1. 34 (50). KAF SÛRESİ
MEKKÎ, 45 ÂYET
GİRİŞ
Adını 1. âyetteki, ق [kaf] harfinden alan sûrenin iniş tarihi tam olarak bilinmese de,
içeriğinden Mekke döneminin ortalarında34. sırada indiği kabul edilir.
Bir önceki sûre olan Mürselât sûresi'nin, Artık bundan [Kur’ân'dan] sonra hangi söze
inanacaklar? mealindeki son âyetinin devamı niteliğinde başlayıp gelişen sûrede Kur’ân ve
Peygamber ilişkisi açıklanmakta, âhirete ait bazı sahneler canlandırılmakta ve diğer sûrelerde
olduğu gibi geçmişte yaşamış olan inançsızların kötü sonları ibret olarak aktarılmaktadır.
Bilindiği üzere, öldükten sonra dirileceklerine ve yaptıkları her çeşit amelin hesabını
vereceklerine inanmak, Mekkeli müşriklerin işlerine gelmiyordu. “Bu olmayacak bir iş...
Olabileceğini akıl da kabul etmez. Her zerremiz toprakta darmadağın olduktan ve üstünden
binlerce yıl geçtikten sonra bu dağınık parçaların tekrar bir araya getirilmesi, vücudumuzun
yeni baştan düzenlenip-diriltilip ayağa kaldırılması olacak şey midir?” diye bu inancı
reddediyorlardı.
Yüce Rabbimiz bu sûrede de inançsızları ikna etmek için yine insanın hem içinden hem
de çevresinden kanıtlar göstermekte, ölümden sonra dirilmenin ve haşr'ın kesinlikle
gerçekleşeceğini bildirmektedir.
Kur’ân'da yapı ve içerik bakımından bu sûrenin ikizi diyebileceğimiz bir başka sûre de
Sâd sûresi'dir. Bu sebeple Kaf sûresi'nin anlaşılmaya çalışılması sırasında Sâd sûresi'nin de
okunması ve anlaşılmaya çalışılmasının büyük yarar sağlayacağı kanaatini taşımaktayız.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1
Kaf/100. Çok şerefli/şanı yüce Kur’ân kanıttır ki 22
kesinlikle sen bundan
duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün
gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun.
2,3
Ama onlar, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da
kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, “Bu, şaşılacak bir
şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu, uzak bir dönüştür”
dediler.
4
Biz, yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda da çok
iyi kaydedip koruyan bir kitap vardır.
5
Aksine, gerçek kendilerine geldiği zaman onu yalanladılar, onun için
onlar karmakarışık bir iş içindedirler.
6
Peki, onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, onu Biz hiç yarığı
olmadan nasıl bina etmişiz ve süslemişiz! 7,8
Ve Biz, Allah'a yönelen her kula
gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak yeri yayıp döşedik ve ona sabit dağlar
bıraktık. Orada görünüşü iç açıcı-göz alıcı her çiftten bitkiler bitirdik, 9-11
Biz,
gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilecek taneler, kullara
rızık olmak üzere tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek
hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte diriliş
böyledir.
1
2. 12
Onlardan önce Nûh'un toplumu, Ashâb-ı Ress ve Semûd yalanlamıştı.
13,14
Âd, Firavun ve Lût'un kardeşleri, Ashâb-ı Eyke ve Tubba toplumu da.
Bunların hepsi peygamberleri yalanladılar da Benim azabım hak oldu.
15
Peki, Biz, ilk oluşturmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni
bir oluşturuluştan kuşku içindedirler.
16
Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını
da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. 17,18
Onun sağından ve
solundan (her yanından) yerleşik iki tesbitçi onun her işini tesbit edip
dururken, insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.
19
Ölümün sarhoşluğu gerçekten gerçek ile gelmiştir de: –“Ey insan! İşte
bu, senin kaçıp durduğun şeydir.”–
20
Ve Sûr da üflenmiştir. –“İşte bu, korkutulan gündür.”– 21
Ve herkes,
kendisiyle beraber bir sürücü ve bir şâhit bulunarak geldi.
23
Ve onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: “İşte yanımdaki hazır.”
–“24,25
Haydi, İblis ve tanık; ikiniz, tüm inatçı, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve
rabliğini bilerek reddeden, hayrı alabildiğine engelleyen, kendine haksızlık eden
ve şüpheci olan o kişileri atın cehenneme! 26
O ki Allah ile birlikte başka bir ilâh
edinmişti. Haydi, ikiniz birlikte, onu şiddetli azaba atın!”–
27
Onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: “Rabbimiz! Ben onu
azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir sapıklık içindeydi.”
28
Allah dedi ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit
göndermiştim. 29
Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla
yanlış iş yapan; yaptıkları iyi amelleri noksanlaştıran, haksızlık eden biri
değilim.”
30
Biz, o gün, cehenneme, “Doldun mu?” deriz. O da, “Daha var mı?” der.
31
Cennet de, Allah'ın koruması altına girmiş kişilere uzak olmayıp
yaklaştırılmıştır.
32-35
İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan Rahmân'dan; yarattığı bütün
canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan görülmediği, duyulmadığı;
sezilmediği yerlerde bile saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperen ve gönülden bağlı
olan herkes için söz verilendir. –“Selâm ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk
günüdür.”– Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da
vardır.
36
Biz onlardan önce kendilerinden daha çetin güce sahip nice nesilleri
değişime, yıkıma uğrattık. Öyle ki onlar beldeleri delik-deşik ediyorlardı. Hiç
kaçıp kurtulacak yer var mı?
37
Şüphesiz ki bunda aklı, anlayışı, vicdanı olan veya kendisi tanık olarak
kulak veren kimse için elbette öğüt vardır.
38
Ve kesinlikle Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı evrede
oluşturduk. Ve Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.
39,40
O nedenle, sen onların söylediklerine karşı sabret. Ve güneşin
doğmasından önce ve batmasından önce ve geceden bir bölümde; her fırsatta
Rabbinin övgüsü ile birlikte arındır. Ve boyun eğip teslim oluşların/ikna
oluşların arkalarında; inkârcıya iman ettirdikten sonra da O'nu arındır.
41
Ve sen bir seslenenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver; 42
o
gün, o şığlığı gerçek olarak duyarlar. İşte bu çıkış, diriliş günüdür.
43
Gerçekten Biz, evet Biz, hayat veririz ve öldürürüz. Dönüş de yalnızca
Biz'edir.
44
O gün yer onlardan çabuk yarılır. İşte bu, sadece Bize kolay bir
toplamadır.
2
3. 45
Biz, onların söylediklerini daha iyi biliriz. Ve sen, onların üzerinde
zorlayıcı değilsin. O hâlde sen, Benim tehdidimden korkan kimselere Kur’ân ile
öğüt ver.
TAHLİL:
1
Kaf/100. Çok şerefli/şanı yüce Kur’ân kanıttır ki
KAF [100]: ق [kaf] harfinin tek başına iken herhangi bir anlamı yoktur. Hatırlanacak
olursa bu uygulama ilk olarak Kalem sûresi'nde ortaya çıkmış ve o sûrenin ilk âyetinde de ن
[nun] harfi tek başına yer almıştı.
“Huruf-ı mukattaa” [kesik harfler] denilen bu harflerin her biri hakkında geçmişte çok
değişik yorumlar yapılmıştır. Bu görüşlerden bir kısmı Kalem sûresi'nin tahlilinin yapıldığı
sayfalarda okuyucuya arz edilmişti. O açıklamalar doğrultusunda ifade etmek gerekirse,
sûrenin başındaki [قkaf] harfi, Ebced hesabına göre “100” sayısını ifade ediyor olabilir.
(Ebced hesap tablosu ve açıklama Kalem sûresi'nde verilmiştir.)
Aklını kullanan Müslümanlar için bir uyarı olacağını düşünerek, konu hakkında mevcut
eserlerde yer alan görüşlerden kaf harfi ile ilgili olan bazılarını aktarıyoruz:
“O, yeryüzünü kuşatan ve kendisinden dolayı da semânın yeşil göründüğü yeşil zümrütten bir
dağdır. Semânın her iki yanı onun üzerindedir. Semâ ise onun üzerinde kubbe şeklinde örtülmüştür.
İnsanların ele geçirdikleri zümrütler bu dağdan düşenlerdir.” (İbn-i Zeyd, İkrime ve ed-Dehhak)
“O, Kaf dağıdır. Zülkarneyn Kaf dağını gördü. (Vehb)
“O, Allah'ın isimlerindendir.” (İbn-i Abbâs)
“O, Kur’ân'ın isimlerindendir.” (Katâde, İbn-i Abbâs)
“O, Allah'ın Kadîr, Kâhir, Karîb, Kabıd, Kahhâr isimlerinin baş harflerdir.” (el-Kurazî)
“O, [قفkıf=dur] demektir. Yani, bizim verdiğimiz emir ve yasaklara uy, onları aşma anlamında
bir emirdir.” (Ebû Bekr el-Verrak)
“O, Peygamberin kuvvetidir.” (İbn-i Atâ)1
Görüldüğü gibi mantıkî bir dayanağı bulunmayan ve sadece adı geçen zatların şahsî
tercihlerini yansıtan bu görüşlerin herhangi bir ciddiyeti yoktur. Buna rağmen ciddiye alınarak
birçok eserde yer verilen bu görüşler, maalesef toplumlar tarafından da ciddiye alınmaktadır.
“Mukattaat” denen bu harfler sadece birer harf midir yoksa rakam mıdır; ne anlama
gelmekte veya neyi simgelemektedirler? Bununla ilgili gerçeklerin Peygamberimiz ve ilk
Müslümanlar tarafından bilindiği kanısındayız. Ne var ki, bu konuyla ilgili bilinenlerin bize
kadar ulaşamadığını düşünüyoruz. Kanaatimiz, bunun nedeninin muhtemelen hicrî I.
yüzyıldan sonra ortaya çıkan ihmal olduğu yönündedir.
1
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
3
4. Çok şerefli/çok büyük Kur’ân kanıttır ki,
Bu âyette Kur’ân, Burûc/21'deki gibi Rabbimizin sıfatları arasında yer alan el-mecîd
sıfatıyla nitelenmiştir. المجيييد [mecîd] sözcüğü, “çok şerefli ve çok büyük” demek olup
Burûc/15'de bizzat Rabbimizin sıfatı olarak da yer almıştır.
Mecîd sözcüğü bu âyette;
a) “Çok büyük” olarak kabul edilirse, âyetteki ifade de “çok büyük Kur’ân” olarak
anlaşılır. Kur’ân'ın “çok büyük” olarak nitelenmesi, insanlığa olan faydasının çok muazzam
olmasından dolayıdır. Ayrıca Kur’ân, azîm olan Allah'ın bir öğüdü olduğundan ve büyüğün
öğüdü de büyük olacağından bu sıfatla nitelenmiştir. Kur’ân aynı zamanda büyüklük, ululuk
delilidir de... Çünkü hiç kimse Kur’ân gibisini getirmeye muktedir olamamıştır, olamayacaktır
da... Dolayısıyla, bâtılın ona önünden-arkasından yaklaşması söz konusu değildir. O
değiştirilemez, buna güç yetirilemez.
b) “Çok şerefli” olarak kabul edilirse, âyetteki ifade de “çok şerefli Kur’ân” olarak
anlaşılır. Zaten Kur’ân da, aradığını onda bulmak isteyen herkesin umduğu biçimde kerîmdir
[şereflidir]. Çünkü Kur’ân kendisine yapışan hiç kimseyi başka şeylere muhtaç etmez.
Kendisine başvuran herkesi aradığına kavuşturmak sûretiyle amacına ulaştırır. Bu nedenle
Kur’ân, muhtaç olana umduğunu verme anlamında da iyiliğin, keremin [şerefin] ve
cömertliğin zirvesidir.
Dikkat edilirse, 1. âyet bir kasem cümlesinin kasem bölümüdür. Ne var ki, görünürde
kasem cümlesinin kaseme cevap bölümü, olması gereken yerde yoktur. Bu durum, kasem
cümlesinin yarım bırakıldığı izlenimini vermektedir. Çünkü, çok şerefli Kur’ân kanıt
gösterilerek güçlendirilmek istenen yargı, âyetin devamında mevcut bulunmamaktadır.
Dikkat çekicidir ki, gerek eskiler ve gerekse çağdaş Kur’ân uzmanları bu durumdan hiç
rahatsız olmamışlar, bir edebiyat mucizesi olan Kur’ân'da böyle eksikliklerin, anlam
bozukluklarının olamayacağına zihin yormadan, tıpkı bundan önceki kasem cümlelerinde de
eleştirdiğimiz “geçiştiriverme” alışkanlıklarına bağlı kalarak burada da 1. âyetin sonuna
noktayı koyuvermişler ya da kafalarından bir cevap uydurup geçmişlerdir. Öyle ki, çeşitli
meal ve tefsirlerde kasem cümlesi, kasem vurgusu imiş gibi değerlendirilmiş, buna karşılık
kasemin cevabının ne olduğu hakkında ikna edici bir açıklama yapılmayarak kasem
cümlesinin ilk bölümü askıda bırakılmıştır.
Muhammed Esed gibi bazı çağdaş bilginler ise, çareyi kasem cümlesini bozmakta
bulmuşlar, kasem cümlesine “inşa cümlesi” [dilek kipi] nitelikli olarak “...düşün!” şeklinde
bir anlam yükleme cihetine gitmişlerdir. Bu anlayışta olanlar bize göre çok hatalı bir tutum
sergileyerek âyetlere; Asr sûresi'nde, “Zamanın akıp gidişini düşün!”; Tîn sûresi'nde, “İnciri
ve zeytini düşün!”; Duha sûresi'nde, “Aydınlık sabahı düşün!”; Fecr sûresi'nde, “Şafağı
düşün!” şeklinde anlamlar vermişlerdir. Böylece Kur’ân'ın eksik ve yanlış anlaşılmasına yol
açmışlardır.
Bazıları ise kaseme gizli bir cevap bulma yoluna gitmişler ve konumuz olan kasem için
“...kasem olsun ki, sen uyarcısın” veya “...kasem olsun ki, ölümden sonra dirilme ve dönüş
mutlaka olacaktır” şeklinde cevaplar takdir etmişlerdir. Hatta takdir edilen bu tür cevapların
bazı meal ve tefsirlerde âyetin orijinalinde varmış gibi gösterildiği bile olmuştur.
Doğrusu şu ki, edebiyatta cümlenin bir bölümünün söylenmemesi, gizli bırakılması
şeklinde anlam zenginleştirmeye yönelik bir uygulama vardır ve Arapça'da bu uygulamaya
“hazf sanatı” denmektedir. Ancak, bir örneğini Alak/11-12'de gördüğümüz, bir diğer örneğini
de bu sûrenin 3. âyetinde göreceğimiz “hazf sanatı” kasem cümlelerinde uygulanmaz. Çünkü
diğer cümle türlerinde anlama zenginlik katan bu sanat, kasem cümlesinde konunun eksenini
kaybettirir. Hele de kasem cümlesinin birinci bölümünün söylenip ikinci bölümünün
zikredilmemesi, kelâmı kelâmlıktan çıkarır. Burada takdir edilen cevaplar sûrenin başlangıç
4
5. bölümünü kısmen anlamlı hâle getirse de, kasemin cevabının bulunduğu pasajda ortaya
çıkmış olan anlam kargaşasına bir çare olamazlar. Bu sebeplerden dolayı burada hazf sanatı
uygulandığı görüşüne katılmıyoruz.
Bu konuyla ilgili gerçekçi bir çözüm üretebilmek, bilgi, samimiyet ve cesaretten oluşan
üç yönlü bir donanımı gerektirmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, sûrelerin oluşumu
Allah ve Peygamberimiz tarafından yapılmamış, Kur’ân sahabe tarafından toplanıp
kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla konumuz âyette olduğu gibi, bize göre sûrenin
düzenlenmesinden kaynaklanan bu tip hataların, bu incelikleri düşünecek kadar müsait ortama
sahip olmayan sahabeden kaynaklanması mümkündür. İşte, sözü edilen samimiyet ve cesaret
bu noktada lâzımdır ve tesbit edilen gerçekler açıklanmalıdır. Bunların geçmişte dile
getirilmemiş olması, susmayı gerektirmemektedir.
Bu durumda yapılacak şey, aynen Burûc sûresi'nde yaptığımız gibi, Kaf/45'in içinde
kaseme cevap formatında olan bir âyetin var olup olmadığını araştırmaktır. Yapılacak tetkik
sonunda 4, 18, 22 ve 37. âyetlerin kaseme cevap formatında oldukları görülecektir. Çözüme
giden yol, bu dört âyetin 1. âyetteki kasemin cevabı olup olamayacakları yönünden dikkatle
incelenmesinden geçmektedir. Bu inceleme yapıldığında ortaya şu sonuçlar çıkmaktadır:
4
Biz, yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda da çok iyi
kaydedip koruyan bir kitap vardır.
Olumlu fiil cümlesi olan bu âyette normal şartlarda ل [le] ve يديق [kad] edatlarının
bulunması gerekirken, ل [le] edatı mevcut değildir. Ancak, kadim Arapça'da birçok örneği
olduğu ve Kur’ân'da da birçok uygulaması görüldüğü gibi, bazı durumlarda le edatının
kaldırılması söz konusu olabilmektedir. Diğer taraftan bu âyet kendi paragrafındaki anlam
bütünlüğünün bir parçasını teşkil etmektedir. Dolayısıyla, bu âyetin bulunduğu paragraftan
alınıp başka bir yere bağlanması durumunda hem âyetin kendi anlamı, hem de bulunduğu
paragrafın anlamı bozulmaktadır. Sonuç olarak bu âyetin kasemin cevabı olarak
değerlendirilmesi uygun değildir.
18. insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.
Orijinali olumsuz bir fiil cümlesi olan bu âyet, dilbilgisi kurallarına göre kasem
cümlesinin cevap kısmını oluşturabilir. Ne var ki, bu âyet de 4. âyet gibi kendi paragrafına
aittir. Oradan alınıp başka bir yere bağlanması durumunda hem kendi anlamı, hem de
bulunduğu paragrafın anlamı bozulmaktadır. Bu nedenle, ilk örnekteki gibi, bu âyetin de
kasemin cevabı olarak değerlendirilmesi uygun düşmemektedir.
22
kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden
perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi
oldun.
Bu âyet de dilbilgisi kurallarına göre kaseme cevap olabilecek tüm koşulları
taşımaktadır. Ancak diğerlerinden farklı olarak anlam itibariyle bulunduğu pasaj ile bir uyum
göstermemekte, sanki orada gereksiz gibi durmaktadır.
37
Şüphesiz ki bunda aklı, anlayışı, vicdanı olan veya kendisi tanık olarak
kulak veren kimse için elbette öğüt vardır.
5
6. Dilbilgisi kurallarına göre kaseme cevap olabilecek bir cümle olmasına karşılık bu âyet
de bulunduğu pasajın anlam bütünlüğü ile uyum içindedir ve bu âyetin de başka bir yere
bağlanması pek uygun görünmemektedir.
Yukarıdaki saptamalar sonucunda kasemin cevabının 22. âyet olduğu anlaşılmaktadır.
Bu demektir ki, ilk mushafı hazırlayan sahabe, 1. âyetteki kasemin cevabı olan cümleyi 22.
sıraya yerleştirmiştir. Buna benzer bir başka tesbitimizi de inşallah Sâd sûresi'nin
incelemesinde sunacağız.
Bu durumda sûrenin 1. ve 22. âyetlerinden oluşan kasem cümlesi şu şekilde olmaktadır:
1
Kaf/100. Çok şerefli/şanı yüce Kur’ân kanıttır ki 22
kesinlikle sen bundan
duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün
gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun.
Bu hüküm tarihî gerçeklerle de örtüşmektedir. Çünkü Peygamberimiz, peygamber
seçilmeden evvel Kur’ân'dan habersiz ve tüm vahiyler hakkında da gâfildi [duyarsızdı,
ilgisizdi]. Yani, vahiy ve vahyin içeriği konusunda bilgi sahibi değildi, bu konularda kitap
okumamış ve yazmamıştı [kendisine peygamberlik verileceğini bilmiyor ve ummuyordu].
Kasem cümlesinde de belirtildiği gibi, bu hususların doğruluğuna şerefli Kur’ân âyetleri de
şâhittir, kanıttır:
67
De ki: “O; Kur’an, çok büyük, önemli bir haberdir. 68
Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. 69
Onlar
birbirleriyle tartışırken, benim “en üstün şeylerin doldurulduğu; Kur’ân'a dair bir bilgim yok idi.
70
Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor.”
(Sâd/67-70)
52,53
İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/ Kur’ân'ı vahyettik.
Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle
kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde
bulunanlar Kendisi için olan Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız
Allah'a döner.
(Şûrâ/52)
3
Sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki sen,
bundan önce, kesinlikle bu konu hakkında duyarsız/ bilgisizlerdendin.
(Yûsuf/3)
48
Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden
yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı.
(Ankebût/48)
86
Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir
rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere
arka çıkma/ yardımcı olma.
(Kasas/86)
22. âyetin bulunduğu pasajdan alınıp 2. sıraya konulmasından sonra ise 22. âyetin yer
aldığı pasaj şu duruma gelmektedir:
20
Ve Sûr da üflenmiştir. –“İşte bu, korkutulan gündür.”– 21
Ve herkes,
kendisiyle beraber bir sürücü ve bir şâhit bulunarak geldi.
23
Ve onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: “İşte yanımdaki hazır.”
–“24,25
Haydi, İblis ve tanık; ikiniz, tüm inatçı, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve
rabliğini bilerek reddeden, hayrı alabildiğine engelleyen, kendine haksızlık eden
6
7. ve şüpheci olan o kişileri atın cehenneme! 26
O ki Allah ile birlikte başka bir ilâh
edinmişti. Haydi, ikiniz birlikte, onu şiddetli azaba atın!”–
27
Onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: “Rabbimiz! Ben onu azdırmadım.
Fakat kendisi uzak bir sapıklık içindeydi.”
28
Allah dedi ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit
göndermiştim. 29
Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla yanlış iş
yapan; yaptıkları iyi amelleri noksanlaştıran, haksızlık eden biri değilim.”
Gerek 1. âyetteki kasem cümlesi, gerekse 22. âyetin içinde bulunduğu pasaj, yukarıdaki
tertiple okunduğunda, Rabbimizin mesajı gâyet iyi anlaşılmakta, aksi takdirde ise her iki pasaj
da anlaşılamamaktadır.
22. âyetin 1. âyetten sonraki sıraya yerleştirilmesi sonucunda dikkatlerin Kur’ân'a
çekildiği görülmekte ve yapılmış olan açıklamadan anlaşılmaktadır ki, Kur’ân'ın
mucizeliğinin Peygamberimiz ile bir ilgisi yoktur.
Gerçekler böyle iken kâfirlerin buna verdikleri tepki ise şu şekildedir:
2,3
Ama onlar, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da
kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, “Bu, şaşılacak bir
şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu, uzak bir dönüştür”
dediler.
Kur’ân'ın daha önce inmiş olan bölümlerinden de biliyoruz ki, Allah'ın, Elçisi
vasıtasıyla bildirdikleri, Mekke'nin azgın ve küstah ileri gelenlerinin mevcut düzenlerine ve
dümenlerine uygun düşmemiştir. Bu sebeple bu kodamanlar kendi düzenlerinin bozulmaması
için birçok sudan sebebin arkasına sığınarak Rabbimizin bildirilerine karşı çıkmışlardır. Kimi
zaman kendileri gibi beşerden bir peygamber gelmesini yadırgayarak, “Niye bir melek
gelmedi?” demişler, kimi zaman da “Öldükten sonra dirilmek mi olurmuş?” diyerek inkâr
içerikli bir şaşkınlık sergilemişlerdir.
Oysa hayret gösterdikleri durum, sağduyulu insanların kolayca ve gönül huzuru ile
kabullenebileceği normal bir durumdur. Çünkü rahmân ve rahîm Allah, uyarıcı ve öğütçü
olarak kendileri ile aynı hisleri duyan, aynı şeyleri hisseden, kendi dillerini konuşan, onları
her yönüyle anlayan ve kendilerinin tahammül derecelerini bilen bir kimseyi peygamber
seçmiştir. Yüce Allah kendi içlerinden birini seçip elçi yapmıştır ki, içinde bulundukları
yanlış tutumu sürdürecek olurlarsa bu elçi onları bekleyen felâket konusunda dikkatlerini
çeksin ve aralarında yükümlülükleri ilk yüklenen, mesajı ilk uygulayan kişi olarak diğerlerine
örnek olsun, onlara doğru yönü nasıl bulabileceklerini göstersin. Fakat âyetlerden, müşriklerin
peygamberlik kurumunun bizzat kendisini garip karşıladıkları, özellikle de bu uyarıcı
Peygamber'in duyurduğu yeniden dirilme konusuna hayret ettikleri anlaşılmaktadır.
Oysa ilk âyetten buraya kadar gelen vahiyler bize göstermektedir ki, “yeniden dirilme”
konusu, İslâm inanç sisteminin temeli niteliğindedir. Çünkü sadece Allah'a teslimiyeti ve
yalnızca Allah'ın mesajına uymayı öğütleyen İslâm, Rabbimizin hiç kimseye zerrece haksızlık
yapmayacağını, herkesin yaptıklarının karşılığını mutlaka göreceğini söylemektedir. Yani, her
amele mutlaka karşılığı verilecek, iyiler ödüllerini alacak, kötülerin yaptıkları yanlarına kâr
kalmayacaktır. Ancak, bu karşılıklar bazan yeryüzünde verilecek, bazan da yolculuğun en
sonundaki kesin hesaba ertelenecektir. O hâlde kesin hesabın görüleceği bir başka dünya
[âhiret] mutlaka var olmak durumundadır. Bir başka ifadeyle belirtmek gerekirse, kesin
hesabın görülmesi için yeniden dirilme kaçınılmazdır.
4
Biz, yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda da çok
iyi kaydedip koruyan bir kitap vardır.
7
8. İnkârcıların 3. âyette nakledilen, Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak
bir dönüştür şeklindeki itirazları ve Allah'a dönüşü inkârları başka âyetlerde de dile
getirilmiştir:
10
Ve onlar: “Biz, yeryüzünün içinde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir
oluşturuluşta olacağız?” dediler. Aslında onlar, Rablerine kavuşmayı; O'nun huzuruna varmayı
bilerek reddeden /inanmayan kimselerdir.
(Secde/10)
4. âyet, inkârcıların bu bahanelerine verilen cevaptır. İnkârcıların yeniden dirilmeyi
alışılmıştan uzak [imkânsız] zannetmeleri, yaratılış gerçeğini ve bölümlerini ayrıntılarıyla
bilmemelerinden, yani bilgisizliklerinden kaynaklanmaktadır. Hayat ilminin bütün sırları
keşfedilmiş olsa idi, herhâlde ölümden sonra dirilme de akıllara pek uzak gelmezdi. Ama
Yüce Allah bu sırları bilmekte ve ona göre yaratmaktadır:
79,80
De ki: “Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir.
O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz.
(Yâ-Sîn/79)
Rabbimiz, öldükten sonra çürüyüp toprak olanlara ne olduğunu, varlıklarını nelerin
oluşturduğunu ve varlıkları oluşturan parçalardan nelerin kaybolup nelerin kaybolmadığını,
nelerin şekil değiştirerek mevcut kaldığını [varlıklarını koruduğunu], bu parçalar arasındaki
bağların neler olduğunu bilmektedir. Âyette bu bilgilerin korunduğu da bildirildiğine göre,
insanların öldükten sonra çürüyüp toprağa karışmaları, onların kaybolup gittikleri anlamına
gelmez. Hayatın bu topraktan [maddeden] yeniden başlaması, daha önce bir kez
gerçekleşmiştir ve sürekli gerçekleşmeye devam edip gitmektedir.
5
Aksine, gerçek kendilerine geldiği zaman onu yalanladılar, onun için
onlar karmakarışık bir iş içindedirler.
Asr sûresi'nin tahlilinde genişçe açıklandığı gibi, قّ الح [hakk] sözcüğünün asıl anlamı,
“uygunluk ve denk gelme” demektir.2
Özet olarak tekrarlamak gerekirse, Kur’ân'da hakk,
kesin mucizelerle sabit olan peygamberliği, Peygamberimizin doğruluğuna dair olan aklî
delilleri, indirilen Furkân'ı [Kur’ân'ı] ve mutlaka gerçekleşecek olan haşrı [âhirette dirilip
toplanmayı] ifade etmektedir.
Âyete göre inkârcılar, “hakk”ı, yani kendilerini yaratmış olan Allah'ın ilmini, gönderdiği
kitabını ve Peygamberini gelir gelmez yalanlamışlardır. Bu yalanlamalarının sonucu olarak da
pek karışık bir hâl içinde çalkalanmaktadırlar. Peygamberimize de bazan sihirbaz, bazan
kâhin, bazan şâir diyerek şaşkınlık içinde inkâr etmekte, ama aynı zamanda da ızdırap içinde
yüzmektedirler.
Herkes bilir ki, hakktan uzak yaşayanlar hevâlarına uyarak sıkıcı işlere tevessül ederler
ve bunun sonucunda da sürekli bunalım içinde yaşarlar. Vicdanları onları rahatsız eder durur,
toplum içinde mahcup ve ezik kalırlar.
KARMAKARIŞIK BİR İŞ: Âyetteki, مريج [merîc] sözcüğü, “bomboş, muhtelif, karışık,
sıkıntı veren” anlamlarına gelmektedir.3
Bu sebeple âyetten bir kaç tane güzel anlam çıkarmak
mümkündür:
2
(el İsfehani; el Müfredat)
3
(Lisanü’l Arab, “mrc” mad. )
8
9. * Müşrikler kendilerine gelen hakkı yalanlamışlardır, ama bu inkârları bir taraftan da
vicdanlarını rahatsız etmektedir. Çünkü cevabını kesin olarak bilmedikleri bir şeyi
yalanlamaları sonucu akıllarında, “Acaba var mı, ya varsa?” türünden sorular oluşmuştur ve
bu sorular içlerini sürekli rahatsız etmektedir. Dolayısıyla kararsız kalmışlar, sıkıntıya
düşmüşler, işleri karmakarışık hâle gelmiştir.
* Müşrikler çok yakından tanıdıkları hâlde, bazan şâir, bazan sihirbaz, bazan kâhin
dedikleri Peygamberimiz hakkında yaptıkları bu ithamların doğru olmadığını iyi biliyorlar ve
kendi aralarında bunu birbirlerine itiraf ediyorlardı. Yani, söylediklerine kendileri de
inanmıyor, tutarsızlıklarının farkında olarak bazan Peygamberimize yakıştıracak kötü sıfat
bulamıyorlardı.
* Peygamberimizin peygamber seçilmeden önce de herkesçe bilinen üstün meziyetleri
ve özellikleri vardı. Bu bağlamda o'nun; sahip olduklarıyla ilgili olarak kimseye minnet borcu
olmayan, güzel ahlâklı, emin [güvenilir-doğru] ve zihinsel yönden gâyet sağlıklı bir kişi
olması, aslında Allah'ın Elçisi olarak söylediklerinin doğruluğu konusunda yeterli bir delil
teşkil etmekte idi. Mekkeli müşriklerin o güne kadar her konuda olduğu gibi bu konuda da
Peygamberimizin sözlerine inanmaları gerekirken, böyle yapmayıp işi tam tersine çevirmeleri
ve kendi mantıklarına da ters düşen bir davranış içine girmeleri çok yanlıştı. Bu yanlış
yaklaşımlarının sonucunda kendileri de şaşkınlık içine düşmüş ve aralarında bir karışıklık
meydana gelmiştir.
6
Peki, onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, onu Biz hiç yarığı olmadan nasıl
bina etmişiz ve süslemişiz!
Bu gibi âyetlerde Rabbimizin صوبورّ ال [sabûr] sıfatının tecellileri görülmektedir: Yüce
Allah suçlarından dolayı insanları hemen kahredivermez; onlara sürekli ikna edici örnekler
verir, düşünüp anlayabilecekleri aklî deliller gösterir. İşaret ettiği enfüsî [kendinden] ve afakî
[çevresinden] kanıtlarla insanı doğru inanca yönlendirir. Rabbimizin bu âyette dikkat çektiği
kanıt semâ'dır.
Burada ييماءيسّ ال [semâ=gök], akıl almaz derinlik ve büyüklükteki “kâinat”ı ifade
etmektedir. Büyüklüğü, güneşin parlaklığı sebebiyle gündüzleri çıplak gözle yeteri kadar
görülemeyen kâinat, geceleri milyarlarca yıldızın saçtığı ışıkla insanı büyüklüğü konusunda
hayrete düşürmektedir. Nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan bu büyüklük, özellikle
teleskopla bakıldığında daha da baş döndürücü bir hâl almaktadır. 6. âyette ifade edilen semâ,
içinde güneşten binlerce defa daha parlak yıldızların, dünyadan binlerce defa daha büyük
gezegenlerin bulunduğu, bütün bu gök cisimlerinin uçan birer nesne gibi içinde yüzdükleri
muazzam kâinatı simgelemektedir.
Semâ'nın insanlığın gözü önüne serilen ilâhî bir kanıt olduğu, Kur’ân'da başka âyetlerde
de dile getirilmiştir:
3,4
O, yedi göğü, birbiri üzerine uyumlu olarak oluşturandır. Rahmân'ın [yarattığı bütün
canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] oluşturmasında bir çatlaklık-uygunsuzluk
görmezsin. Haydi, gözünü döndür, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha döndür.
Gözün, âciz olarak ve çok bitkin olduğu hâlde sana dönecektir.
(Mülk/3-4)
81
Gökleri ve yeri oluşturan, onlar gibilerini de oluşturmaya güç yetiren değil midir? Evet,
elbette güç yetirendir! Ve O, çok çok mükemmel oluşturandır, çok iyi bilendir.
(Yâ-Sîn/81)
57
Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama
insanların çoğu bilmiyorlar.
(Mümin/57)
9
10. 33
Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü oluşturan ve onları oluşturmakla yorulmamış olan
Allah'ın ölüleri diriltmeye de güç yetiren olduğunu görmediler mi/ düşünemediler mi? Evet şüphesiz
ki, O, her şeye gücü yetendir.
(Ahkâf/33)
Yukarıdaki âyetleri de dikkate alarak 6. âyetin takdirini şöyle yapmak mümkündür: “Bu
hayrete düşüren büyüklüğe, derinliğe rağmen kâinat düzeni o kadar sağlamdır ki, kâinatın
içindeki gezegen, yıldız, galaksi, gökada sistemleri, aralarında herhangi bir yarık, çatlak
olmadan birbirleri ile uyumlu ve kopmaz bir irtibat içindedir. Göklerin yapısının insanın
yapısından daha büyük olmasına rağmen, insandan daha karmaşık yapıda olan bu muhteşem
semâda hiçbir düzensizliğin olmaması, Bizim gücümüzün ne kadar büyük olduğunu
göstermektedir.”
Hâlâ yeni keşiflerin yapıldığı güneş sistemini içinde bulunduran samanyolu galaksisi,
bünyesinde güneş benzeri yaklaşık 100.000.000.000 yıldız barındırmaktadır. Gözlenebilir
evrende ise yaklaşık 10.000.000.000 galaksi olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakamlar, bu
büyüklükler sadece evrenin gözlenebilir kısmı için söz konusu olup belki de kâinatın gerçek
boyutu karşısında okyanustaki bir damla gibidir. Dolayısıyla bu muhteşem varlık âlemini
yaratırken hiç yorgunluk duymadığını bildiren Allah'ın kudret ve azameti sonsuzdur. Bu
kudret ve azameti değil ölçmek, düşünmek bile insan aklının kapasitesini aşmaktadır. Hâl
böyle iken, “Öldükten sonra tekrar nasıl diriltilebiliriz?” diye yapılan inkâr, sağlıklı düşünen
aklın yapacağı bir şey değildir.
Semâ”nın yapısı hakkında bilim teknik kitaplarından ayrıntılı bilgi alınabilir.
7,8
Ve Biz, Allah'a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak yeri
yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü iç açıcı-göz alıcı her çiftten
bitkiler bitirdik,
Bu âyette geçen “dağlar” ve “yerin döşenmesi” konuları Şems ve Mürselât sûrelerinin
tahlilinde açıklandığı için burada tekrar detaylandırılmamıştır.
Sekizinci âyet, kendinden önceki [6-7.] âyetlerdeki fiillerin “mutlak” veya “lieclih”
mef‘ulü durumundadır. Bu mef‘ul türleri Türkçe'deki “durum zarfı”na karşılık gelmektedir.
Bu nedenle bu üç âyet [6-8. âyetler], bir cümle içinde toplanarak şu şekillerde takdir
edilebilir:
1) Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, Biz onu Allah'a yönelen her kula,
gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak, hiç yarığı olmadan nasıl bina etmişiz ve süslemişiz.
2) Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, Biz onu Allah'a yönelen her kula,
gönül gözünü açması ve ona öğüt olması için, hiç yarığı olmadan nasıl bina etmişiz ve
süslemişiz.
3) Ve Biz, Allah'a yönelen her kula, gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak yeri de
yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü çeşit her çiftten bitkiler bitirdik.
4) Ve Biz Allah'a yönelen her kula, gönül gözünü açması ve ona öğüt olması için yeri de
yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü çeşit her çiftten bitkiler bitirdik.
8. âyetteki, Allah'a yönelen her kul ifadesi, aklını kullanıp tefekkür eden kişilerin
arasında ancak Allah'a yönelenlerin öğüt alabileceğini bildirmektedir. Bilindiği gibi, bilim
adına olduğu iddia edilen yaklaşımların pek çoğunda, yeryüzünde ve gökyüzünde milyarlarca
yıldan bu yana meydana gelmiş oluşumlar, –bir “yaratıcı” kavramının “bilim”le bağdaşmadığı
anlayışıyla– hep tesadüflerle izah edilmiştir. Oysa evrendeki değişim ve gelişim kanunlarının
tesadüflerle açıklanması, bu muhteşem düzenin, hesaplanması bile neredeyse imkânsız
10
11. küçüklükteki ihtimallere dayandırılması demektir ki, asıl bilimle [matematikle, mantıkla]
bağdaşmayan anlayış budur.
Aslında bu evren, her dilde okunabilen ve her vesile ile anlaşılabilen, herkese açık bir
kitaptır. Bu kitap, bakar kör olmamak şartı ile üst düzeyde bilgiye sahip kişiler tarafından da,
dağ başında medeniyetten uzak bir çoban tarafından da okunabilmektedir. Yani, Allah'a
yönelen ve aklını çalıştıran herkes, bu evrenin bilinçle tasarlandığını, belirli bir programa
bağlı olarak devam ettiğini anlayabilir ve böyle muhteşem bir düzeni de ancak yüce bir
Yaratıcının [Allah'ın] programlayabileceğini idrak edebilir.
9-11
Biz, gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilecek
taneler, kullara rızık olmak üzere tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük
ve yüksek hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık.
İşte diriliş böyledir.
6-8. âyetlerdeki kısa açıklamalardan sonra evren kitabının bazı sayfalarını gözler önüne
sermeye devam eden Rabbimiz, bu âyetlerde de yeniden dirilme konusunu gündeme
getirmiştir.
Çıkış'ın, tıpkı bereketli bir suyun gökten ölü toprağa indirilmesi sonucunda ölü topraktan
bitki ve ağaçların çıkması gibi olacağını bildiren Yüce Allah, bu tarifle inançsızlara diriltmeyi
sanki laboratuarda tatbikî olarak göstermektedir.
Bu âyetler, özellikle Arabistan gibi kurak iklim şartlarında yaşayan insanlara, tam
anlayacakları dilden hitap etmektedir. Zira Arabistan halkı yaşarken görmektedir ki, bazan beş
sene boyunca bir damla bile yağış düşmeyen bölgelerde, kavrularak ne bitki ne de hayvan
hiçbir canlının yaşayamayacağı hâle gelen topraklarda, azıcık da olsa yağmur yağması ile
otlar bitmekte, böcekler canlanıvermektedir.
Yüce Rabbimiz bu âyetlerde sanki şöyle demektedir: “Yerküreyi canlı yaratıkların
yaşaması için uygun bir yer yapan, yeryüzünün cansız toprağını gökyüzünün cansız suyu ile
birleştirerek bağ ve bahçelerde göz alıcı binbir çeşit bitkiyi yaratan, bu bitkileri tüm canlılar
için rızık ve hayat kaynağı kılan Allah hakkında ölümden sonra diriltmeye gücü yetmeyeceği
şeklinde bir düşünce beslemeniz akılsızca bir zandır. Siz, tamamen kuru ve cansız olan bir
bölgenin yağmur taneleri düşer düşmez hayat bulduğunu, ölmüş olan köklerin âniden
dirildiğini, binbir çeşit böceğin o ölü topraktan çıkarak koşuşmaya başladığını gözlerinizle
görüyorsunuz. İşte bu gördüğünüz, ölümden sonra dirilmenin imkânsız olmadığının apaçık
isbatıdır.”
Rabbimiz başka âyetlerde de yağmur ile ölü topraktan bitkilerin çıkmasını ölümden
sonra âhirette dirilmeye örnek olarak göstermiştir:
33
Ve ölü toprak, duyarsız topluma bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık
da ondan yeyip duruyorlar.
(Yâ-Sîn/33)
24
Yine O'nun âyetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği
gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz
ki bunda aklını kullanacak bir toplum için nice alâmetler/ göstergeler vardır.
(Rûm/24)
50
Öyleyse Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?
Şüphe yok ki O, kesinlikle ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir.
(Rûm/50)
19
O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir.
Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız.
11
12. (Rûm/19)
Yukarıdaki âyetlerden başka, Nahl/65, Ankebût/63, Fâtır/9, Câsiye/5, Hadîd/17 âyetleri
de aynı anlamdadır.
Şerefli Kur’ân da, bereketli su gibidir. Ölmüş, kokuşmuş, yozlaşmış birey ve toplumlar
da bu bereketli suyla yeniden canlanabilirler.
12
Onlardan önce Nûh'un toplumu, Ashâb-ı Ress ve Semûd yalanlamıştı.
13,14
Âd, Firavun ve Lût'un kardeşleri, Ashâb-ı Eyke ve Tubba toplumu da.
Bunların hepsi peygamberleri yalanladılar da Benim azabım hak oldu.
Benzerleriyle daha önce de karşılaştığımız bu âyetlerde hem ibret, hem uyarı, hem de
Peygamberimize teselli vardır. Rabbimiz, kendilerine gönderilen peygamberleri
yalanlayanları imha ettiğini bildirmek sûretiyle peygamberlerini sahipsiz bırakmadığını,
güçlendirdiğini göstermiş ve Peygamberimizin durumunun kendisinden öncekilerden farklı
olmadığına dikkat çekmiştir.
Âyetlerde kendilerinden bahsedilen kişi ve toplumlar, muhtemelen ya Arabistan'da ya da
Arapların gidip geldikleri yollar üzerinde veya ilişki kurdukları ülkelerde yaşamışlardır. Bu
kişi ve toplumların [Ashâb-ı Ress, Ashâb-ı Eyke ve Tubba kavmi] sadece isimlerinin bildirilip
haklarında başka hiçbir bilgi verilmemiş olması, Kur’ân'ın indiği dönemde yaşamış olan
insanların onlardan ve hikâyelerinden haberdar olduklarını düşündürmektedir. Bu bilgilerin
günümüze dek ulaşamaması, muhtemelen ilk tarihî kaynakların bu bilgileri derleyip
koruyamamasından kaynaklanmaktadır.
Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, verilen örneklerden birinin bir kavim
değil, kişi oluşudur. Diğer örneklerin hepsi birer topluluğu işaret ederken, Firavun'un
doğrudan şahsı örnek gösterilmiştir. Bunun sebebi, Firavun'un kendininki dışında hiçbir
görüş, kanaat, hür düşünce ve inanç kabul etmeyerek milletine musallat olması, gittiği yanlış
yolda milletini peşinden sürüklemesi, dolayısıyla bütün bir kavmin sapkınlığının sorumlusu
olarak kabul edilmesidir. Çünkü bir toplum ancak kendi düşünce ve davranış hürriyetine
sahipse sorumlu tutulabilir. Firavun, diktatörlük yaparak milletini güçsüz bırakmış, onu
zavallı bir hâle getirmiş, topluca gidilen sapıklık yolunda milletinin günah yükünü de
omuzlarına almış ve “tek sorumlu” konumuna gelmiştir.
Ancak, sapıklığın sorumluluğunu tek kişinin yüklenmiş gibi göründüğü böyle bir
durumda bile bir toplumun sorumluluktan tümüyle kurtulması söz konusu değildir. Çünkü
böyle bir diktatörün kendilerini saptırmasına rıza göstermesi, ses çıkarmama âcizliği de o
toplumun cezalandırılması için yeterli olmaktadır:
50
Fakat ne zaman ki azabı kendilerinden kaldırdık, o zaman onlar sözlerinden dönüverirler.
51-53
Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: “Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan
akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta
kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o'nun
üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli
değil miydi?” dedi.
54
Firavun kendi toplumunu etkisizleştirdi de onlar da ona itaat ettiler. Şüphesiz onlar, hak
yoldan çıkmış kimseler toplumu idiler.
55,56
Sonunda onlar Bizi gazaplandırdıkları zaman onları cezalandırarak adaleti sağladık. Sonra
da onları topluca suda boğduk. Sonra da onları sonradan gelecekler için selef ve örnek yaptık.
(Zuhruf/50-56)
12-14. âyetlerde bazı kişi ve toplumlara sadece isim vererek işaret edilmiş olmasından
maksat, bu toplumların hikâyelerini anlatmak değil, ölümden sonra diriliş haberini veren
peygamberleri yalanlayanların âkıbetlerini hatırlatarak kalplere etki etmektir. Örnek
12
13. gösterilenlerin ortak özelliği, hepsinin de kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış
olmalarıdır.
Ancak, örnek verilen toplumların işledikleri suçu sadece bir tek kendi peygamberlerini
yalanlamak olarak görmek doğru değildir. Şöyle ki: Bütün peygamberler kendi toplumlarına
Allah tarafından kendilerine bildirilen ortak haberi iletmişlerdir. Bu toplumlar, kendilerine
gelen peygamberleri, getirdikleri haberden dolayı yalanlamışlardır. Bu nedenle, yalanladıkları
aslında peygamberler değil, Allah'ın bildirdiği haberdir. Dolayısıyla; bir tek peygamberi
yalanlamak, bütün peygamberleri ve aslında Allah'ı yalanlamak anlamına gelmektedir.
12-14. âyetler, daha önceki 6 âyette âhiretin mümkün olduğu hakkında gösterilen
delillere ek olarak Arapların yakînen bildikleri bazı toplumların ortadan kaldırılışlarını da
kanıt göstermekte, böylece âhiretin gerçekleşeceğini “tarih” ile de isbat etmektedir. Çünkü
bütün peygamberlerin öne sürdükleri âhiret inancını yalanlayan, insanlıktan çıkmış, alçaklar
alçağı konumuna düşmüş inkârcıların çıkardıkları fesat, döktükleri kan ve ahlâksızlıkları
sebebiyle helâk edilmeleri, aslında insanın Allah tarafından yakından takip edildiğini, hesaba
çekilmeden bırakılmadığını, yaptıkları yüzünden bu dünyada da cezalandırılabileceğini
gösteren bir kanıttır.
Âyetlerde adı geçen toplumlardan Âd ve Semûd hakkında daha önceki sûrelerde detaylı
bilgi verilmişti. Nûh ve kavmi için ise ilerideki sûrelerde yeri geldiği zaman bilgi verilecektir.
Bunların dışında kalan toplumların kronolojik olarak sıralanması ilk kez bu sûrede yapılmış
olup Ress, Eykeliler, Tubba toplumları hakkında Kur’ân'da fazla ayrıntı verilmemiştir.
15
Peki, Biz, ilk oluşturmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni
bir oluşturuluştan kuşku içindedirler.
Rabbimiz, Fussılet sûresi'nde çok açık ve net olarak ortaya koyduğu ve şimdiye kadar da
birçok örneklerini gördüğümüz genel ilkesi gereği, bu âyette de yine afak ve enfüsteki
kanunlarından bir örnek vermiştir.
53
Onun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem dış dünyada, hem kendi bünyelerinde
alâmetlerimizi/ göstergelerimizi onlara göstereceğiz. Rabbinin şüphesiz her şeye tanık olmuş
olması da yetmedi mi?
(Fussılet/53)
İLK YARATMA: Âyette verilen örnek, ilk yaratma'dır. Bu örnek hem afakî hem enfüsî
olarak değerlendirilebilir ve iki şekilde anlaşılabilir:
1) İlk yaratma'dan, insanın dünyaya getirilmesi anlaşılabilir ki, bu takdirde örnek enfüsî
niteliktedir:
77
Ve o kişi, kendisini bir nutfeden/ bir damla sudan oluşturduğumuzu görmedi mi de şimdi o
apaçık bir düşmandır.
78
Ve kendi oluşturuluşunu dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: “Kim
diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
79,80
De ki: “Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir.
O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz.
(Yâ-Sîn/77-80)
2) İlk yaratma'dan; göklerin, evrenin ve ilk insanın yaratılışı anlaşılabilir ki, bu takdirde
örnek afakî nitelik arz eder:
33
Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü oluşturan ve onları oluşturmakla yorulmamış olan
Allah'ın ölüleri diriltmeye de güç yetiren olduğunu görmediler mi/ düşünemediler mi? Evet şüphesiz
ki, O, her şeye gücü yetendir.
13
14. (Ahkâf/33)
Hatırlanacak olursa Rabbimiz 6. âyette, Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki?
demişti. Burada da, Peki, Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? buyurmuştur. Bize göre bu
ifade, ilk yaratılanın gökler olduğuna işaret etmektedir.
Bu açıklamaların ışığı altında 15. âyetin takdiri aşağıda belirttiğimiz şekillerde
yapılabilir:
* Şu hâlde ilk yaratmada âciz mi kaldık? Yani, gerek diğerlerini, gerek kendilerini ilk
yaratılışla meydana getirmekle kudretimizi göstermiş değil miyiz ki, ikinci bir yaratışı uzak
görüyorlar da, Bu uzak bir dönüştür diyorlar?
* İlk yaratışla kudretimiz tükenmiş de daha sonrasını yaratmaktan güçsüzlüğe mi
düşmüşüz? Hayır, öyle olmadığını bilirler. Onlar yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar.
15. âyet aslında âhiretin akıl yoluyla [mantıkla] isbatı mâhiyetindedir. Çünkü gerek
insanın bu dünyada canlı olarak var olması gerçeği, gerekse yer, gök ve evrenin düzeninin
gözler önünde sürüp gitmesi Allah'ın bunları yaratmaktan âciz olmadığını açıkça isbat
etmektedir. Yüce Allah âdeta, “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın isbatıdır” demektedir.
Bu durumda, kıyâmeti koparttıktan sonra Allah'ın başka bir düzen kuramayacağını,
ölüleri tekrar diriltemeyeceğini söylemek mantıklı bir yaklaşım değildir. Çünkü Allah bunları
yapmaktan âciz olsa idi (hâşâ), önceden de yapamaz, gördüğümüz hiçbir varlığı yaratamazdı.
Şu hâlde; insanı ve evreni yoktan var eden Gücün yarattığı varlıklara bakarak, O'nun bu
varlıkların hayatlarını ellerinden aldıktan sonra onları tekrar yaratabileceği [diriltebileceği]
sonucuna varmak gâyet sağlıklı bir akıl yürütme biçimidir. Bunun aksini söylemek ise, yani
değişmez kanunlara dayanan muhteşem bir düzen içindeki evreni yoktan yaratmış olan
Gücün, yarattığı bu varlıkları yine Kendi koyduğu kanunlarla değiştirdikten [ölmelerini
sağladıktan] sonra başka bir düzen içinde tekrar yaratamayacağını [diriltemeyeceğini]
söylemek ise, –yaratıcının gücünde bir azalma, kaybolma olmadığına göre–, gerçeklere ve
gerekçelere dayanan mantıklı bir akıl yürütme olmadığından, tek kelime ile abestir.
16
Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını
da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. 17,18
Onun sağından ve
solundan (her yanından) yerleşik iki tesbitçi onun her işini tesbit edip
dururken, insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.
Bu pasajda insanı saptıran gücün kaynağına dikkat çekilerek insanlar uyarılmış, sonra da
“insan” ile onu yaratan, yarattığı için tüm özelliklerini bilen, özgür bırakmış olmasına rağmen
onu sürekli kontrol eden “Yaratıcı” arasındaki ilişki konu edilmiştir. Bu ilişkinin derecesi ise,
Ve Biz ona şah damarından daha yakınız ifadesiyle açıklanmıştır.
Pasajda zımnen şöyle denmektedir: “Bizim kudret ve ilmimiz insanoğlunu içinden ve
dışından öyle çepeçevre sarmıştır ki, Bizim ilim ve kudretimizin ona yakınlığı, şah damarının
ona olan yakınlığından daha fazladır. Konuşmasını işitmek için bir mesafe kat edip yanına
gelmemiz gerekmez, gönlünden geçen düşünceleri bile doğrudan doğruya biliriz. Aynı
şekilde, ona müdahale etmemiz gerekirse, bir mesafe kat etmemiz söz konusu değildir.
Nerede olursa olsun, o, her zaman kontrolümüzdedir, istediğimiz zaman ona müdahale
ederiz.”
Bir taraftan Allah'ın insana, nefsinin kendisine neler fısıldadığını bilecek kadar, hatta
şah damarından bile yakın olduğu söylenmekte; diğer taraftan da insanın üzerine onun her söz
ve hareketini kaydeden iki adet kayıtçı ve denetçinin yerleştirildiği bildirilmektedir. Yüce
Rabbimiz herkesin ne yaptığını en ince ayrıntısına kadar bildiği halde acaba neden ayrıca
herkesin üzerine ne yapıp ettiklerini denetleyen ve kaydeden iki şâhit daha yerleştirmiştir?
14
15. Bize göre bunun manası; Allah'ın adaleti önünde hesaba çekilecek olan insanın, hesabını
önceki dünyada yaptıklarını gözler önüne serecek iki şâhit eşliğinde verecek olmasıdır.
İnsanın kendi vücudu, sözlerini, hareketlerini hatta düşüncelerini en ince ayrıntısı ile zapt edip
kayda alan bir teyp, bir disk gibidir. Hesap gününde bu kayıtlar açılarak ilân edilecek, her
insan dünyada iken söylediklerini kendi sesinden kendi kulağı ile duyacak, yaptığı işleri de
kendi organlarından kendi gözleri ile görecektir. Böylece yaptıklarını inkâr etmesi asla
mümkün olmayacaktır. Her şeyi bilmesine rağmen Yüce Allah, âhirette hesaba çektiği
kimseyi adaletin bütün şartları yerine getirilmiş bir şekilde ve her insanın bizzat kendisini
tanık olarak dinlemek sûretiyle yargılayacaktır. Herkesin dünyadaki söz ve hareketlerinin tam
ve eksiksiz kaydı bu nedenle gerekmektedir.
Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz.
Nefsin vesvesesi, insanın kendi içinden geçirdiği duygular, kuruntular, kararlar gibi,
gizli, içe dönük şeyleri ifade etmektedir. İnsanın içine [gönlüne], söylenenleri ve yapılanları
kaydetmekle görevli yetilerin bile farkına varamadıkları bir gizlilikte geliveren bu içsel, nefsî
şeyler, Allah'tan asla gizli kalamazlar. Çünkü Allah, yaratıcısı ve programlayıcısı olarak
insana, onun kendi nefsine olan yakınlığından daha yakındır. Zaten insana diri olmasını
sağlayan nefsi [canı] veren de Allah'tır.
HABL-İ VERÎD: Âyetteki, وريد حبل [habl-i verîd] tamlaması, uzun zamandan beri “şah
damarı” olarak kabul edilmektedir. Oysa bu deyimin esas anlamı anatomi bilimindeki “şah
damarı” değildir. Anatomi bilimindeki “şah damarı”, kalpten çıkıp baş ve boyun bölgesine
temiz kan taşıyan ana atardamarların ortak adıdır. Habl-i verîd ise, “vücuttakî kirli kanı
taşıyan ana toplardamar”dır.
Bu konuda klâsik kaynakların bazılarında şu bilgiler yer almaktadır:
el-Verîdan [iki toplardamar], boynun önündeki iki yüzünü kavramış iki damardır ki, vetine
[şahdamarına] bağlı olup baştan kalbe doğru girerler.4
Verîd, “boynun yüzündeki damar”dır ki, öfke halinde şişer. Bunlar iki verîddirler
[şahdamarıdırlar].5
Verîd, “ciğere ve kalbe bağlı olan bir damardır ki, kanın akışı onda”dır.6
Verîd, “atardamardan başka kanı taşıyan damar”dır. Verîdân [iki toplardamar] ise, “boynun
önünde, boynun iki yüzünü kavramış iki damardır. Baştan dağılırlar ve vetîne [şahdamarına]
bağlıdırlar.”7
Allah'ın insana yakınlığı belirtilirken habl-i verîd ifadesinin kullanılmasında iki ince
nokta vardır:
1) Bilindiği gibi, atardamar, kanı kalpten vücuda dağıtmakta, yani kanı kalpten
uzaklaştırmakta; toplardamar ise vücuttakî kanı kalbe doğru götürmekte, yani kanı kalbe
yaklaştırmaktadır. Bu sebeple yakınlık ölçüsü olarak verîd [toplardamar] zikredilmiştir.
Nitekim habl-i verîd deyimi, Arap kültürünün yazıya geçmeden önceki hâlinde [kadim Arap
dilindeki şiirlerde], “Ölüm ona verîdden daha yakındır” örneğinde olduğu gibi “pek yakında”
anlamı ile yer almıştır.
2) Habl-i verîd, “kullanılmış, siyah renkli, kirli kanı taşıyan toplardamar”a denmektedir.
Kalbin sağ kulakçığında toplanan bu kan oradan akciğerlere gönderilmekte, akciğerlerde
temizlendikten sonra tekrar kalbe dönüp vücuda pompalanmaktadır. Bu döngü bir çeşit
yeniden yaratma gibidir. Bize göre bu deyimin âyette ifade ettiği diğer incelik de budur.
4
Sahibü'l-Keşşaf.
5
İbn-i Esir.
6
Râgıb. Ayrıca Râgıb, habl-i verîd'den maksadın “ruh” olduğunu da söylemiştir.
7
Nizameddin Nisâburî.
15
16. ALLAH'IN YAKINLIĞI: Kur’ân'ın buraya kadarki bölümünde, kendisini tanıttığı
ifadelerden öğrendiğimize göre Allah'ın zatının kullarına mesafe itibariyle yakınlığı söz
konusu değildir. Âyette geçen Allah'ın yakınlığı, mecâzî bir ifadedir. Bu ifade ile kasdedilen
mana, “insan üzerinde kudret yürütüp bir etki meydana getirme konusunda ona kendisinden
daha yakın, daha mâlik, daha çok tasarruf sahibiyiz, onun nefsindeki vesveseyi de ondan daha
iyi bilmekteyiz” demektir.
Allah'ın yakınlığı konusu, klâsik kaynakların bazılarında şu şekillerde
değerlendirilmiştir:
Allah Teâlâ'nın ilminin kemalini, genişliğini beyandır. Allah ilmi ile ona damarındaki kandan
daha yakındır. Çünkü damara bir engel vardır. O, ona gizli kalabilir. Fakat Allah Teâlâ'nın ilmine
engel mümkün değildir. Buna şu mânâ da verilebilir: Kudretimizin eşsizliği itibariyle Biz ona “habl-i
verîd”den daha yakınız. Emrimiz onda, damarlarındaki kanın akışı gibi cereyan eder.8
Biz ona daha yakınız ifadesi mecâzdır. Bundan maksat, Allah’ın ona ilmen yakınlığıdır. “Allah
her yerdedir” ifadesiyle de O’nun ilminin her yeri kuşatmış olduğu kast edilir. Zira yakınlık mekân ve
mesafe itibariyledir; Allah ise mekândan münezzehtir.9
[
Yani, “Biz onun halini, ona “habl-i verîd”den daha yakın olandan daha iyi biliriz” demektir.
Zatın yakınlığı ile ilmin yakınlığına mecâz yapılmıştır. Çünkü o onun gerekçesidir.10
HER NE SÖYLERSE: Her ne söylerse, “ağızdan ne çıkarsa, hayır veya şer her ne söz
söylenirse” demektir ki bu ifade ile sadece ağızdan çıkan sözler değil, dışa vurulan tüm
eylemler de kasdedilmiştir. Çünkü ağızdan çıkan bir hece, kişinin dışa vuran en küçük
eylemidir. Dolayısıyla insanın ne söylediğini, ne yaptığını gözetleyen tesbitçiler hiçbir sözü
ve hareketi kaçırmadan kaydederler.
Ancak, insana, her yakından daha yakın olan, insanın nefsindeki gizlilikleri ve içine
doğan her dürtüyü insandan daha iyi bilen Allah, insanları sadece irâdeleri ile bilinçli olarak
yaptıklarından sorumlu tutar:
225
Allah, sizleri yeminlerinizdeki boş sözlerden sorumlu tutmaz; ama bilinçli yapılmış
eylemleriniz nedeniyle sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok yumuşak davranandır.
(Bakara/225)
Buradan da, insanın bilinci yerinde değilken, irâdesi dışındaki sözleri ve hareketlerinin
kayda girmeyeceği, bunlardan insanın sorumlu tutulmayacağı anlamı çıkmaktadır.
İKİ TESBİTÇİ: Bu iki tesbitçinin ne oldukları, bir sonraki pasajda kendilerinden سائق
[sâik] ve شهيدشش [şehîd] olarak bahsedilmek sûretiyle açıklanmıştır. Ayrıca sâik, 23. ve 27.
âyetlerde karîn sözcüğü kullanılarak bir kez daha açıklanmıştır. Bu açıklamalara rağmen
âyetteki tesbitçiler'i, insanın sağında hayırları, solunda şerleri yazan melekler olarak anlayıp
anlatmak hem sözcükler açısından, hem melek kavramı açısından ve hem de pasajın anlamı
açısından yanlıştır.
SAĞINDAN SOLUNDAN: Âyette bahsi geçen iki tesbitçi ile ilgili olarak, “sağdaki
melek iyilikleri ve sevapları, soldaki melek kötülükleri ve günahları kaydeder” şeklinde ilginç
rivâyetler ortaya atılmış ve bu rivâyetlerde gerçek dışı anlatımlara yer verilmiştir.
Zıt anlamlı sözcüklerin birlikte kullanılmasının ifadeye anlam zenginliği kazandırdığını
ve bu tür ifadelerdeki sözcüklerin birlikte kullanımının o sözcüklerin kendi anlamlarından
daha başka bir anlam oluşturduğunu Nâs sûresi'nin tahlilinde “İns ve Cinn” başlığı altında
incelemiştik.
8
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
9
Keşşaf sahibi.
10
Kadı Beydavî ve Ebu's-Suud.
16
17. Burada da aynı durum söz konusu olup sağından, solundan ifadesi ile, sadece “sağ ve
sol” değil, “tüm yönler” kasdedilmiştir. Dolayısıyla bu tesbitçiler insanın sadece sağında ve
solunda değil; sağında, solunda, önünde, arkasında, altında, üstünde, içinde, dışında, yani
kalbindedirler. İnsanı sürekli kontrol altında tutarak söylediği ve yaptığı her şeyi kayda alıp
saklayan ve zamanı gelince sakladıklarını çıkarıp ortaya koyan bu tesbitçiler, Allah'ın insana
verdiği iki yeti olup bunlar bize göre İblis ve hâfızadır [bellektir]. Bu yetilere, “meleke”
demek mümkünse de “melek” demek doğru değildir.
19
Ölümün sarhoşluğu gerçekten gerçek ile gelmiştir de: –“Ey insan! İşte
bu, senin kaçıp durduğun şeydir.”–
20
Ve Sûr da üflenmiştir. –“İşte bu, korkutulan gündür.”– 21
Ve herkes,
kendisiyle beraber bir sürücü ve bir şâhit bulunarak geldi.
23
Ve onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: “İşte yanımdaki hazır.”
22. âyet, 1. âyetteki kasem cümlesinin cevabını teşkil etmesi sebebiyle, bize göre aslında
bulunması gereken yerde değerlendirildiğinden, ölüm sarhoşluğundan başlayıp haşr ile yüz
yüze gelişin ve hesap gününün dehşetinin anlatıldığı bu pasajın içine konulmamıştır.
19. âyette üçüncü şahıstan ikinci şahsa dönülerek iltifat sanatı yapılmış ve anlatım
muhataba yöneltilmiştir. Bu da bize muhatabın özel olduğunu anlatmaktadır. Muhatabın özel
olması demek, hitap edilen bu insanın genel anlamdaki insanları değil, sadece inkârcı,
yalanlayıcı insanları sembolize ediyor olması demektir. Zaten İblis ile olan tartışması ve
cehenneme atılması gibi pasajın bütününde anlatılan olaylar da bu insanın inkârcı, yalanlayıcı
olduğunu göstermektedir.
ÖLÜM SARHOŞLUĞU: سركرّك ال [sükr] sözcüğü genelde, “içkinin verdiği sarhoşluk, zihin
bulanıklığı” olarak biliniyorsa da aslında “insanın herhangi bir sebeple zihinsel melekelerini
tam olarak kullanamadığı her türlü zihinsel uyuşukluk durumu”nu ifade eden bir kavramdır.
Buna göre, normal ve sağlıklı muhakemenin şaştığı veya ortadan kalktığı her türlü durum,
sükr hâlidir.
Konumuz olan âyetteki sükr ise, –daha önce Kâriah ve Kıyâmet sûrelerinde de tasvir
edildiği gibi– ölüm sarhoşluğunu, ölümle yüz yüze gelindiğinde meydana gelecek şoku ifade
etmektedir.
Sükr sözcüğü Kur’ân'da bu anlamı dışında, “gözlerin sihir ile bulanması” anlamında
Hicr/14-15'de, “şehvetten gözü dönmüşlük” anlamında Hicr/72'de, “kıyâmet korkusu”
anlamında da Hacc/1-2'de geçmektedir.
ÖLÜM SARHOŞLUĞUNUN HAKK İLE GELMESİ: Bu ifade ile ölümün canı söküp
aldığı başlangıç safhası kasdedilmiştir. Bu safha, daha evvel peygamber ve gönderilmiş kitap
aracılığı ile verilmiş olan kıyâmete dair bilgi ve haberlerin gerçekleşerek insanın gözünün
önüne geldiği safhadır. Bu safhada insan, âhiretin tamamen hakk olduğunu ve hayatın bu
ikinci safhasına mutlu olarak mı, yoksa bedbaht olarak mı giriyor olduğunu bilecektir.
Hatırlanacak olursa bu durum Kıyâmet sûresi'nde daha ayrıntılı olarak anlatılmıştı:
13
O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberdar edilir.
14,15
Aslında insan, tüm mazeretlerini koysa da bile/tüm perdelerini koysa da bile kendi aleyhine
iyi bir gözetmendir: “16
Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme! 17
Kuşkusuz yaptıklarının-
yapmadıklarının birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir. 18
O hâlde Biz yaptıklarını-
yapmadıklarını topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle! 19
Sonra, yaptıklarının-
yapmadıklarının beyanı; kanıtlarıyla ortaya konması da sadece Bizim üzerimizedir.”
(Kıyâmet/13-19)
KORKUTULAN GÜN: İnançsız insan bu dünyada –sorumsuz diğer canlılar gibi–
başıboş gezip dolaşmak istemekte, öldükten sonra yaptıklarının karşılığını göreceği başka bir
hayatın varlığını da istememektedir. Bu yüzden âhiret düşüncesinden âdeta kaçmakta, böyle
17
18. bir âlemin olacağını kabul etmeye asla yanaşmamaktadır. Ne var ki, ölüm sarhoşluğunun hakk
ile geldiği o gün [o ölüm ânı], gözler önüne serilen o ikinci âlemin ilk safhasıdır. İnançsızın
inanmaktan kaçtığı o âlem, o anda bütün gerçekliği ile inançsızın karşısına çıkmaktadır.
SÛR'UN ÜFLENMESİ: Sûr'un üflenmesi ifadesi, tıpkı eski devirlerde kullanılan,
toplanmayı veya tehlikeyi haber vermek için genellikle büyükbaş hayvan boynuzundan
yapılma bir borunun öttürülmesi gibi, o gün de sanki bir içtima borusunun veya sireninin
çalınacağını düşündürmekte ya da bir hakemin oyunu başlatan ve bitiren düdüğünün
öttürülmesini veya bir okulda dersin başladığını ve bittiğini bildiren zilin çalınmasını
çağrıştırmaktadır.
Sûr'un birinci defa üflenmesi ile bütün canlılar ölecek, ikinci defa üflenen Sur ile de
ölmüşler canlandırılarak kabirlerinden kaldırılacak ve Yüce Divan'da toplanmaya sevk
edilecektir.
Sûr'un üflenmesi konusu Kur’ân'da birçok yerde geçmektedir:
68
Ve sûra üflenmiştir de Allah'ın dilediği hariç, göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp
yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir de onlar kalkmışlar karşıda bakıp duruyorlar.
(Zümer/68)
99
Ve Biz, kıyâmet günü ortak koşan kimseleri dalgalar hâlinde birbirlerine girer hâlde
bırakıvermişizdir. Sûr'a da üflenmiştir. Böylece ortak koşan kimselerin hepsini bir araya
toplayıvermişizdir.
(Kehf/99)
51
Ve Sûr'a üflenmiştir. Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar.
(Yâ-Sîn/51)
Bu âyetlerden başka Müminûn/101, Hâkkah/13, En‘âm/73, Tâ-Hâ/102, Neml/87,
Nebe/18 âyetleri de sûra üfürülmesinden bahsetmektedir.
SÂİK ve ŞEHÎD: Klâsik eserlerde sâik'in, insanı önce mahşer meydanına oradan da
hakk ettiği yere sevk edip götüren melek; şehîd'in de amelleri yazan melek olduğu yönünde
açıklamalar yapılmıştır. Ancak bu yöndeki açıklamalar hem dayanaksızdır, hem de
Kur’ân'daki tanıtıma uymamaktadır.
Sâik ve şehîd, yukarıda 17. âyette bahsedilen iki tesbitçi olup bize göre bunlar İblis ile
insan hâfızası'dır. Bizim “İblis” dediğimiz sâik, burada ve 27. âyette karîn olarak
nitelenmiştir. Bu kavramla ilgili daha ayrıntılı açıklamanın “Karîn” başlığı altında yapılmasını
daha yararlı görüyoruz.
KARÎN: قرين [karîn] sözcüğü, “yakın, hısım, akraba, arkadaş ve yaşıt [aynı yaşta olan
arkadaş]” anlamlarına gelir.11
Türkçe'deki “akran” sözcüğü de buradan gelmiştir.
Sözcüğün âyete göre en uygun anlamı, “yaşıt” anlamıdır. Çünkü karîn olarak nitelenen
bu varlık, Rabbimizin emri ile Yüce Divan'da o kişi aleyhinde tanıklık yaptığına göre, onun
ayrılmaz parçası denecek kadar o kişiye yakın olmalıdır. Ayrılmaz parça konumundaki bir
yakınlık ise, o kişi ile birlikte doğup onunla yaşamayı ve onunla birlikte ölmeyi, yani o kişi ile
yaşıt olmayı ifade etmektedir.
Bize göre bu karîn, “İblis”tir. Her kişi İblis'i ile doğar, yaşar ve ölür. Nitekim İblis de
mahşere kadar, yani kişi ile birlikte huzura çıkıp aleyhteki tanıklığını yapıncaya kadar
Rabbimizden izinlidir.
11
(Lisanü’l Arab, “krn” mad. )
18
19. Karîn sözcüğü Kur’ân'da, 7'si tekil, 1'i de çoğul hâlde olmak üzere toplam 8 kez
geçmektedir. Hem karîn'i, hem de İblis'i daha iyi anlayabilmek için bu sûrede geçen iki âyet
dışındaki âyetlere de bakmakta yarar görüyoruz:
51-53
Onlardan bir sözcü der ki: “Şüphesiz benim ‘Sen gerçekten, kesinlikle doğrulayanlardan
mısın? Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?’
diyen bir yaşıtım/yakın arkadaşım vardı.”
(Sâffat/51)
36,37
Ve her kim Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın]
öğüdünden, anılmasından körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için akrandır/
yandaştır; ve şüphesiz ki yandaşlar/ akranlar, körleşenleri Yol'dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin
kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanırlar.
38
Sonunda Bize gelince: “Keşke seninle benim aramda doğu ile batı arasındaki kadar bir
uzaklık olsaydı” der. –Öyleyse bu ne kötü bir akrandır/ yandaştır!–
(Zuhruf/36-38)
36-38
Ve Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ve de anaya-babaya, akrabaya,
yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda
kalanlara, yasalar çerçevesinde himayenize verilmiş kimselere iyilik edin. Şüphesiz Allah,
kibirlenen ve övünen; cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine
armağanlarından verdiklerini gizleyen kimseleri ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde
mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri sevmez. Ve Biz, kâfirlere; Allah'ın
ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere alçaltıcı bir azabı hazırladık. Ve şeytan kimin için
akran/yakın arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır!
(Nisâ/36-38)
25
Ve Biz onlara birtakım yaşdaşlarını/İblislerini kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da,
önlerinde ve arkalarında [tüm çevrelerinde] olanları kendilerine süslü gösterdiler. Gelmiş geçmiş
herkesten, kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan “Söz” onların üzerine hak
oldu. Şüphesiz onlar, zarara/kayba uğrayıp acı çeken kimseler idiler.
(Fussılet/25)
Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü gibi, bu dünyadaki yaşamında kişiyi yoldan çıkaran
karîn [İblis], mahşerde yine devreye girecek ve neredeyse inançsız kişinin kendisini
suçlamasına bile meydan vermeyecek şekilde, İşte yanımdaki hazır! diyecektir. İnançsızın son
bir çırpınışla, yaptıklarının asıl suçlusu olarak İblis'i göstermesi karşısında da birçok âyette
anlatıldığı gibi kendini savunacaktır:
22
Ve iş bitince şeytan [İblis/düşünce yetisi] onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat
etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu.
Ancak ben sizi çağırdım siz de bana karşılık verdiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi
kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah'a
ortak koşmanızı da kabul etmemiştim” dedi. –Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş
yapanlar, kendileri için acı bir azap olanlardır!
(İbrâhîm/22)
–“24,25
Haydi, İblis ve tanık; ikiniz, tüm inatçı, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve
rabliğini bilerek reddeden, hayrı alabildiğine engelleyen, kendine haksızlık eden
ve şüpheci olan o kişileri atın cehenneme! 26
O ki Allah ile birlikte başka bir ilâh
edinmişti. Haydi, ikiniz birlikte, onu şiddetli azaba atın!”–
Âyette geçen, ن مّكجه فى القيا [elkiyâ fî cehennem=ikiniz onu cehenneme atın] cümlesindeki
القيا [elkiyâ=ikiniz atın] ifadesi, klâsik eserlerde Kur’ân dışı zorlamalarla değişik anlamlara
19
20. çekilmiştir. Kimileri bu ifadeyi, “Atın, atın!” anlamında yorumlamışlar, kimileri de “ikiniz”
şeklinde çevirip hitap edilenlerin ‘iki melek’ olduğunu düşünmüşlerdir. Halbuki Rabbimizin
elkiyâ [ikiniz atın] emrinin muhatapları, 21. âyette bildirilen sâik ve şehîd'dir.
Bu pasajda, Haydi ikiniz, atın cehenneme her inatçı kâfiri! talimatı ile
seslenilen, yalanlayıcı kâfirle birlikte haşr alanına getirilmiş olan sâik [karîn=İblis]
ile şâhit [insanın hâfızası], dolayısıyla suçu işleyen organlarıdır. Bu demektir ki,
inançsızı cehenneme atacak olanlar; kişinin cehennemi hakk eden davranışlarda
bulunmasına sebep olan İblisinin (yani, kendisinin, nefsinin) ve bu davranışlarda
bulunan organlarının tüm hareketlerini kaydetmiş olan hâfızasının aleyhteki
tanıklığıdır. Başka bir tanığa da, sebebe [sâike, güce] de ihtiyaç yoktur. Çünkü
insana şahdamarından daha yakın olan Allah, insanın bünyesine koyduğu donanım
[İblis ve hâfıza] ile, haşirdeki yargılama sırasında çıkacak tartışmaları ta en baştan
çözümlemiştir. İblisin dışında insan için, peygamberler, vahyler, yakınları ve
toplumu da tanıklık edecektir. Bu konuyla ilgili şu ayetlere de bakılabilir.
Bakara/ 143, Hacc 78, Fecr/21-23, Nebe/38-40, Nisa/ 41, 159, Nahl /84, 89,
Kaf/ 21, Mü’min /51, Hud/18, 19, Kasas/ 75, Fussılet /20-22, Nur/ 24, Ya Sin/ 65,
Furkan/30, Maide/116-118.
Gerek kalıpları ve gerekse geniş anlamları itibariyle, âyetteki sıfat özellikli sözcüklerin
Türkçe'deki bire bir karşılıklarının tek sözcükle ifadesi mümkün olamamaktadır. Bu sebeple
sıfat nitelikli sözcüklerin ayrıntılı olarak açıklanması yoluna gidilmiştir.
فرارّاك [KEFFÂR=AŞIRI KÜFREDEN/AŞIRI NANKÖR]: كفر [küfr] veya كفشران [küfrân]
mastarlarından türemiş olması mümkün olan bu sözcük; küfr mastarından türemiş olduğunda
“alabildiğine inkârcı”; küfrân mastarlarından türemiş olduğunda ise “alabildiğine nankör”,
yani “kendine bağışlanmış onca bolluğa rağmen Allah'ın nimetlerini inkâr eden, şükrünü eda
etmeyen” anlamlarına gelir.
للخييير نييراعّام [MENN‘ÜN Lİ'L-HAYR=HAYRI ENGELLEYEN]: Bu ifadedeki hayr
sözcüğü, “mal-mülk” ya da “iman” manasına gelebileceği gibi, her iki mana için de
kullanılmış olabilir. Bu durumda mennâ‘ün li'l-hayr ifadesi, “kimseye mal-mülk vermeyen,
iyilik yapmayan, üstelik başkalarının yapmasını da aşırı derecede engelleyen, insanları
imandan şiddetle alıkoyan” anlamına gelir. 25. âyette bir bakıma şöyle denmektedir: “O
Allah'ı inkâr etti, inkârıyla da kalmayıp başkalarının hayrına [imanına] da engel olmaya
çalıştı.”
Bu sıfatın ve dolayısıyla âyetin daha iyi anlaşılabilmesi için Mâûn sûresi'nin
hatırlanmasında yarar vardır:
1
Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını görmesini/ Allah'ın sosyal düzeni
belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi gördün mü/ hiç düşündün mü? 2,3
İşte odur, yetimi itip
kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse.
4-7
Artık, salâtlarında ilgisiz, duyarsız, gösteriş olsun diye salât eden [mâlî yönden ve zihinsel
açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışır gözüken] ve basit bir şeylerin bile bir ihtiyaçlıya
ulaşmasını engelleyen kişilerin vay haline!
(Mâûn/1-7)
معتد [MU‘TED]:
20
21. Bu sözcük, “zâlim, haddi aşan” anlamına gelir.12
Sözcüğün mennâ‘ün li'l-hayr [hayrı
engelleyen] ifadesi ile birlikte ele alınması durumunda, hayr sözcüğünün de anlamı hesaba
katılarak mu‘ted sözcüğü şu iki şekilde açıklanabilir:
1) Hayr sözcüğünün, “mal-mülk” anlamı ön plana alındığında mu‘ted'in de, malı-mülkü,
sosyal yardımı çokça engelleyen, yapması gerekeni kendisi yapmadığı gibi haddi aşarak
zâlimleşen, tefecilik ve hırsızlık gibi yollarla fakir-fukarayı soyup soğana çeviren bir insan
olduğu anlaşılır.
2) Hayr sözcüğünün, “iman” anlamı ön plana alındığında ise mu‘ted'in, imanı
engelleyen, bununla yetinmeyip haddi aşarak zâlimleşen, iman edenleri aşağılayan, onlara
eziyet eden, öldüren, öldürdüğü gibi iman edenlerin düşmanlarına da yardım edip barındıran
bir insan olduğu anlaşılır.
Mennâ‘ün li'l-hayr ve mu‘ted olan bir insanın, her işinde ahlâk sınırlarını yıkıp aşan,
kendi çıkarları ve istekleri uğruna her şeyi yapmaya, her şeyi yıkıp geçmeye hazır olan, haram
yolla mal biriktirip haram yollarda harcayan, insanların haklarına el uzatıp tecavüz eden, dili
bir ahlâk sınırı tanımadığı gibi eli de zulüm ve eziyetten geri kalmayan, iyilik yoluna engeller
çıkaran, bununla da yetinmeyip iyiliği benimseyenlere eziyet eden, iyilik için çalışanlara
kötülük yapan aşırı günahkâr bir insan olduğu anlaşılmaktadır.
مريب [MÜRÎB]: Sözcük yapısı itibariyle Arapça'da farklı anlamları olan iki ayrı kalıba
da uygundur:
Bu kalıplardan birine göre sözcük, “şüpheci, şüphe ile dopdolu” anlamına gelmektedir.
Bu anlama göre yukarıda özellikleri sayılmış olan kişi aynı zamanda âhiret ve mükâfaat
konusunda da şüphe içindedir. Dolayısıyla karşılığını alacağından şüpheli olduğu için
kimseye yardım yapmamakta, mal vermemektedir.
Kalıplardan diğerine göre ise sözcük, “şüpheler uyandırmak sûretiyle başkalarını da
şüphe içinde bırakan kimse”yi ifade etmektedir.
Topluca bakıldığında Rabbimizin bu âyetlerde, insanı cehenneme götüren sıfatları sayıp
bildirdiği görülmektedir, ki bunlar; 1) Hakkı inkâr etmek, 2) Allah'a şükretmemek, 3) Hakka
ve haklıya karşı direnmek, 4) İyilik ve doğruluk yolunda engel olmak, 5) Kendi malından
Allah'ın ve kullarının hakkını vermemek, 6) Muamelelerinde haddi aşıp doğruluktan sapmak,
7) İnsanlara zulüm ve eziyet etmek, 8) Dinin temel prensiplerinden şüphe etmek, 9)
Başkalarının kalbine şüphe sokmak, 10) Allah ile beraber başka birini ilâhlığa ortak kılmaktır.
Bu sıfatları ortaya döküldüğünde inançsız insan korkup titremekte, yaptığı her kötülükte
arkadaşı ve yandaşı ile birlikte olmasından dolayı da onlardan gelebilecek suçlamaları
savuşturmaya çabalamaktadır.
27
Onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: “Rabbimiz! Ben onu
azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir sapıklık içindeydi.”
Bu pasajlardaki söz akışından ve 27-28. âyetlerin ifadelerinden açıkça anlaşılıyor ki,
karîn'den maksat, dünyada o kişi ile uyum içinde olan “İblis”tir ve o kişi ile İblis, Allah'ın
mahkemesinde birbirleri ile atışıp tartışacaklardır.
Mahkeme esnasında kötülükleri ortaya dökülen kişi, şeytânın peşini bırakmadığından
yakınarak asıl cezanın İblis'e verilmesini, İblis'in cezasının kendi cezasından kat kat fazla
olmasını talep edecektir.
Buna karşılık şeytân da (yani, karîn olan “İblis” de), İbrâhîm/22'de olduğu gibi, o kişiyi
günahkâr ve isyankâr yapmak için hiçbir zorlamada bulunmadığını, bu zavallı kişinin asıl
12
(Lisanü’l Arab, “atd” mad. )
21
22. kendisi iyilikten şiddetle kaçan, kötülüğe tutkun ve yapışık birisi olduğu için Allah'ın
âyetlerinden, peygamberlerin sözlerinden hiçbirini benimsemediğini ve aksi yönde yapılan
ufacık bir davete bile koşarak geldiğini söyleyerek kendini savunacaktır:
22
Ve iş bitince şeytan [İblis/düşünce yetisi] onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat
etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu.
Ancak ben sizi çağırdım siz de bana karşılık verdiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi
kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah'a
ortak koşmanızı da kabul etmemiştim” dedi. –Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş
yapanlar, kendileri için acı bir azap olanlardır!
(İbrâhîm/22)
39,40
İblis dedi ki: “Rabbim! Sen beni, insanları azdırmam için yarattığın nedenle kesinlikle ben
de yeryüzünde, her şeyi onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini kesinlikle
azdıracağım!”
41-44
Allah dedi ki: “İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan
başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaat edilen yer
de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır.”
(Hicr/39-44)
60
Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba; selam sabah yok. Cehennemi önümüze siz getirdiniz. O
ne kötü bir duraktır!”
61
Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat
arttır!”
62
Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız birtakım adamları niye göremiyoruz?
63
Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”
64
Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/ davalaşması gerçektir.
(Sâd/60-64)
Bu tartışmalar başka sûrelerde de ayrıntılarıyla yer almıştır.
UZAK BİR SAPIKLIK: Âyette ضلةلة [dalâlet=sapkınlık]in bir de uzaklık ile nitelenmesi
dikkat çekicidir. Bu niteleme dall [sapkın] kimsenin doğru yoldan fazlasıyla sapmış ve
uzaklaşmış olduğunu ifade eder. Sapıklıkta/sapkınlıkta epeyce yol almış ve o yollarda
oyalanıp kalmış kimse, maksat ve hedeften epeyce uzak kalmış demektir. Dolayısıyla
buradaki uzaklık, sapıklığın süresinin uzunluğunu ifade etmektedir. Doğru yoldan sapan
kimse, saptığını anladığı anda girdiği yanlış yoldan dönerse, o kişi için maksat ve hedeften
fazla uzaklaşma söz konusu olmaz. Ancak unutulmamalıdır ki, doğru yoldan saparak yanlış
yolda uzun müddet giden kimse için artık semtler ve yönler belirsiz hâle gelir ve o kişi esas
hedefi göremez, ona ulaşamaz; “gerçek”ten uzaklaşır, kaybolur gider.
28
Allah dedi ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit
göndermiştim. 29
Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla
yanlış iş yapan; yaptıkları iyi amelleri noksanlaştıran, haksızlık eden biri
değilim.”
Yani, Benim huzurumda çekişmeyin. Vaktiyle size kitaplar ve peygamberler göndermiş,
sizi uyarmıştım. Azgınlık edenlere şiddetli azap edileceğine dair size tehditler göndermiştim.
Şeytâna tâbi olmanız durumunda size cehenneme gireceğinizi daha dünyada iken haber
vermiştim. Ama siz yine de ona tâbi oldunuz, Beni dinlemediniz. O nedenle şimdi hesap ve
ceza yerinde boşuna çekişmeyin. Burası çekişme yeri değildir. Daha önce her amelin karşılığı
belirlenmiştir. Her yapılan kaydedilmiştir, değiştirilmez. Herkes ancak yaptığından dolayı
cezalandırılır. Kimseye zulmedilmez; çünkü cezayı veren en âdil hüküm sahibidir.
22
23. 28. âyetin ifadesinden, âhiretteki mahkemede çekişmenin men edildiği ve bunun
faydasız olduğu anlaşılmaktadır. Bu pasajdaki uyarının bir benzeri de Yâ-Sîn sûresi'nde yer
almıştır:
59
Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın!
60-62
Ben; “Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve
Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı”
diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? 63
İşte bu, sizin vaat olunmuş
olduğunuz cehennemdir.
(Yâ-Sîn/59-63)
ALLAH'IN SÖZÜ DEĞİŞMEZ: Âyette değişmeyeceği bildirilen ةلقولا [kavl=söz] nedir?
Bu soruyu kavl sözcüğünün bu âyette ifade etmesi mümkün olan iki farklı anlamı ele alarak
cevaplamak mümkündür:
1) Söz, kelimesi, âyette özel bir sözü, kararı, ilkeyi belirtmek için kullanılmıştır. Bu ilke
Kur’ân'da açıkça bildirilen bir ilkedir:
13
Ve eğer Biz, dileseydik her kişiye doğru yolu verirdik. Velâkin Benden: “Bütün bilinen,
bilinmeyen, geçmişten, gelecekten herkesten cehennemi elbette tamamen dolduracağım” sözü hak
olmuştur.
(Secde/13)
110
Ve andolsun ki Biz Mûsâ'ya Kitab'ı verdik de onda ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden daha
önce verilmiş bir Söz olmasa idi, elbette bu dünyada hemen cezalandırılırlardı. Ve onlar şüphesiz,
Kur’ân'dan kuşkulu bir şüphe içindedirler.
(Hûd/110)
Kur’ân'da başka âyetlerde de tekrarlanan bu ilke, cehennemin ins ve cinn [herkes]
tarafından doldurulmasına yönelik, Rabbimiz tarafından alınmış bir karardır. Ancak
Rabbimizin ins ve cinnin özgür irâdeleri ile yaptıkları seçimi esas aldığı dikkatten
kaçırılmamalıdır.
Rabbimizin bu kararı Kur’ân'da bazan el-kavl (İsrâ/16; Neml/82, 85; Kasas/51, 63; Yâ-
Sîn/7, 70; Sâffat/31; Fussılet/25; Ahkâf/18) olarak; bazan da kelimetü Rabbik (Hûd/119;
En‘âm/115; A‘râf/137; Yûnus/19, 33, 96; Mümin/6; Fussılet/45; Şûrâ/14; Sâffat/171; Tâ-
Hâ/129) olarak yer almıştır.
Bu âyetler ışığı altında, Allah'ın sözü değişmez ifadesinin takdiri şu şekilde yapılabilir:
“Benim katımda kararımı değiştirme prensibi yoktur. Sizin için verdiğim cehenneme atma
kararı geri alınamaz. Siz daha dünyada iken, yolunu sapıtanlara ve yolu saptıranlara âhirette
ne ceza verileceğini bildirdiğim o kanun da değiştirilemez. ‘Sizden hanginiz kötülük yaparsa
o cezasını bulacaktır.’, ‘Hanginiz doğru yoldan ayrılırsa vebalini yüklenecektir’ diye ikinizi
de uyarmıştım. Benim bu uyarıma rağmen ikiniz de suç işlemekten vazgeçmediniz. Şimdi
çekişmekle elinize ne geçecek? Doğru yoldan sapana, saptığından dolayı; doğru yoldan
saptırana da saptırdığından dolayı mutlaka ceza verilecektir. Bu sözden dönüş yoktur.”
2) اةلقول [söz] kelimesi, âyette “cins isim” olarak kullanılmıştır. Bu kabule göre ifadenin
anlamı zımnen şöyle olur: “Benim katımda yalan söylenilemez. Benim huzurumda bir şeyler
uydurulamaz, iftira edilemez. Çünkü Ben âlimim, dolayısıyla azanı da, azdıranı da, az azanı
da, çok azanı da bilirim. Dolayısıyla sizin, ‘Beni şeytân azdırdı’ şeklindeki sözünüz de,
şeytânın ‘Ey Rabbimiz! Onu ben azdırmadım’ şeklindeki sözü de Benim nezdimde bir şey
ifade etmez.”
ال] مّ م ظ [ZALLÂM]: Bu sözcük, “çok büyük zâlim” demektir. Ancak sözcüğün anlamından
yola çıkarak âyetteki ifadeyi, “Ben çok büyük zâlim değilim” diye anlamak doğru değildir.
23
24. Çünkü bu ifadenin mefhumu muhalifinden, “Ben çok büyük zâlim değilim, ama zâlimim”
manası çıkar. Oysa Allah'ın zâlimliği söz konusu olamaz. Tam tersine, Yüce Allah zâlimliğin
zıddı sıfatlara sahiptir. Dolayısıyla buradaki ifade şöyle anlaşılmalıdır: “Eğer Ben yaratıcı ve
Rabb olarak kendi beslediğim yarattığıma zulmedersem o zaman çok büyük zâlim olmuş
olurum. Bundan dolayı Ben Kendi kullarıma en ufak bir zulüm bile yapmam. Size verdiğim
ceza doğrudan doğruya, kendi kendinizi müstahak kıldığınız cezadır. Size hakk ettiğinizden
zerre kadar bile fazla ceza verilmeyecektir. Benim mahkemem, benzersiz bir adaletin
mahkemesidir. Bu mahkemede, suçu kesin şahadetlerle isbat edilmeden hiç kimse cezaya
uğratılmaz.”
30
Biz, o gün, cehenneme, “Doldun mu?” deriz. O da, “Daha var mı?” der.
Bu âyette, yine dehşet verici bir manzara canlandırılmaktadır. Tüm inkârcı ve
yalanlayıcılar, toplumlarına ayak bağı olanlar, mâlî yükümlülüklerini yerine getirmeyenler,
zâlimler ve şüpheciler küme küme cehenneme atılmakta iken cehenneme, “Doldun mu, yeter
mi?” diye seslenilir. Bu karşılıklı konuşmanın bir tarafı olan cehennem de, “Daha var mı?”
diye cevap verir.
Bu sahne, 28. âyetin tahlilinde değindiğimiz ve Rabbimizin Secde/13'de bildirdiği ilke
kararının âhirette nasıl gerçekleşeceğinin, verilmiş Söz'den [ilkeden] asla dönülmeyeceğinin
sembolik bir anlatımıdır.
Bu dehşet tablosunun tam karşısında ise başka bir tablo gösterilmektedir. Bu tablo,
muttakîlere yaklaştırılmış olan cenneti ve orada güzel bir şekilde ağırlanan ve arzu ettikleri
nimetlerle onurlandırılan müminleri göstermektedir.
İşte o tablo:
31
Cennet de, Allah'ın koruması altına girmiş kişilere uzak olmayıp
yaklaştırılmıştır.
32-35
İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan Rahmân'dan; yarattığı bütün
canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan görülmediği, duyulmadığı;
sezilmediği yerlerde bile saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperen ve gönülden bağlı
olan herkes için söz verilendir. –“Selâm ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk
günüdür.”– Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da
vardır.
Dikkat edilirse, bu sûreye kadar Kur’ân'da uygulanmış olan uyarı yöntemi bu sûrede de
uygulanmıştır: Bu pasaja kadar önce içe dönük ve çevreden gösterilen kanıtlarla insanların
ikna edilmesi yoluna gidilmiş, sonra da yalanlayıcıların mahşerdeki hâllerinden bir kesit
aktarılarak yalanlayıcılar tehdit edilmiştir. Bu pasajda ise projöktörler müminlere çevrilmiş,
onların cennetteki durumları gözler önüne serilmiş ve vaatlerin gerçekleşeceği bildirilmiştir.
Cennetin yaklaştırılması ifadesi, mekân olarak yakınlık anlamına gelmez. Bu ifade,
cennete girme imkânı verilenlerin giriş sıralarının geldiğini, cennete girmelerinin çok
yaklaştığını anlatmaktadır.
Bir önceki pasajda olduğu gibi, bu pasajda da çok özel ve çok güzel anlamları olan
sözcükler seçilmiştir. Anlam sahaları bir hayli geniş olan bu sözcüklerin ayrıntılı olarak
açıklanmasında yarar vardır:
وبابّ م با [EVVÂB], يظيحفي [HAFÎZ]: Evvâb sözcüğü, “çokça dönen, çokça yönelen”; hafîz
sözcüğü ise “çokça koruyan” demektir. Her ikisi de mübalâğa kalıbında birer sıfat olan evvâb
ve hafîz sözcükleri birlikte “çokça yönelen ve çokça muhafaza eden” [hiç unutmayan]
anlamına gelir.
24
25. Pasajın anlamı da dikkate alınırsa, sözcükleri aşağıdaki gibi açmak mümkündür:
Evvâb sıfatı; “günahlardan pişman olup çokça dönmeyi ve çokça istiğfar etmeyi”;
“tefekkür ile Allah'a çokça dönmeyi, yönelmeyi”; “Allah'ın dışındaki varlıklara karşı aşırı
meyil göstermekten, hevâ ve heveslerine uymaktan çokça dönmeyi [kendini alıkoymayı]”;
“Allah'tan başkasını kabullenmemeyi ve Allah'ın dışındaki her şeyden kesinlikle el-etek
çekmeyi gerektirdiğinden, evvâb olan kimse arzularını ve isyanı terk edip Allah'a itaat ve
rızayı seçen kimsedir. O, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri terk eder, Allah'ın tavsiye ettiği yola
tâbi olur. Bu yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. Çokça tevbe eder. Allah'a kulluk
yapar, O'nu hatırlar ve her işinde O'na yönelir.
Hafîz sıfatı ise; “tevbesini bozmaktan kendini çokça korumayı”; “Allah'ın zikrini hep
muhafaza etmeyi ve hiç unutmamayı”; “Allah'ı mükemmel sıfatları ile algılayıp O'nu asla
bırakmamayı gerektirdiğinden, hafîz olan kimse bütün varlığı ile Allah'a yönelen ve böylece
her şeyin O'nun sayesinde olup bittiğini, her şeyi O'nun var ettiğini gören kimsedir. Hafîz bu
noktaya vardığında, bolluk içinde ve nimetlere boğulmuş vaziyette bile olsa Allah'ı hiç
aklından çıkarmaz, hep zikreder.
Bu açıklamalara göre evvâb, hafîz ifadesi ile kasdedilen kişi; Allah'ın emirlerini,
farzlarını, haramlarını ve teslim ettiği emanetlerini koruyan, Allah tarafından kendisine
verilen hakkları göz önünde bulunduran, iman ettikten sonra Rabbine verdiği sözü
unutmayan, yanlış hareketlerden dolayı kaybolmasın diye kendi zamanını, gücünü, gayret ve
çalışmalarını gözeten, tevbe ettikten sonra onu bozmayıp tevbesinde duran, her zaman,
“Acaba ben hareket ya da sözlerimle Rabbime itaatsizlik ettim mi?” diye kendini hesaba
çeken kişidir.
Bu sözcüklerin ifade ettiği manalar, aynı zamanda daha önce ayrıntısı verilmiş olan
“muttakî” sözcüğünün de tefsiri mâhiyetindedir.
ييةيبالخش [HAŞYET]: Haşyet, daha evvel açıkladığımız gibi, bilgi ve idrak neticesinde
oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret kalma, uzak kalma korkusudur.
Haşyet sözcüğü ile ilgili ayrıntılı bilgi A‘lâ sûresi'nin tahlilinde verilmiştir.
GAYBDA RAHMÂN'A HAŞYET DUYMAK: Bu ifade, müminleri Allah katında
takdire lâyık hâle getiren iki temel özelliğe işaret etmektedir:
A) Rahmân olan Allah'ın beş duyu organıyla hissedilip algılanamamasına rağmen
müminlerin Allah'a derin bir saygı duymaları ve takvâlı davranmalarıdır. Müminlerin rahmân
olan Allah'a karşı duydukları bu haşyet, onların apaçık görülen ve müthiş güçleri olan başka
varlıklara karşı duydukları korkudan daha fazladır.
B) Mü’minlerin, Allah'ın “rahmet” sıfatını çok iyi bilmelerine rağmen Allah'ın bu
sıfatına güvenerek günah işlememeleridir.
Bu bilgilerden yola çıkılarak “gaybda iken Rahmân'a haşyet duyan” ifadesi şöyle
açıklanabilir: “Allah'ın rahmân olduğunu bildiği hâlde, O'nun rahmetine güvenerek hiçbir
zaman günahkâr olmayan...”
Böyle bir kişi, “Rabbim beni affeder ama ben yine de yapmayayım” diye düşünür.
منيب قلب [KALB-İ MÜNÎB]: “Bir tarafa yüz çevirip hep o tarafa yönelmek” anlamındaki
انابة [inâbet] kökünden gelen منيب [münîb] sözcüğü ile, bir nevi pusula anlatılmak istenmiştir.
Çünkü pusulanın ibresi de daima manyetik kuzey ve manyetik güney kutupları
doğrultusundadır ve pusula hangi yöne çevrilirse çevrilsin, ibrenin yönü bu doğrultudan
sapmaz.
Kalb-i münîb ifadesi ile de, “her taraftan yüz çevirip Allah tarafına dönen ve hayatta
karşılaştığı her türlü acı-tatlı hâdiseler karşısında, yönelmiş olduğu Allah'ın yolundan hiç
sapmayan kalp [akıl]” kasdedilmiştir. Bu ifadenin anlamını Türkçe'de en iyi ifade eden deyim
“gönülden bağlanma” deyimidir. Allah katındaki asıl değer ve kıymet, sadece dil ile ifade
edilen bağlılık değil, O'na canı gönülden gösterilen samimi ve sürekli bağlılıktır.
25
26. Kalb-i münîb, 27. âyette bahsi geçen “uzak bir kayboluş [sapıklık]” ifadesinin tam
zıddıdır. İnançsızlar uzak bir sapıklık içindeyken, inançlılar Allah'a gönülden bağlıdırlar. Hata
ve kusur işlemiş olsalar bile hemen O'na dönmüşler ve O'ndan hiç uzaklaşmamışlardır.
34. âyette geçen سل مسبس ساسادخلوه [udhuluhâ bi-selâm] ifadesine gelince, bu ifade selâm
sözcüğünün farklı anlamları kullanılarak iki şekilde açıklanabilir:
Selam'ın, “emniyet” anlamını öne aldığımızda, söz konusu ifade, “her çeşit üzüntü,
keder ve endişeden korunmuş olarak cennete girin” şeklinde anlaşılır.
Sözcüğün “esenleme” anlamı öne alındığında ise âyetteki ifadeyi, “gelin, bu cennete
girin; Allah ve melekleri tarafından size cennette selâm vardır” şeklinde anlayabiliriz. Bu
konunun detayları aşağıdaki âyetlerde mevcuttur:
30-32
Ve Allah'ın koruması altına girmiş kimselere: “Rabbiniz ne indirdi?” denilince onlar:
“Hayır” derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-güzellik vardır. Âhiret yurdu ise
kesinlikle daha hayırlıdır. Ve Allah'ın koruması altına girmiş kimselerin yurdu; Adn cennetleri ne
güzeldir! Onlar, oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar. Orada, onlar için diledikleri şeyler
vardır. Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri işte böyle karşılıklandırır. Allah'ın koruması
altına girmiş kişiler o kimselerdir ki, melekler onları hoş ve rahat ettirerek onlara geçmişte yaptıklarını
ve yapmaları gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırırlar. “Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin
karşılığı olarak girin cennete!” derler.
(Nahl/30-32)
58
Söz olarak onlara engin merhamet sahibi Rabbden “selâm” vardır.
(Yâ-Sîn/58)
73
Rablerine karşı Allah'ın koruması altına girmiş olan kişiler de kesinlikle cennete bölük bölük
sevk edilecek. Sonunda oraya vardıkları, kapıları açıldığı ve bekçileri onlara: “Selâm sizlere, tertemiz
geldiniz!” dediği zaman “Sonsuz olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!” denilecek.
(Zümer/73)
46
Aralarında da bir perde vardır.
Ve Kur’ân bölümleri üzerinde bilgisi olan kimseler, onların hepsini alâmetlerinden tanırlar. Ve
Kur’ân bilgisine sahip kimseler, cenneti umup da henüz girmemiş olan cennet ashâbına seslenirler:
“Selâm olsun size!”
(A‘râf/46)
23
İman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar da, Rablerinin izniyle/ bilgisiyle içinde
sürekli kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere girdirilirler. Oradaki selâmlaşma
karşılamaları, “Selâm”dır.–
(İbrâhîm/23)
Ayrıca Yûnus/10 ve Hicr/46'ya da bakılabilir.
NE İSTERLERSE VAR, DAHA FAZLASI VAR: Muttakîlerle ilgili tabloyu anlatan
âyetlerin her kelimesinde, muttakîlere yönelik bir ağırlama ve onurlandırmanın göze çarptığı
son derece güzel bir tertip vardır. Meselâ, muttakîlerin cennete girmeleri, cennetin
muttakîlere yaklaştırılması şeklinde ifade edilerek sanki cennetin muttakîlerin ayaklarına
getirildiği izlenimi yaratılmıştır. Yüce Allah'ın cennetin kapısına gelmiş olanlara verdiği,
Selâm ile oraya girin! buyruğu, sanki ikramda bulunmak için davet ettiği misafirlerini kapıda
karşılayıp selâmlayan bir ev sahibinin davranışını andırmakta ve cennet ile yapılan ikrama
ayrı bir renk katmaktadır. Ayrıca Rabbimizin 32-33. âyetlerdeki, İşte bu, çokça dönen ve
çokça koruyan, Rahmân'dan gaybda [tenhada] iken haşyet duyan ve dönen bir kalp ile gelen
[gönülden bağlı olan] herkes için söz verilendir ifadesi ise, cennetin muttakîlere, sâlihâtı
işledikleri için karşılık [ücret] olarak verildiği anlamına gelmektedir. Rabbimizin cenneti
26
27. ücret olarak niteleyen bu beyanı, muttakîlerin cennet nimetleri üzerindeki tasarruf yetkisinin
tam olduğunu göstermekle kalmayıp bize göre iki incelik daha içermektedir: A) Bir nimete
bedel ödeyerek sahip olan bir kimsenin, bedel ödemeden sahip olan kimseye göre o nimetten
çok daha iyi yararlanmayı bileceği gerçeğiyle ilgilidir. Âyetlerde verilen dolaylı mesaj, cennet
nimetleri üzerindeki tasarruf yetkileri tam olan muttakîlerin bu nimetlerden tam ve mükemmel
biçimde istifade etmeyi bileceklerini vurgular niteliktedir. B) “Bedelsiz bir nimete kavuşan
kimsede oluşan endişenin; bağış sahibinin fikir değiştirip cayabileceği endişesinin ortadan
kaldırılmasıyla ilgilidir. İlgili âyetlerdeki dolaylı mesaj, muttakîlere verilen böyle bir
güvenceyi ifade eder niteliktedir. Böylece cennet, hukukî anlamda bir vaat olmaktan öteye
geçerek muttakîlerin mutlaka tahsil edecekleri bir alacak hâline gelmektedir. Yani muttakîler,
sâlihâtı işlemeleri dolayısıyla Allah'a verdikleri borçların karşılığını [ücretini] cennet
nimetleri ile geri almış olacaklardır.
35. âyetteki مزيد [mezîd] sözcüğü, “ziyade, ilâve, fazlası” [artısı] demektir. Yani, cennet
ehline, kendi istediklerine ilâve olarak, onların düşünemedikleri, bilemedikleri, elde etme
arzusunu akıllarına getiremedikleri nimetler verileceği söylenmektedir. Böyle bir müjde bir
başka âyette daha verilmiştir:
26
Güzellik yapan kişiler için daha güzeli ve fazlası vardır. Yüzlerine kara bulaşmaz, aşağılık,
aşağılanma da. İşte bunlar, cennet ashâbıdırlar. Onlar, orada sonsuz olarak kalıcıdırlar. 27
Kötülük
kazanmış olan kimseler de, kötülüğün cezası, bir benzeri iledir. Ve onları bir aşağılık kaplar. Onlar
için Allah'tan, hiçbir koruyucu yoktur. Sanki onların yüzleri karanlık gecelerden bir parçaya
bürünmüş gibidir. İşte onlar ateşin ashâbıdırlar. Onlar orada sonsuza dek kalacaklardır.
(Yûnus/26)
Cennet ehline istediklerinden fazla verilmesi, oradaki nimetlerin cennettekilerin hatırına
gelmeyecek ayrıntıda ve istedikleri miktardan fazla olduğu anlamına geldiği gibi, Allah'ın
orada bu dünyada yaratmadığı şeyleri yaratacağı anlamına da gelmektedir. Yani, cenneti hakk
edenler orada umduklarından ve bildiklerinden fazla ikram göreceklerdir.
24-26. âyetlerin tahlilinde Rabbimizin bu sûrede insanı cehenneme götüren nitelikler
olarak saydığı sıfatlar belirtilmişti. 31-35. âyetlerden oluşan pasajda ise Rabbimiz kişiyi
cennete lâyık kılan sıfatların bir kısmını saymıştır ki, bu sıfatlar da şunlardı: 1) Takvâ; 2)
Allah'a yönelmek [evvâb]; 3) Allah ile olan ilgiyi korunmak [hafîz]; 4) Allah'ı görmeden,
O'nun rahmetine kesin inanmakla birlikte O'na haşyet duymak; 5) Kalb-i münîb ile gelmek
[Allah'a gönülden bağlanmak].
36
Biz onlardan önce kendilerinden daha çetin güce sahip nice nesilleri
değişime, yıkıma uğrattık. Öyle ki onlar beldeleri delik-deşik ediyorlardı. Hiç
kaçıp kurtulacak yer var mı?
37
Şüphesiz ki bunda aklı, anlayışı, vicdanı olan veya kendisi tanık olarak
kulak veren kimse için elbette öğüt vardır.
12-14. âyetlerde, peygamberleri yalanlayan ve helâk edilen kişi ve kavimlerin isimleri
verilerek yapılan uyarı, işin önemine binaen burada farklı bir ifade ile tekrarlanmış ve
dikkatler yeniden tarihten ders alma konusuna çekilmiştir.
HAŞRDAN KAÇMA OLMAZ: İnsanları, önlerindeki o müthiş gün ve çetin azap
konusunda uyaran Allah, onları bu dünyada iken yakalayıp imha edeceği konusunda da
uyarmış ve Kur’ân'ın bir çok yerinde yaptığı açıklamalarla onlara kendilerinden önceki
kavimlerin durumlarını örnek göstermiştir.
36. âyet, Allah tarafından yakalanma zamanı gelenlerin, kuvvet ve ihtişamlarının onları
Allah'ın yakalamasından kurtaramayacağını, kimsenin bu âkıbetten kaçacak ve sığınacak bir
27