuru indirmiş,
onunla sulanan toprakta çeşit çeşit, renk renk ve değişik tatlarda meyveler
bitirmiştir. Yeryüzünde değişik renklerde, farklı toprak türleri ve madenler
yaratmıştır. Bitkilerin farklılarını meydana getiren de yine O’dur. Tüm bunları insan
için yaratmıştır. Öyleyse insanoğlu da O’nu bilmeli, tanımalı ve O’na kul olmalıdır.
Burada genel hatlarıyla belirtilmiş olan tekvinî ayetler, ileride, Nahl suresinde
daha ayrıntılı olarak sayılacaktır. Tekvinî ayetlerin daha detaylandırıldığı ve bu
ayetlerin tefsiri mahiyetinde olan bir diğer ayet de Ra’d suresinin 4. ayetidir:
2-4
Allah, gökleri gördüğünüz şekilde, direkler olmadan yükselten, sonra en büyük taht üzerinde
egemenlik kuran, güneşe ve aya boyun eğdiren/varlıkların yararlanacağı özelliklerde yaratan Zat'tır.
–Hepsi adı konmuş bir süre sonuna akıp gidiyor.– O, işi yönetir, Rabbinize kavuşacağınız güne kani
olursunuz diye âyetleri ayrıntılı olarak açıklar. Ve O, arzı uzatan, orada sabit dağlar ve ırmaklar
oluşturandır. Ve O, orada bütün meyvelerden iki eş yaptı. O, geceyi gündüzün üzerine örtüyor.
Şüphesiz bunda iyiden iyiye düşünen bir toplum için alâmetler/ göstergeler vardır. Ve O, yeryüzünde
bir tek su ile sulanan birbirine komşu kıtalar, üzümlerden bahçeler, ekinler, çatallı ve çatalsız
hurmalıklar oluşturandır. Ve Biz, meyvelerinde, kokularında, tatlarında onların bazısını bazısı
üzerine fazlalıklı kılıyoruz. Şüphesiz aklını kullanan bir toplum için bunda birtakım alâmetler/
göstergeler vardır.
( Ra’d/2- 4)
Akledenler için Allah’ın daha iyi tanınmasını sağlayan tekvinî ayetlerin
gösterilmesinden sonra bir başka gerçeğin vurgulanmasına geçilmektedir. Bu gerçek
şöyle ifade edilmektedir: “Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler haşyet ederler
[derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar].” Bu ifadeyle
evrendeki mucizeleri [ayetleri] ancak bilgililerin fark edip Allah’a karşı haşyet
duyacakları bildirilmekte ve bilgiyle mücehhez mümin kulların diğer kullardan
üstün olduklarına işaret edilmektedir.
HAŞYET
“ ‫خشية‬ Haşyet” sözcüğünün Türkçeye “basit korku” anlamındaki “ ‫خوف‬ havf”
sözcüğüyle eşanlamlı olarak çevrilmesi yanlıştır. Haşyet, bilgi ve idrakin bir sonucu
olarak ortaya çıkan hayranlık ve saygının doğurduğu bir “hasret kalma, uzak düşme”
korkusudur. Bu yönüyle kesinlikle basit korkuya benzemez. Nitekim Ra'd suresinin
21. ayetinde her iki sözcük de farklı anlamlarda kullanılmıştır:
19-24
Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse
gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;
Allah'a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,
Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,
Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,
Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,
salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları
oluşturmuş, ayakta tutmuş],
kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış
ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun
âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih
27
olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/ haberci âyetler de her kapıdan yanlarına
girerler: “Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”
(Ra'd/19-24)
Haşyet konusunu ayrıntılı olarak A’lâ Suresi’nin tahlilinde açıkladığımız için
bu kadarla yetiniyoruz.
Varlıkların yaratılışındaki farklılıklar konusunda ise özetle şunlar söylenebilir:
Yüce Yaratıcı, diğer varlıklardan farklı olarak insanı sorumluluk taşıyacak bir
özellikte, yani irade sahibi bir varlık olarak yaratmıştır. İnsan ve diğer varlıklar
arasındaki yaratılış farklılıkları, Hakîm ve Azim bir plânlayıcının varlığını
göstermektedir. Evrendeki muhteşem düzenin bir plânlayıcısının olduğunu idrak
edememek ancak akılsızlara özgü bir yetersizliktir.
29, 30. Ayetler:
29,30
Hiç şüphesiz Allah'ın kitabını okuyan, salâtı ikame eden [mâlî yönden
ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan ve
ayakta tutan] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak
Allah yolunda harcama yapan/ yakınlarının nafakalarını temin eden şu
kimseler, Allah, ödüllerini kendilerine tastamam versin ve armağanlarından
kendilerine artırsın diye, kesinlikle batma ihtimali/ olasılığı olmayan bir
ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir.
Bu ayetlerde müminlerin inançları gereği hangi amelleri sergiledikleri
belirtilmiş, yaptıkları bu amellerin karşılığının Yüce Allah tarafından kendilerine
tastamam, hatta daha da fazla olarak ödeneceği ve ayrıca bağışlanacakları
bildirilmiştir.
173
Artık inanan ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler; Allah, onların ödüllerini tam
verecek ve armağanlarından onlara fazlalıklar da bağışlayacaktır; kulluktan çekinip büyüklük
taslayan kimseler de; onlara çok acıklı bir azapla azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah'ın
astlarından bir koruyucu, yol gösterici yakın ve bir iyi yardımcı bulamazlar.
(Nisa/ 173)
36-38
Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı
olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı
ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları
oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah,
kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın
diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız
rızıklandırır.
(Nur/ 36- 38)
İBADET VE GİZLİLİK
Müminlerin inançlarının gerektirdiği bir amel olan infak, ayette “gizli ve
aşikâr” ifadesi ile nitelenmiş, böylece bu güzel davranışın her ortamda yapılması
teşvik edilmiştir. Buna göre, infak eylemi uygun ortamda gizli, gizli yapılması
mümkün olmayan ortamda da açıktan yapılmalıdır. Daha güzel olanı, infakın gizli
yapılmasıdır.
28
Ayette “gizli” sözcüğü ile sadaka ve infakın, “aşikâr” sözcüğü ile de zekâtın
kastedilmiş olduğu düşünülebilir. Çünkü zekât farz olduğu için açıktan verilse bile
riya olmaz.
30. ayette müminlerin inanmaları ve salihatı işlemeleri “ticaret” sözcüğüyle
ifade edilmiş ve Allah’a inanarak O’nun yolunda harcama yapan müminlerin
durumu, elindeki sermayesini ticarete yatıran ve ümitle çalışarak ticaretinden kazanç
uman bir tüccarın durumuna benzetilmiştir. Ancak insanlar arasında yapılan ticaret
ile Allah ile kulları arasında yapılacak ticaret arasındaki fark özellikle
vurgulanmıştır. Şöyle ki: İnsanlar arasında yapılan ticari işlemlerde kazanç da, zarar
ve iflâs da mümkün iken, müminin Allah ile yaptığı ticarette zarar asla söz konusu
olmayacaktır. Çünkü müminler Allah yolunda sarf ettikleri malın, vaktin ve
meşakkatin karşılığını Allah katında fazlasıyla bulacaklardır.
“Ticaret” sözcüğü, Kur’an’da bazen olumlu, bazen de olumsuz durumlar için
kullanılmıştır. Tövbe/ 111, Saff 10, 11 ve Bakara 16’da görülebilir.
30. ayetin sonundaki “Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir”
ifadesi, Allah’ın, küçük hatalar yapan iyi kullarının bu hatalarını affedeceğini ve
yaptıkları güzel davranışların da değerini arttıracağını anlatmaktadır.
31. Ayet:
31
Ve Bizim, Kitap'tan sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı
olarak vahyettiğimiz şey, hakkın ta kendisidir. Şüphe yok ki, Allah, kullarını
hakkıyla bilen ve hakkıyla görendir.
Bu ayette Kur’an’ın kendisinden önceki kitapları doğrulayan bir Hakk olduğu
belirtilerek dikkatler tekrar Kur’an’a çekilmiştir. O, kesinlikle uydurma, yalan,
düzmece bir kitap değildir. Kullarını en iyi bilen ve tanıyan Allah tarafından,
kullarının mizaçlarına göre en uygun yasalarla dolu olarak gönderilmiştir.
32–35. Ayetler:
32,33
Sonra Biz, Kitab'ı kullarımızdan, süzüp seçtiklerimize miras bıraktık.
Şimdi de onlardan bazıları kendilerine haksızlık eden, bazıları orta yolu
tutan/ikili oynayan, bazıları da Allah'ın izniyle/ bilgisiyle hayırlarda önde
gidenlerdir. İşte bu, büyük armağanın; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar
oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir.
Oradaki elbiseleri ipektir. 34,35
Onlar orada, “Tüm övgüler, bizden o üzüntüyü
gideren ve bizi armağanlarından, kendisinde bize yorgunluk gelmeyen,
kendisinde bizim için usanç olmayan, durulacak bu yurda girdiren Allah'a
özgüdür; başkası övülemez. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık
vericidir” derler.
32. ayette kullardan bir kısmına miras bırakıldığı bildirilen kitap, insanlığa ilk
indirilen Kitap’tır. İlk Kitap’ın İbrahim peygambere indirildiği kabul edilirse,
Kitap’a vâris olanlar da o günden sonra yaşamış olan insanlardır. “Seçtiklerimize”
ifadesinden anlaşıldığına göre, insanlar arasında bu mirasa lâyık olan seçkinler
olduğu gibi, akıllarını kullanmayan ve Kitap’a vâris olma başarısını gösteremeyenler
de vardır.
29
Kitap’ın miras bırakıldığını bildiren ifade ayrıca şu anlama da gelmektedir:
İnsanlığa ilk gelen kitap ile son kitap arasında fark yoktur. Vahyin temeli birdir.
Nitekim Kur’an’da geçmiş kitaplara atıfta bulunan pek çok ayet vardır. Özellikle
Necm suresinin 36–45. ayetlerinde belirtilen hükümlerin İbrahim ve Musa
peygamberlere indirilen kitaplarda da var olduğu çok açık bir ifade ile bildirilmiştir:
33
Peki, o yüz çeviren kişiyi gördün mü/ hiç düşündün mü? 34
O, azıcık verdi ve inatla sıkıca
tuttu. 35
Geçmişin geleceğin bilgisi onun yanında mı da, o da onu görüyor? 36
Ya da bilgilenmedi mi
Mûsâ'nın sayfalarındakiler ile? 37
Ve de, o çok vefalı İbrâhîm'in sayfalarındakiler ile; “38
Gerçek şu ki,
hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez. 39
Gerçek şu ki, insan için çalışıp
didindiğinden başka şey yoktur. 40
Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. 41
Sonra karşılığı
kendisine hiç eksiksiz verilecektir. 42
Hiç kuşkusuz, son varış yalnızca Rabbinedir. 43
Hiç kuşkusuz,
güldüren de O'dur, ağlatan da… 44
Hiç kuşkusuz, öldüren de O'dur, dirilten de… 45,46
Hiç kuşkusuz,
Allah yaratmayı plâna koyduğu zaman iki çifti; erkeği ve dişiyi bir nutfeden/spermden oluşturan da
O'dur. 47
Hiç kuşkusuz, öteki yaratılış da sadece O'nun işidir. 48
Hiç kuşkusuz, zenginlik veren de
O'dur, nimete boğan da… 49
Hiç kuşkusuz, Şi’ra’nın/bilginin, bilincin Rabbi de O'dur.”
(Necm/ 33–45)
32. ayetin bildirdiği bir diğer husus da insanların hepsinin aynı olmadığıdır.
Ayete göre insanların bir kısmı “zalim”ler [kâfirler, müşrikler], bir kısmı
“muktesit”ler [orta yol tutanlar; iman ile küfür arasında bir yol tutanlar; hem inanmış
hem inanmamış olanlar; münafıklar] ve bir kısmı da “hayırlarda önde giden”lerdir
[iyiler; müminler; müttekiler]. Bu sınıflama içinde yer alan “muktesit”lerden başka
ayetlerde de söz edilmiştir:
32
Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O'nun için dini arındırarak Allah'a yalvarırlar.
Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman ile Allah'ın
ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme arasında bir yol tutar, ikili oynar]. Ve bizim âyetlerimizi
ancak, tam hain ve tam nankör olan kimseler bile bile inkâr eder.
(Lokman/ 32)
66
Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve kendilerine Rablerinden indirilen Kur’ân'ı ayakta
tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] besleneceklerdi. Onlardan bir
kısmı orta yol tutan; bazısına inanıp bazısına inanmayan, inanmadığı hâlde inanmış gözüken önderli
bir toplumdur. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür!
(Maide/ 66)
“Muktesit”lerin kimler oldukları ise Nisa suresinde açıklanmıştır:
150,151
Allah'a ve elçilerine inanmayarak küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek
reddeden, “Biz, bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve Elçisi'nin arasını
ayırmayı isteyen ve böylece imanla küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme arasında
bir yol tutmaya çalışan kimseler; işte onlar, kâfirlerin; gerçek Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek
reddedenlerin ta kendileridir. Ve Biz, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o
kimselere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
(Nisa/ 150–151)
Dikkat edilirse bu sınıflamada kâfirler “zalim” ve “muktesit” olarak iki grupta
toplanmış, müminler ise “hayırlarda önde giden” nitelemesi ile tek grup olarak
gösterilmiştir. Bu sınıflamaya göre iman konusunda orta yol, ılımlılık yoktur; iman
uç noktadır ve sentez kabul etmez.
30
43.fatır suresi
43.fatır suresi
43.fatır suresi
43.fatır suresi
43.fatır suresi
43.fatır suresi

More Related Content

What's hot (20)

95. muhammed suresi
95. muhammed suresi95. muhammed suresi
95. muhammed suresi
 
39. araf
39. araf39. araf
39. araf
 
50. isra suresi
50. isra suresi50. isra suresi
50. isra suresi
 
Tefekkür
TefekkürTefekkür
Tefekkür
 
51.yunus suresi
51.yunus suresi51.yunus suresi
51.yunus suresi
 
Allah'ın ahdi
Allah'ın ahdiAllah'ın ahdi
Allah'ın ahdi
 
Tefekkür
TefekkürTefekkür
Tefekkür
 
Kuran-i Kerim'deki Dualarin Mealleri
Kuran-i Kerim'deki Dualarin MealleriKuran-i Kerim'deki Dualarin Mealleri
Kuran-i Kerim'deki Dualarin Mealleri
 
55. en'am suresi
55. en'am suresi55. en'am suresi
55. en'am suresi
 
57. lokman suresi
57. lokman suresi57. lokman suresi
57. lokman suresi
 
248. Kur'an Buluşması
248. Kur'an Buluşması248. Kur'an Buluşması
248. Kur'an Buluşması
 
97. rahman suresi
97. rahman suresi97. rahman suresi
97. rahman suresi
 
Allah'ın ahdi
Allah'ın ahdiAllah'ın ahdi
Allah'ın ahdi
 
71. nuh suresi
71. nuh suresi71. nuh suresi
71. nuh suresi
 
Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin
Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin
Hucurattaki zarafet - Arife Karatekin
 
94. hadid suresi
94. hadid suresi94. hadid suresi
94. hadid suresi
 
112. maide suresi
112. maide suresi112. maide suresi
112. maide suresi
 
Velayet
VelayetVelayet
Velayet
 
Esmâdan Sıfatlara
Esmâdan SıfatlaraEsmâdan Sıfatlara
Esmâdan Sıfatlara
 
Turkish Quran
Turkish QuranTurkish Quran
Turkish Quran
 

Similar to 43.fatır suresi (20)

103. hacc suresi
103. hacc suresi103. hacc suresi
103. hacc suresi
 
59. zümer suresi
59. zümer suresi59. zümer suresi
59. zümer suresi
 
52. hud suresi
52. hud suresi52. hud suresi
52. hud suresi
 
42.furkan suresi
42.furkan suresi42.furkan suresi
42.furkan suresi
 
61. fussilet suresi
61. fussilet suresi61. fussilet suresi
61. fussilet suresi
 
54. hicr suresi
54. hicr suresi54. hicr suresi
54. hicr suresi
 
72. ibrahim suresi
72. ibrahim suresi72. ibrahim suresi
72. ibrahim suresi
 
66. ahkaf suresi
66. ahkaf suresi66. ahkaf suresi
66. ahkaf suresi
 
Kuran-ı kerim Diyanet Meali
Kuran-ı kerim Diyanet MealiKuran-ı kerim Diyanet Meali
Kuran-ı kerim Diyanet Meali
 
60. gafir suresi
60. gafir suresi60. gafir suresi
60. gafir suresi
 
Translation of the meaning of the holy quran in turkish
Translation of the meaning of the holy quran in turkishTranslation of the meaning of the holy quran in turkish
Translation of the meaning of the holy quran in turkish
 
85. ankebut suresi
85. ankebut suresi85. ankebut suresi
85. ankebut suresi
 
110. cuma suresi
110. cuma suresi110. cuma suresi
110. cuma suresi
 
77. mülk suresi
77. mülk suresi77. mülk suresi
77. mülk suresi
 
73. enbiya suresi
73. enbiya suresi73. enbiya suresi
73. enbiya suresi
 
90. ahzab suresi
90. ahzab suresi90. ahzab suresi
90. ahzab suresi
 
105. mücadele suresi
105. mücadele suresi105. mücadele suresi
105. mücadele suresi
 
107. tahrim suresi
107. tahrim suresi107. tahrim suresi
107. tahrim suresi
 
109. saff suresi
109. saff suresi109. saff suresi
109. saff suresi
 
Lise cennet cehennem
Lise cennet cehennemLise cennet cehennem
Lise cennet cehennem
 

More from TEBYİN-ÜL-KUR’AN (18)

Qur'an in English
Qur'an in EnglishQur'an in English
Qur'an in English
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmazQur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
 
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedekNecm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
 
Sonsöz
SonsözSonsöz
Sonsöz
 
114. nasr suresi
114. nasr suresi114. nasr suresi
114. nasr suresi
 
113. tevbe suresi
113. tevbe suresi113. tevbe suresi
113. tevbe suresi
 
111. fetih suresi
111. fetih suresi111. fetih suresi
111. fetih suresi
 
106. hucurat suresi
106. hucurat suresi106. hucurat suresi
106. hucurat suresi
 
104. münafikun suresi
104. münafikun suresi104. münafikun suresi
104. münafikun suresi
 
101. haşr suresi
101. haşr suresi101. haşr suresi
101. haşr suresi
 
100. beyyine suresi
100. beyyine suresi100. beyyine suresi
100. beyyine suresi
 
99. talak suresi
99. talak suresi99. talak suresi
99. talak suresi
 
98. insan suresi
98. insan suresi98. insan suresi
98. insan suresi
 
93. zilzal suresi
93. zilzal suresi93. zilzal suresi
93. zilzal suresi
 
92. nisa suresi
92. nisa suresi92. nisa suresi
92. nisa suresi
 
91. mümtehıne suresi
91. mümtehıne suresi91. mümtehıne suresi
91. mümtehıne suresi
 

43.fatır suresi

  • 1. 43 / FATIR SURESİ GİRİŞ Adını 1. ayetteki “ ‫ففاطر‬fatır” sözcüğünden alan Fatır suresi, Mekke’de 43. sırada inmiş olup 29. ve 32. ayetlerinin Medine döneminde indiğine dair nakiller mevcuttur. 1. ayetinde geçen “ ‫كة‬‫ك‬‫الملكئك‬el melaike” sözcüğünden dolayı “Melaike [melekler]” suresi olarak da anılmaktadır. Bazen tüm insanlığa, bazen de ilk muhataplara seslenilen surede Kur’an’a, Kur’an ile elçi ilişkisine ve kâfirlerin tepkilerine değinilmekte, ayrıca Allah’ın peygamberimizi ve inananları birçok kez teselli edişi ile akıl ve duygulara hitap eden uyarılara da yer verilmektedir. 1
  • 2. 43 / FATIR SURESİ Rahman Rahîm Allah adına Ayetlerin meali: 1 Tüm övgüler, gökleri ve yeri yoktan yaratan, haberci âyetleri ikişer, üçer, dörder … anlamlı/ doğal güçleri ikişer, üçer, dörder … şiddet biriminde elçiler yapan Allah'a özgüdür; başkası övülemez. O, oluşturmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir. 2 Allah, insanlara rahmetten neyi açarsa, artık onu tutacak biri olamaz. Her neyi de tutarsa, onu da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. 3 Ey insanlar! Size gökten ve yerden rızık veren Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Allah'tan başka bir oluşturucu mu var? O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Buna rağmen nasıl döndürülüyorsunuz?! 4 Ve eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, kesinlikle senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Ve işler yalnızca Allah'a döndürülür. 5 Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah'ın yapmak için verdiği söz gerçektir. Onun için bu basit dünya yaşamı sizi aldatmasın. Ve sakın o aldatıcı, sizi, Allah ile aldatmasın. 6 Şüphesiz o şeytan, sizin için düşmandır. Onun için siz de onu düşman edinin. Şüphesiz şeytan kendi taraftarlarını alevli ateşin ashâbından olmaları için çağırır. 7 Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işleri yapmış kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ödül vardır. 8 Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/ üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir. 9 Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. 10 Her kim üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak istiyorsa, bilsin ki en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak tamamıyla yalnızca Allah'ındır. Hoş kelimeler yalnızca O'na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Kötülüklerin plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur. 11 Ve Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden oluşturdu. Sonra sizi çiftler yaptı. Dişi ancak O'nun bilgisi ile hamile olur ve bırakır [doğurur/düşürür]. Kendisine ömür verilenin de ömründen yaşadığı ve ömründen eksilen kesinlikle bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah'a çok kolaydır. 12 İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken kayar; şu da tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et yersiniz ve giyeceğiniz bir süs çıkarırsınız. O'nun armağanlarından hakkınız olanı arayasınız ve 2
  • 3. kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye onda suyu yara yara giden gemileri de görürsün. 13,14 Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbiniz Allah’tır. O'nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler; işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez. 15 Ey insanlar! Allah'a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve övgüye lâyık olandır. 16,17 Eğer O dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir oluşturmayı/halkı getirir. Bu, Allah'a hiç güç de değildir. 18 Ve günâhkar bir kimse, başkasının günahını çekmez. Eğer çok günahı olan/çok zengin olan bir kimse, günahını çektirmek için birini çağırsa da ondan hiçbir günah alınıp başkasına çektirtilmeyecek. –Bir akrabası olsa bile– Şüphesiz sen ancak Rablerine karşı ıssız yerlerde saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve salâtı ikame edenleri [mâlî yönden ve destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutanları] uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah'adır. 19-21 Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz. 22 Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. 23 Sen sadece bir uyarıcısın. 24 Şüphesiz Biz, seni hak ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik/elçi yaptık. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı kesinlikle gelip geçmiştir. 25 Ve onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi. 26 Sonra Ben, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni tanımamak/tanıtmamaya yeltenmek nasıl oldu? 27 Görmedin mi/ hiç düşünmedin mi, gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla renkleri başka başka meyveler/ ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde/ renklerin değişik tonlarında. Ve kapkara topraklar/ yollar da var. 28 İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. 29,30 Hiç şüphesiz Allah'ın kitabını okuyan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan ve ayakta tutan] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak Allah yolunda harcama yapan/ yakınlarının nafakalarını temin eden şu kimseler, Allah, ödüllerini kendilerine tastamam versin ve armağanlarından kendilerine artırsın diye, kesinlikle batma ihtimali/ olasılığı olmayan bir ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir. 31 Ve Bizim, Kitap'tan sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak vahyettiğimiz şey, hakkın ta kendisidir. Şüphe yok ki, Allah, kullarını hakkıyla bilen ve hakkıyla görendir. 3
  • 4. 32,33 Sonra Biz, Kitab'ı kullarımızdan, süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan bazıları kendilerine haksızlık eden, bazıları orta yolu tutan/ikili oynayan, bazıları da Allah'ın izniyle/ bilgisiyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu, büyük armağanın; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. 34,35 Onlar orada, “Tüm övgüler, bizden o üzüntüyü gideren ve bizi armağanlarından, kendisinde bize yorgunluk gelmeyen, kendisinde bizim için usanç olmayan, durulacak bu yurda girdiren Allah'a özgüdür; başkası övülemez. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık vericidir” derler. 36 Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişiler, cehennem ateşi kendileri için olanlardır. Onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler. Kendilerinden, cehennem ateşinin birazı da hafifletilmez. İşte Biz, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden her aşırı kimseyi böyle cezalandırırız. 37 Ve onlar, orada feryat ederler: “Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapmış olduklarımızdan başka düzgün amel yapalım.” –Sizi, düşünecek olanın düşüneceği kadar ömürlendirmedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. O hâlde tadın! Artık şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için bir yardımcı da yoktur.– 38 Kesinlikle, Allah göklerin ve yerin görülmeyenini, duyulmayanını, sezilmeyenini bilendir. Hiç şüphesiz O, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir. 39 O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedetmesi kendi zararınadır. Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri, Rablerinin katında kendilerine sadece buğzu artırır. Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedetmeleri kendilerine sadece zararı artırır. 40 De ki: “Allah'ın astlarından yakarıp durduğunuz ortak koştuğunuz kimseleri hiç düşündünüz mü? Gösterin bana, yeryüzünden neyi oluşturmuşlar? Ya da onlar için göklerde bir ortaklık mı var? Ya da Biz kendilerine bir kitap vermişiz de onlar, ondan bir delil üzerinde midirler?” Tam tersi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, birbirlerine, aldatmadan başka bir vaatte bulunmuyorlar. 41 Hiç şüphesiz gökleri ve yeryüzünü yokoluvermekten, Allah tutuyor. Andolsun ki eğer gökler ve yeryüzü yokoluverirlerse, onları O'ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten O, çok yumuşak davranan, çok bağışlayandır. 42,43 Ve onlar, var güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/ onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah'ın uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah'ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın. 44 Ve yeryüzünde gezip de bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Hâlbuki onlar, kuvvetçe kendilerinden daha çetin idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah'ı âciz bırakan hiçbir şey yoktur. Kesinlikle O, en iyi bilendir, en güçlü olandır. 4
  • 5. 45 Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde küçük-büyük hiçbir canlıyı bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda süre sonları geldiği zaman da artık şüphesiz Allah, Kendi kullarını en iyi görendir. AYETLERİN TAHLİLİ 1. Ayet: 1 Tüm övgüler, gökleri ve yeri yoktan yaratan, haberci âyetleri ikişer, üçer, dörder … anlamlı/ doğal güçleri ikişer, üçer, dörder … şiddet biriminde elçiler yapan Allah'a özgüdür; başkası övülemez. O, oluşturmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir. Surenin bu giriş ayeti, müteşabih ayetlerin en güzel örneklerinden birisidir ve Yüce Rabbimiz burada dikkat çekici sözcüklerle ciddî mesajlar vermektedir. Ayette geçen sözcükler sıradan sözcükler olmayıp üzerinde bir hayli düşünülmesi gereken sözcüklerdir. Bu sebeple söz konusu sözcükleri tek tek ele almayı yararlı görüyoruz. HAMD Fatiha suresinin tahlilinde de açıkladığımız gibi, “‫الحمفد‬ hamd” kötülemenin karşıtı olup bir nimetin ve güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır.1 Ancak şu incelik iyi anlaşılmalıdır: “Hamd”, verilen bir nimetten yararlanma veya yapılan bir yardımla feraha çıkma karşılığı olmaktan çok, o nimeti verenin veya o yardımı yapanın yani Yaratıcı’nın sonsuz güç ve kuvvetine, yarattığı nimetlerin çokluğuna, O’nun Rabbliğine duyulan hayranlık sebebiyle dile getirilen bir övgüdür. Bu anlam inceliği nedeniyle “hamd” etmek “şükür”den farklıdır. Şükür bir nimete karşılık olarak ve ancak bir eylemle yapılırken, hamd bir nimetten yararlanmadan da ve sadece söz ile yapılır. Hamd, ilk bakışta “methetme” olarak tanımlanabilirse de, her methiye [övgü] hamd değildir. Çünkü methiyenin riyakârlık, dalkavukluk şaibesi taşımasına karşılık hamd tam bir samimiyet gerektirir. Dolayısıyla hamd, nimetleri, ikramları ve iyilikleri sonsuz olan Yüce Rabbimiz dışında hiç kimseye yapılmaz. O hâlde hamd edilirken nimetler sahibi Yüce Allah hem övülerek yüceltilmeli, hem de O’na şükredilmelidir. Hamd ve önemi konusunda şu ayetlere bakılabilir: En’âm/1, A’râf/43, Yunus/10, Ta Ha/130, Kasas/70, Zümer/74. ‫الفطر‬FATR Türevleri ile birlikte Kur’an’da yirmi kez geçen ve “ ‫فطرة‬fıtrat”, “ ‫فطور‬fütur”, “ ‫فار‬‫ف‬‫إفط‬ iftar” şeklindeki türevleri Türkçeye de geçmiş olan “ ‫فر‬‫ف‬‫فط‬َfatr” sözcüğünün 1 (Lisanü’l-Arab; c.2, s 583) 5
  • 6. anlamı “yarmak” demektir. Sözcük ilk olarak “parmak uçlarıyla devenin memelerinden süt sağmak” eylemi için kullanılmış, ancak zaman içinde bu anlam genişleyerek “bir şeye müdahale etmek suretiyle bir oluşum sağlamak” anlamında yerleşmiştir.2 Bu anlama göre “fatr” sözcüğü hem “ilk kez yapma, yoktan yaratma”, hem de “mevcut düzeni bozma” olarak açıklanabilir. Sözcüğün her iki anlamı da dikkate alınarak ayetin ilgili bölümü şu şekillerde çevrilebilir: - Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, … - Hamd, gökleri ve yeri parçalayacak olan, … “Fatr” sözcüğünün “mevcut düzeni bozma” şeklinde anlamlandırılması, “fatara” fiilinin mutavaat anlamı veren “ ‫كار‬‫ك‬‫إنفط‬ infitar” ve “ ‫كرة‬‫ك‬‫منفط‬münfetıratün” kalıpları kullanılarak yerin ve göğün Allah tarafından parçalanacağını bildiren ayetler ile de uyum göstermektedir: 1-5 Gök çatladığı zaman, yıldızlar dökülüp dağıldığı zaman, denizler yarılıp akıtıldığı zaman, kabirler altüst edildiği zaman; kişi, önünden gönderdiği ve geri bıraktığı şeyleri öğrenmiştir. (İnfitar/ 1) 18 Gök bile o günün şiddeti ile parçalanır. O'nun yerine getirmek için verdiği söz gerçekleşmiştir. (Müzzemmil/ 18) MELEKLER Necm ve Kadr surelerinin tahlillerinde de belirttiğimiz gibi, “melek” sözcüğünün anlamı hangi kökten türediğine göre değişmektedir. “Melâike” ve bunun tekili olan “melek” sözcükleri ya “ ‫ؤلوك‬ ulûk” kökünden ya da “ ‫ملك‬ melk” kökünden türemişlerdir. Buna göre: 1- Eğer “elçi göndermek” anlamına gelen “‫ؤلوك‬ ulûk” kökünden türemiş ise, aslı “ ‫مألك‬ me’lek” olan sözcük, ism-i zaman, ism-i mekân ve mastardır. Dolayısıyla sözcüğün başındaki “ ‫م‬ [m]” harfi ektir. Sonraları “ ‫ا‬ [elif]” ile “ ‫ل‬ [lâm]” harfleri yer değiştirmiş ve sözcük “ ‫ملئك‬ mel’ek” hâline getirilmiştir. Sözcüğün “Allah’tan elçi” anlamında isim olarak kullanılmaya başlamasıyla da hemze terk veya tahfif yoluyla kaldırılmış ve sözcük “melek” şeklini almıştır.3 2- Eğer sözcük “kuvvet, yönetim gücü” anlamındaki “ ‫ملك‬ melk” kökünden türemiş ise, bu takdirde sözcüğün başındaki “ ‫م‬ [m]” harfi ek olmayıp sözcüğün aslındandır. “Mülk, milk, malik ve melik” sözcükleri de bu kökten türemişler ve anlamlarını da bu kökten almışlardır. Eski tefsircilerin genellikle birinci görüşü benimsemiş olmalarına karşılık bizim tespitlerimiz sözcüğün Kur’an’da farklı anlamlara gelen her iki kökten türemiş hâliyle de kullanıldığı yönündedir. Buna göre, konumuz olan “melâike” sözcüğü bazen “elçi” anlamına, bazen de “yönetim gücü” anlamına gelmektedir. Sözcüğün nerede hangi anlamda kullanıldığı ise yer aldığı pasajın söz akışından anlaşılmaktadır. ELÇİLER 2 (Lisanü’l Arab; c.7, s.124,125 ftr mad.) 3 (Lisanü’l-Arab; c.1, s. 191, 192. elk mad.) 6
  • 7. Genelde “Bir uzlaşma amacıyla ya da bir işi bitirmek için gönderilen kimse” olarak tanımlanan “‫فول‬‫ف‬‫روس‬ّ‫س‬ ‫ال‬ resul [elçi]” sözcüğü kısaca “gönderilmiş” demektir. Ancak “‫روسول‬ّ‫س‬ ‫ال‬ resul [elçi]” sözcüğünün sadece insanlardan seçilmiş elçileri ifade ettiği sanılmamalıdır. Çünkü Kur’an’da Allah’ın meleklerden de elçiler seçtiği bildirilmektedir: 75,76 Allah, haberci âyetlerden elçiler seçer, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler, yalnızca Allah'a döndürülür. (Hacc/ 75) “Melek” sözcüğünün türediği kök sözcüklere göre ifade ettiği anlamlar hakkındaki açıklamalar göz önüne alındığında, elçilerin “melek” cinsi olanlarının ya “yönetim gücü”nü temsil eden kuvvetler ya da “haber verici” nitelikli şeyler olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Rabbimizin yağmur ve rüzgârları “yönetim gücü” anlamında elçi olarak yolladığı pek çok ayette bildirilmiştir (Furkan/48, En’âm/6, A’râf/133, 162, Hicr/22, Ankebut/40, Ahzab/9, Sebe/16, Fussılet/16, Zariyat/32–41, Kamer/19, 31, 34, Rahman/35, İsra/68, Ra’d/13, Kehf/40, Neml/63, Rum/46, 48, Mülk/17 ve Nuh/11). “Haber verici” nitelikli melek cinsi elçilerin ise neler olabileceğini düşünmeye başlamadan önce dikkate alınması gereken husus, Rabbimizin elçilerin “indirilmişler”den de olabileceğini bildiren şu ifadesidir: 10,11 Allah, onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde, ey kavrama yetenekleri olan iman etmiş kimseler! Allah'ın koruması altına girin. Kesinlikle Allah, iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size bir öğüt, size Allah'ın açık açık âyetlerini/ alâmetlerini/ göstergelerini okuyan bir elçi indirdi. Ve her kim, Allah'a inanır ve sâlihi işlerse, Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde sonsuza dek kalacakları cennetlere girdirir. Allah, onun için rızkı güzelleştirmiştir. (Talâk/ 10, 11) Yukarıdaki ayetlerin ifadesinden kolayca anlaşılabileceği gibi, Yüce Allah’ın indirdiği “Elçi-Öğüt” peygamber değil, Kur’an ayetleridir. Yani “heber verici” nitelikleri ile birer “melek” olan Kur’an ayetleri, Allah’ın indirdiği evrensel, ölümsüz elçileridir. İKİŞER, ÜÇER, DÖRDER KANATLI Cahiliye Arapları arasında yaygın olan inanışa göre Allah’ın kızları ve yardımcıları olan melekler kanatlı yaratıklardır ve rüzgâr, yağmur, deprem gibi doğa olayları da onların eseridir. Bu cahilî inanışlar kısmen rivayetlere de girmiş ve peygamberimizin Cebrail’in kanatlarının altı yüz olduğunu bildirdiği iddia edilmiştir. Ayrıca bu tür abartılar İsrafil’in her biri doğudan batıya uzanan tam on iki bin tane kanadı olduğu, Allah’ın Arş’ını da bu kanatlarla taşıdığı gibi fantezilerle de süslenmiştir. Özellikle Ka’bu’l Ahbar rivayetlerindeki meleklerin kanatları milyonları da aşmaktadır. 7
  • 8. Biz, “kanat” sözcüğünün burada “güç”ten kinaye olarak kullanıldığını düşünmekteyiz. Şöyle ki: Bu kanatlar bir bakıma fizik biliminde bir güç birimi olarak kullanılan HP [Beygir Gücü] ifadesi gibidir. Meleklerdeki kanat çokluğu, onların güçlerinin fazlalığını ifade etmektedir. Buna göre, Meleklerin kanatları: - “Melek” sözcüğü “yönetim gücü” anlamında kabul edildiği takdirde, meleklerin kanatları da yağmur, rüzgâr, sel gibi doğa olaylarının “güç”ü olarak; - “Melek” sözcüğü “haber verici” anlamında kabul edildiği takdirde ise “Kur’an ayetlerinin müteşabih anlamlarının insanlar üzerinde yarattığı etkiler” olarak anlaşılmalıdır. Bu açıklamalardan sonra konumuz olan ayetlerin takdiri, sözcüklerin değişik anlamlarına göre iki türlü yapılabilir: a- “Hamd, gökleri ve yeri yoktan yaratan, gönderdiği ayetleri ikişer, üçer, dörder anlamlı elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.” b- “Hamd, gökleri ve yeri yarıp parçalayacak olan, rüzgârları değişik şiddette elçiler kılan Allah’a özgüdür. O, yaratmada dilediği şeyleri artırır. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.” Meleklerin bu ayette ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçi oluşları hakkındaki tevilimiz, indirilmiş elçiler olan Kur’an ayetlerinin müteşabih olanlarının birden çok anlamı ifade ettiklerinin bildirildiği yönündedir. Bu anlamı tercih etmemize, 2. ayette geçen “rahmet” ve “Hakiym” ifadeleri ipucu olmuştur. Ayetin son kısmındaki “Allah … artırır” ifadesiyle Allah’ın gücünün sınırsızlığı, her istediği şeyi yaratacağı ve yaratmasının sürekliliği açıklanmaktadır. 2. Ayet: 2 Allah, insanlara rahmetten neyi açarsa, artık onu tutacak biri olamaz. Her neyi de tutarsa, onu da, ondan sonra salacak biri olamaz. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. Bu ayette Yüce Allah’ın tasarrufuna hiç kimsenin mani olamayacağı bildirilmekte ve bu genel hüküm, “Rahmeti açma veya tutma” konusu ele alınarak somutlaştırılmaktadır. Buradaki “Rahmeti açma veya tutma” ifadesini, “peygamber yollama veya yollamama” ya da “yağmur yağdırma veya yağdırmama” olarak anlamak mümkündür. Eğer bu ifade “peygamber yollama veya yollamama” olarak anlaşıldığı takdirde, Allah’ın kimi, nereye elçi gönderdiği konusuna hiç kimsenin müdahale edemeyeceği; Allah’tan başka hiç kimsenin resul [elçi] gönderemeyeceği ve kimsenin kendini elçi ilân edemeyeceği bildiriliyor demektir. Nitekim Mekke kodamanları elçiliğin peygamberimize verilmesini yadırgamışlar ve “Allah göndere göndere bunu mu elçi gönderdi?” diye itirazda bulunmuşlardı. Mekke ileri gelenlerinin bu davranışları daha önce inmiş olan Kaf, Sad ve Furkan surelerinde dile getirilerek eleştirilmişti. Rabbimiz Sad suresinin 9 ve 10. ayetlerinde “Yoksa çok güçlü ve çok bağışlayıcı Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyle ise sebeplerin içinde yükselsinler!” şeklinde cevap vererek onların bu temelsiz yaklaşımlarına cevap vermişti. Allah’ın rahmetine müdahalede bulunmak isteyen haddini bilmez inkârcılar, Rabbimiz tarafından hep aynı sertlikle uyarılmışlardır: 8
  • 9. 124 Ve onlara bir âyet geldiği zaman, “Allah'ın elçilerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla inanmayacağız” dediler. Allah elçilik görevini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, çevirdikleri hilelerinden dolayı Allah katında bir aşağılık ve çetin bir azap dokunacaktır. (En’âm/ 124) 38 Ve sen, gerçekten onlara: “O gökleri ve yeri kim oluşturdu?” diye sormuş olsan, kesinlikle “Allah!” diyeceklerdir. De ki: “Öyleyse Allah'ın astlarından çağırdıklarınızı hiç düşündünüz mü? Eğer Allah, bana bir zarar vermek istediyse, onlar O'nun zararını giderebilen kimseler midirler? Yahut bana bir rahmet dilediyse, onlar O'nun rahmetini engelleyebilen kimseler midirler? De ki: “Allah, bana yeter. Sonucu bırakanlar, yalnızca O'na sonucu bıraksınlar.” ( Zümer/ 38) 31 Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. 32 Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. Zühruf 31–32: 86 Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/ yardımcı olma. (Kasas/ 86) “Rahmeti açma veya tutma” ifadesi “Allah’ın bulut gönderip yağmur yağdırması veya yağdırmaması” olarak anlaşıldığı takdirde, ayette, Allah’ın gönderdiği bulut ve yağmura kimsenin engel olamayacağı, göndermediğini de zorla kimsenin gönderemeyeceği bildiriliyor demektir. Aslında buradaki “rahmet” sözcüğünün anlamını “rızk, evlât, mal mülk, makam mevki, güç, otorite, sağlık, bilgi, lütuf” olarak genişletmek mümkündür. Çünkü “rahmet”in “yağmur” anlamında kullanıldığı ayetler olduğu gibi, “rızk” anlamında kullanıldığı ayetler de mevcuttur. Bu takdirde ayetten Allah’ın bu nimetler için rahmetini açmasına ve bunların belirlenen kişiye ulaşmasına engel olunamayacağı veya Allah’ın rahmetini tutması hâlinde o kişinin bu nimetlerden mahrumiyetini hiç kimsenin tersine çeviremeyeceği anlaşılır. 107 Ve eğer Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, onu O'ndan başka giderecek biri yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zaman da O'nun verdiklerini geri çevirecek biri yoktur. O, armağanlarını kullarından dilediğine isabet ettirir. Ve Allah, çok yarlıgayıcı, çok merhametlidir. (Yunus/ 107) Allah Aziz’dir, Hakîm’dir Ayetin sonunda yer alan bu iki sıfat, Rabbimizin mutlak galip ve en iyi yasa koyucu olduğunu vurgulamaktadır. Bu sıfatlarıyla Rabbimiz kendi tasarrufuna kimsenin mani olamayacağını, bütün direnmelere rağmen yasalarını indirerek rahmetini dilediğine göndereceğini ortaya koymuş olmaktadır. 3. Ayet: 9
  • 10. 3 Ey insanlar! Size gökten ve yerden rızık veren Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Allah'tan başka bir oluşturucu mu var? O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Buna rağmen nasıl döndürülüyorsunuz?! Bu ayette “Ey insanlar!” hitabıyla tüm insanlara seslenilmekte ve Yüce Allah’ın rahmeti [verdiği nimetler] hatırlatılarak herkesin aklını başına alması istenmektedir: “Yaratan ve rızk veren sadece Allah olmasına rağmen nasıl olup da taştan, ağaçtan, madenden, melekten, elçiden, azizden ve benzeri yaratılmışlardan yardım istiyor, onları ilâhlaştırıyorsunuz?” Bu uyarı, daha fazla ayrıntı verilerek Yunus Suresi’nde de yapılmıştır: 31,32 De ki: “Sizi gökten ve yeryüzünden kim rızıklandırıyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahip oluyor, bunların sahibi kim? Ve ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Ve işleri kim düzenliyor?” Hemen “Allah” diyecekler. O zaman de ki: “O hâlde hâlâ Allah'ın koruması altına girmeyecek misiniz? Öyleyse işte O, sizin gerçek Rabbiniz Allah'tır. Artık, gerçekten sonra sapıklıktan başka ne olabilir! O hâlde nasıl da çevriliyorsunuz?” (Yunus/ 31, 32) Bilindiği gibi, Kur’an’ın indiği dönemlerde Araplar Allah’a inanıyorlar ama O’nun Arş üzerinde kurulduğunu, yeryüzünü ise O’nun meleklerinin ve kendi ilâhlarının idare ettiğini zannediyorlardı. Bu zihniyet Kur’an’da hep reddedilmiş, her fırsatta Allah’ın tasarrufta bulunurken aracı kullanmadığı gerçeği ifade edilmiştir. 4. Ayet: 4 Ve eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, kesinlikle senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Ve işler yalnızca Allah'a döndürülür. Peygamberimize güç vermek için inmiş olan bu ayet, ister bir parantez cümlesi olarak kabul edilsin, ister Mushafın tertibindeki bir yerleştirme hatası olarak kabul edilsin, insanlığa yapılan genel açıklamayı bölerek uyarıların arasına girmiş bir teselli cümlesidir. Burada peygamberimize zımnen “Bu yalanlama, karşı çıkma ve taciz, ilk kez yapılmış olmayıp senden evvelkilere de aynı şeyler yapılmıştı. Ama müsterih ol, her şey, her iş Allah’a döndürülür; onun hesabı mutlaka görülür” denilmektedir. Bir teselli olarak daha önceki elçilerin de yalanlandığını bildiren bu ayetin benzerleri Kur’an’ın başka surelerinde de mevcuttur: 42-44 Ve eğer onlar, seni yalanlıyorlarsa bil ki onlardan önce Nûh'un toplumu, Âd, Semûd, İbrâhîm'in toplumu, Lût'un toplumu, Medyen ashâbı da yalanlamışlardı. Mûsâ da yalanlandı da Ben, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselere bir süre verdim. Sonra da onları yakalayıverdim. Peki, Beni tanımamak nasılmış! (Hacc/ 42) 184 Eğer şimdi seni yalanladılarsa, bil ki senden önce açık deliller, sayfalar ve aydınlatıcı kitap ile gelen elçiler de yalanlanmıştı. (Âl-i Imran/ 184) 18 Ve eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki birtakım ümmetler de yalanlamıştı. Elçi'ye düşen de apaçık tebliğden başka bir şey değildir. (Ankebut/ 18) 10
  • 11. 34 Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. (En’âm/ 34) Ayetin sonundaki “Ve işler yalnızca Allah’a döndürülür” ifadesi, hem yalanlayıcıların cezalandırılacaklarını bildiren bir tehdit, hem de inananların ödüllerini alacaklarını bildiren bir vaattir. Benzer ifadeler daha birçok ayette yer almaktadır: 210 Onlar, sadece Allah'ın buluttan gölgeler içinde gelmesini, doğal güçlerin [ışın, radyasyon ve meteorların] gelmesini ve işin bitirilivermesini mi bekliyorlar? Hâlbuki bütün işler, yalnızca Allah'a döndürülüyor. (Bakara/ 210) 109 Ve göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. Ve bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür. (Âl-i Imran/ 109) Ayrıca Enfal/44, Hacc/76, Hadid/5, Lokman/22, Şura/53. ayetlere de bakılabilir. 5. Ayet: 5 Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah'ın yapmak için verdiği söz gerçektir. Onun için bu basit dünya yaşamı sizi aldatmasın. Ve sakın o aldatıcı, sizi, Allah ile aldatmasın. Bu ayette yine tüm insanlara seslenilerek Allah’ın vaadinin mutlaka gerçekleşeceği bildirilmiş ve insanlar “basit yaşamın zevklerine, tutkularına kanmamaları” ve “aldatıcılar tarafından Allah ile aldatılmamaları” konularında uyarılmıştır. Allah’ın vaadinden dönmeyeceğine ve Allah’ın vaadinin gerçekliğine [ahirette dirilmenin olacağına, orada inananların ödüllendirileceğine ve inançsızların cezalandırılacağına] dair Kur’an’da pek çok ayet vardır: 190-194 Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır. (Âl-i Imran/190- 194) 11
  • 12. 27-29,31 Yine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler: “Ona Rabbinden bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi, eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’ân olsaydı…” diyorlar. De ki: “Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlanan kimseleri; inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla zihnindeki tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşmuş kişileri Kendisine kılavuzlar.” Gözünüzü açın! Kalpler, yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla; zihnindeki tüm soru işaretlerini gidermekle rahata kavuşur. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseler; tuba; güzellikler, müjdeler ve güzel dönüş yeri sadece onlar içindir. Aslında emrin tümü Allah'ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki eğer Allah dilemiş olsaydı, kesinlikle insanların tümüne kılavuzluk ederdi. İnkâr eden kimseler, Allah'ın vaadi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez/miadını şaşırmaz. ( Ra’d/ 31) Ve Hacc/ 47, Rum/ 6, Zümer/ 20. Rabbimiz, çeldiricilerden biri olan “basit yaşam” konusunda birçok ayetiyle uyarıda bulunmuş ve bu dünyadaki yaşam uğruna ebedî olan ahiret yurdunun feda edilmemesini istemiştir: 34,35 Ve denilmiştir ki: “Bugün Biz sizi, sizin bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz gibi unuturuz/ terk ederiz/ cezalandırırız. Yeriniz de ateştir. Sizin için yardımcılardan herhangi biri de yoktur. İşte bunlar, sizin Allah'ın âyetlerini alaya almanız ve basit dünya yaşamının sizi aldatması sebebiyledir.” Artık bugün onlar, ateşten çıkarılmaz ve özür dilemeleri de kabul edilmez/ Allah'ı hoşnut etmeleri de istenmez. (Casiye/ 35) 70 Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/ oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve Kur’ân ile hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla değişim ve yıkıma düşerse, onun için Allah'ın astlarından bir yardım eden, yol, gösteren koruyan bir yakın kimse ve destekçi, kayırıcı söz konusu olmaz. Suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile değişime/yıkıma uğrayan kimselerdir. İyilikbilmezlik ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. (En’âm/ 70) 130 Ey gizli, âşikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, “Kendi aleyhimize şâhitiz” dediler. Basit dünya yaşamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına şâhitlik ettiler. (En’âm/ 130) Ve A’râf/ 50, 51, İnfitar/ 6, Lokman/ 33, Âl-i Imran/ 185, Hadid/ 20. Konumuz olan ayette dikkat çekilen bir diğer önemli nokta da, “aldatıcının insanları Allah ile aldatması” olgusudur. Allah ile aldatmak, Allah’ın emretmediği veya yasaklamadığı herhangi bir hususu bilgisiz ve bilinçsiz kimselere Allah adına emretme veya yasaklama girişimidir. Allah’ın Rahman, Rahîm, Ğafur ve Vekil gibi sıfatlarını çarpıtarak insanların Allah’ın bu sıfatlarının çarpıtılmış hâline güvenmelerini sağlamak ve böylece günaha ve şirke girmelerine yol açmak da yine “Allah ile aldatma” kapsamındadır. Herkesin bu konuda çok dikkatli ve uyanık olması gerekir. Çünkü bu tip aldatmalar genellikle “din adamı” kisveli kişilerce yapılmaktadır. Rabbimiz Kur’an’da bu konu üzerinde çokça durmuştur: 12
  • 13. 79 Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için, “Bu, Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun! (Bakara/ 79) 78 Ve Kitap Ehlinden, bazı söz ve ilkeleri, kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip büken akılsız, serseri bir gurup vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde, “Bu, Allah katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah'a karşı yalan da söylerler. (Âl-i Imran/ 78) 21 Ve Allah'a karşı yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Hiç şüphe yok ki şirk koşarak yanlış davranan; kendi zararlarına iş yapan bu kimseler kurtuluşa eremezler. ( En’âm/ 21) Ve A’râf/ 37, Yunus/ 17, Hud/ 18, Kehf/ 15, Ankebut/ 68, Zümer/ 32. Ayetteki “ ‫الغغغرور‬ğarur [aldatan]” sözcüğünün sadece İblis’i işaret ettiğini düşünmek bize göre yanlıştır. Aldatıcının Kur’an’daki ilk örneği şüphesiz İblis’tir. O, Âdem ve eşine “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek / melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti” demek suretiyle Allah adına vesvese vermiş ve uydurduğu yalanla her ikisini de aldatmıştır. Ancak Kur’an’da şeytanların da aldatıcı olduğu bildirilmektedir. Dolayısıyla buradaki “ğarur [aldatan]” sözcüğü hem İblis’i hem de tüm insan şeytanları ifade etmektedir. Bu konuda mesajlarına iyi kulak verilmesi gereken ayetler aşağıdadır: 120 İblis, onlara vaatte bulunur ve onları kuruntulandırır. Oysa şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez. ( Nisa/ 120) 112,113 Böylece Biz, her peygamber için gizli-açık şeytanlarını düşman yaptık: Ki dünya malına aldanmaktan dolayı, âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan hoşnut olsun ve yapmakta olduklarını yapsınlar diye bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü gizlice telkinde bulunur/fısıldar. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları ve uydurdukları şeyleri bırak!– (En’âm/ 112–113) 63-65 Allah dedi ki: “Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” – Ve şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.– Şüphesiz ki, Benim kullarım, senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur.” –Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak da Rabbin yeter.– (İsra/ 64) 13 O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, o iman eden kimselere: “Bize bakın da sizin ışığınızdan alalım?” derler. Denildi ki: “Arkanıza dönün de ışık arayın!” Sonra da aralarına içinde rahmet, dışında da kendi yönünden azap olan kapılı bir sur çekilir. 14,15 Onlara: “Biz, sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. Mü’minler: “Evet ama, siz kendi canlarınızı ateşe attınız, gözlediniz, kuşkuya düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Sonunda Allah'ın emri gelip çattı. O, çok aldatan da sizi, Allah ile aldattı. Bugün artık sizden kurtulmalık 13
  • 14. alınmaz, kâfirlerden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden de. Sizin varacağınız yer ateştir. O, size yaraşandır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hadid/ 13-15) 6. Ayet: 6 Şüphesiz o şeytan, sizin için düşmandır. Onun için siz de onu düşman edinin. Şüphesiz şeytan kendi taraftarlarını alevli ateşin ashâbından olmaları için çağırır. Bu ayette insanı en çok aldatan, en fazla tuzağa düşüren düşman ele alınmış ve insanlar ona karşı uyarılmıştır. Burada konu edilen şeytan; iğvalarıyla, yumuşak girişleriyle insanı en fazla yanlışa sürükleyen İblis’tir. Bu sebeple Rabbimiz onu bize tanıtmış, onun bizden kıyamete kadar ayrılmayacağını hem haber cümleleriyle hem de temsilî anlatımlarla bildirmiştir: 59 Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın! 60-62 Ben; “Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı” diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? 63 İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir. (Ya Sin/ 59–62) 118,119 Allah İblis'i dışladı. Ve İblis, “Elbette Senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları kesinlikle saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de etinden-sütünden yararlanılan hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın oluşturuşunu/ölçülendirdiğini bozacaklar” dedi. Ve her kim Allah'ın astından şeytanı yol gösterici, koruyucu yakın edinirse, o zaman şüphesiz o, apaçık bir ziyan ile ziyana uğrar. (Nisa/ 118, 119) 50 Ve hani Biz doğal güçlere, “Âdem'e boyun eğip teslimiyet gösterin” demiştik de İblis/ düşünce yetisi dışında hepsi boyun eğip teslimiyet gösterdi. İblis, görünmez varlıklardandı/ enerjidendi. Sonra da kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, Benim astlarımdan onu ve onun soyunu yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için ne kötü bir değiştirmedir bu! (Kehf/ 50) 7. Ayet: 7 Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler; onlar için şiddetli bir azap vardır. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işleri yapmış kişiler; onlar için bir bağışlanma ve büyük bir ödül vardır. Kur’an’da çok sık rastlanan yönteme uygun olarak bu ayette de yine uyarılardan sonra inananlar ile inanmayanların akıbetleri beyan edilmektedir. 8. Ayet: 8 Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de 14
  • 15. kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/ üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir. İnananlar ile inanmayanların akıbetlerine ait açıklamaya bu ayette de devam edilmiş ve bir lütuf olarak özgürlük verilen insanın tercihini yanlış kullanması sonucu kendisini mahvedişi, özel bir ifade tarzı ile vurgulanmıştır. Ayetteki cümle yapısına dikkat edilirse, ilk cümlede soru sorulmuş ama cevap verilmemiştir. Bu ifade şekli, sorulan soruya herkesin kendi anlayışına göre cevap takdir etmesine fırsat veren bir edebî sanattır. Yanlış tercih yapanların kesinlikle inanan ve salihatı işleyenler gibi olmayacakları [onlara iyi davranılacağı] belli olduğuna göre, ayetin ilk cümlesindeki soruya verilecek cevaplardan biri şu olabilir: “Ona da en kötü ceza verilecektir. İman eden, salihatı işleyene büyük ödül var diye, kötü işler kendisine güzel gösterilen, kendisi de onları güzel gören kötü kişiye de onun gibi mi davranılacak? Şüphe yok ki Allah dilediğini / dileyeni şaşırtır, dilediğine / dileyene de kılavuzluk eder. O hâlde canın onlara karşı hasretlerle [üzüntülerle] sıkılıp gitmesin. Onlar kendi gayretleriyle, çabalarıyla bu hale düşmüşlerdir. Acınacak durumları yoktur, acımaya da gerek yoktur. Onlar kendileri etti, kendileri buldu. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir.” Ayetin ikinci cümlesinde geçen “Allah’ın dilediğini mi yoksa dileyeni mi şaşırttığı ve dilediğine mi yoksa dileyene mi kılavuzluk ettiği” konusu, Tekvir suresinin tahlilinde açıkladığımız “meşiet” kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir konudur. Kısaca söylemek gerekirse; “Allah’ın dilemesi”, insanların özgür iradeleri ile tercih edebilecekleri bütün seçeneklerin Allah tarafından yaratılmış olduğu anlamına gelmektedir. Ayetin üçüncü cümlesi peygamberimizi teselli etmektedir. Çünkü Kur’an’ın bildirdiğine göre, birçoğu akrabası olan Mekkelilerin tevhide yönelmeyip şirkte ısrar etmeleri sebebiyle peygamberimiz çok büyük üzüntü duymakta ve bu üzüntü onu âdeta kahretmektedir. Bu durumu bilen Rabbimiz, pek çok ayette, insanların hidayete erip ermemelerinin kontrolünün bizzat kendisinde olduğunu bildirmiş, elçinin görevinin sadece tebliğ ve tebyin olduğunu hatırlatarak onu uyarmış ve teselli etmiştir: 56 Kesinlikle sen sevdiğini kılavuzlanan doğru yola iletemezsin; ama Allah dilediğine doğru yolu gösterir ve O, kılavuzlanan doğru yolu kabullenecek olanları daha iyi bilir. (Kasas/ 56) 272 Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan harcamada bulunduğunuz şeyler sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında harcamada bulunmazsınız. Ve hayırdan ne harcamada bulunursanız, o, size tastamam ödenecektir. Ve siz, haksızlığa uğratılmayacaksınız. (Bakara/ 272) 6 Sonra da sen onlar bu Kur’ân'a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin! (Kehf/ 6) 176 Küfürde Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmekte yarışan şu kişiler de seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiçbir şekilde asla zarar vermezler. Allah onlara âhirette herhangi bir pay vermemeyi istiyor. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır. (Âl-i Imran/ 176) 15
  • 16. 3 Onlar; Hıcr 91 Kur’ân'ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, 3 iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın! (Şuara/ 3) 8. ayetin son cümlesi olan “Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir” ifadesinde, inkârcılara dolaylı bir tehdit ve inananlara da bir uyarı vardır. Ayrıca bu cümlede geçen “ ‫تصغنعون‬ ‫بمغا‬bima tasneûn” ifadesi de dikkat çekicidir. Çünkü başka yerlerde genellikle “ ‫تعملغغون‬ ‫بمغغا‬bima ta’melûn” ifadesi geçmesine karşılık Rabbimiz burada “sanayi, endüstriyel üretimler, sanatsal yapılar” anlamına gelen özel bir sözcük seçmiştir. Buna göre Rabbimiz, bu ifadeyi kullanarak müminlerin dikkatini düşmanlarının her türlü sanayii kullanarak kendilerini yıldırmaya çalışacaklarına çekmekte ve müminlere sanayiye önem vererek düşmanlara karşı hazırlıklı olmaları gerektiği mesajını vermektedir. 9. Ayet: 9 Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. Tekvinî mucizelere değinilen bu ayette dikkat çekmek için İltifat sanatı kullanılmış; ayetin ilk bölümünde kendisinden “Allah” ve “O” diye üçüncü şahıs olarak bahseden Rabbimiz, daha sonra sözlerine birinci çoğul şahıs zamiri “Biz” ile devam etmiştir. Rabbimiz bu ayette okyanuslardan, göllerden, nehirlerden, bataklıklardan oluşan bulutları nasıl gönderdiği rüzgârlarla yukarılara kaldırıp sevk ediyor ve yağdırdığı yağmurla ölü toprağı diriltiyorsa, ölüm sonrası tekrar canlanmanın da bunun gibi olacağını bildirmekte, böylece tevhidî inancın oluşması yönünde akıl sahiplerine yol göstermektedir. Ölü toprağın canlanması, Kur’an’ın pek çok ayetinde, insanların ölümlerinden sonra dirilmelerine örnek verilmiştir: 11 Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız. (Zühruf/ 11) 9 De ki: “Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tâbi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” 10 De ki: “Hiç düşündünüz mü? Eğer Kur’ân, Allah tarafından ise ve siz de onu bilerek reddetmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları'ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız … Şüphesiz ki, Allah şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar topluluğuna kılavuzluk etmez.” (Kaf/ 9–11) 33 Ve ölü toprak, duyarsız topluma bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yeyip duruyorlar. (Ya Sin/ 33) 16
  • 17. Ve Rum/ 19, 24, 50, A’râf/ 57, Nahl/ 65, Ankebut/ 63, Casiye/ 5, Hadid/17. Hatırlanacak olursa, ölü toprağın canlanması sadece saf su ile olmamaktadır. Furkan suresinin 48, 49. ayetlerinin tahlilinde “Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize” adlı kitaptan alıntıladığımız “Ölü Bir Beldeyi Canlandıran Yağmurlar” başlıklı yazıda, yağmurun, ihtiva ettiği mineral, tuz ve diğer kimyasal ve biyolojik maddelerle toprağı gübrelediği belirtilmişti. 48,49 Ve O, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderendir. Ve Biz ölü bir beldeye can verelim, oluşturduğumuz nice hayvanlara ve insanlara su sağlayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik. (Furkan/ 48, 49) Konumuz olan 9. ayette ölmüş, çürümüş insanlara nasıl hayat verileceğinin bir örneği olarak gösterilen “ölü toprağın canlandırılması” olgusu, 1. ayette “melekler” sözcüğüne karşılık olarak verdiğimiz “doğal güçler” ve “Kur’an ayetleri” şeklindeki her iki anlamın da mantıklı olduğuna bir delil teşkil etmektedir. “Melekler” sözcüğü eğer “doğal güçler” anlamında kabul edilirse, ölü beldeleri canlandıran yağmurun bir “doğal güç” olduğu; yok, eğer “haber verici” nitelikte olan Kur’an ayetleri olarak kabul edilirse, bu kez de Kur’an ayetlerinin ölü mesabesindeki insanları ve toplumları canlandırdığı gerekçesiyle bu anlamlar doğrulanmış olur. Ayetin son cümlesinde geçen ve “ölmüş, çürümüş, yok olup gitmiş insanlara hayat verme” anlamında kullanılmış olan “nüşür” sözcüğünün bir başka kalıbı olan “neşr”, “nâşirat” hakkındaki daha geniş açıklamamız Mürselat suresinin tahlilindedir. 10. Ayet: 10 Her kim üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak istiyorsa, bilsin ki en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak tamamıyla yalnızca Allah'ındır. Hoş kelimeler yalnızca O'na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Kötülüklerin plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur. Bu ayette akıllı insanın nasıl ve kimden yana olması gerektiği mesajı verilmektedir. Buna göre, güç kuvvet, şan, şeref tamamıyla Allah’ındır. Dolayısıyla, güçlü, şerefli olmak isteyen mutlaka Allah’tan yana olmalıdır. Allah’ın vahyine karşı duranların, inançsızların her türlü plânları darmadağın olup gidecek, hiçbir işe yaramayacaktır. Bilinmelidir ki, Allah’tan yana olanların yolu “kelime-i tayyibe”den ve “salihatı işlemek”ten geçmektedir. KELİME-İ TAYYİBE “ ‫يةبغغغة‬ّ‫ب‬‫ط‬ ‫كلمغغغة‬Kelime-i tayyibe”, “hoş, güzel söz” demektir. Kur’an’dan anlaşıldığına göre bu söz “La ilâhe illallah [Allah’tan başka ilâh diye bir şey yoktur]” demektir ve bununla da kastedilen “gerçek iman”dır. 17
  • 18. 24,25 Görmedin mi; hiç düşünmedin mi, Allah nasıl bir örnek verdi? Güzel bir söz, kökü, sabit, dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle/ bilgisiyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle örnekler verir. 26 Kötü bir söz'ün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer. 27 Allah, iman edenleri, basit dünya yaşamında ve âhirette sabit bir söze/imana sabitler. Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları da saptırır. Ve Allah, dilediği şeyi yapar. (İbrahim/ 24–27) Ayetteki “düzgün amel onu yükseltir” ifadesi, Kur’an’da pek çok yerde geçen “iman eden ve salihatı işleyenler” nitelemesinin bir başka ifadesidir. Bu ifade, kuru kuru “Ben inandım” demenin yetersizliğini, imanın mutlak surette amel olarak yansıması gerektiğini göstermektedir. Nitekim Kur’an’da imansız amelin işe yaramayacağına dair onlarca ayet vardır. Amelsiz bir imanın yetersizliği bu ayette de böyle ifade edilmiştir. Anlaşılması gereken şudur ki, iman mutlaka dışa yansımalı, salihatı işlemek ve takva olarak kendini kişinin hal ve hareketlerinde açıkça göstermelidir. Bu çok önemli konunun daha iyi anlaşılması için “Cennetin Bedeli Takva” adlı çalışmamızdan bir bölümü okuyucuya sunmayı yararlı görüyoruz: İMAN AMEL İLİŞKİSİ Konumuzun iyi anlaşılması için mutlaka iman ve amel ilişkisine de değinmek gerekiyor. Zira bu konunun hakikatinin bilinmemesi nedeniyle toplumda amelsiz insanlardan geçilmez oldu. Ameli olmadığı hâlde Müslümanlığı kimse elden bırakmıyor. Bu konu herkes tarafından doğru dürüst öğrenilmelidir ki, kimin gerçek kimin sahte Müslüman olduğu anlaşılsın. İman, dil bilimcilerine göre; “Kesb / çalışma ve ihtiyar / özgür iradeyle seçim ile kalpte hâsıl olan tasdik” demektir. Yani iman, kelime anlamı olarak “verilen haberi kabul ve itiraf ederek haber sahibini yalanlamamak”tır. Dinî terim olarak iman ise sadece tasdik olmayıp “Peygamberin Allah tarafından getirdiği ve dinden olduğu zarurî ve kesin olarak bilinen haber ve hükümleri kendi irade ve ihtiyariyle tasdik ederek bunları kabul ve itiraf etmek”tir. Bizim üzerinde duracağımız nokta, bu tasdik, kabul ve itirafın nasıl olacağıdır: - Kalben kabul ve itiraf yeter mi? - Sadece dil ile kabul ve itiraf yeter mi? - Yoksa hem kalben hem de dil ile kabul ve itiraf mı gerekir? - Ya da bu ikisiyle birlikte pratikte de uygulamaları olması mı gerekir? Bu noktalarda geçmişte İslâm bilginleri arasında birçok tartışmalar olmuş ve bu husus ile ilgili olarak Kerrâmiye, Havâriç, Mu’tezile, Selef/Muhaddisûn gibi birçoğu ifrata ve tefrite kaçan mezhepler/ekoller ortaya çıkmıştır. Bunlardan kimisi ameli olmayan bir Müslüman’a çekinmeden kâfir demiş, (hâlbuki amelinin olmamasının imansızlıktan başka bir sebebi olabilir,) kimisi de ameli olmayan bütün Müslümanları cennetle müjdelemiş ve böylece günahkârlığı cesaretlendirmiştir. Bu geniş mevzu İlm-i Kelam kitaplarında duradursun, biz iman-amel ilişkisini zoraki yorumlara tevessül etmeden, temel kaynağımız Kur’an’dan görelim. Konuyla ilgili Yüce Rabbimizin açık beyanlarına dikkat edelim: Kur’an’a baktığımızda Allahü Teala, iman etmeyi mutlaka bir fiille beraber zikreder. Kur’an’ın tanımladığı müminler aksiyon halindedirler. 1 Kesinlikle, inananlar durumlarını korudular/ zafer kazandılar. 2 Onlar, salâtlarında [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmalarında; toplumu aydınlatmaya çalışmalarında] gösterişsiz/ samimi olan kimselerdir. 3 Ve onlar, boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir, 4 Ve onlar, zekâtı işleyen/vergiyi veren kimselerdir, 5-7 Ve onlar, iffetlerini koruyan kimselerdir, –eşleri veya sözleşmelerinin sahip oldukları ayrı, çünkü bundan dolayı kınanamazlar, oysa bunun ötesine gitmek isteyenler, işte onlar, sınırları aşanların ta kendileridir.– 8 Ve onlar, emanetlerine ve antlaşmalarına riâyet eden kimselerdir. 18
  • 19. 9 Ve onlar, salâtlarını [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını] koruyan kimselerdir. 10,11 İşte onlar, içinde temelli kalacakları Firdevs cennetine son sahip olan son sahiplerin ta kendileridir. (Müminûn/ 1–11) Elli civarında ayette Allahü Teala “İman edenler ve salihatı işleyenler” ifadesini kullanarak iman ile davranışı [salihatı işlemeyi] bir daha ayrılmayacak şekilde birbirine bağlamıştır. Bu ifadeyle “iman” ve “salihatı işlemek” bir bakıma aynı şey haline gelmektedir. Bundan dolayıdır ki, Maide suresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinde Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler “kâfirler”, “zâlimler” ve “fasıklar” olarak değerlendirilmiştir. Gerçek Müminlerin nitelikleri sayılırken de şu hususlara dikkat çekilmiştir: 2-4 Hiç şüphesiz mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen, O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, iman açısından güç kazanan ve yalnızca Rablerine sonucu havale eden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan, ayakta tutan] ve Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte bunlar, gerçekten inananların ta kendisidir. Onlara Rableri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır. (Enfal/ 2–4) 111,112 Şüphesiz Allah, tevbe eden, kulluk eden, övgüde bulunan, seyahat eden, Allah'ı birleyen, boyun eğip teslimiyet gösteren, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, kötü olan her şeyden vazgeçiren, Allah'ın hududunu koruyan inananlardan, canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir vaadidir Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü’minlere müjde ver! (Tövbe/ 111,112) 10-13 Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun eElçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih… Ve inananlara müjde ver. (Saff/ 10-13) 24,25 Görmedin mi; hiç düşünmedin mi, Allah nasıl bir örnek verdi? Güzel bir söz, kökü, sabit, dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle/ bilgisiyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle örnekler verir. 26 Kötü bir söz'ün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer. (İbrahim/ 24–26) Ayrıca Furkan suresinin 63-77. ayetlerinde belirtilen özelliklerin de göz önüne alınması gerekmektedir. Bu özellikler şunlardır: Yeryüzünde kibirlenmeden yürümek, geceleri secde ve kıyam etmek, duada bulunmak, malı harcarken savurgan ve cimri olmayıp orta yolu tutmak, haksız yere adam öldürmemek, zina etmemek, yalana tanıklık etmemek, boş lâkırdıya kulak asmamak, okunan ayetlere duyarlı olmak. Bütün bu ayetler imanın amelden bağımsız, soyut bir şey olmadığını göstermektedir. Allah yolunda mücadele, iyiliği emir, kötülükten nehy, salât, oruç, infak, tövbe ve benzeri kulluk görevleri iman ile aynı kefede tartılmaktadır. Allah insan için iki yol bulunduğunu bildirerek iman edenlerin Allah yolunda, etmeyenlerin ise Tağut yolunda mücadele vereceklerini açıklar. Müminlerle fasıkları bir tutmayacağını bildiren Rabbimiz, imanı yüceltmiş ve onu kalplerimize hoş göstermiş; küfür, fısk ve isyandan ise nefret ettirmiştir. 19
  • 20. 214 Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta elçi ve beraberinde iman edenler, “Allah'ın yardımı ne zaman?” derlerdi. –Dikkat edin! Gerçekten Allah'ın yardımı pek yakındır.– (Bakara/ 214) 142 Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden, sabredenleri de bildirmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? ( Âl-i Imran/ 142) 16 Sizden çaba harcayanları, Allah'ın Elçisi'nden ve inananların astlarından sırdaş/ can dostu edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır. (Tövbe/ 16) Ve Yunus/ 62, 63, A’râf/ 156, Bakara/ 103, Maide/ 93, Ankebut/ 2-3, Hucurat/ 14-16. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, insanlar kesinlikle “inandık” demekle kurtulamayacaklardır. Çünkü iman aynı zamanda inandığını yaşamaktır da... Yaşanmayan kuru bir imanın ne anlamı ne de önemi vardır. İslâm’dan başka din arayan kimselerden bu dinlerin kabul edilmeyeceğini hatırlatan Rabbimiz, “Biz iman ettik” diyen bedevîlerin imanlarını bile onların yüzlerine çarpmakta ve “Hayır, siz henüz iman etmediniz, iman henüz kalplerinize yerleşmedi” buyurmaktadır. Zira eğer gerçekten iman etmiş olsalardı, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla mücadele ederlerdi. Rabbimiz o bedevilere “eslemna [teslim olduk, Müslüman olduk]” demeleri gerektiğini öğütlemektedir. Bu öğüt zımnen şu anlama gelmektedir: “Kimlik belgenize Müslüman yazdırmanızda bir sakınca yoktur. Kimliğinizi belirtmek bakımından Mecusî, Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt veya benzer bir dinden olmayıp Medine’deki Müslüman toplumdan olduğunuzu söylüyorsunuz ki, bu doğrudur. Ama size gerçek anlamda mümin denemez.” Gerçek müminlerden olmanın yolu, dinin gerekli gördüğü eylem ve davranışları da yerine getirmekten geçmektedir. 36 Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiçbir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzab/ 36) Kur’an’ın üzerinde durduğu mesele, inandığımız doğruların hayatımızda uygulanmasıdır. İman ile ameli birbirinden ayırıp ayrı ayrı kategoride değerlendirmek Kur’an’a göre uygun değildir. Kur’an bizden inandığımızı bizzat yaşayarak kanıtlamamızı istemektedir. “Mümin şu işleri yapar” denilirken aslında o işleri yapanların ancak iman etmiş sayılacakları ifade edilmiş olmaktadır. Ayetlerde görüldüğü gibi, cennet salt inanmışlara değil, imanla birlikte salih amel işleyenlere; takva sahiplerine, salihlere, muhsinlere, ebrara vaat edilmektedir. İnandığı hâlde [mazeretsiz] amel işlemeyen insanların kâfir mi, değil mi olduklarını tartışmak yerine, bu tür insanların mümin olup olmadıklarının cevabı araştırılmalıdır. Her ne kadar “amel imandan bir cüzdür” önermesi doğru değilse de, kesinlikle bilinmelidir ki, “amel imanın bir gereğidir, icabıdır, dışa vurumudur.” Konumuz olan 10. ayetteki “kötülüklerin plânlarını yapanlar” ifadesiyle, peygamberimiz ve beraberindeki müminlere olduğu kadar bugüne de ciddî mesajlar verilmektedir. Kötülük plânları yapmakla nitelenenler, ahireti inkâr edebilmek için temelsiz itirazlar, tutarsız bahaneler üretirler ve insanlara üstünlük kurmak, onlardan çıkar elde etmek için çeşitli plânlar kurarlar. Hâlbuki plan kurmalarına sebep olan heva ve arzuları anlamsız, elde etmek istedikleri ise geçici ve aldatıcı şeylerdir. Böyle oldukları gibi, insana ne güç ne de şeref kazandırırlar. Oysa güç de şeref de Allah’tandır; O’nun yolunda ve O’na kulluktadır. 20
  • 21. 138,139 Mü’minlerin astlarından, küfre; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sapanları yol gösterici, koruyucu yakın edinen şu münâfıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında şan ve şeref mi arıyorlar? Oysa şan ve şerefin tümü Allah'ındır. (Nisa/ 139) 65 Ve onların sözü seni üzmesin. Kesinlikle hâkimiyet, şan ve şeref bütünüyle Allah'a aittir. O, en iyi işiten, en iyi bilendir. (Yunus/ 65) 8 Diyorlar ki: “Andolsun, Medîne'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır.” Oysa güç, onur ve üstünlük Allah'ın, O'nun Elçisi'nin ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar bilmiyorlar. (Münafikun/ 8) 11–14. Ayetler: 11 Ve Allah sizi bir topraktan, sonra nutfeden oluşturdu. Sonra sizi çiftler yaptı. Dişi ancak O'nun bilgisi ile hamile olur ve bırakır [doğurur/düşürür]. Kendisine ömür verilenin de ömründen yaşadığı ve ömründen eksilen kesinlikle bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah'a çok kolaydır. 12 İki deniz de eşit olmuyor; şu tatlıdır, hararet keser ve içerken kayar; şu da tuzludur, yakar kavurur. Her birinden de taze bir et yersiniz ve giyeceğiniz bir süs çıkarırsınız. O'nun armağanlarından hakkınız olanı arayasınız ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye onda suyu yara yara giden gemileri de görürsün. 13,14 Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbiniz Allah’tır. O'nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler; işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez. Bu ayet grubunda Yüce Allah’ın kudretine ve insanlara verdiği nimetlere dikkat çekilmekte ve yeni bir uyarı yapılmaktadır. Bu uyarıda; insanın cansız bir maddeden yaratıldığı, sonra nutfeden üretildiği, erkek-dişi diye ayrıldığı, herkese belirli bir ömür verildiği, kişinin yaşadığı ve yaşayacağı sürelerin hesabının tutulduğu, iki farklı suyun bir birine karıştırtılmadığı, rızk ve ticaret için denizlerin gemilere uygun yaratıldığı; gece, gündüz ve Güneş’in insanların yararı için hayatın devamını sağlayacak şekilde düzenlendiği ve insanlara daha birçok nimetlerin lütfedildiği bildirilmekte ve “İşte tüm bunları yapan sizin Rabbinizdir” denilmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan bir diğer nokta da, evrendeki her şeyin belli bir plâna göre programlandığıdır. Gece ve gündüz, Güneş ve Ay, acı ve tatlı su konuları Ya Sin ve Furkan surelerinin tahlilinde; insanın ilk yaratılışının cansız maddeden oluşu ve nesillerin nutfe ile devam etmesi konusu ise Leyl ve Necm surelerinin tahlillerinde açıklandığı için tekrar bu konulara değinilmeyecektir. Yapılan uyarıların sonunda yer alan “O’nun astlarından yakardığınız kimseler, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız onlar, 21
  • 22. çağrınızı işitmezler, işitseler bile size cevap veremezler, Kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana her şeyden haberdar olan (Allah) gibi (kimse) haber veremez” ifadesi, akıl ve vicdan sahiplerine kimden yana olmaları gerektiğini göstermektedir. 14. ayetteki “kıyamet günü de ortak koştuğunuzu inkâr ederler” ifadesi, temsilî anlatımlar kullanılarak başka ayetlerde de açıklanmıştır: 116-118 Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” Îsâ: “Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/ beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin” dedi. (Maide/ 116-118) 28,29 Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o ortak koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık kesinlikle aralarını iyice açacağız ve onların ortakları, “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki! Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Biz sizin kulluğunuzdan kesinlikle bilgisizdik/ duyarsızdık” diyecekler. (Yunus/ 28, 29) 5 Ve Allah'ın astlarından kıyâmet gününe kadar kendisine hiçbir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Üstelik tapılan kimseler, o kimselerin yalvarışlarından habersizler de. 6 İnsanlar bir araya toplandığı zaman da taptıkları kimseler kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını kabul etmeyenler idiler. (Ahkaf/ 5, 6) 81 Ve onlar, kendileri için bir güç, şan, şeref olsun diye Allah'ın astlarından ilâhlar edindiler. 82 Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! O edindikleri ilâhlar, onların kulluklarını kabul etmeyecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. (Meryem/ 81, 82) 15–17. Ayetler: 15 Ey insanlar! Allah'a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allah ise; O, zengin ve övgüye lâyık olandır. 16,17 Eğer O dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir oluşturmayı/halkı getirir. Bu, Allah'a hiç güç de değildir. Bu ayet gurubunda, Allah’ın kimseye muhtaç olmadığı; muhtaç olanın da, âciz ve zayıf olanın da bizzat insanlar olduğu bildirilmekte ve bu sebeple de insanların Allah’a karşı olan sorumluluklarının bilincinde olmaları ve yükümlülüklerini yerine getirmeleri gerektiği ihtar edilmektedir. Aksi takdirde geçmişte olduğu gibi asilerin yok edilip yeni toplulukların getirileceği, bu işin de Allah’a hiç zor olmayacağı hatırlatılmaktadır. İçlerinde buna benzer tehditler bulunan başka ayetlerde de vardır: 22
  • 23. 19,20 Gökleri ve yeryüzünü Allah'ın gerçek ile oluşturduğunuı görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? O dilerse sizi giderir ve yepyeni bir halk/ oluşturuluş getirir. Bu, Allah'a göre zor değildir. (İbrahim/ 19, 20) 133 Eğer Allah, dilerse sizi giderir ey insanlar! Ve başkalarını getirir. Ve Allah, buna en iyi güç yetirendir. (Nisa/ 133) 54 Ey iman etmiş kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere karşı da onurlu ve şiddetli bir toplum getirir ki Allah, onları sever, onlar da O'nu severler; onlar, Allah yolunda çaba harcarlar ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir armağandır. Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir. (Maide/ 54) 18. Ayet: 18 Ve günâhkar bir kimse, başkasının günahını çekmez. Eğer çok günahı olan/çok zengin olan bir kimse, günahını çektirmek için birini çağırsa da ondan hiçbir günah alınıp başkasına çektirtilmeyecek. –Bir akrabası olsa bile– Şüphesiz sen ancak Rablerine karşı ıssız yerlerde saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve salâtı ikame edenleri [mâlî yönden ve destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutanları] uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah'adır. Bu ayet, sorumluluğun kişisel olduğunu, hiç kimsenin -akrabası bile olsa- başkasının günahını çekmeyeceğini bildirmektedir. Bu beyan, Mekkeli kodamanların “Eğer Muhammed’e uymamak günah ise siz korkmayın, biz sizin günahlarınızı üstleniriz” diyerek kendi elleri altındaki “müstez’af/gariban” kesime uyguladıkları sömürü ve İslam’a girişi engelleme politikalarını bozmuştur. Bu ayet aynı zamanda İsa peygamberin başkalarının günahını çektiği yolundaki Hıristiyan inancını da reddetmektedir. Kur’an’da açıkça ifade edilmiş olmasına rağmen hâlâ bazıları “bir kimsenin bir başkasının günahını çekmeyeceği” hususunu yeterince bilmemektedir. Yanlışa itilmek istenen bu tür insanların direnci hep aynı yolla, “günahın benim boynuma” sözü ile kırılmaya çalışılmıştır. Kur’an’a aykırı bu saçma sözü söyleyenler ya cahil ya da kötü niyetli kimselerdir. Bu söze kanıp direnci kırılanların ise cahil ve bilinçsiz oluklarında hiç şüphe yoktur. Oysa Kur’an’ın açık ifadesine göre, o gün, akraba bile olsalar, kimse kimsenin yükünü çekmez. Bu konu, önemine binaen Kur’an’da tekrar tekrar dile getirilmiştir: 164,165 De ki: “Allah her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka Rabb mi arayayım?” Her kişinin kazandığı yalnız kendisine aittir. Yükünü taşıyan kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece Allah, ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. Ve O, sizi yeryüzünde gidenlerin yerine getirilenler yapan, verdikleriyle sizi sınamak için, kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (En’âm/ 164) 33-36 Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman; öyle bir gün ki o, kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından kaçar. 23
  • 24. 37 O gün onlardan her kişi için, kendisini boş bırakmayacak bir uğraş vardır. (Abese/ 33–37) 123 Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden kurtulmalık kabul edilmeyeceği, yardımın, iltimasın hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve suçluların yardım olunmadığı güne karşı Allah'ın koruması altına girin. (Bakara/ 123) Ve İbrahim/ 31, Lokman/ 33, İsra/ 15, Zümer/ 7 ve Necm/ 38) Ayetteki “Şüphesiz sen ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salâtı ikame edenleri uyarırsın” ifadesi ile ilgili açıklama Yasin suresinin 11. ayetinin tahlilinde verildiği için bu konuya girmiyoruz. Ayetteki “ kim arınırsa …” ifadesi ile arınmanın gereğine ve önemine dikkat çekilmiştir. Bu hususa daha önce ilk inen surelerden A’la suresinde değinilmişti: 14-17 Arınan, Rabbinin adını anıp da salât eden; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışan kimse kesinlikle kendini kurtarmıştır. Fakat siz şu basit dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlı kalıcıdır. (A’la/ 14) TEZEKKİ [ARINMAK] “‫تزكية‬ Tezkiye” sözcüğü, “‫زكى‬ zeka” sözcüğünden türemiştir. “ ‫زكى‬ Zeka”, “temizlik, paklık, artıp büyümek, feyiz ve bereket” demektir.4 Türkçede kullanılan “‫ذ‬ ‫كى‬ zeki, zekâ” sözcükleri ise “‫ذ‬ [peltek ze]” harfi ile yazılır ve anlam itibariyle konumuz olan sözcükten farklıdır. Buna göre “tezkiye”: - Sözlük anlamı olarak “temizlemek, geliştirmek, feyizlendirmek, büyütmek ve temize çıkarmak”; - Kavram olarak ise “nefsini temizlemek; nefsi şirk, günah, nifak [ikiyüzlülük], rics [pislik], cehalet, kötü duygular ve benzeri şeylerden temizlemek, ona itaati ve takvayı [sakınmayı] öğretmek” demektir. Aynı zamanda Allah’ın bir emri ve bir ibadet eylemi olan “tezkiye”, takvaya ulaşmak için gösterilen çaba, insanı Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden kaçma, nefsi fücur [iman ve din örtüsünü yırtıp atmak] sayılan şeylerden alıkoymak için gösterilen gayret demektir. “Zekât” sözcüğü de bu kökten gelmektedir. 19–22. Ayetler: 19-21 Kör ile gören, karanlıklar ile aydınlık ve gölge ile sıcaklık eşit olmaz. 22 Ölüler ve diriler de eşit olmaz. Şüphesiz Allah, her dilediğine/dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin. Bu ayetlerde zıt şeyler kıyaslanmak suretiyle iman, mümin ve cennetin küfür, kâfir ve cehennemden daha iyi olduğu somut örneklerle anlatılmaktadır. Yapılan kıyaslamalarda, inanmışlar “gören” olarak, inanmayanlar “kör” olarak, cennet “gölgelik” olarak, cehennem “çöl sıcağı” olarak, iman “aydınlık” olarak, küfür 4 (Lisanü’l-Arab; c.4, s.386, 387. zky mad.) 24
  • 25. “karanlıklar” olarak, mümin “diri” olarak, müşrik “ölü” olarak nitelenmiş ve bunların kesinlikle eşit olmadığı vurgulanmıştır. İnananlar ile inanmayanların eşit olmadığı Kur’an’da birçok kez dile getirilmiştir: 24 Bu iki grubun örneği, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunlar örnek olarak hiç eşit olurlar mı? Hâlâ düşünmeyecek misiniz/öğüt almayacak mısınız? (Hud/ 24) 17 Onların durumu, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. Ateş, ateş yakan kimsenin kenarını aydınlatınca, Allah, onların nûrlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde görmez olarak bıraktı. -18 Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Artık onlar dönmezler.- (Bakara/ 18) 171 Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/ karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar akıl da etmezler. (Bakara/ 171) 39 Âyetlerimizi yalanlayan şu kimseler de karanlıklar içindeki sağır ve dilsizlerdir. Her kim dilerse Allah onu şaşırtır, kim de dilerse onu doğru yol üzerine bırakır. (En’âm/ 39) 22 Şüphesiz yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü, aklını kullanmayan şu sağırlardır, dilsizlerdir. (Enfal/ 22) 22. ayetin sonundaki “Şüphesiz Allah, her dilediğine / dileyene işittirir. Sen ise kabirlerdeki kişilere işittiren biri değilsin” ifadesiyle Rabbimiz, kâfirlerin imana gelmeyişlerini peygamberimizin başarısızlığı olarak görmediğini belirtmekte ve inançsızları mezardaki ölülere benzetmektedir. Kâfirlerin ölü olarak nitelendiği başka bir ayet daha vardır: 122 Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir. (En’âm/ 122) 23, 24. Ayetler: 23 Sen sadece bir uyarıcısın. 24 Şüphesiz Biz, seni hak ile bir müjdeci, bir uyarıcı olarak gönderdik/elçi yaptık. Her ümmetin de içinde bir uyarıcı kesinlikle gelip geçmiştir. İman-küfür ve mümin-kâfir mukayesesi yapıldıktan sonra bu ayetlerde de peygamberimiz teselli edilmektedir. Teselli ayetlerinin art arda gelmesi, bu ayetlerin indiği dönemde peygamberimizin maddî ve manevî pek çok sıkıntı içinde olduğunu göstermektedir. Peygamberimize zımnen denmektedir ki: “Senin vazifen sadece tebliğ etmek ve onları gerçeklerden haberdar etmektir. Daha fazlası değil. Şayet bir kimse, hidayeti kabul etmez ve dalâlet üzerinde bulunmakta ısrar ederse senin böyle kimseler karşısında bir sorumluluğun yoktur. Sen kör ve sağırlara anlatamazsın. Daha evvel de böylelerine birçok elçi göndermiştik.” 25
  • 26. 24. ayetteki “Her ümmetin de içinde bir uyarıcı mutlaka gelip geçmiştir” ifadesinden, Rabbimizin insanların umursamazlıklarına rağmen rahmeti gereği peygamberler gönderdiği anlaşılmaktadır. Bu ifade de Kur’an’da birçok kez yer almıştır: 7 Ve küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden /inanmayan şu kimseler: “Rabbinden o'na bir alâmet/gösterge indirilmeli değil miydi?” diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın. Ve her toplum için bir yol gösteren vardır. (Ra’d/ 7) 10 Ve andolsun ki Biz, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik. 11 Ve onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, kesinlikle onunla alay ederlerdi. (Hicr/ 10, 11) Ve Nahl/ 36, Şuara/ 208) 25, 26. ayetler: 25 Ve onlar seni yalanlıyorlarsa, hiç şüphesiz onlardan önceki kişiler de yalanlamışlardı; elçiler onlara apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi. 26 Sonra Ben, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kişileri tutup yakaladım. Şimdi Beni tanımamak/tanıtmamaya yeltenmek nasıl oldu? Yukarıdakiler gibi, bu ayetler de peygamberimizi teselli etmektedir. Ancak bir taraftan teselli ederken, diğer taraftan da yalanlayıcıları tehdit etmektedir: “Sen onlara, beyyine, açık delil ve kitabı getirdin. Ama onlar seni yalanlayıp sana eziyette bulundular. Senden önce başka elçiler de kendi toplumlarına aynı mesajları getirmişler ve o zamanki inançsızlar da aralarındaki elçilere bunların sana yaptıklarını yapmışlardı. Ama senden önceki elçiler bu yalanlamalara sabredip direndiler.” Ayette “zübür [sahifeler]” sözcüğü ile “kitap” sözcüğü ayrı ayrı zikredilmiştir. Buna göre “zübür”, fazla hacmi olmayan kitap olarak düşünülebileceği gibi, sadece ahlakî öğütleri ihtiva eden vahiyler, ya da ahlakî öğütler ile birlikte hikmet içeren vahiyler olarak da düşünülebilir. 27, 28. Ayetler: 27 Görmedin mi/ hiç düşünmedin mi, gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla renkleri başka başka meyveler/ ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde/ renklerin değişik tonlarında. Ve kapkara topraklar/ yollar da var. 28 İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. 11–13. ayetlerde olduğu gibi, yukarıdaki pasajda da tekvinî ayetler gösterilerek Allah’ın hür iradesine ve sonsuz kudretine dikkat çekilmektedir. 26
  • 27. Rabbimiz, 27. ayette cansız varlıkların; 28. ayette ise insanların ve diğer canlı varlıkların yaratılış farklılıklarına işaret ederek bütün bu varlıkların üzerinde tecelli etmiş olan irade ve kudretini dile getirmektedir. Allah gökten yağmuru indirmiş, onunla sulanan toprakta çeşit çeşit, renk renk ve değişik tatlarda meyveler bitirmiştir. Yeryüzünde değişik renklerde, farklı toprak türleri ve madenler yaratmıştır. Bitkilerin farklılarını meydana getiren de yine O’dur. Tüm bunları insan için yaratmıştır. Öyleyse insanoğlu da O’nu bilmeli, tanımalı ve O’na kul olmalıdır. Burada genel hatlarıyla belirtilmiş olan tekvinî ayetler, ileride, Nahl suresinde daha ayrıntılı olarak sayılacaktır. Tekvinî ayetlerin daha detaylandırıldığı ve bu ayetlerin tefsiri mahiyetinde olan bir diğer ayet de Ra’d suresinin 4. ayetidir: 2-4 Allah, gökleri gördüğünüz şekilde, direkler olmadan yükselten, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, güneşe ve aya boyun eğdiren/varlıkların yararlanacağı özelliklerde yaratan Zat'tır. –Hepsi adı konmuş bir süre sonuna akıp gidiyor.– O, işi yönetir, Rabbinize kavuşacağınız güne kani olursunuz diye âyetleri ayrıntılı olarak açıklar. Ve O, arzı uzatan, orada sabit dağlar ve ırmaklar oluşturandır. Ve O, orada bütün meyvelerden iki eş yaptı. O, geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda iyiden iyiye düşünen bir toplum için alâmetler/ göstergeler vardır. Ve O, yeryüzünde bir tek su ile sulanan birbirine komşu kıtalar, üzümlerden bahçeler, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar oluşturandır. Ve Biz, meyvelerinde, kokularında, tatlarında onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kılıyoruz. Şüphesiz aklını kullanan bir toplum için bunda birtakım alâmetler/ göstergeler vardır. ( Ra’d/2- 4) Akledenler için Allah’ın daha iyi tanınmasını sağlayan tekvinî ayetlerin gösterilmesinden sonra bir başka gerçeğin vurgulanmasına geçilmektedir. Bu gerçek şöyle ifade edilmektedir: “Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler haşyet ederler [derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar].” Bu ifadeyle evrendeki mucizeleri [ayetleri] ancak bilgililerin fark edip Allah’a karşı haşyet duyacakları bildirilmekte ve bilgiyle mücehhez mümin kulların diğer kullardan üstün olduklarına işaret edilmektedir. HAŞYET “ ‫خشية‬ Haşyet” sözcüğünün Türkçeye “basit korku” anlamındaki “ ‫خوف‬ havf” sözcüğüyle eşanlamlı olarak çevrilmesi yanlıştır. Haşyet, bilgi ve idrakin bir sonucu olarak ortaya çıkan hayranlık ve saygının doğurduğu bir “hasret kalma, uzak düşme” korkusudur. Bu yönüyle kesinlikle basit korkuya benzemez. Nitekim Ra'd suresinin 21. ayetinde her iki sözcük de farklı anlamlarda kullanılmıştır: 19-24 Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler; Allah'a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren, Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş], kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih 27
  • 28. olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/ haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra'd/19-24) Haşyet konusunu ayrıntılı olarak A’lâ Suresi’nin tahlilinde açıkladığımız için bu kadarla yetiniyoruz. Varlıkların yaratılışındaki farklılıklar konusunda ise özetle şunlar söylenebilir: Yüce Yaratıcı, diğer varlıklardan farklı olarak insanı sorumluluk taşıyacak bir özellikte, yani irade sahibi bir varlık olarak yaratmıştır. İnsan ve diğer varlıklar arasındaki yaratılış farklılıkları, Hakîm ve Azim bir plânlayıcının varlığını göstermektedir. Evrendeki muhteşem düzenin bir plânlayıcısının olduğunu idrak edememek ancak akılsızlara özgü bir yetersizliktir. 29, 30. Ayetler: 29,30 Hiç şüphesiz Allah'ın kitabını okuyan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan ve ayakta tutan] ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak Allah yolunda harcama yapan/ yakınlarının nafakalarını temin eden şu kimseler, Allah, ödüllerini kendilerine tastamam versin ve armağanlarından kendilerine artırsın diye, kesinlikle batma ihtimali/ olasılığı olmayan bir ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir. Bu ayetlerde müminlerin inançları gereği hangi amelleri sergiledikleri belirtilmiş, yaptıkları bu amellerin karşılığının Yüce Allah tarafından kendilerine tastamam, hatta daha da fazla olarak ödeneceği ve ayrıca bağışlanacakları bildirilmiştir. 173 Artık inanan ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler; Allah, onların ödüllerini tam verecek ve armağanlarından onlara fazlalıklar da bağışlayacaktır; kulluktan çekinip büyüklük taslayan kimseler de; onlara çok acıklı bir azapla azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah'ın astlarından bir koruyucu, yol gösterici yakın ve bir iyi yardımcı bulamazlar. (Nisa/ 173) 36-38 Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekâtı/vergilerini vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. (Nur/ 36- 38) İBADET VE GİZLİLİK Müminlerin inançlarının gerektirdiği bir amel olan infak, ayette “gizli ve aşikâr” ifadesi ile nitelenmiş, böylece bu güzel davranışın her ortamda yapılması teşvik edilmiştir. Buna göre, infak eylemi uygun ortamda gizli, gizli yapılması mümkün olmayan ortamda da açıktan yapılmalıdır. Daha güzel olanı, infakın gizli yapılmasıdır. 28
  • 29. Ayette “gizli” sözcüğü ile sadaka ve infakın, “aşikâr” sözcüğü ile de zekâtın kastedilmiş olduğu düşünülebilir. Çünkü zekât farz olduğu için açıktan verilse bile riya olmaz. 30. ayette müminlerin inanmaları ve salihatı işlemeleri “ticaret” sözcüğüyle ifade edilmiş ve Allah’a inanarak O’nun yolunda harcama yapan müminlerin durumu, elindeki sermayesini ticarete yatıran ve ümitle çalışarak ticaretinden kazanç uman bir tüccarın durumuna benzetilmiştir. Ancak insanlar arasında yapılan ticaret ile Allah ile kulları arasında yapılacak ticaret arasındaki fark özellikle vurgulanmıştır. Şöyle ki: İnsanlar arasında yapılan ticari işlemlerde kazanç da, zarar ve iflâs da mümkün iken, müminin Allah ile yaptığı ticarette zarar asla söz konusu olmayacaktır. Çünkü müminler Allah yolunda sarf ettikleri malın, vaktin ve meşakkatin karşılığını Allah katında fazlasıyla bulacaklardır. “Ticaret” sözcüğü, Kur’an’da bazen olumlu, bazen de olumsuz durumlar için kullanılmıştır. Tövbe/ 111, Saff 10, 11 ve Bakara 16’da görülebilir. 30. ayetin sonundaki “Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık vericidir” ifadesi, Allah’ın, küçük hatalar yapan iyi kullarının bu hatalarını affedeceğini ve yaptıkları güzel davranışların da değerini arttıracağını anlatmaktadır. 31. Ayet: 31 Ve Bizim, Kitap'tan sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak vahyettiğimiz şey, hakkın ta kendisidir. Şüphe yok ki, Allah, kullarını hakkıyla bilen ve hakkıyla görendir. Bu ayette Kur’an’ın kendisinden önceki kitapları doğrulayan bir Hakk olduğu belirtilerek dikkatler tekrar Kur’an’a çekilmiştir. O, kesinlikle uydurma, yalan, düzmece bir kitap değildir. Kullarını en iyi bilen ve tanıyan Allah tarafından, kullarının mizaçlarına göre en uygun yasalarla dolu olarak gönderilmiştir. 32–35. Ayetler: 32,33 Sonra Biz, Kitab'ı kullarımızdan, süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan bazıları kendilerine haksızlık eden, bazıları orta yolu tutan/ikili oynayan, bazıları da Allah'ın izniyle/ bilgisiyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu, büyük armağanın; Adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. 34,35 Onlar orada, “Tüm övgüler, bizden o üzüntüyü gideren ve bizi armağanlarından, kendisinde bize yorgunluk gelmeyen, kendisinde bizim için usanç olmayan, durulacak bu yurda girdiren Allah'a özgüdür; başkası övülemez. Gerçekten Rabbimiz çok bağışlayıcı ve çok karşılık vericidir” derler. 32. ayette kullardan bir kısmına miras bırakıldığı bildirilen kitap, insanlığa ilk indirilen Kitap’tır. İlk Kitap’ın İbrahim peygambere indirildiği kabul edilirse, Kitap’a vâris olanlar da o günden sonra yaşamış olan insanlardır. “Seçtiklerimize” ifadesinden anlaşıldığına göre, insanlar arasında bu mirasa lâyık olan seçkinler olduğu gibi, akıllarını kullanmayan ve Kitap’a vâris olma başarısını gösteremeyenler de vardır. 29
  • 30. Kitap’ın miras bırakıldığını bildiren ifade ayrıca şu anlama da gelmektedir: İnsanlığa ilk gelen kitap ile son kitap arasında fark yoktur. Vahyin temeli birdir. Nitekim Kur’an’da geçmiş kitaplara atıfta bulunan pek çok ayet vardır. Özellikle Necm suresinin 36–45. ayetlerinde belirtilen hükümlerin İbrahim ve Musa peygamberlere indirilen kitaplarda da var olduğu çok açık bir ifade ile bildirilmiştir: 33 Peki, o yüz çeviren kişiyi gördün mü/ hiç düşündün mü? 34 O, azıcık verdi ve inatla sıkıca tuttu. 35 Geçmişin geleceğin bilgisi onun yanında mı da, o da onu görüyor? 36 Ya da bilgilenmedi mi Mûsâ'nın sayfalarındakiler ile? 37 Ve de, o çok vefalı İbrâhîm'in sayfalarındakiler ile; “38 Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez. 39 Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. 40 Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. 41 Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir. 42 Hiç kuşkusuz, son varış yalnızca Rabbinedir. 43 Hiç kuşkusuz, güldüren de O'dur, ağlatan da… 44 Hiç kuşkusuz, öldüren de O'dur, dirilten de… 45,46 Hiç kuşkusuz, Allah yaratmayı plâna koyduğu zaman iki çifti; erkeği ve dişiyi bir nutfeden/spermden oluşturan da O'dur. 47 Hiç kuşkusuz, öteki yaratılış da sadece O'nun işidir. 48 Hiç kuşkusuz, zenginlik veren de O'dur, nimete boğan da… 49 Hiç kuşkusuz, Şi’ra’nın/bilginin, bilincin Rabbi de O'dur.” (Necm/ 33–45) 32. ayetin bildirdiği bir diğer husus da insanların hepsinin aynı olmadığıdır. Ayete göre insanların bir kısmı “zalim”ler [kâfirler, müşrikler], bir kısmı “muktesit”ler [orta yol tutanlar; iman ile küfür arasında bir yol tutanlar; hem inanmış hem inanmamış olanlar; münafıklar] ve bir kısmı da “hayırlarda önde giden”lerdir [iyiler; müminler; müttekiler]. Bu sınıflama içinde yer alan “muktesit”lerden başka ayetlerde de söz edilmiştir: 32 Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O'nun için dini arındırarak Allah'a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman ile Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme arasında bir yol tutar, ikili oynar]. Ve bizim âyetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör olan kimseler bile bile inkâr eder. (Lokman/ 32) 66 Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i ve kendilerine Rablerinden indirilen Kur’ân'ı ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından [her yönden] besleneceklerdi. Onlardan bir kısmı orta yol tutan; bazısına inanıp bazısına inanmayan, inanmadığı hâlde inanmış gözüken önderli bir toplumdur. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! (Maide/ 66) “Muktesit”lerin kimler oldukları ise Nisa suresinde açıklanmıştır: 150,151 Allah'a ve elçilerine inanmayarak küfreden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden, “Biz, bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız” diyerek Allah ve Elçisi'nin arasını ayırmayı isteyen ve böylece imanla küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler; işte onlar, kâfirlerin; gerçek Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendileridir. Ve Biz, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa/ 150–151) Dikkat edilirse bu sınıflamada kâfirler “zalim” ve “muktesit” olarak iki grupta toplanmış, müminler ise “hayırlarda önde giden” nitelemesi ile tek grup olarak gösterilmiştir. Bu sınıflamaya göre iman konusunda orta yol, ılımlılık yoktur; iman uç noktadır ve sentez kabul etmez. 30