SlideShare a Scribd company logo
1 of 40
37 (54) KAMER SÛRESİ
MEKKÎ, 55ÂYET
GİRİŞ
Adını 1. âyette geçen ‫القمر‬ [el-Kamer] sözcüğünden almıştır. Mukâtil gibi bazı Kur’ân
bilimcileri, sûrenin 44-46. âyetlerinin Medenî olduğunu ileri sürmüşlerse de, bu âyetlerin
içinde yer aldığı pasajın söz akışındaki uyumdan, bu görüşün doğru olmadığı kolayca
anlaşılmaktadır.
Bu sûrede önce Târık sûresi'nde tuzak kurdukları açıklanmış olan kâfirlere yapılan
uyarılara devam edilmiş ve âhirete inanmaları için onlara kanıtlar gösterilmiş; sonra da
uyarıya kulak asmamış olan eski kavimlerin âkıbetleri Firavun, Lût, Semûd, Âd ve Nûh
kavimlerine ait kıssalar şeklinde örneklendirilerek açıklanmıştır. Sûrenin sonunda ise, inanmış
ve bu inanca uygun olarak yaşamış olanların mutluluklarından bahsedilerek onlara manevî
destek verilmiştir.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1
O saat/kıyâmetin kopuş anı yaklaştırıldı. Ve her şey açığa çıkarıldı.
2
Onlar ise bir alâmet/gösterge görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam
edip giden bir büyüdür” diyorlar.
3-5
Kur’ân'da kendilerine verilen her emir, “kararlaştırılmış, en üstün
seviyede yeterli, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş bir kanun,
düstur ve ilke” olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular.
Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar yarar
sağlamıyor.
6-8
O hâlde onlardan geri dur. O günde Çağırıcı'nın, bilinmedik/
yadırganan bir şeye çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye
hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar. Sanki onlar darmadağın çekirgeler
gibidirler. O, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler,
“Bu, zor bir gündür” derler.
9
Onlardan önce Nûh'un toplumu da yalanlamıştı. Öyle ki kulumuzu
yalanladılar ve “O, gizli güçlerce desteklenen/deli birisidir” dediler. Ve o
alıkonulmuştu; her türlü faaliyetine engel olunmuştu.
10
Bunun üzerine Nûh Rabbine yalvardı: “Ben gerçekten yenik
düşürüldüm, bana yardım et!”
11
Biz de hemen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik.
12
Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık; derken sular ayarlanmış bir iş
üzerine birbirine kavuştu.
13,14
Nûh'u da, iyilikbilmezlik edilen kişiye bir ödül olmak üzere,
korumamız/ gözetimimiz altında akıp giden levhaları; tahtaları ve
çivileri/urganları olan filika/ küçük gemi üzerinde taşıdık.
15
Ve andolsun Biz, bunu bir âyet olarak bıraktık. O hâlde var mı ibret alıp
düşünen?
16
Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
17
Andolsun Biz, Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O
hâlde var mı ibret alıp düşünen?
18
Âd da yalanladı. Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
19,20
Şüphesiz Biz onların üstüne, uğursuz, uzun bir günde
dondurucu/uğultulu, insanları koparıp atan bir rüzgâr gönderdik; sanki onlar
kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibiydiler.
21
Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
22
Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O
hâlde var mı ibret alıp düşünen?
23
Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25
Bizden bir tek insana mı, o'na mı
uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt;
Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır”
dediler.
26
Yarın onlar, çok yalancının, küstahın kim olduğunu bileceklerdir.
27,28
Şüphesiz Biz onlara, kendilerine görev olmak üzere sosyal destek kurumları
kurmalarını ve onları ayakta tutmalarını emredeceğiz.
Onun için sen onları gözetle ve sabret. Ve onlara bu kurumları ayakta
tutacak zekât; vergi ve harcamada bulunma görevlerinin, kendi aralarında pay
edilmiş olduğunu haber ver; herkesin kamuya ne miktarda katkıda bulunacağı
da belirlenmiştir.
29
Bunun üzerine arkadaşlarına/ idarecilerine seslendiler. O da alacağını
alıp sosyal kurumları ayakta tutan gelir kaynaklarını kurutarak sistemi
çökertiverdi.
30
Peki, azabım ve uyarılar nasılmış?
31
Şüphesiz Biz onların üzerine korkunç tek bir ses gönderdik; ağılcının
topladığı çalı-çırpı gibi oluverdiler.
32
Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O
hâlde var mı ibret alıp düşünen?
33
Lût'un toplumu, uyarıları yalanladı.34,35
Biz onların üzerine ufak taş
yağdıran bir fırtına gönderdik. Lût'un ailesi bundan ayrı tutuldu. Onları
katımızdan bir nimet olarak seher vaktinde kurtardık; Biz kendisine verilen
nimetlerin karşılığını ödeyen kimseyi böyle mükâfâtlandırırız.
36
Andolsun Lût, onları Bizim yakalamamıza karşı uyarmıştı. Fakat onlar
uyarıları kuşku ile karşıladılar 37
ve andolsun o'nun konuklarından cinsel
yönden yararlanmaya kalkıştılar. Biz de onların gözlerini körleştiriverdik/
kabilelerini, soylarını silip süpürüverdik: “38
Haydi azabımı ve uyarılarımı
tadın!”
39
Ve andolsun sabah erkenden, onları kararlı bir azap bastırıverdi:
“Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!”
40
Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O
hâlde var mı ibret alıp düşünen?
41
Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcılar gelmişti. 42
Onlar bütün
âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli birinin
yakalayışıyla yakalayıverdik.
43
Sizin kâfirleriniz; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden
kimseleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa yazıtlarda sizin için
kurtulacaklarına dair Allah tarafından verilmiş bir senet veya ferman mı
var? 44
Yoksa onlar, “Biz birbirine yardım eden/ intikam alabilen bir
topluluğuz” mu diyorlar?
45
Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönerek
kaçacaklardır.
46
Aslında onlara vaat edilen, o saattir. O saat cidden daha feci ve daha
acıdır.
47
Kesinlikle suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.
48
O gün yüzleri üzere ateşte sürüklenirler: “Cehennemin beyinleri
kaynatan sıcağının dokunuşunu tadın!”
49
Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet her şeyi bir ölçü, ayar ile oluşturduk.
50
Ve buyruğumuz, ancak göz kırpması gibi bir tekdir; anlık bir şeydir.
51
Ve andolsun Biz, sizin benzerlerinizi değişime, yıkıma uğrattık. O hâlde
var mı bir düşünen?
52
Ve onların işledikleri her şey, yazıtlarda kayıt altındadır. 53
Küçüğün,
büyüğün, hepsi satır satır yazılmıştır.
54
Hiç şüphesiz Allah'ın koruması altına girmiş kimseler cennetlerdedir,
ırmaklardadır/ aydınlıklardadır. 55
Çok güçlü sahip, yöneticinin huzurundaki
“doğruluk oturma yerleri”nde; doğru kimselere mahsus olan, yalan
söylenmesi mümkün olmayan, yok olma ihtimali bulunmayan sabit
makamlardadırlar.
TAHLİL:
1
O saat/kıyâmetin kopuş anı yaklaştırıldı. Ve her şey açığa çıkarıldı.
2
Onlar ise bir alâmet/gösterge görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam
edip giden bir büyüdür” diyorlar.
1-2.ayetin lafzi manaları, “O saat yaklaştı. Ve ay yarıldı/ay yarılacak/ay doğdu [her şey
açığa çıkarıldı]. Ve onlar bir âyet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam edip giden bir
büyüdür” diyorlar.” şeklindedir. Biz mealde mecazi anlamlarını gösterdik.
O saat yaklaştı. Ve ay yarıldı ifadesi, rivâyet toz-dumanı içinde kalmış olan dirâyetsiz
açıklayıcılar tarafından, Kur’ân âyetlerinden (dolayısıyla Rabbimizden) onay almayan bir
takım kabullere dayandırılarak açıklanmış, böylece bugüne kadar doğru anlaşılamamıştır.
RİVÂYETLERE GÖRE OLAY:
Rivâyetler, hicret'ten beş sene evvel Mekke'de bir akşam vakti dolunay hâlindeki ay'ın
ikiye bölündüğünü, parçalardan birinin dağın üstünde, diğerinin de dağın önünde bir müddet
durduğunu, sonra iki parçanın birleştiğini ve ay'ın tekrar eski hâline döndüğünü
bildirmektedirler. Olayın özeti böyle olmakla birlikte bazı rivâyetçiler uydurmacılıkta bir
hayli ileri gitmişler ve olayı akıl almaz ayrıntılarla süslemişlerdir. Meselâ, Peygamberimizin
bir parmağını ay'a doğru uzattığını ve ay'ın ikiye bölündüğünü, parçalardan birinin
Peygamberimizin abasının yakasından girip kolundan çıktığını ileri süren rivâyetler vardır.
Maalesef dinî eser kabul edilen kitaplar aracılığı ile Müslümanların arasına sokulan bu
uydurmalar sadece bu noktalarda da kalmamış, Esma binti Amis rivâyeti ile Hayber'de ikindi
namazını geçiren Ali'nin, namazını vaktinde kılabilmesi için batmış olan Güneş'in geri
geldiğini ileri sürecek kadar ileri bir noktaya ulaşmıştır. (Güneş'in geri gelme rivâyeti
inşaallah Sad/33’ün tahlilinde incelenecektir.) Ancak biz, bu konudaki rivâyetlerin uydurma
olduklarını göstermek için, avcı hikâyelerine taş çıkartacak kadar uydurma olanlarına değil
de, en muteber kabul edilen Sahih-i Buharî'ye bakmayı yeterli görmekteyiz. Buharî, bu olayla
ilgili rivâyetlere, kitabının “Tefsir”, “Peygamber'in Alâmetleri”, “Menkıbeler” ve “Ensârın
Menkıbeleri” bölümlerinde tekrar tekrar yer vermiştir. Bizim aldığımız örnekler Tefsir Kitabı
bölümündedir:
İbn-i Mes‘ûd (r.a) şöyle demiştir: “Resûlullah (a.s) zamanında ay iki parçaya ayrıldı. Bir
parçası dağın üstünde, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Resûlullah (a.s), “Şâhit olunuz!”
buyurdu.1
Abdullah b. Mes‘ûd (r.a) şöyle demiştir: “Biz Peygamber'in beraberinde idik. Ay iki parça oldu.
Bunun üzerine Peygamber bize, “Şâhit olunuz, şâhit olunuz!” buyurdu.2
İbn-i Abbâs (r.a), “Peygamber zamanında ay yarıldı” demiştir.3
Bize Şeyban, Katâde'den tahdis etti ki, Enes b. Mâlik (r.a), “Mekke ahâlisi Peygamber'den
kendilerine bir mucize göstermesini istediler. Peygamber de onlara ay'ın yarılmasını gösterdi”
demiştir.4
Buradaki senette de Enes (r.a), “Ay iki parçaya ayrıldı” demiştir.5
Gerek yukarıda naklettiğimiz, gerekse diğer hadis kitaplarındaki rivâyetler, olayın İbn-i
Mes‘ûd, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Ömer, Cübeyr b. Mut‘im, Abdullah b. Abbâs ve Ali
tarafından anlatıldığını bildirmektedir. Fakat olayın vukû bulduğu tarihte [hicret'ten beş şene
önce], bu kişilerden Abdullah b. Ömer altı-yedi yaşlarında idi, Enes b. Mâlik ve Abdullah b.
Abbâs ise henüz doğmamışlardı. O yıllarda Ali'nin de çocuk yaşta olduğu hatırlanacak olursa,
sadece İbn-i Mes‘ûd'un reşit yaşta olarak olayı görmesi mümkündür. Yani, İbn-i Mes‘ûd bir
tarafa bırakılacak olursa, böyle ciddî bir konu bizlere o tarihte anasından doğmamış veya beş-
altı yaşlarında olan çocukların anlatımları ile aktarılmış olmaktadır. Üstelik biz biliyoruz ki,
Peygamberimize Kur’ân dışında bir mucize verilmemiştir. Zaten, eğer kendisine böyle bir
mucize verilseydi, Peygamberimizin tüm Mekkelileri çağırıp mucizesini herkese göstermesi
gerekirdi. Çünkü verilen mucizenin gereği ancak böyle yerine getirilebilirdi. Gece gündüz
Peygamberimizin yanından hiç ayrılmamış olan yetişkin, aklı başında sahabeden hiç birinin
adı ile bu konuda bir nakil mevcut değildir.
Diğer taraftan, tarih kitaplarında da, ay'ın ikiye ayrıldığını görüp de İslâm'a giren ya da
gördüğü hâlde inanmayan hiçbir akıllı kimsenin adı geçmemektedir. Kaldı ki, böyle bir olay
meydana gelseydi, dünyanın her tarafından izlenmesi gerekirdi ve bu konuda başka görgü
tanıkları da olurdu.
Esasen, yukarıdaki gibi bir kaç kişinin verdiği haberlere dayanan ve Usûl ilminde
“haber-i vâhid” ve “haber-i meşhur” denilen haberler, imana ait konularda ve haram-helâl
konularında delil olarak kullanılamazlar. Yani, sağlam delillere dayanması gereken inanç,
“haber-i mütevâtir” olmayan haberlerle oluşturulamaz.
Sonuç olarak, bu yanlış inancın hadis kaynağı çürük ve temelsizdir. Aslında biz,
yukarıda adı geçen kişilerin böyle bir açıklama yaptıklarını da kabul etmiyor, olayların
sonradan uydurulup onlara isnat edildiğini düşünüyoruz. Bu uydurmalara burada yer
vermemizin sebebi ise tamamen teşhire yöneliktir.
KUR’ÂN'A GÖRE OLAY
Yukarıdaki rivâyetlere göre olay, Mekke halkının mucize görmek istemesi üzerine
gerçekleşmiştir. Ne var ki, ay'ın ikiye bölünmesi olayının müşriklerin mucize isteklerine
verilmiş bir cevap olduğunu söylemek, Kur’ân âyetlerinin apaçık anlamlarına ters
düşmektedir. Diğer taraftan Peygamberimizin böyle bir mucize gerçekleştirdiğini söylemek,
Allah'ın son peygamberi için belirlediği görevin “sadece tebliğ” olduğunu bildiren âyetlerle
çelişmektedir. Yani, rahmeti gereği Rabbimizin somut mucize vermek istemediğini bildiren
1
Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 385.
2
Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 386.
3
Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 387.
4
Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 388.
5
Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 389.
Kur’ân âyetleri, bu iddianın apaçık bir yalan olduğunu âdeta iftiracıların suratlarına
vurmaktadır:
59
Ve Bizi, alâmetleri/göstergeleri göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları
alıkoydu. Ve Semûd'a, açık, gözle görülebilir biçimde sosyal destek kurumları kurmaları görevini
vermiştik de onun sebep olmasıyla haksız davranmışlardı. Ve Biz, o alâmetleri/göstergeleri ancak
korkutmak için göndeririz.
(İsrâ/59)
5
Aksine onlar: “Bunlar, karmakarışık düşlerdir; yok yok onu kendisi uydurdu; yok yok o bir
şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alâmet/gösterge getirsin” dediler.
6
Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir memleket iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman
edecekler?
(Enbiyâ/5-6)
Yukarıdaki âyetlerden anlaşıldığına göre eski toplumlar kendilerine gösterilen somut
mucizelere rağmen yalanlamaya devam etmişler ve bu yüzden helâk edilmişlerdir. Rabbimiz
insanların geçmişte ortaya koydukları bu tutumlarını tekrarlayacaklarını bildiğinden, her
meydan okuyuşa somut bir mucize ile cevap vermek istemediğini bildirmektedir. Böylece
inanmayanlara bu dünyadaki hayatlarının sonuna kadar tevbe ederek inanma fırsatı da
verilmiş olmaktadır. Zaten Peygamberimizin de Allah'ın bu bildirisine rağmen müşriklerin
ısrarlı taleplerine karşı onlara bir mucize gösterme arzusu içinde olması mümkün değildir:
38
Andolsun ki Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve nesil [oğlan-kız
çocuklar] verdik. Hiç bir peygamber için Allah'ın izni/ bilgisi olmadan herhangi bir alâmet/ gösterge
getirmek de yoktur. Her süre sonu için bir yazı vardır.
(Ra‘d/38)
50
Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki:
“Alâmetler/ göstergeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
(Ankebût/50)
Israrla somut mucizeler isteyen müşriklerin bu istekleri abartılı, abartılı olduğu kadar da
samimiyetten uzaktır:
90-93
Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin
hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın.
Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri
karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak,
senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen
de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”
(İsrâ/90-93)
Müşriklerin kendisinden somut bir mucize göstermesine yönelik ısrarlı ve abartılı
taleplerine karşılık, mucize göstermenin Allah'ın kendisine belirlediği görev sınırları dışında
kaldığını bilen Peygamberimizin onlara bir mucize göstermesi mümkün değildir. O, Allah'ın
talimatları doğrultusunda, bu ısrarlı taleplere, mucizelerin sadece Allah katında olduğunu,
kendisinin de sadece beşer [insan kökenli] bir Allah elçisi olduğunu belirterek cevap vermek
zorundaydı. Sonuçta müşriklerin bu yöndeki ısrarlı ve abartılı talepleri bizzat Rabbimiz
tarafından Kur’ân'ın tek ve yeterli bir mucize olduğunun bildirilmesi sûretiyle
cevaplandırılmıştır:
51
Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi?
Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.
(Ankebût/51)
Rabbimizin Peygamberimize verdiği mucize, müşriklerin bekledikleri türden bir mucize
değil, mucizelerin en büyüğü idi. Bu büyük mucize ne insanı hayretler içinde bırakan bir
görüntü, ne de tanık olanların akıllarını sarsan bir olay şeklindeydi. İşittikleri, anladıkları,
gönülleri kuşatan, idrakleri sarsan, hikmet dolu sözler şeklindeydi. Kur’ân adlı bu ilâhî sözler,
kıyâmete kadar herkesi acz içinde bırakan ebedî bir mucizeydi.
Bunca Kur’ân âyetine rağmen bazı Müslümanlar, uydurulmuş rivâyetlerin karanlığında
yürüyerek meseleye hâlâ, “Allah isterse neden olmasın?” yaklaşımıyla bakmakta ve birçok
asılsız olaya sanki gerçekten olmuş gibi inanmaya devam etmektedirler. Bilinmelidir ki,
burada söz konusu edilen husus Allah'ın böyle bir olaya [ay'ın yarılmasına] güç yetirip
yetiremeyeceği değildir. Çünkü Allah'ın her şeye kâdir olduğunda hiç şüphe yoktur. Asıl
mesele, böyle bir olayın gerçekten olup olmadığı ve bu olayın Kur’ân'dan ve akıldan onay
alıp almadığıdır. İnananların yapacakları şey, her konuda olduğu gibi bu konuda da sadece
Rabbimizin mesajlarını dikkate almaktır. Aksi takdirde, Allah'ın sonsuz kudretini dile getirme
hevesine kapılan koyu câhillerin ya da dindar kalabalıklar üzerinden ikbal ve itibar devşirmek
isteyen kötü niyetlilerin çeşit çeşit mucizeler uydurmasının yolu açılmış olur.
Peygamberimize türlü mucizeler yakıştırmanın giderek varacağı nokta ise, Katolik
inancındaki azîzlik kurumuna benzeyen bir “evliyâlık” makamının ortaya çıkması ve bu
makama ulaştığına inanılan “velî” [Allah dostu] kimselere de Katolik azîzlerine isnat
edilenlerden aşağı kalmayacak sayıda kerâmetin yakıştırılması noktasıdır. Nitekim bu süreç
İslam tarihi boyunca birebir yaşanmış ve evliyâ menkıbelerinin gönüllere verdiği tatlı esriklik
yüzünden câhil halk yığınları hayatın gerçekliğinden yüzyıllarca kopuk yaşamak zorunda
kalmıştır.
Sonuç olarak, Ay'ın yarılması rivâyeti, Kur’ân açısından da çürük ve temelsiz olup
sadece Peygamberimize “sihirbaz” diyenlerin kullanacağı bir malzemedir.
Rivâyetlerde konunun nasıl çarpıtıldığını gördükten sonra 1-2. âyetlerin tahliline
dönebiliriz:
Kamer sûresi, Târık sûresi'nin devamı mâhiyetindedir. Kur’ân'ın mushaf hâline getirilişi
sırasında ayrı sûreler olarak adlandırılarak aralarına duvar örülmüş olsa da, âyetlerdeki
konular ve bağlaçlar bu duvarları aşmaktadır. Meselâ 2. âyetin başındaki vav bağlacı,
Târık/15'deki yekîdûne fiiline matuftur. Aradaki parantez içi ifadeler kaldırıldığında cümle şu
şekilde olmaktadır: Şüphesiz onlar oldukça tuzak kuruyorlar –.................– ve bir âyet
görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar.
Bu durumda 2. âyetteki onlar zamiri ile kasdedilenlerin, Târık/15'deki onlar zamiri ile
kasdedilenlerle aynı olduğu anlaşılmaktadır. Bu kimseler, Beled/19'da ashâb-ı meş’eme
olarak nitelenen kimselerdir.
O saat yaklaştı
Burada yaklaştığı bildirilen ‫سسسعاعة‬ّ‫ا‬ ‫ال‬ [sâ‘at], “kıyâmet saati”dir. O saat, “kıyâmetin
koptuğu, herkesin öldüğü kıyâmet gününün birinci evresi”dir. Sâ‘at sözcüğü, Kur’ân'da hep
bu anlamda kullanılmıştır.
Ve ay yarıldı.
Rabbimizin mesajının doğru anlaşılması ve rivâyetlerde olduğu gibi hurafelere
sapılmaması için bu cümle üzerinde önemle durulması gerekmektedir:
İNŞİKÂK [YARILMA]: ‫انشقعاق‬ [inşikâk] sözcüğü, ‫ق‬ّ‫ا‬ ‫ش‬ [şakk] sözcüğünün infial babına
nakledilmiş şeklidir ve mutavaat [etkilenerek uyma] anlamı içerir. Yani, inşikâk sözcüğü ile
ifade edilen yarılma, maruz kalınan “yarma” etkisine direnç göstermeden, karşı konmadan,
uyum sağlayarak meydana gelen yarılmadır. Bu sebeple önce şakk sözcüğü tahlil edilmelidir:
Şakk sözcüğü, soğuk veya herhangi bir nedenle “elde veya yüzde oluşan çatlaklar” için
kullanılan ‫شقاق‬ [şikâk] sözcüğünden gelmektedir. Araplar hayvanların tırnaklarında ve bileklerindeki
çatlamaya [hastalığa] şikâk derlerdi. Daha sonraları da ciltte her türlü çatlak oluşturan hastalığa şikâk
demişlerdir. ‫شقاق‬ [şikâk] mecâzî olarak da “ayrılıkçı, tefrika çıkaran, normal düzeni bozan”
anlamlarında kullanılır.
Şakk ise, “sad-ı bain” [ayırıcı çatlak] demektir. Otun topraktan çıkışı, çocuğun dişinin çıkışı,
şakk sözcüğüyle ifade edilir. Şakk, aynı zamanda ‫طلوع‬ [tulû‘=doğuş] anlamındadır. Sabahın oluşuna
da ‫صبح‬ّ ‫ال‬ ‫ق‬ّ ‫ش‬ [şakk-ı subh] denir. Çünkü sabah da karanlıkları çatlatmakta, gündüz ile geceyi
ayırmaktadır.6
Râgıb el İsfehânî ise sözcüğü şöyle açıklamıştır:
Şakk, “herhangi bir şeyde meydana gelmiş çatlak”tır. Denilmiştir ki: “Ay'ın inşikâkı, Peygamber
zamanındadır.” Ve yine denilmiştir ki: “Ay'ın inşikâkı, “kıyâmetin kopacağı vakit ortaya çıkacak
yarılma”dır.” Ve yine denilmiştir ki: “Bunun manası, ‘işin açığa çıkması’dır.”7
Yukarıda verilen her iki sözlükteki bilgilere göre, şakk sözcüğü, bir elmayı böler gibi bir
şeyin ikiye, üçe bölünerek ayrılması anlamına değil, bir şeyin üzerinde yarıkların, çatlakların
oluşması anlamına gelmektedir. Nitekim Bakara/74, Meryem/90, Rahmân/37, Hâkka/16,
Abese/26 ve İnşikâk/1'de de şakk sözcüğü, “bir şeyin üzerinde veya bünyesinde oluşan
yarılmaları, çatlamalar”ı ifade etmek için kullanılmıştır.
Şakk sözcüğünün bu anlamına göre, Ay yarıldı ifadesi, “ay üzerinde bir takım
yarılmalar, çatlamalar olduğu” anlamına gelir ki, ay'a gidildiği dönemde [1969], orada ayak
izlerinin oluşması ve ay yüzeyinden parça koparılması sebebiyle, bu âyetin gerçekleşmiş
olduğu ileri sürülmüştür.
Sözlüklerde şakk sözcüğünün karşılığı olarak verilen anlamlara rağmen, Ay yarıldı
ifedesinin, “ay'ın iki parçaya ayrıldığı” anlamına geldiğini ileri süren bazı kimseler, sadece
yukarıda naklettiğimiz zayıf ve uydurma hadislerden destek alan bu görüşlerine, âyetteki fiilin
geçmiş zaman kipi ile kullanılmasını delil göstermişlerdir. Gerçekten de Rabbimiz, âhiret ve
kıyâmet sahnelerini anlatırken âyetlerdeki fiilleri geçmiş zaman kipinde kullanmaktadır.
Böylece kıyâmet ve âhiretin mutlaka gerçekleşeceği vurgulanmış olmaktadır. Bu ifade tarzı
bazan günlük hayatta da kullanılmaktadır. Meselâ, yapmaya kesin kararlı olduğumuz bir iş
için, daha o işe başlamadan “o iş bitti” veya “yaptım bile” şeklinde konuşuruz. Bu sözlerle o
işi “kesinlikle yapacağımızı” ifade etmiş oluruz. Rabbimizin kıyâmet ve âhiretin mutlaka
gerçekleşeceğini vurgulamak için geçmiş zaman kipli fiiller kullanması da böyledir. Nitakim
kıyâmet sahnelerinden olacak olan “Sura üfürülme” de sanki olmuş bitmiş gibi geçmiş zaman
kipiyle verilmiştir. Kehf/99, Mü’minun/101, Yâ- Sîn/51, Zümer/68, Kâf/20 ve Hakka/13’te
görülebilir.
Bu ifade tarzının Kur’ân'da daha birçok örneği vardır:
1
Allah'ın emri kesinlikle gelecek. Artık onu acele edip istemeyiniz. Allah, onların ortak
koştukları şeylerden arınıktır ve yücedir.
(Nahl/1)
Ayrıca; Rahmân/37, Hâkka/14-16, İnşikâk/1-5, İnfitar/1-4, Tekvîr/1-14, A‘râf/38-50,
Zümer/68-74'e de bakılabilir.
Bu yaklaşımla konumuz olan âyetin anlamı, “Kıyâmet yaklaştığında ay mutlaka
yarılacaktır” demek olur. Hasan-ı Basrî, Ebu's-Suud, Osman b. Atâ, Nesefî gibi bilginler ve
tüm çağdaş bilginler de bu anlamı tercih etmişlerdir.
6
Lisânü'l-Arab; c. 5, s. 107.
7
Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât; s. 264, “Şakk” mad.
“ŞAKK” SÖZCÜĞÜNÜN “TULÛ‘”[DOĞUŞ] ANLAMINDA OLUŞU: Sözcüğün bu
anlamı dikkate alındığında, Ay yarıldı ifadesinden, “ay'ın doğup ortaya çıktığı ve karanlığı
çatlattığı” manası ortaya çıkmaktadır. Şems sûresi'nin tahlilinde, Güneş'i takip eden ay
ifadesinin, “Kur’ân'ı izleyen Peygamber” anlamına geldiği yönünde bir tesbitte bulunmuştuk.
Bu tesbit doğrultusunda, aynı anlam buraya taşınarak, Ay yarıldı ifadesinden, “Peygamber'in
gönderildiği ve açığa çıktığı, o'nunla da iyi ile kötünün, iman ile küfrün, hidâyet ile dalâletin
açıklığa kavuşturulduğu” anlaşılabilir. Şöyle de ifade edilebilir: Ay'ın yarılması, ay doğduğu
esnada karanlığın yarılmasıdır. Bu deyim [şakku'l-kamer], “durum aydınlandı, ortaya çıktı”
anlamında kullanılır. Nitekim Araplar, bazı açık ve belirgin durumları ifade etmek için
atasözlerinde “ay” sözcüğünü kullanmaktadırlar.
Mutavaat anlamı taşıyan ‫ق ت‬ّ‫ا‬‫انش‬ [inşekkat] sözcüğüne bu mecâzî anlam doğrultusunda
bakıldığında, sûrenin 1-2. âyetleri şu anlama gelmektedir:
Saat [Kıyâmet] yaklaştı. Ve her şey Allah tarafından açıklığa kavuşturuldu. Ve onlar
bir âyet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar.
Yani, saat yaklaşıp ay yarıldığı, her şey açıklığa kavuşturulduğu hâlde, gördükleri
mucizelerden yüz çeviriyorlar. Olacak olmadan, başlarına belâ gelmeden akıllanmıyorlar.
Âkıbeti düşünmüyorlar. Gördükleri âyetlerden ibret alacakları yerde “süregelen bir sihirdir”
diyerek yüz çeviriyorlar.
Buradaki ‫اية‬ [âyet] sözcüğü, “hayret verici alâmet, olağanüstü durum, mucize” anlamına
gelmektedir. Kural olarak, bir şart cümlesinde yer alan nekre [belirtisiz] kelimeler, olumsuz
cümlelerdeki nekre kelimeler gibi, soyut veya somut herhangi bir varlığın tüm cinsini ifade
eden cins ismi mâhiyetindedirler. Bu kural gereği, buradaki âyet sözcüğü, herhangi bir mucize
anlamında olup her türlü mucizeyi de içine almaktadır.
Bu durumda, Öteden beri süregelen bir sihirdir diyen müşriklerin, gördükleri hiçbir
âyeti, hiçbir delili, hiçbir mucizeyi dikkate almadıkları vurgulanmış olmaktadır. Kur’ân'dan
başka bir mucize görmedikleri için, müşriklerin gördüğü ve dikkate almadıkları ifade edilen
âyetler/mucizeler, Kur’ân âyetleridir. Hatırlanacak olursa, müşriklerin bu tavrı daha evvel
Müddessir sûresi'nde de konu edilmişti:
18-25
Şüphesiz o, düşündü ve ölçü koydu. –Artık o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu! Yine o
mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu!– Sonra baktı. Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra,
arkasını döndü ve böbürlendi de: “Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu,
beşer sözünden başka bir şey değil” dedi.
(Müddessir/24)
Burada “süregelen” olarak çevirdiğimiz sözcüğün orijinali ‫ر‬ّ‫ا‬ ‫ستم‬‫س‬‫مس‬ [müstemir] olup bu
sözcük birden çok anlama gelmektedir. Bu anlamları şöyle sıralayabiliriz:
* “Devam eden” anlamına gelir ki, zaten gelen vahiyler ve yapılan tebliğler
kesintisizdir, süreklidir, devam etmektedir.
* ‫ر ة‬ّ‫ا‬ ‫الم‬ [el-mirretu] sözcüğünden türemiş olup “güçlü” manasına gelir.
* ‫المرار ة‬ [el-mirâretu] kökünden türemiş olup “öd kesesi” manasına gelir. Buna göre
ifade, “Bu, acı, tadı bozuk bir sihirdir” manasında olur.
* “Geçici, geçip giden, zeval bulan” anlamındadır. Sözcük bu anlamla
değerlendirildiğinde ise sihrin geçiciliği, sürekli olmadığı vurgulanmış olur.
Biz, “sürekli, devam eden, süregelen” anlamının en uygun anlam olduğu kanısındayız.
Çünkü müşriklerin “büyü” olarak niteledikleri âyetler süreklidir, kesintisizdir. Müşrikler
kendilerine tebliğ edilen âyetlerin özünü araştırmaya yanaşmamakta ve bu âyetlerin
anlamlarına sırtlarını dönmektedirler. Bir delile ve kanıta dayanmadan sırf keyfî arzularına
uyarak, gördükleri âyetleri ve bu âyetlerle ortaya konan gerçekleri hiç irdelemeden,
düşünmeden yalanlamaktadırlar.
Doğru anlayabilmek maksadıyla sûrenin başından beri üzerinde çalışma yaptığımız ilk
iki âyetteki kısa ve öz mesaj, Rabbimiz tarafından Enbiyâ sûresi'nde detaylandırılmıştır:
1
İnsanlar için hesapları yaklaştı. Onlar ise aldırmazlık içinde, mesafeli duran kimselerdir.
2,3
Rablerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü/hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri
eğlenerek dinlerler. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, aralarında şu
fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi
gidiyorsunuz?”
4
De ki: “Benim Rabbim gökte ve yerde her sözü bilir. Ve O, en iyi işiten, en iyi bilendir.”
5
Aksine onlar: “Bunlar, karmakarışık düşlerdir; yok yok onu kendisi uydurdu; yok yok o bir
şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alâmet/gösterge getirsin” dediler.
6
Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir memleket iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman
edecekler?
7
Ve Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri gönderdik/elçi
yaptık.
Haydi, siz bilmiyorsanız Öğüt/Kitap Ehli olanlara/vahiy bilgisi olanlara soruverin.
8
Ve Biz o elçileri yemek yemez birer ceset yapmadık. Onlar sürekli kalıcılar/ ölümsüz de
değillerdi.
9
Sonra Biz onlara, verdiğimiz o sözü yerine getirdik. Böylece onları ve dilediğimiz kimseleri
kurtardık. Aşırı gidenleri de değişime/yıkıma uğrattık.
10
Hiç kuşkusuz Biz size, öğüdünüz/şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen
hâlâ akıllanmayacak mısınız?
11
Biz, şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yapan nice kentleri de kırıp geçirdik.
Onlardan sonra da başka toplumları var ettik.
12
Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı. –
13
Hızla uzaklaşıp kaçmayın, sorgulanmanız için, içinde şımarıp azdığınız şeylere ve evlerinize
dönün.–
14
Onlar: “Yazıklar olsun bizlere! Şüphesiz biz gerçekten yanlış davrananlar; kendi zararlarına
iş yapanlar imişiz” dediler.
15
İşte onların bu çağrıları, onları biçilmiş bir ekin ve sönmüş ocak/kül hâline getirinceye kadar
son bulmadı.
(Enbiyâ/1-15)
3-5
Kur’ân'da kendilerine verilen her emir, “kararlaştırılmış, en üstün
seviyede yeterli, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş bir kanun,
düstur ve ilke” olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular.
Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar yarar
sağlamıyor.
Bu âyet grubunda ilk olarak Müslümanlar arasında yanlış anlamda kullanılan ‫سة‬‫س‬‫حكم‬
[hikmet] sözcüğü üzerinde durmak gerekmektedir. Kur’ân'da ilk kez bu sûrede geçen ve bizim
de “zulüm ve fesadı [kargaşayı] önleyen ilke” olarak çevirdiğimiz hikmet sözcüğü, âyette ‫بعالغة‬
[bâliğa] sıfatıyla birlikte yer almıştır. Buna göre, âyetteki ‫بعالغسسة‬ ‫حكمسسة‬ [hikmet-i bâliğa]
tamlaması, “en üstün seviyede, yeterli olacak şekilde, zulüm ve fesadı engelleyen ilke”
anlamına gelir. “HİKMET” SÖZCÜĞÜNÜN GERÇEK ANLAMI: ‫حكمسسة‬ [hikmet]in ne
olduğunu anlamak için sözcüğün lügat anlamını bilmek yeterlidir.
Hikmet sözcüğü, ‫سم‬‫س‬‫حك‬ [hukm] sözcüğünün bir türevi olup “bina-i nev'i, ism-i nev'i”
kalıbındadır. Kullanıldığı fiilin bütün anlamlarını temsil eden bir isim niteliğindeki bu
kalıptan birçok sözcük türetilmiştir. Bu sözcüklerden birçoğu Arapça'daki anlamlarıyla
Türkçe'ye de geçmiştir. Türkçe'de yaygın olarak kullanılmakta olan bu kalıptaki sözcüklerden
bir kısmı şunlardır: Bid‘at, cinnet, fikret, fitne, firkat, gıybet, hizmet, hicret, illet, iffet, kıymet,
kısmet, kisve, minnet, mihnet, nimet, rif‘at, ric‘at, sirkat, şirket, şiddet, zînet.
Hikmet de aynı kalıptan geldiği gibi, hikmet'in türetildiği hukm sözcüğünün türevleri
olan hâkim, hakem, hâkimiyet, hükûmet, muhkem, tahkim, muhâkeme, mahkeme, ihkam ve
tahakküm gibi birçok sözcük de Türkçe'ye geçmiş ve Türkçe'leşmiş olarak kullanılmaktadır.
Hukm sözcüğüne, sözcük ve terim anlamı olarak bugün elimizdeki Arapça sözlüklerde
verilen karşılıklar şunlardır: “Hükmetmek, yargılamak”; “işi sağlama almak,
sağlamlaştırmak”; “yüzün ön kısmı, alın”; “şan, şeref”; “çağırmak, mahkemeleşmek”;
“hakemlik etmek, tecrübeli uzman”; “hikmet sahibi olmak, hakîm olmak.”
Allame İbn-i Manzur'un Lisânü'l-Arab adlı eserinde ‫سم‬‫س‬‫حك‬ [hakeme] sözcüğünün esas
anlamının ‫سع‬‫س‬‫من‬ [mene‘a=engel oldu] demek olduğu belirtilmektedir. Bu durumda hakeme
sözcüğünün mastarı olan hukm sözcüğü de “engel olmak” anlamına gelmektedir. Araplar bu
sözcüğü, “insan veya hayvana mani olmak, onu kontrol altına almak” anlamında
kullanmışlardır. Sözcüğün İslâm öncesi Arap şiirinde bu anlamda kullanıldığını gösteren
yüzlerce örnek vardır. Ayrıca hayvanların kontrolünü sağlayan “gem” denilen alete de
Araplarca ‫حكمة‬ [hakeme] denmiştir.8
Kur’ân döneminde ise, sözcüğün anlamı biraz daha özelleşerek, “zulme ve fesada engel
olmak” anlamında kullanılmıştır. Hakeme sözcüğünden türetilen sözcükler de o dönemde
özelleşmiş olan bu anlama uygun olarak kullanılmıştır. Bu sözcüklerden bir kaçı ve
kullanıldıkları anlamlar şöyledir:
* Hâkim: Zulme ve fesada engel olan kişi.
* Mahkeme: Zulme ve fesada engel olunan yer.
* İhkam: Zulme ve fesada engel oldurma.
* Muhkem: Zulme ve fesada engel edilmiş şey.
Sözcüğün Kur’ân'ın indiği dönemde bu özelleşmiş anlam içeriğiyle kullanıldığına dair
Peygamberimize isnat edilmiş meşhur bir hadis bile bulunmaktadır: ‫سدك‬‫س‬‫ول‬ ‫سم‬‫س‬‫ك‬ّ‫ا‬ ‫تح‬ ‫سعا‬‫س‬‫كم‬ ‫ستيم‬‫س‬‫الي‬ ‫كم‬ّ‫ا‬ ‫ح‬
[hakkimu'l-yetîme kemâ tühakkimu veledeke=kendi çocuğunu engellediğin gibi yetimi de
engelle!], yani “Kendi çocuğunun zulmüne, fesadına, kötü yetişmesine mani olduğun gibi
yetime de mani ol ki, o da iyi yetişsin, kötü birisi olmasın.”
‫حكم‬ [hukm] mastarının tüm türevleri bu anlam ile uyumludur. Sarf ilmi'nin kurallarına
göre bu sözcükten birçok farklı sözcük daha türetmek mümkündür. Nitekim hukm mastarının
farklı türevleri Kur’ân'da 210 yerde geçmekte ve dikkatle incelendiği takdirde hepsinin de
“zulme ve fesada mani olma, engelleme” anlamında kullanıldığı açıkça görülmektedir.
Hukm mastarından türemiş olan ‫حكمسسة‬ [hikmet] sözcüğü, girmiş olduğu ism-i nevi
kalıbından dolayı, “zulme ve fesada engel olma”nın adı olmak durumundadır. Bu duruma
göre hikmet'e verilmesi gereken en uygun anlam, “zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş
olan kanun, düstur ve ilke” olmaktadır.
Hikmet sözcüğü, hepsi de doğal sözcük anlamıyla kullanılmış olarak Kur’ân'da 19 âyette
20 kez geçmektedir. Sözcük Kur’ân'da ilk defa, 37. sırada Mekke'de inen Kamer sûresi'nde
yer almış ve bu âyetten sonraki âyetlerde geçen hikmet sözcükleri yine Kur’an tarafından
ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
Söz konusu âyeti, hikmet sözcüğünün bu anlamı ışığı altında değerlendirdiğimizde,
vahiyle topluma gelen “kararlaştırılmış, zulüm ve fesadı engelleyen üst seviyede ilkeler ve
bunlardan vaz geçirecek haberler”e rağmen, inançsızların keyif, tutku ve heveslerine uyarak
ömürlerini fısk ve fücûrla geçirmeyi tercih ettikleri anlaşılmaktadır. İnançsızların bu tavırları
daha önce Kıyâmet sûresi'nde de söz konusu edilmişti:
5
Aslında o insan, önünü; kalan ömrünü din-iman tanımayıp kötülüğe batmakla geçirmek istiyor:
(Kıyâmet/5)
8
Lisânü'l-Arab; c. 2 s. 539-543, “Hukm” mad.
ENBA’ [ÖNEMLİ HABERLER]: ‫باء‬‫ب‬‫أنب‬ [enba’], “önemli, mühim haberler” demektir.
Nitekim Neml/22, Hucurât/6 ve Âl-i İmrân/44'de detaylı olarak görülebileceği gibi, ‫نبأ‬ [nebe’]
ve ‫انباء‬ [enba’] sözcükleri Kur’ân'da ancak ağırlığı ve önemi olan şeyler için kullanılmıştır.
Yukarıdaki pasajda işaret edilen önemli haberler, Kur’ân'daki geçmiş toplumlara ait
kıssalardır. Bu konuyla ilgili daha detaylı açıklama, sûrenin sonunda verilen “Hikmet” başlıklı
ek yazının içeriğinde mevcuttur.
Bu açıklamalara göre 3-5. âyetlerin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür:
“Kendilerinden önce yaşamış ve ilâhî mesajı yalanlamış toplumların yok edilişlerinin ve yine
Kur’ân'da tasvir edilen âhiret serüvenlerinin haberleri onlara geldi. Bütün bu haberler, yanlış
yolda olanların tutumlarını değiştirmelerini sağlayacak nitelikte uyarıcılardı. Yine bu emirler,
onları zulüm ve fesattan en üst düzeyde engelleyecek yasalar ve ilkelerdi. Ama buna rağmen
uyarılar onlara fayda vermiyor.”
6-8
O hâlde onlardan geri dur. O günde Çağırıcı'nın, bilinmedik/
yadırganan bir şeye çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye
hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar. Sanki onlar darmadağın çekirgeler
gibidirler. O, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler,
“Bu, zor bir gündür” derler.
Bu pasajda Mekkeli müşriklerin hâlleri sergilenmekte ve Peygamberimize o
zavallılardan yüz çevirmesi, onları kendi hâllerine bırakması telkin edilmektedir: “Artık onları
kendi hâline bırak! Çünkü sen onlara en ikna edici delilleri getirdin ve kıyâmeti inkâr ettikleri,
peygamberlerini yalanladıkları için cezalara çarptırılan kavimlerden ibret verici, caydırıcı
tarihî örnekler verdin. Tüm bunlara rağmen onlar hâlâ ders almıyorlar. Onları kendi hâline
bırak, artık onlarla sözlü münâkaşada bulunma, onlarla kaynaşma, samimî olma ve onlardan
geri dur!”
Hatırlanacak olursa, Rabbimiz Peygamberimize Kalem/44'de, Onları Bana bırak!;
Necm/29'da da, Onlardan mesafelen! şeklinde telkinlerde bulunmuştu. Yukarıdaki âyette
verilen emir ise öncekilerden daha kapsamlıdır. Zira burada kullanılan tevella sözcüğü, sallâ
sözcüğünün karşıt anlamlısı olup “destek vermemek, yardımcı olmamak, sırt çevirmek”
anlamına gelmektedir.
MÜNADİ [ÇAĞIRICI]: Kaf/41-42'nin tahlilinde de değindiğimiz gibi, söz konusu
çağırma, ister vasıtalı, ister vasıtasız olsun, Çağırıcı bizzat “Rabbimiz”dir.
‫نكر‬ [NÜKR]: Âyetin orijinal metninde yer alan ‫نكر‬ [nükr] sözcüğünün;
* Bugün yaygın olarak kullanıldığı gibi, “inkâr edilen, çirkin, kabul görmeyen” anlamı
esas alınırsa, “Çağırıcı”nın onları münker olan [kabul etmedikleri, çirkin buldukları] şeye
çağırdığı;
* ‫كببر‬ّ‫ر‬ ‫من‬ [münekker=yadırganan, ihtimal verilmeyen] anlamı esas alınırsa, çağırıcının
onları cehenneme, yani onlara göre olmaması gerekene çağırdığı anlaşılır. Nitekim Araplar,
“Bunun böyle olmaması gerekirdi”, “Bu, olmamalıydı”, “O kişi münkerden nehyeder”
[olmaması gerekenden yasaklar] gibi ifadelerde hep aynı sözcüğü kullanırlar.
‫ابصصصارهم‬ ‫شصصاعا‬ّ‫ا‬ ‫خ‬ [HUŞŞÂ‘AN EBSÂRUHUM [GÖZLERİ DÜŞKÜN DÜŞKÜN]: Bu
deyim, “gözleri huşu içinde” demektir. Gözlerdeki bu huşu, korkudan, pişmanlık ve utançtan
ya da dehşetten kaynaklanmış olabilir. Yani çağırılanlar; olayın veya başlarına geleceklerin
korkusuyla; olayın dehşetiyle; duydukları pişmanlık ve utançla gözleri huşu içinde
kabirlerden çıkacaklar ve çağırıcıya doğru fırlayacaklardır. Bu kimseler âyette darmadağın
çekirge sürüsüne benzetilmiştir.
Bu benzetme, onların çok olmaları ve dalgalanmaları bakımından yapılmış olabileceği
gibi, onların şaşkınlığını ve güçsüzlüğünü ifade etmek için de yapılmış olabilir. Bu konuyla
ilgili şu açıklama isabetli bir tespittir:
İşte o gün insanların mezarlarından çıkışı çekirgelere benzetilir. Peki, neden çekirgelere? Allah
neden bu örneği seçmiştir? Son yüzyılda haşereler üzerinde mikro kameralar ve sistemli gözlemle
yapılan araştırmalar bize neden çekirgelerin örnek olarak gösterildiğini açıklamaktadır. Her şeyden
önce çekirge sürüleri çok kalabalıktır. Milyarlarca çekirge bir araya gelerek kilometrelerce uzunluk
ve genişlikteki kapkara bir yağmur bulutunu andırırlar. Bu sürülerin bazılarının 3-5 km. genişliğinde
ve metrelerce derinlikte olduğu tesbit edilmiştir.
Ayrıca çekirgeler yumurtalarını toprağın içine tohum gibi yerleştirirler ve çekirge larvaları
uzun bir müddet toprağın altında kaldıktan sonra yeryüzüne çıkarlar. Nereden çıkarlar? Toprağın
altından...
Şimdi örnek olarak Amerika'nın New England bölgesinde yaşayan çekirgeleri inceleyelim. Bu
çekirgeler 17 yaşına bastıkları yılın Mayıs ayında, uzun yıllardan beri yaşadıkları yeraltındaki
karanlık yarıklardan toprak üzerine çıkarlar. Eğer insanlara, “Sizi karanlık bir yere kapatacağız ve
saatiniz olmadan, dış dünyayla bağlantınız olmadan 17 gün sonra hep beraber dışarı çıkacaksınız”
deseniz, emin olun birçok insan 17 günlük süreyi bile doğru tahmin edemez. Dünya'dayken maddî
bedeni mezara konmuş insanların, âhirette topluca yaratılmalarına bundan güzel örnek olur mu?
Kısacası çekirgeler ve insanlar benzer şekilde toprağın altında uzun bir müddet kaldıktan sonra
topluca çok kalabalık olarak yeryüzüne çıkarlar.9
O kâfirler, “Bu, zor bir gündür” derler.
Bu ifadeden, âhiretin, kâfirler ve müminler için farklı olacağı anlaşılmaktadır. Çünkü
kıyâmetteki korku ve dehşet sadece kâfirler içindir:
8-10
Çünkü, o boruya üflendiğinde, işte o, o gün, çok zorlu, çok çetin bir gündür. Yalnız o,
kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler için hiç de kolay değildir.
(Müddessir/8-10)
Müminler o gün güvende olacaklardır:
101,102
Şüphesiz tarafımızdan kendilerine “En Güzel” hazırlanan kimseler; işte onlar,
cehennemden uzaklaştırılmışlardır. Onlar, cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar, nefislerinin
istediği şeyler içinde sürekli kalıcıdırlar.
(Enbiyâ/101-102)
89
Kim bir iyilik-güzellik getirirse, onun için getirdiğinden daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı
bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır.
(Neml/89)
31
Cennet de, Allah'ın koruması altına girmiş kişilere uzak olmayıp yaklaştırılmıştır.
32-35
İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan Rahmân'dan; yarattığı bütün canlılara dünyada
çokça merhamet eden Allah'tan görülmediği, duyulmadığı; sezilmediği yerlerde bile saygıyla,
sevgiyle, bilgiyle ürperen ve gönülden bağlı olan herkes için söz verilendir. –“Selâm ile oraya girin.
İşte bu sonsuzluk günüdür.”– Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.
(Kaf/31-35)
9
(Kur’an araştırmaları gurubu; Kur’an hiç Tükenmeyen Mucize)
9
Onlardan önce Nûh'un toplumu da yalanlamıştı. Öyle ki kulumuzu
yalanladılar ve “O, gizli güçlerce desteklenen/deli birisidir” dediler. Ve o
alıkonulmuştu; her türlü faaliyetine engel olunmuştu.
Görülüyor ki, kendi toplumu Nûh peygamberi sadece yalanlamakla kalmamış, ona
“mecnûn” diyerek hakaret etmiş, elini kolunu bağlamış ve tebliğ görevini yerine getirmesine
engel olmuştur. Hatta o'nu ölümle de tehdit etmiştir:
116
Onlar dediler ki: “Ey Nûh! Eğer vazgeçmezsen, iyi bil ki, kesinlikle sen taşlanarak
öldürülenlerden olacaksın!”
(Şu‘arâ/116)
Yüce Allah, sûrenin 4. âyetinde bildirdiği önemli haberler'i bu âyetten itibaren
açıklamaya başlamıştır. Açıklanan bu önemli haberlerin sayısı beş tane olup hepsi de geçmiş
dönemlerde yaşamış peygamberlerin ibret alınması gereken serüvenleri hakkındadır. Bu
haberler hem insanlar için birer “vaz geçirici”, hem de Peygamberimizin kalbini yatıştıran ve
yükünü hafifleten bir mesaj özelliği taşımaktadır. Çünkü hepsi de Peygamberimizin
durumunun önceki peygamberlerden farklı olmadığını gösteren bilgiler içermektedir.
Rabbimiz bu tür mesajlarını her zaman –bu âyette olduğu gibi– işareten değil, bazan da net
sözcükler kullanarak vermiştir:
33
Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında
seni yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah'ın
âyetlerini bile bile reddediyorlar.
34
Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar
yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse
yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.
(En‘âm/33-34)
Bu âyette Peygamberimize verilen mesajı şöyle takdir etmek mümkündür: “Onlardan
önce Nûh'un kavmi yalanladı. Yani, o yalanlama fiilini senin kavminden önce Nûh kavmi
yaptı ve Allah'ın peygamber gönderdiğine inanmadı. Öyle ki, o kulumuza yalan isnat ettiler
ve o'na “mecnûn” [cinnlenmiş, delirmiş] dediler. Hem de zecredildi, yani tebliğden men
edilmek için çok azarlandı, incitildi, eziyet gördü; eğer tebliğden vazgeçmezse taşlanarak
öldürülmekle tehdit edildi.”
10
Bunun üzerine Nûh Rabbine yalvardı: “Ben gerçekten yenik
düşürüldüm, bana yardım et!”
Bu âyette kendi toplumu tarafından etkisiz bırakılarak tebliğ görevini yerine getiremez
hâle getirilen Nûh peygamberin çaresizlik içinde kendisini peygamber olarak görevlendiren
Allah'a dönerek gücünün tükendiğini ve yenik düştüğünü bildiren yakarışı dile getirilmiştir.
Bu yakarıştan sonra Nûh peygamber kendisine verilen işi bizzat işin sahibine [Allah'a] teslim
etti. Teslim eder etmez, o güçlü ve karşı durulmaz Rabb da gerekeni hemen yaptı:
11
Biz de hemen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik.
Âyette geçen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik ifadesi, bir “istiare-i
temsiliyye”dir. Bulutlardan yağan yağmurun ne kadar fazla olduğu, gök kubbenin yarılıp
kuvvetli bir selin yeryüzüne akmasına benzetilerek anlatılmıştır. Şiddetli yağmuru ifade etmek
için Arapça'da kullanılan, “Gökyüzünün olukları aktı, kırbalarının ağızları açıldı” deyimleri
ile Türkçe'de kullanılan “sanki gök delindi” deyimi aynı türden ifadelerdir.
12
Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık; derken sular ayarlanmış bir iş
üzerine birbirine kavuştu.
Nûh tufanı ile ilgili olarak gerek İsrâîliyâttan ve gerekse uydurma rivâyetlerden beslenen
birçok hikâye mevcuttur. Biz, Kur’ân dışı anlatımların doğru olmadığı kanaati ile Rabbimizin
verdiği bilgilerle yetinmeyi ve, Her türlü noksanlıklardan arınmış Rabbimiz! Sen'in bize
öğrettiklerinden başka bilgimiz yok (Bakara/32) demeyi tercih ediyoruz.
Bu olayların Kur’ân'daki ayrıntılı olarak anlatımı Hûd/25-49’da gelecektir.
13,14
Nûh'u da, iyilikbilmezlik edilen kişiye bir ödül olmak üzere,
korumamız/ gözetimimiz altında akıp giden levhaları; tahtaları ve
çivileri/urganları olan filika/ küçük gemi üzerinde taşıdık.
Âyette geçen ‫الببواح‬ [elvâh] sözcüğü, ‫بوح‬‫ب‬‫ل‬ [levh] sözcüğünün çoğuludur. Levh ise, –
Müddessir ve Burûc sûrelerinde açıkladığımız gibi– “her ne maddeden olursa olsun, tahta gibi
yassı olan şeyler”dir.10
‫دسر‬ [düsür] sözcüğü ‫دسبار‬ [disâr] sözcüğünün çoğuludur. Disâr ise, “gemi tahtalarını
birbirine bağlayan bağ, kenet, perçin [çivi] veya halat”a denir.11
Buna göre âyette geçen ‫دسببر‬ ‫و‬ ‫الببواح‬ ‫ذات‬ [zât-ı elvâh ve düsur] ifadesi ile, “gemi”
kasdedilmiş olmaktadır. Yani, söylenmek istenen nesnenin adı verilmeyip nitelikleri
açıklanmıştır. Nitekim Hûd/37-38'de bu nesne için ‫فلك‬ [fülk=gemi] sözcüğü kullanılmıştır.
“Gemilerde bulundurulan sandal” demek olan filika sözcüğünün de Latince'ye buradan
geçmiş olması muhtemeldir. Verilen bilgilere göre Nûh peygamberin gemisi, tahtaları bir
takım bağ, perçin veya halat ile birbirine bağlanmış bir saldan ibarettir.
GÖZETİMDE AKIŞ: Nûh peygamberin salının Rabbimizin gözetiminde akışı, salın ve
salda bulunanların Allah tarafından korunduğunu, gözetildiğini, tehlikelerden uzak
tutulduğunu ifade etmektedir. Çünkü tufanın boyutu onların gözetilmelerini gerektirmektedir:
42
Ve gemi onlarla, dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu. Ve Nûh ayrı bir yere çekilmiş
olan oğluna seslendi: “Yavrucuğum! Bizimle beraber bin, kâfirlerle; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini
bilerek reddedenler ile beraber olma!”
(Hûd/42)
nankörlük edilen kişiye bir mükâfaat olmak üzere
Âyette, toplumu tarafından alaya alınan, görevden alıkonan, aşağılanan ve eziyet gören
Nûh peygamberin, bütün bunlara karşı sabrederek direnmesinin mükâfaatı olarak Allah
tarafından gözetildiği bildirilmektedir. Yani, Nûh peygamber tufandan kurtarılarak
toplumunun kendisine yaptıklarına karşı onurlandırılmış olmaktadır. Onun Allah'a
şükredişinin âhiretteki mükâfaatı ise burada açıklanmamıştır.
BUGÜNE MESAJ: Bu âyette aynı zamanda şu mesaj da verilmektedir: Allah yolunda
tüm gücünü harcamasına rağmen çaresizlik içinde yenik düşen dava adamı, davayı bu davanın
asıl sahibine teslim edip O'na sığınması durumunda, Allah'ın yardımı ile tekrar güç kazanır.
Böyle durumlarda her şeyin yaratıcısı ve hâkimi olan Allah, dinine hizmet eden kişiyi
zâlimler karşısında onurlandırır ve emrinde olan evren güçlerini o dava adamının hizmetine
vererek ona yardım eder.
10
(Lisanü’l Arab, “lvh” mad. )
11
(Lisanü’l Arab, “” mad. )
15
Ve andolsun Biz, bunu bir âyet olarak bıraktık. O hâlde var mı ibret alıp
düşünen?
Âyetteki bu işaret zamiri ile gösterilenin ne olduğu konusunda iki değişik açıklama
yapılabilir:
* Bu zamiri ile, “gemi” [sal] kasdedilmiştir ve ibret olarak bırakılan da “salın
kalıntıları”dır. Bu kalıntılar geçmişte bulunmuş, görülmüş olabilir veya ilerideki yıllarda
bulunacaktır.
* Bu zamiri ile, “olay” kasdedilmiştir. Alınacak ibret de, Nûh peygamber ile toplumu
arasında yaşanan olaylardır.
Yüce Allah bu konuyu Ankebût sûresi'nde şu ifade ile bildirmiştir:
15
Böylece Biz, o'nu ve gemi halkını kurtardık ve gemiyi/ cezayı/ kurtuluşu âlemlere bir
alâmet/gösterge yaptık.
(Ankebût/15)
MÜDDEKİR: Bu sözcüğün aslı, ‫ذكر‬ [zikr] sözcüğünden türemiş olan ‫مذتكر‬ [müztekir]
sözcüğüdür. İftial babından ism-i fail olan sözcükte, ‫مذدجر‬ [müzdecer] sözcüğünde olduğu gibi
‫ت‬ [te] harfi ‫د‬ [dal]a kalbedilmiş, sonra da ‫ذ‬ [zal], ‫د‬ [dal]a idgam edilmiştir. ‫دكر‬ّ‫ر‬‫م‬ [müddekir]
sözcüğü, tıpkı ‫كر‬ّ‫ر‬ ‫متذ‬ [mütezekkir] sözcüğü gibi, “düşünen, ibret alan ve kıyas yapan” anlamını
ifade eder. Bu durumda âyette geçen, O hâlde var mı ibret alıp düşünen ifadesi, bir teşvik
unsuru olabileceği gibi, sakındırıcı, caydırıcı bir unsur da olabilir.
16
Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
Sonuç, Kur’ân'da tasvir edildiği gibi gerçekleşmiş, inkârcıların başına gelen yakıcı ve
karşı durulmaz azap hakkında önceden yapılmış uyarılar doğru çıkmıştır. Fussılet/16'da
uğursuz günler olarak nitelenen bu azap günleri, Hâkka/7'de bildirildiğine göre, yedi gece ve
sekiz gün devam etmiştir.
Nûh peygamberin ülkesi ve tufanın gerçekleştiği yer [coğrafî bölge] hakkında kesin bir
şey söylemek mümkün değildir. Hûd sûresi'nde Nûh peygamberin gemisinin karaya oturduğu
yer ‫ى‬ّ‫ر‬ ‫جود‬ [Cûdi] adıyla zikredilmiştir. Lisânü'l-Arab ve Tâcü'l-Arus'da “Cûdi, Zeccac'a göre
Âmid [bugünkü Diyarbakır] yöresinde, bazılarına göre Musul yakınlarında, bazılarına göre de
Hindistan'da bir dağın adıdır” diye açıklanmaktadır.12
ÖNEMLİ NOT:
Âyetin orijinalinde geçen ‫نببذر‬ [nüzür] sözcüğü, ‫نببذير‬ [nezîr] sözcüğünün çoğuludur.
Kur’ân'da başka âyetlerde de geçen nüzür sözcüğü hem mastar hem de ism-i fail olarak
kullanıldığından, sözcüğün anlamını “uyarılar” veya “uyarıcılar” olarak değerlendirmek
mümkündür.
Nüzür, âyette kendisinden önce geçen ‫عببذابى‬ [azâbî=azabım] sözcüğü ipucu kabul
edilerek ‫بذرى‬‫ب‬‫ن‬ [nüzürî] şeklinde takdir edilebilir ve sözcüğün sonundaki harfin uyak için
hazfedilmiş olduğu düşünülebilir. Bu durumda nüzürî sözcüğünün sonuna ekli bulunan
“benim” anlamındaki iyelik zamiri, sözcüğe “uyarılarım, uyarıcılarım” anlamını vermiş olur.
Bu kabule göre; nüzür sözcüğü ile hem gönderilmiş mesajlar ve caydırıcı özelliği olan
önemli haberler, hem de gönderilmiş peygamberler kasdedilmiş olmaktadır. Âyetin hitabı da
hem inançsızlara, hem de uyarıcı peygambere yönelik olmaktadır. Geçmişte helâk edilmiş
olan müşrik kavimlerin hepsi de elçileri yalanlayıp “Allah hiçbir şey indirmedi” dedikleri için
sadece kendilerine gönderilmiş olan elçiyi değil, bütün elçileri yalanlamış durumuna
12
Tâcü'l-Arus; c. 4, s. 405; Lisânü'l-Arab; c. 2, s. 257.
düşmüşlerdir. Âyetin Peygamberimize yönelik mesajında da bu gerçeğe işaret edilmekte ve
“senin işinin sonu da tıpkı o uyarıcıların işlerinin sonu gibi olacak” denilmektedir.
17
Andolsun Biz, Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O
hâlde var mı ibret alıp düşünen?
Bu âyet, sûrede anlatılan her kıssanın arkasından tekrarlanarak bu kıssaların dikkate
alınıp düşünülmesi ve onlardan ibret alınması gerektiği mesajı verilmektedir. Bir önceki
âyette ilâhî mesajı yalanlayan toplumların tepesine inen acıklı azaplar hatırlatıldıktan sonra,
aklını kullananların Kur’ân'ı anlamaya, dolayısıyla hidâyete davet edildiği bu âyetin takdiri
şöyle yapılabilir: “İşte Kur’ân, önlerinde duruyor. Ellerinin altındadır, yararlanmalarına
açıktır. Kolay anlaşılabilir. Kolay ezberlenebilir. Okunmayı ve üzerinde düşünmeyi özendiren
bir çekiciliği vardır. Ayrıca doğru ve sade olmanın çekiciliğine sahiptir. İnsan fıtratı ile
uyumludur. Rûhu coşturur, duyguları harekete geçirir. Çarpıcı açıklamaları bitmez. İstediği
kadar reddedilsin, bu yüzden yıpranmaz, değerini yitirmez. İnsan kalbi onu her irdeleyişinde
yeni bir şeyler öğrenir. İnsan onunla ne kadar kaynaşırsa ona olan ilgisi, ülfeti daha da artar.”
Bu âyetten, “Biz Kur’ân'ı öğüt almaya hazır hâle getirdik” anlamını çıkarmak da
mümkündür. Zira Arapça'da ‫ببرفر‬‫ب‬‫س‬ّ‫ر‬ ‫لل‬ ‫ببرناقته‬‫ب‬‫س‬ّ‫ر‬ ‫ي‬ [yessera nâkatehü li's-seferi=devesini sefere
hazırladı], ‫للمغزى‬ ‫فرسه‬ ‫سر‬ّ‫ر‬ ‫ي‬ [yessera ferasehü li'l-muğzî=atını savaşa hazırladı] cümlelerinde
olduğu gibi, ‫سر‬ّ‫ر‬ ‫ي‬ [yessera] fiili, “hazırlama” anlamında da kullanılır.13
Bize göre bu âyet yukarıdaki mesajlardan başka, Kur’ân'ın mucize oluşuna da dikkat
çekmektedir. Nûh peygamberin hikâyesi ile birlikte o'na verilen mucize anlatıldıktan sonra bu
âyet ile Peygamberimize zımnen şöyle denmektedir: “And olsun ki, Kur’ân'ı zikir için, yani
herkese hatırlatmak, kendisiyle âleme meydan okumak için ve asırlar boyu sürüp gitsin diye
kolaylaştırdık. Böylece yanına gelen herkesin bir mucize ortaya koyman için dilekte
bulunmasına gerek kalmamıştır. Senin mucizen de Kur’ân'dır.”
18
Âd da yalanladı. Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
Caydırıcı özelliği bulunan “önemli haberler”in ikincisi bu âyetle başlamaktadır.
Kıssanın giriş cümlesi olan bu âyetin başında herhangi bir bağlacın bulunmaması, başka bir
yere gönderme yapılmadığını, bu kıssanın bağımsız bir parça olduğunu göstermektedir.
Buradaki istifham da yine “istifham-ı inkarî” olup sorunun cevabı beklenmemekte,
sadece söylenecek söze dikkat çekilmektedir.
ÂD KAVMİ: Arap tarih bilgilerine göre, Yemen'deki Hadramevt ile Umman arasında
Ahkâf diye bilinen geniş bir beldenin halkı olan Âd kavmi, muhteşem sarayların bulunduğu
İrem adlı dillere destan büyük kenti ile meşhur, siyasî ve ekonomik açılardan da büyük bir
gücü temsil etmekte idi. Aynı zamanda zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibi olan Âd kavmi,
yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanıyordu.
Kur’ân'ın bu halkla ilgili olarak dile getirdiği büyük mücâdele, onlara kendi içlerinden
biri olan Hûd'un peygamber olarak gönderilmesi ile başlar. Âd kavmi ile Hûd peygamber
arasındaki bu mücâdele, bu sûreden başka A‘râf, Şu‘arâ, Ahkâf ve Fussilet sûrelerinde de
anlatılır (bkz. A‘râf/65-72, Şu‘arâ/123-140, Ahkâf/21-28, Fussılet/13-16).
Mücâdelenin, bu sûrenin 18-22. âyetlerindeki anlatımı, Âd kavminin sadece
yalanlayışına ve uğratıldığı azaba işaret şeklindedir. Âd kavmi ve olay hakkındaki detay diğer
sûrelerdedir. Âd ve Semûd kavimlerinin Kur’ân'daki haberlerini özetleyen bir bölüm, Fecr
sûresi'nin tahlilinde bulunmaktadır.14
13
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
14
Bkz. Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân; c. 1, Fecr sûresi.
19,20
Şüphesiz Biz onların üstüne, uğursuz, uzun bir günde
dondurucu/uğultulu, insanları koparıp atan bir rüzgâr gönderdik; sanki onlar
kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibiydiler.
‫صرصر‬ [sarsar], “soğuk veya gürültülü fırtına” demektir.15
Âyetteki uğursuz nitelemesi, astrologların [yıldız falcılarının] zannettikleri gibi günün
kendisi ile ilgili bir uğursuzluk değildir. Çünkü bu uğursuzluk, herkesi ve her şeyi
kapsamamış, o gün sadece Âd kavmi için uğursuz bir gün olmuştur. Böyle olmasına rağmen
bu korkunç belânın çarşamba günü başladığı şeklindeki görüş oldukça yaygınlaşmış, hatta
çarşamba gününün uğursuzluğuna inanan bazıları o gün herhangi bir işe başlamamayı âdet
hâline getirmişlerdir.
Âyetteki ‫اليوم‬ [yevm=gün] sözcüğü ile herhangi bir gün değil, geniş anlamda “zaman”
kasdedilmiştir. Nitekim âyette yevm sözcüğünü niteleyen ‫ر‬ّ‫ر‬ ‫مستم‬ [müstemirr=sürekli] sözcüğü
de, yevm sözcüğünün çoğulu olan eyyam [günler] sözcüğü gibi aynı manayı, birçok günlerin
geçtiğini ve zamanın akıp gittiğini ifade etmektedir. Son derece sert, korkunç, tüyler ürpertici
olaylarla geçen o uğursuz zaman dilimi [yevm], hikâyenin burada kısaca anlatılması sebebiyle
bir ölçü verilerek belirtilmemiştir. Ancak buradaki kısa anlatım başka âyetlerde
detaylandırılmıştır:
15
Âd'a gelince de onlar, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: “Güç bakımından
bizden daha çetin kim vardır?” dediler. Onlar şüphesiz kendilerini oluşturan Allah'ın güç olarak
kendilerinden daha çetin olduğunu görmediler mi? Ve onlar Bizim âyetlerimizi bile bile inkâr
ediyorlardı.
16
Bu yüzden Biz de onlara bu en basit dünya hayatında rezillik azabını tattırmak için o uğursuz
günlerde dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azabı ise elbette daha çok rezil edicidir. Onlara
yardım da edilmez.
(Fussılet/15-16)
6
Âd'a gelince; onlar gürültülü ve azgın bir fırtına ile değişime/yıkıma uğratılıverdiler.
7
Allah, o fırtınayı üzerlerine yedi gece ve sekiz gün; geceli gündüzlü peşpeşe musallat etmişti.
Öyle ki, o toplumu, fırtınanın içinde, içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş hâlde görürsün.
8
Bak şimdi görebilir misin onlara ait herhangi bir kalıntı?
(Hâkka/6-8)
Hâkka/7'de helâk edilenlerin, Sanki onlar kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibiydiler
şeklinde nitelenmesi, Âd kavminin bazı özelliklerini ima etmektedir. Bu imaya göre, âyetten
onların uzun boylu, iri cüsseli, çok güçlü oldukları, olay anında rüzgâra karşı tedbir aldıkları,
kurtulabilmek için çok çırpındıkları, ama rüzgâr tarafından âdeta kurutulup un-ufak edildikleri
anlaşılmaktadır.
21
Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
22
Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O
hâlde var mı ibret alıp düşünen?
23
Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25
Bizden bir tek insana mı, o'na mı
uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt;
Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır”
dediler.
Daha önce 16-17. âyetlerde dile getirilen bu ifadelerin burada da aynen tekrarlanması,
içeriğinin zihinlere iyice yerleştirilmesi ve anlatılan her kıssadan ibret alınması içindir.
15
(Razi; el Mefatihu’l Gayb , Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an;
Fussılet 16’nın açıklaması)
SEMÛD KAVMİ: Arap tarih bilgilerine göre Hicaz ile Sûriye arasında, Vâdii'l-Kurâ'da
yaşamış eski bir Arap kabilesi olan Semûd kavmi, Tarih-i Taberî'ye göre, Semûd b. Casır b.
İrem b. Sâm b. Nûh'un neslidir. Daha evvel Fecr suresinde ayrıntılı bilgi verilmiştir.
Semûd kavmine elçi olarak Sâlih peygamber gönderilmiştir. Semûd kavminin ismi
Kur’ân'da 26 yerde geçmektedir. Kur’ân'da Âd kavmi gibi ibret tablosu olarak sunulan Semûd
kavmi ile Sâlih peygamber arasındaki mücâdele hakkında Taberî, İbnü'l-Esîr ve İbn-i Kesîr'in
eserlerinde rivâyetlere dayandırılmış detaylar mevcuttur. Ancak Kur’ân'da yer almayan ve
arkeolojik bulgulara dayanmayan bu detaylar, gerek güvenilir olmamaları ve gerekse bizi
ilgilendirmemeleri nedeniyle burada alıntılanmamıştır. Semûd kavmi ile ilgili bilgiler
Kur’ân'da A‘râf/73-79, Şu‘arâ/141-159, Neml/45-53, Hûd/61-68, Şems/11-15, Fussılet/17-18,
Hâkka/4-8 ve bu sûrenin 23-32. âyetlerinde yer almaktadır.
Rabbimiz bu sûrede Semûd kavmine –diğer kıssalarda olduğu gibi– olayların özeti
şeklinde değil, gâyet ayrıntılı bir biçimde yer vermiştir. Bu ayrıntılı anlatım, Semûd kavminin
kendilerine gönderilen peygamberi yalanlarken hangi gerekçeleri ileri sürdükleri, toplumun
ahlâkî niteliğinin ortaya çıkarılmasını sağlayan dişi deve fitnesi ve sonuçta bu deveye ne
yaptıklarına ilişkin bilgileri içermektedir. Bir bakıma Peygamberimizin durumu da Sâlih
peygamberin durumuna benzemektedir.
Semûd kıssasında azap ve helâke ait olayların geçmiş zaman kipiyle anlatılmasına
karşılık, dişi devenin fitne olarak gönderilmesi haberinin gelecek zaman kipiyle verilmesi, söz
konusu kıssanın sanki Peygamberimiz zamanında yaşanan canlı bir olaymış gibi
hissedilmesini sağlamaktadır. Bu ifade tarzı hem Peygamberimizin sabır ve hakka davet
konusunda Sâlih peygamberi örnek almasını sağlamak, hem de düşmanlarına karşı ilâhî
yardım geleceği hususunda Allah'a duyduğu güveni sağlamlaştırmak içindir. Yüce Allah
sanki, “Ben senin destekleyicinim, seni kesinlikle destekleyeceğim” demektedir.
Semûd'la ilgili bilgilerin yer aldığı âyetlerin ifadesine göre Semûd kavmi, Sâlih
peygambere inanmamak için üç sebep göstermiştir:
1) Sâlih, bir insandır. Oysa peygamberlerin insanlardan üstün bir varlık olması gerekir.
2) Sâlih, kendi içlerinden çıkmıştır. Oysa peygamberin mucizevî bir yolla gelmesi
gerekir.
3) Sâlih, toplum içinde sıradan bir insandır. Oysa peygamberlerin en azından gücü ve
şöhreti olan bir kabilenin reisi, bir grubun lideri olması gerekir.
Bu itirazlardan, Semûd kavminin Allah'ın yukarıdaki özelliklere sahip birini
peygamberlik görevi için seçebileceğini düşünmedikleri anlaşılmaktadır.
Mekkeli müşrikler de aynı cehâlet içindeydiler ve Muhammed (as)'in peygamberliğini
aynı gerekçeleri öne sürerek reddediyorlardı. “Muhammed bizim gibi sıradan bir insan olduğu
hâlde, aramızda doğmuş ve büyümüşken, yönetici düzeyinde birisi değilken ve bize mucizevî
bir yolla da gelmemişken, şimdi kalkmış Allah'ın kendisine peygamberlik verdiğini iddia
etmektedir” diyorlardı. (Müşriklerin bu tavrı karşımıza Sâd sûresi'nin ilk bölümlerinde
gelecektir.)
Yapılan çağrının özüne değil de çağrıyı kimin seslendirdiğine bakan kibir kaynaklı bu
kof anlayış, tarih boyunca inkârcıların kalplerini sürekli kemiren bir kuşkuya dönüşmüş ve
onları helâke sürükleyen sebeplerin başında yer almıştır. Oysa tüm varlıkların yaratıcısı ve
vahyin indiricisi olan Yüce Allah, vahyini algılamaya hazırlıklı ve tebliğe yetenekli olanı
seçmeyi herkesten daha iyi bilmekte ve vahyini dilediği kimseler vasıtasıyla insanlara
iletmektedir. Sırf kendi ölçülerine uygun olmadığı gerekçesiyle Allah'ın elçi olarak
gönderdiği kimselerden kuşku duymak ve gelen mesajı irdelemeden, düşünmeden reddetmek
ancak körelmiş vicdanlara özgü bir davranıştır. Bu anlayışın hâkim olduğu sapık vicdanlar,
çağrıyı seslendirenin kim olduğuna bakarlar ve kendi ölçülerine göre sıradan biri olarak
gördükleri elçinin peşinden gitmeyi gururlarına yediremezler. Böyle yaptıkları için de
çağrının içeriğine bakıp onun doğruluk ve haklılık derecesini göremezler. Bir insanın
peşinden gitmenin, ona saygı göstermeyi gerektireceğini bildiklerinden, bencilliklerinden
fedakârlık etmek ve o kişiye uymak ağırlarına gider. Böylece onu ne dinlemek ne de sözlerine
inanmak isterler.
MÜŞRİKLERİN TUHAF YAKLAŞIMI: Bu sapık insanların, Bizden bir tek insana mı,
o'na mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz şeklinde
tepki göstererek Yüce Allah'ın kendilerini çağırdığı yolu sapıklık olarak görmeleri gerçekten
de tuhaf ve şaşkınlık uyandırıcı bir tavırdır.
Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır
Âyetteki bu ifade, müşriklerin daha da pervasızlaştığını ve kendilerine gönderilen elçiyi
alenen yalancılık ve küstahlıkla suçladıklarını göstermektedir. Kişinin davasını maske olarak
kullandığı, aslında makam ve şöhret ihtirasına kapılarak kişisel çıkarları uğruna hareket ettiği
yolundaki bu tür suçlamalar, her dava adamına yöneltilebilen suçlamalardır. Sâlih peygamber
de bu tür suçlamalara maruz kalmaktan kurtulamamış, kendisine vahiy gelmediği hâlde
gelmiş gibi davranarak yalancılık ve küstahlık yaptığı ileri sürülmüştür. Benzer iddiaların
Peygamberimiz için de dile getirildiği bir vâkıadır. Rabbimiz müşriklerin bu tür iddialarına
Necm sûresi'nde şöyle cevap vermiştir:
1
Gurup gurup inmiş âyetlerin her bir inişini kanıt gösteririm ki 2
arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3
O,
boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4
Onun size söyledikleri; inen o ayet gurupları, kendisine vahyedilen
vahiyden başka bir şey değildir.
(Necm/1-4)
26
Yarın onlar, çok yalancının, küstahın kim olduğunu bileceklerdir.
Yani, yarınlar onlara gerçeği gösterecek, yakalarını bu gerçeğin pençesinden
kurtaramayacaklardır. Şımarık yalancılar yakında yok edici bir sınav [belâ] ile yüz yüze
geleceklerdir.
Âyetteki ‫غببدا‬ [ğaden=yarın] sözcüğü klâsik Arapça'da, “bugünün ertesi olan gün”
anlamında olduğu kadar, görece yakın bir zamanı belirtmek üzere “zaman içinde” veya “yakın
bir zamanda” anlamında da kullanılır. Nitekim Araplar, men lem yekün meyten fi'l-yevmi mâte
ğaden [bu gün ölmeyen bir kimse yarın ölecektir] derler. Bu cümledeki yarın, “uzak olmayan
bir zamanda” anlamındadır.16
Sûrenin 1. âyetindeki yaklaşan saat ifadesiyle olduğu gibi, bu âyetteki yarın sözcüğü ile
de “kıyâmet günü” kasdedilmiştir.
Semûd kıssasının anlatımındaki söz akışı bu âyetle yön değiştirmiş ve sanki şimdiki
zamana dönülmüştür. Böylece geçmişteki olaylar sanki henüz olmuş havasına sokulmuştur.
Bir sonraki âyetle de ileride neler olacağı bildirilmiştir. İleride neler olacağına yönelik haber
ise açık bir tehdit üslûbu ile sunulmuştur.
Bu üslup, Kur’ân'daki kıssa anlatımlarında sık karşılaşılan bir üsluptur. Bu yöntemle
hikâyelere canlılık kazandırılır, böylece bu hikâyeler geçmişte olup bitmiş olaylar olmaktan
çıkar, gözler önünde cereyan eden yaşanmış olaylara dönüşürler. Kıssayı okuyanlar veya
dinleyenler kendilerini olayın içindeymiş gibi hissederler, olayın içindeki kahramanlarmış
gibi olayı yaşarlar. Öyle ki, Âdem olurlar İblis'le mücâdele ederler, Nûh olurlar tufanı
yaşarlar, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ... olurlar. Sonuç olarak bu üslûp, okuyucuları veya
dinleyicileri olayların içine sokan, olayların sonrasındaki gelişmeler hakkında merak
uyandıran bir üslûptur.
16
(Lisanü’l Arab, “ğdv” mad. )
27,28
Şüphesiz Biz onlara, kendilerine görev olmak üzere sosyal destek
kurumları kurmalarını ve onları ayakta tutmalarını emredeceğiz.
Onun için sen onları gözetle ve sabret. Ve onlara bu kurumları ayakta
tutacak zekât; vergi ve harcamada bulunma görevlerinin, kendi aralarında pay
edilmiş olduğunu haber ver; herkesin kamuya ne miktarda katkıda bulunacağı
da belirlenmiştir.
27, 28. ayetlerin lafzi manası, “ Şüphesiz Biz onlara, kendilerine fitne olmak
üzere dişi deveyi göndereceğiz. Onun için sen onları gözetle ve sabırlı ol. Ve onlara o suyun,
kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; her içiş hazır kılınmıştır.” şeklindedir.
DİŞİ DEVE: Arapların, ‫الناقبببة‬ [en-nâkah] dedikleri “dişi deve”, göçebeler ve
hayvancılıkla geçinenler için eti, sütü ve gücü itibariyle çok değerli olan 5 yaşına girmiş “dişi
deve”dir. en-Nâkah [dişi deve] sözcüğü hakkında daha detaylı bilgi Şems sûresi'nin
tahlilindedir.17
Âyette konu edilen “dişi deve”nin ayrıntıları, bu sûrenin 23-32, A‘râf/73-79, Hûd/61-68
ve Şu‘arâ/141-159 âyetlerinden oluşan Kur’ân pasajlarında yer almaktadır.
ALLAH'IN DEVESİ: Sûrede sözü edilen dişi deve, Sâlih peygamberin değil, “Allah'ın
devesi”dir. Çünkü âyette bu deve için, ‫لل‬ّ‫ر‬ ‫ا‬ ‫ناقة‬ [Allah'ın devesi] ifadesi kullanılmıştır. Herhangi
bir şeyin veya yerin Allah'a izafe edilmesi, o şeyin veya yerin halka, kamuya, tüm insanlığa
ait olduğunu gösterir. Nasıl “Beytullâh” [Allah'ın Evi] hiç kimseye ait olmayan, hiç kimsenin
sahiplenemeyeceği, herkesin hür ve eşit olduğu ve Allah'ın belirlediği esaslar dışında
davranılamayacak bir yer ise, Allah'ın devesi de o günkü şartlarda toplumun fakirlerinin,
yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin ortak ve serbestçe yararlandığı, kamu
malı olan 5 yaşında güçlü bir dişi deve idi. Allah'ın devesi'nin bu anlamda tekabül ettiği
çağdaş işlev, bugünkü sosyal güvenlik kurumlarıdır. Kısacası Salat ve Salat’ın ikamesi ve
zekat, infakın mecazi anlatımıdır. Bunun böyle olduğu 28. âyette daha iyi anlaşılmaktadır.
Âyette ‫باء‬‫ب‬‫الم‬ [su] sözcüğünün önünde bulunan belirlilik takısı [‫,]ال‬ kasdedilen su'yun
bildiğimiz su olarak anlaşılmaması gerektiğini göstermektedir. Zaten A‘râf/74'de, Düşünün
ki, Âd'dan sonra sizi halîfeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde
saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın
da yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın şeklinde tanıtılan Semûd kavminin de
büyük bir uygarlığa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu âyetteki su'yu, “içme suyu”
olarak değerlendirmek, böylesine güçlü bir kavmi üç-beş deve çobanına indirgemek ve
koskoca bir uygarlığı da küçük bir kuyuya veya pınara mahkûmmuş gibi göstermek anlamına
gelir ki, bu, akla da Kur’ân'a da terstir. Yirmi yedinci âyette geçen “beş yaşındaki dişi deve”,
nasıl bildiğimiz sıradan bir deve değilse, o “su” da bildiğimiz su değildir. Bize göre o “su”,
ülkedeki gelir ve servetin toplamını; o “su”yun paylaşımı da, söz konusu gelir ve servetin âdil
dağılımını ifade etmektedir. “Gelir”, belli bir dönem içinde kişilere ya da gruplara yapılan
ödemelerin net toplamı; “servet” ise mal, mülk ve mâlî varlık birikimi demektir.
Bu âyet genellikle Şu‘arâ/155 âyeti ile açıklanmaya çalışılmıştır. Hâlbuki o âyetteki ‫شرب‬
[şirb=içiş]ler paylaşıma değil, katılıma yöneliktir. Yani, o âyetteki şirb ile, herkesin
kazancının bir bölümünü en-nâkah [dişi deve] için vermesi gerektiği kasdedilmiştir ki, bu,
hazineye vergi ya da sosyal kurumlara aidat ödemek demektir. Semûd kavmi ile ilgili
17
Bkz. Şems sûresi.
âyetlerdeki ifadelerden anlaşılıyor ki, toplumsal düzene yönelik kurallar [şeriat], ilk kez bu
kavme gönderilmiştir.
Buradaki paylaşımın deve ile halk arasında olduğunun sanılması gibi bir yanlış anlama
ihtimaline karşı, bir hususun daha üzerinde durmakta yarar görüyoruz. Bu âyette onlar zamiri,
onlara haber ver ve onların aralarında ifadelerinde olmak üzere iki kez kullanılmıştır. Birinci
ve ikinci onlar zamirleri arasında ne lâfzen ne de mana itibariyle bir farklılık söz konusu
değildir. Yani, birinci zamir de ikinci zamir de aynı kitleyi temsil etmektedir. Bunun aksi
olarak, onlara haber ver ifadesindeki onlar zamirinin hem halkı hem de deveyi kapsadığı
düşünülürse, peygamberin deveyi de muhatap alıp Allah'ın mesajını deveye de bildirmesi
durumu ortaya çıkar ki, bu, mantıksızdır. Diğer taraftan, onların aralarında ifadesini de “deve
ile halk arasında” olarak anlamak yanlıştır. Çünkü eğer âyet deve ile halk arasındaki bir
paylaşıma yönelik olsaydı, ifadenin ‫نقاقة‬ّ‫ا‬‫وال‬ ‫القوم‬ ‫بين‬ [beyne'l-kavmi ve'n-nâkati] şeklinde olması
gerekirdi.
her içiş hazır kılınmıştır.
Âyetteki bu ifade, taksimin ölçülerinin belirlendiğini, yani miktar ve zamanının
ayarlandığını bildirmektedir. Herkes kendi payını zamanında gidip alacaktır.
29
Bunun üzerine arkadaşlarına/ idarecilerine seslendiler. O da alacağını
alıp sosyal kurumları ayakta tutan gelir kaynaklarını kurutarak sistemi
çökertiverdi.
DEVENİN ÖLDÜRÜLÜŞ TARZI: Devenin öldürülmesi ‫قر‬‫ق‬‫عق‬ [‘akara] fiili ile ifade
edilmiş olup konuyla ilgili ayrıntı Şems sûresi'nin tahlilinde verilmiş olduğundan, burada bazı
hatırlatmalarla yetinilecektir:
* ‘Akara fiilinin türediği ‫عقققر‬ [‘akr] sözcüğü, ilk anlamıyla “bir şeyin doğasını
değiştirmek, orijinalliğini bozmak, yaralamak” demektir. Sözcük zamanla “deve, at, koyun,
sığır gibi hayvanların inciklerinin [diz ile topuk aralarının] kesilmesi” şeklinde daha özel bir
anlamda kullanılır olmuştur. Arapların uyguladığı yönteme göre, söz konusu hayvanlar önce
incikleri kesilmek sûretiyle yere düşürülür, sonra boğazlanırdı.18
Âyetten anlaşıldığına göre,
dişi devenin öldürülmesi de bu yöntem uygulanarak gerçekleştirilmiştir. Akr sözcüğünün
Türkçe'deki en uygun karşılığı bize göre “tırpanlamak” sözcüğüdür.
* Söz konusu deve, bildiğimiz sıradan bir deve olmayıp “Allah'ın devesi” olarak
nitelendirilen, yani kamuya ait bir mal veya kurumdur. Bu husus göz önüne alındığında, dişi
devenin [kamuya ait olan mal ya da kurumun], ayakta durmasını sağlayan organları [beslenme
kaynakları, dayanak noktaları, vergi veya aidat gibi gelir kaynakları] kesilmek sûretiyle
ortadan kaldırıldığı anlaşılmaktadır. Bir başka bir ifade ile toplum, kamu yararına çalışan bu
deveyi, onu beslemeyerek ya da besleyenlerin verdiklerini çeşitli yolsuzluklarla çalarak yere
sermiş ve ölmesi için ilk hareketi yapmıştır. Bu davranışının sonucu olarak Semûd kavmi,
A‘râf sûresi'nde bildirildiği gibi, sosyal adaleti sağlamayan toplumları bekleyen âkıbete
uğrayarak perişan bir hâle gelmiş/getirilmiştir.
Âyette ‫صقاحبهم‬ [arkadaşları] olarak bahsi geçen kişi, o kentte bozgunculuk yapan anarşist
çetenin en azılı üyelerinden birisidir:
48
Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı.
(Neml/48)
18
(Lisanü’l Arab, “agr” mad. )
11
Semûd azgınlığı sebebiyle yalanladı; 12
âhirette en mutsuz olacak olanları/liderleri görevi kabul edip
gittiği zaman,
(Şems/12)
Bu âyetin en güzel tefsiri yine Kur’ân'da mevcuttur:
45
Andolsun ki ‘Allah'a kulluk edin’ diye Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi gönderdik. Hemen
birbirleriyle çekişen iki gurup oluverdiler.
46
Sâlih dedi ki: “Ey toplumum! İyilikten önce niçin kötülüğü çabuklaştırmak istiyorsunuz?
Merhamet olunmanız için Allah'tan bağışlanma dileseniz ne olur!”
47
Onlar, “Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk
geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz” dediler. Sâlih, “Uğursuzluğunuz Allah
katındadır. Daha doğrusu siz, kendini ateşe atan/imtihana çekilen bir topluluksunuz” dedi.
48
Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup
vardı. 49
Allah'a yeminleşerek, “Gece o'na ve ailesine baskın yapacağız, sonra da velîsine/haklarını
koruyacak yakınlarına, ‘Biz, o ailenin yok edilişine şâhit olmadık/olay sırasında orada değildik ve biz
kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz” dediler. 50
Ve onlar, böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de
onların farkında olmadığı bir ceza ile cezalandırdık.
51
İşte bak! Onların tuzaklarının âkıbeti nice oldu, şüphesiz Biz onları ve toplumlarını toptan
yerle bir ettik. 52
İşte, onların, şirk koşmak sûretiyle işledikleri yanlışlar yüzünden çatıları çöküp
ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir toplum için bir alâmet/gösterge vardır.
53
İman eden ve Allah'ın koruması altına girmiş olan kişileri de kurtardık.
(Neml/45-53)
157
Buna rağmen onlar Destek Kurumu'nu, gelir kaynaklarını kurutarak yok ettiler de pişman olanlar olarak
sabahladılar.
(Şu‘arâ/157)
78
Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.
(A‘râf/78)
30
Peki, azabım ve uyarılar nasılmış?
Bu âyetteki ifade, 1 kez azaptan önce Nûh kıssasında, 2 kez de Âd kıssasında azaptan
hem önce hem de sonra olmak üzere toplam 3 kez aynen tekrarlanmıştır. Bu âyette ise azaptan
önce olmak üzere Semûd kıssasında 4. kez tekrarlanmaktadır.
Araplar, yaptıkları fevkalâde işleri başkalarına gösterirlerken “Nasıl olmuş?” derler.
Meselâ hasmını iyice hırpalayan biri, bir başkasına hırpaladığı kişinin hâlini göstererek,
“Nasıl perişan ettim ama!” der. Birçok kez söylediğimiz gibi, Arap örfüne göre inmiş olan
âyetler, burada da maksada uygun olarak ve o günkü Arapların anlayacağı şekilde
anlaşılmalıdır. Dolayısıyla, bu ifade tarzı Rabbimizin azap edişinin müthişliğini, azametini
anlatmaktadır. Bu kıssada azaptan önce kullanılan ve hayret, aşağılama, paylama ve tehdit
içeren bu ifade, gelecek azabın müthiş, perişan edici, helâk edici olduğunu bildirmektedir.
Nitekim Semûd kavminin helâkı gerçekten de müthiş olmuştur:
66
Artık ne zaman ki emrimiz geldi, Sâlih'i ve o'nunla birlikte iman etmiş olan kişileri
tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O günün perişanlığından da kurtardık. Hiç şüphesiz ki senin
Rabbin, o güçlü, mutlak üstün olandır.
67
Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri korkunç bir gürültü
yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.
68
Sanki orada hiç zengince yaşamamışlardı. Haberiniz olsun! Hiç şüphesiz Semûd toplumu
gerçekten Rablerine inanmadılar. Haberiniz olsun! Semûd için uzaklık verildi.
(Hûd/65-68)
43,44
Semûd'da da alâmetler/ göstergeler vardır. Bir zaman onlara: “Belirli bir süreye kadar
yararlanın!” denmişti. Sonra onlar Rablerinin emrinden çıktılar da kendilerini, bakıp dururlarken
yıldırım yakalayıverdi.
45
Artık onlar, kendilerini toparlayacak herhangi bir güce sahip olmadılar. Yardım görenler de
olmadılar.
(Zâriyât/43-45)
31
Şüphesiz Biz onların üzerine korkunç tek bir ses gönderdik; ağılcının
topladığı çalı-çırpı gibi oluverdiler.
Bu âyetteki anlatımlar da Kur’ân'ın ilk muhatapları olan Arapların örflerine göredir.
Yani, âyette denmektedir ki: “Biz onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Onlar her
şeyden habersiz evlerinin önünde bakışıp dururlarken gökten yıldırım çakar gibi şiddetli bir
gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp
dökülüverdiler.”
ağılcının topladığı çalı çırpı
Bu benzetme, düşünülmesi gereken bazı anlamlar içermektedir. Âyette geçen ‫محتضر‬
[muhtezir] sözcüğü, “hazırlık yapan çoban” demektir. Çobanın burada işaret edilen hazırlığı
çalı-çırpı toplamaktır. Bu nedenle, çoban hangi amaca yönelik çalı-çırpı topluyorsa, helâke
uğrayanların âkıbetinin de toplanan çalı-çırpının o amaç doğrultusundaki sonu gibi olduğu
anlaşılmalıdır. Yani,
* Çobanın hazırlığı hayvanlarına barınak olacak bir ağıl yapmak için kuru ot ve çalı
toplamak ise, helâke uğrayanların da kuruyup kırılarak yere yığılmış çalı-çırpı birikimi hâline
geldikleri anlaşılır.
* Çobanın hazırlığı hayvanlarına yedirmek üzere kuru ot ve dökülmüş ağaç yaprağı
toplamak ise, helâke uğrayanların da hayvanların önüne konan o kuru ot ve yaprak yığınına
benzedikleri anlaşılır.
* Çobanın hazırlığı hayvanlarını ısıtmak üzere yakacak çalı-çırpı ve kuru ot toplamak
ise, helâke uğrayanların da yanmış çalı-çırpı kırıntıları gibi oldukları anlaşılır.
* Çobanın çalı-çırpı toplamak şeklindeki hazırlığı yukarıdaki amaçların birine değil de
hepsine birden yönelik ise, helâke uğrayanların durumunun da ağılın bir kenarına
toparlandıktan sonra basılıp çiğnenerek ufalanan çalı-çırpının durumuna döndüğü anlaşılır.
Bu çarpıcı ve tüyler ürpertici sahnenin arkasından insanların dikkatleri hemen Kur’ân'a
çekilmekte, insanlar Kur’ân üzerinde düşünmeye ve Kur’ân'ın gerçeklerini irdelemeye
özendirilmektedir:
32
Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O
hâlde var mı ibret alıp düşünen?
Kur’ân'ın çokça düşünülmesi için tekrarlanan bu âyet hakkındaki düşüncelerimizi
yukarıda ifade etmiştik.
33
Lût'un toplumu, uyarıları yalanladı.34,35
Biz onların üzerine ufak taş
yağdıran bir fırtına gönderdik. Lût'un ailesi bundan ayrı tutuldu. Onları
katımızdan bir nimet olarak seher vaktinde kurtardık; Biz kendisine verilen
nimetlerin karşılığını ödeyen kimseyi böyle mükâfâtlandırırız.
Bu pasajda farklı bir anlatım dikkati çekmektedir. Lût peygamberin yalanlandığı haber
verilerek yapılan girişten sonra kıssanın sonuna geçilmiş ve Lût kavminin cezalandırıldığı
bildirilmiştir. Kıssanın başlangıcı ile sonu arasındaki olaylar ise daha sonra anlatılmıştır. Bu
üslûp Kur’ân'ın sadece belirli bir mesajı vermek için kullandığı hikâye etme yöntemlerinden
biridir.
Lût peygamber ve kavminin kıssası Kur’ân'ın başka yerlerinde ayrıntılı olarak
anlatılmıştır. Bu sûrede sadece Yüce Allah'ın ilâhî mesajı yalanlayanlara ne kadar ağır ve
acıklı bir ceza verdiğini vurgulamak ve insanların bundan ders almasını sağlamak
amaçlandığından, kıssanın ayrıntılarına girilmemiştir.
Âyette geçen ‫حقاصب‬ [hâsib] sözcüğü, “taşları savuran kasırga” demektir.19
Nitekim başka
âyetlerde de Lût kavmi üzerine “balçıktan taşlar” yağdırıldığı bildirilmektedir. Böyle bir
âfetten sadece Lût peygamberin yandaşları ile eşi dışındaki aile bireyleri sağ olarak
kurtulabilmiştir. Âyetin ifadesine göre, ilâhî bir lütuf olan bu kurtuluş, onlara
şükrediciliklerine karşılık olarak verilmiştir.
SEHER VAKTİ: ‫سققحر‬ّ‫ا‬ ‫ال‬ [es-seheru] sözcüğü, “sabah vaktinden az önceki zaman”
demektir.20
Bu vakit, gecenin son altıda-biri olarak da tanımlanmıştır.
Sözcük, müste'nef [satır başı] bir ifade olan, Onları katımızdan bir nimet olarak seher
vaktinde kurtardık cümlesi içinde ise, ya kurtarma vaktini ifade etmekte, ya da kurtarılanlara
sağlanan istisnânın ne şekilde sağlandığını anlatmaktadır. Kurtarılanların, kendilerine belâya
engel olan bir koruyucu verilmesi veya belânın onlara isabet etmemesi sayesinde bu helâkten
kurtulduklarını söylemek mümkünse de, o bölgeden ancak Yüce Allah'ın emri ile
uzaklaştıkları için kurtulduklarını söylemek de mümkündür. Buna göre, Onları katımızdan bir
nimet olarak seher vaktinde kurtardık ifadesi, “Biz onlara gecenin sonunda o beldeden
çıkmalarını emrettik, onlar da çıkıp kurtuldular” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, seher
vakti, “helâk vaktini” işaret etmiş olmaktadır. Seher vaktinde uzaklaştırma ise, “helâkten
uzaklaştırma”, yani azaptan istisnâ edilme anlamına gelmektedir. Çünkü Rabbimiz hışmını
genellikle insanların dinlenme anlarında, hiç beklemedikleri zamanlarda indirmektedir:
4
Ve Biz nice kentleri değişime, yıkıma uğrattık. Azabımız onlar gece uyurlarken yahut gündüz
dinlenirlerken onlara gelivermişti.
(A‘râf/4)
Bu âyetler Rabbimizin dilerse inananları bu dünyada da suçlular arasından kurtaracağına
işaret etmektedir. Ancak bu kesin bir vaat değildir. Buna karşılık Rabbimizin inananlar ile
inanmayanları âhirette bir tutmayacağı kesindir, taahhüt altındadır:
145
Ve herkes sadece Allah'ın bilgisiyle vakitlendirilmiş bir yazgı olarak ölür. Ve kim dünya
karşılığını dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret karşılığını isterse ona da ondan veririz.
Ve Biz, sahip olduğu nimetlerin karşılığını ödeyenleri karşılıklandıracağız.
(Âl-i İmrân/145)
65
Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve Allah'ın koruması altına girmiş olsalardı, kesinlikle onların
kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık.
(Mâide/65)
36
Andolsun Lût, onları Bizim yakalamamıza karşı uyarmıştı. Fakat onlar uyarıları
kuşku ile karşıladılar
19
(Lisanü’l Arab, “hsb” mad. )
20
(Lisanü’l Arab, “shr” mad. )
Bu âyette Lût peygamberin üzerine düşen görevi yaptığı açıklanmış, Lût kavmine
verilen cezanın ise onların yalanlamalarına karşılık olarak verildiği ve ancak uyarıdan sonra
uygulandığı vurgulanmıştır.
Aslında bütün peygamberler kavimlerini âhiret azabıyla uyarmışlardır. Uyarı
yapılmadan kimse cezalandırılmamış ve cezalandırılmayacaktır:
15
Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu
bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının
yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.
(İsrâ/15)
59
Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe,
memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değildir. Zaten Biz, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına
iş yapan kimseler olmayan memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değiliz.
(Kasas/59)
Bizim yakalamamız
Bu ifade, Rabbimizin yalanlayıcıları dünyada belâlar ile âhirette de cehennem ile
cezalandırdığına dikkat çekmektedir. Bu mesaj Kur’ân'da başka yerlerde de verilmiştir:
12
Rabbinin kıskıvrak yakalaması gerçekten çok şiddetlidir.
(Burûc/12)
16
En büyük bir yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphesiz Biz, suçluyu yakalayıp ceza vererek
adaleti sağlayanlarız.
(Duhân/16)
14-16
İşte bu nedenle, yalanlayan, yüz çeviren, en çok mutsuz olacak olan kişiden başkasının
girmediği, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı Ben sizi uyardım.
(Leyl/14-16)
38-40
İndirilmiş âyetler ve vahiy, tanık olarak saf saf dikildikleri gün, Rahmân'ın [yarattığı bütün
canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o
izin verilen, doğruyu söyler: “İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz
Biz sizi yakın bir azap ile uyardık.” O gün, kişi iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine
bakar/yaptıklarıyla yüz yüze gelir ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişi: “Ah
ne olaydı, ben bir toprak olsaydım” der.
(Nebe/40)
37
ve andolsun o'nun konuklarından cinsel yönden yararlanmaya
kalkıştılar. Biz de onların gözlerini körleştiriverdik/ kabilelerini, soylarını silip
süpürüverdik: “38
Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!”
“Murat almak” olarak çevirdiğimiz ‫[مراودة‬müravede] sözcüğü, ‫ارادة‬ [irâde] sözcüğü
gibi ‫رود‬ [revd] mastarından türemiş olup ‫مطقالبة‬ [mütâlebe] sözcüğüyle eş anlamlıdır. Ancak;
mütâlebe sözcüğü somut şeyler için, mürâvede sözcüğü ise soyut şeyler için kullanılır.21
Âyetten anlaşıldığına göre, halktan bazı kişiler Lût peygamberin
misafirlerinden ahlâksız istekte bulunmuşlar ve kötü emellerine ulaşmak için Lût
21
(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
(as) 'a baskı yapmışlardır. Lût peygamberin konukları, –Ankebût/31-32'den
öğrendiğimize göre– İbrâhîm peygambere gelen elçilerdir. Elçilere karşı takınılan
bu ahlâksız tutum üzerine, bu girişimde bulunanların gözleri silinmiştir. Gözlerin
silinmesi ifadesinden, ahlâksızların gözlerinin, yüzlerinde izleri bile kalmayacak
şekilde kör edildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca burada “Ayn” sözcüğünün “soy, kabile,
zürriyet” anlamı dikkate alındığında cinsi sapıklık nedeniyle üremelerinin durduğu
nesillerinin yok olup gittiği de anlaşılır. Lisanü’l Arab ve Tacü’l Arus’ta
açıklandığına göre bu sözcüğün, görme, göz, güneş, pınar, yağmur, mal, altın,
insan, hayat, TOPLUM, BELDE HALKI …. gibi yüzden çok anlamı vardır.
AZABI ve UYARILARI TATTIRMA: Haydi, azabımı ve uyarılarımı tadın! ifadesi,
yine Arap örfüne göre söylenmiş olup “yaptığının cezasını gereği gibi tat!” anlamına gelir.
Nitekim Araplar, “Yaptığından ötürü bu acıyı tat!” derler. Aslında, “Yaptığını tat!” demek,
hemen her dilde “cezanı çek!” demektir. Hatta, “Sen suçlusun, bu cezayı hak ettin, cezanı çek,
sana acınmaz!” manasında olan bu temenni, cezayı çeken suçlu tarafından işitilmediği
bilinmesine rağmen, “Canın çıksın, oh olsun!” şeklinde bile söylenmektedir. Dolayısıyla bu
âyetteki Azabımı tadın! ifadesi, “Acıyı tadın!” anlamına, Uyarılarımı tadın! ifadesi de
“Yaptıklarınızı tadın!” anlamına gelmektedir. Bir bütün olarak, Azabımı ve uyarılarımı tadın!
ifadesi ise, “Uyarılar karşısında gereğini yapmamanız, uyarılara uymamanız ve yanlışı
yapmanız sebebiyle hak ettiğinizi tadın” demektir.
Çekilen acının, “acıyı tatma” şeklinde ifade edilmesi, zevklerine düşkün olan
inkârcılarla alay edildiğini göstermektedir. Bu alaycı üslup sadece bu âyete mahsus değildir:
–“49,50
Tat bakalım! Şüphesiz sen, çok güçlü ve çok üstün biri idin! Şüphesiz işte bu, sizin
kendisine kuşku duyup durduğunuz şeydir.”–
(Duhân/49)
“14
Öyleyse bu gününüzle karşılaşmayı unuttuğunuzdan/ terk ettiğinizden dolayı tadın azabı!
Hiç şüphesiz ki Biz cezalandırdık sizi. Ve yapmış olduğunuza karşılık sonsuzluk azabını tadın!”
(Secde/14)
Lût peygamber ve kavmi arasında geçen olayların ayrıntıları Hûd/77-83 ve Hicr/61-74.
ayetlerde verilmiştir.
Bu olayın [Sodom ve Gomora'nın Yıkılışı] Kitab-ı Mukaddes'te ayrıntılı olarak yer almaktadır.22
38. ayetteki “Kararlı” olarak çevirdiğimiz ‫ر‬ّ‫ا‬ ‫مستق‬ [müstekırr] sözcüğünün bu anlam
ekseninde diğer anlamları da gözetilerek değerlendirilmesi durumunda, âyetin aşağıdaki
şekillerde anlaşılması mümkündür:
* Onları savuşturulması mümkün olmayan bir azap bastırıverdi. Sözcüğün bu anlamına
göre azap onlara yönelmiş ve onların üzerinde karar kılıp sabitleşmiştir. Hiç kimsenin bu
azabı bertaraf etmeye ve ona karşı koymaya gücü yetmez.
* Onları devamlı bir azap bastırıverdi. Sözcüğün bu anlamına göre, söz konusu azap,
onların ölümleriyle son bulacak bir azap değildir. Çünkü onlar helâk edildiklerinde
cehenneme sürüleceklerdir ve hakk ettikleri azap âhirette de devam edecektir. İnsanın
dünyada iken başına gelen belâ ve musibetlerin acıları ölüm ile son bulur ama ölüm bile onları
bu âhiret azabından kurtaramaz. Bu azap süreklidir.
* Sadece onların üzerine çullanmış bir azap bastırıverdi. Sözcüğün bu anlamına göre,
azap sadece onların üzerinde etkili olan bir azaptır ve başkasına zarar vermez.
22
Tekvin [Yaratılış], 19:1-29
39
Ve andolsun sabah erkenden, onları kararlı bir azap bastırıverdi:
“Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!”
37. âyetin bir parçası olarak kullanılan bu ifade, burada müstakil bir âyet olarak
karşımıza çıkmıştır. Bu ifade ile şimdiki zamana dönülmekte ve kıssanın ilk cümlelerinde
açıklandığı gibi, taşları savuran sert kasırga azabı hatırlatılarak bu azabın pençesinde
kıvrananlara seslenilmektedir.
40
Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O
hâlde var mı ibret alıp düşünen?
Bu âyet ile ilgili açıklama 17. âyette verilmişti.
41
Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcılar gelmişti. 42
Onlar bütün
âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli birinin
yakalayışıyla yakalayıverdik.
Bu âyetlerde, caydırıcı özelliği olan önemli haberlerin beşincisi olarak, hikâyesi dillerde
dolaşan, herkes tarafından bilinen Mûsâ ve Firavun kıssası yer almaktadır. Böylece bu
sûredeki azap sahneleri, bu kez Arap Yarımadası dışında meydana gelmiş olan bir başka azap
halkası ile noktalanmış olmaktadır. Kur’ân'ın birçok sûresinde detaylı olarak yer alan bu
kıssa, diğer kıssalardan farklı olarak bu sûrede sadece başlangıcı ve sonu bildirilip başkaca
hiçbir detay verilmeden konu edilmiştir.
Bu kıssanın sûredeki diğer kıssalardan dikkat çekici bir farklılığı da, uyarıcıların
gönderildiği topluluk için diğer kıssadakiler gibi “Firavun'un halkı” yerine ‫فرعون‬ ‫أل‬ [Firavun
ailesi] ifadesinin kullanılmış olmasıdır. “Firavun'un yönetim kadrosu” anlamına gelen bu
ifade, Firavun'un kendi kavmini özgür irâdeden yoksun bırakacak kadar baskı altında
tuttuğunu, onlara kendini zoraki rabb ve ilâh olarak dayattığını göstermektedir:
21-24
Sonra da Firavun, yalanladı ve karşı geldi. Sonra çabucak arka döndü. Sonra toplayıp
seslendi de: “Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” dedi.
(Nâziât/23-24)
38
Firavun da, “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim
için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ'nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana
bir kule yap. Ve şüphe yok ki o'nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum” dedi.
(Kasas/38)
29
Firavun: “Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan yaparım”
dedi.
(Şu‘arâ/29)
Çevresinde yakın kadrosundan başka irâde sahibi bir kimsenin bulunmadığı Firavun,
halkını en küçük bir konuda dahi kendisine karşı çıkamayacak duruma getirmiş, ezici ve
acımasız bir diktatördü. Halkının göçmesine ve kaçmasına engel olduğu gibi, kimseye
zihinsel özgürlük bile tanımıyordu. Nitekim kendi izni olmadan Allah'a inandıkları için
sihirbazlarına olmadık cezaları reva görmüştü:
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer
37.  kamer

More Related Content

What's hot (20)

12. inşirah suresi
12.  inşirah suresi12.  inşirah suresi
12. inşirah suresi
 
Isra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğit
Isra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğitIsra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğit
Isra ve miraç mucizesi idris yavuzyiğit
 
64. duhan suresi
64. duhan suresi64. duhan suresi
64. duhan suresi
 
Selmân-ı Fârisi
Selmân-ı FârisiSelmân-ı Fârisi
Selmân-ı Fârisi
 
79. meariç suresi
79. meariç suresi79. meariç suresi
79. meariç suresi
 
Müslümanın şahsiyeti
Müslümanın şahsiyetiMüslümanın şahsiyeti
Müslümanın şahsiyeti
 
Al i i̇mran 125-150
Al i i̇mran 125-150Al i i̇mran 125-150
Al i i̇mran 125-150
 
4. müddessir suresi
4. müddessir suresi4. müddessir suresi
4. müddessir suresi
 
81. naziat suresi
81. naziat suresi81. naziat suresi
81. naziat suresi
 
Sikke i tasdik_i_gaybi
Sikke i tasdik_i_gaybiSikke i tasdik_i_gaybi
Sikke i tasdik_i_gaybi
 
75. secde suresi
75. secde suresi75. secde suresi
75. secde suresi
 
Mecalis i saba
Mecalis i sabaMecalis i saba
Mecalis i saba
 
Nur yüzlü
Nur yüzlüNur yüzlü
Nur yüzlü
 
Araf 51 ..
Araf 51   ..Araf 51   ..
Araf 51 ..
 
Peygamberimizin Komutanları
Peygamberimizin KomutanlarıPeygamberimizin Komutanları
Peygamberimizin Komutanları
 
Kuran i ke-ri_m_meali__
Kuran i ke-ri_m_meali__Kuran i ke-ri_m_meali__
Kuran i ke-ri_m_meali__
 
Kur'an Nedir?
Kur'an Nedir?Kur'an Nedir?
Kur'an Nedir?
 
Cinler ve kötülüklerinden korunma yollari abdulhamid b. abdurrahman es - su...
Cinler ve kötülüklerinden korunma yollari   abdulhamid b. abdurrahman es - su...Cinler ve kötülüklerinden korunma yollari   abdulhamid b. abdurrahman es - su...
Cinler ve kötülüklerinden korunma yollari abdulhamid b. abdurrahman es - su...
 
33. mürselat
33. mürselat33. mürselat
33. mürselat
 
24. abese suresi
24. abese suresi24. abese suresi
24. abese suresi
 

Viewers also liked (20)

42.furkan suresi
42.furkan suresi42.furkan suresi
42.furkan suresi
 
15. kevser suresi
15. kevser suresi15. kevser suresi
15. kevser suresi
 
Ufpe 3
Ufpe 3Ufpe 3
Ufpe 3
 
Jobvite 2012 social_recruiting_survey (2)
Jobvite 2012 social_recruiting_survey (2)Jobvite 2012 social_recruiting_survey (2)
Jobvite 2012 social_recruiting_survey (2)
 
embedded report
embedded reportembedded report
embedded report
 
1. alak suresi
1. alak suresi1. alak suresi
1. alak suresi
 
55. en'am suresi
55. en'am suresi55. en'am suresi
55. en'am suresi
 
7. tekvir suresi
7. tekvir suresi7. tekvir suresi
7. tekvir suresi
 
36. tarik
36. tarik36. tarik
36. tarik
 
23. necm suresi
23. necm suresi23. necm suresi
23. necm suresi
 
Splav! 2014 / 2
Splav! 2014 / 2Splav! 2014 / 2
Splav! 2014 / 2
 
Rootage.co.jp技術共有
Rootage.co.jp技術共有Rootage.co.jp技術共有
Rootage.co.jp技術共有
 
5.fatiha suresi
5.fatiha suresi5.fatiha suresi
5.fatiha suresi
 
Ufpe
UfpeUfpe
Ufpe
 
35. beled
35.  beled35.  beled
35. beled
 
La comunicación empresarial y la búsqueda de empleo
La comunicación empresarial y la búsqueda de empleoLa comunicación empresarial y la búsqueda de empleo
La comunicación empresarial y la búsqueda de empleo
 
Bau der neuen Cabana
Bau der neuen CabanaBau der neuen Cabana
Bau der neuen Cabana
 
52. hud suresi
52. hud suresi52. hud suresi
52. hud suresi
 
39. araf
39. araf39. araf
39. araf
 
51.yunus suresi
51.yunus suresi51.yunus suresi
51.yunus suresi
 

Similar to 37. kamer (20)

74. müminun suresi
74. müminun suresi74. müminun suresi
74. müminun suresi
 
78. hakka suresi
78. hakka suresi78. hakka suresi
78. hakka suresi
 
46.vakıa suresi
46.vakıa suresi46.vakıa suresi
46.vakıa suresi
 
2. kalem suresi
2. kalem suresi2. kalem suresi
2. kalem suresi
 
31. kiyamet suresi
31. kiyamet suresi31. kiyamet suresi
31. kiyamet suresi
 
68. ğaşiye suresi
68. ğaşiye suresi68. ğaşiye suresi
68. ğaşiye suresi
 
76. tur suresi
76. tur suresi76. tur suresi
76. tur suresi
 
Reshalar
ReshalarReshalar
Reshalar
 
98. insan suresi
98. insan suresi98. insan suresi
98. insan suresi
 
93. zilzal suresi
93. zilzal suresi93. zilzal suresi
93. zilzal suresi
 
3. müzzemmil suresi
3. müzzemmil suresi3. müzzemmil suresi
3. müzzemmil suresi
 
Kadir gecesi ve kur’an i kerim
Kadir gecesi ve kur’an i kerimKadir gecesi ve kur’an i kerim
Kadir gecesi ve kur’an i kerim
 
Yasin suresi tefsiri
Yasin suresi tefsiriYasin suresi tefsiri
Yasin suresi tefsiri
 
Hüseyin güneş tahrif i̇ddiasi baglaminda şia ve kuran
Hüseyin güneş   tahrif i̇ddiasi baglaminda şia ve kuranHüseyin güneş   tahrif i̇ddiasi baglaminda şia ve kuran
Hüseyin güneş tahrif i̇ddiasi baglaminda şia ve kuran
 
26. şems suresi
26. şems suresi26. şems suresi
26. şems suresi
 
20. felâk suresi
20. felâk suresi20. felâk suresi
20. felâk suresi
 
41.yasin suresi
41.yasin suresi41.yasin suresi
41.yasin suresi
 
Peygamberimiz ve Sunneti-1
Peygamberimiz ve Sunneti-1Peygamberimiz ve Sunneti-1
Peygamberimiz ve Sunneti-1
 
50. isra suresi
50. isra suresi50. isra suresi
50. isra suresi
 
89. âl i imran suresi
89. âl i imran suresi89. âl i imran suresi
89. âl i imran suresi
 

More from TEBYİN-ÜL-KUR’AN (20)

Qur'an in English
Qur'an in EnglishQur'an in English
Qur'an in English
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmazQur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
 
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedekNecm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
 
Sonsöz
SonsözSonsöz
Sonsöz
 
114. nasr suresi
114. nasr suresi114. nasr suresi
114. nasr suresi
 
113. tevbe suresi
113. tevbe suresi113. tevbe suresi
113. tevbe suresi
 
112. maide suresi
112. maide suresi112. maide suresi
112. maide suresi
 
111. fetih suresi
111. fetih suresi111. fetih suresi
111. fetih suresi
 
110. cuma suresi
110. cuma suresi110. cuma suresi
110. cuma suresi
 
109. saff suresi
109. saff suresi109. saff suresi
109. saff suresi
 
108. teğabün suresi
108. teğabün suresi108. teğabün suresi
108. teğabün suresi
 
107. tahrim suresi
107. tahrim suresi107. tahrim suresi
107. tahrim suresi
 
106. hucurat suresi
106. hucurat suresi106. hucurat suresi
106. hucurat suresi
 
105. mücadele suresi
105. mücadele suresi105. mücadele suresi
105. mücadele suresi
 
104. münafikun suresi
104. münafikun suresi104. münafikun suresi
104. münafikun suresi
 
103. hacc suresi
103. hacc suresi103. hacc suresi
103. hacc suresi
 
102. nur suresi
102. nur suresi102. nur suresi
102. nur suresi
 
101. haşr suresi
101. haşr suresi101. haşr suresi
101. haşr suresi
 

37. kamer

  • 1. 37 (54) KAMER SÛRESİ MEKKÎ, 55ÂYET GİRİŞ Adını 1. âyette geçen ‫القمر‬ [el-Kamer] sözcüğünden almıştır. Mukâtil gibi bazı Kur’ân bilimcileri, sûrenin 44-46. âyetlerinin Medenî olduğunu ileri sürmüşlerse de, bu âyetlerin içinde yer aldığı pasajın söz akışındaki uyumdan, bu görüşün doğru olmadığı kolayca anlaşılmaktadır. Bu sûrede önce Târık sûresi'nde tuzak kurdukları açıklanmış olan kâfirlere yapılan uyarılara devam edilmiş ve âhirete inanmaları için onlara kanıtlar gösterilmiş; sonra da uyarıya kulak asmamış olan eski kavimlerin âkıbetleri Firavun, Lût, Semûd, Âd ve Nûh kavimlerine ait kıssalar şeklinde örneklendirilerek açıklanmıştır. Sûrenin sonunda ise, inanmış ve bu inanca uygun olarak yaşamış olanların mutluluklarından bahsedilerek onlara manevî destek verilmiştir. RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1 O saat/kıyâmetin kopuş anı yaklaştırıldı. Ve her şey açığa çıkarıldı. 2 Onlar ise bir alâmet/gösterge görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar. 3-5 Kur’ân'da kendilerine verilen her emir, “kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş bir kanun, düstur ve ilke” olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar yarar sağlamıyor. 6-8 O hâlde onlardan geri dur. O günde Çağırıcı'nın, bilinmedik/ yadırganan bir şeye çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar. Sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, “Bu, zor bir gündür” derler. 9 Onlardan önce Nûh'un toplumu da yalanlamıştı. Öyle ki kulumuzu yalanladılar ve “O, gizli güçlerce desteklenen/deli birisidir” dediler. Ve o alıkonulmuştu; her türlü faaliyetine engel olunmuştu. 10 Bunun üzerine Nûh Rabbine yalvardı: “Ben gerçekten yenik düşürüldüm, bana yardım et!” 11 Biz de hemen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik. 12 Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık; derken sular ayarlanmış bir iş üzerine birbirine kavuştu. 13,14 Nûh'u da, iyilikbilmezlik edilen kişiye bir ödül olmak üzere, korumamız/ gözetimimiz altında akıp giden levhaları; tahtaları ve çivileri/urganları olan filika/ küçük gemi üzerinde taşıdık. 15 Ve andolsun Biz, bunu bir âyet olarak bıraktık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? 16 Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? 17 Andolsun Biz, Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? 18 Âd da yalanladı. Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? 19,20 Şüphesiz Biz onların üstüne, uğursuz, uzun bir günde dondurucu/uğultulu, insanları koparıp atan bir rüzgâr gönderdik; sanki onlar kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibiydiler.
  • 2. 21 Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? 22 Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? 23 Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25 Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır” dediler. 26 Yarın onlar, çok yalancının, küstahın kim olduğunu bileceklerdir. 27,28 Şüphesiz Biz onlara, kendilerine görev olmak üzere sosyal destek kurumları kurmalarını ve onları ayakta tutmalarını emredeceğiz. Onun için sen onları gözetle ve sabret. Ve onlara bu kurumları ayakta tutacak zekât; vergi ve harcamada bulunma görevlerinin, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; herkesin kamuya ne miktarda katkıda bulunacağı da belirlenmiştir. 29 Bunun üzerine arkadaşlarına/ idarecilerine seslendiler. O da alacağını alıp sosyal kurumları ayakta tutan gelir kaynaklarını kurutarak sistemi çökertiverdi. 30 Peki, azabım ve uyarılar nasılmış? 31 Şüphesiz Biz onların üzerine korkunç tek bir ses gönderdik; ağılcının topladığı çalı-çırpı gibi oluverdiler. 32 Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? 33 Lût'un toplumu, uyarıları yalanladı.34,35 Biz onların üzerine ufak taş yağdıran bir fırtına gönderdik. Lût'un ailesi bundan ayrı tutuldu. Onları katımızdan bir nimet olarak seher vaktinde kurtardık; Biz kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen kimseyi böyle mükâfâtlandırırız. 36 Andolsun Lût, onları Bizim yakalamamıza karşı uyarmıştı. Fakat onlar uyarıları kuşku ile karşıladılar 37 ve andolsun o'nun konuklarından cinsel yönden yararlanmaya kalkıştılar. Biz de onların gözlerini körleştiriverdik/ kabilelerini, soylarını silip süpürüverdik: “38 Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!” 39 Ve andolsun sabah erkenden, onları kararlı bir azap bastırıverdi: “Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!” 40 Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? 41 Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcılar gelmişti. 42 Onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli birinin yakalayışıyla yakalayıverdik. 43 Sizin kâfirleriniz; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa yazıtlarda sizin için kurtulacaklarına dair Allah tarafından verilmiş bir senet veya ferman mı var? 44 Yoksa onlar, “Biz birbirine yardım eden/ intikam alabilen bir topluluğuz” mu diyorlar? 45 Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönerek kaçacaklardır. 46 Aslında onlara vaat edilen, o saattir. O saat cidden daha feci ve daha acıdır. 47 Kesinlikle suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler. 48 O gün yüzleri üzere ateşte sürüklenirler: “Cehennemin beyinleri kaynatan sıcağının dokunuşunu tadın!”
  • 3. 49 Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet her şeyi bir ölçü, ayar ile oluşturduk. 50 Ve buyruğumuz, ancak göz kırpması gibi bir tekdir; anlık bir şeydir. 51 Ve andolsun Biz, sizin benzerlerinizi değişime, yıkıma uğrattık. O hâlde var mı bir düşünen? 52 Ve onların işledikleri her şey, yazıtlarda kayıt altındadır. 53 Küçüğün, büyüğün, hepsi satır satır yazılmıştır. 54 Hiç şüphesiz Allah'ın koruması altına girmiş kimseler cennetlerdedir, ırmaklardadır/ aydınlıklardadır. 55 Çok güçlü sahip, yöneticinin huzurundaki “doğruluk oturma yerleri”nde; doğru kimselere mahsus olan, yalan söylenmesi mümkün olmayan, yok olma ihtimali bulunmayan sabit makamlardadırlar. TAHLİL: 1 O saat/kıyâmetin kopuş anı yaklaştırıldı. Ve her şey açığa çıkarıldı. 2 Onlar ise bir alâmet/gösterge görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar. 1-2.ayetin lafzi manaları, “O saat yaklaştı. Ve ay yarıldı/ay yarılacak/ay doğdu [her şey açığa çıkarıldı]. Ve onlar bir âyet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar.” şeklindedir. Biz mealde mecazi anlamlarını gösterdik. O saat yaklaştı. Ve ay yarıldı ifadesi, rivâyet toz-dumanı içinde kalmış olan dirâyetsiz açıklayıcılar tarafından, Kur’ân âyetlerinden (dolayısıyla Rabbimizden) onay almayan bir takım kabullere dayandırılarak açıklanmış, böylece bugüne kadar doğru anlaşılamamıştır. RİVÂYETLERE GÖRE OLAY: Rivâyetler, hicret'ten beş sene evvel Mekke'de bir akşam vakti dolunay hâlindeki ay'ın ikiye bölündüğünü, parçalardan birinin dağın üstünde, diğerinin de dağın önünde bir müddet durduğunu, sonra iki parçanın birleştiğini ve ay'ın tekrar eski hâline döndüğünü bildirmektedirler. Olayın özeti böyle olmakla birlikte bazı rivâyetçiler uydurmacılıkta bir hayli ileri gitmişler ve olayı akıl almaz ayrıntılarla süslemişlerdir. Meselâ, Peygamberimizin bir parmağını ay'a doğru uzattığını ve ay'ın ikiye bölündüğünü, parçalardan birinin Peygamberimizin abasının yakasından girip kolundan çıktığını ileri süren rivâyetler vardır. Maalesef dinî eser kabul edilen kitaplar aracılığı ile Müslümanların arasına sokulan bu uydurmalar sadece bu noktalarda da kalmamış, Esma binti Amis rivâyeti ile Hayber'de ikindi namazını geçiren Ali'nin, namazını vaktinde kılabilmesi için batmış olan Güneş'in geri geldiğini ileri sürecek kadar ileri bir noktaya ulaşmıştır. (Güneş'in geri gelme rivâyeti inşaallah Sad/33’ün tahlilinde incelenecektir.) Ancak biz, bu konudaki rivâyetlerin uydurma olduklarını göstermek için, avcı hikâyelerine taş çıkartacak kadar uydurma olanlarına değil de, en muteber kabul edilen Sahih-i Buharî'ye bakmayı yeterli görmekteyiz. Buharî, bu olayla
  • 4. ilgili rivâyetlere, kitabının “Tefsir”, “Peygamber'in Alâmetleri”, “Menkıbeler” ve “Ensârın Menkıbeleri” bölümlerinde tekrar tekrar yer vermiştir. Bizim aldığımız örnekler Tefsir Kitabı bölümündedir: İbn-i Mes‘ûd (r.a) şöyle demiştir: “Resûlullah (a.s) zamanında ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın üstünde, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Resûlullah (a.s), “Şâhit olunuz!” buyurdu.1 Abdullah b. Mes‘ûd (r.a) şöyle demiştir: “Biz Peygamber'in beraberinde idik. Ay iki parça oldu. Bunun üzerine Peygamber bize, “Şâhit olunuz, şâhit olunuz!” buyurdu.2 İbn-i Abbâs (r.a), “Peygamber zamanında ay yarıldı” demiştir.3 Bize Şeyban, Katâde'den tahdis etti ki, Enes b. Mâlik (r.a), “Mekke ahâlisi Peygamber'den kendilerine bir mucize göstermesini istediler. Peygamber de onlara ay'ın yarılmasını gösterdi” demiştir.4 Buradaki senette de Enes (r.a), “Ay iki parçaya ayrıldı” demiştir.5 Gerek yukarıda naklettiğimiz, gerekse diğer hadis kitaplarındaki rivâyetler, olayın İbn-i Mes‘ûd, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Ömer, Cübeyr b. Mut‘im, Abdullah b. Abbâs ve Ali tarafından anlatıldığını bildirmektedir. Fakat olayın vukû bulduğu tarihte [hicret'ten beş şene önce], bu kişilerden Abdullah b. Ömer altı-yedi yaşlarında idi, Enes b. Mâlik ve Abdullah b. Abbâs ise henüz doğmamışlardı. O yıllarda Ali'nin de çocuk yaşta olduğu hatırlanacak olursa, sadece İbn-i Mes‘ûd'un reşit yaşta olarak olayı görmesi mümkündür. Yani, İbn-i Mes‘ûd bir tarafa bırakılacak olursa, böyle ciddî bir konu bizlere o tarihte anasından doğmamış veya beş- altı yaşlarında olan çocukların anlatımları ile aktarılmış olmaktadır. Üstelik biz biliyoruz ki, Peygamberimize Kur’ân dışında bir mucize verilmemiştir. Zaten, eğer kendisine böyle bir mucize verilseydi, Peygamberimizin tüm Mekkelileri çağırıp mucizesini herkese göstermesi gerekirdi. Çünkü verilen mucizenin gereği ancak böyle yerine getirilebilirdi. Gece gündüz Peygamberimizin yanından hiç ayrılmamış olan yetişkin, aklı başında sahabeden hiç birinin adı ile bu konuda bir nakil mevcut değildir. Diğer taraftan, tarih kitaplarında da, ay'ın ikiye ayrıldığını görüp de İslâm'a giren ya da gördüğü hâlde inanmayan hiçbir akıllı kimsenin adı geçmemektedir. Kaldı ki, böyle bir olay meydana gelseydi, dünyanın her tarafından izlenmesi gerekirdi ve bu konuda başka görgü tanıkları da olurdu. Esasen, yukarıdaki gibi bir kaç kişinin verdiği haberlere dayanan ve Usûl ilminde “haber-i vâhid” ve “haber-i meşhur” denilen haberler, imana ait konularda ve haram-helâl konularında delil olarak kullanılamazlar. Yani, sağlam delillere dayanması gereken inanç, “haber-i mütevâtir” olmayan haberlerle oluşturulamaz. Sonuç olarak, bu yanlış inancın hadis kaynağı çürük ve temelsizdir. Aslında biz, yukarıda adı geçen kişilerin böyle bir açıklama yaptıklarını da kabul etmiyor, olayların sonradan uydurulup onlara isnat edildiğini düşünüyoruz. Bu uydurmalara burada yer vermemizin sebebi ise tamamen teşhire yöneliktir. KUR’ÂN'A GÖRE OLAY Yukarıdaki rivâyetlere göre olay, Mekke halkının mucize görmek istemesi üzerine gerçekleşmiştir. Ne var ki, ay'ın ikiye bölünmesi olayının müşriklerin mucize isteklerine verilmiş bir cevap olduğunu söylemek, Kur’ân âyetlerinin apaçık anlamlarına ters düşmektedir. Diğer taraftan Peygamberimizin böyle bir mucize gerçekleştirdiğini söylemek, Allah'ın son peygamberi için belirlediği görevin “sadece tebliğ” olduğunu bildiren âyetlerle çelişmektedir. Yani, rahmeti gereği Rabbimizin somut mucize vermek istemediğini bildiren 1 Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 385. 2 Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 386. 3 Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 387. 4 Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 388. 5 Buharî, “Tefsir Kitabı”, no: 389.
  • 5. Kur’ân âyetleri, bu iddianın apaçık bir yalan olduğunu âdeta iftiracıların suratlarına vurmaktadır: 59 Ve Bizi, alâmetleri/göstergeleri göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd'a, açık, gözle görülebilir biçimde sosyal destek kurumları kurmaları görevini vermiştik de onun sebep olmasıyla haksız davranmışlardı. Ve Biz, o alâmetleri/göstergeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsrâ/59) 5 Aksine onlar: “Bunlar, karmakarışık düşlerdir; yok yok onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alâmet/gösterge getirsin” dediler. 6 Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir memleket iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler? (Enbiyâ/5-6) Yukarıdaki âyetlerden anlaşıldığına göre eski toplumlar kendilerine gösterilen somut mucizelere rağmen yalanlamaya devam etmişler ve bu yüzden helâk edilmişlerdir. Rabbimiz insanların geçmişte ortaya koydukları bu tutumlarını tekrarlayacaklarını bildiğinden, her meydan okuyuşa somut bir mucize ile cevap vermek istemediğini bildirmektedir. Böylece inanmayanlara bu dünyadaki hayatlarının sonuna kadar tevbe ederek inanma fırsatı da verilmiş olmaktadır. Zaten Peygamberimizin de Allah'ın bu bildirisine rağmen müşriklerin ısrarlı taleplerine karşı onlara bir mucize gösterme arzusu içinde olması mümkün değildir: 38 Andolsun ki Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve nesil [oğlan-kız çocuklar] verdik. Hiç bir peygamber için Allah'ın izni/ bilgisi olmadan herhangi bir alâmet/ gösterge getirmek de yoktur. Her süre sonu için bir yazı vardır. (Ra‘d/38) 50 Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebût/50) Israrla somut mucizeler isteyen müşriklerin bu istekleri abartılı, abartılı olduğu kadar da samimiyetten uzaktır: 90-93 Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsrâ/90-93) Müşriklerin kendisinden somut bir mucize göstermesine yönelik ısrarlı ve abartılı taleplerine karşılık, mucize göstermenin Allah'ın kendisine belirlediği görev sınırları dışında kaldığını bilen Peygamberimizin onlara bir mucize göstermesi mümkün değildir. O, Allah'ın talimatları doğrultusunda, bu ısrarlı taleplere, mucizelerin sadece Allah katında olduğunu, kendisinin de sadece beşer [insan kökenli] bir Allah elçisi olduğunu belirterek cevap vermek zorundaydı. Sonuçta müşriklerin bu yöndeki ısrarlı ve abartılı talepleri bizzat Rabbimiz tarafından Kur’ân'ın tek ve yeterli bir mucize olduğunun bildirilmesi sûretiyle cevaplandırılmıştır:
  • 6. 51 Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. (Ankebût/51) Rabbimizin Peygamberimize verdiği mucize, müşriklerin bekledikleri türden bir mucize değil, mucizelerin en büyüğü idi. Bu büyük mucize ne insanı hayretler içinde bırakan bir görüntü, ne de tanık olanların akıllarını sarsan bir olay şeklindeydi. İşittikleri, anladıkları, gönülleri kuşatan, idrakleri sarsan, hikmet dolu sözler şeklindeydi. Kur’ân adlı bu ilâhî sözler, kıyâmete kadar herkesi acz içinde bırakan ebedî bir mucizeydi. Bunca Kur’ân âyetine rağmen bazı Müslümanlar, uydurulmuş rivâyetlerin karanlığında yürüyerek meseleye hâlâ, “Allah isterse neden olmasın?” yaklaşımıyla bakmakta ve birçok asılsız olaya sanki gerçekten olmuş gibi inanmaya devam etmektedirler. Bilinmelidir ki, burada söz konusu edilen husus Allah'ın böyle bir olaya [ay'ın yarılmasına] güç yetirip yetiremeyeceği değildir. Çünkü Allah'ın her şeye kâdir olduğunda hiç şüphe yoktur. Asıl mesele, böyle bir olayın gerçekten olup olmadığı ve bu olayın Kur’ân'dan ve akıldan onay alıp almadığıdır. İnananların yapacakları şey, her konuda olduğu gibi bu konuda da sadece Rabbimizin mesajlarını dikkate almaktır. Aksi takdirde, Allah'ın sonsuz kudretini dile getirme hevesine kapılan koyu câhillerin ya da dindar kalabalıklar üzerinden ikbal ve itibar devşirmek isteyen kötü niyetlilerin çeşit çeşit mucizeler uydurmasının yolu açılmış olur. Peygamberimize türlü mucizeler yakıştırmanın giderek varacağı nokta ise, Katolik inancındaki azîzlik kurumuna benzeyen bir “evliyâlık” makamının ortaya çıkması ve bu makama ulaştığına inanılan “velî” [Allah dostu] kimselere de Katolik azîzlerine isnat edilenlerden aşağı kalmayacak sayıda kerâmetin yakıştırılması noktasıdır. Nitekim bu süreç İslam tarihi boyunca birebir yaşanmış ve evliyâ menkıbelerinin gönüllere verdiği tatlı esriklik yüzünden câhil halk yığınları hayatın gerçekliğinden yüzyıllarca kopuk yaşamak zorunda kalmıştır. Sonuç olarak, Ay'ın yarılması rivâyeti, Kur’ân açısından da çürük ve temelsiz olup sadece Peygamberimize “sihirbaz” diyenlerin kullanacağı bir malzemedir. Rivâyetlerde konunun nasıl çarpıtıldığını gördükten sonra 1-2. âyetlerin tahliline dönebiliriz: Kamer sûresi, Târık sûresi'nin devamı mâhiyetindedir. Kur’ân'ın mushaf hâline getirilişi sırasında ayrı sûreler olarak adlandırılarak aralarına duvar örülmüş olsa da, âyetlerdeki konular ve bağlaçlar bu duvarları aşmaktadır. Meselâ 2. âyetin başındaki vav bağlacı, Târık/15'deki yekîdûne fiiline matuftur. Aradaki parantez içi ifadeler kaldırıldığında cümle şu şekilde olmaktadır: Şüphesiz onlar oldukça tuzak kuruyorlar –.................– ve bir âyet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar. Bu durumda 2. âyetteki onlar zamiri ile kasdedilenlerin, Târık/15'deki onlar zamiri ile kasdedilenlerle aynı olduğu anlaşılmaktadır. Bu kimseler, Beled/19'da ashâb-ı meş’eme olarak nitelenen kimselerdir. O saat yaklaştı Burada yaklaştığı bildirilen ‫سسسعاعة‬ّ‫ا‬ ‫ال‬ [sâ‘at], “kıyâmet saati”dir. O saat, “kıyâmetin koptuğu, herkesin öldüğü kıyâmet gününün birinci evresi”dir. Sâ‘at sözcüğü, Kur’ân'da hep bu anlamda kullanılmıştır. Ve ay yarıldı. Rabbimizin mesajının doğru anlaşılması ve rivâyetlerde olduğu gibi hurafelere sapılmaması için bu cümle üzerinde önemle durulması gerekmektedir: İNŞİKÂK [YARILMA]: ‫انشقعاق‬ [inşikâk] sözcüğü, ‫ق‬ّ‫ا‬ ‫ش‬ [şakk] sözcüğünün infial babına nakledilmiş şeklidir ve mutavaat [etkilenerek uyma] anlamı içerir. Yani, inşikâk sözcüğü ile ifade edilen yarılma, maruz kalınan “yarma” etkisine direnç göstermeden, karşı konmadan, uyum sağlayarak meydana gelen yarılmadır. Bu sebeple önce şakk sözcüğü tahlil edilmelidir:
  • 7. Şakk sözcüğü, soğuk veya herhangi bir nedenle “elde veya yüzde oluşan çatlaklar” için kullanılan ‫شقاق‬ [şikâk] sözcüğünden gelmektedir. Araplar hayvanların tırnaklarında ve bileklerindeki çatlamaya [hastalığa] şikâk derlerdi. Daha sonraları da ciltte her türlü çatlak oluşturan hastalığa şikâk demişlerdir. ‫شقاق‬ [şikâk] mecâzî olarak da “ayrılıkçı, tefrika çıkaran, normal düzeni bozan” anlamlarında kullanılır. Şakk ise, “sad-ı bain” [ayırıcı çatlak] demektir. Otun topraktan çıkışı, çocuğun dişinin çıkışı, şakk sözcüğüyle ifade edilir. Şakk, aynı zamanda ‫طلوع‬ [tulû‘=doğuş] anlamındadır. Sabahın oluşuna da ‫صبح‬ّ ‫ال‬ ‫ق‬ّ ‫ش‬ [şakk-ı subh] denir. Çünkü sabah da karanlıkları çatlatmakta, gündüz ile geceyi ayırmaktadır.6 Râgıb el İsfehânî ise sözcüğü şöyle açıklamıştır: Şakk, “herhangi bir şeyde meydana gelmiş çatlak”tır. Denilmiştir ki: “Ay'ın inşikâkı, Peygamber zamanındadır.” Ve yine denilmiştir ki: “Ay'ın inşikâkı, “kıyâmetin kopacağı vakit ortaya çıkacak yarılma”dır.” Ve yine denilmiştir ki: “Bunun manası, ‘işin açığa çıkması’dır.”7 Yukarıda verilen her iki sözlükteki bilgilere göre, şakk sözcüğü, bir elmayı böler gibi bir şeyin ikiye, üçe bölünerek ayrılması anlamına değil, bir şeyin üzerinde yarıkların, çatlakların oluşması anlamına gelmektedir. Nitekim Bakara/74, Meryem/90, Rahmân/37, Hâkka/16, Abese/26 ve İnşikâk/1'de de şakk sözcüğü, “bir şeyin üzerinde veya bünyesinde oluşan yarılmaları, çatlamalar”ı ifade etmek için kullanılmıştır. Şakk sözcüğünün bu anlamına göre, Ay yarıldı ifadesi, “ay üzerinde bir takım yarılmalar, çatlamalar olduğu” anlamına gelir ki, ay'a gidildiği dönemde [1969], orada ayak izlerinin oluşması ve ay yüzeyinden parça koparılması sebebiyle, bu âyetin gerçekleşmiş olduğu ileri sürülmüştür. Sözlüklerde şakk sözcüğünün karşılığı olarak verilen anlamlara rağmen, Ay yarıldı ifedesinin, “ay'ın iki parçaya ayrıldığı” anlamına geldiğini ileri süren bazı kimseler, sadece yukarıda naklettiğimiz zayıf ve uydurma hadislerden destek alan bu görüşlerine, âyetteki fiilin geçmiş zaman kipi ile kullanılmasını delil göstermişlerdir. Gerçekten de Rabbimiz, âhiret ve kıyâmet sahnelerini anlatırken âyetlerdeki fiilleri geçmiş zaman kipinde kullanmaktadır. Böylece kıyâmet ve âhiretin mutlaka gerçekleşeceği vurgulanmış olmaktadır. Bu ifade tarzı bazan günlük hayatta da kullanılmaktadır. Meselâ, yapmaya kesin kararlı olduğumuz bir iş için, daha o işe başlamadan “o iş bitti” veya “yaptım bile” şeklinde konuşuruz. Bu sözlerle o işi “kesinlikle yapacağımızı” ifade etmiş oluruz. Rabbimizin kıyâmet ve âhiretin mutlaka gerçekleşeceğini vurgulamak için geçmiş zaman kipli fiiller kullanması da böyledir. Nitakim kıyâmet sahnelerinden olacak olan “Sura üfürülme” de sanki olmuş bitmiş gibi geçmiş zaman kipiyle verilmiştir. Kehf/99, Mü’minun/101, Yâ- Sîn/51, Zümer/68, Kâf/20 ve Hakka/13’te görülebilir. Bu ifade tarzının Kur’ân'da daha birçok örneği vardır: 1 Allah'ın emri kesinlikle gelecek. Artık onu acele edip istemeyiniz. Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır ve yücedir. (Nahl/1) Ayrıca; Rahmân/37, Hâkka/14-16, İnşikâk/1-5, İnfitar/1-4, Tekvîr/1-14, A‘râf/38-50, Zümer/68-74'e de bakılabilir. Bu yaklaşımla konumuz olan âyetin anlamı, “Kıyâmet yaklaştığında ay mutlaka yarılacaktır” demek olur. Hasan-ı Basrî, Ebu's-Suud, Osman b. Atâ, Nesefî gibi bilginler ve tüm çağdaş bilginler de bu anlamı tercih etmişlerdir. 6 Lisânü'l-Arab; c. 5, s. 107. 7 Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât; s. 264, “Şakk” mad.
  • 8. “ŞAKK” SÖZCÜĞÜNÜN “TULÛ‘”[DOĞUŞ] ANLAMINDA OLUŞU: Sözcüğün bu anlamı dikkate alındığında, Ay yarıldı ifadesinden, “ay'ın doğup ortaya çıktığı ve karanlığı çatlattığı” manası ortaya çıkmaktadır. Şems sûresi'nin tahlilinde, Güneş'i takip eden ay ifadesinin, “Kur’ân'ı izleyen Peygamber” anlamına geldiği yönünde bir tesbitte bulunmuştuk. Bu tesbit doğrultusunda, aynı anlam buraya taşınarak, Ay yarıldı ifadesinden, “Peygamber'in gönderildiği ve açığa çıktığı, o'nunla da iyi ile kötünün, iman ile küfrün, hidâyet ile dalâletin açıklığa kavuşturulduğu” anlaşılabilir. Şöyle de ifade edilebilir: Ay'ın yarılması, ay doğduğu esnada karanlığın yarılmasıdır. Bu deyim [şakku'l-kamer], “durum aydınlandı, ortaya çıktı” anlamında kullanılır. Nitekim Araplar, bazı açık ve belirgin durumları ifade etmek için atasözlerinde “ay” sözcüğünü kullanmaktadırlar. Mutavaat anlamı taşıyan ‫ق ت‬ّ‫ا‬‫انش‬ [inşekkat] sözcüğüne bu mecâzî anlam doğrultusunda bakıldığında, sûrenin 1-2. âyetleri şu anlama gelmektedir: Saat [Kıyâmet] yaklaştı. Ve her şey Allah tarafından açıklığa kavuşturuldu. Ve onlar bir âyet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar. Yani, saat yaklaşıp ay yarıldığı, her şey açıklığa kavuşturulduğu hâlde, gördükleri mucizelerden yüz çeviriyorlar. Olacak olmadan, başlarına belâ gelmeden akıllanmıyorlar. Âkıbeti düşünmüyorlar. Gördükleri âyetlerden ibret alacakları yerde “süregelen bir sihirdir” diyerek yüz çeviriyorlar. Buradaki ‫اية‬ [âyet] sözcüğü, “hayret verici alâmet, olağanüstü durum, mucize” anlamına gelmektedir. Kural olarak, bir şart cümlesinde yer alan nekre [belirtisiz] kelimeler, olumsuz cümlelerdeki nekre kelimeler gibi, soyut veya somut herhangi bir varlığın tüm cinsini ifade eden cins ismi mâhiyetindedirler. Bu kural gereği, buradaki âyet sözcüğü, herhangi bir mucize anlamında olup her türlü mucizeyi de içine almaktadır. Bu durumda, Öteden beri süregelen bir sihirdir diyen müşriklerin, gördükleri hiçbir âyeti, hiçbir delili, hiçbir mucizeyi dikkate almadıkları vurgulanmış olmaktadır. Kur’ân'dan başka bir mucize görmedikleri için, müşriklerin gördüğü ve dikkate almadıkları ifade edilen âyetler/mucizeler, Kur’ân âyetleridir. Hatırlanacak olursa, müşriklerin bu tavrı daha evvel Müddessir sûresi'nde de konu edilmişti: 18-25 Şüphesiz o, düşündü ve ölçü koydu. –Artık o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu! Yine o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu!– Sonra baktı. Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi de: “Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu, beşer sözünden başka bir şey değil” dedi. (Müddessir/24) Burada “süregelen” olarak çevirdiğimiz sözcüğün orijinali ‫ر‬ّ‫ا‬ ‫ستم‬‫س‬‫مس‬ [müstemir] olup bu sözcük birden çok anlama gelmektedir. Bu anlamları şöyle sıralayabiliriz: * “Devam eden” anlamına gelir ki, zaten gelen vahiyler ve yapılan tebliğler kesintisizdir, süreklidir, devam etmektedir. * ‫ر ة‬ّ‫ا‬ ‫الم‬ [el-mirretu] sözcüğünden türemiş olup “güçlü” manasına gelir. * ‫المرار ة‬ [el-mirâretu] kökünden türemiş olup “öd kesesi” manasına gelir. Buna göre ifade, “Bu, acı, tadı bozuk bir sihirdir” manasında olur. * “Geçici, geçip giden, zeval bulan” anlamındadır. Sözcük bu anlamla değerlendirildiğinde ise sihrin geçiciliği, sürekli olmadığı vurgulanmış olur. Biz, “sürekli, devam eden, süregelen” anlamının en uygun anlam olduğu kanısındayız. Çünkü müşriklerin “büyü” olarak niteledikleri âyetler süreklidir, kesintisizdir. Müşrikler kendilerine tebliğ edilen âyetlerin özünü araştırmaya yanaşmamakta ve bu âyetlerin anlamlarına sırtlarını dönmektedirler. Bir delile ve kanıta dayanmadan sırf keyfî arzularına
  • 9. uyarak, gördükleri âyetleri ve bu âyetlerle ortaya konan gerçekleri hiç irdelemeden, düşünmeden yalanlamaktadırlar. Doğru anlayabilmek maksadıyla sûrenin başından beri üzerinde çalışma yaptığımız ilk iki âyetteki kısa ve öz mesaj, Rabbimiz tarafından Enbiyâ sûresi'nde detaylandırılmıştır: 1 İnsanlar için hesapları yaklaştı. Onlar ise aldırmazlık içinde, mesafeli duran kimselerdir. 2,3 Rablerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü/hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, aralarında şu fısıltıyı gizlediler: “Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?” 4 De ki: “Benim Rabbim gökte ve yerde her sözü bilir. Ve O, en iyi işiten, en iyi bilendir.” 5 Aksine onlar: “Bunlar, karmakarışık düşlerdir; yok yok onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alâmet/gösterge getirsin” dediler. 6 Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir memleket iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler? 7 Ve Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri gönderdik/elçi yaptık. Haydi, siz bilmiyorsanız Öğüt/Kitap Ehli olanlara/vahiy bilgisi olanlara soruverin. 8 Ve Biz o elçileri yemek yemez birer ceset yapmadık. Onlar sürekli kalıcılar/ ölümsüz de değillerdi. 9 Sonra Biz onlara, verdiğimiz o sözü yerine getirdik. Böylece onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık. Aşırı gidenleri de değişime/yıkıma uğrattık. 10 Hiç kuşkusuz Biz size, öğüdünüz/şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacak mısınız? 11 Biz, şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yapan nice kentleri de kırıp geçirdik. Onlardan sonra da başka toplumları var ettik. 12 Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı. – 13 Hızla uzaklaşıp kaçmayın, sorgulanmanız için, içinde şımarıp azdığınız şeylere ve evlerinize dönün.– 14 Onlar: “Yazıklar olsun bizlere! Şüphesiz biz gerçekten yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar imişiz” dediler. 15 İşte onların bu çağrıları, onları biçilmiş bir ekin ve sönmüş ocak/kül hâline getirinceye kadar son bulmadı. (Enbiyâ/1-15) 3-5 Kur’ân'da kendilerine verilen her emir, “kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş bir kanun, düstur ve ilke” olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar yarar sağlamıyor. Bu âyet grubunda ilk olarak Müslümanlar arasında yanlış anlamda kullanılan ‫سة‬‫س‬‫حكم‬ [hikmet] sözcüğü üzerinde durmak gerekmektedir. Kur’ân'da ilk kez bu sûrede geçen ve bizim de “zulüm ve fesadı [kargaşayı] önleyen ilke” olarak çevirdiğimiz hikmet sözcüğü, âyette ‫بعالغة‬ [bâliğa] sıfatıyla birlikte yer almıştır. Buna göre, âyetteki ‫بعالغسسة‬ ‫حكمسسة‬ [hikmet-i bâliğa] tamlaması, “en üstün seviyede, yeterli olacak şekilde, zulüm ve fesadı engelleyen ilke” anlamına gelir. “HİKMET” SÖZCÜĞÜNÜN GERÇEK ANLAMI: ‫حكمسسة‬ [hikmet]in ne olduğunu anlamak için sözcüğün lügat anlamını bilmek yeterlidir. Hikmet sözcüğü, ‫سم‬‫س‬‫حك‬ [hukm] sözcüğünün bir türevi olup “bina-i nev'i, ism-i nev'i” kalıbındadır. Kullanıldığı fiilin bütün anlamlarını temsil eden bir isim niteliğindeki bu kalıptan birçok sözcük türetilmiştir. Bu sözcüklerden birçoğu Arapça'daki anlamlarıyla Türkçe'ye de geçmiştir. Türkçe'de yaygın olarak kullanılmakta olan bu kalıptaki sözcüklerden bir kısmı şunlardır: Bid‘at, cinnet, fikret, fitne, firkat, gıybet, hizmet, hicret, illet, iffet, kıymet, kısmet, kisve, minnet, mihnet, nimet, rif‘at, ric‘at, sirkat, şirket, şiddet, zînet.
  • 10. Hikmet de aynı kalıptan geldiği gibi, hikmet'in türetildiği hukm sözcüğünün türevleri olan hâkim, hakem, hâkimiyet, hükûmet, muhkem, tahkim, muhâkeme, mahkeme, ihkam ve tahakküm gibi birçok sözcük de Türkçe'ye geçmiş ve Türkçe'leşmiş olarak kullanılmaktadır. Hukm sözcüğüne, sözcük ve terim anlamı olarak bugün elimizdeki Arapça sözlüklerde verilen karşılıklar şunlardır: “Hükmetmek, yargılamak”; “işi sağlama almak, sağlamlaştırmak”; “yüzün ön kısmı, alın”; “şan, şeref”; “çağırmak, mahkemeleşmek”; “hakemlik etmek, tecrübeli uzman”; “hikmet sahibi olmak, hakîm olmak.” Allame İbn-i Manzur'un Lisânü'l-Arab adlı eserinde ‫سم‬‫س‬‫حك‬ [hakeme] sözcüğünün esas anlamının ‫سع‬‫س‬‫من‬ [mene‘a=engel oldu] demek olduğu belirtilmektedir. Bu durumda hakeme sözcüğünün mastarı olan hukm sözcüğü de “engel olmak” anlamına gelmektedir. Araplar bu sözcüğü, “insan veya hayvana mani olmak, onu kontrol altına almak” anlamında kullanmışlardır. Sözcüğün İslâm öncesi Arap şiirinde bu anlamda kullanıldığını gösteren yüzlerce örnek vardır. Ayrıca hayvanların kontrolünü sağlayan “gem” denilen alete de Araplarca ‫حكمة‬ [hakeme] denmiştir.8 Kur’ân döneminde ise, sözcüğün anlamı biraz daha özelleşerek, “zulme ve fesada engel olmak” anlamında kullanılmıştır. Hakeme sözcüğünden türetilen sözcükler de o dönemde özelleşmiş olan bu anlama uygun olarak kullanılmıştır. Bu sözcüklerden bir kaçı ve kullanıldıkları anlamlar şöyledir: * Hâkim: Zulme ve fesada engel olan kişi. * Mahkeme: Zulme ve fesada engel olunan yer. * İhkam: Zulme ve fesada engel oldurma. * Muhkem: Zulme ve fesada engel edilmiş şey. Sözcüğün Kur’ân'ın indiği dönemde bu özelleşmiş anlam içeriğiyle kullanıldığına dair Peygamberimize isnat edilmiş meşhur bir hadis bile bulunmaktadır: ‫سدك‬‫س‬‫ول‬ ‫سم‬‫س‬‫ك‬ّ‫ا‬ ‫تح‬ ‫سعا‬‫س‬‫كم‬ ‫ستيم‬‫س‬‫الي‬ ‫كم‬ّ‫ا‬ ‫ح‬ [hakkimu'l-yetîme kemâ tühakkimu veledeke=kendi çocuğunu engellediğin gibi yetimi de engelle!], yani “Kendi çocuğunun zulmüne, fesadına, kötü yetişmesine mani olduğun gibi yetime de mani ol ki, o da iyi yetişsin, kötü birisi olmasın.” ‫حكم‬ [hukm] mastarının tüm türevleri bu anlam ile uyumludur. Sarf ilmi'nin kurallarına göre bu sözcükten birçok farklı sözcük daha türetmek mümkündür. Nitekim hukm mastarının farklı türevleri Kur’ân'da 210 yerde geçmekte ve dikkatle incelendiği takdirde hepsinin de “zulme ve fesada mani olma, engelleme” anlamında kullanıldığı açıkça görülmektedir. Hukm mastarından türemiş olan ‫حكمسسة‬ [hikmet] sözcüğü, girmiş olduğu ism-i nevi kalıbından dolayı, “zulme ve fesada engel olma”nın adı olmak durumundadır. Bu duruma göre hikmet'e verilmesi gereken en uygun anlam, “zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş olan kanun, düstur ve ilke” olmaktadır. Hikmet sözcüğü, hepsi de doğal sözcük anlamıyla kullanılmış olarak Kur’ân'da 19 âyette 20 kez geçmektedir. Sözcük Kur’ân'da ilk defa, 37. sırada Mekke'de inen Kamer sûresi'nde yer almış ve bu âyetten sonraki âyetlerde geçen hikmet sözcükleri yine Kur’an tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Söz konusu âyeti, hikmet sözcüğünün bu anlamı ışığı altında değerlendirdiğimizde, vahiyle topluma gelen “kararlaştırılmış, zulüm ve fesadı engelleyen üst seviyede ilkeler ve bunlardan vaz geçirecek haberler”e rağmen, inançsızların keyif, tutku ve heveslerine uyarak ömürlerini fısk ve fücûrla geçirmeyi tercih ettikleri anlaşılmaktadır. İnançsızların bu tavırları daha önce Kıyâmet sûresi'nde de söz konusu edilmişti: 5 Aslında o insan, önünü; kalan ömrünü din-iman tanımayıp kötülüğe batmakla geçirmek istiyor: (Kıyâmet/5) 8 Lisânü'l-Arab; c. 2 s. 539-543, “Hukm” mad.
  • 11. ENBA’ [ÖNEMLİ HABERLER]: ‫باء‬‫ب‬‫أنب‬ [enba’], “önemli, mühim haberler” demektir. Nitekim Neml/22, Hucurât/6 ve Âl-i İmrân/44'de detaylı olarak görülebileceği gibi, ‫نبأ‬ [nebe’] ve ‫انباء‬ [enba’] sözcükleri Kur’ân'da ancak ağırlığı ve önemi olan şeyler için kullanılmıştır. Yukarıdaki pasajda işaret edilen önemli haberler, Kur’ân'daki geçmiş toplumlara ait kıssalardır. Bu konuyla ilgili daha detaylı açıklama, sûrenin sonunda verilen “Hikmet” başlıklı ek yazının içeriğinde mevcuttur. Bu açıklamalara göre 3-5. âyetlerin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: “Kendilerinden önce yaşamış ve ilâhî mesajı yalanlamış toplumların yok edilişlerinin ve yine Kur’ân'da tasvir edilen âhiret serüvenlerinin haberleri onlara geldi. Bütün bu haberler, yanlış yolda olanların tutumlarını değiştirmelerini sağlayacak nitelikte uyarıcılardı. Yine bu emirler, onları zulüm ve fesattan en üst düzeyde engelleyecek yasalar ve ilkelerdi. Ama buna rağmen uyarılar onlara fayda vermiyor.” 6-8 O hâlde onlardan geri dur. O günde Çağırıcı'nın, bilinmedik/ yadırganan bir şeye çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar. Sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, “Bu, zor bir gündür” derler. Bu pasajda Mekkeli müşriklerin hâlleri sergilenmekte ve Peygamberimize o zavallılardan yüz çevirmesi, onları kendi hâllerine bırakması telkin edilmektedir: “Artık onları kendi hâline bırak! Çünkü sen onlara en ikna edici delilleri getirdin ve kıyâmeti inkâr ettikleri, peygamberlerini yalanladıkları için cezalara çarptırılan kavimlerden ibret verici, caydırıcı tarihî örnekler verdin. Tüm bunlara rağmen onlar hâlâ ders almıyorlar. Onları kendi hâline bırak, artık onlarla sözlü münâkaşada bulunma, onlarla kaynaşma, samimî olma ve onlardan geri dur!” Hatırlanacak olursa, Rabbimiz Peygamberimize Kalem/44'de, Onları Bana bırak!; Necm/29'da da, Onlardan mesafelen! şeklinde telkinlerde bulunmuştu. Yukarıdaki âyette verilen emir ise öncekilerden daha kapsamlıdır. Zira burada kullanılan tevella sözcüğü, sallâ sözcüğünün karşıt anlamlısı olup “destek vermemek, yardımcı olmamak, sırt çevirmek” anlamına gelmektedir. MÜNADİ [ÇAĞIRICI]: Kaf/41-42'nin tahlilinde de değindiğimiz gibi, söz konusu çağırma, ister vasıtalı, ister vasıtasız olsun, Çağırıcı bizzat “Rabbimiz”dir. ‫نكر‬ [NÜKR]: Âyetin orijinal metninde yer alan ‫نكر‬ [nükr] sözcüğünün; * Bugün yaygın olarak kullanıldığı gibi, “inkâr edilen, çirkin, kabul görmeyen” anlamı esas alınırsa, “Çağırıcı”nın onları münker olan [kabul etmedikleri, çirkin buldukları] şeye çağırdığı; * ‫كببر‬ّ‫ر‬ ‫من‬ [münekker=yadırganan, ihtimal verilmeyen] anlamı esas alınırsa, çağırıcının onları cehenneme, yani onlara göre olmaması gerekene çağırdığı anlaşılır. Nitekim Araplar, “Bunun böyle olmaması gerekirdi”, “Bu, olmamalıydı”, “O kişi münkerden nehyeder” [olmaması gerekenden yasaklar] gibi ifadelerde hep aynı sözcüğü kullanırlar. ‫ابصصصارهم‬ ‫شصصاعا‬ّ‫ا‬ ‫خ‬ [HUŞŞÂ‘AN EBSÂRUHUM [GÖZLERİ DÜŞKÜN DÜŞKÜN]: Bu deyim, “gözleri huşu içinde” demektir. Gözlerdeki bu huşu, korkudan, pişmanlık ve utançtan ya da dehşetten kaynaklanmış olabilir. Yani çağırılanlar; olayın veya başlarına geleceklerin korkusuyla; olayın dehşetiyle; duydukları pişmanlık ve utançla gözleri huşu içinde kabirlerden çıkacaklar ve çağırıcıya doğru fırlayacaklardır. Bu kimseler âyette darmadağın çekirge sürüsüne benzetilmiştir.
  • 12. Bu benzetme, onların çok olmaları ve dalgalanmaları bakımından yapılmış olabileceği gibi, onların şaşkınlığını ve güçsüzlüğünü ifade etmek için de yapılmış olabilir. Bu konuyla ilgili şu açıklama isabetli bir tespittir: İşte o gün insanların mezarlarından çıkışı çekirgelere benzetilir. Peki, neden çekirgelere? Allah neden bu örneği seçmiştir? Son yüzyılda haşereler üzerinde mikro kameralar ve sistemli gözlemle yapılan araştırmalar bize neden çekirgelerin örnek olarak gösterildiğini açıklamaktadır. Her şeyden önce çekirge sürüleri çok kalabalıktır. Milyarlarca çekirge bir araya gelerek kilometrelerce uzunluk ve genişlikteki kapkara bir yağmur bulutunu andırırlar. Bu sürülerin bazılarının 3-5 km. genişliğinde ve metrelerce derinlikte olduğu tesbit edilmiştir. Ayrıca çekirgeler yumurtalarını toprağın içine tohum gibi yerleştirirler ve çekirge larvaları uzun bir müddet toprağın altında kaldıktan sonra yeryüzüne çıkarlar. Nereden çıkarlar? Toprağın altından... Şimdi örnek olarak Amerika'nın New England bölgesinde yaşayan çekirgeleri inceleyelim. Bu çekirgeler 17 yaşına bastıkları yılın Mayıs ayında, uzun yıllardan beri yaşadıkları yeraltındaki karanlık yarıklardan toprak üzerine çıkarlar. Eğer insanlara, “Sizi karanlık bir yere kapatacağız ve saatiniz olmadan, dış dünyayla bağlantınız olmadan 17 gün sonra hep beraber dışarı çıkacaksınız” deseniz, emin olun birçok insan 17 günlük süreyi bile doğru tahmin edemez. Dünya'dayken maddî bedeni mezara konmuş insanların, âhirette topluca yaratılmalarına bundan güzel örnek olur mu? Kısacası çekirgeler ve insanlar benzer şekilde toprağın altında uzun bir müddet kaldıktan sonra topluca çok kalabalık olarak yeryüzüne çıkarlar.9 O kâfirler, “Bu, zor bir gündür” derler. Bu ifadeden, âhiretin, kâfirler ve müminler için farklı olacağı anlaşılmaktadır. Çünkü kıyâmetteki korku ve dehşet sadece kâfirler içindir: 8-10 Çünkü, o boruya üflendiğinde, işte o, o gün, çok zorlu, çok çetin bir gündür. Yalnız o, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler için hiç de kolay değildir. (Müddessir/8-10) Müminler o gün güvende olacaklardır: 101,102 Şüphesiz tarafımızdan kendilerine “En Güzel” hazırlanan kimseler; işte onlar, cehennemden uzaklaştırılmışlardır. Onlar, cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar, nefislerinin istediği şeyler içinde sürekli kalıcıdırlar. (Enbiyâ/101-102) 89 Kim bir iyilik-güzellik getirirse, onun için getirdiğinden daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. (Neml/89) 31 Cennet de, Allah'ın koruması altına girmiş kişilere uzak olmayıp yaklaştırılmıştır. 32-35 İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan Rahmân'dan; yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan görülmediği, duyulmadığı; sezilmediği yerlerde bile saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperen ve gönülden bağlı olan herkes için söz verilendir. –“Selâm ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk günüdür.”– Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır. (Kaf/31-35) 9 (Kur’an araştırmaları gurubu; Kur’an hiç Tükenmeyen Mucize)
  • 13. 9 Onlardan önce Nûh'un toplumu da yalanlamıştı. Öyle ki kulumuzu yalanladılar ve “O, gizli güçlerce desteklenen/deli birisidir” dediler. Ve o alıkonulmuştu; her türlü faaliyetine engel olunmuştu. Görülüyor ki, kendi toplumu Nûh peygamberi sadece yalanlamakla kalmamış, ona “mecnûn” diyerek hakaret etmiş, elini kolunu bağlamış ve tebliğ görevini yerine getirmesine engel olmuştur. Hatta o'nu ölümle de tehdit etmiştir: 116 Onlar dediler ki: “Ey Nûh! Eğer vazgeçmezsen, iyi bil ki, kesinlikle sen taşlanarak öldürülenlerden olacaksın!” (Şu‘arâ/116) Yüce Allah, sûrenin 4. âyetinde bildirdiği önemli haberler'i bu âyetten itibaren açıklamaya başlamıştır. Açıklanan bu önemli haberlerin sayısı beş tane olup hepsi de geçmiş dönemlerde yaşamış peygamberlerin ibret alınması gereken serüvenleri hakkındadır. Bu haberler hem insanlar için birer “vaz geçirici”, hem de Peygamberimizin kalbini yatıştıran ve yükünü hafifleten bir mesaj özelliği taşımaktadır. Çünkü hepsi de Peygamberimizin durumunun önceki peygamberlerden farklı olmadığını gösteren bilgiler içermektedir. Rabbimiz bu tür mesajlarını her zaman –bu âyette olduğu gibi– işareten değil, bazan da net sözcükler kullanarak vermiştir: 33 Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah'ın âyetlerini bile bile reddediyorlar. 34 Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. (En‘âm/33-34) Bu âyette Peygamberimize verilen mesajı şöyle takdir etmek mümkündür: “Onlardan önce Nûh'un kavmi yalanladı. Yani, o yalanlama fiilini senin kavminden önce Nûh kavmi yaptı ve Allah'ın peygamber gönderdiğine inanmadı. Öyle ki, o kulumuza yalan isnat ettiler ve o'na “mecnûn” [cinnlenmiş, delirmiş] dediler. Hem de zecredildi, yani tebliğden men edilmek için çok azarlandı, incitildi, eziyet gördü; eğer tebliğden vazgeçmezse taşlanarak öldürülmekle tehdit edildi.” 10 Bunun üzerine Nûh Rabbine yalvardı: “Ben gerçekten yenik düşürüldüm, bana yardım et!” Bu âyette kendi toplumu tarafından etkisiz bırakılarak tebliğ görevini yerine getiremez hâle getirilen Nûh peygamberin çaresizlik içinde kendisini peygamber olarak görevlendiren Allah'a dönerek gücünün tükendiğini ve yenik düştüğünü bildiren yakarışı dile getirilmiştir. Bu yakarıştan sonra Nûh peygamber kendisine verilen işi bizzat işin sahibine [Allah'a] teslim etti. Teslim eder etmez, o güçlü ve karşı durulmaz Rabb da gerekeni hemen yaptı: 11 Biz de hemen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik. Âyette geçen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik ifadesi, bir “istiare-i temsiliyye”dir. Bulutlardan yağan yağmurun ne kadar fazla olduğu, gök kubbenin yarılıp kuvvetli bir selin yeryüzüne akmasına benzetilerek anlatılmıştır. Şiddetli yağmuru ifade etmek için Arapça'da kullanılan, “Gökyüzünün olukları aktı, kırbalarının ağızları açıldı” deyimleri ile Türkçe'de kullanılan “sanki gök delindi” deyimi aynı türden ifadelerdir.
  • 14. 12 Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık; derken sular ayarlanmış bir iş üzerine birbirine kavuştu. Nûh tufanı ile ilgili olarak gerek İsrâîliyâttan ve gerekse uydurma rivâyetlerden beslenen birçok hikâye mevcuttur. Biz, Kur’ân dışı anlatımların doğru olmadığı kanaati ile Rabbimizin verdiği bilgilerle yetinmeyi ve, Her türlü noksanlıklardan arınmış Rabbimiz! Sen'in bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yok (Bakara/32) demeyi tercih ediyoruz. Bu olayların Kur’ân'daki ayrıntılı olarak anlatımı Hûd/25-49’da gelecektir. 13,14 Nûh'u da, iyilikbilmezlik edilen kişiye bir ödül olmak üzere, korumamız/ gözetimimiz altında akıp giden levhaları; tahtaları ve çivileri/urganları olan filika/ küçük gemi üzerinde taşıdık. Âyette geçen ‫الببواح‬ [elvâh] sözcüğü, ‫بوح‬‫ب‬‫ل‬ [levh] sözcüğünün çoğuludur. Levh ise, – Müddessir ve Burûc sûrelerinde açıkladığımız gibi– “her ne maddeden olursa olsun, tahta gibi yassı olan şeyler”dir.10 ‫دسر‬ [düsür] sözcüğü ‫دسبار‬ [disâr] sözcüğünün çoğuludur. Disâr ise, “gemi tahtalarını birbirine bağlayan bağ, kenet, perçin [çivi] veya halat”a denir.11 Buna göre âyette geçen ‫دسببر‬ ‫و‬ ‫الببواح‬ ‫ذات‬ [zât-ı elvâh ve düsur] ifadesi ile, “gemi” kasdedilmiş olmaktadır. Yani, söylenmek istenen nesnenin adı verilmeyip nitelikleri açıklanmıştır. Nitekim Hûd/37-38'de bu nesne için ‫فلك‬ [fülk=gemi] sözcüğü kullanılmıştır. “Gemilerde bulundurulan sandal” demek olan filika sözcüğünün de Latince'ye buradan geçmiş olması muhtemeldir. Verilen bilgilere göre Nûh peygamberin gemisi, tahtaları bir takım bağ, perçin veya halat ile birbirine bağlanmış bir saldan ibarettir. GÖZETİMDE AKIŞ: Nûh peygamberin salının Rabbimizin gözetiminde akışı, salın ve salda bulunanların Allah tarafından korunduğunu, gözetildiğini, tehlikelerden uzak tutulduğunu ifade etmektedir. Çünkü tufanın boyutu onların gözetilmelerini gerektirmektedir: 42 Ve gemi onlarla, dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu. Ve Nûh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: “Yavrucuğum! Bizimle beraber bin, kâfirlerle; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler ile beraber olma!” (Hûd/42) nankörlük edilen kişiye bir mükâfaat olmak üzere Âyette, toplumu tarafından alaya alınan, görevden alıkonan, aşağılanan ve eziyet gören Nûh peygamberin, bütün bunlara karşı sabrederek direnmesinin mükâfaatı olarak Allah tarafından gözetildiği bildirilmektedir. Yani, Nûh peygamber tufandan kurtarılarak toplumunun kendisine yaptıklarına karşı onurlandırılmış olmaktadır. Onun Allah'a şükredişinin âhiretteki mükâfaatı ise burada açıklanmamıştır. BUGÜNE MESAJ: Bu âyette aynı zamanda şu mesaj da verilmektedir: Allah yolunda tüm gücünü harcamasına rağmen çaresizlik içinde yenik düşen dava adamı, davayı bu davanın asıl sahibine teslim edip O'na sığınması durumunda, Allah'ın yardımı ile tekrar güç kazanır. Böyle durumlarda her şeyin yaratıcısı ve hâkimi olan Allah, dinine hizmet eden kişiyi zâlimler karşısında onurlandırır ve emrinde olan evren güçlerini o dava adamının hizmetine vererek ona yardım eder. 10 (Lisanü’l Arab, “lvh” mad. ) 11 (Lisanü’l Arab, “” mad. )
  • 15. 15 Ve andolsun Biz, bunu bir âyet olarak bıraktık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Âyetteki bu işaret zamiri ile gösterilenin ne olduğu konusunda iki değişik açıklama yapılabilir: * Bu zamiri ile, “gemi” [sal] kasdedilmiştir ve ibret olarak bırakılan da “salın kalıntıları”dır. Bu kalıntılar geçmişte bulunmuş, görülmüş olabilir veya ilerideki yıllarda bulunacaktır. * Bu zamiri ile, “olay” kasdedilmiştir. Alınacak ibret de, Nûh peygamber ile toplumu arasında yaşanan olaylardır. Yüce Allah bu konuyu Ankebût sûresi'nde şu ifade ile bildirmiştir: 15 Böylece Biz, o'nu ve gemi halkını kurtardık ve gemiyi/ cezayı/ kurtuluşu âlemlere bir alâmet/gösterge yaptık. (Ankebût/15) MÜDDEKİR: Bu sözcüğün aslı, ‫ذكر‬ [zikr] sözcüğünden türemiş olan ‫مذتكر‬ [müztekir] sözcüğüdür. İftial babından ism-i fail olan sözcükte, ‫مذدجر‬ [müzdecer] sözcüğünde olduğu gibi ‫ت‬ [te] harfi ‫د‬ [dal]a kalbedilmiş, sonra da ‫ذ‬ [zal], ‫د‬ [dal]a idgam edilmiştir. ‫دكر‬ّ‫ر‬‫م‬ [müddekir] sözcüğü, tıpkı ‫كر‬ّ‫ر‬ ‫متذ‬ [mütezekkir] sözcüğü gibi, “düşünen, ibret alan ve kıyas yapan” anlamını ifade eder. Bu durumda âyette geçen, O hâlde var mı ibret alıp düşünen ifadesi, bir teşvik unsuru olabileceği gibi, sakındırıcı, caydırıcı bir unsur da olabilir. 16 Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? Sonuç, Kur’ân'da tasvir edildiği gibi gerçekleşmiş, inkârcıların başına gelen yakıcı ve karşı durulmaz azap hakkında önceden yapılmış uyarılar doğru çıkmıştır. Fussılet/16'da uğursuz günler olarak nitelenen bu azap günleri, Hâkka/7'de bildirildiğine göre, yedi gece ve sekiz gün devam etmiştir. Nûh peygamberin ülkesi ve tufanın gerçekleştiği yer [coğrafî bölge] hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Hûd sûresi'nde Nûh peygamberin gemisinin karaya oturduğu yer ‫ى‬ّ‫ر‬ ‫جود‬ [Cûdi] adıyla zikredilmiştir. Lisânü'l-Arab ve Tâcü'l-Arus'da “Cûdi, Zeccac'a göre Âmid [bugünkü Diyarbakır] yöresinde, bazılarına göre Musul yakınlarında, bazılarına göre de Hindistan'da bir dağın adıdır” diye açıklanmaktadır.12 ÖNEMLİ NOT: Âyetin orijinalinde geçen ‫نببذر‬ [nüzür] sözcüğü, ‫نببذير‬ [nezîr] sözcüğünün çoğuludur. Kur’ân'da başka âyetlerde de geçen nüzür sözcüğü hem mastar hem de ism-i fail olarak kullanıldığından, sözcüğün anlamını “uyarılar” veya “uyarıcılar” olarak değerlendirmek mümkündür. Nüzür, âyette kendisinden önce geçen ‫عببذابى‬ [azâbî=azabım] sözcüğü ipucu kabul edilerek ‫بذرى‬‫ب‬‫ن‬ [nüzürî] şeklinde takdir edilebilir ve sözcüğün sonundaki harfin uyak için hazfedilmiş olduğu düşünülebilir. Bu durumda nüzürî sözcüğünün sonuna ekli bulunan “benim” anlamındaki iyelik zamiri, sözcüğe “uyarılarım, uyarıcılarım” anlamını vermiş olur. Bu kabule göre; nüzür sözcüğü ile hem gönderilmiş mesajlar ve caydırıcı özelliği olan önemli haberler, hem de gönderilmiş peygamberler kasdedilmiş olmaktadır. Âyetin hitabı da hem inançsızlara, hem de uyarıcı peygambere yönelik olmaktadır. Geçmişte helâk edilmiş olan müşrik kavimlerin hepsi de elçileri yalanlayıp “Allah hiçbir şey indirmedi” dedikleri için sadece kendilerine gönderilmiş olan elçiyi değil, bütün elçileri yalanlamış durumuna 12 Tâcü'l-Arus; c. 4, s. 405; Lisânü'l-Arab; c. 2, s. 257.
  • 16. düşmüşlerdir. Âyetin Peygamberimize yönelik mesajında da bu gerçeğe işaret edilmekte ve “senin işinin sonu da tıpkı o uyarıcıların işlerinin sonu gibi olacak” denilmektedir. 17 Andolsun Biz, Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Bu âyet, sûrede anlatılan her kıssanın arkasından tekrarlanarak bu kıssaların dikkate alınıp düşünülmesi ve onlardan ibret alınması gerektiği mesajı verilmektedir. Bir önceki âyette ilâhî mesajı yalanlayan toplumların tepesine inen acıklı azaplar hatırlatıldıktan sonra, aklını kullananların Kur’ân'ı anlamaya, dolayısıyla hidâyete davet edildiği bu âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “İşte Kur’ân, önlerinde duruyor. Ellerinin altındadır, yararlanmalarına açıktır. Kolay anlaşılabilir. Kolay ezberlenebilir. Okunmayı ve üzerinde düşünmeyi özendiren bir çekiciliği vardır. Ayrıca doğru ve sade olmanın çekiciliğine sahiptir. İnsan fıtratı ile uyumludur. Rûhu coşturur, duyguları harekete geçirir. Çarpıcı açıklamaları bitmez. İstediği kadar reddedilsin, bu yüzden yıpranmaz, değerini yitirmez. İnsan kalbi onu her irdeleyişinde yeni bir şeyler öğrenir. İnsan onunla ne kadar kaynaşırsa ona olan ilgisi, ülfeti daha da artar.” Bu âyetten, “Biz Kur’ân'ı öğüt almaya hazır hâle getirdik” anlamını çıkarmak da mümkündür. Zira Arapça'da ‫ببرفر‬‫ب‬‫س‬ّ‫ر‬ ‫لل‬ ‫ببرناقته‬‫ب‬‫س‬ّ‫ر‬ ‫ي‬ [yessera nâkatehü li's-seferi=devesini sefere hazırladı], ‫للمغزى‬ ‫فرسه‬ ‫سر‬ّ‫ر‬ ‫ي‬ [yessera ferasehü li'l-muğzî=atını savaşa hazırladı] cümlelerinde olduğu gibi, ‫سر‬ّ‫ر‬ ‫ي‬ [yessera] fiili, “hazırlama” anlamında da kullanılır.13 Bize göre bu âyet yukarıdaki mesajlardan başka, Kur’ân'ın mucize oluşuna da dikkat çekmektedir. Nûh peygamberin hikâyesi ile birlikte o'na verilen mucize anlatıldıktan sonra bu âyet ile Peygamberimize zımnen şöyle denmektedir: “And olsun ki, Kur’ân'ı zikir için, yani herkese hatırlatmak, kendisiyle âleme meydan okumak için ve asırlar boyu sürüp gitsin diye kolaylaştırdık. Böylece yanına gelen herkesin bir mucize ortaya koyman için dilekte bulunmasına gerek kalmamıştır. Senin mucizen de Kur’ân'dır.” 18 Âd da yalanladı. Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? Caydırıcı özelliği bulunan “önemli haberler”in ikincisi bu âyetle başlamaktadır. Kıssanın giriş cümlesi olan bu âyetin başında herhangi bir bağlacın bulunmaması, başka bir yere gönderme yapılmadığını, bu kıssanın bağımsız bir parça olduğunu göstermektedir. Buradaki istifham da yine “istifham-ı inkarî” olup sorunun cevabı beklenmemekte, sadece söylenecek söze dikkat çekilmektedir. ÂD KAVMİ: Arap tarih bilgilerine göre, Yemen'deki Hadramevt ile Umman arasında Ahkâf diye bilinen geniş bir beldenin halkı olan Âd kavmi, muhteşem sarayların bulunduğu İrem adlı dillere destan büyük kenti ile meşhur, siyasî ve ekonomik açılardan da büyük bir gücü temsil etmekte idi. Aynı zamanda zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibi olan Âd kavmi, yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanıyordu. Kur’ân'ın bu halkla ilgili olarak dile getirdiği büyük mücâdele, onlara kendi içlerinden biri olan Hûd'un peygamber olarak gönderilmesi ile başlar. Âd kavmi ile Hûd peygamber arasındaki bu mücâdele, bu sûreden başka A‘râf, Şu‘arâ, Ahkâf ve Fussilet sûrelerinde de anlatılır (bkz. A‘râf/65-72, Şu‘arâ/123-140, Ahkâf/21-28, Fussılet/13-16). Mücâdelenin, bu sûrenin 18-22. âyetlerindeki anlatımı, Âd kavminin sadece yalanlayışına ve uğratıldığı azaba işaret şeklindedir. Âd kavmi ve olay hakkındaki detay diğer sûrelerdedir. Âd ve Semûd kavimlerinin Kur’ân'daki haberlerini özetleyen bir bölüm, Fecr sûresi'nin tahlilinde bulunmaktadır.14 13 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 14 Bkz. Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân; c. 1, Fecr sûresi.
  • 17. 19,20 Şüphesiz Biz onların üstüne, uğursuz, uzun bir günde dondurucu/uğultulu, insanları koparıp atan bir rüzgâr gönderdik; sanki onlar kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibiydiler. ‫صرصر‬ [sarsar], “soğuk veya gürültülü fırtına” demektir.15 Âyetteki uğursuz nitelemesi, astrologların [yıldız falcılarının] zannettikleri gibi günün kendisi ile ilgili bir uğursuzluk değildir. Çünkü bu uğursuzluk, herkesi ve her şeyi kapsamamış, o gün sadece Âd kavmi için uğursuz bir gün olmuştur. Böyle olmasına rağmen bu korkunç belânın çarşamba günü başladığı şeklindeki görüş oldukça yaygınlaşmış, hatta çarşamba gününün uğursuzluğuna inanan bazıları o gün herhangi bir işe başlamamayı âdet hâline getirmişlerdir. Âyetteki ‫اليوم‬ [yevm=gün] sözcüğü ile herhangi bir gün değil, geniş anlamda “zaman” kasdedilmiştir. Nitekim âyette yevm sözcüğünü niteleyen ‫ر‬ّ‫ر‬ ‫مستم‬ [müstemirr=sürekli] sözcüğü de, yevm sözcüğünün çoğulu olan eyyam [günler] sözcüğü gibi aynı manayı, birçok günlerin geçtiğini ve zamanın akıp gittiğini ifade etmektedir. Son derece sert, korkunç, tüyler ürpertici olaylarla geçen o uğursuz zaman dilimi [yevm], hikâyenin burada kısaca anlatılması sebebiyle bir ölçü verilerek belirtilmemiştir. Ancak buradaki kısa anlatım başka âyetlerde detaylandırılmıştır: 15 Âd'a gelince de onlar, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: “Güç bakımından bizden daha çetin kim vardır?” dediler. Onlar şüphesiz kendilerini oluşturan Allah'ın güç olarak kendilerinden daha çetin olduğunu görmediler mi? Ve onlar Bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı. 16 Bu yüzden Biz de onlara bu en basit dünya hayatında rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azabı ise elbette daha çok rezil edicidir. Onlara yardım da edilmez. (Fussılet/15-16) 6 Âd'a gelince; onlar gürültülü ve azgın bir fırtına ile değişime/yıkıma uğratılıverdiler. 7 Allah, o fırtınayı üzerlerine yedi gece ve sekiz gün; geceli gündüzlü peşpeşe musallat etmişti. Öyle ki, o toplumu, fırtınanın içinde, içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş hâlde görürsün. 8 Bak şimdi görebilir misin onlara ait herhangi bir kalıntı? (Hâkka/6-8) Hâkka/7'de helâk edilenlerin, Sanki onlar kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibiydiler şeklinde nitelenmesi, Âd kavminin bazı özelliklerini ima etmektedir. Bu imaya göre, âyetten onların uzun boylu, iri cüsseli, çok güçlü oldukları, olay anında rüzgâra karşı tedbir aldıkları, kurtulabilmek için çok çırpındıkları, ama rüzgâr tarafından âdeta kurutulup un-ufak edildikleri anlaşılmaktadır. 21 Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? 22 Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? 23 Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25 Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır” dediler. Daha önce 16-17. âyetlerde dile getirilen bu ifadelerin burada da aynen tekrarlanması, içeriğinin zihinlere iyice yerleştirilmesi ve anlatılan her kıssadan ibret alınması içindir. 15 (Razi; el Mefatihu’l Gayb , Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an; Fussılet 16’nın açıklaması)
  • 18. SEMÛD KAVMİ: Arap tarih bilgilerine göre Hicaz ile Sûriye arasında, Vâdii'l-Kurâ'da yaşamış eski bir Arap kabilesi olan Semûd kavmi, Tarih-i Taberî'ye göre, Semûd b. Casır b. İrem b. Sâm b. Nûh'un neslidir. Daha evvel Fecr suresinde ayrıntılı bilgi verilmiştir. Semûd kavmine elçi olarak Sâlih peygamber gönderilmiştir. Semûd kavminin ismi Kur’ân'da 26 yerde geçmektedir. Kur’ân'da Âd kavmi gibi ibret tablosu olarak sunulan Semûd kavmi ile Sâlih peygamber arasındaki mücâdele hakkında Taberî, İbnü'l-Esîr ve İbn-i Kesîr'in eserlerinde rivâyetlere dayandırılmış detaylar mevcuttur. Ancak Kur’ân'da yer almayan ve arkeolojik bulgulara dayanmayan bu detaylar, gerek güvenilir olmamaları ve gerekse bizi ilgilendirmemeleri nedeniyle burada alıntılanmamıştır. Semûd kavmi ile ilgili bilgiler Kur’ân'da A‘râf/73-79, Şu‘arâ/141-159, Neml/45-53, Hûd/61-68, Şems/11-15, Fussılet/17-18, Hâkka/4-8 ve bu sûrenin 23-32. âyetlerinde yer almaktadır. Rabbimiz bu sûrede Semûd kavmine –diğer kıssalarda olduğu gibi– olayların özeti şeklinde değil, gâyet ayrıntılı bir biçimde yer vermiştir. Bu ayrıntılı anlatım, Semûd kavminin kendilerine gönderilen peygamberi yalanlarken hangi gerekçeleri ileri sürdükleri, toplumun ahlâkî niteliğinin ortaya çıkarılmasını sağlayan dişi deve fitnesi ve sonuçta bu deveye ne yaptıklarına ilişkin bilgileri içermektedir. Bir bakıma Peygamberimizin durumu da Sâlih peygamberin durumuna benzemektedir. Semûd kıssasında azap ve helâke ait olayların geçmiş zaman kipiyle anlatılmasına karşılık, dişi devenin fitne olarak gönderilmesi haberinin gelecek zaman kipiyle verilmesi, söz konusu kıssanın sanki Peygamberimiz zamanında yaşanan canlı bir olaymış gibi hissedilmesini sağlamaktadır. Bu ifade tarzı hem Peygamberimizin sabır ve hakka davet konusunda Sâlih peygamberi örnek almasını sağlamak, hem de düşmanlarına karşı ilâhî yardım geleceği hususunda Allah'a duyduğu güveni sağlamlaştırmak içindir. Yüce Allah sanki, “Ben senin destekleyicinim, seni kesinlikle destekleyeceğim” demektedir. Semûd'la ilgili bilgilerin yer aldığı âyetlerin ifadesine göre Semûd kavmi, Sâlih peygambere inanmamak için üç sebep göstermiştir: 1) Sâlih, bir insandır. Oysa peygamberlerin insanlardan üstün bir varlık olması gerekir. 2) Sâlih, kendi içlerinden çıkmıştır. Oysa peygamberin mucizevî bir yolla gelmesi gerekir. 3) Sâlih, toplum içinde sıradan bir insandır. Oysa peygamberlerin en azından gücü ve şöhreti olan bir kabilenin reisi, bir grubun lideri olması gerekir. Bu itirazlardan, Semûd kavminin Allah'ın yukarıdaki özelliklere sahip birini peygamberlik görevi için seçebileceğini düşünmedikleri anlaşılmaktadır. Mekkeli müşrikler de aynı cehâlet içindeydiler ve Muhammed (as)'in peygamberliğini aynı gerekçeleri öne sürerek reddediyorlardı. “Muhammed bizim gibi sıradan bir insan olduğu hâlde, aramızda doğmuş ve büyümüşken, yönetici düzeyinde birisi değilken ve bize mucizevî bir yolla da gelmemişken, şimdi kalkmış Allah'ın kendisine peygamberlik verdiğini iddia etmektedir” diyorlardı. (Müşriklerin bu tavrı karşımıza Sâd sûresi'nin ilk bölümlerinde gelecektir.) Yapılan çağrının özüne değil de çağrıyı kimin seslendirdiğine bakan kibir kaynaklı bu kof anlayış, tarih boyunca inkârcıların kalplerini sürekli kemiren bir kuşkuya dönüşmüş ve onları helâke sürükleyen sebeplerin başında yer almıştır. Oysa tüm varlıkların yaratıcısı ve vahyin indiricisi olan Yüce Allah, vahyini algılamaya hazırlıklı ve tebliğe yetenekli olanı seçmeyi herkesten daha iyi bilmekte ve vahyini dilediği kimseler vasıtasıyla insanlara iletmektedir. Sırf kendi ölçülerine uygun olmadığı gerekçesiyle Allah'ın elçi olarak gönderdiği kimselerden kuşku duymak ve gelen mesajı irdelemeden, düşünmeden reddetmek ancak körelmiş vicdanlara özgü bir davranıştır. Bu anlayışın hâkim olduğu sapık vicdanlar, çağrıyı seslendirenin kim olduğuna bakarlar ve kendi ölçülerine göre sıradan biri olarak gördükleri elçinin peşinden gitmeyi gururlarına yediremezler. Böyle yaptıkları için de
  • 19. çağrının içeriğine bakıp onun doğruluk ve haklılık derecesini göremezler. Bir insanın peşinden gitmenin, ona saygı göstermeyi gerektireceğini bildiklerinden, bencilliklerinden fedakârlık etmek ve o kişiye uymak ağırlarına gider. Böylece onu ne dinlemek ne de sözlerine inanmak isterler. MÜŞRİKLERİN TUHAF YAKLAŞIMI: Bu sapık insanların, Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz şeklinde tepki göstererek Yüce Allah'ın kendilerini çağırdığı yolu sapıklık olarak görmeleri gerçekten de tuhaf ve şaşkınlık uyandırıcı bir tavırdır. Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır Âyetteki bu ifade, müşriklerin daha da pervasızlaştığını ve kendilerine gönderilen elçiyi alenen yalancılık ve küstahlıkla suçladıklarını göstermektedir. Kişinin davasını maske olarak kullandığı, aslında makam ve şöhret ihtirasına kapılarak kişisel çıkarları uğruna hareket ettiği yolundaki bu tür suçlamalar, her dava adamına yöneltilebilen suçlamalardır. Sâlih peygamber de bu tür suçlamalara maruz kalmaktan kurtulamamış, kendisine vahiy gelmediği hâlde gelmiş gibi davranarak yalancılık ve küstahlık yaptığı ileri sürülmüştür. Benzer iddiaların Peygamberimiz için de dile getirildiği bir vâkıadır. Rabbimiz müşriklerin bu tür iddialarına Necm sûresi'nde şöyle cevap vermiştir: 1 Gurup gurup inmiş âyetlerin her bir inişini kanıt gösteririm ki 2 arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3 O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4 Onun size söyledikleri; inen o ayet gurupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. (Necm/1-4) 26 Yarın onlar, çok yalancının, küstahın kim olduğunu bileceklerdir. Yani, yarınlar onlara gerçeği gösterecek, yakalarını bu gerçeğin pençesinden kurtaramayacaklardır. Şımarık yalancılar yakında yok edici bir sınav [belâ] ile yüz yüze geleceklerdir. Âyetteki ‫غببدا‬ [ğaden=yarın] sözcüğü klâsik Arapça'da, “bugünün ertesi olan gün” anlamında olduğu kadar, görece yakın bir zamanı belirtmek üzere “zaman içinde” veya “yakın bir zamanda” anlamında da kullanılır. Nitekim Araplar, men lem yekün meyten fi'l-yevmi mâte ğaden [bu gün ölmeyen bir kimse yarın ölecektir] derler. Bu cümledeki yarın, “uzak olmayan bir zamanda” anlamındadır.16 Sûrenin 1. âyetindeki yaklaşan saat ifadesiyle olduğu gibi, bu âyetteki yarın sözcüğü ile de “kıyâmet günü” kasdedilmiştir. Semûd kıssasının anlatımındaki söz akışı bu âyetle yön değiştirmiş ve sanki şimdiki zamana dönülmüştür. Böylece geçmişteki olaylar sanki henüz olmuş havasına sokulmuştur. Bir sonraki âyetle de ileride neler olacağı bildirilmiştir. İleride neler olacağına yönelik haber ise açık bir tehdit üslûbu ile sunulmuştur. Bu üslup, Kur’ân'daki kıssa anlatımlarında sık karşılaşılan bir üsluptur. Bu yöntemle hikâyelere canlılık kazandırılır, böylece bu hikâyeler geçmişte olup bitmiş olaylar olmaktan çıkar, gözler önünde cereyan eden yaşanmış olaylara dönüşürler. Kıssayı okuyanlar veya dinleyenler kendilerini olayın içindeymiş gibi hissederler, olayın içindeki kahramanlarmış gibi olayı yaşarlar. Öyle ki, Âdem olurlar İblis'le mücâdele ederler, Nûh olurlar tufanı yaşarlar, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ... olurlar. Sonuç olarak bu üslûp, okuyucuları veya dinleyicileri olayların içine sokan, olayların sonrasındaki gelişmeler hakkında merak uyandıran bir üslûptur. 16 (Lisanü’l Arab, “ğdv” mad. )
  • 20. 27,28 Şüphesiz Biz onlara, kendilerine görev olmak üzere sosyal destek kurumları kurmalarını ve onları ayakta tutmalarını emredeceğiz. Onun için sen onları gözetle ve sabret. Ve onlara bu kurumları ayakta tutacak zekât; vergi ve harcamada bulunma görevlerinin, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; herkesin kamuya ne miktarda katkıda bulunacağı da belirlenmiştir. 27, 28. ayetlerin lafzi manası, “ Şüphesiz Biz onlara, kendilerine fitne olmak üzere dişi deveyi göndereceğiz. Onun için sen onları gözetle ve sabırlı ol. Ve onlara o suyun, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; her içiş hazır kılınmıştır.” şeklindedir. DİŞİ DEVE: Arapların, ‫الناقبببة‬ [en-nâkah] dedikleri “dişi deve”, göçebeler ve hayvancılıkla geçinenler için eti, sütü ve gücü itibariyle çok değerli olan 5 yaşına girmiş “dişi deve”dir. en-Nâkah [dişi deve] sözcüğü hakkında daha detaylı bilgi Şems sûresi'nin tahlilindedir.17 Âyette konu edilen “dişi deve”nin ayrıntıları, bu sûrenin 23-32, A‘râf/73-79, Hûd/61-68 ve Şu‘arâ/141-159 âyetlerinden oluşan Kur’ân pasajlarında yer almaktadır. ALLAH'IN DEVESİ: Sûrede sözü edilen dişi deve, Sâlih peygamberin değil, “Allah'ın devesi”dir. Çünkü âyette bu deve için, ‫لل‬ّ‫ر‬ ‫ا‬ ‫ناقة‬ [Allah'ın devesi] ifadesi kullanılmıştır. Herhangi bir şeyin veya yerin Allah'a izafe edilmesi, o şeyin veya yerin halka, kamuya, tüm insanlığa ait olduğunu gösterir. Nasıl “Beytullâh” [Allah'ın Evi] hiç kimseye ait olmayan, hiç kimsenin sahiplenemeyeceği, herkesin hür ve eşit olduğu ve Allah'ın belirlediği esaslar dışında davranılamayacak bir yer ise, Allah'ın devesi de o günkü şartlarda toplumun fakirlerinin, yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin ortak ve serbestçe yararlandığı, kamu malı olan 5 yaşında güçlü bir dişi deve idi. Allah'ın devesi'nin bu anlamda tekabül ettiği çağdaş işlev, bugünkü sosyal güvenlik kurumlarıdır. Kısacası Salat ve Salat’ın ikamesi ve zekat, infakın mecazi anlatımıdır. Bunun böyle olduğu 28. âyette daha iyi anlaşılmaktadır. Âyette ‫باء‬‫ب‬‫الم‬ [su] sözcüğünün önünde bulunan belirlilik takısı [‫,]ال‬ kasdedilen su'yun bildiğimiz su olarak anlaşılmaması gerektiğini göstermektedir. Zaten A‘râf/74'de, Düşünün ki, Âd'dan sonra sizi halîfeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın şeklinde tanıtılan Semûd kavminin de büyük bir uygarlığa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu âyetteki su'yu, “içme suyu” olarak değerlendirmek, böylesine güçlü bir kavmi üç-beş deve çobanına indirgemek ve koskoca bir uygarlığı da küçük bir kuyuya veya pınara mahkûmmuş gibi göstermek anlamına gelir ki, bu, akla da Kur’ân'a da terstir. Yirmi yedinci âyette geçen “beş yaşındaki dişi deve”, nasıl bildiğimiz sıradan bir deve değilse, o “su” da bildiğimiz su değildir. Bize göre o “su”, ülkedeki gelir ve servetin toplamını; o “su”yun paylaşımı da, söz konusu gelir ve servetin âdil dağılımını ifade etmektedir. “Gelir”, belli bir dönem içinde kişilere ya da gruplara yapılan ödemelerin net toplamı; “servet” ise mal, mülk ve mâlî varlık birikimi demektir. Bu âyet genellikle Şu‘arâ/155 âyeti ile açıklanmaya çalışılmıştır. Hâlbuki o âyetteki ‫شرب‬ [şirb=içiş]ler paylaşıma değil, katılıma yöneliktir. Yani, o âyetteki şirb ile, herkesin kazancının bir bölümünü en-nâkah [dişi deve] için vermesi gerektiği kasdedilmiştir ki, bu, hazineye vergi ya da sosyal kurumlara aidat ödemek demektir. Semûd kavmi ile ilgili 17 Bkz. Şems sûresi.
  • 21. âyetlerdeki ifadelerden anlaşılıyor ki, toplumsal düzene yönelik kurallar [şeriat], ilk kez bu kavme gönderilmiştir. Buradaki paylaşımın deve ile halk arasında olduğunun sanılması gibi bir yanlış anlama ihtimaline karşı, bir hususun daha üzerinde durmakta yarar görüyoruz. Bu âyette onlar zamiri, onlara haber ver ve onların aralarında ifadelerinde olmak üzere iki kez kullanılmıştır. Birinci ve ikinci onlar zamirleri arasında ne lâfzen ne de mana itibariyle bir farklılık söz konusu değildir. Yani, birinci zamir de ikinci zamir de aynı kitleyi temsil etmektedir. Bunun aksi olarak, onlara haber ver ifadesindeki onlar zamirinin hem halkı hem de deveyi kapsadığı düşünülürse, peygamberin deveyi de muhatap alıp Allah'ın mesajını deveye de bildirmesi durumu ortaya çıkar ki, bu, mantıksızdır. Diğer taraftan, onların aralarında ifadesini de “deve ile halk arasında” olarak anlamak yanlıştır. Çünkü eğer âyet deve ile halk arasındaki bir paylaşıma yönelik olsaydı, ifadenin ‫نقاقة‬ّ‫ا‬‫وال‬ ‫القوم‬ ‫بين‬ [beyne'l-kavmi ve'n-nâkati] şeklinde olması gerekirdi. her içiş hazır kılınmıştır. Âyetteki bu ifade, taksimin ölçülerinin belirlendiğini, yani miktar ve zamanının ayarlandığını bildirmektedir. Herkes kendi payını zamanında gidip alacaktır. 29 Bunun üzerine arkadaşlarına/ idarecilerine seslendiler. O da alacağını alıp sosyal kurumları ayakta tutan gelir kaynaklarını kurutarak sistemi çökertiverdi. DEVENİN ÖLDÜRÜLÜŞ TARZI: Devenin öldürülmesi ‫قر‬‫ق‬‫عق‬ [‘akara] fiili ile ifade edilmiş olup konuyla ilgili ayrıntı Şems sûresi'nin tahlilinde verilmiş olduğundan, burada bazı hatırlatmalarla yetinilecektir: * ‘Akara fiilinin türediği ‫عقققر‬ [‘akr] sözcüğü, ilk anlamıyla “bir şeyin doğasını değiştirmek, orijinalliğini bozmak, yaralamak” demektir. Sözcük zamanla “deve, at, koyun, sığır gibi hayvanların inciklerinin [diz ile topuk aralarının] kesilmesi” şeklinde daha özel bir anlamda kullanılır olmuştur. Arapların uyguladığı yönteme göre, söz konusu hayvanlar önce incikleri kesilmek sûretiyle yere düşürülür, sonra boğazlanırdı.18 Âyetten anlaşıldığına göre, dişi devenin öldürülmesi de bu yöntem uygulanarak gerçekleştirilmiştir. Akr sözcüğünün Türkçe'deki en uygun karşılığı bize göre “tırpanlamak” sözcüğüdür. * Söz konusu deve, bildiğimiz sıradan bir deve olmayıp “Allah'ın devesi” olarak nitelendirilen, yani kamuya ait bir mal veya kurumdur. Bu husus göz önüne alındığında, dişi devenin [kamuya ait olan mal ya da kurumun], ayakta durmasını sağlayan organları [beslenme kaynakları, dayanak noktaları, vergi veya aidat gibi gelir kaynakları] kesilmek sûretiyle ortadan kaldırıldığı anlaşılmaktadır. Bir başka bir ifade ile toplum, kamu yararına çalışan bu deveyi, onu beslemeyerek ya da besleyenlerin verdiklerini çeşitli yolsuzluklarla çalarak yere sermiş ve ölmesi için ilk hareketi yapmıştır. Bu davranışının sonucu olarak Semûd kavmi, A‘râf sûresi'nde bildirildiği gibi, sosyal adaleti sağlamayan toplumları bekleyen âkıbete uğrayarak perişan bir hâle gelmiş/getirilmiştir. Âyette ‫صقاحبهم‬ [arkadaşları] olarak bahsi geçen kişi, o kentte bozgunculuk yapan anarşist çetenin en azılı üyelerinden birisidir: 48 Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı. (Neml/48) 18 (Lisanü’l Arab, “agr” mad. )
  • 22. 11 Semûd azgınlığı sebebiyle yalanladı; 12 âhirette en mutsuz olacak olanları/liderleri görevi kabul edip gittiği zaman, (Şems/12) Bu âyetin en güzel tefsiri yine Kur’ân'da mevcuttur: 45 Andolsun ki ‘Allah'a kulluk edin’ diye Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki gurup oluverdiler. 46 Sâlih dedi ki: “Ey toplumum! İyilikten önce niçin kötülüğü çabuklaştırmak istiyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah'tan bağışlanma dileseniz ne olur!” 47 Onlar, “Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz” dediler. Sâlih, “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, kendini ateşe atan/imtihana çekilen bir topluluksunuz” dedi. 48 Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı. 49 Allah'a yeminleşerek, “Gece o'na ve ailesine baskın yapacağız, sonra da velîsine/haklarını koruyacak yakınlarına, ‘Biz, o ailenin yok edilişine şâhit olmadık/olay sırasında orada değildik ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz” dediler. 50 Ve onlar, böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir ceza ile cezalandırdık. 51 İşte bak! Onların tuzaklarının âkıbeti nice oldu, şüphesiz Biz onları ve toplumlarını toptan yerle bir ettik. 52 İşte, onların, şirk koşmak sûretiyle işledikleri yanlışlar yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir toplum için bir alâmet/gösterge vardır. 53 İman eden ve Allah'ın koruması altına girmiş olan kişileri de kurtardık. (Neml/45-53) 157 Buna rağmen onlar Destek Kurumu'nu, gelir kaynaklarını kurutarak yok ettiler de pişman olanlar olarak sabahladılar. (Şu‘arâ/157) 78 Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. (A‘râf/78) 30 Peki, azabım ve uyarılar nasılmış? Bu âyetteki ifade, 1 kez azaptan önce Nûh kıssasında, 2 kez de Âd kıssasında azaptan hem önce hem de sonra olmak üzere toplam 3 kez aynen tekrarlanmıştır. Bu âyette ise azaptan önce olmak üzere Semûd kıssasında 4. kez tekrarlanmaktadır. Araplar, yaptıkları fevkalâde işleri başkalarına gösterirlerken “Nasıl olmuş?” derler. Meselâ hasmını iyice hırpalayan biri, bir başkasına hırpaladığı kişinin hâlini göstererek, “Nasıl perişan ettim ama!” der. Birçok kez söylediğimiz gibi, Arap örfüne göre inmiş olan âyetler, burada da maksada uygun olarak ve o günkü Arapların anlayacağı şekilde anlaşılmalıdır. Dolayısıyla, bu ifade tarzı Rabbimizin azap edişinin müthişliğini, azametini anlatmaktadır. Bu kıssada azaptan önce kullanılan ve hayret, aşağılama, paylama ve tehdit içeren bu ifade, gelecek azabın müthiş, perişan edici, helâk edici olduğunu bildirmektedir. Nitekim Semûd kavminin helâkı gerçekten de müthiş olmuştur: 66 Artık ne zaman ki emrimiz geldi, Sâlih'i ve o'nunla birlikte iman etmiş olan kişileri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O günün perişanlığından da kurtardık. Hiç şüphesiz ki senin Rabbin, o güçlü, mutlak üstün olandır. 67 Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri korkunç bir gürültü yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. 68 Sanki orada hiç zengince yaşamamışlardı. Haberiniz olsun! Hiç şüphesiz Semûd toplumu gerçekten Rablerine inanmadılar. Haberiniz olsun! Semûd için uzaklık verildi. (Hûd/65-68)
  • 23. 43,44 Semûd'da da alâmetler/ göstergeler vardır. Bir zaman onlara: “Belirli bir süreye kadar yararlanın!” denmişti. Sonra onlar Rablerinin emrinden çıktılar da kendilerini, bakıp dururlarken yıldırım yakalayıverdi. 45 Artık onlar, kendilerini toparlayacak herhangi bir güce sahip olmadılar. Yardım görenler de olmadılar. (Zâriyât/43-45) 31 Şüphesiz Biz onların üzerine korkunç tek bir ses gönderdik; ağılcının topladığı çalı-çırpı gibi oluverdiler. Bu âyetteki anlatımlar da Kur’ân'ın ilk muhatapları olan Arapların örflerine göredir. Yani, âyette denmektedir ki: “Biz onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Onlar her şeyden habersiz evlerinin önünde bakışıp dururlarken gökten yıldırım çakar gibi şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler.” ağılcının topladığı çalı çırpı Bu benzetme, düşünülmesi gereken bazı anlamlar içermektedir. Âyette geçen ‫محتضر‬ [muhtezir] sözcüğü, “hazırlık yapan çoban” demektir. Çobanın burada işaret edilen hazırlığı çalı-çırpı toplamaktır. Bu nedenle, çoban hangi amaca yönelik çalı-çırpı topluyorsa, helâke uğrayanların âkıbetinin de toplanan çalı-çırpının o amaç doğrultusundaki sonu gibi olduğu anlaşılmalıdır. Yani, * Çobanın hazırlığı hayvanlarına barınak olacak bir ağıl yapmak için kuru ot ve çalı toplamak ise, helâke uğrayanların da kuruyup kırılarak yere yığılmış çalı-çırpı birikimi hâline geldikleri anlaşılır. * Çobanın hazırlığı hayvanlarına yedirmek üzere kuru ot ve dökülmüş ağaç yaprağı toplamak ise, helâke uğrayanların da hayvanların önüne konan o kuru ot ve yaprak yığınına benzedikleri anlaşılır. * Çobanın hazırlığı hayvanlarını ısıtmak üzere yakacak çalı-çırpı ve kuru ot toplamak ise, helâke uğrayanların da yanmış çalı-çırpı kırıntıları gibi oldukları anlaşılır. * Çobanın çalı-çırpı toplamak şeklindeki hazırlığı yukarıdaki amaçların birine değil de hepsine birden yönelik ise, helâke uğrayanların durumunun da ağılın bir kenarına toparlandıktan sonra basılıp çiğnenerek ufalanan çalı-çırpının durumuna döndüğü anlaşılır. Bu çarpıcı ve tüyler ürpertici sahnenin arkasından insanların dikkatleri hemen Kur’ân'a çekilmekte, insanlar Kur’ân üzerinde düşünmeye ve Kur’ân'ın gerçeklerini irdelemeye özendirilmektedir: 32 Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Kur’ân'ın çokça düşünülmesi için tekrarlanan bu âyet hakkındaki düşüncelerimizi yukarıda ifade etmiştik. 33 Lût'un toplumu, uyarıları yalanladı.34,35 Biz onların üzerine ufak taş yağdıran bir fırtına gönderdik. Lût'un ailesi bundan ayrı tutuldu. Onları katımızdan bir nimet olarak seher vaktinde kurtardık; Biz kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen kimseyi böyle mükâfâtlandırırız. Bu pasajda farklı bir anlatım dikkati çekmektedir. Lût peygamberin yalanlandığı haber verilerek yapılan girişten sonra kıssanın sonuna geçilmiş ve Lût kavminin cezalandırıldığı bildirilmiştir. Kıssanın başlangıcı ile sonu arasındaki olaylar ise daha sonra anlatılmıştır. Bu
  • 24. üslûp Kur’ân'ın sadece belirli bir mesajı vermek için kullandığı hikâye etme yöntemlerinden biridir. Lût peygamber ve kavminin kıssası Kur’ân'ın başka yerlerinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bu sûrede sadece Yüce Allah'ın ilâhî mesajı yalanlayanlara ne kadar ağır ve acıklı bir ceza verdiğini vurgulamak ve insanların bundan ders almasını sağlamak amaçlandığından, kıssanın ayrıntılarına girilmemiştir. Âyette geçen ‫حقاصب‬ [hâsib] sözcüğü, “taşları savuran kasırga” demektir.19 Nitekim başka âyetlerde de Lût kavmi üzerine “balçıktan taşlar” yağdırıldığı bildirilmektedir. Böyle bir âfetten sadece Lût peygamberin yandaşları ile eşi dışındaki aile bireyleri sağ olarak kurtulabilmiştir. Âyetin ifadesine göre, ilâhî bir lütuf olan bu kurtuluş, onlara şükrediciliklerine karşılık olarak verilmiştir. SEHER VAKTİ: ‫سققحر‬ّ‫ا‬ ‫ال‬ [es-seheru] sözcüğü, “sabah vaktinden az önceki zaman” demektir.20 Bu vakit, gecenin son altıda-biri olarak da tanımlanmıştır. Sözcük, müste'nef [satır başı] bir ifade olan, Onları katımızdan bir nimet olarak seher vaktinde kurtardık cümlesi içinde ise, ya kurtarma vaktini ifade etmekte, ya da kurtarılanlara sağlanan istisnânın ne şekilde sağlandığını anlatmaktadır. Kurtarılanların, kendilerine belâya engel olan bir koruyucu verilmesi veya belânın onlara isabet etmemesi sayesinde bu helâkten kurtulduklarını söylemek mümkünse de, o bölgeden ancak Yüce Allah'ın emri ile uzaklaştıkları için kurtulduklarını söylemek de mümkündür. Buna göre, Onları katımızdan bir nimet olarak seher vaktinde kurtardık ifadesi, “Biz onlara gecenin sonunda o beldeden çıkmalarını emrettik, onlar da çıkıp kurtuldular” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, seher vakti, “helâk vaktini” işaret etmiş olmaktadır. Seher vaktinde uzaklaştırma ise, “helâkten uzaklaştırma”, yani azaptan istisnâ edilme anlamına gelmektedir. Çünkü Rabbimiz hışmını genellikle insanların dinlenme anlarında, hiç beklemedikleri zamanlarda indirmektedir: 4 Ve Biz nice kentleri değişime, yıkıma uğrattık. Azabımız onlar gece uyurlarken yahut gündüz dinlenirlerken onlara gelivermişti. (A‘râf/4) Bu âyetler Rabbimizin dilerse inananları bu dünyada da suçlular arasından kurtaracağına işaret etmektedir. Ancak bu kesin bir vaat değildir. Buna karşılık Rabbimizin inananlar ile inanmayanları âhirette bir tutmayacağı kesindir, taahhüt altındadır: 145 Ve herkes sadece Allah'ın bilgisiyle vakitlendirilmiş bir yazgı olarak ölür. Ve kim dünya karşılığını dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret karşılığını isterse ona da ondan veririz. Ve Biz, sahip olduğu nimetlerin karşılığını ödeyenleri karşılıklandıracağız. (Âl-i İmrân/145) 65 Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve Allah'ın koruması altına girmiş olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık. (Mâide/65) 36 Andolsun Lût, onları Bizim yakalamamıza karşı uyarmıştı. Fakat onlar uyarıları kuşku ile karşıladılar 19 (Lisanü’l Arab, “hsb” mad. ) 20 (Lisanü’l Arab, “shr” mad. )
  • 25. Bu âyette Lût peygamberin üzerine düşen görevi yaptığı açıklanmış, Lût kavmine verilen cezanın ise onların yalanlamalarına karşılık olarak verildiği ve ancak uyarıdan sonra uygulandığı vurgulanmıştır. Aslında bütün peygamberler kavimlerini âhiret azabıyla uyarmışlardır. Uyarı yapılmadan kimse cezalandırılmamış ve cezalandırılmayacaktır: 15 Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15) 59 Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe, memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değildir. Zaten Biz, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler olmayan memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas/59) Bizim yakalamamız Bu ifade, Rabbimizin yalanlayıcıları dünyada belâlar ile âhirette de cehennem ile cezalandırdığına dikkat çekmektedir. Bu mesaj Kur’ân'da başka yerlerde de verilmiştir: 12 Rabbinin kıskıvrak yakalaması gerçekten çok şiddetlidir. (Burûc/12) 16 En büyük bir yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphesiz Biz, suçluyu yakalayıp ceza vererek adaleti sağlayanlarız. (Duhân/16) 14-16 İşte bu nedenle, yalanlayan, yüz çeviren, en çok mutsuz olacak olan kişiden başkasının girmediği, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı Ben sizi uyardım. (Leyl/14-16) 38-40 İndirilmiş âyetler ve vahiy, tanık olarak saf saf dikildikleri gün, Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o izin verilen, doğruyu söyler: “İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık.” O gün, kişi iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakar/yaptıklarıyla yüz yüze gelir ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişi: “Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım” der. (Nebe/40) 37 ve andolsun o'nun konuklarından cinsel yönden yararlanmaya kalkıştılar. Biz de onların gözlerini körleştiriverdik/ kabilelerini, soylarını silip süpürüverdik: “38 Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!” “Murat almak” olarak çevirdiğimiz ‫[مراودة‬müravede] sözcüğü, ‫ارادة‬ [irâde] sözcüğü gibi ‫رود‬ [revd] mastarından türemiş olup ‫مطقالبة‬ [mütâlebe] sözcüğüyle eş anlamlıdır. Ancak; mütâlebe sözcüğü somut şeyler için, mürâvede sözcüğü ise soyut şeyler için kullanılır.21 Âyetten anlaşıldığına göre, halktan bazı kişiler Lût peygamberin misafirlerinden ahlâksız istekte bulunmuşlar ve kötü emellerine ulaşmak için Lût 21 (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
  • 26. (as) 'a baskı yapmışlardır. Lût peygamberin konukları, –Ankebût/31-32'den öğrendiğimize göre– İbrâhîm peygambere gelen elçilerdir. Elçilere karşı takınılan bu ahlâksız tutum üzerine, bu girişimde bulunanların gözleri silinmiştir. Gözlerin silinmesi ifadesinden, ahlâksızların gözlerinin, yüzlerinde izleri bile kalmayacak şekilde kör edildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca burada “Ayn” sözcüğünün “soy, kabile, zürriyet” anlamı dikkate alındığında cinsi sapıklık nedeniyle üremelerinin durduğu nesillerinin yok olup gittiği de anlaşılır. Lisanü’l Arab ve Tacü’l Arus’ta açıklandığına göre bu sözcüğün, görme, göz, güneş, pınar, yağmur, mal, altın, insan, hayat, TOPLUM, BELDE HALKI …. gibi yüzden çok anlamı vardır. AZABI ve UYARILARI TATTIRMA: Haydi, azabımı ve uyarılarımı tadın! ifadesi, yine Arap örfüne göre söylenmiş olup “yaptığının cezasını gereği gibi tat!” anlamına gelir. Nitekim Araplar, “Yaptığından ötürü bu acıyı tat!” derler. Aslında, “Yaptığını tat!” demek, hemen her dilde “cezanı çek!” demektir. Hatta, “Sen suçlusun, bu cezayı hak ettin, cezanı çek, sana acınmaz!” manasında olan bu temenni, cezayı çeken suçlu tarafından işitilmediği bilinmesine rağmen, “Canın çıksın, oh olsun!” şeklinde bile söylenmektedir. Dolayısıyla bu âyetteki Azabımı tadın! ifadesi, “Acıyı tadın!” anlamına, Uyarılarımı tadın! ifadesi de “Yaptıklarınızı tadın!” anlamına gelmektedir. Bir bütün olarak, Azabımı ve uyarılarımı tadın! ifadesi ise, “Uyarılar karşısında gereğini yapmamanız, uyarılara uymamanız ve yanlışı yapmanız sebebiyle hak ettiğinizi tadın” demektir. Çekilen acının, “acıyı tatma” şeklinde ifade edilmesi, zevklerine düşkün olan inkârcılarla alay edildiğini göstermektedir. Bu alaycı üslup sadece bu âyete mahsus değildir: –“49,50 Tat bakalım! Şüphesiz sen, çok güçlü ve çok üstün biri idin! Şüphesiz işte bu, sizin kendisine kuşku duyup durduğunuz şeydir.”– (Duhân/49) “14 Öyleyse bu gününüzle karşılaşmayı unuttuğunuzdan/ terk ettiğinizden dolayı tadın azabı! Hiç şüphesiz ki Biz cezalandırdık sizi. Ve yapmış olduğunuza karşılık sonsuzluk azabını tadın!” (Secde/14) Lût peygamber ve kavmi arasında geçen olayların ayrıntıları Hûd/77-83 ve Hicr/61-74. ayetlerde verilmiştir. Bu olayın [Sodom ve Gomora'nın Yıkılışı] Kitab-ı Mukaddes'te ayrıntılı olarak yer almaktadır.22 38. ayetteki “Kararlı” olarak çevirdiğimiz ‫ر‬ّ‫ا‬ ‫مستق‬ [müstekırr] sözcüğünün bu anlam ekseninde diğer anlamları da gözetilerek değerlendirilmesi durumunda, âyetin aşağıdaki şekillerde anlaşılması mümkündür: * Onları savuşturulması mümkün olmayan bir azap bastırıverdi. Sözcüğün bu anlamına göre azap onlara yönelmiş ve onların üzerinde karar kılıp sabitleşmiştir. Hiç kimsenin bu azabı bertaraf etmeye ve ona karşı koymaya gücü yetmez. * Onları devamlı bir azap bastırıverdi. Sözcüğün bu anlamına göre, söz konusu azap, onların ölümleriyle son bulacak bir azap değildir. Çünkü onlar helâk edildiklerinde cehenneme sürüleceklerdir ve hakk ettikleri azap âhirette de devam edecektir. İnsanın dünyada iken başına gelen belâ ve musibetlerin acıları ölüm ile son bulur ama ölüm bile onları bu âhiret azabından kurtaramaz. Bu azap süreklidir. * Sadece onların üzerine çullanmış bir azap bastırıverdi. Sözcüğün bu anlamına göre, azap sadece onların üzerinde etkili olan bir azaptır ve başkasına zarar vermez. 22 Tekvin [Yaratılış], 19:1-29
  • 27. 39 Ve andolsun sabah erkenden, onları kararlı bir azap bastırıverdi: “Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!” 37. âyetin bir parçası olarak kullanılan bu ifade, burada müstakil bir âyet olarak karşımıza çıkmıştır. Bu ifade ile şimdiki zamana dönülmekte ve kıssanın ilk cümlelerinde açıklandığı gibi, taşları savuran sert kasırga azabı hatırlatılarak bu azabın pençesinde kıvrananlara seslenilmektedir. 40 Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? Bu âyet ile ilgili açıklama 17. âyette verilmişti. 41 Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcılar gelmişti. 42 Onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli birinin yakalayışıyla yakalayıverdik. Bu âyetlerde, caydırıcı özelliği olan önemli haberlerin beşincisi olarak, hikâyesi dillerde dolaşan, herkes tarafından bilinen Mûsâ ve Firavun kıssası yer almaktadır. Böylece bu sûredeki azap sahneleri, bu kez Arap Yarımadası dışında meydana gelmiş olan bir başka azap halkası ile noktalanmış olmaktadır. Kur’ân'ın birçok sûresinde detaylı olarak yer alan bu kıssa, diğer kıssalardan farklı olarak bu sûrede sadece başlangıcı ve sonu bildirilip başkaca hiçbir detay verilmeden konu edilmiştir. Bu kıssanın sûredeki diğer kıssalardan dikkat çekici bir farklılığı da, uyarıcıların gönderildiği topluluk için diğer kıssadakiler gibi “Firavun'un halkı” yerine ‫فرعون‬ ‫أل‬ [Firavun ailesi] ifadesinin kullanılmış olmasıdır. “Firavun'un yönetim kadrosu” anlamına gelen bu ifade, Firavun'un kendi kavmini özgür irâdeden yoksun bırakacak kadar baskı altında tuttuğunu, onlara kendini zoraki rabb ve ilâh olarak dayattığını göstermektedir: 21-24 Sonra da Firavun, yalanladı ve karşı geldi. Sonra çabucak arka döndü. Sonra toplayıp seslendi de: “Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” dedi. (Nâziât/23-24) 38 Firavun da, “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ'nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o'nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum” dedi. (Kasas/38) 29 Firavun: “Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan yaparım” dedi. (Şu‘arâ/29) Çevresinde yakın kadrosundan başka irâde sahibi bir kimsenin bulunmadığı Firavun, halkını en küçük bir konuda dahi kendisine karşı çıkamayacak duruma getirmiş, ezici ve acımasız bir diktatördü. Halkının göçmesine ve kaçmasına engel olduğu gibi, kimseye zihinsel özgürlük bile tanımıyordu. Nitekim kendi izni olmadan Allah'a inandıkları için sihirbazlarına olmadık cezaları reva görmüştü: