SlideShare a Scribd company logo
1 of 80
38 (38). SÂD SÛRESİ
MEKKÎ, 88 ÂYET
GİRİŞ
Adını 1. âyetteki ‫[ص‬sâd] kesik harfinden ya da bu harfin temsil ettiği 90 sayısından
alan ve kendinden önceki sûrelerin devamı niteliğinde bulunan Sâd sûresi'nde de –diğer
Mekkî sûrelerde olduğu gibi– inanç esasları üzerinde durulmaktadır ve Kur’ân'ın kanıt
gösterilmesiyle başlayan sûrede, müşriklerin Peygamberimize karşı muhalif tavırları dile
getirilmiş ve eski tarihlerde yaşamış kavimlerin hayatlarından bazı kesitler verilmiştir. Ayrıca,
Kur’ân'da önemli bir bölüm teşkil eden Âdem, İblis ve melekler ile ilgili kıssaya da ilk kez bu
sûrede yer verilmiştir. Sûrenin sonunda ise, Peygamberimizin esas görevi vurgulanmıştır.
İNİŞ ZAMANI: Bilindiği gibi, Peygamberimizin Mekke'de İslâm'ı açıkça anlatarak
yaptığı davet, Kureyş'in ileri gelenleri arasında sarsıcı bir etki meydana getirmişti. Özellikle
güçlü kişiliği ile herkes tarafından tanınan Ömer'in de İslâm'ı benimsemesi, Mekkeli
kodamanları iyice telâşlandırmıştı. Sûrede müşriklerin telâşlarından bahsediliyor olması,
sûrenin Ömer'in Müslüman olduğu dönemde indiği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Kureyş ileri gelenlerinin içine düştüğü bu telâş, İmâm Ahmed, Neseî, Tirmizî, İbn-i
Cerîr, İbn-i Şeybe, İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i İshâk'ın eserlerinde yer alan nakillerde ise şöyle
dile getirilmiştir:
Kureyş'in ileri gelenleri bir araya gelip aralarında istişâre etmişler ve yeğeni Muhammed (a.s)
ile aralarını düzeltmesi için Ebû Tâlib'e arabuluculuk teklifinde bulunmayı kararlaştırmışlardır.
Çünkü, Ebû Tâlib öldükten sonra Hz. Muhammed'e (a.s) dokunacak olurlarsa, tüm Arap kabilelerinin,
kendileri için, “Amcası hayatta iken, Muhammed'e dokunmaya cesaret edemediler; Ebû Tâlib
öldükten sonra o'na saldırdılar” diye eleştirilmekten çekinmişlerdir. Bu karar üzerine, Kureyş'in ileri
gelenlerinden 25 kişilik bir heyet Ebû Tâlib ile görüşmeye gitmişir. Heyetin içinde, Ebû Cehl, Ebû
Süfyân, Umeyye b. Halef, Âs b. Vâil, Esved b. Muttalib, Ukbe b. Muayt, Utbe ve Şeybe gibi ileri gelen
kâfirler vardı. Bu heyet doğruca Ebû Tâlib'in yanına giderek, her zaman yaptıkları gibi, Hz.
Peygamber'i amcasına şikâyet ettiler ve ona şöyle dediler: “Muhammed kendi dini üzerinde kalsın,
biz de kendi dinimiz üzerinde kalalım. O bizim dinimize karışmazsa biz de o'nu kendi dininde serbest
bırakır ve kime ibâdet ederse etsin o'na dokunmayız. Ama o da bizim tanrılarımızı kötülemesin ve halk
arasında dinini yaymaya çalışmasın.”
Bunun üzerine Ebû Tâlib, Hz. Peygamber'i (s.a) yanına çağırarak o'na, “Ey yeğenim!
Kavmimizin ileri gelenleri bana geldiler. Onlar, aranızda âdilâne bir anlaşmanın olup, bu çekişmenin
sona ermesini istiyorlar” dedi ve sonra yeğenine Kureyşlilerin teklifini iletti. Hz. Peygamber (s.a) ise
amcasına şöyle bir cevap verdi: “Ey amcacığım! Ben onlara öyle bir kelimeyi kabul ettirmeye
çalışıyorum ki, bu kelimeyi kabul ettikleri takdirde, onlara sadece Araplar değil, tüm dünya tâbi
olur.”
Kureyş heyetine Hz. Peygamber'in (s.a) bu cevabı iletilince fena halde bozuldular ve bir süre ne
cevap vereceklerini bilemediler. Böylesine makul bir teklifi reddedebilecek kelimeleri hemen
bulamamışlardı. Fakat kendilerine geldikten sonra, “Biz bir kelime değil, bin kelime bile söylemeye
razıyız, ama o kelime nedir?” diye sordular. Resûlullah (s.a), “O kelime, lâ ilâhe illallâh'tır” diye
cevap verdi. Bu cevabı duyar duymaz, Kureyş heyeti âniden hiddetlenerek ayağa kalktı ve söylenerek
çıkıp gittiler.
Kureyş müşrikleri, İslâm'ın her gün biraz daha yayılması nedeniyle oldukça kızgın ve ne
yapacaklarını bilemez bir haldeydiler. Ömer'in de Müslüman oluşu onları iyice perişan etmişti.
İslâm'ın davetçisi, şerefli, lekesiz bir geçmişe sahip, akıl ve ciddiyet bakımından tüm Kureyş'in en
seçkin kimselerindendi. Onun sağ kolu Hz. Ebû Bekr ise, değil sadece Mekke'nin, çevredeki
kabilelerin de şerefli, dürüst ve zeki bir insan olarak tanıdıkları bir şahsiyetti. Şimdi de Hz. Ömer gibi
cesur ve azametli kişiliğe sahip birinin de onlarla birleştiğini görünce, tehlikenin boyutlarının
büyüdüğünü hissetmişlerdir.
Tarihçi İbn-i Sa‘d da, Tabakât adlı eserinde, bu olayın tümünü, sadece, “Bu, Ebû Tâlib'in son
hastalığı değildi” ibaresi farkıyla yukarıdaki gibi anlatmıştır. Ona göre; bu olay, “Filân şahıs
Müslüman olmuş, filân şahıs İslâm'a girmiş” şeklindeki haberlerin kulaktan kulağa yayıldığı ilk
dönemde vukû bulmuştur. Öyle ki, bu haberler halk arasında yaygınlaşınca, Kureyş'in ileri gelenleri,
Ebû Tâlib'e, Hz. Peygamber'i (s.a.) İslâm'ı anlatmaktan vazgeçirmesi için peşpeşe heyetler
gönderdiler. İşte bu heyetlerden biri de yukarıda zikredilen heyettir.1
Zemahşerî, Râzî, Nisâburî ve bazı müfessirlere göre, bu heyet, Hz. Ömer İslâm'ı
kabullendiği zaman Ebû Tâlib'e gitmiştir.
Sûrenin ilk âyetlerinde Kureyşli inkârcıların o günlerdeki telaş ve şaşkınlıklarına,
Peygamberimize olan kibirli yaklaşımlarına değinilmektedir. Bu âyetlerden anlaşılmaktadır
ki, kâfirler İslâm'ı Peygamberimizin görevini yapmasında bir eksiklik, bir yanlışlık
görmelerinden dolayı reddetmemişlerdir. Atalarının dinlerini körü körüne takip eden bu
kâfirler, esasında kendi içlerinden bir peygambere tâbi olmayı hazmedememişler ve
Peygamberimizin davetine bu yüzden kin ve hasetle yaklaşmışlardır.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1
Sâd/90. Öğüt/şeref sahibi Kur’ân kanıttır ki, 3
onlardan önce nice
kuşakları değişime, yıkıma uğrattık Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık
kurtuluş vakti değildi. 2
Aksine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini
bilerek reddeden o kimseler bir gurur ve bölünme içindedirler.
4,5
Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler;
Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, “Bu bir
sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı
yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!” dediler.
6-8
Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: “İlâhlarınız üzerinde direnin ve
sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir!
Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/ Kitap
aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim öğüdümden/
Kur’ân'dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.–
9-11
Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların
yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü
onların mıdır? Öyleyse, burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış
bir ordu olan onlar, her yolu deneyerek yükselsinler, ellerinden gelen her şeyi
denesinler!
12,13
Onlardan önce Nûh'un toplumu, Âd, kazıklar sahibi Firavun, Semûd,
Lût'un toplumu ve Eyke ashâbı da yalanladılar. İşte onlar, ayrı ayrı baş çeken
gruplardır.
14
Onların hepsi, sadece elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hak oldu.
15
Ve bunlar, göz açıp kapayacak kadar bile gecikmesi olmayan bir çığlıktan
başkasını beklemiyorlar.
16
Ve dediler ki: “Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan payımızı
acele ver bize!”
17
Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u
hatırla. Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendi.
18
Gerçekten Biz, dağlara boyun eğdirdik/yapısal olarak insanların
yararına kullanılacak biçimde yarattık. Her zaman kendisiyle birlikte Allah'ı
noksanlıklardan arındırırlardı. 19
Kuşları da toplu olarak o'na boyun
eğdirmiştik/Dâvûd'un ve insanların yararlanacağı biçimde yaratmıştık. Hepsi
1
İbn-i Sa‘d, Tabakât.
o'na dönücü idi. 20
Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na yasayı ve hakkı
bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını verdik.
21
Ve sana şu davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba/Dâvûd'un
özel evine çıkıp varmışlardı.
22,23
Dâvûd'un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. Ona,
“Korkma! Biz, iki davacıyız. Kimimiz, kimimize haksızlık etti. Şimdi sen
aramızda hak ile hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına
yönelt” dediler. Birisi de dedi ki: “İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz
koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi
ve konuşmada bana üstün geldi/tartışmada beni yendi.”
24
Dâvûd dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak
istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta
yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman
edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama
onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla
imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat
getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak
olarak yere kapandı ve döndü.
25
Biz de o'nun için bunu bağışladık/Biz de o'nu bağışladık. İşte böyle!
Şüphesiz yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
26
Ey Dâvûd! Gerçekten Biz/biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine
yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve
kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni
Allah'ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü
umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır.
30
Dâvûd'a Süleymân'ı da bahşettik. O ne güzel kuldu! Şüphesiz O,
Rabbine çokça dönendi.
31
Hani kendisine akşamüstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; “32
Ben,
mal, servet, çıkar sevgisini, Rabbimin anılmasından dolayı sevdim. –Sonunda
onlar perdenin arkasına girdiler.– “33
Geri getirin onları bana!” dedi. Hemen
onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.
34,35
Andolsun ki Biz Süleymân'ı da çeşitli badirelerden, sıkıntılardan
geçirerek saflaştırmıştık/ olgunlaştırmıştık. Ve tahtının üzerine bir ceset
bırakmıştık. Sonra o, döndü; “Ey Rabbim! Beni koru/bana maddî ve manevî
pislik bulaştırma ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk hibe
et/ bağışla! Şüphesiz ki Sen, bol bol hibe edensin/ bağışlayansın” dedi.
36-38
Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp
giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış
olan diğerlerini o'nun emrine verdik.
-39
İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına
ver veya vermeyip tut.-
40
Şüphesiz ki o'nun için yanımızda bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri
vardır.
41
Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Şeytân
bana acı ve dert, tasa sıkıntı dokundurdu.”
–“42
Hemen, hızlıca, yaya olarak oradan uzaklaş! İşte yıkanılacak bir yer,
soğuk içecek!”–
43
Ve Biz o'na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha
tarafımızdan bir rahmet ve kavrama yeteneği olanlar için bir ibret olarak
bahşettik.
“44
Ve eline bir tutam ot mesabesinde ki sermayeni/baharatçılık için nane,
fesleğen demeti al, onunla hemen, rızık aramak için sefere çık ve kararsız olma,
doğrudan sapma, günah işleme.” Gerçekten Biz o'nu sabırlı biri olarak bulduk.
O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendir.
45
Güç ve öngörü sahibi kullarımız İbrâhîm'i, İshâk'ı ve Ya'kûb'u da
hatırla!
46
Şüphesiz Biz onları “Yurt Düşüncesi/ özgür vatan hasreti” saflığıyla
saflaştırdık, arı-duru hâle getirdik. 47
Ve şüphesiz onlar, yanımızda seçilmiş en
hayırlı kimselerdendir. 48
İsmâîl'i, Elyasâ'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de hayırlı
kimselerdendir.
27
Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna
oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden
kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını
ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline!
28
Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o
bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa Allah'ın koruması altına girmiş o
kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi yaparız?
29
Bu, temiz akıl sahipleri onun âyetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye
sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır.
49-52
İşte bu, bir öğüttür/ şereftir/ hatırlatmadır. Şüphesiz ki Allah'ın
koruması altına giren kimseler için güzel bir dönüş yeri; içlerinde yaslanarak
birçok meyve ve içecekler istedikleri ve de yanlarında hepsi de aynı yaşta,
gözleri karşılarındakinden başkasını görmeyen hizmetçilerin bulunduğu,
kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.
53
İşte bu, hesap günü için size vaat edilendir. –54
Hiç şüphesiz ki işte bu,
Bizim rızkımızdır; ona hiç tükenmek yoktur.–
55,56
İşte! Şüphesiz azgınlar için de en kötü dönüş yeri; kendisine
yaslandıkları cehennem vardır. –O ne kötü yataktır!– 57
İşte o kaynar su ve
irindir. Artık onu tadıp dursunlar!
58
Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır. 59
İşte bunlar da sizinle
birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir rahat yok. Şüphesiz onlar
cehenneme sallandılar.
60
Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba; selam sabah yok. Cehennemi
önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!”
61
Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki
azabını kat kat arttır!”
62
Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız birtakım adamları
niye göremiyoruz? 63
Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler
onlardan kaydı mı?”
64
Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/ davalaşması gerçektir.
65,66
De ki: “Ben ancak bir uyarıcıyım. Ve O, bir tek ve kahredici, göklerin,
yerin ve ikisi arasında olan şeylerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcı olan
Allah'tan başka tanrı yoktur.”
67
De ki: “O; Kur’an, çok büyük, önemli bir haberdir. 68
Siz ondan yüz
çeviriyorsunuz. 69
Onlar birbirleriyle tartışırken, benim “en üstün şeylerin
doldurulduğu; Kur’ân'a dair bir bilgim yok idi. 70
Ancak ben, evet ben apaçık
bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor.”
(
71,72
Hani Rabbin bir zaman evrendeki güçlere, “Şüphesiz Ben çamurdan
bir beşer oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip bilgili hâle getirdiğim zaman
derhal ona boyun eğip teslim olun” demişti.
73,74
Bunun üzerine İblis/ düşünce yetisi hariç evrendeki güçlerin tümü hep
birlikte boyun eğip teslimiyet gösterdiler, İblis büyüklük tasladı ve o,
görmezden gelenlerden idi.
75
Allah, “Ey İblis! O benim iki elimle/kudretimle oluşturduğuma boyun
eğip teslim olmana ne engel oldu? Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde
bulunanlardan mı oldun?” dedi.
76
İblis dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni enerjiden oluşturdun, onu ise
maddeden oluşturdun.”
77,78
Allah, “Hemen çık oradan, artık sen kesinlikle kovulmuşsun, / katilin,
asılsız söz ve düşünce üretenin, karanlığa taş atanın tekisin, “Elbette hayırdan
uzak tutmam da karşılık gününe kadar senin üzerindedir” dedi.
79
İblis, “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana süre
ver” dedi.
80,81
Allah, “Haydi, sen belirli bir vakte kadar süre verilenlerdensin” dedi.
82,83
İblis, “Öyle ise en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün
olmayan; mutlak galip oluşuna yemin ederim ki ben onların hepsini; –
içlerinden arıtılmış kulların hariç– kesinlikle azdıracağım” dedi.
84
Allah dedi ki: “Gerçek budur. Ben de şu gerçeği söylüyorum:
“85
Andolsun ki cehennemi kesinlikle senden ve onların sana uyanlarından;
hepinizden dolduracağım.”
86
De ki: “Ben Kur’ân'a karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben
yükümlülük getirenlerden/ kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet
getirenlerden, başa iş çıkaranlardan da değilim. 87
Kur’ân, bütün âlemler için
bir öğüttür ancak. 88
Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra kesinlikle
bileceksiniz.”
TAHLİL:
1
Sâd/90. Öğüt/şeref sahibi Kur’ân kanıttır ki, 3
onlardan önce nice
kuşakları değişime, yıkıma uğrattık Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık
kurtuluş vakti değildi. 2
Aksine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini
bilerek reddeden o kimseler bir gurur ve bölünme içindedirler.
Sâd/90
Daha evvel, Kalem sûresi'nin başında bulunan ‫[ن‬nun] ve Kaf sûresi'nin başında bulunan
‫[ق‬kaf] harfleri ile ilgili açıklamalarımızda “hurûf-ı mukattaa’” denilen kesik harfler hakkında
bazı bilgiler vermiştik. İşte, bu sûrenin başındaki sâd harfi de “hurûf-ı mukattaa”dan biridir.
Bize göre bu ‫[ص‬sâd] harfi; ya Kur’ân'ın yapısı yönünden bir kod, ya bir sayı [90], ya da
uyarı harfidir.
‫[ص‬sâd] harfinin ne anlama geldiği ile ilgili olarak; “Mekke'deki bir denizdir”; “ölülerin
diriltileceği denizdir”; “Allah'ın isimlerinden biridir”; “Kur’ân'ın isimlerinden biridir”2
gibi
bazı yakıştırmalar yapılmışsa da, bu görüşlerin itibar edilecek, güvenilecek bir dayanağı
mevcut değildir.
Diğer taraftan, klâsik kaynakların bir kısmında “sâd” harfiyle ilgili kıraat [okuyuş]
farklılıkları dikkat çekmektedir ki, bu kıraat farklılıklarından bazısı “sâd”ı harf olmaktan
çıkarıp fiil [emir] konumuna sokmaktadır. Bunun sonucu olarak da “sâd”, anlamlı bir sözcük
hâline gelmektedir. Bu kıraatler ve bu kıraatlere göre “sâd”ın kazandığı anlamları Kurtubî
şöyle sıralamıştır:
Ubey b. Ka‘b, el-Hasen, İbn-i Ebî İshâk ve Nasr b. Âsım tenvinsiz olarak ‫[د‬dal] harfi esreli
‫صاد‬ [sâdi] diye okumuşlardır. Buna göre ‫يصادى‬ ‫[صاد‬sâdi, yusadî=karşı çıktı, karşı çıkar]dan
gelmektedir. Sadâ [yankı] sözcüğü de buradan gelmektedir. Buna göre sâdi emrinin manası, “sen
amelinle Kur’ân'a karşılık ver” demektir. Yani, sen amelinle ona karşı dur, amelinle ona karşılık ver.
Emirlerinin gereğini yap, yasaklarından uzak dur” demektir.
Nehhâs ise bunun anlamının, “Kur’ân'ı oku ve onu okumaya kalkış” olduğunu söylemiştir.
Îsâ b. Ömer ise ‫[صاد‬sâde] diye “dal” harfini üstün olarak okumuştur. Bu okunuşun da üç türlü
açıklaması vardır: Birincisine göre bu “oku” anlamında olur, ikincisinde arka arkaya iki sakin [sesi
olmayan harf] gelmesi dolayısıyla üstün okunmuş olabilir. Üçüncüsü ise yemin harfi kullanılmaksızın
yemin olması dolayısıyla nasb ile gelmesidir. Bir kimsenin, Allâhe le-ef‘alenne [Allah'a yemin ederim
ki mutlaka yapacağım] demesine benzer.
Bunun iğra/teşvik olmak üzere üstün olarak okunduğu da söylenmiştir. Buna göre sözcüğün
anlamı fiil olarak, “avladı” şeklindedir.
Anlamının, “Muhammed, insanların kalplerini kendisine iman edinceye kadar avladı ve
kendisine meylettirdi” olduğu da söylenmiştir.
Yine İbn-i Ebî İshâk, ‫[د‬dal] harfini esre ve tenvinli olmak üzere sâdin şeklinde, yemin harfinin
hazfedilmiş olması esasına göre mecrur okumuştur. Ancak bu okuyuş hoş bulunmamıştır. Söylenme
imkânı bulunamayan seslere ve daha başkalarına benzetilmiş olması da mümkündür.3
Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki
Bu sûre de kasem cümlesiyle başlamıştır ve 1. âyet kasem cümlesinin “kasem
bölümü”dür. “Kaseme cevap bölümü”nün hangi âyet olduğu ise, mevcut âyet sıralamasına
göre tartışılacak durumdadır. Çünkü, sûrenin 2. âyetinin başında bulunan bel [fakat, bilakis]
edatı, bu âyetin, kasem cümlesinin, “kaseme cevap bölümü” olmasına engel teşkil etmektedir.
Anlatılan bir meseleyi, anlam bakımından tam tersine çevirmek için kullanılan ‫[بل‬bel]
edatı Arapça'da durup dururken kullanılmaz. Bu edat, kendisinden evvelki yargıyı bozar ve
yeni bir yargı ortaya çıkarır. Mevcut âyet sıralamasında ise böyle bir şey söz konusu değildir
ve ‫[بل‬bel] edatı yapılmış yemini bozmaya yaramamaktadır.
2
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
3
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
O halde, kasem cümlesinin “kaseme cevap bölümü”nün, 2. âyetten başka bir âyet olması
gerekmekte ve 2. âyetteki ‫[بببل‬bel] edatı 1. âyetin değil, başka bir âyetin yargısını
nakzetmektedir. Bu durumda, kasem cümlesi, tabiri caizse askıda kalmış olmaktadır. Zira,
gramer kurallarına göre kasem cümlesinin “kaseme cevap bölümü”nün, “kasem bölümü”nün
hemen arkasında olması gerekir.
Hatırlanacak olursa aynı mesele Kaf sûresi'nde de karşımıza çıkmış ve orada kasem
cümlesinin “kaseme cevap bölümü” olabilecek âyetleri sûre içinde araştırmıştık.
Mevcut meal ve tefsirlerde bu ciddî sorunu yine görmezden gelinmiş ve ne kaseme ne
de “bel” edatına dikkat edilmiştir. Konu geçiştirildiği için sûrelerin anlaşılırlığı da tartışılır
hâle gelmiştir.
Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân'ın “Sunuş” bölümünde açıkladığımız gibi; elimizdeki
mushafın sûre ve âyet sıralaması sahabe tarafından, kendi anlayışlarına göre yapılmıştır. Bu
yapılandırmada ne Allah'ın bir emri, ne de Peygamberimizin bir öngörüsü söz konusudur. Bu,
mevcut Mushaf sıralamasının herhangi bir bağlayıcılığı bulunmadığı anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla burada da meselenin çözümü için, kasem cümlesinin “kaseme cevap bölümü”nü
teşkil edebilecek âyet, sûredeki diğer âyetler arasında araştırılmalıdır. Sûre baştan sona
tarandığı zaman, yapısal özellik itibariyle kaseme cevap olabilecek âyetin; 3., 14., 54. veya
64. âyetlerden birisinin olabileceği görülmektedir. Bu âyetlerle aşağıdakiler gibi kasem
cümleleri oluşturmak mümkündür:
1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,
3. onlardan önce nice kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağırıştılar. Ama artık
kurtuluş vakti değildi.
1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,
14. onların hepsi elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hakk oldu.
1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,
54. işte bu, bizim rızkımız; ona hiç tükenmek yoktur.
1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,
64. şüphesiz ki bu; ateş ehlinin birbiriyle tartışması hakktır.
Bize göre kasemin cevabı 3. âyettir. Zira diğer âyetler, bulundukları pasajlardaki söz
akışına uyumludurlar. 3. âyet dışındaki âyetlerin, “kaseme cevap bölümü” olarak 1. âyetin
hemen arkasına taşınmaları hâlinde, bulundukları pasajların anlamları bozulmaktadır.
Dolayısıyla bu âyetleri başka bir yere taşımanın gereği yoktur.
1. âyetteki kasemin cevabının hangi âyet olduğu konusu, birçok âlim tarafından
tartışılmıştır. Mehdevî ve Ferrâ 3. âyeti kasemin cevabı olarak tercih etmişler,4
İbn-i Enbarî
ise kasemin cevabının “sâd” olduğunu söylemiş, ama 3. âyetin de kasemin cevabı olmasında
bir sakınca olmadığını belirtmiştir.5
Bunlardan başka kasemin cevabı olarak, Ahfeş 14. âyeti,6
Kisaî 64. âyeti7
öngörmüş, 54. âyeti de kasemin cevabı olarak kabul edenler olmuştur.8
Katâde
ise, kasemin cevabının hazfedildiğini söylemiş ve cevabı şöyle takdir etmiştir: “Sen
peygamberliğinde doğrusun, sana söylenen gerçektir, o vaat ve tehdit mutlaka yerini
bulacaktır.”9
Bizim görüşümüz doğrultusunda 3. âyetin kasemin cevabı olarak kabul edilmesi
durumunda, sûrenin başındaki 3 âyetin dizilimi aşağıdaki gibi olmaktadır:
4
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
5
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
6
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
7
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
8
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
9
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
1-3. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, onlardan önce nice
kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. Aksine o
inkâr edenler bir gurur ve bölünme içindedirler.
Bu âyet dizilimine göre, sûre, hatırlatan, öğüt olan şerefli Kur’ân'ın tanıklığı ile ifade
edilmiş bir kasem cümlesi ile başlamaktadır. Bu kasem cümlesi Mekkeli kodamanlara ciddî
bir tehdit konumundadır. Kasemin cevap bölümünde geçen onlardan önce nicelerini
ifadesinin ayrıntıları, hatırlanacak olursa, bu sûreden evvelki sûrelerde anlatılan geçmiş
kavimlerin yaşantıları ve âkıbetleri arasında da konu edilmişti.
ZİKR'İN MANASI: Âyetteki ‫ذركر‬ّ‫ك‬‫ب‬‫ب‬‫[ال‬zikr] sözcüğünün üç anlamda değerlendirilmesi
mümkündür:
1) Zikr: “Şeref, kıymet.”
Araplar bir kimsenin şanını, şöhretini ve kıymetini anlatmak için zikr sözcüğünü
kullanırlar. Kur’ân'da da zikr'in bu anlamda kullanıldığı bir ok âyet vardır:
10
Hiç kuşkusuz Biz size, öğüdünüz/şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen
hâlâ akıllanmayacak mısınız?
(Enbiyâ/10)
44
Ve şüphesiz sana vahyedilen [Kur’ân], senin için de, toplumun için de gerçekten bir
öğüttür/şan-şereftir siz ondan sorgulanacaksınız.
Zuhruf/44)
Senin şanını da senin için yüceltmedik mi?
(İnşirah/4)
2) Zikr: “Anmak, hatırlatmak, öğüt.”
Bu anlama göre Kur’ân'daki ilkeler, hükümler, vaatler, tehditler, geçmiş toplumların
yaşamlarındaki ibret alınacak kıssalar ve haberler hep zikr'dir. Muhkemleri, müteşâbihleri ve
kıssaları ile Kur’ân âyetlerinin hepsi ahlâkî öğütler içerdiği gibi, aynı zamanda da birer
hatırlatmadır. Kur’ân'da daima ön plânda tutulmuş olan zikr [öğüt, hatırlatma], insanların
akıllarını başlarına alarak sadece Allah'a yönelmeleri içindir.
3) Zikr: “Dinin gereklerini anlatmak.”
Zikr sözcüğünün yukarıdaki anlamları içerdiğini göz önüne alarak, zikr sahibi Kur’ân
ifadesini; “şanlı, öğütlü, din öğreten, ibret veren Kur’ân” olarak anlamak gerekir.
Onlar da çağrıştılar
Bu ifade, “onlar, kendilerine dünyada azap geldiğinde, belâya tutulduklarında yardım
görmek için feryat ettiler, yalvarıp yakardılar; çığlık kopardılar” anlamına gelmektedir. Zira,
başlarına azap gelen kimselerin çağrışması; yardım umarak feryat etmeleri, çığlık atmaları
şeklinde olur.
Ama artık kurtuluş vakti değildi
Bu ifade ise, “o vakit, onlar imana geldiler ama iş işten geçmişti. Onların bu imanları işe
yaramamıştı” demektir. Kâfirlerin ilâhî azabı görüp hissettikleri zaman iman ve teslimiyetleri
[iman-ı ye’s ve iman-ı be’s], Kıyâmet sûresi'nde “Zoraki İman” başlığı altında açıklanmıştır.10
Rabbimizin bu konudaki mesajı aşağıdaki âyetlerde de görülebilir:
64
Sonunda, onların konfor içinde olanlarını azapla yakaladığımızda hemen feryadı basıverirler.
(Müminûn/64)
85
Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine yarar sağlayacak değildi. –Allah'ın,
kulları hakkındaki sürüp giden tutumu...– İşte kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek
reddeden o kimseler burada kaybettiler, zarara uğradılar.
(Mümin/85)
4,5
Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler;
Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, “Bu bir
sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı
yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!” dediler.
Âyetlerden anlaşıldığına göre kâfirlerin şaşkınlıkları, mantıksızlıkları yanında
kıskançlıklarından da kaynaklanmaktadır. Aslında bu durum, Kur’ân'ın bir çok âyetinde
bildirildiği gibi sadece Mekkelilerde değil, geçmiş toplumlarda da görülmüştür. Yani,
Mekkeliler de geçmiş toplumlar gibi kendi içlerinden birisinin peygamberliğini
hazmedememişlerdir. Kendi kavimlerinden ve aşiretlerinden olan Allah'ın Elçisi dünyevî ve
insanî işleri bakımdan tıpkı kendileri gibidir. Bu sebeple Mekke kodamanları, o'na itaat edip,
tekliflerine boyun eğmekten ar duymuşlar, Allah'ın elçiliğinin içlerinden o'na verilmesini,
yani bu kıymetli özellik ile kendi aralarından o'nun seçilmesini kabul edememişlerdir. Kabul
etmeme gerekçesi olarak ise Peygamberimizin bir insan oluşunu ileri sürmüşler ve demişlerdir
ki: “O da bizim gibi bir beşerdir. Gerek nesebi bakımından, gerekse yemesi-içmesi, giyim
kuşamı ve gündelik işleriyle meşguliyeti bakımından bize benzemektedir. Bu durumda, böyle
yüce bir makamın ve üstün derecenin, içimizden o'na verilmiş olması nasıl düşünülebilir? Bu
tuhaf, şaşılacak bir şeydir.”
Mekkeli kodamanların Peygamberimize karşı gösterdikleri bu tepki, başka bir çok âyette
daha dile getirilmiş olup, bunlardan bir tanesi şudur:
68
Onlar, Kur’ân'ı hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki atalarına
gelmeyen bir şey mi geldi?
69
Ya da onlar, elçilerini tanımadılar mı da kendilerine gelen elçi için tanıtmamaya yeltenen
kimselerdir?
(Müminûn/68-69)
Diğer taraftan Mekkeli kodamanlar maddî şeylerden ibaret dünyalarında, tek bir failin
kudretinin ve yapabileceklerinin bütün mahlûkatın korunmasına yetmediğini gördükleri için,
kendilerine haber verilen görülmeyen âlemi de, görülenle kıyaslamışlar ve bu büyük âlemi
korumak için, mutlaka her biri, bir tür korumayı üstlenmiş pek çok ilâhın bulunması gerektiği
şeklinde bir kanaate saplanmışlardır. Böylece de, geçmişlerinde bir çok başarıları olan, bir
çok yönden kendini yetiştirmiş bu birikimli kişiler, aklın ve fıtratın reddettiği şirk üzerinde
ittifak etme ayıbına düşmekten kurtulamamışlardır. Batağa saplanmış bu mantık yürütme
tarzlarıyla, bir de hayret göstererek, “İnsanlar asırlardan beri birden çok ilâha inanmış iken,
içlerinden bir kişinin ortaya çıkıp da halka bir tek ilâha inanılması gerektiğini söylemesi
şaşılacak şeydir!” demişlerdir.
Oysa asıl şaşılması gereken, farklı bir boyuttan farklı bir yaratığın veya başka bir
10
Bkz. Tebyînu'l-Kur'ân/İşte Kur’ân, c. 1, Kıyâmet sûresi
toplumdan hiç tanımadıkları, aynı kültürü paylaşmadıkları birinin peygamber olarak
gönderilmesidir. Zira, gönderildiği toplumun bireyleri ile aynı özden olmayan, onlarla aynı
duyguları paylaşmayan, onların problemlerini bilmeyen birinin o topluma peygamber olarak
gelmesinin bir mantığı ve yararı olamaz. Akla ve mantığa uygun olan, uyarıcının
[peygamberin] kendileriyle aynı kuşaktan olması, onların kavramlarını, alışkanlıklarını,
geleneklerini, hayatlarının detaylarını bilmesi, onlarla aynı dili konuşmasıdır, ki karşılıklı
ilişki içine girilebilsin ve işlevini yerine getirebilsin. Casusların seçiminde bile aynı kural
geçerlidir; eğer gönderileceği ülkede yetişmiş biri bulunamıyorsa, casusluk yapacak kişiye o
ülkenin ve insanlarının konuştukları dilden başlanarak bütün özellikleri ayrıntılarına varıncaya
kadar öğretilir. Ancak böyle bir ilişki sayesinde uyarıcı [peygamber], insanların nasıl
düşündüklerini; ne hissettiklerini; içlerinde neler dolaştığını; ne gibi eksiklikler ve zaaflarla
mücâdele ettiklerini; ne tür eğilimleri, arzuları, istekleri olduğunu; hangi işe, hangi çabaya
güçlerinin yettiğini, hangilerine yetmediğini; ne gibi problemlerle karşı karşıya
bulunduklarını; nelerin etkisinde kaldıklarını; nelere karşı hassas olduklarını... bilebilir ve o
topluma yararlı olabilir. İki yönlü [hem insanlar bakımından hem de peygamber bakımından]
başarı buna bağlıdır.
TEVHİD: 5. âyette, “birçok ilâhın bir tek ilâha indirilmesi” ifadesi ile yer alan tevhîd
inancı, bütün kâinatın temelini oluşturan en önemli ve en başta gelen ilkedir. İnsan hayatı ve
dolayısıyla toplum düzeni ancak bu ilke ile huzura kavuşur. Aksi hâlde bireysel hayatlarda ve
toplumsal düzenlerde huzurun olabilmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple tevhîd inancının
yerleştirilmesine özen gösterilmiştir. Tarihin her döneminde peygamberler tevhîd kavramı
üzerinde son derece ısrarlı olmuşlar ve tevhîd inancının yerleşmesi yolunda amansız bir
mücâdele vermişlerdir.
Yüce Allah, daha önceki peygamberlerin öğretilerinde olmasına rağmen tevhîd
inancında sonradan meydana gelen sapmaları düzeltmek, bu inanca karışan asılsız eklentileri
çıkarmak, sapmaların en ileri boyutu olan mitolojik safsataları temizlemek üzere insanlığa son
uyarıcı olarak Peygamberimiz Muhammed'i (a.s) göndermiş, o'na indirdiği Kur’ân'ı da tevhîd
inancının berrak ve açık seçik kılavuzu kılmıştır. Başta Mekke'de inen âyetler olmak üzere,
Kur’ân'ın tüm dokusuna nüfuz ettirilen tevhîd inancı, Rabbimizin bu konuya ne kadar önem
verdiğini gösteren çok açık bir göstergedir.
Tevhîd inancının bütün gerekleriyle içselleştirilmesine bu kadar önem verilmesi, huzur
ve mutluluğa ancak Allah tarafından evrene yerleştirilen fiziksel, biyolojik ve toplumsal
yasalarla uyum içinde yaşamakla kavuşulabileceğinden dolayıdır. “Birlemek” demek olan
tevhîd, evrenin işleyişiyle ilgili yasalar ile insanın işlemesi gereken eylemlerin ortak yasasının
aynı kaynak tarafından belirlendiğinin kabulünü ve bu ortak yasaya teslim olmayı ifade
etmektedir. Evrenin insan dışındaki üyelerince doğrudan kabul edilen bu birlik yasası, insanın
ancak bilinçli tercihi ve övgüye değer çabası ile kabullenilmesi gereken bir olgudur. Kur’ân,
tüm insanlığı bu bilinçli tercihe, bu övgüye değer çabaya davet etmektedir.
Bu konuya 6-8. âyetlerin tahlilinde tekrar değinilecektir.
SİHİRBAZLIK, YALANCILIK İDDİASI: İslâm güneşi karşısında temelsiz inançları ve
sistemleri sarsılan, bu yüzden de ne yapacaklarını şaşıran kâfirler Peygamberimize karşı,
aslında kendilerinin bile inanmadığı yalanlara dayanan bir propaganda savaşı başlatmışlardı.
Ancak herkesin çok yakından tanıdığı Abdullah oğlu Muhammed'e yönelik itirazları ve “O
sihirbazdır, çok yalancıdır” şeklindeki iftiraları fayda vermemişti. Gerek fiziksel ve zihinsel
işkenceye maruz kalan yoksul ve güçsüzler, gerekse inandıkları için maddî kayıplara uğrayan
zengin ve güçlüler, Müslüman olduktan sonra Peygamberimizin yanından ayrılmıyorlardı.
Erkekler karılarından, kadınlar kocalarından, babalar oğullarından, oğullar babalarından
ayrılmayı göze alıyorlar, hatta ana yurtlarından göçmeyi bile düşünüyorlar, ama hiçbir şey
Müslümanları Peygamberimizin davetinden uzaklaştıramıyordu.
Bu duruma âdeta çıldıran Mekke kodamanları, –daha önceki sûrelerde de açıkladığımız
gibi– kendi çıkarlarını korumak için gösterdikleri çabalara ilâve olarak kitleler arasındaki
konumlarını da düşünerek, bu defa hacc mevsiminde Mekke'ye gelen kabileleri hedef aldılar
ve propaganda faaliyetlerini onları da kapsayacak biçimde genişlettiler. Bu yola başvurmakla
kitleler arasındaki konumlarını koruyabileceklerini ummaktaydılar. Peygamberimizin büyücü
ve yalancı olmadığını bildikleri hâlde Mekke kodamanlarının, “Bu bir sihirbazdır, çok yalan
söyleyen biridir” şeklindeki iftiralarının altındaki asıl sebep budur. Çirkin hesapları, hacc
mevsiminde Mekke'ye gelenleri yeni dine ve Peygamberimize karşı şartlandırmak ve onların
Peygamberimizin önderlik yaptığı gerçeğe meyletmelerini engellemekti.
Bu hususlar, tarihçi İbn-i İshâk tarafından şöyle anlatılmıştır:
Hacc mevsimi geldiğinde, Kureyş'in ileri gelenleri, yaşlı ve deneyimli olan Velîd ibn-i Muğîre
etrafında toplandılar. Velîd onlara dedi ki: “Hacc mevsimi yaklaştı. Bu sezonda Arapların elçileri
size geleceklerdir. Onlar şimdi Muhammed'in yaptıklarını duymuşlardır. Siz, o'nun hakkında görüş
birliğine varın. Ayrılığa düşüp birbirinizi yalanlamayın. Sözleriniz birbiriyle çelişmesin.”
Onlar dediler ki: “Ey Velîd! Sen buyur söyle. Tutarlı bir görüş ortaya at da, biz de öyle
söyleyelim.” Velîd, “Aslında siz söyleyin, ben sizi dinliyorum” dedi. Onlar dediler ki: “Kâhin
diyelim.” Velîd, “Hayır. Allah'a yemin ederim ki, o kâhin değildir. Biz çok kâhin gördük. Bu,
kâhinlerin uzaktan geldiği zannedilen, anlaşılmayan, kâfiyeli sözleri değildir” dedi. Onlar dediler ki:
“Cinn çarpmış diyelim.” Velîd, “O deli değildir. Çok cinn çarpmış gördük, onları biliyoruz. Onun
sözleri boğuk seslerine, insanların içlerine nüfuz etmelerine ve vesveselerine benzemektedir” dedi.
Onlar dediler ki: “Şâir diyelim.” Velîd, “Bu şiir değil. Biz beyitleriyle, kıtalarıyla, açığı-kapalısı ve
uzunuyla şiirin her çeşidini biliyoruz. O yüzden bu şiir değildir” dedi. Onlar, “Büyüdür diyelim”
dediler. Velîd, “Büyücüleri de büyülerini de çok gördük. Bu, onların üfürüklerine ve düğümlerine
benzememektedir" dedi. Bunun üzerine onlar, “Velîd ya ne diyelim?” diye sordular. Velîd, “Allah'a
yemin ederim ki, o'nun sözünün bir tatlılığı var. Kökü sağlam biçimde oturmuştur. Dalları meyve
vermiştir. Siz, o'nun hakkında ne söylerseniz söyleyin, mutlaka bu sözünüzün saçma olduğu ortaya
çıkacaktır. Bu konuda söylenebilecek en yakın söz, ‘Bu adam bir büyücüdür. Büyü gibi etki eden bir
söz söylüyor, böylece oğul ile babasını, kardeş ile kardeşini, koca ile karısını, insan ile akrabalarını
birbirinden ayırıyor’ demenizdir” dedi. Bu konuda anlaşan Kureyş'in ileri gelenleri kalkıp gittiler.
Hacc mevsiminde hacılar gelmeye başladığında insanların yollarına oturuyor, oradan gelip-geçen
herkese Muhammed'in yaptıklarını anlatıp, o'ndan sakınmalarını söylüyorlardı...11
6-8
Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: “İlâhlarınız üzerinde direnin ve
sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir!
Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/ Kitap
aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim öğüdümden/
Kur’ân'dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.–
Ve içlerinden ileri gelenler...
Mekke'de yaygın olan görüşü, yani bir tek Allah yerine birçok ilâhın olması gerektiği
düşüncesini devam ettirmek ve Peygamberimizin açtığı tevhîd bayrağını indirtebilmek için
çeşitli girişimlerde bulunanlar, –yukarıda da belirttiğimiz gibi– Kureyş'in ileri gelenleri idi.
MELE’ [İLERİ GELENLER/KONSEY]: “Dolmak” anlamına gelen ‫[ملبببئ‬mil’]
sözcüğünden türemiş olan ‫مل ء‬ [mele’] sözcüğünün esas anlamı, “dolu olan” [depo] demektir.
Zaman içinde “reisler/başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri” için de
mecâz anlamla mele’ denilir olmuştur. Bunlara mele’ denilmesinin sebebi, “kendilerinin
ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim ve anlayışla dolu” olmalarından, yani “boş adam”
11
İbn-i İshâk, Sîret.
olmayışlarındandır. Sözcük bu anlamıyla Kur’ân'da 28 kez yer almıştır. Araplar, “ahlâk”a da
mele’ derler.12
Bu sözcük ileride ‫اعلى‬ ‫[مل ئ‬mele-i a‘lâ] olarak yine karşımıza çıkacak ve orada daha
geniş olarak açıklanacaktır.
Mekke'nin bu zavallı mele’leri [ileri gelenleri]; halktan, atalarından kalma geleneklerine
bağlı kalmalarını, bilinen ilâhlarına tapmaya devam etmelerini, bu yeni çağrı ile ortaya konan
ilkelere kulak asmamalarını, onunla ilgilenmemelerini istemektedirler. Çünkü bu konularla
bizzat kendileri ilgilenecekler; halkın ilâhlarını, inançlarını, çıkarlarını en güzel şekilde
kendileri kollayacaklardır. Bu Firavun tıynetli zatlara göre, yönetilenlerin düşünceleri,
inançları, toplumsal davranışları olmamalı, insanlar sadece onlara kulluk etmelidirler.
Bu zihniyet tarih boyunca hiç yok olmamış ve inisiyatifi elde tutmak için kullanılan
plânlar özde hiç değişmemiştir. Nitekim günümüzdeki zâlim yöneticiler de, kamuoyunu
ilgilendiren meselelerde, halkı o konularla ilgilenmekten, o konularda düşünmekten
alıkoymak için benzer yöntemler kullanmaktadırlar. Zira, gayr-i meşru yönetimler varlıklarını
ancak, kitleleri temelsiz plânlar ve lüzumsuz meseleler içinde boğarak sürdürebilirler. Halkın
kendi sorunlarına eğilmeleri sonucunda gerçekleri görmeleri, bu zâlimlerin işine asla
gelmemektedir.
Mekke'de o günlerde bu zorbaları bekleyen en ciddî tehlike; halkın, yeni gelmekte olan
ilâhî mesaja kulak vermesidir.
Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik
SON DİN/BAŞKA DİN: Âyetteki bu ifadeden anlaşıldığına göre, Peygamberimizin
üzerinde titizlikle durduğu tevhîd inancına karşı Mekkeli müşriklerin ileri sürdükleri
bahanelerden bir tanesi de ‫اخببر‬ [ahar=son/başka] dinde böyle bir inancın bulunmadığı
olmuştur.
Ahar sözcüğü, “son” ve “başka” anlamlarına gelmektedir.13
Buradaki anlamın, “son”
olduğu kabul edilirse, son din tabiri ile “Hıristiyanlık” kasdedilmiş olmaktadır. Müşrikler;
“Son dinde de böyle bir tevhîd anlayışı yok, o dinde teslis var. Aynı bizim, Lat'ın, Menat'ın,
Uzza'nın yağmur, bereket tanrısı, meleklerin de Allah'ın kızları oldukları yolundaki
inançlarımız gibi, son dindeki inanca göre de Îsâ Allah'ın oğludur” diyerek tahrif olmuş,
efsanelerle orijinalliğini yitirmiş olan Hıristiyanlığı kendilerine yakın görüp, İslâm'a karşı
Hıristiyanlık'tan medet ummaktadırlar.
Ahar sözcüğü, “başka” anlamında kabul edilecek olursa, Kureyş ileri gelenleri bu kez;
“Muhammed'in, Allah'ı mutlak anlamda birleme [tevhîd] çağrısını şimdiye kadar hiç
kimseden, komşu ülkelerdeki dinlerde de duymadık. Öyleyse o'nun bu çağrısı uydurma bir
çağrıdan başka bir şey değildir” demiş olurlar. Gerçekten de o güne kadar, ne civardaki
Hıristiyanlar, ne İran ve Irak'taki Mecusîler, ne de ataları ve o günkü Araplar, “Bir olan
Allah'tan başka ilâh yoktur” dememişlerdir. Çevredeki değişik dinlere mensup insanlar da,
Mekkeli müşrikler gibi türbelere yüz sürmekte, evlât sahibi olmak ve rızıklarının artması gibi
isteklerle çeşitli ilâhlara dua etmekte, adakta bulunmakta, kurban kesmekte ve feyz aldıklarına
inandıkları bu ilâhların bütün sorunlarını çözeceklerini zannetmektedirler. Dolayısıyla
Mekkeli müşriklerin, “Biz bunu başka bir dinde işitmedik” sözleri şu anlama gelmektedir:
“Muhammed'in, ne bizim ilâhlarımızın ne de çevrede yaşayan insanların ilâhlarının, Allah'ın
saltanatında hiçbir paylarının olmadığı ve tüm yetkinin Allah'ın elinde olduğu yolundaki
sözleri, bugüne kadar hiç kimsenin söylemediği uydurma bir iddiadır. Yani, atalarımızdan
duymadığımız ve başka dinlerde de olmayan tevhîd inancının bâtıl olması gerekir.”
12
Lisânü'l-Arab; c. 8, s. 344-346.
13
(el İsfehani; el Müfredat)
Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?
Bu ifadeden açıkça anlaşılmaktadır ki, peygamberlik gibi yüce bir makamın, yüksek bir
derecenin, Muhammed gibi fizikî yapı olarak diğer insanlardan bir farkı bulunmayan birine
verilmesi, Mekkeli müşriklerin hiç anlayamadıkları ve hazmedemedikleri bir şeydir. Çünkü
bu söz, istifham-ı inkârî olup, “peygamberlik o'na verilmemeliydi” anlamına gelmektedir.
Onlara göre, bir insanın ulaşabileceği en yüksek derece olan peygamberlik, eğer bir insana ve
içlerinden birine verilecekse, bu kişi insanların en şereflisi olmalıdır. Muhammed ise zengin
olmadığı, başkaca makam ve sosyal imkânlara da sahip bulunmadığı gerekçesiyle onların
nezdinde insanların en şereflisi ve kıymetlisi değildi. Dolayısıyla peygamberliğin o'na
verilmemesi gerektiği kanaatindeydiler. Şerefin ancak mal, makam ve taraftar ile elde
edilebileceğini sanan bu zavallılar, sıradan bir insanın da şerefli olabileceğini kabul
edememekteydiler.
Kâfirlerin Peygamberimize karşı olan bu tutumları başka âyetlerde de dile getirilmiştir:
90-93
Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin
hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın.
Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri
karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak,
senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen
de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”
94
Ve insanlara yol gösterimi/Kur’ân gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir
beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur.
95
De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara
gökten elçi olarak bir melek indirirdik.”
(İsrâ/90-95)
Kâfirlerin bu ölçüleri, yöntemleri ve değer yargıları günümüzde de değişmemiştir.
Mekkeli inkârcıların maksatlarının ne olduğu Rabbimiz tarafından şöyle açıklanmıştır:
29
Tam tersi, Ben bunları da babalarını da kendilerine hak/gerçek ve açıklayıcı bir elçi gelinceye
kadar kazançlandırdım.
30
Ve hak/ gerçek kendilerine geldiği zaman onlar: “Bu, bir büyüdür ve şüphesiz biz onu bilerek
reddedenleriz/ inanmayanlarız” dediler.
31
Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler.
32
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların
geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların
bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri
şeylerden daha hayırlıdır.
(Zuhruf/29-32)
Müşriklerin yukarıdaki âyette geçen iki şehir ifadesi, “Mekke” ve “Tâif”i işaret
etmektedir. Çünkü onların ileri gelenleri, yönetimi ellerinde bulunduran kodamanları, bu iki
şehirde yaşamaktadırlar. Bu tipler, gelen her yeni peygamberin davetini duyduklarında
eskiden beri aynı tepkiyi vermişler ve hemen din yolu ile liderliklerini korumaya ya da lider
değillerse onu elde etmeye kalkmışlardır. Bu iki şehrin kodamanları da Yüce Allah'ın bilerek
Muhammed'i peygamber seçtiğini, yalnız o'nun bu işe lâyık olduğunu bildiklerinden, Allah'ın
rahmetinin hazinelerini o'na açtığını duyduklarında hem kıskançlıklarından kudurmuşlar, hem
de iktidarlarının sarsılacağı düşüncesiyle büyük bir endişeye kapılmışlardır.
Müşriklerin Peygamberimize karşı uyguladıkları yöntem, –daha evvel Kamer sûresi'nde
görüldüğü gibi– Sâlih peygamber için de kullanılmıştı:
23
Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25
Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? Öyle
yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı?
Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır” dediler.
(Kamer/23-25)
Müşriklerin hiç değişmeyen bu tutumları, ileride Nûh peygamberle halkı arasında geçen
olaylarda tekrar karşımıza çıkacaktır:
23
Andolsun ki Biz, Nûh'u toplumuna elçi gönderdik de o, “Ey toplumum! Allah'a kulluk edin.
Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ Allah'ın koruması altına girmeyecek misiniz?” dedi.
24,25
Bunun üzerine, toplumundan kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden ileri
gelenler, “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size fazlalık sağlamak istiyor. Eğer
Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu,
yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar o'nu umutla bekleyin”
dediler.
(Müminûn/23-25)
Tahlilini yaptığımız pasajda, kâfirlerin dikkat çekilmiş özelliklerinden biri de
kıskançlıklarıdır. Tarihçi İbn-i İshâk, onların bu kıskançlıkları hakkında şunları nakletmiştir:
Ebû Süfyân ibn-i Harb, Ebû Cehl ibn-i Hişâm ve Zühre oğulları'ndan müttefiki Ahnes ibn-i
Şüreyk İbn-i Amr ibn-i Vehb es-Sakafî evinde namaz kılmakta olan Peygamberimizi (salât ve selâm
üzerine olsun) dinlemek için çıkıp gittiler. Her biri kendisine uygun bir yer bulup dinlemeye koyuldu.
Kimsenin kimseden haberi yoktu. Bütün gece boyunca şafak atana kadar o'nu dinlediler. Tanyeri
ağarınca ayrılıp gittiler. Yolda karşılaştılar. Birbirlerini kınadılar. “Bir daha böyle yapmayalım. Eğer
milletin alt tabakasından bazıları sizi böyle yaparken görürlerse bu onları etkiler” deyip ayrıldılar.
İkinci gece de tekrar herkes gelip yerini aldı. Yine o'nu dinlemeye koyuldular. Sabah olana kadar o'nu
dinlediler. Tan yerinin ağarması üzerine dağıldılar. Yolda yine karşılaştılar. Birbirlerine önceki gün
söylediklerinin aynısını söylediler. Sonra ayrılıp gittiler. Üçüncü gece olunca yine herkes eski yerini
aldı. Bütün bir gece o'nu dinlediler. Tan yeri ağarınca oradan ayrıldılar. Yolda tekrar karşılaştılar.
Birbirlerine, “Bir daha böyle bir iş yapmayacağımız üzerine anlaşmadan buradan ayrılmayacağız”
deyip bu konuda anlaştılar. Sonra ayrılıp gittiler... Sabah olunca Ahnes ibn-i Şüreyk bastonunu aldı,
kalktı. Ebû Süfyân'a gitti. Ebû Süfyân evindeydi Ahnes, "Ey Ebû Hanzala! Muhammed'den
duydukların hakkındaki görüşün nedir? Söyle bakalım” dedi. Ebû Süfyân dedi ki: "Ey Ebû Sa‘labe!
Allah'a yemin ederim ki, bildiğim ve anlamını anladığım şeyler işittiğim gibi, anlamını anlamadığım
ve ne demek olduğunu çıkaramadığım şeyler de duydum.” Ahnes dedi ki: “Yemin ettiğin Allah'a ben
de yemin ederim ki, ben de öyleyim! Ahnes daha sonra oradan ayrıldı. Ebû Cehl'e gitti. Onu da evinde
buldu. “Ey Ebû Hakem! Muhammed'den duydukların hakkındaki kanaatin nedir?” diye sordu. Ebû
Cehl, “Ne işitmişim?” diye söze girdi, “Biz Abdulmenaf oğulları ile şan-şerefte yarışıyorduk. Onlar
yedirdiler biz de yedirdik, onlar taşıdılar [yüklendiler], biz de taşıdık [yüklendik], onlar verdiler biz
de verdik. Nihâyet her alanda onlarla eşit biçimde atbaşı gidiyorduk. Yarışan iki süvari gibiydik.
Onlar tam bu sırada, “Gökten kendisine vahiy gelen bir Peygamberimiz var” dediler. Buna ne zaman
ulaşacağız? Allah'a yemin ederim ki, asla o'na inanmayacak ve o'nu doğrulamayacağız! Bunun
üzerine Ahnes kalktı ve çekip gitti...14
Bu tarihî belgeye göre, Mekkeli müşriklerin tavrı kıskançlıktan başka bir şey değildir.
Ebû Cehl, üç gün boyunca mücâdele ettiği ve her defasında yenik düştüğü gerçeği,
kıskançlığından ötürü kabul edememiştir! Peygamberimizin hiç kimsenin ulaşmasına imkân
bulunmayan yüce bir makama ulaşması, Ebû Cehl gibi diğer Mekkeli ileri gelenlerin de
kıskançlık ve hasetlerini çekmiştir.
Yukarıdaki âyetler, tarihçi İbn-i İshâk'ın, bu sûrenin “Giriş” bölümünde aktardığımız
nakilleri dikkate alınarak değerlendirilirse hayalimizde şu manzara canlanır: Peygamberimiz
tarafından susturulan Kureyş ileri gelenleri birbirlerine, “Haydi yürüyün, ilâhlarınız üzerinde
14
İbn-i İshâk, Sîret.
sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten arzu edilen bir şeydir! Yani, Muhammed'in gayesi, dinini
anlatmak değil, aksine bize hâkim olup, çoluk çocuğumuz hakkında istediği gibi
hükmetmektir. O nedenle Muhammed'in işini bitirmek için başka bir çareniz yok. İşte sizden
beklenen budur” diyerek, Ebû Tâlib'in evindeki toplantıdan ayrılmışlardır.
Aksine onlar Benim Zikrimden bir kuşku içindeler,
Bu ifade ile kâfirlerin davranışlarının esas sebebi ortaya konmuştur. Çünkü bu ifade,
onların ileri sürdükleri reddetme gerekçelerinin tümünün aslında birer bahane olduğu
anlamına gelmektedir. Yüce Allah'ın, Onlar Benim Zikrimden bir kuşku içindeler ifadesinin
takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: “Onlar seni değil Bizi yalanlıyorlar. Senin
doğruluğundan asla şüphe etmiş değillerdir. Fakat sen, gönderdiğim Zikr doğrultusunda,
emrolunduğun gibi onlara tebliğ edince, hemen şüphelenmeye başladılar. Oysa daha önce
senin doğruluğun hakkında tereddütsüz yemin ediyorlardı.”
Gerçekten de Mekkeli kodamanların ileri sürdükleri şüphelerin tamamı tutarsız birtakım
sözlerden ibarettir. Buna karşılık Muhammed'in (a.s) doğruluğunu gösteren deliller ise, apaçık
ve kesindir. Dolayısıyla kâfirlerin, Muhammed'in (a.s) peygamberliğini doğrulayan delillerin
doğruluğunu ve o'nun peygamberliği hususunda ileri sürdükleri bahanelerin tutarsızlığını
görmemeleri mümkün değildir. Ama onların asıl kuşkuları, “zikr” diye ifade edilen
Kur’ân'dır. Kur’ân'ın, insan sözleri ile mukayese kabul etmeyen ifadesi ve ortaya koyduğu
gerçekler onları şaşırtmaktadır. Ancak onlar yine de Kur’ân'ın Allah katından geldiğine
inanmamaktadırlar.
Mekkeli kodamanların bu inkârları, En‘âm sûresi'nde biraz daha ayrıntılı olarak yer
almıştır:
33
Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni
yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah'ın âyetlerini bile
bile reddediyorlar.
34
Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar
yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse
yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.
(En‘âm/33-34)
...aksine onlar henüz azabımı tatmadılar
Kur’ân hakkında şüphe duyan kâfirler, bu ifade ile doğrudan azap tehdidiyle yüz yüze
getirilmişlerdir. Bu ifadenin takdiri şöyle yapılabilir: “Onlar, Ben onlara azabımı
tattırmadığım, onları özgür bıraktığım için sağlıklı bir şekilde olayları araştırmayı, sağ duyulu
yaklaşmayı ve tefekkürü terk ettiler. Eğer onlar o azabı tatmış olsalardı, böyle
davranmazlardı. Şimdilik azaptan uzakta bulunuyorlar. Ama onu bir tattılar mı artık böyle bir
şeyi asla söylemezler. Çünkü o zaman onlar her şeyi anlayacaklardır. Onlar da eski kavimler
gibi çağrışacaklar, ama iş işten geçmiş olacaktır.”
Bilindiği gibi Peygamberimiz onlara, küfürlerinde ısrar etmeleri hâlinde başlarına ilâhî
azabın geleceğini ihtar etmekte idi. Fakat küfürlerindeki ısrara rağmen azabın hemen
gelmemesi, Muhammed'in (a.s) doğruluğu hususunda kâfirleri şüpheye düşürüyordu. Bu
durum Kur’ân'da Enfâl sûresi'nde şöyle anlatılmıştır:
31
Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman da, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu,
geçmiş toplumların efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi.
32
Bir vakit de onlar, “Ey Allah'ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi
ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi.
33
Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma diledikleri sürece de
Allah onlara azap edici değildir.
(Enfâl/31-33)
Şüpheci kâfirlerin azapla tehdit edilmelerinden sonra Yüce Allah, onların arasından
Abdullah oğlu Muhammed'i, Kendisine peygamber olarak seçmesini çok görmelerine karşılık,
verdiği cevaba, onlara bir soru yönelterek başlamıştır.
9-11
Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların
yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü
onların mıdır? Öyleyse, burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış
bir ordu olan onlar, her yolu deneyerek yükselsinler, ellerinden gelen her şeyi
denesinler!
Bu âyetler, kâfirlerin, “Muhammed'in dışında, Allah'ın peygamber olarak göndereceği
başka kimse yok muydu? Zikr ine ine o'na mı indi?” şeklindeki tepkilerine verilen bir
cevaptır. Bu cevabın takdiri şöyle yapılabilir: “Bunlar ne zamandan beri yetki sahibidirler ki,
peygamber gönderme konusunda ileri geri konuşuyorlar; kimin peygamber olarak
gönderilmesi gerektiğine burunlarını sokuyorlar. Peygamber göndermek yetkisi ve gücü, yerin
ve göğün hükümranlığı elinde olanındır. Şâyet onların böyle bir iddiaları ve güçleri varsa
buyursunlar sebeplerin içinde yükselsinler [yerin göğün hükümranlığını ele geçirsinler]!
Yani, göklere, yere ve bu ikisi arasında bulunan varlıklara el koysunlar, Allah'ın hazinelerine
hükmetsinler. O zaman peygamberi onlar gönderir ve dilediklerini peygamber yaparlar.”
Kureyş ileri gelenlerinin ikide bir tekrarladıkları, peygamberlik makamına Kureyş'in
zengin ve güçlü kişilerinden birinin değil de, neden Muhammed'in lâyık görüldüğüne dair
sözleri, Kur’ân'da çeşitli yerlerde zikredilmiştir:
100
De ki: “Eğer siz, Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcanır tükenir
endişesiyle kesinlikle elinizde tutar; kimseye bir şey vermezdiniz. Ve insan çok cimridir.”
(İsrâ/100)
31
Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler.
32
Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların
geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların
bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri
şeylerden daha hayırlıdır.
(Zuhruf/31-32)
40
Ve andolsun bunlar, belâ ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye gittiler. Peki, onu da
görmüyorlar mıydı? Tam tersi, bunlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktaydılar.
41,42
Seni gördükleri zaman da, “Bu mu Allah'ın elçi olarak gönderdiği? Şâyet tanrılarımıza
inanmakta direnmeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı” diye seni alaya
almaktan başka bir şey yapmıyorlar. Ve onlar, yakında azabı gördükleri zaman, kimin yolca daha
sapık olduğunu bilecekler!
(Furkân/40-42)
BÜYÜK MUCİZE: MEKKE'NİN FETHİNİN MÜJDELENİŞİ: 11. âyetin, (Onlar)
burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordudur! şeklindeki ifadesi,
kâfirlerin aslında zavallılardan başka bir şey olmadıklarını bildirmektedir. Bunun iki türlü
anlaşılması mümkündür: A) Onlar akıllı düşünememiş, ortaya belge sunamamış olduklarından
fikir tartışması sonucunda yenik düşmüş, rezil olmuş bir gruptur. B) Onlar çeşitli gruplardan
meydana gelmiş derme çatma, çok zayıf bir ordudur; dolayısıyla bozguna uğratılacaklar ve
sahip olduklarını koruyamayacaklardır.
Âyetteki burada ifadesi ile, onların inkâr ettikleri yerde hezimete uğrayacakları
vurgulanmaktadır ki, o yer Mekke'dir. Yani âyette, “Bunlar yine aynı şehirde mağlûp
olacaklardır. Onlar belki Allah'ın Elçisi'ni hor ve hakir görerek reddediyorlar ama öyle bir
zaman gelecek ki, kendilerini Peygamber'in ayakları altında bulacaklardır” denilmekte ve bize
göre Mekke'nin fethine işaret edilmektedir.
Hatırlanacak olursa 11. âyetin mesajı farklı sözcükler ve farklı üslûpla Kamer sûresi'nde
de verilmişti:
43
Sizin kâfirleriniz; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleriniz, onlardan
hayırlı mı? Yoksa yazıtlarda sizin için kurtulacaklarına dair Allah tarafından verilmiş bir senet veya
ferman mı var? 44
Yoksa onlar, “Biz birbirine yardım eden/ intikam alabilen bir topluluğuz” mu
diyorlar?
45
Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönerek kaçacaklardır.
(Kamer/43-45)
Allah ve elçilerinin düşmanları, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, imkânları ne kadar
geniş olursa olsun, sonuç olarak “bozguna uğramış bir ordu” durumuna düşmeye
mahkûmdurlar. Onlar bir süre için yeryüzünde zorbalıkla hâkimiyetlerini sürdürseler de, er-
geç Allah'ın âyette tasvir ettiği duruma düşeceklerdir. Bu zorbaların Kur’ân inmeden önceki
türdeşlerinden bir kısmı, Yüce Allah tarafından sonraki âyetlerde sıralanmıştır. Ne var ki, bu
zorbaların Kur’ân indikten sonraki örneklerinin de araştırılarak İslâm güneşi karşısında nasıl
perişan olduklarının ortaya konmasında büyük yararlar vardır. Meselâ, “Haçlı orduları” diye
adlandırılan ve onlarca ülkeden, yüzlerce kavimden oluşmuş ordular, Çanakkale savaşı'ndaki
karma askerlerden müteşekkil ordular ve İstiklâl savaşı'nda karşımıza çıkan “yedi düvel”e ait
ordular, bu âyetlerin medlûlüne kanıt gösterilecek en belirgin örneklerdir.
12,13
Onlardan önce Nûh'un toplumu, Âd, kazıklar sahibi Firavun, Semûd,
Lût'un toplumu ve Eyke ashâbı da yalanladılar. İşte onlar, ayrı ayrı baş çeken
gruplardır.
14
Onların hepsi, sadece elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hak oldu.
Bu âyetlerde Mekkeli müşriklere, kendilerinden evvel akılsızlık etmiş ve cezaya
çarptırılmış bir takım toplumlar örnek gösterilerek, benzer cezaların kendilerine de verileceği
yolunda uyarıda bulunulmaktadır. Kureyş'ten önce yaşamış ve yukarıdaki âyetlerde sadece
altı tanesinin ismi verilmiş olan hiziplerin örnekleri, aslında Mekkeli müşrikler için iyiden
iyiye bir tehdit mâhiyetindedir.
Âyette Firavun için kullanılan kazıklar sahibi tanımlaması, daha önce Fecr sûresi'nde de
kullanılmıştır. Arapça'da eski bir Bedevî terimi olarak kullanılan kazıklar sahibi deyimi
mecâzen, “güçlü bir otorite”yi yahut “sarsılmaz, yıkılmaz bir güc”ü ifade etmektedir.15
O
dönemde bir Bedevî çadırının büyüklüğü, sahibinin gücüne göre değiştiği ve bir çadırı ayakta
tutan kazıkların sayısı o çadırın büyüklüğü ile doğru orantılı olduğu için, güçlü bir kabile reisi
çoğu zaman, “sayısız direkler üstünde duran çadırın sahibi” olarak tanımlanmakta idi.
Deyimin, “statü” ve “güc”ü temsil eden bu mecâzî anlamı doğrultusunda, kazıklar
sahibi Firavun ifadesinden; “Firavun'un çok güçlü olduğu”; “Firavun'un ordusunun büyük ve
donanımının ihtişamlı olduğu, dolayısıyla bu donanımın korunduğu çadırların da ihtişamlı
[büyük, çok kazıklı] olduğu”; “Firavun'un ordusunun konakladığı yerde çok fazla kazık
kullanıldığı, çünkü ordudaki asker sayısının çok fazla olduğu” anlaşılabilir.
“Direk” ve “çadır” arasındaki ilişkiye değişik bir yaklaşımla, bu ifadedeki kazık
sözcüğünün, Firavun'un askerlerini ya da yakın çevresini nitelediğini düşünmek de
15
(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
mümkündür. Çünkü, nasıl direkler çadırı güçlendiriyorsa, askerler ve taraftarlar da saltanatları
güçlendiren unsurlardır.
“Firavun” ile “kazık” arasında, Firavun'un zâlimliği yönüyle de bir ilişki kurulabilir:
“İnsanları yere çakılı kazıklara bağlayarak üzerlerine akrep ve yılanları bırakması”; “insanları
ellerinden ve ayaklarından kazıklara çivileyerek onları bu şekilde ölüme terk etmesi”;
“insanları sivri kazıklar üstüne oturtması” sebepleri ile bu ifadeden Firavun'un çok zâlim
olduğu anlamı çıkarılabilir.
Bunlardan başka bu ifade ile, piramitleri yeryüzüne kazık gibi çakmış olan firavunların
her birinin kasdedildiğini de düşünmek mümkündür.
15
Ve bunlar, göz açıp kapayacak kadar bile gecikmesi olmayan bir
çığlıktan başkasını beklemiyorlar.
16
Ve dediler ki: “Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan payımızı
acele ver bize!”
BEKLENEN ÇIĞLIK: Âyette geçen beklenen çığlık ifadesinden iki değişik anlam
çıkarmak mümkündür:
1) ‫بحيحة‬‫ب‬‫ص‬ّ‫ك‬ ‫ال‬ [sayha] sözcüğü, “bir topluluğa hücum edildiğinde ortaya çıkan
bağrışma” olarak kabul edilirse, bu ifadeden; kâfirlerin dünyada başlarına
gelecek felâketler sebebiyle bağrışacakları, çığlık atacakları anlaşılır.
Sözcüğün bu anlamı, Yûnus sûresi'ndeki âyetlerle de desteklenmektedir:
101
De ki: “Göklerde ve yerde ne var bir bakın!” –Ve iman etmeyecek bir topluluğa apaçık
âyetler/alâmetler/ göstergeler ve uyarmalar bir şey sağlamaz/ uyarmalar ne sağlar?–
102
Artık onlar, sadece kendilerinden önce gelmiş geçmiş olanların uğradıkları günlerin aynısını
mı bekliyorlar? De ki: “Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”
(Yûnus/101-102)
Buna göre, tek bir patlama onları yok etmek için yeterlidir ve sonra da onlara hiçbir
fırsat verilmeyecektir. Yani, bu ifade ile, onların başına tek bir defada ve ansızın gelen bir
azap kasdedilmiştir.
2) Sayha sözcüğü; “sûr'a [boruya] ilk üflendiği zamanki kıyâmet çığlığı”dır. Buna göre
ifade, “onlar her ne kadar dünyada Benim azabımı tatmadıysalar da, bu azap kıyâmette onlar
için hazırdır, kendilerini kıyâmete hazırlasınlar!” şeklinde anlaşılabilir. Sayha sözcüğünün,
“kıyâmet çığlığı” olarak kabul edilebileceğini gösteren de birçok âyet mevcut olup, bunlardan
bir tanesi şudur:
49,50
Onlar sadece birbiriyle çekişip dururlarken, kendilerini yakalayıverecek bir tek çığlıkla
karşı karşıya kalacaklardır. İşte o zaman bir vasiyette bile bulunamazlar. Ailelerine, yakınlarına da
dönemezler.
(Yâ-Sîn/49)
FEVÂK: ‫الفواق‬ [fevâk] sözcüğü, klâsik Arapça'da bir deyim olup, “devenin iki sağımı
arasındaki zaman” manasındadır.16
Bu sözcük, Türkçe'deki “göz açıp kapayıncaya kadar”
deyimi gibi çok kısa bir zamanı anlatır.
Ve dediler ki: “Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan payımızı acele ver
bize!”
Müşriklerin bu ifadelerinde bir alay söz konusudur. Yani onlar, “Din Günü”ne
16
(Tacü’l Arus, (el İsfehani; el Müfredat)
inanmadıkları için akılsızca davranarak Allah'tan, vaat edilen azabı hemen indirmesini ve o
çok dehşetli azaptaki paylarını vermesini istemişlerdir. Halbuki azabın hemen gelmemesi,
Allah'ın onlara olan rahmet ve acımasından kaynaklanmaktadır. Onlar ise bu rahmetin
değerini bilmeyerek bu bağışa karşı O'na şükretmemektedirler. Müşriklerin bu alaycı tavırları
Kur’ân'da bir çok kez zikredilmiş olup Enfâl sûresi'ndeki ifadesi şöyledir:
32
Bir vakit de onlar, “Ey Allah'ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi
ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi.
33
Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma diledikleri sürece de
Allah onlara azap edici değildir.
(Enfâl/32-33)
17
Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u
hatırla. Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendi.
Sûrenin bu bölümünde anlatım, haber cümlesinden, dilek veya emir kipi ile kurulan inşa
cümlesine dönüşmüştür. Bu âyette Peygamberimize hitap edilmiş ve Peygamberimiz, Mekkeli
müşriklerin anlayışsızlıklarına, şımarıklıklarına, Allah'ın cezasını yalan sayarak cezayı hemen
istemelerine ve Allah'ın rahmetini inkâr etmelerine karşı teselli edilmiştir.
İlerleyen âyetlerde Peygamberimize, kendisinden önce yaşamış ve aynı sıkıntılara
katlanmış olan peygamberlerden bazıları [Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, İbrâhîm, İshâk, Ya‘kûb,
İsmâîl, Elyesea ve Zülküfl] hatırlatılarak bu peygamberlerin hem Rabb'leriyle hem de kendi
toplumlarıyla olan ilişkileri anlatılmıştır. Bundan maksat da Peygamberimizin, geçmiş
peygamberlerin kıssalarını örnek alarak kendi toplumundan gördüğü yalanlama, itham, iftira
gibi insanın içini daraltan sıkıntılara karşı sabretme [göğüs germe] gücünü arttırmak olsa
gerektir. Çünkü bu kıssalar, Yüce Allah'ın yönlendirmek, talimat vermek ve eğitmek sûretiyle
elçilerini sürekli olarak nasıl gözetip koruduğunu, onları hayatlarının her aşamasında nasıl
koruyup kolladığını açıkça gözler önüne sermektedir. Böylece Peygamberimize sanki şöyle
bir mesaj verilmektedir: “Onların dediklerine sabret ve diğer peygamberlerin durumlarını
nazarı dikkate al. Onlar, onca güç ve servete rağmen, sıkıntıdan kurtulup rahat yaşamış
değillerdi. Bu durumda sen, dünyanın; kederlerden, üzüntülerden uzak olmadığını, Allah
katında elde edilen o yüce derecelerin ancak dünyada çeşitli sıkıntı ve yorgunluklara
katlanmakla elde edildiğini anlamış olursun!”
Hatırlanacağı üzere daha önce, Peygamberimize Kalem sûresi'nde, Yûnus peygamber
gibi görevi bırakıp kaçmaması emredilmişti. Beled sûresi'nde de her insan gibi o'nun da sıkıntı
ve meşakkatler içinde olacağı bildirilmişti. Böylelikle Peygamberimiz, güçlüklere karşı
önceden haberdar ediliyor ve kendisine vahyedilen kıssalar sayesinde de diğer
peygamberlerin korunup kollandığı gibi Yüce Allah'ın kendisini de koruyacağına, hayatının
her anında O'nun gözetimi ve himâyesinde olduğuna bütün kalbiyle inanması ve sadece O'na
güvenmesi sağlanıyordu.
Sen onların dediklerine sabret
Rabbimizin bildirdiği kıssalardan anlaşılmaktadır ki, peygamberlerin hepsinin hayatları
sınavlar, sıkıntılar ve acılarla geçmiştir. Ama onlar, bütün zorluklara karşı sabrederek [göğüs
gererek] olgunlaşmışlar ve toplumlarına karşı görevlerini bu sayede mükemmelen yerine
getirmişlerdir. Âyetteki bu ifade, peygamberlerin başarılarındaki “sabr” faktörünü ön plâna
çıkarmaktadır.
İLK ÖRNEK DÂVÛD PEYGAMBER: Bu sûrede Yüce Allah'ın Peygamberimize, diğer
peygamberler arasından gösterdiği ilk örnek Dâvûd peygamberdir. Ama burada Dâvûd
peygamber sadece örnek olarak gösterilmekle kalmamış, ayrıca “kulumuz Dâvûd”, “güçlerin
sahibi” ve “evvâb” nitelemeleriyle de onurlandırılmıştır.
Dâvûd peygamberin adı, Kur’ân'da ilk kez bu âyette yer almıştır. Dâvûd peygamber ile
oğlu Süleymân peygamber, tarih boyunca, hakklarında en çok asılsız söylenti üretilen
peygamberlerin başında gelmektedirler. Dikkat çekici olan, bu söylentilerin hiç birinin de
Kur’ân'dan onay almadığıdır. Söz konusu söylentilerin tümüne yer verme imkânımız olmadığı
için burada sadece konumuz olan âyetler çerçevesindekilere dikkat çekecek ve onları Kur’ân
ışığında değerlendirmekle yetineceğiz. Amacımız Peygamberimize, neden Dâvûd
peygamberin örnek gösterildiğini ve o'nun gibi olmasının istendiğini anlamaktır.
Dâvûd peygamber, Kur’ân'da ilk kez kendisinden söz edilen bu sûrenin 17-30.
âyetlerinden başlayarak, Kur’ân'ın iniş sırasına göre şu âyetlerde; (Sâd/17-30, Neml/15-16,
İsrâ/55, En‘âm/84, Sebe/10-11, Enbiyâ/78-80, Bakara/251 ve Nisâ/163’te de yer almıştır.
Bütün bu âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber; çok sabırlı, Allah'ın,
kulumuz diye onurlandırdığı, çok güçlü, evvâb [sürekli Allah'a yönelen], dağlarda bile Allah'ı
kötü niteliklerden arındırmış, yaratıklar üzerinde iyi gözlemler yaparak Rabbinin yüceliğini
iyi kavramış, mülkü güçlendirilmiş, kendisine hikmet [yasalar] ve fasl-ı hıtâb verilmiş bir
kişidir. Ayrıca iman ve sâlihâtı işlemede bilinçli, Allah'a secde eden [boyun eğen], Allah'ın
koruması altında bulunan, Allah katında yakınlığı ve güzel bir yeri olan, bu nitelikleri
nedeniyle halîfeliğe lâyık görülüp halîfe seçilen, ne güzel kuldu o diye övülen Süleymân'ın
kendisine bağışlandığı, kendisine demiri yumuşatma ve zırh yapma sanatı öğretilmiş, “çok
güzel bir kul!”dur. Bu sebeple de Peygamberimize örnek gösterilmiş ve kendisinden o'nun
gibi olması istenmiştir.
güçler sahibi
Âyetteki ‫بد‬‫ب‬‫الدي‬ ‫[ذا‬ze'l-eydi=eller sahibi] ifadesi, “eyd (el)” sözcüğünün çoğulu veya
“eyede (güçlü oldu) fiilinin mastarı olması nedeniyle “kuvvetler sahibi” anlamına gelir ve
burada mecâzen kullanılmıştır. Kur’ân'daki açıklamalardan, bu sıfatın Dâvûd peygambere,
o'nun fizikî ve ahlâkî yapısının çok güçlü olması yanında, askerî ve siyasî alanlarda da çok
yetenekli olması sebebiyle verildiği anlaşılmaktadır.
EVVÂB: “Çokça dönen, çokça yönelen” demek olan ‫واب‬ّ‫ك‬ ‫[ا‬evvâb] sözcüğü, –Kaf/33'ün
tahlilinde açıkladığımız gibi– “günahlarından pişman olup çokça dönen ve çokça istiğfar
eden”; “Allah'a tefekkürüyle çokça dönen, çokça yönelen”; “Allah'ın dışındaki varlıklara
yönelirken, hevâ ü heveslerine [tutkularına] uymaktan çokça dönen [kendini alıkoyan]”;
“Allah'tan başkasını kabullenmeyen, Allah'ın dışındaki her şeyden kesinlikle el-etek çeken”
anlamlarına gelmektedir. Yani, evvâb olan kimse, arzularını ve isyanı terk edip Allah'a itaat
ve rızayı seçen kimsedir. O, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri terk eder, Allah'ın tavsiye ettiği
yola tâbi olur. Bu yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. Çokça tevbe eder. Allah'a ibâdet
yapar, O'nu hatırlar ve her işinde O'na yönelir.
Kur’ân, Dâvûd'un (a.s) bu anlamda “evvâb” bir kul olduğunu bildirmektedir.
18
Gerçekten Biz, dağlara boyun eğdirdik/yapısal olarak insanların
yararına kullanılacak biçimde yarattık. Her zaman kendisiyle birlikte Allah'ı
noksanlıklardan arındırırlardı. 19
Kuşları da toplu olarak o'na boyun
eğdirmiştik/Dâvûd'un ve insanların yararlanacağı biçimde yaratmıştık. Hepsi
o'na dönücü idi. 20
Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na yasayı ve hakkı
bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını verdik.
DAĞLARIN BOYUN EĞİŞİ ve TESBÎHİ: 18. âyetteki, dağların tesbîh ettiğini bildiren
ifadenin benzerleri Kur’ân'da iki sûrede daha geçmektedir:
10,11
Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla
beraber dönün!” Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –
Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.–
(Sebe/10)
79
Sonra da Biz, onu Süleymân'a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve bilgi verdik.
Dâvûd'la beraber Allah'ı noksan sıfatlardan arındırsınlar diye, dağları ve kuşları buyruk altına
aldık/onları insanların yararlanacağı ölçüler içinde yarattık. Ve Biz yapanlarız.
(Enbiyâ/79)
TESBÎH: Tesbîh'in ne demek olduğu ve 33'lük, 99'luk imâmeli tesbîhlerle ve Ebû
Hüreyre'nin namazlardan sonra 33 kere “sübhânallâh” dedirtmesiyle hiç alâkasının olmadığı
hakkında daha evvel, Kalem, A‘lâ ve Kaf sûrelerinde bilgi verilmişti. Yeri geldiği için ve
konunun önemine binâen burada da teşbihin, “Yaratan'ı tüm nitelikleriyle tanımak ve
tanıtmak” olduğunu bir daha hatırlatıyoruz.
Kısaca ifade etmek gerekirse tesbîh, Tesbîh sözcüğünün iyi anlaşılmaması hâlinde, 18.
âyetteki dağların tesbîhi ifadesi de doğru anlaşılamayacaktır. Nitekim bu ifade zamanla iyice
anlam kaybına uğramış, dağların nasıl tesbîh ettiğiyle ilgili bir takım temelsiz iddia ve
açıklamalar sanki Allah'tan gelme bilgilermiş gibi insanlara kabul ettirilmeye çalışılmıştır.
Bunlardan birkaç tanesini örnek olarak sunuyoruz:
Allah Teâlâ Dâvûd'a (a.s), sesinin gür ve güzel oluşundan ötürü, dağda hoş bir yankı ve yine
sesinin güzelliğinden ötürü, kuşların kendisine kulak vereceği bir özellik vermiştir. Böylece dağın
yankısı ve kuşların Dâvûd (a.s) ile beraber cıvıldayışları, âdeta bir tesbîh olmuştur. Muhammed b.
İshâk şunu anlatmıştır: “Allah Teâlâ, hiçbir mahlûkuna, Dâvûd'a (a.s) verdiği gibi güzel bir ses
vermemiştir, öyle ki o, Zebûr'u okurken, vahşî hayvanlar, Dâvûd'un (a.s) onları boyunlarından
yakalayabileceği bir mesafeye kadar yaklaşırlardı.”
Allah Teâlâ, dağları o'nun emrine âmâde kılmıştır. Bundan dolayı onlar, o'nun istediği yöne-
yere hareket ediyorlardı. İşte dağların böyle, o'nun istediği yere gitmeleri bir tesbîhtir. Çünkü onların
bu hareketi, Allah'ın kudret ve hikmetinin mükemmelliğine delâlet eder.
İbn-i Abbâs (r.a) şöyle der: “Dâvûd (a.s) tesbîhâta başladığında, dağlar o'na uyar, kuşlar o'na
doğru gelip toplanır ve o'nunla birlikte tesbîhâtta bulunurlardı. ”
Eğer, “Akılları olmadığı halde, kuşlar Allah'ı nasıl tesbîh edebilirler?” denilirse, biz deriz ki:
Bu hususta şöyle denebilir: “Allah Teâlâ, onlarda, Kendisini bilebilecekleri kadar akıl yaratmıştır.
İşte bu durumda onlar Allah'ı tesbîh etmişlerdir. Bütün bunlar (aslında), Hz. Dâvûd'un (a.s) birer
mucizesidir.”17
Bu tarz anlayışlar maalesef eski ve yeni tefsirciler tarafından da kabul görmüştür.
Ancak, işin gerçeği bu değildir.
DAĞLARIN TESBÎHİ: Kur’ân'ın birçok âyetinde bildirilmektedir ki, dağların
tesbîhinin ötesinde, evrende ne varsa, canlı-cansız, akıllı-akılsız, her şey Allah'ı tesbîh
etmektedir:
1
Göklerde ve yeryüzünde bulunan şeyler, Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdılar. Ve O, en
üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa
koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
(Hadîd/1)
44
Tüm gökler/ uzay, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı noksan sıfatlardan
arındırırlar. O'nun övgüsü ile birlikte noksan sıfatlardan arındırmayan hiçbir şey yoktur. Fakat siz,
onların Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmalarını iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, yumuşak
davranandır, çok bağışlayandır.
17
Keffal Tefsiri.
(İsrâ/44)
41
Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların, arıların, bulutların,
boranların] Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdıklarını görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hepsi kendi
arındırmasını ve desteğini/doğaya yapacağı katkıyı kesinlikle bilmektedir. Allah da, onların işlemekte
olduklarını en iyi bilendir.
(Nûr/41)
Ayrıca, Hadîd/1; Haşr/1, 24; Saff/1; İsrâ/44; Ra'd/13; Nûr/41; Cuma/1; Teğâbün/1;
Enbiyâ/79; Zümer/75; Mümin/7; Fussılet/38; Şûrâ/5; A‘râf/206'ya da bakılabilir.
Yukarıda açıklandığı gibi tesbîh, “yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak”
olduğuna göre, cansız varlıkların Allah'ı tesbîh etmelerinin dil ile değil, hâl ile olacağı
ortadadır. Cansız varlıkların hâl dili, daima iç ve dış yapılarını teşkil eden kendi öz nitelikleri
doğrultusunda davranmalarıdır. İşlevlerini, Yaratıcı tarafından kendilerine verilen bu öz
nitelikler doğrultusunda yerine getiren tüm cansız varlıklar, bu halleriyle Allah'ı tüm kemâl
sıfatlarıyla nitelemiş ve O'nu tüm noksanlıklardan tenzih etmiş olmaktadırlar. Daha da açık
ifade etmek gerekirse, insan bilinci dışındaki tüm varlıklar Allah'ı kendi yaratılış özelliklerini
yerine getirmekle ve O'nun koyduğu düzenin içindeki rolleri ile tesbîh etmiş olmaktadırlar.
İnsanın değil, “insan bilinci”nin istisnâ edilmesinin nedeni, insan bedenindeki biyolojik
mekanizmaların da aynı yasaya tâbi olarak Allah'ı tesbîh etmekte oluşundan dolayıdır. Kalbin
durmaksızın çalışması, mitokondri organellerinin biteviye vücuda enerji üretmesi veya
kardiyo-vasküler sistemin vücudun beslenme sürecindeki işlevini eksiksiz yerine getirmesi,
bu biyolojik organ ve sistemlerin Yaratıcı'yı tesbîh etme şekilleridir. Yalnızca insan bilinci,
Rabbini ancak bilinçli bir istem ve çaba ile tesbîh edebilir. Zaten bu da onu diğer varlıklardan
ayıran temel özelliklerinden biridir.
Gerçekten de evrendeki olağanüstü düzen, Yüce Yaratıcı'nın gücünü anlatmaktadır.
Doğada renk renk açan çiçekler, ormanlarda cıvıl cıvıl öten kuşlar, su kaynaklarından
buharlaşıp göğe çıktıktan sonra yağmur, kar veya dolu olarak yeryüzüne dönen sular, gökte
dolaşan sayısız yıldızlar, ... düşünenlere Allah'ı tanıtan birer âyettir.
Meselâ, maddelerin en küçük parçası olarak kabul edilen atom ele alınacak olursa, her atomun,
içinde pozitif elektrik yüklü proton ve elektrik yükü olmayan nötronlar bulunan bir çekirdekten ve bu
çekirdek etrafında büyük hızlarla dönen negatif elektrik yüklü elektronlardan oluştuğu görülür. Yani,
cansız olarak kabul edilen nesnelerde bile, bizim duyularımızla algılayamadığımız bir hareket söz
konusudur:
Bu parçacıkların birbirlerine uyguladığı ve atom çekirdeğini bir arada tutan kuvvetler öylesine
güçlü ki, bu parçacıkların çekirdek içindeki ve dışındaki hızları yaklaşık 300.000 km./saniye olan ışık
hızına yaklaşır.18
Gezegenler uzayda kolayca bulunabilen konumlarda bulunurlar; belirli bir andaki konum ve
hızlarını biliyorsak, zaman içinde bu konum ve hızların nasıl değişeceğini kesin olarak belirleyebiliriz.
Ancak elektronlar için durum tamamen farklı… Öyle görünüyor ki elektronlar aynı anda değişik
yerlerde bulunabiliyorlar.19
Görüldüğü gibi, cansız kabul edilen eşyaların atomlarındaki hareket, canlı kabul edilen
varlıklarınkine göre kıyaslanamaz bir derecededir. Zaten bazı bilim adamları da bu fiziksel
gerçeğe dayanarak her varlığın canlı olduğunu söylemişlerdir. Maddenin en küçük parçası
denilen atomdaki bu hareketler, Yaratıcı'nın yüceliğinin bir delilidir. Atomun içindeki her
zerrecik kendi yapısının özelliğini ortaya koyarak Allah'ın yüceliğini, noksanlıklardan uzak
olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü her “şey”, Allah'ın kendisine yüklediği görevi yapmakta,
18
Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 28.
19
Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 16.
her canlı Allah'ın içine koyduğu ilham ile hareket etmekte, yani Allah'ı tesbîh etmektedir.
Aynı gerçek, çevremizde yaşayan arıların ve karıncaların yaşamları içinde de geçerlidir. Bu
küçük canlıların yaşamları incelendiğinde, ustaca yaptıkları işlerin Allah'ın kudret ve
büyüklüğünün kanıtları olduğu açıkça görülür. Onlar da kendi hâl dilleriyle Allah'ı tesbîh
etmektedirler. İşte, dağların tesbîhi ifadesi de bu perspektif içinde anlaşılmalıdır.
18. ayetteki akşam-sabah ifadesi, işlenen fiillere “daima, her zaman” gibi süreklilik
anlamı kazandıran bir anlatım aracıdır. Yoksa sadece bir sabah, bir de akşam demek değildir.
Bu konudaki daha ayrıntılı bilgi Nâs sûresi'nin tahlilinde verilmiştir.
Kuşları da toplu olarak (o'na boyun eğdirmiştik)
Kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilişi de, aynı dağların tesbîhi meselesine benzer
şekilde dejenere edilmiş, tabiri caizse kuşlardan bir koro oluşturularak, bu koroya Dâvûd
peygamberin şefliğinde gece-gündüz “sübhânallâh...” ilâhîleri söylettirilmiştir.
Kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilmesinin ne anlama geldiğini doğru
anlayabilmek için Dâvûd peygamberin yaşamı ile ilgili bir takım bilgilere sahip olmak
gerekir. Ancak her şeyden önce Kur’ân'daki kıssalara özel bir dikkat göstermek ve içlerinde
tarihsel gerçeklere yönelik değini ve işaretler olabileceğini göz önünde bulundurmak şarttır.
İbrânî tarihinden alınan bilgilere göre, Dâvûd peygamber hayatının bir kısmını dağlarda
gerilla olarak geçirmiştir. Yani, dağlar o'nun yaşamının bir parçasıdır. Dâvûd peygamber ile
dağlar arasındaki ilişkinin Kur’ân'da, Dağları da Dâvûd'a musahhar kıldık şeklinde ortaya
konması da bu sebeple olsa gerektir.
Kuşların Dâvûd peygambere boyun eğdirilişini iyi anlamak için de Kur’ân'daki
Süleymân peygamber ile kuşların ilişkisini anlatan ve Süleymân peygamberin Dâvûd
peygambere mirasçı olduğunu bildiren âyetlerin dikkate alınması gerekir. Aşağıda görüleceği
gibi, sûrenin 30. âyetinde, Ve Dâvûd'a Süleymân'ı bağışladık ifadesi yer almakta, Neml/16'da
da kendisine kuşların mantığının öğretildiği ve daha bir çok şeyin verildiği bildirilmektedir.
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Süleymân peygamber kuşlardan yararlanmayı, babası Dâvûd
peygamberden öğrenmiştir. Yani, kuşlardan yararlanma bilgisi önce Dâvûd peygambere
verilmiş ve bu bilgi Süleymân peygambere babasından miras kalmıştır.
Âyetlere dayanarak çıkardığımız bu sonuca göre, kuşların Dâvûd peygamberin emrine
verilmesi, o'na kuşlardan yararlanma bilgisinin verilmesi anlamındadır.
Neml sûresi'ndeki hüdhüd isminden yola çıkarak ve hüthüd kuşunun su kaynaklarını, su
yataklarını fark etme özelliği olduğunu (benzer şekilde doğan ve şahin kuşlarının avcılığını,
güvercin kuşunun uzun süre uçabildiğini ve yön bulma yeteneğini) göz önüne alarak, Dâvûd
peygamberin kuşların çeşitli özelliklerinden yararlanmayı dağ hayatında Allah'ın yardımıyla
keşfedip uyguladığını rahatlıkla söylemek mümkündür.
DÂVÛD'A (a.s) VERİLEN DİĞER NİMETLER:
HİKMET: Kur’ân'da ilk kez Kamer sûresi'nde geçmiş olan ‫[الحكمة‬hikmet] sözcüğü,
burada ikinci kez geçmektedir. Ayrıntılarını Kamer sûresi'nde verdiğimiz hikmet, kısaca
“toplumda zulüm ve kargaşayı önleyip adaleti sağlayan düstur, ilke, yasa” demektir. Buradan
anlaşılıyor ki, Kur’ân'da olduğu gibi, Dâvûd peygambere verilen kitapta da aynı türden
ilkeler, hükümler, yasalar mevcuttur. Bunu kendisine halîfelik [hükümet başkanlığı] görevi
verilmesi de doğrulamaktadır. Zira yasasız bir devletin, hükümetin, dolayısıyla da hükümet
başkanının düşünülmesi mümkün değildir.
Hikmet [hükümler, yasalar] ve hilâfet [hükümet başkanlığı] verilmiş bir elçi olan
Dâvûd'un (a.s) Peygamberimize örnek gösterilmesi, ileride Peygamberimize de devlet
başkanlığı yolunun açılacağının önceden verilmiş bir işareti gibidir.
FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri
birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitâbeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını
dinleyenlerin zevk alacağı etkileyici anlatımlarla insanlara daha rahat iletirler, çevreyle
iletişimlerini daha iyi kurarlar. Kimilerinin de hitâbetleri zayıftır, ne dedikleri anlaşılmaz,
konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve
çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar.
Âyetteki ‫الحطاب‬ ‫[فصل‬fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber çok
fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve muhataplarına ne demek
istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir.
Fasl-ı hıtâb deyimi ayrıca, hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve
kararlardaki isabeti de ifade etmektedir.
NOT: 18. âyetteki ‫[اشراق‬işrâk] sözcüğünden yola çıkılarak “kuşluk namazı” adıyla bir
namaz icat edilmiştir. Taberanî'de, Müslim'de, Müsned ve Tirmizî'de yer alan ve İbn-i Abbâs,
Ka‘bü'l-Ahbar ve Ebû Hüreyre'ye nisbet edilen rivâyetlerde; “kuşluk namazı kılanların,
cennette altın köşk kazanacağı, kuşluk namazının her türlü sadakadan üstün olduğu, kuşluk
namazının emr-i bi'l-ma‘rûf ve her türlü sâlihâtı işlemenin yerini tuttuğu, iki rekat kuşluk
namazı kılanların, günahları denizlerin köpükleri kadar dahi olsa bağışlanacağı” ileri
sürülmüştür.
21
Ve sana şu davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba/Dâvûd'un
özel evine çıkıp varmışlardı.
22,23
Dâvûd'un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. Ona,
“Korkma! Biz, iki davacıyız. Kimimiz, kimimize haksızlık etti. Şimdi sen
aramızda hak ile hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına
yönelt” dediler. Birisi de dedi ki: “İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz
koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi
ve konuşmada bana üstün geldi/tartışmada beni yendi.”
24
Dâvûd dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak
istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta
yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman
edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama
onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla
imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat
getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak
olarak yere kapandı ve döndü.
25
Biz de o'nun için bunu bağışladık/Biz de o'nu bağışladık. İşte böyle!
Şüphesiz yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
26
Ey Dâvûd! Gerçekten Biz/biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine
yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve
kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni
Allah'ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü
umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır.
Bu sûrede adı geçen peygamberlerden özellikle üçü hakkında iyice bilgi edinmek
gerekmektedir. Zira bu peygamberler [Nûh, Lût ve Dâvûd] ile ilgili olarak çok sayıda hikâye
uydurulmuştur. Bu yakışıksız hikâyelerin tümü İsrâîliyât kaynaklıdır. İsrâîliyâtın kaynağı ise
Kitab-ı Mukaddes adıyla ortada dolaşan kitaptır. Nitekim Kitab-ı Mukaddes'te, en rezil insana
bile yakıştırılamayacak olayların bu seçkin, saygın ve örnek peygamberlere revâ görüldüğü
anlatımlar yer almaktadır. Meselâ, Tekvin 9:20-29'da, Nûh'un küçük oğlu Hâm'ın, tufan
sonrasında babasına tasallut ettiği; Tekvin 19:30-38'da, Lût peygamberin kızlarının gebe
kalabilmek amacıyla babalarını sarhoş ederek o'nunla cinsel ilişkide bulundukları
yazmaktadır. Dâvûd peygamber ile ilgili olan iğrenç, utanç verici hikâyeler ise Kitab-ı
Mukaddes'in II. Samuel 11-12. bölümlerindedir. Bu bölümlerde anlatılanlara göre Dâvûd
peygamber, Hititli Urya'nın karısıyla zina yapmış ve daha sonra da Urya'yı kasten savaşa
göndererek âdeta onun ölmesini sağlamıştır. Böylece dul kalan kadını kendisi nikâhlamış ve
Süleymân peygamber de bu kadından olmuştur.
Kur’ân'ın inişinden asırlar önce Kitab-ı Mukaddes'te kayıtlı olan bu olaylara dünyadaki
tüm Yahudi ve Hıristiyanların inanıp inanmadıkları bilinmemekle birlikte, bu çirkin iftiraların
hâlâ okunmakta olduğu bir gerçektir. Hatta Batı ülkelerinde yayınlanmış olan İsrâîloğulları'na
ait dinî eserler içinde, bu ithamların geçmediği bir kitap bulmak neredeyse imkânsızdır.
Yahudi dinî kültürünün, Sâd sûresi'nin bu pasajındaki olaylarla ilgili anlatımları
maalesef Müslümanların tefsir geleneğine de bulaşmıştır. Tefsircilerin bir kısmı bu efsaneleri
benimseyerek İsrâîloğulları'nın rivâyetlerini aynen kabul etmiş, bir kısmı da söz konusu
rivâyetleri yumuşatarak nakletmeyi tercih etmiştir. Meselâ Dâvûd peygamberin zina yaptığı
ve kadının da hamile kaldığı yönündeki bölümler bu ikinci grup tefsirciler tarafından
eserlerine alınmamıştır.
Kitab-ı Mukaddes'teki iğren hikayeler, bazı tefsirciler tarafından yumuşatılmaya
çalışılmış, zorlama yorumlarla makul ve makbul gösterilmek istenmiştir:
Ayrıca bu olayın hiç de Ehl-i Kitab'ın anlattığı gibi olmadığı da zikredilmiştir. Asıl olay,
Kur’ân'da açıkça anlaşılacağı üzere Hz. Dâvûd'un Urya'dan (ya da ismi ne ise), karısıyla evlenme
isteğinde bulunmuş olmasıdır. Bu istek, sıradan bir insan tarafından değil, güçlü bir hükümdar ve
önemli bir şahsiyet tarafından yapılmıştır. Kadının kocası ise sıradan bir vatandaştı. Hz. Dâvûd böyle
bir teklifte bulunmuş olmasına rağmen, teklifinin ardında bir cebr unsuru bulunmuyordu, ama yine de
sıradan bir vatandaşın böyle bir teklifin altında ezilmemiş olması mümkün değildir. Urya Hz. Dâvûd'a
belki de olumlu bir cevap verecek iken, halktan iki sâlih insan âniden Dâvûd'un huzuruna girmiş ve
güya o'ndan aralarındaki hâdise ile ilgili karar vermesini istemiş olabilirler. Hz. Dâvûd önce
aralarındaki davayı, gerçek bir hâdise sanmış ve davacıyı dinledikten sonra hükmünü vermiştir.
Ancak bu hükmü verirken vicdanında muhasebe yaparak, “İşte senin Urya'ya yaptığın teklif ile, bu
güçlü adamın yaptığı teklif arasında bir fark yoktur. Ben onun bu teklifini zulüm diye niteleyip, karar
verdikten sonra, aynı zulmü neredeyse irtikap edeceğim” diye düşünmüş olacak ki, bu gerçeği hemen
anladığında secdeye gitmiş ve Allah'a tevbe ederek bu teklifinden vazgeçmiştir.20
Biraz düşünecek olursak olayın şöyle cereyan ettiğini anlayabiliriz. Hz. Dâvûd, o kadının
sıradan birinin yerine, bir hükümdarın karısı olmasının daha münasip düşeceğini düşünmüş olabilir.
Ve böyle bir düşünceden hareketle kadının [Urya'nın karısının] üstün özelliklerini duymuş ve –
muhtemelen– böyle bir kadının kocasına söz konusu teklifi iletmiştir. O dönemde bu tür şeyler,
toplumda normal karşılanıyordu. Çünkü başka birinin karısını beğenen şahıs hiç çekinmeden kadının
kocasına, “Karını boşa onunla ben evleneyim” diyebiliyordu. Böyle bir teklifle karşılaşan kimse,
hiçbir şekilde gocunmaz, hatta dost hatırı için sırf arkadaşı evlenebilsin diye karısını boşardı. Ancak
Hz. Dâvûd böyle bir teklifte bulunacağı zaman karşısındaki kimsenin sıradan bir insan olduğunu
hesap etmemiştir. Zira, Hz. Dâvûd sıradan bir insan olmadığı gibi, ayrıca bir hükümdardır.
Yaptığı teklifte bir cebr söz konusu olmasa dahi, sırf sahip oldukları nitelikler bakımından,
karşısındaki kişi o'nun bu teklifini emir olarak telakki edebilirdi. Temsilî bir davaysa, Hz. Dâvûd'un
bu olayı vicdanen muhasebe etmesine ve hatasını farkeder etmez teklifinden vazgeçmesine neden oldu.
Böylece bu iş de kapandı. Fakat bir süre sonra kadının kocası bir savaş esnasında şehit düştü. Adamın
şehit düşmesi üzerine karısı dul kaldığı için, Hz. Dâvûd onu kendisine nikâhladı.
20
İbn-i Cerîr.
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad
38. sad

More Related Content

What's hot (20)

Miraç
MiraçMiraç
Miraç
 
Salavat ve Tekbir
Salavat ve TekbirSalavat ve Tekbir
Salavat ve Tekbir
 
88. enfal
88. enfal88. enfal
88. enfal
 
Ortaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleri
Ortaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleriOrtaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleri
Ortaokul 18. hafta peygamberimizin mucizeleri
 
76. tur suresi
76. tur suresi76. tur suresi
76. tur suresi
 
37. kamer
37.  kamer37.  kamer
37. kamer
 
49.kasas suresi
49.kasas suresi49.kasas suresi
49.kasas suresi
 
67. zariyat suresi
67. zariyat suresi67. zariyat suresi
67. zariyat suresi
 
Haya Örneği Hz.Osman
Haya Örneği Hz.Osman Haya Örneği Hz.Osman
Haya Örneği Hz.Osman
 
Kur'an ve Hayat
Kur'an ve HayatKur'an ve Hayat
Kur'an ve Hayat
 
Isra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğit
Isra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğitIsra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğit
Isra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğit
 
89. âl i imran suresi
89. âl i imran suresi89. âl i imran suresi
89. âl i imran suresi
 
25. kadr suresi
25. kadr suresi25. kadr suresi
25. kadr suresi
 
Es Sadık
Es SadıkEs Sadık
Es Sadık
 
Besmele
BesmeleBesmele
Besmele
 
Miraç Kandili
Miraç KandiliMiraç Kandili
Miraç Kandili
 
Kur'an'ı Anlamak
Kur'an'ı AnlamakKur'an'ı Anlamak
Kur'an'ı Anlamak
 
O'nun Ahlakı Kur'an'dı
O'nun Ahlakı Kur'an'dıO'nun Ahlakı Kur'an'dı
O'nun Ahlakı Kur'an'dı
 
100. beyyine suresi
100. beyyine suresi100. beyyine suresi
100. beyyine suresi
 
Hadis ve Sünnet
Hadis ve SünnetHadis ve Sünnet
Hadis ve Sünnet
 

Viewers also liked (20)

RKResume15
RKResume15RKResume15
RKResume15
 
Gap data updated1
Gap data updated1Gap data updated1
Gap data updated1
 
Jobvite 2012 social_recruiting_survey (2)
Jobvite 2012 social_recruiting_survey (2)Jobvite 2012 social_recruiting_survey (2)
Jobvite 2012 social_recruiting_survey (2)
 
Esfera
Esfera Esfera
Esfera
 
Humanitarian reform ta_2013_-_mikkel_trolle (1)
Humanitarian reform ta_2013_-_mikkel_trolle (1)Humanitarian reform ta_2013_-_mikkel_trolle (1)
Humanitarian reform ta_2013_-_mikkel_trolle (1)
 
Ufpe 2
Ufpe 2Ufpe 2
Ufpe 2
 
Ufpe 4
Ufpe 4Ufpe 4
Ufpe 4
 
La fe como don y conquista
La fe como don y conquistaLa fe como don y conquista
La fe como don y conquista
 
52. hud suresi
52. hud suresi52. hud suresi
52. hud suresi
 
Passivetalent tip sheet
Passivetalent tip sheetPassivetalent tip sheet
Passivetalent tip sheet
 
6. tebbet suresi
6. tebbet suresi6. tebbet suresi
6. tebbet suresi
 
16. tekasür suresi
16. tekasür suresi16. tekasür suresi
16. tekasür suresi
 
26. şems suresi
26. şems suresi26. şems suresi
26. şems suresi
 
Splav! 2014 / 4
Splav! 2014 / 4Splav! 2014 / 4
Splav! 2014 / 4
 
7. tekvir suresi
7. tekvir suresi7. tekvir suresi
7. tekvir suresi
 
8. a'la suresi
8. a'la suresi8. a'la suresi
8. a'la suresi
 
29. kureyş suresi
29. kureyş suresi29. kureyş suresi
29. kureyş suresi
 
56. saffatsuresi
56. saffatsuresi56. saffatsuresi
56. saffatsuresi
 
27. büruc suresi
27. büruc suresi27. büruc suresi
27. büruc suresi
 
4. müddessir suresi
4. müddessir suresi4. müddessir suresi
4. müddessir suresi
 

Similar to 38. sad (20)

74. müminun suresi
74. müminun suresi74. müminun suresi
74. müminun suresi
 
40.cin suresi
40.cin suresi40.cin suresi
40.cin suresi
 
34. kaf
34.  kaf34.  kaf
34. kaf
 
Peygamberler
PeygamberlerPeygamberler
Peygamberler
 
1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi
1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi
1.22.medine dönemi islam tarihi il üniversitesi
 
75. secde suresi
75. secde suresi75. secde suresi
75. secde suresi
 
23. necm suresi
23. necm suresi23. necm suresi
23. necm suresi
 
71. nuh suresi
71. nuh suresi71. nuh suresi
71. nuh suresi
 
Peygamber Efendimiz
Peygamber EfendimizPeygamber Efendimiz
Peygamber Efendimiz
 
Peygamber
PeygamberPeygamber
Peygamber
 
113. tevbe suresi
113. tevbe suresi113. tevbe suresi
113. tevbe suresi
 
Kutlu Dogum
Kutlu DogumKutlu Dogum
Kutlu Dogum
 
Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
 Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
Il üniversitesi - islam tarihi - 1.19.Akabe Bey'atlari
 
Hz. Peygamber'in (s.a.v) Aile Hayatı - S. Sarı
Hz. Peygamber'in (s.a.v) Aile Hayatı - S. SarıHz. Peygamber'in (s.a.v) Aile Hayatı - S. Sarı
Hz. Peygamber'in (s.a.v) Aile Hayatı - S. Sarı
 
45.ta ha suresi
45.ta ha suresi45.ta ha suresi
45.ta ha suresi
 
1.20.hicret islam tarihi il üniversitesi
1.20.hicret islam tarihi il üniversitesi1.20.hicret islam tarihi il üniversitesi
1.20.hicret islam tarihi il üniversitesi
 
24. abese suresi
24. abese suresi24. abese suresi
24. abese suresi
 
I lkokul 15 hafta hicret
I lkokul 15 hafta  hicretI lkokul 15 hafta  hicret
I lkokul 15 hafta hicret
 
73. enbiya suresi
73. enbiya suresi73. enbiya suresi
73. enbiya suresi
 
85. ankebut suresi
85. ankebut suresi85. ankebut suresi
85. ankebut suresi
 

More from TEBYİN-ÜL-KUR’AN (20)

Qur'an in English
Qur'an in EnglishQur'an in English
Qur'an in English
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmazQur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
 
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedekNecm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
 
Sonsöz
SonsözSonsöz
Sonsöz
 
114. nasr suresi
114. nasr suresi114. nasr suresi
114. nasr suresi
 
112. maide suresi
112. maide suresi112. maide suresi
112. maide suresi
 
110. cuma suresi
110. cuma suresi110. cuma suresi
110. cuma suresi
 
109. saff suresi
109. saff suresi109. saff suresi
109. saff suresi
 
108. teğabün suresi
108. teğabün suresi108. teğabün suresi
108. teğabün suresi
 
107. tahrim suresi
107. tahrim suresi107. tahrim suresi
107. tahrim suresi
 
106. hucurat suresi
106. hucurat suresi106. hucurat suresi
106. hucurat suresi
 
105. mücadele suresi
105. mücadele suresi105. mücadele suresi
105. mücadele suresi
 
103. hacc suresi
103. hacc suresi103. hacc suresi
103. hacc suresi
 
102. nur suresi
102. nur suresi102. nur suresi
102. nur suresi
 
101. haşr suresi
101. haşr suresi101. haşr suresi
101. haşr suresi
 
99. talak suresi
99. talak suresi99. talak suresi
99. talak suresi
 
98. insan suresi
98. insan suresi98. insan suresi
98. insan suresi
 
97. rahman suresi
97. rahman suresi97. rahman suresi
97. rahman suresi
 

38. sad

  • 1. 38 (38). SÂD SÛRESİ MEKKÎ, 88 ÂYET GİRİŞ Adını 1. âyetteki ‫[ص‬sâd] kesik harfinden ya da bu harfin temsil ettiği 90 sayısından alan ve kendinden önceki sûrelerin devamı niteliğinde bulunan Sâd sûresi'nde de –diğer Mekkî sûrelerde olduğu gibi– inanç esasları üzerinde durulmaktadır ve Kur’ân'ın kanıt gösterilmesiyle başlayan sûrede, müşriklerin Peygamberimize karşı muhalif tavırları dile getirilmiş ve eski tarihlerde yaşamış kavimlerin hayatlarından bazı kesitler verilmiştir. Ayrıca, Kur’ân'da önemli bir bölüm teşkil eden Âdem, İblis ve melekler ile ilgili kıssaya da ilk kez bu sûrede yer verilmiştir. Sûrenin sonunda ise, Peygamberimizin esas görevi vurgulanmıştır. İNİŞ ZAMANI: Bilindiği gibi, Peygamberimizin Mekke'de İslâm'ı açıkça anlatarak yaptığı davet, Kureyş'in ileri gelenleri arasında sarsıcı bir etki meydana getirmişti. Özellikle güçlü kişiliği ile herkes tarafından tanınan Ömer'in de İslâm'ı benimsemesi, Mekkeli kodamanları iyice telâşlandırmıştı. Sûrede müşriklerin telâşlarından bahsediliyor olması, sûrenin Ömer'in Müslüman olduğu dönemde indiği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Kureyş ileri gelenlerinin içine düştüğü bu telâş, İmâm Ahmed, Neseî, Tirmizî, İbn-i Cerîr, İbn-i Şeybe, İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i İshâk'ın eserlerinde yer alan nakillerde ise şöyle dile getirilmiştir: Kureyş'in ileri gelenleri bir araya gelip aralarında istişâre etmişler ve yeğeni Muhammed (a.s) ile aralarını düzeltmesi için Ebû Tâlib'e arabuluculuk teklifinde bulunmayı kararlaştırmışlardır. Çünkü, Ebû Tâlib öldükten sonra Hz. Muhammed'e (a.s) dokunacak olurlarsa, tüm Arap kabilelerinin, kendileri için, “Amcası hayatta iken, Muhammed'e dokunmaya cesaret edemediler; Ebû Tâlib öldükten sonra o'na saldırdılar” diye eleştirilmekten çekinmişlerdir. Bu karar üzerine, Kureyş'in ileri gelenlerinden 25 kişilik bir heyet Ebû Tâlib ile görüşmeye gitmişir. Heyetin içinde, Ebû Cehl, Ebû Süfyân, Umeyye b. Halef, Âs b. Vâil, Esved b. Muttalib, Ukbe b. Muayt, Utbe ve Şeybe gibi ileri gelen kâfirler vardı. Bu heyet doğruca Ebû Tâlib'in yanına giderek, her zaman yaptıkları gibi, Hz. Peygamber'i amcasına şikâyet ettiler ve ona şöyle dediler: “Muhammed kendi dini üzerinde kalsın, biz de kendi dinimiz üzerinde kalalım. O bizim dinimize karışmazsa biz de o'nu kendi dininde serbest bırakır ve kime ibâdet ederse etsin o'na dokunmayız. Ama o da bizim tanrılarımızı kötülemesin ve halk arasında dinini yaymaya çalışmasın.” Bunun üzerine Ebû Tâlib, Hz. Peygamber'i (s.a) yanına çağırarak o'na, “Ey yeğenim! Kavmimizin ileri gelenleri bana geldiler. Onlar, aranızda âdilâne bir anlaşmanın olup, bu çekişmenin sona ermesini istiyorlar” dedi ve sonra yeğenine Kureyşlilerin teklifini iletti. Hz. Peygamber (s.a) ise amcasına şöyle bir cevap verdi: “Ey amcacığım! Ben onlara öyle bir kelimeyi kabul ettirmeye çalışıyorum ki, bu kelimeyi kabul ettikleri takdirde, onlara sadece Araplar değil, tüm dünya tâbi olur.” Kureyş heyetine Hz. Peygamber'in (s.a) bu cevabı iletilince fena halde bozuldular ve bir süre ne cevap vereceklerini bilemediler. Böylesine makul bir teklifi reddedebilecek kelimeleri hemen bulamamışlardı. Fakat kendilerine geldikten sonra, “Biz bir kelime değil, bin kelime bile söylemeye razıyız, ama o kelime nedir?” diye sordular. Resûlullah (s.a), “O kelime, lâ ilâhe illallâh'tır” diye cevap verdi. Bu cevabı duyar duymaz, Kureyş heyeti âniden hiddetlenerek ayağa kalktı ve söylenerek çıkıp gittiler. Kureyş müşrikleri, İslâm'ın her gün biraz daha yayılması nedeniyle oldukça kızgın ve ne yapacaklarını bilemez bir haldeydiler. Ömer'in de Müslüman oluşu onları iyice perişan etmişti. İslâm'ın davetçisi, şerefli, lekesiz bir geçmişe sahip, akıl ve ciddiyet bakımından tüm Kureyş'in en seçkin kimselerindendi. Onun sağ kolu Hz. Ebû Bekr ise, değil sadece Mekke'nin, çevredeki kabilelerin de şerefli, dürüst ve zeki bir insan olarak tanıdıkları bir şahsiyetti. Şimdi de Hz. Ömer gibi cesur ve azametli kişiliğe sahip birinin de onlarla birleştiğini görünce, tehlikenin boyutlarının büyüdüğünü hissetmişlerdir. Tarihçi İbn-i Sa‘d da, Tabakât adlı eserinde, bu olayın tümünü, sadece, “Bu, Ebû Tâlib'in son hastalığı değildi” ibaresi farkıyla yukarıdaki gibi anlatmıştır. Ona göre; bu olay, “Filân şahıs Müslüman olmuş, filân şahıs İslâm'a girmiş” şeklindeki haberlerin kulaktan kulağa yayıldığı ilk
  • 2. dönemde vukû bulmuştur. Öyle ki, bu haberler halk arasında yaygınlaşınca, Kureyş'in ileri gelenleri, Ebû Tâlib'e, Hz. Peygamber'i (s.a.) İslâm'ı anlatmaktan vazgeçirmesi için peşpeşe heyetler gönderdiler. İşte bu heyetlerden biri de yukarıda zikredilen heyettir.1 Zemahşerî, Râzî, Nisâburî ve bazı müfessirlere göre, bu heyet, Hz. Ömer İslâm'ı kabullendiği zaman Ebû Tâlib'e gitmiştir. Sûrenin ilk âyetlerinde Kureyşli inkârcıların o günlerdeki telaş ve şaşkınlıklarına, Peygamberimize olan kibirli yaklaşımlarına değinilmektedir. Bu âyetlerden anlaşılmaktadır ki, kâfirler İslâm'ı Peygamberimizin görevini yapmasında bir eksiklik, bir yanlışlık görmelerinden dolayı reddetmemişlerdir. Atalarının dinlerini körü körüne takip eden bu kâfirler, esasında kendi içlerinden bir peygambere tâbi olmayı hazmedememişler ve Peygamberimizin davetine bu yüzden kin ve hasetle yaklaşmışlardır. RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1 Sâd/90. Öğüt/şeref sahibi Kur’ân kanıttır ki, 3 onlardan önce nice kuşakları değişime, yıkıma uğrattık Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. 2 Aksine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler bir gurur ve bölünme içindedirler. 4,5 Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, “Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!” dediler. 6-8 Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: “İlâhlarınız üzerinde direnin ve sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir! Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/ Kitap aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim öğüdümden/ Kur’ân'dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.– 9-11 Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyleyse, burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordu olan onlar, her yolu deneyerek yükselsinler, ellerinden gelen her şeyi denesinler! 12,13 Onlardan önce Nûh'un toplumu, Âd, kazıklar sahibi Firavun, Semûd, Lût'un toplumu ve Eyke ashâbı da yalanladılar. İşte onlar, ayrı ayrı baş çeken gruplardır. 14 Onların hepsi, sadece elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hak oldu. 15 Ve bunlar, göz açıp kapayacak kadar bile gecikmesi olmayan bir çığlıktan başkasını beklemiyorlar. 16 Ve dediler ki: “Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan payımızı acele ver bize!” 17 Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u hatırla. Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendi. 18 Gerçekten Biz, dağlara boyun eğdirdik/yapısal olarak insanların yararına kullanılacak biçimde yarattık. Her zaman kendisiyle birlikte Allah'ı noksanlıklardan arındırırlardı. 19 Kuşları da toplu olarak o'na boyun eğdirmiştik/Dâvûd'un ve insanların yararlanacağı biçimde yaratmıştık. Hepsi 1 İbn-i Sa‘d, Tabakât.
  • 3. o'na dönücü idi. 20 Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na yasayı ve hakkı bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını verdik. 21 Ve sana şu davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba/Dâvûd'un özel evine çıkıp varmışlardı. 22,23 Dâvûd'un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. Ona, “Korkma! Biz, iki davacıyız. Kimimiz, kimimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt” dediler. Birisi de dedi ki: “İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve konuşmada bana üstün geldi/tartışmada beni yendi.” 24 Dâvûd dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak olarak yere kapandı ve döndü. 25 Biz de o'nun için bunu bağışladık/Biz de o'nu bağışladık. İşte böyle! Şüphesiz yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır. 26 Ey Dâvûd! Gerçekten Biz/biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. 30 Dâvûd'a Süleymân'ı da bahşettik. O ne güzel kuldu! Şüphesiz O, Rabbine çokça dönendi. 31 Hani kendisine akşamüstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; “32 Ben, mal, servet, çıkar sevgisini, Rabbimin anılmasından dolayı sevdim. –Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.– “33 Geri getirin onları bana!” dedi. Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı. 34,35 Andolsun ki Biz Süleymân'ı da çeşitli badirelerden, sıkıntılardan geçirerek saflaştırmıştık/ olgunlaştırmıştık. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü; “Ey Rabbim! Beni koru/bana maddî ve manevî pislik bulaştırma ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk hibe et/ bağışla! Şüphesiz ki Sen, bol bol hibe edensin/ bağışlayansın” dedi. 36-38 Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun emrine verdik. -39 İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut.- 40 Şüphesiz ki o'nun için yanımızda bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır. 41 Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Şeytân bana acı ve dert, tasa sıkıntı dokundurdu.” –“42 Hemen, hızlıca, yaya olarak oradan uzaklaş! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!”– 43 Ve Biz o'na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet ve kavrama yeteneği olanlar için bir ibret olarak bahşettik.
  • 4. “44 Ve eline bir tutam ot mesabesinde ki sermayeni/baharatçılık için nane, fesleğen demeti al, onunla hemen, rızık aramak için sefere çık ve kararsız olma, doğrudan sapma, günah işleme.” Gerçekten Biz o'nu sabırlı biri olarak bulduk. O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendir. 45 Güç ve öngörü sahibi kullarımız İbrâhîm'i, İshâk'ı ve Ya'kûb'u da hatırla! 46 Şüphesiz Biz onları “Yurt Düşüncesi/ özgür vatan hasreti” saflığıyla saflaştırdık, arı-duru hâle getirdik. 47 Ve şüphesiz onlar, yanımızda seçilmiş en hayırlı kimselerdendir. 48 İsmâîl'i, Elyasâ'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir. 27 Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline! 28 Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa Allah'ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi yaparız? 29 Bu, temiz akıl sahipleri onun âyetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. 49-52 İşte bu, bir öğüttür/ şereftir/ hatırlatmadır. Şüphesiz ki Allah'ın koruması altına giren kimseler için güzel bir dönüş yeri; içlerinde yaslanarak birçok meyve ve içecekler istedikleri ve de yanlarında hepsi de aynı yaşta, gözleri karşılarındakinden başkasını görmeyen hizmetçilerin bulunduğu, kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır. 53 İşte bu, hesap günü için size vaat edilendir. –54 Hiç şüphesiz ki işte bu, Bizim rızkımızdır; ona hiç tükenmek yoktur.– 55,56 İşte! Şüphesiz azgınlar için de en kötü dönüş yeri; kendisine yaslandıkları cehennem vardır. –O ne kötü yataktır!– 57 İşte o kaynar su ve irindir. Artık onu tadıp dursunlar! 58 Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır. 59 İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir rahat yok. Şüphesiz onlar cehenneme sallandılar. 60 Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba; selam sabah yok. Cehennemi önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!” 61 Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat arttır!” 62 Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız birtakım adamları niye göremiyoruz? 63 Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?” 64 Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/ davalaşması gerçektir. 65,66 De ki: “Ben ancak bir uyarıcıyım. Ve O, bir tek ve kahredici, göklerin, yerin ve ikisi arasında olan şeylerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcı olan Allah'tan başka tanrı yoktur.” 67 De ki: “O; Kur’an, çok büyük, önemli bir haberdir. 68 Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. 69 Onlar birbirleriyle tartışırken, benim “en üstün şeylerin doldurulduğu; Kur’ân'a dair bir bilgim yok idi. 70 Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor.” (
  • 5. 71,72 Hani Rabbin bir zaman evrendeki güçlere, “Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip bilgili hâle getirdiğim zaman derhal ona boyun eğip teslim olun” demişti. 73,74 Bunun üzerine İblis/ düşünce yetisi hariç evrendeki güçlerin tümü hep birlikte boyun eğip teslimiyet gösterdiler, İblis büyüklük tasladı ve o, görmezden gelenlerden idi. 75 Allah, “Ey İblis! O benim iki elimle/kudretimle oluşturduğuma boyun eğip teslim olmana ne engel oldu? Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” dedi. 76 İblis dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni enerjiden oluşturdun, onu ise maddeden oluşturdun.” 77,78 Allah, “Hemen çık oradan, artık sen kesinlikle kovulmuşsun, / katilin, asılsız söz ve düşünce üretenin, karanlığa taş atanın tekisin, “Elbette hayırdan uzak tutmam da karşılık gününe kadar senin üzerindedir” dedi. 79 İblis, “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana süre ver” dedi. 80,81 Allah, “Haydi, sen belirli bir vakte kadar süre verilenlerdensin” dedi. 82,83 İblis, “Öyle ise en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip oluşuna yemin ederim ki ben onların hepsini; – içlerinden arıtılmış kulların hariç– kesinlikle azdıracağım” dedi. 84 Allah dedi ki: “Gerçek budur. Ben de şu gerçeği söylüyorum: “85 Andolsun ki cehennemi kesinlikle senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.” 86 De ki: “Ben Kur’ân'a karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben yükümlülük getirenlerden/ kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan da değilim. 87 Kur’ân, bütün âlemler için bir öğüttür ancak. 88 Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra kesinlikle bileceksiniz.” TAHLİL: 1 Sâd/90. Öğüt/şeref sahibi Kur’ân kanıttır ki, 3 onlardan önce nice kuşakları değişime, yıkıma uğrattık Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık
  • 6. kurtuluş vakti değildi. 2 Aksine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler bir gurur ve bölünme içindedirler. Sâd/90 Daha evvel, Kalem sûresi'nin başında bulunan ‫[ن‬nun] ve Kaf sûresi'nin başında bulunan ‫[ق‬kaf] harfleri ile ilgili açıklamalarımızda “hurûf-ı mukattaa’” denilen kesik harfler hakkında bazı bilgiler vermiştik. İşte, bu sûrenin başındaki sâd harfi de “hurûf-ı mukattaa”dan biridir. Bize göre bu ‫[ص‬sâd] harfi; ya Kur’ân'ın yapısı yönünden bir kod, ya bir sayı [90], ya da uyarı harfidir. ‫[ص‬sâd] harfinin ne anlama geldiği ile ilgili olarak; “Mekke'deki bir denizdir”; “ölülerin diriltileceği denizdir”; “Allah'ın isimlerinden biridir”; “Kur’ân'ın isimlerinden biridir”2 gibi bazı yakıştırmalar yapılmışsa da, bu görüşlerin itibar edilecek, güvenilecek bir dayanağı mevcut değildir. Diğer taraftan, klâsik kaynakların bir kısmında “sâd” harfiyle ilgili kıraat [okuyuş] farklılıkları dikkat çekmektedir ki, bu kıraat farklılıklarından bazısı “sâd”ı harf olmaktan çıkarıp fiil [emir] konumuna sokmaktadır. Bunun sonucu olarak da “sâd”, anlamlı bir sözcük hâline gelmektedir. Bu kıraatler ve bu kıraatlere göre “sâd”ın kazandığı anlamları Kurtubî şöyle sıralamıştır: Ubey b. Ka‘b, el-Hasen, İbn-i Ebî İshâk ve Nasr b. Âsım tenvinsiz olarak ‫[د‬dal] harfi esreli ‫صاد‬ [sâdi] diye okumuşlardır. Buna göre ‫يصادى‬ ‫[صاد‬sâdi, yusadî=karşı çıktı, karşı çıkar]dan gelmektedir. Sadâ [yankı] sözcüğü de buradan gelmektedir. Buna göre sâdi emrinin manası, “sen amelinle Kur’ân'a karşılık ver” demektir. Yani, sen amelinle ona karşı dur, amelinle ona karşılık ver. Emirlerinin gereğini yap, yasaklarından uzak dur” demektir. Nehhâs ise bunun anlamının, “Kur’ân'ı oku ve onu okumaya kalkış” olduğunu söylemiştir. Îsâ b. Ömer ise ‫[صاد‬sâde] diye “dal” harfini üstün olarak okumuştur. Bu okunuşun da üç türlü açıklaması vardır: Birincisine göre bu “oku” anlamında olur, ikincisinde arka arkaya iki sakin [sesi olmayan harf] gelmesi dolayısıyla üstün okunmuş olabilir. Üçüncüsü ise yemin harfi kullanılmaksızın yemin olması dolayısıyla nasb ile gelmesidir. Bir kimsenin, Allâhe le-ef‘alenne [Allah'a yemin ederim ki mutlaka yapacağım] demesine benzer. Bunun iğra/teşvik olmak üzere üstün olarak okunduğu da söylenmiştir. Buna göre sözcüğün anlamı fiil olarak, “avladı” şeklindedir. Anlamının, “Muhammed, insanların kalplerini kendisine iman edinceye kadar avladı ve kendisine meylettirdi” olduğu da söylenmiştir. Yine İbn-i Ebî İshâk, ‫[د‬dal] harfini esre ve tenvinli olmak üzere sâdin şeklinde, yemin harfinin hazfedilmiş olması esasına göre mecrur okumuştur. Ancak bu okuyuş hoş bulunmamıştır. Söylenme imkânı bulunamayan seslere ve daha başkalarına benzetilmiş olması da mümkündür.3 Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki Bu sûre de kasem cümlesiyle başlamıştır ve 1. âyet kasem cümlesinin “kasem bölümü”dür. “Kaseme cevap bölümü”nün hangi âyet olduğu ise, mevcut âyet sıralamasına göre tartışılacak durumdadır. Çünkü, sûrenin 2. âyetinin başında bulunan bel [fakat, bilakis] edatı, bu âyetin, kasem cümlesinin, “kaseme cevap bölümü” olmasına engel teşkil etmektedir. Anlatılan bir meseleyi, anlam bakımından tam tersine çevirmek için kullanılan ‫[بل‬bel] edatı Arapça'da durup dururken kullanılmaz. Bu edat, kendisinden evvelki yargıyı bozar ve yeni bir yargı ortaya çıkarır. Mevcut âyet sıralamasında ise böyle bir şey söz konusu değildir ve ‫[بل‬bel] edatı yapılmış yemini bozmaya yaramamaktadır. 2 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 3 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
  • 7. O halde, kasem cümlesinin “kaseme cevap bölümü”nün, 2. âyetten başka bir âyet olması gerekmekte ve 2. âyetteki ‫[بببل‬bel] edatı 1. âyetin değil, başka bir âyetin yargısını nakzetmektedir. Bu durumda, kasem cümlesi, tabiri caizse askıda kalmış olmaktadır. Zira, gramer kurallarına göre kasem cümlesinin “kaseme cevap bölümü”nün, “kasem bölümü”nün hemen arkasında olması gerekir. Hatırlanacak olursa aynı mesele Kaf sûresi'nde de karşımıza çıkmış ve orada kasem cümlesinin “kaseme cevap bölümü” olabilecek âyetleri sûre içinde araştırmıştık. Mevcut meal ve tefsirlerde bu ciddî sorunu yine görmezden gelinmiş ve ne kaseme ne de “bel” edatına dikkat edilmiştir. Konu geçiştirildiği için sûrelerin anlaşılırlığı da tartışılır hâle gelmiştir. Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân'ın “Sunuş” bölümünde açıkladığımız gibi; elimizdeki mushafın sûre ve âyet sıralaması sahabe tarafından, kendi anlayışlarına göre yapılmıştır. Bu yapılandırmada ne Allah'ın bir emri, ne de Peygamberimizin bir öngörüsü söz konusudur. Bu, mevcut Mushaf sıralamasının herhangi bir bağlayıcılığı bulunmadığı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla burada da meselenin çözümü için, kasem cümlesinin “kaseme cevap bölümü”nü teşkil edebilecek âyet, sûredeki diğer âyetler arasında araştırılmalıdır. Sûre baştan sona tarandığı zaman, yapısal özellik itibariyle kaseme cevap olabilecek âyetin; 3., 14., 54. veya 64. âyetlerden birisinin olabileceği görülmektedir. Bu âyetlerle aşağıdakiler gibi kasem cümleleri oluşturmak mümkündür: 1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, 3. onlardan önce nice kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağırıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. 1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, 14. onların hepsi elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hakk oldu. 1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, 54. işte bu, bizim rızkımız; ona hiç tükenmek yoktur. 1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, 64. şüphesiz ki bu; ateş ehlinin birbiriyle tartışması hakktır. Bize göre kasemin cevabı 3. âyettir. Zira diğer âyetler, bulundukları pasajlardaki söz akışına uyumludurlar. 3. âyet dışındaki âyetlerin, “kaseme cevap bölümü” olarak 1. âyetin hemen arkasına taşınmaları hâlinde, bulundukları pasajların anlamları bozulmaktadır. Dolayısıyla bu âyetleri başka bir yere taşımanın gereği yoktur. 1. âyetteki kasemin cevabının hangi âyet olduğu konusu, birçok âlim tarafından tartışılmıştır. Mehdevî ve Ferrâ 3. âyeti kasemin cevabı olarak tercih etmişler,4 İbn-i Enbarî ise kasemin cevabının “sâd” olduğunu söylemiş, ama 3. âyetin de kasemin cevabı olmasında bir sakınca olmadığını belirtmiştir.5 Bunlardan başka kasemin cevabı olarak, Ahfeş 14. âyeti,6 Kisaî 64. âyeti7 öngörmüş, 54. âyeti de kasemin cevabı olarak kabul edenler olmuştur.8 Katâde ise, kasemin cevabının hazfedildiğini söylemiş ve cevabı şöyle takdir etmiştir: “Sen peygamberliğinde doğrusun, sana söylenen gerçektir, o vaat ve tehdit mutlaka yerini bulacaktır.”9 Bizim görüşümüz doğrultusunda 3. âyetin kasemin cevabı olarak kabul edilmesi durumunda, sûrenin başındaki 3 âyetin dizilimi aşağıdaki gibi olmaktadır: 4 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 5 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 6 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 7 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 8 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 9 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
  • 8. 1-3. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, onlardan önce nice kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. Aksine o inkâr edenler bir gurur ve bölünme içindedirler. Bu âyet dizilimine göre, sûre, hatırlatan, öğüt olan şerefli Kur’ân'ın tanıklığı ile ifade edilmiş bir kasem cümlesi ile başlamaktadır. Bu kasem cümlesi Mekkeli kodamanlara ciddî bir tehdit konumundadır. Kasemin cevap bölümünde geçen onlardan önce nicelerini ifadesinin ayrıntıları, hatırlanacak olursa, bu sûreden evvelki sûrelerde anlatılan geçmiş kavimlerin yaşantıları ve âkıbetleri arasında da konu edilmişti. ZİKR'İN MANASI: Âyetteki ‫ذركر‬ّ‫ك‬‫ب‬‫ب‬‫[ال‬zikr] sözcüğünün üç anlamda değerlendirilmesi mümkündür: 1) Zikr: “Şeref, kıymet.” Araplar bir kimsenin şanını, şöhretini ve kıymetini anlatmak için zikr sözcüğünü kullanırlar. Kur’ân'da da zikr'in bu anlamda kullanıldığı bir ok âyet vardır: 10 Hiç kuşkusuz Biz size, öğüdünüz/şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacak mısınız? (Enbiyâ/10) 44 Ve şüphesiz sana vahyedilen [Kur’ân], senin için de, toplumun için de gerçekten bir öğüttür/şan-şereftir siz ondan sorgulanacaksınız. Zuhruf/44) Senin şanını da senin için yüceltmedik mi? (İnşirah/4) 2) Zikr: “Anmak, hatırlatmak, öğüt.” Bu anlama göre Kur’ân'daki ilkeler, hükümler, vaatler, tehditler, geçmiş toplumların yaşamlarındaki ibret alınacak kıssalar ve haberler hep zikr'dir. Muhkemleri, müteşâbihleri ve kıssaları ile Kur’ân âyetlerinin hepsi ahlâkî öğütler içerdiği gibi, aynı zamanda da birer hatırlatmadır. Kur’ân'da daima ön plânda tutulmuş olan zikr [öğüt, hatırlatma], insanların akıllarını başlarına alarak sadece Allah'a yönelmeleri içindir. 3) Zikr: “Dinin gereklerini anlatmak.” Zikr sözcüğünün yukarıdaki anlamları içerdiğini göz önüne alarak, zikr sahibi Kur’ân ifadesini; “şanlı, öğütlü, din öğreten, ibret veren Kur’ân” olarak anlamak gerekir. Onlar da çağrıştılar Bu ifade, “onlar, kendilerine dünyada azap geldiğinde, belâya tutulduklarında yardım görmek için feryat ettiler, yalvarıp yakardılar; çığlık kopardılar” anlamına gelmektedir. Zira, başlarına azap gelen kimselerin çağrışması; yardım umarak feryat etmeleri, çığlık atmaları şeklinde olur. Ama artık kurtuluş vakti değildi
  • 9. Bu ifade ise, “o vakit, onlar imana geldiler ama iş işten geçmişti. Onların bu imanları işe yaramamıştı” demektir. Kâfirlerin ilâhî azabı görüp hissettikleri zaman iman ve teslimiyetleri [iman-ı ye’s ve iman-ı be’s], Kıyâmet sûresi'nde “Zoraki İman” başlığı altında açıklanmıştır.10 Rabbimizin bu konudaki mesajı aşağıdaki âyetlerde de görülebilir: 64 Sonunda, onların konfor içinde olanlarını azapla yakaladığımızda hemen feryadı basıverirler. (Müminûn/64) 85 Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine yarar sağlayacak değildi. –Allah'ın, kulları hakkındaki sürüp giden tutumu...– İşte kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler burada kaybettiler, zarara uğradılar. (Mümin/85) 4,5 Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, “Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!” dediler. Âyetlerden anlaşıldığına göre kâfirlerin şaşkınlıkları, mantıksızlıkları yanında kıskançlıklarından da kaynaklanmaktadır. Aslında bu durum, Kur’ân'ın bir çok âyetinde bildirildiği gibi sadece Mekkelilerde değil, geçmiş toplumlarda da görülmüştür. Yani, Mekkeliler de geçmiş toplumlar gibi kendi içlerinden birisinin peygamberliğini hazmedememişlerdir. Kendi kavimlerinden ve aşiretlerinden olan Allah'ın Elçisi dünyevî ve insanî işleri bakımdan tıpkı kendileri gibidir. Bu sebeple Mekke kodamanları, o'na itaat edip, tekliflerine boyun eğmekten ar duymuşlar, Allah'ın elçiliğinin içlerinden o'na verilmesini, yani bu kıymetli özellik ile kendi aralarından o'nun seçilmesini kabul edememişlerdir. Kabul etmeme gerekçesi olarak ise Peygamberimizin bir insan oluşunu ileri sürmüşler ve demişlerdir ki: “O da bizim gibi bir beşerdir. Gerek nesebi bakımından, gerekse yemesi-içmesi, giyim kuşamı ve gündelik işleriyle meşguliyeti bakımından bize benzemektedir. Bu durumda, böyle yüce bir makamın ve üstün derecenin, içimizden o'na verilmiş olması nasıl düşünülebilir? Bu tuhaf, şaşılacak bir şeydir.” Mekkeli kodamanların Peygamberimize karşı gösterdikleri bu tepki, başka bir çok âyette daha dile getirilmiş olup, bunlardan bir tanesi şudur: 68 Onlar, Kur’ân'ı hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? 69 Ya da onlar, elçilerini tanımadılar mı da kendilerine gelen elçi için tanıtmamaya yeltenen kimselerdir? (Müminûn/68-69) Diğer taraftan Mekkeli kodamanlar maddî şeylerden ibaret dünyalarında, tek bir failin kudretinin ve yapabileceklerinin bütün mahlûkatın korunmasına yetmediğini gördükleri için, kendilerine haber verilen görülmeyen âlemi de, görülenle kıyaslamışlar ve bu büyük âlemi korumak için, mutlaka her biri, bir tür korumayı üstlenmiş pek çok ilâhın bulunması gerektiği şeklinde bir kanaate saplanmışlardır. Böylece de, geçmişlerinde bir çok başarıları olan, bir çok yönden kendini yetiştirmiş bu birikimli kişiler, aklın ve fıtratın reddettiği şirk üzerinde ittifak etme ayıbına düşmekten kurtulamamışlardır. Batağa saplanmış bu mantık yürütme tarzlarıyla, bir de hayret göstererek, “İnsanlar asırlardan beri birden çok ilâha inanmış iken, içlerinden bir kişinin ortaya çıkıp da halka bir tek ilâha inanılması gerektiğini söylemesi şaşılacak şeydir!” demişlerdir. Oysa asıl şaşılması gereken, farklı bir boyuttan farklı bir yaratığın veya başka bir 10 Bkz. Tebyînu'l-Kur'ân/İşte Kur’ân, c. 1, Kıyâmet sûresi
  • 10. toplumdan hiç tanımadıkları, aynı kültürü paylaşmadıkları birinin peygamber olarak gönderilmesidir. Zira, gönderildiği toplumun bireyleri ile aynı özden olmayan, onlarla aynı duyguları paylaşmayan, onların problemlerini bilmeyen birinin o topluma peygamber olarak gelmesinin bir mantığı ve yararı olamaz. Akla ve mantığa uygun olan, uyarıcının [peygamberin] kendileriyle aynı kuşaktan olması, onların kavramlarını, alışkanlıklarını, geleneklerini, hayatlarının detaylarını bilmesi, onlarla aynı dili konuşmasıdır, ki karşılıklı ilişki içine girilebilsin ve işlevini yerine getirebilsin. Casusların seçiminde bile aynı kural geçerlidir; eğer gönderileceği ülkede yetişmiş biri bulunamıyorsa, casusluk yapacak kişiye o ülkenin ve insanlarının konuştukları dilden başlanarak bütün özellikleri ayrıntılarına varıncaya kadar öğretilir. Ancak böyle bir ilişki sayesinde uyarıcı [peygamber], insanların nasıl düşündüklerini; ne hissettiklerini; içlerinde neler dolaştığını; ne gibi eksiklikler ve zaaflarla mücâdele ettiklerini; ne tür eğilimleri, arzuları, istekleri olduğunu; hangi işe, hangi çabaya güçlerinin yettiğini, hangilerine yetmediğini; ne gibi problemlerle karşı karşıya bulunduklarını; nelerin etkisinde kaldıklarını; nelere karşı hassas olduklarını... bilebilir ve o topluma yararlı olabilir. İki yönlü [hem insanlar bakımından hem de peygamber bakımından] başarı buna bağlıdır. TEVHİD: 5. âyette, “birçok ilâhın bir tek ilâha indirilmesi” ifadesi ile yer alan tevhîd inancı, bütün kâinatın temelini oluşturan en önemli ve en başta gelen ilkedir. İnsan hayatı ve dolayısıyla toplum düzeni ancak bu ilke ile huzura kavuşur. Aksi hâlde bireysel hayatlarda ve toplumsal düzenlerde huzurun olabilmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple tevhîd inancının yerleştirilmesine özen gösterilmiştir. Tarihin her döneminde peygamberler tevhîd kavramı üzerinde son derece ısrarlı olmuşlar ve tevhîd inancının yerleşmesi yolunda amansız bir mücâdele vermişlerdir. Yüce Allah, daha önceki peygamberlerin öğretilerinde olmasına rağmen tevhîd inancında sonradan meydana gelen sapmaları düzeltmek, bu inanca karışan asılsız eklentileri çıkarmak, sapmaların en ileri boyutu olan mitolojik safsataları temizlemek üzere insanlığa son uyarıcı olarak Peygamberimiz Muhammed'i (a.s) göndermiş, o'na indirdiği Kur’ân'ı da tevhîd inancının berrak ve açık seçik kılavuzu kılmıştır. Başta Mekke'de inen âyetler olmak üzere, Kur’ân'ın tüm dokusuna nüfuz ettirilen tevhîd inancı, Rabbimizin bu konuya ne kadar önem verdiğini gösteren çok açık bir göstergedir. Tevhîd inancının bütün gerekleriyle içselleştirilmesine bu kadar önem verilmesi, huzur ve mutluluğa ancak Allah tarafından evrene yerleştirilen fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasalarla uyum içinde yaşamakla kavuşulabileceğinden dolayıdır. “Birlemek” demek olan tevhîd, evrenin işleyişiyle ilgili yasalar ile insanın işlemesi gereken eylemlerin ortak yasasının aynı kaynak tarafından belirlendiğinin kabulünü ve bu ortak yasaya teslim olmayı ifade etmektedir. Evrenin insan dışındaki üyelerince doğrudan kabul edilen bu birlik yasası, insanın ancak bilinçli tercihi ve övgüye değer çabası ile kabullenilmesi gereken bir olgudur. Kur’ân, tüm insanlığı bu bilinçli tercihe, bu övgüye değer çabaya davet etmektedir. Bu konuya 6-8. âyetlerin tahlilinde tekrar değinilecektir. SİHİRBAZLIK, YALANCILIK İDDİASI: İslâm güneşi karşısında temelsiz inançları ve sistemleri sarsılan, bu yüzden de ne yapacaklarını şaşıran kâfirler Peygamberimize karşı, aslında kendilerinin bile inanmadığı yalanlara dayanan bir propaganda savaşı başlatmışlardı. Ancak herkesin çok yakından tanıdığı Abdullah oğlu Muhammed'e yönelik itirazları ve “O sihirbazdır, çok yalancıdır” şeklindeki iftiraları fayda vermemişti. Gerek fiziksel ve zihinsel işkenceye maruz kalan yoksul ve güçsüzler, gerekse inandıkları için maddî kayıplara uğrayan zengin ve güçlüler, Müslüman olduktan sonra Peygamberimizin yanından ayrılmıyorlardı. Erkekler karılarından, kadınlar kocalarından, babalar oğullarından, oğullar babalarından ayrılmayı göze alıyorlar, hatta ana yurtlarından göçmeyi bile düşünüyorlar, ama hiçbir şey Müslümanları Peygamberimizin davetinden uzaklaştıramıyordu.
  • 11. Bu duruma âdeta çıldıran Mekke kodamanları, –daha önceki sûrelerde de açıkladığımız gibi– kendi çıkarlarını korumak için gösterdikleri çabalara ilâve olarak kitleler arasındaki konumlarını da düşünerek, bu defa hacc mevsiminde Mekke'ye gelen kabileleri hedef aldılar ve propaganda faaliyetlerini onları da kapsayacak biçimde genişlettiler. Bu yola başvurmakla kitleler arasındaki konumlarını koruyabileceklerini ummaktaydılar. Peygamberimizin büyücü ve yalancı olmadığını bildikleri hâlde Mekke kodamanlarının, “Bu bir sihirbazdır, çok yalan söyleyen biridir” şeklindeki iftiralarının altındaki asıl sebep budur. Çirkin hesapları, hacc mevsiminde Mekke'ye gelenleri yeni dine ve Peygamberimize karşı şartlandırmak ve onların Peygamberimizin önderlik yaptığı gerçeğe meyletmelerini engellemekti. Bu hususlar, tarihçi İbn-i İshâk tarafından şöyle anlatılmıştır: Hacc mevsimi geldiğinde, Kureyş'in ileri gelenleri, yaşlı ve deneyimli olan Velîd ibn-i Muğîre etrafında toplandılar. Velîd onlara dedi ki: “Hacc mevsimi yaklaştı. Bu sezonda Arapların elçileri size geleceklerdir. Onlar şimdi Muhammed'in yaptıklarını duymuşlardır. Siz, o'nun hakkında görüş birliğine varın. Ayrılığa düşüp birbirinizi yalanlamayın. Sözleriniz birbiriyle çelişmesin.” Onlar dediler ki: “Ey Velîd! Sen buyur söyle. Tutarlı bir görüş ortaya at da, biz de öyle söyleyelim.” Velîd, “Aslında siz söyleyin, ben sizi dinliyorum” dedi. Onlar dediler ki: “Kâhin diyelim.” Velîd, “Hayır. Allah'a yemin ederim ki, o kâhin değildir. Biz çok kâhin gördük. Bu, kâhinlerin uzaktan geldiği zannedilen, anlaşılmayan, kâfiyeli sözleri değildir” dedi. Onlar dediler ki: “Cinn çarpmış diyelim.” Velîd, “O deli değildir. Çok cinn çarpmış gördük, onları biliyoruz. Onun sözleri boğuk seslerine, insanların içlerine nüfuz etmelerine ve vesveselerine benzemektedir” dedi. Onlar dediler ki: “Şâir diyelim.” Velîd, “Bu şiir değil. Biz beyitleriyle, kıtalarıyla, açığı-kapalısı ve uzunuyla şiirin her çeşidini biliyoruz. O yüzden bu şiir değildir” dedi. Onlar, “Büyüdür diyelim” dediler. Velîd, “Büyücüleri de büyülerini de çok gördük. Bu, onların üfürüklerine ve düğümlerine benzememektedir" dedi. Bunun üzerine onlar, “Velîd ya ne diyelim?” diye sordular. Velîd, “Allah'a yemin ederim ki, o'nun sözünün bir tatlılığı var. Kökü sağlam biçimde oturmuştur. Dalları meyve vermiştir. Siz, o'nun hakkında ne söylerseniz söyleyin, mutlaka bu sözünüzün saçma olduğu ortaya çıkacaktır. Bu konuda söylenebilecek en yakın söz, ‘Bu adam bir büyücüdür. Büyü gibi etki eden bir söz söylüyor, böylece oğul ile babasını, kardeş ile kardeşini, koca ile karısını, insan ile akrabalarını birbirinden ayırıyor’ demenizdir” dedi. Bu konuda anlaşan Kureyş'in ileri gelenleri kalkıp gittiler. Hacc mevsiminde hacılar gelmeye başladığında insanların yollarına oturuyor, oradan gelip-geçen herkese Muhammed'in yaptıklarını anlatıp, o'ndan sakınmalarını söylüyorlardı...11 6-8 Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: “İlâhlarınız üzerinde direnin ve sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir! Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/ Kitap aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim öğüdümden/ Kur’ân'dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.– Ve içlerinden ileri gelenler... Mekke'de yaygın olan görüşü, yani bir tek Allah yerine birçok ilâhın olması gerektiği düşüncesini devam ettirmek ve Peygamberimizin açtığı tevhîd bayrağını indirtebilmek için çeşitli girişimlerde bulunanlar, –yukarıda da belirttiğimiz gibi– Kureyş'in ileri gelenleri idi. MELE’ [İLERİ GELENLER/KONSEY]: “Dolmak” anlamına gelen ‫[ملبببئ‬mil’] sözcüğünden türemiş olan ‫مل ء‬ [mele’] sözcüğünün esas anlamı, “dolu olan” [depo] demektir. Zaman içinde “reisler/başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri” için de mecâz anlamla mele’ denilir olmuştur. Bunlara mele’ denilmesinin sebebi, “kendilerinin ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim ve anlayışla dolu” olmalarından, yani “boş adam” 11 İbn-i İshâk, Sîret.
  • 12. olmayışlarındandır. Sözcük bu anlamıyla Kur’ân'da 28 kez yer almıştır. Araplar, “ahlâk”a da mele’ derler.12 Bu sözcük ileride ‫اعلى‬ ‫[مل ئ‬mele-i a‘lâ] olarak yine karşımıza çıkacak ve orada daha geniş olarak açıklanacaktır. Mekke'nin bu zavallı mele’leri [ileri gelenleri]; halktan, atalarından kalma geleneklerine bağlı kalmalarını, bilinen ilâhlarına tapmaya devam etmelerini, bu yeni çağrı ile ortaya konan ilkelere kulak asmamalarını, onunla ilgilenmemelerini istemektedirler. Çünkü bu konularla bizzat kendileri ilgilenecekler; halkın ilâhlarını, inançlarını, çıkarlarını en güzel şekilde kendileri kollayacaklardır. Bu Firavun tıynetli zatlara göre, yönetilenlerin düşünceleri, inançları, toplumsal davranışları olmamalı, insanlar sadece onlara kulluk etmelidirler. Bu zihniyet tarih boyunca hiç yok olmamış ve inisiyatifi elde tutmak için kullanılan plânlar özde hiç değişmemiştir. Nitekim günümüzdeki zâlim yöneticiler de, kamuoyunu ilgilendiren meselelerde, halkı o konularla ilgilenmekten, o konularda düşünmekten alıkoymak için benzer yöntemler kullanmaktadırlar. Zira, gayr-i meşru yönetimler varlıklarını ancak, kitleleri temelsiz plânlar ve lüzumsuz meseleler içinde boğarak sürdürebilirler. Halkın kendi sorunlarına eğilmeleri sonucunda gerçekleri görmeleri, bu zâlimlerin işine asla gelmemektedir. Mekke'de o günlerde bu zorbaları bekleyen en ciddî tehlike; halkın, yeni gelmekte olan ilâhî mesaja kulak vermesidir. Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik SON DİN/BAŞKA DİN: Âyetteki bu ifadeden anlaşıldığına göre, Peygamberimizin üzerinde titizlikle durduğu tevhîd inancına karşı Mekkeli müşriklerin ileri sürdükleri bahanelerden bir tanesi de ‫اخببر‬ [ahar=son/başka] dinde böyle bir inancın bulunmadığı olmuştur. Ahar sözcüğü, “son” ve “başka” anlamlarına gelmektedir.13 Buradaki anlamın, “son” olduğu kabul edilirse, son din tabiri ile “Hıristiyanlık” kasdedilmiş olmaktadır. Müşrikler; “Son dinde de böyle bir tevhîd anlayışı yok, o dinde teslis var. Aynı bizim, Lat'ın, Menat'ın, Uzza'nın yağmur, bereket tanrısı, meleklerin de Allah'ın kızları oldukları yolundaki inançlarımız gibi, son dindeki inanca göre de Îsâ Allah'ın oğludur” diyerek tahrif olmuş, efsanelerle orijinalliğini yitirmiş olan Hıristiyanlığı kendilerine yakın görüp, İslâm'a karşı Hıristiyanlık'tan medet ummaktadırlar. Ahar sözcüğü, “başka” anlamında kabul edilecek olursa, Kureyş ileri gelenleri bu kez; “Muhammed'in, Allah'ı mutlak anlamda birleme [tevhîd] çağrısını şimdiye kadar hiç kimseden, komşu ülkelerdeki dinlerde de duymadık. Öyleyse o'nun bu çağrısı uydurma bir çağrıdan başka bir şey değildir” demiş olurlar. Gerçekten de o güne kadar, ne civardaki Hıristiyanlar, ne İran ve Irak'taki Mecusîler, ne de ataları ve o günkü Araplar, “Bir olan Allah'tan başka ilâh yoktur” dememişlerdir. Çevredeki değişik dinlere mensup insanlar da, Mekkeli müşrikler gibi türbelere yüz sürmekte, evlât sahibi olmak ve rızıklarının artması gibi isteklerle çeşitli ilâhlara dua etmekte, adakta bulunmakta, kurban kesmekte ve feyz aldıklarına inandıkları bu ilâhların bütün sorunlarını çözeceklerini zannetmektedirler. Dolayısıyla Mekkeli müşriklerin, “Biz bunu başka bir dinde işitmedik” sözleri şu anlama gelmektedir: “Muhammed'in, ne bizim ilâhlarımızın ne de çevrede yaşayan insanların ilâhlarının, Allah'ın saltanatında hiçbir paylarının olmadığı ve tüm yetkinin Allah'ın elinde olduğu yolundaki sözleri, bugüne kadar hiç kimsenin söylemediği uydurma bir iddiadır. Yani, atalarımızdan duymadığımız ve başka dinlerde de olmayan tevhîd inancının bâtıl olması gerekir.” 12 Lisânü'l-Arab; c. 8, s. 344-346. 13 (el İsfehani; el Müfredat)
  • 13. Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi indirildi? Bu ifadeden açıkça anlaşılmaktadır ki, peygamberlik gibi yüce bir makamın, yüksek bir derecenin, Muhammed gibi fizikî yapı olarak diğer insanlardan bir farkı bulunmayan birine verilmesi, Mekkeli müşriklerin hiç anlayamadıkları ve hazmedemedikleri bir şeydir. Çünkü bu söz, istifham-ı inkârî olup, “peygamberlik o'na verilmemeliydi” anlamına gelmektedir. Onlara göre, bir insanın ulaşabileceği en yüksek derece olan peygamberlik, eğer bir insana ve içlerinden birine verilecekse, bu kişi insanların en şereflisi olmalıdır. Muhammed ise zengin olmadığı, başkaca makam ve sosyal imkânlara da sahip bulunmadığı gerekçesiyle onların nezdinde insanların en şereflisi ve kıymetlisi değildi. Dolayısıyla peygamberliğin o'na verilmemesi gerektiği kanaatindeydiler. Şerefin ancak mal, makam ve taraftar ile elde edilebileceğini sanan bu zavallılar, sıradan bir insanın da şerefli olabileceğini kabul edememekteydiler. Kâfirlerin Peygamberimize karşı olan bu tutumları başka âyetlerde de dile getirilmiştir: 90-93 Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” 94 Ve insanlara yol gösterimi/Kur’ân gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur. 95 De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.” (İsrâ/90-95) Kâfirlerin bu ölçüleri, yöntemleri ve değer yargıları günümüzde de değişmemiştir. Mekkeli inkârcıların maksatlarının ne olduğu Rabbimiz tarafından şöyle açıklanmıştır: 29 Tam tersi, Ben bunları da babalarını da kendilerine hak/gerçek ve açıklayıcı bir elçi gelinceye kadar kazançlandırdım. 30 Ve hak/ gerçek kendilerine geldiği zaman onlar: “Bu, bir büyüdür ve şüphesiz biz onu bilerek reddedenleriz/ inanmayanlarız” dediler. 31 Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. 32 Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/29-32) Müşriklerin yukarıdaki âyette geçen iki şehir ifadesi, “Mekke” ve “Tâif”i işaret etmektedir. Çünkü onların ileri gelenleri, yönetimi ellerinde bulunduran kodamanları, bu iki şehirde yaşamaktadırlar. Bu tipler, gelen her yeni peygamberin davetini duyduklarında eskiden beri aynı tepkiyi vermişler ve hemen din yolu ile liderliklerini korumaya ya da lider değillerse onu elde etmeye kalkmışlardır. Bu iki şehrin kodamanları da Yüce Allah'ın bilerek Muhammed'i peygamber seçtiğini, yalnız o'nun bu işe lâyık olduğunu bildiklerinden, Allah'ın rahmetinin hazinelerini o'na açtığını duyduklarında hem kıskançlıklarından kudurmuşlar, hem de iktidarlarının sarsılacağı düşüncesiyle büyük bir endişeye kapılmışlardır. Müşriklerin Peygamberimize karşı uyguladıkları yöntem, –daha evvel Kamer sûresi'nde görüldüğü gibi– Sâlih peygamber için de kullanılmıştı:
  • 14. 23 Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25 Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır” dediler. (Kamer/23-25) Müşriklerin hiç değişmeyen bu tutumları, ileride Nûh peygamberle halkı arasında geçen olaylarda tekrar karşımıza çıkacaktır: 23 Andolsun ki Biz, Nûh'u toplumuna elçi gönderdik de o, “Ey toplumum! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ Allah'ın koruması altına girmeyecek misiniz?” dedi. 24,25 Bunun üzerine, toplumundan kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden ileri gelenler, “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size fazlalık sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar o'nu umutla bekleyin” dediler. (Müminûn/23-25) Tahlilini yaptığımız pasajda, kâfirlerin dikkat çekilmiş özelliklerinden biri de kıskançlıklarıdır. Tarihçi İbn-i İshâk, onların bu kıskançlıkları hakkında şunları nakletmiştir: Ebû Süfyân ibn-i Harb, Ebû Cehl ibn-i Hişâm ve Zühre oğulları'ndan müttefiki Ahnes ibn-i Şüreyk İbn-i Amr ibn-i Vehb es-Sakafî evinde namaz kılmakta olan Peygamberimizi (salât ve selâm üzerine olsun) dinlemek için çıkıp gittiler. Her biri kendisine uygun bir yer bulup dinlemeye koyuldu. Kimsenin kimseden haberi yoktu. Bütün gece boyunca şafak atana kadar o'nu dinlediler. Tanyeri ağarınca ayrılıp gittiler. Yolda karşılaştılar. Birbirlerini kınadılar. “Bir daha böyle yapmayalım. Eğer milletin alt tabakasından bazıları sizi böyle yaparken görürlerse bu onları etkiler” deyip ayrıldılar. İkinci gece de tekrar herkes gelip yerini aldı. Yine o'nu dinlemeye koyuldular. Sabah olana kadar o'nu dinlediler. Tan yerinin ağarması üzerine dağıldılar. Yolda yine karşılaştılar. Birbirlerine önceki gün söylediklerinin aynısını söylediler. Sonra ayrılıp gittiler. Üçüncü gece olunca yine herkes eski yerini aldı. Bütün bir gece o'nu dinlediler. Tan yeri ağarınca oradan ayrıldılar. Yolda tekrar karşılaştılar. Birbirlerine, “Bir daha böyle bir iş yapmayacağımız üzerine anlaşmadan buradan ayrılmayacağız” deyip bu konuda anlaştılar. Sonra ayrılıp gittiler... Sabah olunca Ahnes ibn-i Şüreyk bastonunu aldı, kalktı. Ebû Süfyân'a gitti. Ebû Süfyân evindeydi Ahnes, "Ey Ebû Hanzala! Muhammed'den duydukların hakkındaki görüşün nedir? Söyle bakalım” dedi. Ebû Süfyân dedi ki: "Ey Ebû Sa‘labe! Allah'a yemin ederim ki, bildiğim ve anlamını anladığım şeyler işittiğim gibi, anlamını anlamadığım ve ne demek olduğunu çıkaramadığım şeyler de duydum.” Ahnes dedi ki: “Yemin ettiğin Allah'a ben de yemin ederim ki, ben de öyleyim! Ahnes daha sonra oradan ayrıldı. Ebû Cehl'e gitti. Onu da evinde buldu. “Ey Ebû Hakem! Muhammed'den duydukların hakkındaki kanaatin nedir?” diye sordu. Ebû Cehl, “Ne işitmişim?” diye söze girdi, “Biz Abdulmenaf oğulları ile şan-şerefte yarışıyorduk. Onlar yedirdiler biz de yedirdik, onlar taşıdılar [yüklendiler], biz de taşıdık [yüklendik], onlar verdiler biz de verdik. Nihâyet her alanda onlarla eşit biçimde atbaşı gidiyorduk. Yarışan iki süvari gibiydik. Onlar tam bu sırada, “Gökten kendisine vahiy gelen bir Peygamberimiz var” dediler. Buna ne zaman ulaşacağız? Allah'a yemin ederim ki, asla o'na inanmayacak ve o'nu doğrulamayacağız! Bunun üzerine Ahnes kalktı ve çekip gitti...14 Bu tarihî belgeye göre, Mekkeli müşriklerin tavrı kıskançlıktan başka bir şey değildir. Ebû Cehl, üç gün boyunca mücâdele ettiği ve her defasında yenik düştüğü gerçeği, kıskançlığından ötürü kabul edememiştir! Peygamberimizin hiç kimsenin ulaşmasına imkân bulunmayan yüce bir makama ulaşması, Ebû Cehl gibi diğer Mekkeli ileri gelenlerin de kıskançlık ve hasetlerini çekmiştir. Yukarıdaki âyetler, tarihçi İbn-i İshâk'ın, bu sûrenin “Giriş” bölümünde aktardığımız nakilleri dikkate alınarak değerlendirilirse hayalimizde şu manzara canlanır: Peygamberimiz tarafından susturulan Kureyş ileri gelenleri birbirlerine, “Haydi yürüyün, ilâhlarınız üzerinde 14 İbn-i İshâk, Sîret.
  • 15. sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten arzu edilen bir şeydir! Yani, Muhammed'in gayesi, dinini anlatmak değil, aksine bize hâkim olup, çoluk çocuğumuz hakkında istediği gibi hükmetmektir. O nedenle Muhammed'in işini bitirmek için başka bir çareniz yok. İşte sizden beklenen budur” diyerek, Ebû Tâlib'in evindeki toplantıdan ayrılmışlardır. Aksine onlar Benim Zikrimden bir kuşku içindeler, Bu ifade ile kâfirlerin davranışlarının esas sebebi ortaya konmuştur. Çünkü bu ifade, onların ileri sürdükleri reddetme gerekçelerinin tümünün aslında birer bahane olduğu anlamına gelmektedir. Yüce Allah'ın, Onlar Benim Zikrimden bir kuşku içindeler ifadesinin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: “Onlar seni değil Bizi yalanlıyorlar. Senin doğruluğundan asla şüphe etmiş değillerdir. Fakat sen, gönderdiğim Zikr doğrultusunda, emrolunduğun gibi onlara tebliğ edince, hemen şüphelenmeye başladılar. Oysa daha önce senin doğruluğun hakkında tereddütsüz yemin ediyorlardı.” Gerçekten de Mekkeli kodamanların ileri sürdükleri şüphelerin tamamı tutarsız birtakım sözlerden ibarettir. Buna karşılık Muhammed'in (a.s) doğruluğunu gösteren deliller ise, apaçık ve kesindir. Dolayısıyla kâfirlerin, Muhammed'in (a.s) peygamberliğini doğrulayan delillerin doğruluğunu ve o'nun peygamberliği hususunda ileri sürdükleri bahanelerin tutarsızlığını görmemeleri mümkün değildir. Ama onların asıl kuşkuları, “zikr” diye ifade edilen Kur’ân'dır. Kur’ân'ın, insan sözleri ile mukayese kabul etmeyen ifadesi ve ortaya koyduğu gerçekler onları şaşırtmaktadır. Ancak onlar yine de Kur’ân'ın Allah katından geldiğine inanmamaktadırlar. Mekkeli kodamanların bu inkârları, En‘âm sûresi'nde biraz daha ayrıntılı olarak yer almıştır: 33 Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah'ın âyetlerini bile bile reddediyorlar. 34 Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. (En‘âm/33-34) ...aksine onlar henüz azabımı tatmadılar Kur’ân hakkında şüphe duyan kâfirler, bu ifade ile doğrudan azap tehdidiyle yüz yüze getirilmişlerdir. Bu ifadenin takdiri şöyle yapılabilir: “Onlar, Ben onlara azabımı tattırmadığım, onları özgür bıraktığım için sağlıklı bir şekilde olayları araştırmayı, sağ duyulu yaklaşmayı ve tefekkürü terk ettiler. Eğer onlar o azabı tatmış olsalardı, böyle davranmazlardı. Şimdilik azaptan uzakta bulunuyorlar. Ama onu bir tattılar mı artık böyle bir şeyi asla söylemezler. Çünkü o zaman onlar her şeyi anlayacaklardır. Onlar da eski kavimler gibi çağrışacaklar, ama iş işten geçmiş olacaktır.” Bilindiği gibi Peygamberimiz onlara, küfürlerinde ısrar etmeleri hâlinde başlarına ilâhî azabın geleceğini ihtar etmekte idi. Fakat küfürlerindeki ısrara rağmen azabın hemen gelmemesi, Muhammed'in (a.s) doğruluğu hususunda kâfirleri şüpheye düşürüyordu. Bu durum Kur’ân'da Enfâl sûresi'nde şöyle anlatılmıştır: 31 Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman da, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, geçmiş toplumların efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi. 32 Bir vakit de onlar, “Ey Allah'ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. 33 Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir.
  • 16. (Enfâl/31-33) Şüpheci kâfirlerin azapla tehdit edilmelerinden sonra Yüce Allah, onların arasından Abdullah oğlu Muhammed'i, Kendisine peygamber olarak seçmesini çok görmelerine karşılık, verdiği cevaba, onlara bir soru yönelterek başlamıştır. 9-11 Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyleyse, burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordu olan onlar, her yolu deneyerek yükselsinler, ellerinden gelen her şeyi denesinler! Bu âyetler, kâfirlerin, “Muhammed'in dışında, Allah'ın peygamber olarak göndereceği başka kimse yok muydu? Zikr ine ine o'na mı indi?” şeklindeki tepkilerine verilen bir cevaptır. Bu cevabın takdiri şöyle yapılabilir: “Bunlar ne zamandan beri yetki sahibidirler ki, peygamber gönderme konusunda ileri geri konuşuyorlar; kimin peygamber olarak gönderilmesi gerektiğine burunlarını sokuyorlar. Peygamber göndermek yetkisi ve gücü, yerin ve göğün hükümranlığı elinde olanındır. Şâyet onların böyle bir iddiaları ve güçleri varsa buyursunlar sebeplerin içinde yükselsinler [yerin göğün hükümranlığını ele geçirsinler]! Yani, göklere, yere ve bu ikisi arasında bulunan varlıklara el koysunlar, Allah'ın hazinelerine hükmetsinler. O zaman peygamberi onlar gönderir ve dilediklerini peygamber yaparlar.” Kureyş ileri gelenlerinin ikide bir tekrarladıkları, peygamberlik makamına Kureyş'in zengin ve güçlü kişilerinden birinin değil de, neden Muhammed'in lâyık görüldüğüne dair sözleri, Kur’ân'da çeşitli yerlerde zikredilmiştir: 100 De ki: “Eğer siz, Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcanır tükenir endişesiyle kesinlikle elinizde tutar; kimseye bir şey vermezdiniz. Ve insan çok cimridir.” (İsrâ/100) 31 Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. 32 Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/31-32) 40 Ve andolsun bunlar, belâ ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye gittiler. Peki, onu da görmüyorlar mıydı? Tam tersi, bunlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktaydılar. 41,42 Seni gördükleri zaman da, “Bu mu Allah'ın elçi olarak gönderdiği? Şâyet tanrılarımıza inanmakta direnmeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı” diye seni alaya almaktan başka bir şey yapmıyorlar. Ve onlar, yakında azabı gördükleri zaman, kimin yolca daha sapık olduğunu bilecekler! (Furkân/40-42) BÜYÜK MUCİZE: MEKKE'NİN FETHİNİN MÜJDELENİŞİ: 11. âyetin, (Onlar) burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordudur! şeklindeki ifadesi, kâfirlerin aslında zavallılardan başka bir şey olmadıklarını bildirmektedir. Bunun iki türlü anlaşılması mümkündür: A) Onlar akıllı düşünememiş, ortaya belge sunamamış olduklarından fikir tartışması sonucunda yenik düşmüş, rezil olmuş bir gruptur. B) Onlar çeşitli gruplardan meydana gelmiş derme çatma, çok zayıf bir ordudur; dolayısıyla bozguna uğratılacaklar ve sahip olduklarını koruyamayacaklardır. Âyetteki burada ifadesi ile, onların inkâr ettikleri yerde hezimete uğrayacakları
  • 17. vurgulanmaktadır ki, o yer Mekke'dir. Yani âyette, “Bunlar yine aynı şehirde mağlûp olacaklardır. Onlar belki Allah'ın Elçisi'ni hor ve hakir görerek reddediyorlar ama öyle bir zaman gelecek ki, kendilerini Peygamber'in ayakları altında bulacaklardır” denilmekte ve bize göre Mekke'nin fethine işaret edilmektedir. Hatırlanacak olursa 11. âyetin mesajı farklı sözcükler ve farklı üslûpla Kamer sûresi'nde de verilmişti: 43 Sizin kâfirleriniz; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa yazıtlarda sizin için kurtulacaklarına dair Allah tarafından verilmiş bir senet veya ferman mı var? 44 Yoksa onlar, “Biz birbirine yardım eden/ intikam alabilen bir topluluğuz” mu diyorlar? 45 Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönerek kaçacaklardır. (Kamer/43-45) Allah ve elçilerinin düşmanları, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, imkânları ne kadar geniş olursa olsun, sonuç olarak “bozguna uğramış bir ordu” durumuna düşmeye mahkûmdurlar. Onlar bir süre için yeryüzünde zorbalıkla hâkimiyetlerini sürdürseler de, er- geç Allah'ın âyette tasvir ettiği duruma düşeceklerdir. Bu zorbaların Kur’ân inmeden önceki türdeşlerinden bir kısmı, Yüce Allah tarafından sonraki âyetlerde sıralanmıştır. Ne var ki, bu zorbaların Kur’ân indikten sonraki örneklerinin de araştırılarak İslâm güneşi karşısında nasıl perişan olduklarının ortaya konmasında büyük yararlar vardır. Meselâ, “Haçlı orduları” diye adlandırılan ve onlarca ülkeden, yüzlerce kavimden oluşmuş ordular, Çanakkale savaşı'ndaki karma askerlerden müteşekkil ordular ve İstiklâl savaşı'nda karşımıza çıkan “yedi düvel”e ait ordular, bu âyetlerin medlûlüne kanıt gösterilecek en belirgin örneklerdir. 12,13 Onlardan önce Nûh'un toplumu, Âd, kazıklar sahibi Firavun, Semûd, Lût'un toplumu ve Eyke ashâbı da yalanladılar. İşte onlar, ayrı ayrı baş çeken gruplardır. 14 Onların hepsi, sadece elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hak oldu. Bu âyetlerde Mekkeli müşriklere, kendilerinden evvel akılsızlık etmiş ve cezaya çarptırılmış bir takım toplumlar örnek gösterilerek, benzer cezaların kendilerine de verileceği yolunda uyarıda bulunulmaktadır. Kureyş'ten önce yaşamış ve yukarıdaki âyetlerde sadece altı tanesinin ismi verilmiş olan hiziplerin örnekleri, aslında Mekkeli müşrikler için iyiden iyiye bir tehdit mâhiyetindedir. Âyette Firavun için kullanılan kazıklar sahibi tanımlaması, daha önce Fecr sûresi'nde de kullanılmıştır. Arapça'da eski bir Bedevî terimi olarak kullanılan kazıklar sahibi deyimi mecâzen, “güçlü bir otorite”yi yahut “sarsılmaz, yıkılmaz bir güc”ü ifade etmektedir.15 O dönemde bir Bedevî çadırının büyüklüğü, sahibinin gücüne göre değiştiği ve bir çadırı ayakta tutan kazıkların sayısı o çadırın büyüklüğü ile doğru orantılı olduğu için, güçlü bir kabile reisi çoğu zaman, “sayısız direkler üstünde duran çadırın sahibi” olarak tanımlanmakta idi. Deyimin, “statü” ve “güc”ü temsil eden bu mecâzî anlamı doğrultusunda, kazıklar sahibi Firavun ifadesinden; “Firavun'un çok güçlü olduğu”; “Firavun'un ordusunun büyük ve donanımının ihtişamlı olduğu, dolayısıyla bu donanımın korunduğu çadırların da ihtişamlı [büyük, çok kazıklı] olduğu”; “Firavun'un ordusunun konakladığı yerde çok fazla kazık kullanıldığı, çünkü ordudaki asker sayısının çok fazla olduğu” anlaşılabilir. “Direk” ve “çadır” arasındaki ilişkiye değişik bir yaklaşımla, bu ifadedeki kazık sözcüğünün, Firavun'un askerlerini ya da yakın çevresini nitelediğini düşünmek de 15 (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
  • 18. mümkündür. Çünkü, nasıl direkler çadırı güçlendiriyorsa, askerler ve taraftarlar da saltanatları güçlendiren unsurlardır. “Firavun” ile “kazık” arasında, Firavun'un zâlimliği yönüyle de bir ilişki kurulabilir: “İnsanları yere çakılı kazıklara bağlayarak üzerlerine akrep ve yılanları bırakması”; “insanları ellerinden ve ayaklarından kazıklara çivileyerek onları bu şekilde ölüme terk etmesi”; “insanları sivri kazıklar üstüne oturtması” sebepleri ile bu ifadeden Firavun'un çok zâlim olduğu anlamı çıkarılabilir. Bunlardan başka bu ifade ile, piramitleri yeryüzüne kazık gibi çakmış olan firavunların her birinin kasdedildiğini de düşünmek mümkündür. 15 Ve bunlar, göz açıp kapayacak kadar bile gecikmesi olmayan bir çığlıktan başkasını beklemiyorlar. 16 Ve dediler ki: “Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan payımızı acele ver bize!” BEKLENEN ÇIĞLIK: Âyette geçen beklenen çığlık ifadesinden iki değişik anlam çıkarmak mümkündür: 1) ‫بحيحة‬‫ب‬‫ص‬ّ‫ك‬ ‫ال‬ [sayha] sözcüğü, “bir topluluğa hücum edildiğinde ortaya çıkan bağrışma” olarak kabul edilirse, bu ifadeden; kâfirlerin dünyada başlarına gelecek felâketler sebebiyle bağrışacakları, çığlık atacakları anlaşılır. Sözcüğün bu anlamı, Yûnus sûresi'ndeki âyetlerle de desteklenmektedir: 101 De ki: “Göklerde ve yerde ne var bir bakın!” –Ve iman etmeyecek bir topluluğa apaçık âyetler/alâmetler/ göstergeler ve uyarmalar bir şey sağlamaz/ uyarmalar ne sağlar?– 102 Artık onlar, sadece kendilerinden önce gelmiş geçmiş olanların uğradıkları günlerin aynısını mı bekliyorlar? De ki: “Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” (Yûnus/101-102) Buna göre, tek bir patlama onları yok etmek için yeterlidir ve sonra da onlara hiçbir fırsat verilmeyecektir. Yani, bu ifade ile, onların başına tek bir defada ve ansızın gelen bir azap kasdedilmiştir. 2) Sayha sözcüğü; “sûr'a [boruya] ilk üflendiği zamanki kıyâmet çığlığı”dır. Buna göre ifade, “onlar her ne kadar dünyada Benim azabımı tatmadıysalar da, bu azap kıyâmette onlar için hazırdır, kendilerini kıyâmete hazırlasınlar!” şeklinde anlaşılabilir. Sayha sözcüğünün, “kıyâmet çığlığı” olarak kabul edilebileceğini gösteren de birçok âyet mevcut olup, bunlardan bir tanesi şudur: 49,50 Onlar sadece birbiriyle çekişip dururlarken, kendilerini yakalayıverecek bir tek çığlıkla karşı karşıya kalacaklardır. İşte o zaman bir vasiyette bile bulunamazlar. Ailelerine, yakınlarına da dönemezler. (Yâ-Sîn/49) FEVÂK: ‫الفواق‬ [fevâk] sözcüğü, klâsik Arapça'da bir deyim olup, “devenin iki sağımı arasındaki zaman” manasındadır.16 Bu sözcük, Türkçe'deki “göz açıp kapayıncaya kadar” deyimi gibi çok kısa bir zamanı anlatır. Ve dediler ki: “Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan payımızı acele ver bize!” Müşriklerin bu ifadelerinde bir alay söz konusudur. Yani onlar, “Din Günü”ne 16 (Tacü’l Arus, (el İsfehani; el Müfredat)
  • 19. inanmadıkları için akılsızca davranarak Allah'tan, vaat edilen azabı hemen indirmesini ve o çok dehşetli azaptaki paylarını vermesini istemişlerdir. Halbuki azabın hemen gelmemesi, Allah'ın onlara olan rahmet ve acımasından kaynaklanmaktadır. Onlar ise bu rahmetin değerini bilmeyerek bu bağışa karşı O'na şükretmemektedirler. Müşriklerin bu alaycı tavırları Kur’ân'da bir çok kez zikredilmiş olup Enfâl sûresi'ndeki ifadesi şöyledir: 32 Bir vakit de onlar, “Ey Allah'ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. 33 Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfâl/32-33) 17 Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u hatırla. Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendi. Sûrenin bu bölümünde anlatım, haber cümlesinden, dilek veya emir kipi ile kurulan inşa cümlesine dönüşmüştür. Bu âyette Peygamberimize hitap edilmiş ve Peygamberimiz, Mekkeli müşriklerin anlayışsızlıklarına, şımarıklıklarına, Allah'ın cezasını yalan sayarak cezayı hemen istemelerine ve Allah'ın rahmetini inkâr etmelerine karşı teselli edilmiştir. İlerleyen âyetlerde Peygamberimize, kendisinden önce yaşamış ve aynı sıkıntılara katlanmış olan peygamberlerden bazıları [Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, İbrâhîm, İshâk, Ya‘kûb, İsmâîl, Elyesea ve Zülküfl] hatırlatılarak bu peygamberlerin hem Rabb'leriyle hem de kendi toplumlarıyla olan ilişkileri anlatılmıştır. Bundan maksat da Peygamberimizin, geçmiş peygamberlerin kıssalarını örnek alarak kendi toplumundan gördüğü yalanlama, itham, iftira gibi insanın içini daraltan sıkıntılara karşı sabretme [göğüs germe] gücünü arttırmak olsa gerektir. Çünkü bu kıssalar, Yüce Allah'ın yönlendirmek, talimat vermek ve eğitmek sûretiyle elçilerini sürekli olarak nasıl gözetip koruduğunu, onları hayatlarının her aşamasında nasıl koruyup kolladığını açıkça gözler önüne sermektedir. Böylece Peygamberimize sanki şöyle bir mesaj verilmektedir: “Onların dediklerine sabret ve diğer peygamberlerin durumlarını nazarı dikkate al. Onlar, onca güç ve servete rağmen, sıkıntıdan kurtulup rahat yaşamış değillerdi. Bu durumda sen, dünyanın; kederlerden, üzüntülerden uzak olmadığını, Allah katında elde edilen o yüce derecelerin ancak dünyada çeşitli sıkıntı ve yorgunluklara katlanmakla elde edildiğini anlamış olursun!” Hatırlanacağı üzere daha önce, Peygamberimize Kalem sûresi'nde, Yûnus peygamber gibi görevi bırakıp kaçmaması emredilmişti. Beled sûresi'nde de her insan gibi o'nun da sıkıntı ve meşakkatler içinde olacağı bildirilmişti. Böylelikle Peygamberimiz, güçlüklere karşı önceden haberdar ediliyor ve kendisine vahyedilen kıssalar sayesinde de diğer peygamberlerin korunup kollandığı gibi Yüce Allah'ın kendisini de koruyacağına, hayatının her anında O'nun gözetimi ve himâyesinde olduğuna bütün kalbiyle inanması ve sadece O'na güvenmesi sağlanıyordu. Sen onların dediklerine sabret Rabbimizin bildirdiği kıssalardan anlaşılmaktadır ki, peygamberlerin hepsinin hayatları sınavlar, sıkıntılar ve acılarla geçmiştir. Ama onlar, bütün zorluklara karşı sabrederek [göğüs gererek] olgunlaşmışlar ve toplumlarına karşı görevlerini bu sayede mükemmelen yerine getirmişlerdir. Âyetteki bu ifade, peygamberlerin başarılarındaki “sabr” faktörünü ön plâna çıkarmaktadır. İLK ÖRNEK DÂVÛD PEYGAMBER: Bu sûrede Yüce Allah'ın Peygamberimize, diğer peygamberler arasından gösterdiği ilk örnek Dâvûd peygamberdir. Ama burada Dâvûd peygamber sadece örnek olarak gösterilmekle kalmamış, ayrıca “kulumuz Dâvûd”, “güçlerin sahibi” ve “evvâb” nitelemeleriyle de onurlandırılmıştır. Dâvûd peygamberin adı, Kur’ân'da ilk kez bu âyette yer almıştır. Dâvûd peygamber ile
  • 20. oğlu Süleymân peygamber, tarih boyunca, hakklarında en çok asılsız söylenti üretilen peygamberlerin başında gelmektedirler. Dikkat çekici olan, bu söylentilerin hiç birinin de Kur’ân'dan onay almadığıdır. Söz konusu söylentilerin tümüne yer verme imkânımız olmadığı için burada sadece konumuz olan âyetler çerçevesindekilere dikkat çekecek ve onları Kur’ân ışığında değerlendirmekle yetineceğiz. Amacımız Peygamberimize, neden Dâvûd peygamberin örnek gösterildiğini ve o'nun gibi olmasının istendiğini anlamaktır. Dâvûd peygamber, Kur’ân'da ilk kez kendisinden söz edilen bu sûrenin 17-30. âyetlerinden başlayarak, Kur’ân'ın iniş sırasına göre şu âyetlerde; (Sâd/17-30, Neml/15-16, İsrâ/55, En‘âm/84, Sebe/10-11, Enbiyâ/78-80, Bakara/251 ve Nisâ/163’te de yer almıştır. Bütün bu âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber; çok sabırlı, Allah'ın, kulumuz diye onurlandırdığı, çok güçlü, evvâb [sürekli Allah'a yönelen], dağlarda bile Allah'ı kötü niteliklerden arındırmış, yaratıklar üzerinde iyi gözlemler yaparak Rabbinin yüceliğini iyi kavramış, mülkü güçlendirilmiş, kendisine hikmet [yasalar] ve fasl-ı hıtâb verilmiş bir kişidir. Ayrıca iman ve sâlihâtı işlemede bilinçli, Allah'a secde eden [boyun eğen], Allah'ın koruması altında bulunan, Allah katında yakınlığı ve güzel bir yeri olan, bu nitelikleri nedeniyle halîfeliğe lâyık görülüp halîfe seçilen, ne güzel kuldu o diye övülen Süleymân'ın kendisine bağışlandığı, kendisine demiri yumuşatma ve zırh yapma sanatı öğretilmiş, “çok güzel bir kul!”dur. Bu sebeple de Peygamberimize örnek gösterilmiş ve kendisinden o'nun gibi olması istenmiştir. güçler sahibi Âyetteki ‫بد‬‫ب‬‫الدي‬ ‫[ذا‬ze'l-eydi=eller sahibi] ifadesi, “eyd (el)” sözcüğünün çoğulu veya “eyede (güçlü oldu) fiilinin mastarı olması nedeniyle “kuvvetler sahibi” anlamına gelir ve burada mecâzen kullanılmıştır. Kur’ân'daki açıklamalardan, bu sıfatın Dâvûd peygambere, o'nun fizikî ve ahlâkî yapısının çok güçlü olması yanında, askerî ve siyasî alanlarda da çok yetenekli olması sebebiyle verildiği anlaşılmaktadır. EVVÂB: “Çokça dönen, çokça yönelen” demek olan ‫واب‬ّ‫ك‬ ‫[ا‬evvâb] sözcüğü, –Kaf/33'ün tahlilinde açıkladığımız gibi– “günahlarından pişman olup çokça dönen ve çokça istiğfar eden”; “Allah'a tefekkürüyle çokça dönen, çokça yönelen”; “Allah'ın dışındaki varlıklara yönelirken, hevâ ü heveslerine [tutkularına] uymaktan çokça dönen [kendini alıkoyan]”; “Allah'tan başkasını kabullenmeyen, Allah'ın dışındaki her şeyden kesinlikle el-etek çeken” anlamlarına gelmektedir. Yani, evvâb olan kimse, arzularını ve isyanı terk edip Allah'a itaat ve rızayı seçen kimsedir. O, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri terk eder, Allah'ın tavsiye ettiği yola tâbi olur. Bu yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. Çokça tevbe eder. Allah'a ibâdet yapar, O'nu hatırlar ve her işinde O'na yönelir. Kur’ân, Dâvûd'un (a.s) bu anlamda “evvâb” bir kul olduğunu bildirmektedir. 18 Gerçekten Biz, dağlara boyun eğdirdik/yapısal olarak insanların yararına kullanılacak biçimde yarattık. Her zaman kendisiyle birlikte Allah'ı noksanlıklardan arındırırlardı. 19 Kuşları da toplu olarak o'na boyun eğdirmiştik/Dâvûd'un ve insanların yararlanacağı biçimde yaratmıştık. Hepsi o'na dönücü idi. 20 Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na yasayı ve hakkı bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını verdik. DAĞLARIN BOYUN EĞİŞİ ve TESBÎHİ: 18. âyetteki, dağların tesbîh ettiğini bildiren ifadenin benzerleri Kur’ân'da iki sûrede daha geçmektedir:
  • 21. 10,11 Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. – Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.– (Sebe/10) 79 Sonra da Biz, onu Süleymân'a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve bilgi verdik. Dâvûd'la beraber Allah'ı noksan sıfatlardan arındırsınlar diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık/onları insanların yararlanacağı ölçüler içinde yarattık. Ve Biz yapanlarız. (Enbiyâ/79) TESBÎH: Tesbîh'in ne demek olduğu ve 33'lük, 99'luk imâmeli tesbîhlerle ve Ebû Hüreyre'nin namazlardan sonra 33 kere “sübhânallâh” dedirtmesiyle hiç alâkasının olmadığı hakkında daha evvel, Kalem, A‘lâ ve Kaf sûrelerinde bilgi verilmişti. Yeri geldiği için ve konunun önemine binâen burada da teşbihin, “Yaratan'ı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak” olduğunu bir daha hatırlatıyoruz. Kısaca ifade etmek gerekirse tesbîh, Tesbîh sözcüğünün iyi anlaşılmaması hâlinde, 18. âyetteki dağların tesbîhi ifadesi de doğru anlaşılamayacaktır. Nitekim bu ifade zamanla iyice anlam kaybına uğramış, dağların nasıl tesbîh ettiğiyle ilgili bir takım temelsiz iddia ve açıklamalar sanki Allah'tan gelme bilgilermiş gibi insanlara kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bunlardan birkaç tanesini örnek olarak sunuyoruz: Allah Teâlâ Dâvûd'a (a.s), sesinin gür ve güzel oluşundan ötürü, dağda hoş bir yankı ve yine sesinin güzelliğinden ötürü, kuşların kendisine kulak vereceği bir özellik vermiştir. Böylece dağın yankısı ve kuşların Dâvûd (a.s) ile beraber cıvıldayışları, âdeta bir tesbîh olmuştur. Muhammed b. İshâk şunu anlatmıştır: “Allah Teâlâ, hiçbir mahlûkuna, Dâvûd'a (a.s) verdiği gibi güzel bir ses vermemiştir, öyle ki o, Zebûr'u okurken, vahşî hayvanlar, Dâvûd'un (a.s) onları boyunlarından yakalayabileceği bir mesafeye kadar yaklaşırlardı.” Allah Teâlâ, dağları o'nun emrine âmâde kılmıştır. Bundan dolayı onlar, o'nun istediği yöne- yere hareket ediyorlardı. İşte dağların böyle, o'nun istediği yere gitmeleri bir tesbîhtir. Çünkü onların bu hareketi, Allah'ın kudret ve hikmetinin mükemmelliğine delâlet eder. İbn-i Abbâs (r.a) şöyle der: “Dâvûd (a.s) tesbîhâta başladığında, dağlar o'na uyar, kuşlar o'na doğru gelip toplanır ve o'nunla birlikte tesbîhâtta bulunurlardı. ” Eğer, “Akılları olmadığı halde, kuşlar Allah'ı nasıl tesbîh edebilirler?” denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şöyle denebilir: “Allah Teâlâ, onlarda, Kendisini bilebilecekleri kadar akıl yaratmıştır. İşte bu durumda onlar Allah'ı tesbîh etmişlerdir. Bütün bunlar (aslında), Hz. Dâvûd'un (a.s) birer mucizesidir.”17 Bu tarz anlayışlar maalesef eski ve yeni tefsirciler tarafından da kabul görmüştür. Ancak, işin gerçeği bu değildir. DAĞLARIN TESBÎHİ: Kur’ân'ın birçok âyetinde bildirilmektedir ki, dağların tesbîhinin ötesinde, evrende ne varsa, canlı-cansız, akıllı-akılsız, her şey Allah'ı tesbîh etmektedir: 1 Göklerde ve yeryüzünde bulunan şeyler, Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdılar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (Hadîd/1) 44 Tüm gökler/ uzay, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı noksan sıfatlardan arındırırlar. O'nun övgüsü ile birlikte noksan sıfatlardan arındırmayan hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmalarını iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, yumuşak davranandır, çok bağışlayandır. 17 Keffal Tefsiri.
  • 22. (İsrâ/44) 41 Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların, arıların, bulutların, boranların] Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdıklarını görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hepsi kendi arındırmasını ve desteğini/doğaya yapacağı katkıyı kesinlikle bilmektedir. Allah da, onların işlemekte olduklarını en iyi bilendir. (Nûr/41) Ayrıca, Hadîd/1; Haşr/1, 24; Saff/1; İsrâ/44; Ra'd/13; Nûr/41; Cuma/1; Teğâbün/1; Enbiyâ/79; Zümer/75; Mümin/7; Fussılet/38; Şûrâ/5; A‘râf/206'ya da bakılabilir. Yukarıda açıklandığı gibi tesbîh, “yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak” olduğuna göre, cansız varlıkların Allah'ı tesbîh etmelerinin dil ile değil, hâl ile olacağı ortadadır. Cansız varlıkların hâl dili, daima iç ve dış yapılarını teşkil eden kendi öz nitelikleri doğrultusunda davranmalarıdır. İşlevlerini, Yaratıcı tarafından kendilerine verilen bu öz nitelikler doğrultusunda yerine getiren tüm cansız varlıklar, bu halleriyle Allah'ı tüm kemâl sıfatlarıyla nitelemiş ve O'nu tüm noksanlıklardan tenzih etmiş olmaktadırlar. Daha da açık ifade etmek gerekirse, insan bilinci dışındaki tüm varlıklar Allah'ı kendi yaratılış özelliklerini yerine getirmekle ve O'nun koyduğu düzenin içindeki rolleri ile tesbîh etmiş olmaktadırlar. İnsanın değil, “insan bilinci”nin istisnâ edilmesinin nedeni, insan bedenindeki biyolojik mekanizmaların da aynı yasaya tâbi olarak Allah'ı tesbîh etmekte oluşundan dolayıdır. Kalbin durmaksızın çalışması, mitokondri organellerinin biteviye vücuda enerji üretmesi veya kardiyo-vasküler sistemin vücudun beslenme sürecindeki işlevini eksiksiz yerine getirmesi, bu biyolojik organ ve sistemlerin Yaratıcı'yı tesbîh etme şekilleridir. Yalnızca insan bilinci, Rabbini ancak bilinçli bir istem ve çaba ile tesbîh edebilir. Zaten bu da onu diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerinden biridir. Gerçekten de evrendeki olağanüstü düzen, Yüce Yaratıcı'nın gücünü anlatmaktadır. Doğada renk renk açan çiçekler, ormanlarda cıvıl cıvıl öten kuşlar, su kaynaklarından buharlaşıp göğe çıktıktan sonra yağmur, kar veya dolu olarak yeryüzüne dönen sular, gökte dolaşan sayısız yıldızlar, ... düşünenlere Allah'ı tanıtan birer âyettir. Meselâ, maddelerin en küçük parçası olarak kabul edilen atom ele alınacak olursa, her atomun, içinde pozitif elektrik yüklü proton ve elektrik yükü olmayan nötronlar bulunan bir çekirdekten ve bu çekirdek etrafında büyük hızlarla dönen negatif elektrik yüklü elektronlardan oluştuğu görülür. Yani, cansız olarak kabul edilen nesnelerde bile, bizim duyularımızla algılayamadığımız bir hareket söz konusudur: Bu parçacıkların birbirlerine uyguladığı ve atom çekirdeğini bir arada tutan kuvvetler öylesine güçlü ki, bu parçacıkların çekirdek içindeki ve dışındaki hızları yaklaşık 300.000 km./saniye olan ışık hızına yaklaşır.18 Gezegenler uzayda kolayca bulunabilen konumlarda bulunurlar; belirli bir andaki konum ve hızlarını biliyorsak, zaman içinde bu konum ve hızların nasıl değişeceğini kesin olarak belirleyebiliriz. Ancak elektronlar için durum tamamen farklı… Öyle görünüyor ki elektronlar aynı anda değişik yerlerde bulunabiliyorlar.19 Görüldüğü gibi, cansız kabul edilen eşyaların atomlarındaki hareket, canlı kabul edilen varlıklarınkine göre kıyaslanamaz bir derecededir. Zaten bazı bilim adamları da bu fiziksel gerçeğe dayanarak her varlığın canlı olduğunu söylemişlerdir. Maddenin en küçük parçası denilen atomdaki bu hareketler, Yaratıcı'nın yüceliğinin bir delilidir. Atomun içindeki her zerrecik kendi yapısının özelliğini ortaya koyarak Allah'ın yüceliğini, noksanlıklardan uzak olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü her “şey”, Allah'ın kendisine yüklediği görevi yapmakta, 18 Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 28. 19 Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 16.
  • 23. her canlı Allah'ın içine koyduğu ilham ile hareket etmekte, yani Allah'ı tesbîh etmektedir. Aynı gerçek, çevremizde yaşayan arıların ve karıncaların yaşamları içinde de geçerlidir. Bu küçük canlıların yaşamları incelendiğinde, ustaca yaptıkları işlerin Allah'ın kudret ve büyüklüğünün kanıtları olduğu açıkça görülür. Onlar da kendi hâl dilleriyle Allah'ı tesbîh etmektedirler. İşte, dağların tesbîhi ifadesi de bu perspektif içinde anlaşılmalıdır. 18. ayetteki akşam-sabah ifadesi, işlenen fiillere “daima, her zaman” gibi süreklilik anlamı kazandıran bir anlatım aracıdır. Yoksa sadece bir sabah, bir de akşam demek değildir. Bu konudaki daha ayrıntılı bilgi Nâs sûresi'nin tahlilinde verilmiştir. Kuşları da toplu olarak (o'na boyun eğdirmiştik) Kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilişi de, aynı dağların tesbîhi meselesine benzer şekilde dejenere edilmiş, tabiri caizse kuşlardan bir koro oluşturularak, bu koroya Dâvûd peygamberin şefliğinde gece-gündüz “sübhânallâh...” ilâhîleri söylettirilmiştir. Kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilmesinin ne anlama geldiğini doğru anlayabilmek için Dâvûd peygamberin yaşamı ile ilgili bir takım bilgilere sahip olmak gerekir. Ancak her şeyden önce Kur’ân'daki kıssalara özel bir dikkat göstermek ve içlerinde tarihsel gerçeklere yönelik değini ve işaretler olabileceğini göz önünde bulundurmak şarttır. İbrânî tarihinden alınan bilgilere göre, Dâvûd peygamber hayatının bir kısmını dağlarda gerilla olarak geçirmiştir. Yani, dağlar o'nun yaşamının bir parçasıdır. Dâvûd peygamber ile dağlar arasındaki ilişkinin Kur’ân'da, Dağları da Dâvûd'a musahhar kıldık şeklinde ortaya konması da bu sebeple olsa gerektir. Kuşların Dâvûd peygambere boyun eğdirilişini iyi anlamak için de Kur’ân'daki Süleymân peygamber ile kuşların ilişkisini anlatan ve Süleymân peygamberin Dâvûd peygambere mirasçı olduğunu bildiren âyetlerin dikkate alınması gerekir. Aşağıda görüleceği gibi, sûrenin 30. âyetinde, Ve Dâvûd'a Süleymân'ı bağışladık ifadesi yer almakta, Neml/16'da da kendisine kuşların mantığının öğretildiği ve daha bir çok şeyin verildiği bildirilmektedir. Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Süleymân peygamber kuşlardan yararlanmayı, babası Dâvûd peygamberden öğrenmiştir. Yani, kuşlardan yararlanma bilgisi önce Dâvûd peygambere verilmiş ve bu bilgi Süleymân peygambere babasından miras kalmıştır. Âyetlere dayanarak çıkardığımız bu sonuca göre, kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilmesi, o'na kuşlardan yararlanma bilgisinin verilmesi anlamındadır. Neml sûresi'ndeki hüdhüd isminden yola çıkarak ve hüthüd kuşunun su kaynaklarını, su yataklarını fark etme özelliği olduğunu (benzer şekilde doğan ve şahin kuşlarının avcılığını, güvercin kuşunun uzun süre uçabildiğini ve yön bulma yeteneğini) göz önüne alarak, Dâvûd peygamberin kuşların çeşitli özelliklerinden yararlanmayı dağ hayatında Allah'ın yardımıyla keşfedip uyguladığını rahatlıkla söylemek mümkündür. DÂVÛD'A (a.s) VERİLEN DİĞER NİMETLER: HİKMET: Kur’ân'da ilk kez Kamer sûresi'nde geçmiş olan ‫[الحكمة‬hikmet] sözcüğü, burada ikinci kez geçmektedir. Ayrıntılarını Kamer sûresi'nde verdiğimiz hikmet, kısaca “toplumda zulüm ve kargaşayı önleyip adaleti sağlayan düstur, ilke, yasa” demektir. Buradan anlaşılıyor ki, Kur’ân'da olduğu gibi, Dâvûd peygambere verilen kitapta da aynı türden ilkeler, hükümler, yasalar mevcuttur. Bunu kendisine halîfelik [hükümet başkanlığı] görevi verilmesi de doğrulamaktadır. Zira yasasız bir devletin, hükümetin, dolayısıyla da hükümet başkanının düşünülmesi mümkün değildir.
  • 24. Hikmet [hükümler, yasalar] ve hilâfet [hükümet başkanlığı] verilmiş bir elçi olan Dâvûd'un (a.s) Peygamberimize örnek gösterilmesi, ileride Peygamberimize de devlet başkanlığı yolunun açılacağının önceden verilmiş bir işareti gibidir. FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitâbeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını dinleyenlerin zevk alacağı etkileyici anlatımlarla insanlara daha rahat iletirler, çevreyle iletişimlerini daha iyi kurarlar. Kimilerinin de hitâbetleri zayıftır, ne dedikleri anlaşılmaz, konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar. Âyetteki ‫الحطاب‬ ‫[فصل‬fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber çok fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve muhataplarına ne demek istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir. Fasl-ı hıtâb deyimi ayrıca, hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve kararlardaki isabeti de ifade etmektedir. NOT: 18. âyetteki ‫[اشراق‬işrâk] sözcüğünden yola çıkılarak “kuşluk namazı” adıyla bir namaz icat edilmiştir. Taberanî'de, Müslim'de, Müsned ve Tirmizî'de yer alan ve İbn-i Abbâs, Ka‘bü'l-Ahbar ve Ebû Hüreyre'ye nisbet edilen rivâyetlerde; “kuşluk namazı kılanların, cennette altın köşk kazanacağı, kuşluk namazının her türlü sadakadan üstün olduğu, kuşluk namazının emr-i bi'l-ma‘rûf ve her türlü sâlihâtı işlemenin yerini tuttuğu, iki rekat kuşluk namazı kılanların, günahları denizlerin köpükleri kadar dahi olsa bağışlanacağı” ileri sürülmüştür. 21 Ve sana şu davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba/Dâvûd'un özel evine çıkıp varmışlardı. 22,23 Dâvûd'un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. Ona, “Korkma! Biz, iki davacıyız. Kimimiz, kimimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt” dediler. Birisi de dedi ki: “İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve konuşmada bana üstün geldi/tartışmada beni yendi.” 24 Dâvûd dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak olarak yere kapandı ve döndü. 25 Biz de o'nun için bunu bağışladık/Biz de o'nu bağışladık. İşte böyle! Şüphesiz yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır. 26 Ey Dâvûd! Gerçekten Biz/biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. Bu sûrede adı geçen peygamberlerden özellikle üçü hakkında iyice bilgi edinmek gerekmektedir. Zira bu peygamberler [Nûh, Lût ve Dâvûd] ile ilgili olarak çok sayıda hikâye uydurulmuştur. Bu yakışıksız hikâyelerin tümü İsrâîliyât kaynaklıdır. İsrâîliyâtın kaynağı ise
  • 25. Kitab-ı Mukaddes adıyla ortada dolaşan kitaptır. Nitekim Kitab-ı Mukaddes'te, en rezil insana bile yakıştırılamayacak olayların bu seçkin, saygın ve örnek peygamberlere revâ görüldüğü anlatımlar yer almaktadır. Meselâ, Tekvin 9:20-29'da, Nûh'un küçük oğlu Hâm'ın, tufan sonrasında babasına tasallut ettiği; Tekvin 19:30-38'da, Lût peygamberin kızlarının gebe kalabilmek amacıyla babalarını sarhoş ederek o'nunla cinsel ilişkide bulundukları yazmaktadır. Dâvûd peygamber ile ilgili olan iğrenç, utanç verici hikâyeler ise Kitab-ı Mukaddes'in II. Samuel 11-12. bölümlerindedir. Bu bölümlerde anlatılanlara göre Dâvûd peygamber, Hititli Urya'nın karısıyla zina yapmış ve daha sonra da Urya'yı kasten savaşa göndererek âdeta onun ölmesini sağlamıştır. Böylece dul kalan kadını kendisi nikâhlamış ve Süleymân peygamber de bu kadından olmuştur. Kur’ân'ın inişinden asırlar önce Kitab-ı Mukaddes'te kayıtlı olan bu olaylara dünyadaki tüm Yahudi ve Hıristiyanların inanıp inanmadıkları bilinmemekle birlikte, bu çirkin iftiraların hâlâ okunmakta olduğu bir gerçektir. Hatta Batı ülkelerinde yayınlanmış olan İsrâîloğulları'na ait dinî eserler içinde, bu ithamların geçmediği bir kitap bulmak neredeyse imkânsızdır. Yahudi dinî kültürünün, Sâd sûresi'nin bu pasajındaki olaylarla ilgili anlatımları maalesef Müslümanların tefsir geleneğine de bulaşmıştır. Tefsircilerin bir kısmı bu efsaneleri benimseyerek İsrâîloğulları'nın rivâyetlerini aynen kabul etmiş, bir kısmı da söz konusu rivâyetleri yumuşatarak nakletmeyi tercih etmiştir. Meselâ Dâvûd peygamberin zina yaptığı ve kadının da hamile kaldığı yönündeki bölümler bu ikinci grup tefsirciler tarafından eserlerine alınmamıştır. Kitab-ı Mukaddes'teki iğren hikayeler, bazı tefsirciler tarafından yumuşatılmaya çalışılmış, zorlama yorumlarla makul ve makbul gösterilmek istenmiştir: Ayrıca bu olayın hiç de Ehl-i Kitab'ın anlattığı gibi olmadığı da zikredilmiştir. Asıl olay, Kur’ân'da açıkça anlaşılacağı üzere Hz. Dâvûd'un Urya'dan (ya da ismi ne ise), karısıyla evlenme isteğinde bulunmuş olmasıdır. Bu istek, sıradan bir insan tarafından değil, güçlü bir hükümdar ve önemli bir şahsiyet tarafından yapılmıştır. Kadının kocası ise sıradan bir vatandaştı. Hz. Dâvûd böyle bir teklifte bulunmuş olmasına rağmen, teklifinin ardında bir cebr unsuru bulunmuyordu, ama yine de sıradan bir vatandaşın böyle bir teklifin altında ezilmemiş olması mümkün değildir. Urya Hz. Dâvûd'a belki de olumlu bir cevap verecek iken, halktan iki sâlih insan âniden Dâvûd'un huzuruna girmiş ve güya o'ndan aralarındaki hâdise ile ilgili karar vermesini istemiş olabilirler. Hz. Dâvûd önce aralarındaki davayı, gerçek bir hâdise sanmış ve davacıyı dinledikten sonra hükmünü vermiştir. Ancak bu hükmü verirken vicdanında muhasebe yaparak, “İşte senin Urya'ya yaptığın teklif ile, bu güçlü adamın yaptığı teklif arasında bir fark yoktur. Ben onun bu teklifini zulüm diye niteleyip, karar verdikten sonra, aynı zulmü neredeyse irtikap edeceğim” diye düşünmüş olacak ki, bu gerçeği hemen anladığında secdeye gitmiş ve Allah'a tevbe ederek bu teklifinden vazgeçmiştir.20 Biraz düşünecek olursak olayın şöyle cereyan ettiğini anlayabiliriz. Hz. Dâvûd, o kadının sıradan birinin yerine, bir hükümdarın karısı olmasının daha münasip düşeceğini düşünmüş olabilir. Ve böyle bir düşünceden hareketle kadının [Urya'nın karısının] üstün özelliklerini duymuş ve – muhtemelen– böyle bir kadının kocasına söz konusu teklifi iletmiştir. O dönemde bu tür şeyler, toplumda normal karşılanıyordu. Çünkü başka birinin karısını beğenen şahıs hiç çekinmeden kadının kocasına, “Karını boşa onunla ben evleneyim” diyebiliyordu. Böyle bir teklifle karşılaşan kimse, hiçbir şekilde gocunmaz, hatta dost hatırı için sırf arkadaşı evlenebilsin diye karısını boşardı. Ancak Hz. Dâvûd böyle bir teklifte bulunacağı zaman karşısındaki kimsenin sıradan bir insan olduğunu hesap etmemiştir. Zira, Hz. Dâvûd sıradan bir insan olmadığı gibi, ayrıca bir hükümdardır. Yaptığı teklifte bir cebr söz konusu olmasa dahi, sırf sahip oldukları nitelikler bakımından, karşısındaki kişi o'nun bu teklifini emir olarak telakki edebilirdi. Temsilî bir davaysa, Hz. Dâvûd'un bu olayı vicdanen muhasebe etmesine ve hatasını farkeder etmez teklifinden vazgeçmesine neden oldu. Böylece bu iş de kapandı. Fakat bir süre sonra kadının kocası bir savaş esnasında şehit düştü. Adamın şehit düşmesi üzerine karısı dul kaldığı için, Hz. Dâvûd onu kendisine nikâhladı. 20 İbn-i Cerîr.