SlideShare a Scribd company logo
1 of 24
33 (77). MÜRSELÂT SÛRESİ
MEKKÎ, 50 ÂYET
GİRİŞ
Adını 1. âyetteki el-mürselât sözcüğünden alan sûrenin 48. âyetinin, Mekke'nin
fethinden sonra, Peygamberimizin “namaz kılmalısınız” demesine karşılık Sakif
delegasyonunun namazdaki rükû hareketlerinden affedilmeleri yolundaki itirazları üzerine
indiğini iddia eden kaynaklar varsa da bu, kabulü mümkün olmayan bir iddia ve
yakıştırmadan ibarettir. Çünkü iddia sahipleri, rükû sözcüğünün anlamını araştırmadan
sözcüğü “namazda yapılan bel bükme hareketi” olarak kabul etmişler ve sözcüğün geçtiği
âyetin de namaz emrinin verilmesinden sonraki bir tarihte inmiş olabileceğini ileri
sürmüşlerdir. Oysa sözcüğün anlamı, – 48. âyetin tahlilinde belirttiğimiz gibi – herhangi bir
yakıştırmaya ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Bu nedenle âyetin bu yanlış yakıştırmalara
dayanılarak sonraki bir tarihte indiği iddiası kabul edilemez. Ayrıca bu iddia kabul edilerek
48. âyet aradan çıkarılırsa, sûrenin söz akışındaki anlam bozulmakta, aynı lâfızlı ve aynı
manalı iki âyet arka arkaya gelmektedir ki, bunun mantıklı bir izahı yoktur. Zaten baştan sona
ele alındığında sûrenin mevcut hâliyle bir bütün olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
Mürselât sûresi, özellikle kıyâmet ve âhiretin gerçekleşeceğine dair kanıtları ön plânda
tutarak kendisinden evvel inmiş olan sûreler gibi inanç konularını işlemeye devam etmektedir.
Kur’ân ile ortaya koyduğu dinin insanlar tarafından zorlama olmadan, akledilerek
benimsenmesini isteyen Rabbimiz, bu sûrede de rahmeti gereği ikna metodunu kullanmış ve
inançsız kâfirlere kıyâmetin gerçekleşeceğini makul, mantıklı, tutarlı kanıtlarla açıklayarak
inananları bekleyen nimetler ile inançsızları bekleyen azapları gözler önüne sermiştir.
Sûrenin mesajı herkesi muhatap alır gibi görünse de, esas olarak âhireti yalanlayan
kâfirlere yönelik olduğu 7. âyetten açıkça anlaşılmaktadır.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1-7
Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe
deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı
ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki
kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana
gelecektir.
8
Hani o yıldızlar silindiği/imha edildiği/uzaklaştırıldığı zaman, 9
gök
aralandığı zaman, 10
dağlar savrulduğu zaman, 11-13
tanıklık edecek elçiler,
tanıklık için bekletildikleri “Ayırt etme günü” tanıklık vakti belirlendiği
zaman, –“14
Ayırt etme günü”nün ne olduğunu sana ne bildirdi!– 15
o gün,
yalanlayanların vay hâline!
16
Biz, öncekileri değişime, yıkıma uğratmadık mı?
17
Sonra geridekileri de onların arkasına takarız. 18
Biz, suçlulara, işte böyle
yaparız. 19
O gün yalanlayanların vay hâline!
20
Biz sizi değersiz bir sudan oluşturmadık mı?
21,22
Sonra onu belli bir ölçüye/vakte kadar sağlam bir yerin içinde tuttuk.
23
Demek ki Bizim gücümüz yetti. Ne güzel güç yetirenleriz Biz. 24
O gün,
yalanlayanların vay hâline!
25,26
Yeryüzünü dirilere ve ölülere bir toplanma-tutulma yeri yapmadık mı?
27
Orada sapasağlam yüksek dağlar oluşturduk ve size tatlı sular içirdik.
28
O gün, yalanlayanların vay hâline!
29
Kendisini yalanlamakta olduğunuz o şeye doğru gidin! 30,31
O üç kol-çatal
sahibi, gölgelendirmeyen ve alevden korumayan bir gölgeye doğru gidin!
32
Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar/yağdırır; 33
sanki kıvılcımlar sarı
erkek develer gibidir. 34
O gün, yalanlayanların vay hâline!
35
Bu, onların konuşmayacakları gündür. 36
Kendilerine izin de verilmez ki,
özür dilesinler. 37
O gün, yalanlayanların vay hâline!
38
Bu, sizi ve öncekileri topladığımız Ayırma Günü'dür. 39
Haydi, bir sinsi
plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın! 40
O gün, yalanlayanların
vay hâline!
41,42
Kuşkusuz Allah'ın koruması altına girmiş kimseler gölgeler, pınarlar
ve canlarının çektiği meyveler içindedirler. –“43
İşlemiş olduğunuz şeylere
karşılık afiyetle yiyin, için!”– 44
İşte Biz güzel davrananları böyle
karşılıklandırırız. 45
O gün, yalanlayanların vay hâline!
46
Yiyin, yararlanın biraz, şüphesiz siz suçlularsınız. 47
O gün,
yalanlayanların vay hâline! 48
Onlara, “Allah'a ortak koşmaktan uzak durun”
denildiği zaman, ortak koşmaktan uzak durmazlar. 49
O gün, yalanlayanların
vay hâline!
50
Artık Kur’ân'dan sonra hangi söze inanacaklar?
TAHLİL:
1-7
Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe
deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı
ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki
kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana
gelecektir.
Sûre, yukarıdaki 7 âyetten oluşan kasem cümlesiyle başlamış ve 1-6. âyetler, 7. âyetteki
kesinlikle tehdit olunduğunuz şey elbette meydana gelecektir iddiasının kanıtları olarak ileri
sürülmüştür. Başka bir ifade ile; 1-6. âyetlerdeki kanıtlar, 7. âyetteki iddianın isbatı olarak
gösterilmiştir.
2. âyeti 1. âyete ve 4. âyeti de 3. âyete bağlayan ‫ف‬ [fe] edatının anlamını ifade
edebilmek için, bu âyetlerin Türkçe çevirisi hakkında biraz açıklama yapmak gerekmektedir:
1. âyette bahsi geçen yığın yığın gönderilmişler, 2. âyette bildirilenleri yapmakta, yani
önlerinde ne varsa hepsini devirmekte, fırtına koparmakta ve silip süpürmektedir. Aynı
şekilde 3. âyette sözü edilen canlandırdıkça canlandıranlar da, 4. âyette bildirilenleri
yapmakta, yani ayırdıkça ayırmaktadırlar.
Kasem cümlesinin kasem bölümünü teşkil eden 1-6. âyetlerdeki ifadeler dikkatle
okunduğunda, burada farklı “şey”lerden değil, bir “şey”in farklı özelliklerinden bahsedildiği
anlaşılmaktadır. Bu da, gösterilen kanıtların, bir “şey”in beş ayrı özelliğini yansıtmakta
olduğu anlamına gelmektedir.
Bu özelliklerin kaynağı hakkında geçmişte farklı düşünceler üretilmiştir. Kimileri,
“Üzerine yemin edilen şeyler, bilgi alanımıza kapalı, evren ve insan hayatına sadece etkileri
yansıyan gizemli güçlerdir” deyip işin içinden sıyrılmışlar, kimileri sözü edilen güçlerin
kesinlikle “rüzgârlar”, kimileri de “melekler” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu cümlelerden bir
kısmıyla meleklerin, bir kısmıyla da rüzgârların kasdedildiğini söyleyenler de olmuştur.
Klâsik kaynaklarda ortak bir metinmiş gibi yer alan bu görüşlerin bir kısmını, yanlışları
daha iyi göstermek amacıyla aynen aktarıyoruz:
Ebû Hüreyre'ye göre (ki Mesruk, bir görüşlerinde Ebû Duhâ ve Mücâhid, Sudey, Rebî b. Enes ve Ebû
Sâlih de aynı yoruma katılmıştı), âyette geçen salınanlar, gönderilenler, “melekler”dir.1
O takdirde bu yemin
cümlesi, “savaş atları gibi akın akın ve ardarda birlikler halinde gönderilen ardışık melek gruplarına andolsun”
anlamına gelir.
Abdullah b. Mes‘ûd'a göre ise gönderilenler'den maksat, “rüzgârlar”dır. Buna göre yemin cümlesinin
anlamı, “savaş atları gibi akın akın ve ardarda dalgalar hâlinde harekete geçirilen rüzgâr bulutlarına yemin
ederim” olur. Abdullah b. Mes‘ûd, Kasırga gibi esip savuranlara ve Her yana dağıtanlara âyetlerinde
“rüzgârlar”ın kasdedildiğini öne sürmektedir. Bir rivâyete göre onun bu görüşü Abdullah b. Abbâs, Mücâhid,
Katâde ve Ebû Sâlih tarafından da paylaşılmaktadır.2
İbn-i Cerîr, 1. âyetteki mürselât sözcüğünün, “melekler” mi, yoksa “rüzgârlar” mı demek olduğu
konusunda tereddüte düşer ve kesin hüküm vermekten kaçınırken, 2. âyetteki ‘âsıfât sözcüğünün kesinlikle
“rüzgârlar” anlamına geldiği kanaatindedir. Ayrıca 3. âyetteki nâşirât sözcüğünün “bulutların gökteki
dağıtıcıları” anlamında “rüzgârlar” demek olduğunu kuşkusuz bir dille ifade etmektedir.3
Abdullah b. Mes‘ûd'a göre 4-5. âyetlerde kullanılan fârikât ve mulkiyât sözcükleriyle “melekler”
kasdedilmektedir. Bu görüşü Abdullah b. Abbâs, Mesruk, Mücâhid, Katâde, Rebî b. Enes, Suddey ve Sevrî de
tartışmasız bir biçimde paylaşmaktadır.4
Bu ortak görüşe göre; söz konusu melekler Yüce Allah'ın izni ile peygamberlere inerek
gerçeği eğriden ayırt etmekte ve bu elçilere vahyin mesajını iletmektedirler. Bu mesaj hem
insanların hesap gününde ileri sürebilecekleri bahaneleri çürütmekte, hem de onları
uyarmaktadır.
Bu konu insanların zihinlerine yukarıdaki farklı görüşler doğrultusunda yerleşmiş,
gerekli tetkik ve tahliller yapılmadığından dolayı da birçok meal ve tefsirde maalesef bu
görüşler hâkim olmuştur. Birçok düşünür ise eskilerin görüşlerini daha tutarlı hâle
getirebilmek için kendilerini zorlamışlar, fakat başarılı olamamışlardır. Çünkü Kur’ân'ı
anlamak kimsenin tekelinde olmadığı gibi, onu anlama konusunda kimsenin herhangi bir
ayrıcalığı da yoktur. Dolayısıyla, geçmiş bilginlerin açıklamaları mutlak doğrular olarak kabul
edilmemelidir. Gerçeğe ulaşmak için kişilerin nakilleri yerine sözcüklerin anlamları ön plânda
tutulmalıdır.
Burada ilk dikkat edilmesi gereken husus, ardı ardına zikredilen beş niteliğin, henüz
ortada bulunmayan “vaat edilmiş şey”in kesinlikle olacağının kanıtı olarak ileri sürülmüş
olmasıdır. Bu durumda, sözü edilen nitelikleri taşıyan “şey”in herkes tarafından görülebilen
bir “şey” olması gerekmektedir. Zira varlığı isbatlanmamış bir “şey”in, başka bir “şey”in
isbatına kanıt olarak ileri sürülmesi akla uygun değildir.
1-6. âyetlerin doğru anlaşılabilmesi için dikkat edilmesi gereken ikinci husus,
âyetlerdeki sözcüklerin hem hakikat hem de mecâz anlamlarını hesaba katmaktır. Bu takdirde
âyetler için ikiden çok anlam ortaya çıkmaktadır. Bu “çok anlamlılık”, –eskilerin iddia ettiği
gibi– anlamların belirsizliğini değil, birden çok ve güzel anlamların bir arada var olabileceğini
ifade etmektedir. Kısaca bu âyetler, “müteşâbih âyetler”e iyi birer örnek oluşturmaktadır.
Sanatsal ifadelerle sunulan kısa cümleler ve bu cümlelerdeki güçlü vurgular, normal ifadelere
göre insanlar üzerinde daha fazla etki bırakmaktadır.
Burada bize düşen görev, birbiriyle benzeşen anlamların arasından birisini öne almak,
yani te’vîl etmektir.
MÜRSELÂT: ‫سسل ت‬‫س‬‫المرس‬ [mürselât] sözcüğü, ‫سسالل‬‫س‬‫إرس‬ [irsâl] kökünden türemiş olup
“gönderilmişler” anlamındadır. Yine irsâl kökünden türemiş olan ‫ارسل‬ [ersele] fiili, öznesi
1
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
2
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
3
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
4
(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Allah olmak üzere, “peygamber gönderdi/gönderir”, “bulut gönderdi/gönderir”, “rüzgâr
gönderdi/gönderir” biçimlerinde Kur’ân'da birçok kez yer almıştır. Bu kök anlamı nedeniyle
el-mürselât sözcüğü klâsik kaynaklarda “bulutlar, rüzgârlar ve peygamberler” olarak
değerlendirilmiştir. Biz ise bu görüşte değiliz. Şöyle ki: Genelde, “bir uzlaşma amacıyla ya da
bir işi bitirmek için gönderilen kimse” olarak tanımlanan ‫رسسسول‬ّ‫س‬ ‫ال‬ [resûl=elçi] sözcüğü,
mürselât sözcüğüyle aynı kökten türemiş olup bu sözcük de “gönderilmiş” demektir. Ancak,
‫سول‬‫س‬‫رس‬ّ‫س‬ ‫ال‬ [resûl=elçi] sözcüğü, sadece “insanlardan seçilmiş elçiler” olarak anlaşılmamalıdır.
Çünkü Allah meleklerden de elçiler seçtiğini bildirmektedir:
75,76
Allah, haberci âyetlerden elçiler seçer, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, en iyi
işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler, yalnızca Allah'a
döndürülür.
(Hacc/75)
Şu hâlde, Tekvîr sûresi'nin tahlilinde sözcüğün türediği kökleri dikkate alarak ortaya
koyduğumuz gibi, “kuvvet, yönetim gücü” anlamı yanında “elçi ve haber verici” anlamına da
gelen melek sözcüğünü, mürselât sözcüğünün anlamı kapsamında değerlendirmek
mümkündür. Diğer taraftan Rabbimiz açıkça bildirmiştir ki elçiler, “indirilmişler”lerden de
olabilir:
10,11
Allah, onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde, ey kavrama yetenekleri olan iman
etmiş kimseler! Allah'ın koruması altına girin. Kesinlikle Allah, iman etmiş ve düzeltmeye yönelik
işler yapmış kimseleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size bir öğüt, size Allah'ın açık açık
âyetlerini/ alâmetlerini/ göstergelerini okuyan bir elçi indirdi. Ve her kim, Allah'a inanır ve sâlihi
işlerse, Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde sonsuza dek kalacakları cennetlere girdirir.
Allah, onun için rızkı güzelleştirmiştir.
(Talâk/10-11)
Yukarıdaki âyetlerde altı çizilerek dikkat çekilen Allah'ın indirdiği öğüt [zikr]: elçi
[resûl] sözcükleri ile, “Peygamber”in değil, “Kur’ân âyetleri”nin kasdedildiği kolayca
anlaşılmaktadır. Bu durumda “Kur’ân âyetleri” de, Allah'ın evrensel, ölümsüz ve indirilmiş
elçileridir. Bundan yola çıkarak âyetteki mürselât [gönderilmişler, elçiler] sözcüğü ile
kasdedilenin, “Kur’ân âyetleri” olduğunu söyleyebiliriz.
‘URF: ‫عرف‬ [‘urf] sözcüğü, “bilgi” [ilim, irfan/iyiyi kötüyü, eğriyi doğruyu ayırabilme
özelliği] demektir ve genel olarak bu anlamda kullanılır. Nitekim örf, ma‘rûf gibi sözcükler de
bu anlam ekseninde olan sözcüklerdir. Ancak ‘urf sözcüğünün esas anlamı, “kum yığını,
yerden yüksek olan yer, yığın, yığıntı” demektir. Arapların horozun ibiği ile atın yelesine ‘urf
demeleri, sözcüğün bu anlamına göredir.5
‘Urf sözcüğünün esas anlamı ile, yaygın olarak kullanılan anlamı arasındaki ilişki,
“bilgi”nin de bir şeylerin “birikimi, yığını” olmasından kaynaklanmaktadır. Biz, bu âyetin
çevirisinde ‘urfen sözcüğünün hem vazı’ [ilk], hem de isti’mal [yaygın kullanılan]
anlamlarının birleştirilmesini öneriyoruz. Bu durumda âyetin çevirisi şu şekilde olmaktadır:
“Bilgi yığını [bilgi kümeleri, bilgi öbekleri; necm necm] hâlinde gönderilmiş Kur’ân
âyetlerine kasem olsun ki,...”
5
(Lisanü’l Arab, “a r f” mad. )
‘Urf ve çoğulu olan ‫اعراف‬ [a‘râf] sözcükleri hakkında daha fazla ayrıntı A‘râf sûresi'nin
tahlilinde yer alacaktır.
‘ÂSIFÂT: ‫العاصفا ت‬ [‘âsıfât] sözcüğü, ‫عصف‬ [‘asf] kökünden türemiş bir ism-i faildir. ‘Asf
sözcüğü, –Fil sûresi'nin tahlilinde de belirtildiği gibi– “bitkilerin kuru yaprağı” demek olup
bitkilerin kuru yapraklarının rüzgâr etkisiyle savrulması Arapça'da bu sözcükle ifade
edilmiştir. Daha sonra, bitkilerin kuru yapraklarını, samanı, tozu toprağı savuran kuvvetli
rüzgâra [fırtınaya] da ‘asıf, ‘asıfet denir olmuş ve Arapça'da hızlı giden deve için kullanılan
nâkatün ‘asûf [fırtına gibi deve] deyimi de sözcüğün bu anlamı ekseninde türetilmiştir.6
Bir şeyin oldukça hızlı olduğu veya hızlı gerçekleştirildiği, Türkçe'de de “fırtına gibi”
deyimiyle ifade edilmektedir.
‘Âsıfât sözcüğü, bulunduğu kalıp itibariyle âyette “fırtına koparanlar, önüne gelen iğreti
şeyleri önüne katıp sürükleyip gidenler, kökünden söküp atanlar, silip süpürenler, esip
savuranlar” anlamında olup Yûnus/22, İbrâhîm/18 ve Enbiyâ/81'de de “fırtına” anlamıyla yer
almıştır.
Normal olarak fizikî bir fırtınayı ifade eden sözcük, içinde bulunduğu cümlenin [âyetin],
‫ف‬ [fe] edatı ile bir önceki âyete bağlanması sebebiyle 1. âyetle birlikte düşünülmelidir. Yani,
1. âyette bahsedilen “öbek öbek, küme küme, yığın yığın gönderilmiş olanlar”, fırtına
koparmışlar ve ortalığı silip süpürmüşlerdir.
Bu durumda aynı kökten türemiş resûl [elçi] sözcüğü gibi, mürselât sözcüğünün de
“elçi” anlamına geldiği ve bu elçinin “Kur’ân âyetleri” olduğu yolundaki Kur’ân destekli
görüşlerimiz doğrultusunda; gerçekten de öbek öbek gelmiş, gönderilmiş Kur’ân âyetlerinin
toplumda fırtınalar kopardığını; şirk, küfür ve bâtıl olarak ortada iğreti ne varsa hepsini silip
süpürdüğünü, kökünden söküp attığını söylemek mümkündür. Çünkü Kur’ân ile hakk gelmiş,
bâtıl zâil olmuştur; ışık gelmiş, karanlık yok olmuştur.
NÂŞİRÂT: ‫ناشرا ت‬ّ‫س‬‫ال‬ [nâşirât] sözcüğü, ‫[نشر‬neşr] sözcüğünden türemiştir. Neşr sözcüğü
daha çok “yaymak” anlamıyla meşhur olmakla beraber bu anlamı yanında “açmak, açığa
çıkarmak, kesmek” anlamlarıyla da kullanılmıştır. Nitekim Türkçe'de de “neşriyat” [gazete,
kitap, dergi gibi yayınlar] ve “neşretmek” [yayınlamak] gibi kelimeler, sözcüğün “yaymak”
anlamına uygun olarak kullanılmaktadır.
Neşr sözcüğünün esas [vazı’] anlamı ise, “güzel koku” demek olup kadim Arapça'da
bunun pek çok örneği vardır.7
Sözcüğün esas anlamı “güzel koku” ile, yaygın olarak
kullanılan anlamı “yaymak” arasındaki ilişki, (‘urf sözcüğünde olduğu gibi,) güzel kokunun
bir merkezden çıkıp çevreye yayılmasından ileri gelmektedir.
İşte, sözcüğün bu “merkezden çevreye yayılma” anlamı, kuru otların yağmur sebebiyle
yeşermesi ve büyüyüp yayılmasının da neşr sözcüğüyle ifade edilmesine yol açmıştır. Neşr
sözcüğü Kur’ân'da da bu anlam ekseninde, “ölmüş kişilerin canlanıp hayat bulması ve olduğu
yerden sağa sola yayılması”, yani “ölmüş, çürümüş, yok olup gitmiş insanlara hayat verme”
anlamında kullanılmıştır:
11
Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi
canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız.
(Zuhruf/11)
21
sonra onu öldürdü, kabre koydurdu, 22
sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı.
(Abese/22)
6
(Lisanü’l Arab, “asf” mad. )
7
(Lisanü’l Arab, “n şr” mad. )
21
Yoksa onlar, yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de onlar, kendilerini mi canlandıracaklar/
diriltecekler?
(Enbiyâ/21)
9
Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara
kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne
ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek.
(Fâtır/9)
Ve Mülk/15, Furkân/3, Furkân/40.
FÂRİKÂT: ‫الفارقا ت‬ [fârikât] sözcüğü, “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki ‫فرق‬
[fark] mastarından türemiş olup tefrik sözcüğü ile aynı anlamdadır. Ancak, fârikât sözcüğü,
makulât [soyut şeyler] için, tefrik sözcüğü ise mahsusat [somut şeyler] için kullanılır. Bu
nedenle fârikât sözcüğü, “soyut şeyleri birbirinden ayıranlar” demektir.8
Yine, fark kökünden türemiş ve bu anlama gelen bir sözcük daha vardır ki, aynı
zamanda Kur’ân'ın da adıdır. Bu sözcük furkân'dır. Bakara/53 ve Enbiyâ/48'de Mûsâ
peygambere de verildiği ifade edilen Furkân, soyut şeyler olan hakk ile bâtılı, iman ile küfrü,
güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü... birbirinden ayırdığı için, Kur’ân'a da isim olarak verilmiştir:
1
Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı indiren ne cömerttir/ ne bol bol nimet
verendir! 2
Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen,
hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama
yapandır.
(Furkân/1)
185
Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik
açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen
onda oruç tutsun. Kim de hasta veya sefer; çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş
gelişli; hareketli bir iş üzerinde ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size
zorluk dilemez. Bu kolaylık, Allah'ın koruması altına girmeniz ve sayıyı tamamlamanız, size yol
gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyesiniz
diyedir. (Bakara/185)
2
Allah, Kendisinden başka tanrı diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, kayyûm'dur [her
şeyi ayakta tutandır, koruyandır].
3,4
Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O,
daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât'ı ve İncîl'i de indirmişti. Furkân'ı da O indirdi.
Şüphesiz kâfirler; Allah'ın âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için
olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip
olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır.
(Âl-i İmrân/2-4)
Yukarıdaki âyetlerle konu kendiliğinden aydınlığa kavuşmaktadır: Dolayısıyla Mürselât
sûresi'nde, Ayırdıkça ayıranlar [fârikât] ifadesi ile kasdedilenler, “Kur’ân âyetleri”dir. Çünkü
Kur’ân âyetleri hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, helâl ile haramı birbirinden ayırmaktadır.
MÜLKIYÂT: ‫سسا ت‬‫س‬‫الملقي‬ [mülkıyât] sözcüğü, “bırakmak, yere koymak, terk etmek”
anlamlarına gelen ‫إلقاء‬ [ilkâ’] mastarının ism-i failidir. Farklı kalıplardaki türevleri Kur’ân'da
8
(Razi; el Mefatihu’l Gayb , Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
birçok kez kullanılmıştır. Bununla birlikte ilkâ’ sözcüğünün Kur’ân'da “içe bırakma, zihne
iyice yerleştirme” anlamında da kullanıldığı görülmektedir:
15
O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü
hakkında uyarmak için Kendi emrinden/ Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır.
(Mümin/15)
6
Şüphesiz bu Kur’ân ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine işletilmektedir.–
(Neml/6)
37-39
Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki:
“Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa,
onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını,
rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar,
orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça
kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.
(Bakara/37-39)
Bu durumda, ‫الملقيات‬ [mülkıyât] sözcüğünün konumuz olan âyette de kesin olarak “zihne
iyice yerleştirenler” anlamında kullanıldığını söylemek mümkündür. Zaten bu özellik de yine
Kur’ân âyetlerine has bir özelliktir.
ZİKR: ‫ذكر‬ [zikr] sözcüğünün; “anma, hatırda tutma, din kitabı [öğüt kitabı] ve öğüt”
anlamlarında kullanıldığı herkes tarafından bilinmektedir.
5. âyetteki zikr sözcüğünün, “öğüt” anlamına geldiği, Arapça dilbilgisi kurallarına göre
6. âyette kendisinden bedel konumunda bulunan ‫نذرا‬ , ‫عذرا‬ [‘uzren, nüzren] ifadesinden de
anlaşılmaktadır. Zira 6. âyette, mazeret hazırlayacağı, mazur kıldıracağı [‘uzren] ve uyarı
yapacağı [nüzren] bildirilen etkiyi, 5. âyette bildirilen zikr yapmaktadır. Bu da zikr'in ancak
“öğüt” işleviyle mümkündür. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse, insanı geçmişteki
hatalarına tevbe ettirmeye yönelten ve geleceğe yönelik olarak ona uyarıda bulunan zikr ancak
“öğüt” olarak anlamlandırılabilir. Dikkate alınan öğütlerin kesinlikle insanı bu iki işlemi
yapmaya motive ettiği düşünülürse, 5. âyetteki zikr'in “öğüt” olarak anlaşılması gerektiği daha
da iyi anlaşılır.
Kur’ân'ın (öbek öbek, necm necm gönderilmiş tüm âyetlerinin) zikr [öğüt] olduğu
Kur’ân'da yüzlerce âyette bildirildiğine göre, öğütleri zihne iyice yerleştirenler'in de yine
“Kur’ân âyetleri” olduğu kesinlik kazanmaktadır.
UYARI:
Allah, Kur’ân’ı tam 55 nitelikle tanıtmaktadır. Yukarıda sayılan özelliklerin hepsi de,
“Resûl, Furkân, Rûh, Nûr, Zikr, Mübîn” gibi Kur’ân'ın vasıflarındandır. Âyetleri mucize
yapan bu özellikler, beşer kurgusu olmayıp Allah tarafından lütfedilmiştir. Ayrıca bu
özelliklerden hiçbiri Allah'ın kitabının dışındaki kitaplarda mevcut değildir.
Sûrenin 1-7 âyetlerinin oluşturduğu kasem cümlesinde Kur’ân'ın bu özelliklerinden bir
kısmı vurgulanmış ve onu indiren Gücün [Allah'ın], tehdit edici âyetlerle bildirilen kıyâmet
gününü de mutlaka gerçekleştireceği ifade edilmiştir. Böylelikle Kur’ân, kıyâmet ve âhiretin
gerçekleşeceğine dair bir kanıt olarak gösterilmiştir.
Unutulmamalıdır ki, Kur’ân'daki mucize; dağlarda, taşlarda, meleklerde, rüzgârlarda
hatta peygamberlerde olan mucizelerden daha yücedir. Hem öyle bir mucizedir ki, her an el
altında ve göz önünde bulunmasına rağmen kıyâmete kadar mucizeleri tükenmeyecek bir
kitaptır.
8
Hani o yıldızlar silindiği/imha edildiği/uzaklaştırıldığı zaman, 9
gök
aralandığı zaman, 10
dağlar savrulduğu zaman, 11-13
tanıklık edecek elçiler,
tanıklık için bekletildikleri “Ayırt etme günü” tanıklık vakti belirlendiği
zaman, –“14
Ayırt etme günü”nün ne olduğunu sana ne bildirdi!– 15
o gün,
yalanlayanların vay hâline!
Kıyâmet gününde evrenin durumunu anlatan bu ve buna benzer sahneler Kur’ân'ın
çeşitli sûrelerinde dile getirilmiştir. Bütün bu sahnelerdeki ortak görüntü şudur: O gün evrenin
düzeni bozulacak ve bu düzensizliğe korkunç gürültüler, patlamalar ve sarsıntılar eşlik
edecektir. Ancak, dehşet veren bu olaylar, insanların öteden beri bildiği yıldırım, deprem,
volkanik patlama gibi küçük çaplı doğal olaylara hiç benzemeyecek, dünyadaki hiçbir olayla
mukayese edilemez şiddette ve büyüklükte olacaktır. Dolayısıyla o günkü dehşetin insanın
zihinsel yapısına sığması mümkün değildir. Bu gerçeğe rağmen kıyâmet anlatımlarının
değişik sahnelerle tekrarlanması, bu olayın gerçekleşeceğini insanların aklına sığdırma,
kabullendirme maksadına yöneliktir.
O yıldızlar silindiği/imha edildiği/uzaklaştırıldığı zaman,
Âyette geçen, ‫طمست‬ [tumiset] sözcüğü, ‫طمس‬ [tams] mastarından türemiş “fiil-i mazi,
bina-i mechul, müfred, müennes” bir sözcüktür.
Tams sözcüğü kök olarak “silmek, ortada iz bırakmamak, imha etmek, uzaklaştırmak”
anlamlarına gelmektedir. Nitekim Arapça'da gözleri görmeyene, “gözleri silinmiş, gözleri
imha olmuş, gözleri kendinden uzaklaştırılmış” anlamında ‫البصر‬ ‫طموس‬ [tamûsu'l-basar], kalbi
kalplikten çıkmış, fesada uğramışlara da “kalbi silinmiş, kalbi imha olmuş, kalbi kendinden
uzaklaştırılmış” anlamında ‫القلب‬ ‫طموس‬ [tamûsu'l-kalb] denmektedir.9
Tams sözcüğünün türevlerini şu âyetlerde de görmek mümkündür: Yâ-Sîn/66,
Kamer/37, Nisâ/47, Yûnus/88.
Işık kaynağı olarak bilinen yıldızların aslında enerjilerinin tükenmesiyle sönen, silinen
bir yapıda oldukları çok yakın bir tarihte tesbit edilmiştir. Yıldızların sonsuza dek ışıyacağının
sanıldığı bir dönemde, ışıklarının söndürülmesi, silinmesi sûretiyle varlıklarının son
bulacağının Kur’ân tarafından dile getirilmiş olması büyük bir mucizedir.
gök aralandığı zaman,
Âyette geçen, ‫فرجت‬ [furicet] sözcüğü, “iki şey arasındaki aralık” demek olan ‫الفرج‬ [ferc]
sözcüğünden türemiştir. Bu sözcük genellikle “yarmak” anlamındaki ‫فجر‬ [fecr] sözcüğü ile
karıştırılmaktadır. Bu karıştırmanın bir sonucu olarak, dişi canlıların üreme organlarına ‫فرج‬
‫فروج‬ , [ferc, fürûc] denmesinin bu organların yarık oluşundan ileri geldiği zannedilir. Hâlbuki
sebep bu organların yarık oluşları değil, iki ayağın aralığında bulunuyor olmalarıdır.10
Dolayısıyla yukarıdaki âyet, “göğün yarılması”nı değil, “aralanması”nı ifade etmektedir.
Ancak “göğün aralanması” ile neyin kasdedildiğini bilmek bugün için mümkün değildir, belki
kıyâmete kadar da mümkün olmayacaktır. Bir tahmin olarak; dünya ile atmosfer arasında bir
boşluk oluşacağı ve buna bağlı olarak dünyanın, güneşin çekim alanından çıkacağı anlamına
geldiği söylenebilir.
dağlar savrulduğu zaman,
Bu ifadeyle şimdiki kâinat düzeninin bozulacağı, yani yıldızların uzaklaşacağı, söneceği,
imha olacağı ve göğün aralanacağı o gün bir başka olayın daha gerçekleşeceği
bildirilmektedir. Bildirilen bu olay, dağların ufalanıp havada uçuşan toza dönüşecek
9
Lisânü'l-Arab; c. 5, s. 642-643.
10
Lisânü'l-Arab; c. 7, s. 48-50.
olmasıdır. 8-10. âyetlerdeki anlatımlar; İnfitar, Tekvîr, Müzzemmil, Tâ-Hâ, Furkân, İnşikâk,
Vâkıa, Nebe, Zilzâl gibi başka sûrelerde de tekrarlanmış ve olayın ciddiyeti vurgulanmıştır.
Elçiler, vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise! Ki Ayırt
Etme Günü için (ertelenmişlerdi).
YEVMÜ'L-FASL: ‫يوم‬ [yevm] ve ‫الفصل‬ [el-fasl] sözcüklerinden oluşan bu ifade, “ayırt
etme günü” anlamına gelen bir isim tamlamasıdır. el-Yevm, Arapça'da “gün” demektir.
Sözcüğün “yevmiye” [gündelik] gibi bazı türevleri Türkçe'de de kullanılmaktadır.
el-Fasl sözcüğü ise isim olarak “iki şey arasındaki mesafe”, fiil olarak da “iki şey
arasına mesafe koymak, bitişik hâle gelmiş iki ayrı şeyi birbirinden ayırmak” anlamlarına
gelir. el-Fasl sözcüğünün fiil anlamının “bir bütünü yarmak, ikiye ayırmak” demek olan şakk
sözcüğü ile karıştırılmaması gerekir. Çünkü kıyâmet gününde bir bütün ikiye ayrılmayacak,
zaten birbirinden ayrı olan şeylerin ayrımı yapılacaktır. Yani, o gün, hakk ile bâtıl, mümin ile
kâfir birbirinden ayrılacaktır. Kıyâmet gününe, Yevmü'l-Fasl [ayırt etme günü] denmesinin
sebebi budur. Bazılarının, “karar günü”, “hüküm günü” olarak çevirdikleri bu ifadenin
yorumsuz olarak sözcük anlamıyla çevrilmesi, bize göre en isabetli olanıdır.
13. âyetten başka aynı sûrenin 38. âyetinde de karşımıza gelecek olan Yevme'l-Fasl
[ayırma günü] ifadesi, değişik ayrıntılarla başka âyetlerde de tekrarlanmıştır:
19,20
Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki, onlar karşıda duruverirler. Ve
“Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü'dür!” derler.
–“21
İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü'dür!”–
22,23
Toplayın o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları, eşlerini ve Allah'ın astlarından tapmış
oldukları şeyleri. Sonra da onları cehennemin yoluna kılavuzlayın.
(Sâffat/19-23)
40
Şüphesiz ki, Ayırma Günü onların hepsinin buluşma yeridir/ kararlaştırılmış buluşma
vaktidir.
41,42
O gün Allah'ın merhamet ettiği kimseler hariç, hiçbir yakının yakına hiçbir şekilde yararı
olmaz. Onlar yardım da olunmazlar. Şüphesiz ki Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp
edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.
(Duhân/40-41)
17
Kuşkusuz Ayırma günü kararlaştırılmış bir buluşma vakti olmuştur.
18
O gün Sûr'a üflenir; siz de hemen bölükler hâlinde gelirsiniz.
(Nebe/17-18)
11-12. âyetlerde, bu dehşet veren sahnelerin yanında bambaşka bir olaya daha
değinilmiştir. Bu olay, uzun insanlık tarihi boyunca insanlara tebliğde bulunmuş olan
peygamberlerin mahşer halkına teşhiridir. “Ayırma Günü”, aynı zamanda genel bir buluşma
günü olarak belirlenmiş ve bütün peygamberlere o gün için randevu verilmiştir. Bu buluşmada
peygamberler, dağlardan, yeryüzünden, göklerden daha ağır basan o büyük konuya [hesap
verme konusuna] ilişkin son hesaplarını sunacaklardır:
6
Andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, andolsun, gönderilen
elçileri de sorguya çekeceğiz.
7
Ve andolsun, onlara, bir bilgi ile anlatacağız; çünkü Biz uzakta olanlar değildik.
8
Ve tartı, o gün haktır. Kimin terazileri/tartıları ağır basarsa, işte onlar kurtulanlardır.
9
Ve kimin terazileri/ tartıları hafif kalırsa, işte onlar âyetlerimize karşı zâlimlik etmelerinden
dolayı kendilerini ziyana sokan kimselerdir.
(A‘râf/6-9)
Yukarıdaki âyetlerin ifade şeklinden, son derece önemli bir olaydan söz edildiği
anlaşılmaktadır. Artık yıldızların sönmesi, göğün parçalanması, dağların ufalanıp toz gibi
uçuşması ile yaşanan dehşet geride kalmış, fakat şimdi herkesi o dehşetin saldığı korkudan
daha büyük bir korku kaplamıştır: Hesap verme korkusu...
Hesap verme zamanının geldiğini vurgulayan uyarı sarsıcıdır:
Elçiler, vakitlendirildikleri zaman,
Allah'ın haşr meydanında [Kendi huzurunda] bütün insanları toplayacağı ve her kavmin
peygamberini de şâhit olarak çağıracağı, Kur’ân'da pek çok yerde bildirilmiştir. Sapkınlar ve
suçlular, Allah'ın kendilerine neyi ilettiğinin tanığı ve kanıtı olarak karşılarında peygamberleri
bulacaklar ve böylece sapıklığa düşme sebebinin kendileri olduğu açığa çıkacaktır:
69
Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar
getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlara haksızlık edilmez.
(Zümer/69)
41
Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak
getirdiğimiz zaman bak nasıl?
(Nisâ/41)
Ayırt etme gününün ne olduğunu sana ne bildirdi!
Bu ifade tarzı, hatırlanacağı üzere, insanın aklının eremediği, havsalasının alamadığı,
zihnî yetilerinin boyutlarını aşan konularda kullanılmaktadır. Aynı ifadenin burada Yevmü'l-
Fasl [ayırt etme günü] için kullanılması, o günde oluşacak dehşetin, insan zihninin ötesinde
olduğunu anlatmaktadır. Yani insanlara, “Siz dünyada hangi sıkıntıyı görmüş, yaşamış,
düşünmüş olursanız olun, onların hiç birisi Ayırt Etme Günü'ndeki kadar müthiş değildir, ona
göre aklınızı başınıza alın!” denilmektedir. Arkasından da şu uyarı yapılmaktadır:
O gün, yalanlayanların vay hâline!
Rabbimizin uyarı ve teşvik amaçlı bu mesajı bu sûrede tam on kez tekrarlanmıştır.
Gerek âhiret hâlleri ile ilgili açıklamaların ve gerekse dünya ile ilgili hatırlatmaların yapıldığı
cümlelerin sonunda hep bu ifade kullanılmıştır. Tekrarlanan bu uyarı ifadesi hep aynı
sözcüklerden meydana gelmiş olsa bile, yalanlayanların yalanladıkları ifade edilen şeyler her
pasajda farklıdır. Meselâ bu ifadenin sûredeki ilk geçişinde, “Yevmü'l-Fasl”ın [ayırt etme
günü'nün], ikinci defa geçişinde “suçlulara yapılacak azabın”, üçüncü defa geçişinde “Allah'ın
ilmi ve gücünün”, dördüncü defa geçişinde de “insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip
olduğunun, ilâhî kudretin ise her şeyi kapladığının” yalanlandığı ifade edilmiştir. Aslında
ifadenin her tekrarlanışıyla farklı bir konu vurgulandığından, ifadenin tekrarlandığını
söylemek pek de uygun değildir.
“Vay hâline!” şeklinde çevrilen ‫ويل‬ [veyl] sözcüğü ile ilgili detay Hümeze sûresi'nde
verildiği için burada tekrar edilmeyecektir.
16
Biz, öncekileri değişime, yıkıma uğratmadık mı?
17
Sonra geridekileri de onların arkasına takarız. 18
Biz, suçlulara, işte böyle
yaparız. 19
O gün yalanlayanların vay hâline!
Bu âyet grubunda da yine Rabbimizin insanlara uyguladığı eğitim ilkelerinden biri olan
“örnek verme” ilkesi görülmektedir. Sûrenin buraya kadarki bölümünde, kıyâmete
inanmayanlara kanıt olarak Kur’ân gösterilmiş ve buna rağmen “Ayırım Günü”nü inkâr
edenler, Yalanlayanların vay hâline! ifadesi ile tehdit edilmişti. Bu bölümde ise
yalanlayanlara, tarihte kendileri gibi olanların başlarına gelen kötü son hatırlatılmaktadır. Bu
hatırlatma, Biz, öncekileri helâk etmedik mi? ifadesi ile geçmişteki somut örnekler telmih
edilerek yapılmıştır. Rabbimizin gerçek olayları sıkça gözümüzün önüne sermesindeki amaç,
başka bir âyette şöyle açıklanmıştır:
42
Hani siz, vâdinin yakın bir yamacında idiniz, onlar da uzak yamacında idiler. Kervan da sizden
daha aşağıda idi. Şâyet onlarla sözleşmiş olsaydınız da, buluşma yerinde kesinlikle anlaşmazlık
çıkarırdınız. Fakat olması gereken işi Allah'ın gerçekleştirmesi için; değişime/yıkıma uğrayan apaçık
bir delil gördükten sonra yıkıma uğrasın, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın
diye... Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
(Enfâl/42)
Tarihten ders çıkarma konusunda ciddî ihtarlarda bulunan Rabbimiz, Kur’ân'ın bir
bölümünü kıssalara ayırmak sûretiyle bizlere zengin bir ibret kaynağı lütfetmiştir. Geçmiş
kavimlerin helâk edilmelerine sebep olan davranışların anlatıldığı yüzlerce âyetten bir
bölümü, bundan önceki sûrelerin aynı konuyla ilgili bölümlerinde okuyucuya sunulmuştu. Bu
bağlamda şu âyetlerin yer aldığı pasajların da okunmasında yarar görüyoruz: Bakara/248; Âl-i
İmrân/13, 49; Yûnus/92; Hûd/103; Yûsuf/111; Hicr/77; Nahl/11, 13, 65, 67, 69; Şu‘arâ 8, 67,
103, 121, 139, 158, 174, 190; Neml/52; Ankebût/15, 35, 44; Sebe/9; Zâriyât/37; Kamer/15.
Kendi hataları yüzünden helâk edilen öncekilerin [geçmiş toplumların] örnek alınması
konusu, Rabbimizin çok çetin yakalayışına “tanık” ve “tanık olunan”ı kanıt göstermesi
sebebiyle Burûc sûresi'nde de geçmiş ve orada geçmişin araştırılmasının gerekli olduğunu
bildiren âyetler örnek olarak verilmişti.
Burûc sûresi'ndeki o bölümün tekrar okunmasını öneriyor ve şuna inanıyoruz: Kur’ân'ın
öncekiler sözcüğü ile ifade ettiği “geçmiş toplumlar”ın serüvenleri tarihî belgelerden,
arkeolojik kalıntılardan araştırılıp öğrenildiğinde görülecektir ki, âhireti inkâr ederek bu
dünyayı tek hayat zanneden ve ahlâkî değerlerini sadece bu dünyadaki ölçülere ve neticelere
bağlayan bütün kavimler istisnâsız helâk olmuşlardır.
Sonra geridekileri de onların arkasına takarız/takacağız. Biz, suçlulara, işte böyle
yaparız.
Yani, bu Bizim sünnetimizdir [yasamızdır]. Âhireti inkâr edenler, tıpkı helâke uğrayan
geçmiş ümmetler gibi, sonunda aynı felâkete uğramalarının kaçınılmaz olduğunu
göreceklerdir. Bundan önce hiçbir kavim bu âkıbetten istisnâ edilmemiştir, ileride de
edilmeyecektir:
40
Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenen şu kimselere, işte onlara göğün kapıları
açılmayacak ve deve/halat iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz suçluları
işte böyle cezalandırırız. 41
Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz,
zâlimleri işte böyle cezalandırırız.
(A‘râf/40)
84
Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Bak bakalım günahkârların sonu nasıl oldu!
(A‘râf/84)
69
De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da suçluların sonlarının nasıl olduğuna bir bakın!”
(Neml/69)
34
Şüphesiz Biz, günahkârlara böyle yaparız.
(Sâffat/34)
ÂYETTEKİ “ÖNCEKİLER ve SONRAKİLER”İN KİMLİĞİ: Klâsik kaynaklar,
öncekiler tabiri ile Âd ve Semûd kavimlerinin, sonrakiler tabiri ile de Lût, Şu‘ayb ve Mûsâ
kavimlerinin [Firavun ve ordusunun] kasdedildiğini ileri sürmüşlerdir.
Bize göre ise öncekiler, bu âyet inmeden önceki dönemlerde yaşamış olan Âd, Semûd,
Lût ve Şu‘ayb'ın kavimlerini, Firavun ve avenesini, Ashâb-ı Uhdud ve Ashâb-ı Fîl gibi
grupları; sonrakiler ise bu âyetler indikten sonra yaşayacak olan ilerideki inkârcıları işaret
etmektedir. 17. âyette söz konusu olan bazı kıraat [okunuş] farklılıkları da bizim ileri
sürdüğümüz tezi desteklemektedir.
20
Biz sizi değersiz bir sudan oluşturmadık mı?
21,22
Sonra onu belli bir ölçüye/vakte kadar sağlam bir yerin içinde tuttuk.
23
Demek ki Bizim gücümüz yetti. Ne güzel güç yetirenleriz Biz. 24
O gün,
yalanlayanların vay hâline!
Bu pasajda bakışlar öncekiler ile ilgili örneklerden Kıyâmet sûresi'nin son bölümünde
değinilen konuya, yani insanın kendisine çevrilmiş ve insanın yaratılışı Allah'ın varlığı ve
kıyâmete kanıt gösterilmiştir.
Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?
Âyette geçen, ‫مهين‬ ‫ماء‬ [mâin mehîn] ifadesi, “hakir, hor, az ve zayıf [değersiz] bir su”
demek olup bununla erkeğin menisi kasdedilmiştir. Aynı ifade bir başka âyette daha
geçmektedir:
8
Sonra onun soyunu bir özden, basbayağı bir sudan yapmıştır. 9
Sonra onu düzeltip bir biçime
soktu ve onu bilgilendirdi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Sahip olduğunuz nimetlerin
karşılığını ne de az ödüyorsunuz?
(Secde/8)
Âyette kastedilen “meni” ile insanın hammaddesi “sperm” arasında oldukça ilginç
tezatlar mevcuttur. “Sperm”ler, içinde yüzdüğü “meni”nin sadece bir kısmı olmakla beraber
meninin en temel maddesidir. Yumurtayı dölleyen sperm ise, 300-400.000.000 spermden
sadece birisidir. Ne var ki, bu tek sperm, hemcinsleri arasında en hızlı yüzerek hedefe en
erken ulaşan spermdir. Demek oluyor ki, insanın yaratılışı, hakir bir su olarak nitelenen
meni'nin ölçü bakımından hiç önemsenmeyecek bir miktarından, ama en değerli özünden
olacak şekilde plânlanmıştır.
Sonra onu belli bir ölçüye/vakte kadar sağlam bir yerin içinde tuttuk.
KARÂRIN MEKÎN [SAĞLAM YER]: Gerçekten de Rabbimiz plânını öyle yapmıştır
ki, hamilelik gerçekleştikten sonra doğuma kadar geçen süre içinde “zigot” ile başlayan süreç,
çeşitli evrelerde ve çeşitli bölgelerde ama özel bir koruma ile devam etmektedir:
“Anne karnındaki cenin çok hassas bir varlıktır. Cenin eğer özel bir korunmaya sahip
olmasaydı; sıcak, soğuk, ısı değişimleri, darbeler, annenin âni hareketleri cenine ya büyük bir zarar
verecek, ya da cenini öldüreceklerdi. Annenin karnındaki üç bölge cenini tüm bu dış tehlikelere karşı
korur. Bu bölgeler şunlardır: A) Karın duvarı, B) Rahîm duvarı, C) Amniyon kesesi.
Kur’ân'ın indiği 7. asırda insanların amnion kesesinden haberleri yoktu... Cenin bu üç
tabakanın koruyuculuğu altında kapkaranlık bir mekânda yavaş yavaş gelişimini sürdürür.[
Amniyon kesesi temiz, akışkan bir sıvı ile doludur. Bu sıvı sarsıntıları emen koruyucu bir yastık
gibidir, basıncı dengeler, amniyon zarının embriyoya yapışmasını engeller ve ceninin rahim içerisinde
rahatlıkla dönmesini sağlar. Eğer cenin bu sıvı sayesinde rahatlıkla hareket edemeseydi, bir et kütlesi
gibi yığılıp kalacak, devamlı bir tarafı üzerinde aylarca durduğu için yaralar vücudunu saracak ve
birçok komplikasyon ortaya çıkacaktı. Ceninin her tarafının eşit biçimde ısınması da önemlidir.
Sıvının ısıyı eşit dağıtması sayesinde dışarıdaki sıcaklık ne olursa olsun ceninin her yanı 31°C'lik
sıcaklığa sahiptir. Yaratıcımız her aşamada her şeyi en ince şekilde ayarlamış, karanlıkların içinde
her ihtiyacımızı karşılamış, bedenimizi dış dünyanın tüm zararlarından korumuştur.”11
BELLİ ÖLÇÜ/VAKİT: Buradaki, ‫معلوم‬ ‫قدر‬ [kaderin ma‘lûm] ifadesinin anlamı, sadece
insanların bildiği belli bir ölçü/vakit değildir; aynı zamanda “Allah'ın bildiği bir ölçü/vakit”
anlamını da içermektedir. İnsanların hamileliğe ait bilgileri kabataslaktır ve hiç kimse bir
çocuğun anne karnında kaç ay, kaç gün, kaç saat, kaç dakika, kaç saniye kalacağını, doğumun
tam vaktini ve çocuğun anne karnında ulaşacağı ölçüleri bilemez. Bu özellikler Allah
tarafından tayin edilmiştir, yani ölçüler O'nun tarafından konulmuştur.
Demek ki Bizim gücümüz yetti. Ne güzel güç yetirenleriz Biz.
Bu âyet, kıraat farklılıkları dikkate alındığında, “Biz onu biçimlendirdik, Biz ne güzel
biçim verenleriz” şeklinde anlaşılıp çevrilebilir. Konu başka âyetlerde şöyle
detaylandırılmıştır:
12-16
Ve andolsun ki Biz, insanı seçilmiş bir çamurdan oluşturduk. Sonra onu çok dayanıklı bir
karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir embriyon oluşturduk. Sonra o embriyoyu bir et
parçası oluşturduk. Sonra o bir et parçasını kemikler olarak oluşturdukk. Sonunda o kemiklere de bir
et giydirdik. Sonra onu bir başka oluşumda yeniden kurduk. İşte, oluşturanların en güzeli Allah ne
cömerttir! Sonra şüphesiz sizler, bunların ardından kesinlikle öleceksiniz. Sonra şüphesiz siz, kıyâmet
gününde diriltileceksiniz.
(Müminûn/12-14)
5
Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, bilin ki ne olduğunuzu size ortaya
koymak için, şüphesiz Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir embriyondan, sonra yapısı belli
belirsiz bir et parçasından oluşturmuşuzdur. Ve Biz, dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde
tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak, sonra da olgunluk çağına erişmeniz için çıkartırız. Bununla
beraber kiminiz geçmişte yaptıkları ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir
hatırlattırılır/öldürülür. Kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en
rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki sönmüştür; sonra Biz, onun üzerine su
indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.
6
İşte bu, şüphesiz ki Allah'ın hak olması, şüphesiz sadece O'nun, ölüleri diriltmesi ve şüphesiz
sadece O'nun her şeye en iyi güç yetiren olması nedeniyledir.
(Hacc/5-6)
Yukarıdaki âyetler, bu hayattan sonraki hayatın varlığına açık bir delil teşkil etmektedir.
Yaptıklarının hesabını sormak ve karşılığını vermek için insanı çok basit bir sudan yaratan
gücün, onu yeniden yaratmasının çok kolay olduğunu vurgulayan bu pasaj şu anlamı
içermektedir: “Ey kâfirler! Sizi hiç yoktan, basit bir sudan başlayarak ahsen-i takvîm olarak
yaratan Allah, ölümünüzden sonra sizi daha kolay, daha zahmetsiz yaratmaya kadirdir.”
O gün, yalanlayanların vay hâline!
Bu cümlenin içerdiği tehdit mesajı, konuyla ilgili diğer âyetlerin de delaletiyle şöyle
açıklanabilir: “İnsanların ölümlerinden sonra dirileceklerine dair gösterdiğimiz delil ortada
duruyor iken, yani onları topraktan, sonra nutfeden yarattığımız gerçeği herkes tarafından
biliniyor iken, onlar [kâfirler] ölümden sonra dirilişi hâlâ yalanlamaktadırlar. Yalanladıkları o
11
Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize, Kur’ân Araştırmaları Grubu, İstanbul Yayınevi, 2003, s. 205.
müthiş gün geldiğinde, o günün kendileri için bir felâket günü olduğunu açıkça
göreceklerdir.”
25,26
Yeryüzünü dirilere ve ölülere bir toplanma-tutulma yeri yapmadık mı?
27
Orada sapasağlam yüksek dağlar oluşturduk ve size tatlı sular içirdik.
28
O gün, yalanlayanların vay hâline!
20-24. âyetlerden oluşan pasajda insanın kendi yapısına çekilmiş olan dikkatler, 25-28.
âyetlerden oluşan pasajda ise insanların üzerinde yaşadığı yeryüzüne çekilmiştir. Bu âyetler,
ilk bakışta sadece tarıma dayalı hayat süren insanların hayatlarının düzenlenmesini ve bu
düzenin kusursuzluğunu göstermeye yönelik imiş gibi görünüyorsa da, bugünün bilgili
insanları için de birçok mucizeler içermektedir. Çünkü bu âyetler, Allah'ın bu gezegende
insanın yaşamasını düzenleyen plânını ve yeryüzünün bu hayatı mümkün kılacak şartlarla
donatıldığı gerçeğini sergilemektedir.
Yeryüzünü dirilere ve ölülere bir toplanma-tutulma yeri yapmadık mı?
21. âyette insanın dünyaya gelmeden önceki yurdunu [ana rahmini] ‫مكين‬ ‫[قرار‬karâr-ı
mekîn] [sağlam yer] olarak niteleyen Rabbimiz, insanın doğum sonrasındaki hayatını
sürdürdüğü ikinci yurdunu ‫كفاة‬ [kifât] sözcüğü ile nitelemiştir.
Kifât sözcüğü, “küçük çömlek, çanak, tencere, kazan” anlamındaki kift sözcüğünden
türemiştir. Sözcüğün mastarı, “bir yere bir şeylerin toplanması ve orada tutulması” anlamına
gelir. Hırsızların çaldıkları malları sakladıkları dağdaki mağaraya kâfit denir. Medine'deki
“Bakiu'l-Ğardad” denilen mezarlığa da ölüler defnedildiği için kefte denir. Kifât ise,
“yeryüzünde bir şeylerin biriktirilip korunduğu yer” anlamındadır.12
Yeryüzünün bu sözcükle nitelenmesi, yine Rabbimizin şanına uygun
ifadelendirmelerinden birini ortaya koymaktadır. Çünkü canlı ve cansız tüm varlıkları
üzerinde bulunduran yeryüzü, hem canlıların hayatlarını sürdürmeleri bakımından her türlü
koşulu taşımakta, hem de onları yaşamlarından sonra da sinesinde barındırmaktadır. Yani,
milyonlarca yıldan beri bitki, hayvan, insan gibi her türlü yaratığı kucağında yaşatan, onların
yaşam ihtiyaçlarını karşılayan, onlara hazinelerinden sürekli imkânlar aktaran yeryüzü, bütün
bu yaratıkları yaşamlarından sonra da bağrında saklayabilmektedir. Yeryüzündeki bu
benzersiz düzen, bir taraftan Rabbimizin eşsiz plâncılığını gözler önüne sermekte, diğer
taraftan da âhiretin mümkün ve makul olduğunun başka bir delilini teşkil etmektedir.
25-26. âyetlerle ilgili olarak Râzî'nin açıklamaları da kayda değer niteliktedir:
“Buna göre adeta, “Biz yeryüzünü, canlıları, cansızları bağrına basan olarak bu biçimde
yaratmadık mı?” denilmek istenmiştir. Yahut da bu ifadeler, kifâten kelimesinin delâlet ettiği nekfitü
[toplarız, cem ederiz] fiili ile mansubturlar. Buna göre mana, “Biz sizleri, canlılar ve ölüler olarak
bir araya toplarız” şeklinde olur. Bu durumda da bu iki kelime, mef‘uI zamirinden [nekfitkum=sizi...
toplarız]’dan hâldir. Dil bakımından yapılacak açıklama bundan ibarettir.
Manaya gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir:
1) Yeryüzü, canlıları sırtında [üzerinde], ölüleri de karnında [içinde] bir araya getirir. Buna
göre mana, “Diriler, evlerinde otururlar, ölüler de kabirlerine gömülürler” şeklinde olur. İşte bundan
dolayı Araplar yeryüzüne, “ana” adını vermişlerdir. Çünkü yeryüzü, insanları bağrına basması
açısından, tıpkı çocuğunu bağrına basıp onun işlerini uhdesine alan bir anne gibidir. İnsanlar
yeryüzünde bir araya gelip onun sinesinde birleştikleri için, yeryüzü de âdeta o insanları bağrına
basmış gibi olur.
12
Lisânü'l-Arab; c. 7, s. 686-687.
2) Yeryüzü, canlılardan ayrılan o pisleri, şeyleri kendisinde topladığı için canlıların kifât'ı, yani
derleyip toplayıcısı olarak kabul edilmiştir. Ama yeryüzünün, insanlar onun üzerinde olmaları
halinde, canlıları toplaması meselesine gelince, hayır; buna kifât adı verilmez.
3) Yeryüzü, insanın yeme-içme gibi ihtiyaçları hususunda kendisine muhtaç olduğu şeyleri
kapsayan bir mahal olduğu için “canlıların toplayıcısı” [kifât'ı] olarak addedilmiştir. Çünkü bütün
bunlar yerden biter. Zararlı şeyleri def etmeye elverişli, mamur ve derli-toplu binalar da, yeryüzünde
ve oradan inşa edilmişlerdir.
4) Âyetteki ahyâen ve emvâten kelimelerinin manası yerle ilgilidir. Buna göre diriler, yerin
bitirdiği şeyler; ölüler de bitirmediği şeyler olmuş olur.”13
Orada sapasağlam-yüksek dağlar kıldık ve size tatlı sular içirdik.
Bu âyette hem dağlara hem de hayatın devamı için gerekli olan tatlı suya dikkat
çekilmiştir. İnsanın yaşayacağı dünya ortamıyla ilgili düzenlemeler başka âyetlerde de dile
getirilmiştir:
15,16
Ve Allah size sofra olması için yeryüzünün içinde sabit-sağlam dağlar, ırmaklar ve siz
kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye yollar ve daha nice âlametler bıraktı. Ve Onlar yıldızlarla/
Kur’ân âyetleri öbekleriyle yollarını bulurlar.
(Nahl/15, 16)
6,7
Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk yapmadık mı?
(Nebe/6-7)
27-33
Oluşturuluşça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Göğü, Allah yaptı; boyunu yükseltti,
sonra da onu düzene koydu, gecesini kararttı ve ışığın parlaklığını çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve
hayvanlarınız için bir yararlanma olmak üzere yeryüzünü döşedi/ yeryüzünden suyunu ve otlağını
çıkardı, dağları da demirledi/sağlam bir şekilde yerleştirdi.
(Nâziât/27-33)
33
Ve O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı oluşturandır. Hepsi bir yörüngede yüzmektedir.
(Enbiyâ/31)
Doğrulukları bilimsel olarak ancak yakın bir tarihte anlaşılan bu özellikleri 14 asır
öncesinden bildiren bu âyetler, Kur’ân'ın mucizeliğini tartışmasız bir şekilde ortaya
koymaktadır. Gerek dağlar ve özellikleri, gerekse tatlı su, suyun ilk oluşumu ve tabiattaki
çevrimiyle ilgili bilgiler, teknik kitaplardan, özellikle de, Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize adlı
eserden tetkik edilebilir.
O gün yalanlayanların vay hâline!
Bu cümle, bu pasajın sonunda şu anlama gelmektedir: “Onlar, Allah'ın kudret ve
hikmetinin işaretlerini gördükleri hâlde, bu gücün sahibinin âhireti gerçekleştirebileceğini akıl
ve mantık yolu ile kabul etmek yerine, Allah'ın bu dünyadan sonra başka bir hayat düzeni
kuracağını ve o dünyada insanlardan hesap soracağını yalanlamakta ve inkâr etmektedirler.
Bu zan ile yaşamaya devam edenler, sonunda sözü edilen günle karşılaştıklarında, ne büyük
bir ahmaklık içine düştüklerini ve kendileri için ne büyük bir felâket hazırladıklarını
göreceklerdir.”
29
Kendisini yalanlamakta olduğunuz o şeye doğru gidin! 30,31
O üç kol-çatal
sahibi, gölgelendirmeyen ve alevden korumayan bir gölgeye doğru gidin!
13
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
32
Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar/yağdırır; 33
sanki kıvılcımlar sarı
erkek develer gibidir. 34
O gün, yalanlayanların vay hâline!
Mahşer âleminden bir sahnenin canlandırıldığı bu pasajda, gaybetten muhataba [üçüncü
şahıstan ikinci şahısa] dönülerek yapılan “iltifat sanatı” ile, onca kanıta rağmen inanmayıp
yalanlayan kimselere seslenilmekte ve o gün başlarına gelecek olanlar kendilerine bugünden
bildirilmektedir. Ancak bu sesleniş, Tekvîr/26'daki, Hâl böyleyken siz nereye gidiyorsunuz?
ihtarına kıyasla dozu arttırılmış bir uyarı ve tehdit ile yapılmakta ve önceki âyetler dikkate
alındığında sanki şöyle denilmektedir: “Size bunca akıl ve fikir verdik, kendi bünyenizden ve
çevrenizden kıyâmete dair yüzlerce kanıt gösterdik, hele hele bunların hepsinden daha büyük
Kur’ân'ı indirdik. Ama siz yine de yalanladınız. Bundan sonra size daha ne denir ki?”
Farklı bir anlatımla dramatize edilen sahne, kıyâmet gününü ve herkesin Allah'ın
huzurunda hazır olduğu ânı canlandırmaktadır. Bu sahnede Rabbimizin direktifi ile
yalanlayıcılara, O, kendisini yalanlamakta olduğunuz şeye doğru gidin! O üç şube sahibi,
gölgelendirici olmayan ve alevden korumayan bir gölgeye (!) doğru gidin! diye
seslenilmektedir. Benzer bir direktifi bir başka âyette de görüyoruz:
28,29
Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o ortak koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!”
diyeceğimiz gün, artık kesinlikle aralarını iyice açacağız ve onların ortakları, “Siz sadece bize
tapmıyordunuz ki! Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Biz sizin
kulluğunuzdan kesinlikle bilgisizdik/ duyarsızdık” diyecekler.
(Yûnus/28, 29)
Dikkat edilirse, 30-31. âyetlerden oluşan pasajın alay üslûbuyla ifade edildiği hemen
görülebilir. Çetin bir yargılama süreci bitmiş, bu süreçteki zorunlu konukluk [tutukluluk] sona
ermiş ve yalanlayıcılara serbestçe gidebilecekleri söylenmiştir. Ancak; gidilecek istikâmette
öyle bir şey vardır ki, verilen hareket özgürlüğü aslında tutukluluktan bin beterdir. Çünkü
karşıda duran şey, oraya gitmek zorunda olanların yalanlayıp durdukları şeydir: Üç şubeli
gölge... Gölgelendirici olmayan ve alevden korumayan bir gölge... Boğucu, yakıcı, kavurucu
güneşten daha beter bir gölge... Aslında tam anlamıyla cehennem... Böyle korkunç bir yere,
gölge demek sûretiyle yapılmış ince alaya edebiyatta “tahakküm sanatı” denmektedir.
Tahakküm, tarizin bir çeşidi olup muhatabın uyanmasını sağlayan ve Kur’ân'da çok kullanılan
bir sanattır. Bu sanatın bir örneği de, Onlara azabı müjdele ifadesinde görülmektedir.
Yalanlayıcıların gönderildikleri yere gölge denmesinin sebebi, gölge'nin mahşerde bir
nimet olması dolayısıyladır. 41-42. âyetlerde de görüleceği gibi, orada gölgeler sadece
inananların istifadesine sunulacaktır:
57
Ve iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapanları, içinde sonsuz olarak kalmak üzere,
altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz [kin gütmeyen, kıskançlık
duymayan] eşler vardır. Ve onları, koyu bir gölgeliğe girdireceğiz.
(Nisâ/57)
35
Allah'ın koruması altına girmiş kişilere söz verilen cennetin örneği şöyledir: Onun altından
ırmaklar akar, nasiplikleri; meyveleri, renkleri, tatları ve gölgeleri süreklidir. İşte bu, Allah'ın
koruması altına girmiş kişilerin âkıbetidir. Kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek
reddedenlerin âkıbeti de Ateş'tir.
(Ra‘d/35)
55
Gerçekten cennetin ashâbı bugün gönül şenliği sürerek bir uğraşı içindedirler.
56
Kendileri ve kendilerine sunulan refakatçı eşler, gölgeler içinde koltuklar üzerine
kurulmuşlardır.
57
Yalnızca onlara, orada meyveler vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır.
(Yâ-Sîn/55-57)
27-34
Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! Onlar, dikensiz kirazlar, meyve dizili
muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen; tükenmeyen ve yasaklanmayan birçok
meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.
(Vâkıa/27-34)
Âyette gölge'nin, üç çatallı olarak nitelenmesi konusunda çok değişik yorumlar
yapılmıştır. Biz katılmasak da, eski yorumlara örnek olarak Râzî'nin, çağdaş yorumlara örnek
olarak da Elmalılı Hamdi Yazır'ın görüşlerini aktarmakta yarar görüyoruz:
Râzî'nin görüşü:
“CEHENNEM ALEVİ: Birinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, üç kola ayrılmış âyetinin ifade ettiği
husus. Bu ifadenin izahı hususunda üç vecih bulunmaktadır:
1) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: “Bu gölgenin ne olduğunu bilmiyorum. Onun hakkında
herhangi bir şey duymadım.”
2) Bir topluluk ise, “Üç kola ayrılmış ifadesinden murad edilen, o ateşin, hem altlarından hem
de üstlerinden gelip onları çepeçevre kuşatmasıdır. Ateş'in burada, gölge olarak isimlendirilmesi, o
ateşin onları bütün yönlerden kuşatması itibariyle bir mecâzdır. Bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, Onların
üstlerinde ateşten tabakalar, altlarından (ateşten) tabakalar vardır (Zümer/16) âyetinde olduğu
gibidir. Allah Teâlâ yine, Azab onları hem üstlerinden hem de altlarından bürümüştür (Ankebût/55)
buyurmuştur” demiştir.
3) Katâde ise şöyle demiştir: “Doğrusu şudur: Bundan maksat, “duman” [duhan]dır. Bu mana,
duman çepeçevre kendilerini kuşatmış (Kehf/29) âyetinden elde edilir. Ateşin duvarları ile kasdedilen,
“duman”dır. Sonra, bu dumandan bir bölüğü onun sağına, bir başka bölüğü de soluna; bir üçüncü
bölük de üstüne geçer.”
Ben derim ki: Bu, imkânsız değildir. Zira gazap insanın sağından, şehvet ise solundan gelir.
Kuvve-i şeytâniyye ise dimağındadır. İnancı ve amelleri hususunda insandan sudur eden âfetlerin
kaynağı ancak üçtür. Bu üç kaynaktan da, muhtelif karanlık ve zulumâtlar meydana gelmiştir. Yine,
burada üç derecenin bulunduğunun söylenilmesi de mümkündür: Bunlar his, hayal ve vehimdir.
Bunlar rûhun kudsiyyet ve paklık âleminin nurlarıyla aydınlanmasına manidirler. Bu üç mertebeden
her birinin, hususî bir karanlık ve zulmânîliği bulunur.
4) Bir topluluk ise şunu söylemiştir: “Bu, bu dumanın çok büyük olduğunu anlatan kinâye yollu
bir anlatımdır. Zira büyük duman kütlesi pek çok kol ve dallara ayrılır.”
5) Ebû Müslim ise şunu söylemiştir: “Hakkında, Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra buyurmuş
olduğu ifadelerin söz konusu olması da muhtemeldir. Yani, onun gölgelendirmemesi, alevler
karşısında hiçbir fayda vermemesi ve adeta saraylar misali olan kıvılcımlar saçması...”
ALEVDEN KORUMAZ: Üçüncü Sıfat: Alevden de korumaz âyetinin ifade ettiği husus.
Arapça'da, ağni ‘annâ vecheke denilir ki, bunun manası, “yüzünü benden uzak tut, yüzünü
görmeyeyim” şeklindedir. Çünkü bir şeyden müstağni olan, ondan uzaklaşır; tıpkı o şeye muhtaç
olanın ona yaklaşması gibi...
Keşşaf sahibi, bu kelimenin mahallen mecrûr olduğunun; takdirinin ise “ateşin alevi karşısında
onlara hiçbir fayda vermeyen” şeklinde olduğunu söylemiştir.
Kaffal ise şöyle demiştir: “Bu, şu iki manaya muhtemel olabilir: A) Bu gölge ancak cehennemde
olur. Bu sebeple de onları orada cehennemin hararetinden himaye etmez, onları onun alevlerinden de
korumaz. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Vâkıa sûresi'nde gölgeyi zikretmiş ve, Bir semûm, hamîm ve
yahmûmdan bir zıll [gölge] içinde (Vâkıa/42-43) ve Ne serin, ne de kerîm (Vâkıa/44) buyurmuştur.
Bu, sanki onlar oraya girdiklerinde cehennemde söz konusudur. Daha sonra ise Cenâb-ı Hakk, Ne
serin, ne de kerîm... (Vâkıa/44) buyurmuştur. Bu âyetteki lâ zalîlin ifâdesinin, lâ bârid [serin değil]
anlamında; ve lâ yuğnî mine'l-leheb cümlesinin de, “kerîm de değil” manasında olması muhtemeldir.
Yani, “Onda, ateşin alevinden kendisine kaçılıp da yasaklanılacak bir farklılık yoktur” demektir. B)
Bunun meydana getirilmesinin ancak, onlar cehenneme girmeden önce, hatta onlar, hesaba çekilmek
ve arz olunmak için hapsolundukları sırada olmasıdır. O zaman onlara, “Biliniz ki bu gölge, sizi ne
güneşin hararetinden korur, ne de sizden cehennemin alevlerini uzaklaştırır” denilir.
Âyette bir üçüncü izah şekli daha vardır ki, bunu da Kutrub söylemiştir. Buna göre, buradaki
leheb kelimesi, “susuzluk” anlamına gelir. Nitekim Arapça'da, lehebe leheben [iyice susardı],
raculünlehbânu [çok susamış adam] ve imreetün lehbâ [çok susamış kadın] denilir.14
Elmalılı Hamdi Yazır'ın görüşü:
Haydin, buradan boşanın, üç çatallı bir gölgeye gidin, yani Allah'ın birliğini tanıyan muvahhid
müminlere mahsus koyu gölgede, Arş'ın gölgesinde nimet içinde yaşamaya ve gölgelenmeye sizin
hakkınız yoktur. Siz O'na inanmıyordunuz, şirke, teslise kail oluyordunuz. Şimdi muvahhid müminler
Arş'ın gölgesinde, o koyu gölgede gölgelenirlerken siz inandığınız üç çatallı gölgeye sığınınız. Atâ'dan
rivâyet edildiğine göre bu üç çatallı gölge, “cehennem dumanının gölgesi” diye tefsir olunmuş, birçok
müfessir bu hitabı da evvelkinin bir izahı gibi telakki ederek bunu takip etmişler ve demişlerdir ki:
Cehennem dumanı, üç mevziden yükselecek, kâfirler onu ateşten korur zannederek koşacaklar, en fena
bir halde bulacaklardır. Bu sûrette bu zıll [gölge], yalanlamakta olduğunuz şey'in bir beyanı demek
olur. Fakat Ebû Hayyan'ın naklettiği veçhile, İbn-i Abbâs demiştir ki: “Bu hitap, haça tapanlara
söylenecektir. Müminler Allah sayesinde Arş'ın gölgesinde korunacak, onlara [haça tapanlara],
‘Mabudunuz olan haçın gölgesine gidin’ denecek. Çünkü haçın üç şubesi [çatalı] vardır. Şu‘ab, bir
cisimden ayrılan çatallardır. Yani, haçın bir kolu, gövdesi demek olduğundan şubeleri [çatalları]
üçtür.
Demek ki, bir üç çatallı gölge, Hıristiyanlığın teslis akidesinin, ekânim-i selâsesinin [üç
uknumun] bir remzidir; haç, onu temsil eder. Hıristiyanlık bunu ve âhireti yalanlamıyor, fakat en
büyük kurtuluşu bundan bekleyerek buna inanıyor. Bu nedenle Âhirette, o fasl günü müslümanlar
iman etmiş oldukları hâlis tevhîd gölgesinde gölgelenirlerken, “bir-üç” diye ekânim-i selâse [üç
uknum] ile teslis [üçlemeye]e inananlara, “Haydin bir üç çatallı teslis gölgesine gidin” denecek.
Fakat öyle bir üç çatallı gölge neye yarar? Gölgelendirir mi? Azaptan korumak için bir faydası
olabilir mi?15
Bize göre, alay mâhiyetinde kullanılmış olan ‫ل‬ّ  ‫ظظظظ‬ [gölge] sözcüğü, –yukarıda
söylediğimiz gibi– gerçek gölgeyi değil, cehennemi, ateşi, azabı simgelemektedir. ‫شعبة‬ [şu‘be]
sözcüğü ise “ağaç dalı, ağaç çatalı” anlamından çok, “aynı işlevi gören, aynı merkeze bağlı
birim” anlamına gelmektedir.16
Nitekim Türkçe'ye de bu anlamda; “... Bankası ... şubesi, ...
Emniyet Müdürlüğü ... şubesi, ... Askerlik şubesi, Kızılay ... şubesi” örneklerinde olduğu gibi
yerleşmiştir. Buradaki şubeli gölge, yani “üç şubeli cehennem”, yalanlayıcıların uğratılacağı
azabın üç şube, üç dal, üç çeşit olduğunu göstermektedir ki, bu görüşümüz daha önce Hümeze
sûresi'nin tahlilinde de açıklanmıştı. Yani, üç şubeli gölge, cehennemdeki fizikî azabı,
psikolojik azabı ve vicdan azabını [pişmanlığı] simgelemektedir.
Bu pasajdaki âyetler, bünyelerindeki sözcüklerin birden çok anlama gelmeleri sebebiyle
birer müteşâbih âyet örneğidirler.
Biz, 32-33. âyetlerdeki sözcüklerin ifade ettikleri anlamların “büyüklük” kıstasına göre
aşağıdaki gibi te’vîl edilebileceği; Kur’ân ile ilgili çalışmalar yapan başkalarının da başka
kıstaslara göre buna benzer te’vîller yapabilecekleri kanaatindeyiz.
32. Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar [yağdırır].
Gerçekten o, kalın odunlar gibi kıvılcımlar atar [yağdırır].
Gerçekten o, hurma kütükleri gibi kıvılcımlar atar [yağdırır].
14
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
15
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili.
16
Gerçekten o, develerin boynu gibi kıvılcımlar atar [yağdırır].
Gerçekten o, atlar gibi kıvılcımlar atar [yağdırır].
33. Sanki o sarı erkek develer gibidir.
Sanki o sarı halatlar gibidir.
Sanki o sarı bakır kütleleri gibidir.
Sanki o sarı toplu maddeler gibidir.
Bir benzerini Vâkıa/41-56'da gördüğümüz bu sahnelerin korkusu yürekleri doldurduğu
anda, o bildiğimiz değerlendirme cümlesi yine karşımızdadır: O gün yalanlayanların vay
hâline!
35
Bu, onların konuşmayacakları gündür. 36
Kendilerine izin de verilmez ki,
özür dilesinler. 37
O gün, yalanlayanların vay hâline!
!
Bu pasajda, üç şubeli gölgeye gidin talimatı ile karşılarında duran cehennemin maddî
korkularını yaşamaya başlayan yalanlayıcıların, talimattan hemen sonraki anları
canlandırılmıştır. Talimat, “Gidin!”, gidilmesi emredilen yer ise “ateş”tir. Ateşe nasıl
gidilecektir? Acaba yapılacak bir şey, söylenecek bir söz, dilenecek bir özür olabilir mi?
Hayır! İşte bu, çaresizliğin getirdiği suskunluk ânıdır. Bu an, insana dilini yutturan bir korku
ânıdır.
Bilindiği gibi yevm [gün] sözcüğü Kur’ân'da yerine göre “an, gün, devre, çağ”
anlamlarında kullanılmıştır. Dolayısıyla burada yevm [gün] sözcüğü ile cehenneme atılmak
üzere olan yalanlayıcıların cehenneme girmeden önceki halleri, korku ve pişmanlıkla
nutklarının tutulduğu, konuşacak hâllerinin kalmadığı “son anları” kasdedilmiştir.
Günahkârların bu son anlarından önceki hayıflanmaları, pişmanlıkları, birbirleriyle
konuşmaları, özür dilemeleri, yeminleri, geri dönmek istemeleri, cennet halkından yardım
istemeleri ise mahşer gününe ait sahneler olarak başka âyetlerde (Müddessir/39-47, Zümer/7,
Müminûn/106-107, 108 Şu‘arâ/96-102, Secde/12, Tahrîm/7, Rûm/57, Mümin/52) dile
getirilmiştir:
Çünkü onlar daha önce peygamberlerle ve –bu sûrenin 5-6. âyetlerinde de bildirildiği
gibi– mazur kıldıran ve ikaz eden âyetlerle uyarılmışlardı:
133,134
Ve inkâr edenler: “Elçiliğini iddia eden bu kişi, Rabbinden bize bir alâmet/gösterge
getirse ya!” dediler. Onlara ilk sahifelerde olan apaçık deliller gelmedi mi? Ve eğer Biz, onları
bundan önce bir azap ile değişime/yıkıma uğratsaydık, kesinlikle “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber
gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce Senin âyetlerine uysaydık!” diyeceklerdi.
(Tâ-Hâ/133-134)
172,173
Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü, “Biz, bunlardan bilgisizdik” demeyesiniz yahut
“Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin
işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/ yıkıma uğratacaksın?” demeyesiniz diye, Âdemoğulları'nın
sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.”
(A‘râf/172-173)
15
Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu
bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının
yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.
(İsrâ/15)
59
Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe,
memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değildir. Zaten Biz, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına
iş yapan kimseler olmayan memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değiliz.
(Kasas/59)
Artık tartışma ve özür dileme zamanı geride kalmış, karşı karşıya kalınan korkunç
gerçeğin dehşeti benlikleri sarmıştır. Yalanlayıcıların 35-36. âyetlerde belirtilen
çekingenliğinin, suskunluğunun, sinmişliğinin bu dehşetten kaynaklandığı düşünülebileceği
gibi, aşağıdaki sebeplerden kaynaklandığı da düşünülebilir:
1) Kur’ân'ın bildirdiği gibi inançsızlar haşr meydanında pek çok mazeret ileri
sürecekler, kendi suçlarını başkalarının üstüne yıkmaya çalışacaklar, kendilerini saptıranlara
saldıracaklar, hatta suçlarını tümüyle inkâra kalkışacaklardır. Ne var ki, organlarının kendi
aleyhlerine yapacakları tanıklık ile suçları isbatlanacak ve cezaları kesinleşecektir. İşte,
onların 35-36. âyetlere konu olan suskunlukları, hak ve adalet bakımından hiçbir eksikliğe
meydan verilmeden yapılan bu yargılama karşısında söyleyecek sözleri kalmamasından ileri
gelmektedir, yoksa kendilerine savunma hakkı verilmemesinden değil... Zaten 36. âyette izin
verilmeyen şey kendilerini savunmaları değil, özür dilemeleridir. Tüm suçları öyle bir şekilde
isbatlanacaktır ki, söyleyecek bir söz bulamayacaklar, ağızları çaresizce kapanacaktır.
2) Gösterilen kanıtlara, gönderilmiş kitaba, peygamberlerin uyarılarına, lütfedilmiş akıl
nimetine rağmen oraya inançsız olarak gelmiş olan kişi, dünyada iken horladığı, orada ise
ödüllendirildiğini gördüğü kimselerin karşısına bir suçlu olarak çıkarılmış ve teşhir edilmiştir.
Bütün suçları isbatlanmış olduğu için de açıkça rezil olmuş, onuru kırılmış, bitmiş ve
tükenmiştir. Üstelik bütün bu kepazelikten sonra gideceği yeri de karşısında görmüştür. Ne
kaçacak yeri vardır, ne de söyleyecek sözü kalmıştır. Dili tutulmuş, konuşamaz olmuştur.
Sebebi ne olursa olsun, buradaki çekingenlikleri, suskunlukları, sinmişlikleri
ürkütücüdür. Bu dehşet ânı, onların cehenneme girmeden önceki son anlarıdır. Gerçekten de
“o gün yalanlayanların vay hâline” denecek kadar perişan haldedirler.
38
Bu, sizi ve öncekileri topladığımız Ayırma Günü'dür. 39
Haydi, bir sinsi
plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın! 40
O gün, yalanlayanların
vay hâline!
38. âyetteki, Sizi ve öncekileri topladık ifadesi, Bu ayırma günüdür cümlesini
açıklamaktadır. O gün verilecek ayırt edici hüküm, yükümlülerin tümü için söz konusudur.
Dolayısıyla yükümlülerin eksiksiz olarak bir araya gelmeleri gerekmektedir. Tüm davalılar
duruşmada hazır bulunacak, kimse gıyâbında yargılanmayacaktır. Mahşerde ilk insandan son
insana kadar tüm insanların bir araya toplanacakları, inananlar ile inanmayanların
birbirlerinden ayrılarak kendi yollarını tutacakları, Kur’ân'ın başka âyetlerinde de
bildirilmiştir. Onlardan biri şudur:
59
Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın!
60-62
Ben; “Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve
Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı”
diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? 63
İşte bu, sizin vaat olunmuş
olduğunuz cehennemdir.
64
Bilerek reddettiğiniz/ inanmadığınız şeyler nedeniyle hadi bugün yaslanın ona! 65
Bugün Biz,
onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere
şâhitlik eder.
(Yâ-Sîn/59-64)
Bir sinsî plânınız varsa hemen Bana bu sinsî plânı uygulayın!
Kıyâmeti yalanlayanların dünyada iken sinsî plânlar ve bahanelerle kendilerini
avuttuklarına ve binlerce kez uyarılmış olmalarına rağmen bu tavırlarını sürdürdüklerine
Kur’ân'da şöyle değinilmiştir:
15
Şüphesiz onlar, oldukça tuzak kuruyorlar. 16
Ben de onları cezalandırırım.
(Târık/15-16)
42
Yoksa bir sinsi plân mı yapmak istiyorlar? Fakat kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini
bilerek reddeden o kimselerin kendileri sinsi plâna düşenlerdir.
(Tûr/42)
Şimdi ise bu yalanlayıcıların hile ve sinsî plân yapacak ne güçleri, ne de fırsatları vardır.
Bu âyet, onların içinde bulundukları durumu ve akılsız davranışlarını sanki şu sözlerle
yüzlerine vurmaktadır: “Haydi bakalım, şu karşı karşıya olduğunuz durumdan kurtulmak için
bir çareniz, yolunuz, plânınız varsa hemen yapın! Gücünüz yeterse, alabileceğiniz bir önlem
varsa alın da karşınızdaki Allah'ın azabından kendinizi kurtarın!”
Âyetin ifadesinden, suçluların, dünyadaki alışkanlıkla (Târık/15) burada da aynı
davranışa teşebbüs edecekleri anlaşılmaktadır. Teşebbüs edecekler ama işi ters yüz etmenin
mümkün olmadığını ve artık çaresiz olduklarını da hemen anlayacaklardır.
Yalanlayıcılar bu durumda iken Allah'ın onlara, Bir sinsî plânınız varsa hemen Bana bu
sinsî plânı uygulayın! diye azarlayan bir ifade ile hitap etmesi, aslında son derece mahcup
edici, psikolojik [manevî] bir azaptır. İşte bu sebeple Rabbimiz bunun peşinden, O gün
yalanlayanların vay hâline! buyurmuştur.
41,42
Kuşkusuz Allah'ın koruması altına girmiş kimseler gölgeler, pınarlar
ve canlarının çektiği meyveler içindedirler. –“43
İşlemiş olduğunuz şeylere
karşılık afiyetle yiyin, için!”– 44
İşte Biz güzel davrananları böyle
karşılıklandırırız. 45
O gün, yalanlayanların vay hâline!
“Takvâ sahipleri” olarak çevirdiğimiz, ‫تيقين‬ّ‫ق‬‫الم‬ [muttakîn=muttakîler] sözcüğü, bu âyette
‫ذيبين‬ّ‫ق‬‫المك‬ [mükezzibîn=yalanlayıcılar] sözcüğünün karşıtı olarak kullanılmıştır. Bu nedenle âyette
muttakîler sözcüğü ile kasdedilenler, “âhireti yalanlamaktan kaçınanlar, hayatlarını söz ve
fiillerinin hesabını vereceklerinin bilincinde olarak sürdürenler”dir.
TAKVÂ: İnsanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak iyiliklere sarılması,
günahlardan uzak durması, dolayısıyla âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden
sakınması demek olan takvâ, Kur’ân'da ilk önce “şirkten kaçma” ve “âhirete inanma”
anlamında ortaya konmuş, daha sonra da imanın yansımasını taşıyan tüm amelleri içine alacak
şekilde genişletilmiş bir kavramdır. Âyetler Kur’ân'ın bütüncül mesajı gözetilerek
incelendiğinde, takvâ'nın, şu somut fiil ve tutumlarla gerçekleşen bir iç dünya zenginliği
[sağlıklı ruh hali]olduğu anlaşılır: “İman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak,
Allah ve Elçisi'ne boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta-darlıkta sahip olunan
mallardan bağışta bulunmak, salat, salatı ikame etmek, zekât vermek, verilmiş sözlerde
durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, anaya-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman
kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tevbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının
affını dilemek, öfkesini dizginlemek, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta
tutmaya gayret etmek.”
Bu fiil ve tutumlara takvâ, bu fiil ve tutumları içselleştirerek gönüllerini günaha karşı
korumaya alanlara da muttakî denir. Bu fiil ve tutumları benimseyerek içselleştiren inançlı
insanlar, fıtratlarındaki kusur ve günah işleme eğilimlerine karşı özlerinde mevcut olan
fücûrdan kaçınma eğilimlerini güçlendirmiş, böylece kendilerini günahlardan
koruyabilecekleri manevî bir savunma sistemini de harekete geçirmiş olurlar.
Yukarıdaki âyetler, muttakîlerin, cennet ağaçlarının gölgeleri altında olacaklarını
müjdelemektedir. Bu gölgeler serinlik vermeyen, ateşten korumayan sözde gölgeler değil,
gerçek gölgelerdir. Dolayısıyla muttakîler; yakıcı, susuzluk uyandıran, boğucu cehennem
dumanları arasında değil, pınar başlarında, canlarının istediği meyvelerle baş başa
olacaklardır. Bu somut nimetlerden de öte, mahşer halkının karşısında şu onurlandırıcı sözlere
muhatap olacaklardır: İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık afiyetle yiyin, için! İşte Biz, güzel
davrananları böyle karşılıklandırırız [ödüllendiririz].
Muttakîlerin bu durumları kâfirler için bir başka azap çeşidini teşkil etmektedir. Çünkü
inançsızlar, dünyada iken haklarında hiç iyilik istemedikleri, hatta nefret ettikleri, can
düşmanı gördükleri müminlerin elde ettiği bu başarı karşısında âdeta çıldırmaktadırlar.
Ellerinde olsa asla izin vermeyecekleri mükâfaatları almalarına bir de kendi acıklı halleri
eklenince, duydukları acı tarife sığmaz ölçüde derinleşecek ve artık yok olmayı
isteyeceklerdir.
Muttakîlerin ödüllendirileceğini bildiren âyetlerin sonunda yine, O gün yalanlayanların
vay hâline! denilmesi, bu durumun yalanlayıcılar açısından psikolojik [manevî] türden bir
azap teşkil ettiğini vurgulamak içindir.
46
Yiyin, yararlanın biraz, şüphesiz siz suçlularsınız. 47
O gün, yalanlayanların vay
hâline!
46. âyette yine “iltifat sanatı” vardır. Bu edebî sanat gereği, anlatım üçüncü şahıstan
ikinci şahsa dönmüş, bir önceki pasajda âhiretteki muttakîlere sesleniliyorken, muhatap
değiştirilerek bu pasajda dünyadaki suçlulara seslenilmiştir: Yiyin, faydalanın biraz, şüphesiz
siz suçlularsınız.
Bu seslenişle sanki o zavallılara şöyle denmek istenmektedir: “Bu iki durum arasındaki
farkı gözlerinizle görünüz. O ebedî dünyanın nimetlerinden mahrum kalma, orada ebedî azaba
çarpılma karşılığında şu dünyada azıcık yiyin, keyfinizce yaşayın bakalım.”
Yiyin, faydalanın biraz
Bu ifade ilk bakışta olumlu bir emir gibi görünse de, aslında alabildiğine yasaklama ve
sakındırma içeren bir tehdittir. Bu, yalanlayıcılara yapılan tehditlerin dokuzuncusudur.
Rabbimiz yalanlayıcılara bu dünyada iken âdeta şöyle seslenmektedir: “Niteliğini
açıkladığımız âfetlere, belâlara, sıkıntılara uğrayacak olmanız, sırf dünya zevklerine olan
düşkünlüğünüz ve dünya güzelliklerine duyduğunuz aşırı arzu sebebiyledir. Ne var ki,
dünyadaki lezzetler ve güzellikler o büyük sıkıntı ile kıyaslandığında pek azdır. Onların
peşine düşmek, içinde öldürücü zehir bulunan bir lokma tatlıyı yemek gibidir.”
Dünyanın sınırlı nimetlerine tutkuyla bağlanmanın insanı tekâsüre, istikbâra, istiğnâya,
tuğyâna, ölümsüzleşme inancına ve kıyâmeti inkâra götürdüğü bundan önceki sûrelerde
bildirilmişti. “Dünyanın değersizliği ve dünyada çok büyük sayılan nimetlerin âhiret nimeti
karşısında pek az olduğu” uyarısı, Kur’ân'da birçok kez hem müminlere hem de inançsızlara
yapılmış önemli bir uyarıdır. Konunun önemine binaen, başta Peygamberimiz olmak üzere
tüm müminlere ve inançsızlara yönelik bu uyarılardan birkaç örnek hatırlatmakta yarar
görmekteyiz:
3
Bırak onları yesinler, yararlansınlar ve boş umut onları oyalasın. Ama onlar yakında
bileceklerdir.
(Hicr/3)
8
İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O'na vererek Rabbine yakarır. Sonra
kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O'na yakardığı hâli unutur da Allah'ın
yolundan saptırmak için O'na ortaklar oluşturur. De ki: “Küfrünle; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini
bilerek reddedişinle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashâbındansın.”
(Zümer/8)
30
Ve nankörler, O'nun yolundan saptırmak için Allah'a eşler oluşturdular. De ki: “Yararlanınız,
artık, şüphesiz dönüşünüz ateşedir.”
(İbrâhîm/30)
Ve Yûnus/70, Tâ-Hâ/131, Hicr/88, Nahl/117, Lokmân/24 .
48
Onlara, “Allah'a ortak koşmaktan uzak durun” denildiği zaman, ortak
koşmaktan uzak durmazlar. 49
O gün, yalanlayanların vay hâline!
48. âyetin manası ile ilgili olarak geçmişte yanıltıcı ve tatminkâr olmayan nakiller
yapılmış, arkadan gelenler de sürekli bu nakilleri yapanların taklitçileri olmuştur. Böylece
âyet hakkında Müslümanlar arasında bizim katılmadığımız bir anlam yerleşmiştir.
Önce bu yerleşik anlamı Râzî'den naklediyoruz:
“İbn-i Abbâs, Onlara, “Rükû edin” denildiğinde, rükû etmezler ifadesiyle, “namaz”
kasdedilmiştir” demiştir ki, bu, açıktır. Çünkü rükû, namazın rükünlerindendir. Böylece Allah Teâlâ o
kâfirlerin vasıflarından birisinin de namaza çağrıldıklarında namaz kılmamaları olduğunu beyan
etmiştir ki, bu, kâfirlerin İslâm'ın fürûu ve amelî hükümleriyle de mükellef ve muhatap olduklarına;
iman etmemeleri sebebiyle kâfir iken zem ve ikaba müstahak oldukları gibi, namaz kılmamaları
sebebiyle de zem ve ikaba müstehak olduklarına delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ, kâfirleri kâfir iken
namaz kılmayışları yüzünden de tenkit etmiştir.
Diğer bazıları da, buradaki rükû ile, “Allah için huşû ve huzur” kasdedildiğini ve O'nun dışında
kalanlara ibâdet edilmemesi gerektiğinin kasdedildiğini söylemiştir.17
RÜKÛ: Gerçekten de rükû denince, herkesin aklına “namazda ayakta dururken eğilip
belin bükülmesi” gelmektedir. Çünkü sözcük asırlar önce kafalara bu anlamla kazınmıştır.
Klâsik eserlerde de âyette geçen rükû'dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet
mecâz-ı mürseli” sanatı ile namazın parçasının anılıp bütününün kasdedildiği ifade edilmiştir.
Bütün meal ve tefsirlerde de sözcük bu anlam ile kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz
kılın” olarak anlaşılmıştır. Bu durumda âyetin manası, “Onlara namaz kılın denildiği zaman
namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” olup çıkmaktadır.
Bize göre âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği dönemde
namaz ile ilgili herhangi bir emir ve yaptırım söz konusu değildir. Zaten henüz inanmamış
kimselere, “namaz kıl” demenin de bir mantığı yoktur. Âyetin doğru anlaşılabilmesi için önce
sözcüklerin doğru anlamlarının bilinmesi gerektiğinden, rükû sözcüğü için Lisânü'l-Arab'a
başvurulmuş ve aşağıdaki anlamlara ulaşılmıştır:
“1) ‫ركوع‬ّ ‫ال‬ [rükû], “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü
yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir.
2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara rakea'ş-
şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.
3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir
anlam).
4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek” [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları,
aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah'a rükû
etti] derlerdi.18
17
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
18
Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 232-233; “Rakea” mad.
Bize göre 4. maddedeki anlam, âyetin en doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır.
Bu durumda âyetin şu şekillerde çevrilmesi mümkündür: “Onlara, “Hanifler olun” [puta
tapmayın, tek Allah'a tapın]! denildiği zaman hanif olmazlar” veya “Onlara, “Hakka teslim
olup itaat edin” denildiği zaman hakka teslim olup itaat etmezler.”
Bu yargıdan sonra yine, O günü yalanlayanların vay hâline denerek yalanlayıcılara,
onuncu ve sonuncu tehdit gösterilmiştir. Buna göre onlara âdeta şunlar söylenmek istenmiştir:
“Siz dünyayı ve onun lezzetlerini seviyordunuz. Ama iman edip yaratıcınıza hizmetten yüz
çevirmeseydiniz, O'na boyun eğseydiniz ve bu imanınızın yanı sıra dünyevî lezzetleri isteme
ve bilmeden çeşitli günahlar işleme durumunda kalsaydınız, cehennem azabından kurtulma ve
mükâfaat elde etme ümidiniz olurdu.”
50
Artık Kur’ân'dan sonra hangi söze inanacaklar?
Sûrenin başından buraya kadar, küfürden vazgeçmeleri için tam on kez değişik azaplarla
tehdit edilmiş olan kâfirler, tefekküre davet edilerek ve kanıtlar gösterilerek hakk dine sımsıkı
sarılmaları için teşvik edilmişlerdir. Bu son âyet, bu kadar tehdide ve teşvike rağmen hâlâ
küfürlerini sürdüren kâfirlerin bu hâllerine şaşırılması gerektiğini vurgulayan bir teaccüp
[hayret] ifadesi içermektedir: Artık bundan [Kur’ân'dan] sonra hangi söze inanacaklar?
Bu ifade bir bakıma, “Onlar kendilerine gösterilen bunca delili kabul etmiyorlarsa,
bundan başka hiçbir delili kabul etmeyeceklerdir” anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse
burada Kur’ân mucizesinin en büyük mucize olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü Kur’ân'ın
mucizesi kıyâmete kadar devam edecektir:
21
Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa indirseydik, Allah'a olan
saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça
olmuş görürdün. Ve Biz, bu örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz.
(Haşr/21)
Bu durumda âyetten şunlar anlaşılabilir: “Yalçın kayaları sarsan, sıra dağları depreme
tutulmuş gibi sallayan bu söze, bu Kur’ân'a inanmayan kimse artık hiçbir söze inanmaz. Bu
zavallı bedbahtı da mutsuzluk ve acı bir âkıbet beklemektedir.”
Gerçekten de en büyük olay, insana hakk ve bâtıl arasındaki farkı anlatan Kur’ân'ın
inmesidir. Kur’ân'ı tanıdığı hâlde iman etmeyen bir kişiye başka hangi şey doğru yolu
gösterebilir ki?
47
Ve işte böylece Biz, sana Kitab'ı indirdik de kendilerine Kitap verdiklerimiz Kur’ân'a
inanıyorlar. Ve ehli kitabın dışındakilerden/ Araplardan da ona inananlar vardır. Ve Bizim
âyetlerimizi ancak, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek örtbas eden kimseler bile bile
reddeder.
48
Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden
yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı.
49
Tam tersi Kur’ân, kendilerine bilgi verilenlerin sinelerinde apaçık âyetlerdir. Bizim
âyetlerimizi de ancak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar bile bile reddederler.
50
Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki:
“Alâmetler/ göstergeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
51
Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi?
Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.
(Ankebût/47-51)
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

More Related Content

What's hot (20)

Hadis usulü ve tarihi
Hadis usulü ve tarihiHadis usulü ve tarihi
Hadis usulü ve tarihi
 
15. kevser suresi
15. kevser suresi15. kevser suresi
15. kevser suresi
 
Mehdi ve altınçağ. turkish (türkçe)
Mehdi ve altınçağ. turkish (türkçe)Mehdi ve altınçağ. turkish (türkçe)
Mehdi ve altınçağ. turkish (türkçe)
 
Sahih Kaynaklar
Sahih KaynaklarSahih Kaynaklar
Sahih Kaynaklar
 
SüNnete GöRe Hareket Etmek Vacip, Onu Inkar KüFüRdüR!
SüNnete GöRe Hareket Etmek Vacip, Onu Inkar KüFüRdüR!SüNnete GöRe Hareket Etmek Vacip, Onu Inkar KüFüRdüR!
SüNnete GöRe Hareket Etmek Vacip, Onu Inkar KüFüRdüR!
 
13. asr suresi
13. asr suresi13. asr suresi
13. asr suresi
 
GüNcel Itikat Meseleleri
GüNcel Itikat MeseleleriGüNcel Itikat Meseleleri
GüNcel Itikat Meseleleri
 
#2: Hadis Usulü Dersi; Meşhur, Aziz, Garib ve Ahad Haberler
 #2: Hadis Usulü Dersi; Meşhur, Aziz, Garib ve Ahad Haberler #2: Hadis Usulü Dersi; Meşhur, Aziz, Garib ve Ahad Haberler
#2: Hadis Usulü Dersi; Meşhur, Aziz, Garib ve Ahad Haberler
 
#1: Hadis Usulü Dersi; Mukaddime ve Haber çeşitleri
#1: Hadis Usulü Dersi; Mukaddime ve Haber çeşitleri#1: Hadis Usulü Dersi; Mukaddime ve Haber çeşitleri
#1: Hadis Usulü Dersi; Mukaddime ve Haber çeşitleri
 
Barla lahikasi
Barla lahikasiBarla lahikasi
Barla lahikasi
 
31. kiyamet suresi
31. kiyamet suresi31. kiyamet suresi
31. kiyamet suresi
 
Esma i hüsna -73 el-kâfî(1)
Esma i hüsna -73  el-kâfî(1)Esma i hüsna -73  el-kâfî(1)
Esma i hüsna -73 el-kâfî(1)
 
İmam Buhari
İmam Buhariİmam Buhari
İmam Buhari
 
Fatiha suresi suresi.com.tr
Fatiha suresi   suresi.com.trFatiha suresi   suresi.com.tr
Fatiha suresi suresi.com.tr
 
Araf 51 ..
Araf 51   ..Araf 51   ..
Araf 51 ..
 
Sahih-i Buhari Hadis kitabı oku
Sahih-i Buhari Hadis kitabı okuSahih-i Buhari Hadis kitabı oku
Sahih-i Buhari Hadis kitabı oku
 
Yasin suresi tefsiri
Yasin suresi tefsiriYasin suresi tefsiri
Yasin suresi tefsiri
 
Mahşer Hayatı
Mahşer HayatıMahşer Hayatı
Mahşer Hayatı
 
Emirdag lahikasi
Emirdag lahikasiEmirdag lahikasi
Emirdag lahikasi
 
Asır Süresi
Asır SüresiAsır Süresi
Asır Süresi
 

Viewers also liked

Sloan optional essay
Sloan optional essaySloan optional essay
Sloan optional essayJenny Cheng
 
Ecofisiologia i processos vitals dels vegetals
Ecofisiologia i processos vitals dels vegetalsEcofisiologia i processos vitals dels vegetals
Ecofisiologia i processos vitals dels vegetalsMagdalena Riera Mena
 
slides_low_rank_matrix_optim_farhad
slides_low_rank_matrix_optim_farhadslides_low_rank_matrix_optim_farhad
slides_low_rank_matrix_optim_farhadFarhad Gholami
 
Core Java Equals and hash code
Core Java Equals and hash codeCore Java Equals and hash code
Core Java Equals and hash codemhtspvtltd
 
High Availability Django - Djangocon 2016
High Availability Django - Djangocon 2016High Availability Django - Djangocon 2016
High Availability Django - Djangocon 2016Frankie Dintino
 
Unit Testing Express and Koa Middleware in ES2015
Unit Testing Express and Koa Middleware in ES2015Unit Testing Express and Koa Middleware in ES2015
Unit Testing Express and Koa Middleware in ES2015Morris Singer
 
Effective Java - Still Effective After All These Years
Effective Java - Still Effective After All These YearsEffective Java - Still Effective After All These Years
Effective Java - Still Effective After All These YearsMarakana Inc.
 
The Developer Conference - CloudKit, entendendo a Cloud da Apple
The Developer Conference - CloudKit, entendendo a Cloud da AppleThe Developer Conference - CloudKit, entendendo a Cloud da Apple
The Developer Conference - CloudKit, entendendo a Cloud da AppleRodrigo Leite
 
Sunner India | Free Online Sunner India Catalogue | Free Online Sunner India ...
Sunner India | Free Online Sunner India Catalogue | Free Online Sunner India ...Sunner India | Free Online Sunner India Catalogue | Free Online Sunner India ...
Sunner India | Free Online Sunner India Catalogue | Free Online Sunner India ...Sunner India
 
3 Step Process for Persuasion
3 Step Process for Persuasion3 Step Process for Persuasion
3 Step Process for PersuasionRhythm Systems
 

Viewers also liked (15)

Leadership Quiz
Leadership QuizLeadership Quiz
Leadership Quiz
 
Trabajooooooooooo
TrabajoooooooooooTrabajooooooooooo
Trabajooooooooooo
 
Sloan optional essay
Sloan optional essaySloan optional essay
Sloan optional essay
 
71. nuh suresi
71. nuh suresi71. nuh suresi
71. nuh suresi
 
Contoh RPH
Contoh RPHContoh RPH
Contoh RPH
 
Ecofisiologia i processos vitals dels vegetals
Ecofisiologia i processos vitals dels vegetalsEcofisiologia i processos vitals dels vegetals
Ecofisiologia i processos vitals dels vegetals
 
slides_low_rank_matrix_optim_farhad
slides_low_rank_matrix_optim_farhadslides_low_rank_matrix_optim_farhad
slides_low_rank_matrix_optim_farhad
 
Core Java Equals and hash code
Core Java Equals and hash codeCore Java Equals and hash code
Core Java Equals and hash code
 
High Availability Django - Djangocon 2016
High Availability Django - Djangocon 2016High Availability Django - Djangocon 2016
High Availability Django - Djangocon 2016
 
Unit Testing Express and Koa Middleware in ES2015
Unit Testing Express and Koa Middleware in ES2015Unit Testing Express and Koa Middleware in ES2015
Unit Testing Express and Koa Middleware in ES2015
 
Effective Java - Still Effective After All These Years
Effective Java - Still Effective After All These YearsEffective Java - Still Effective After All These Years
Effective Java - Still Effective After All These Years
 
Newbytes NullHyd
Newbytes NullHydNewbytes NullHyd
Newbytes NullHyd
 
The Developer Conference - CloudKit, entendendo a Cloud da Apple
The Developer Conference - CloudKit, entendendo a Cloud da AppleThe Developer Conference - CloudKit, entendendo a Cloud da Apple
The Developer Conference - CloudKit, entendendo a Cloud da Apple
 
Sunner India | Free Online Sunner India Catalogue | Free Online Sunner India ...
Sunner India | Free Online Sunner India Catalogue | Free Online Sunner India ...Sunner India | Free Online Sunner India Catalogue | Free Online Sunner India ...
Sunner India | Free Online Sunner India Catalogue | Free Online Sunner India ...
 
3 Step Process for Persuasion
3 Step Process for Persuasion3 Step Process for Persuasion
3 Step Process for Persuasion
 

Similar to 33. mürselat (20)

37. kamer
37.  kamer37.  kamer
37. kamer
 
7. tekvir suresi
7. tekvir suresi7. tekvir suresi
7. tekvir suresi
 
20. felâk suresi
20. felâk suresi20. felâk suresi
20. felâk suresi
 
10. fecr suresi
10. fecr suresi10. fecr suresi
10. fecr suresi
 
2. kalem suresi
2. kalem suresi2. kalem suresi
2. kalem suresi
 
46.vakıa suresi
46.vakıa suresi46.vakıa suresi
46.vakıa suresi
 
0.sunuş
0.sunuş0.sunuş
0.sunuş
 
9. leyl suresi
9. leyl suresi9. leyl suresi
9. leyl suresi
 
12. inşirah suresi
12.  inşirah suresi12.  inşirah suresi
12. inşirah suresi
 
4. müddessir suresi
4. müddessir suresi4. müddessir suresi
4. müddessir suresi
 
67. zariyat suresi
67. zariyat suresi67. zariyat suresi
67. zariyat suresi
 
75. secde suresi
75. secde suresi75. secde suresi
75. secde suresi
 
11. duha suresi
11. duha suresi11. duha suresi
11. duha suresi
 
26. şems suresi
26. şems suresi26. şems suresi
26. şems suresi
 
3. müzzemmil suresi
3. müzzemmil suresi3. müzzemmil suresi
3. müzzemmil suresi
 
83. inşikak suresi
83. inşikak suresi83. inşikak suresi
83. inşikak suresi
 
27. büruc suresi
27. büruc suresi27. büruc suresi
27. büruc suresi
 
Kuran i ke-ri_m_meali__
Kuran i ke-ri_m_meali__Kuran i ke-ri_m_meali__
Kuran i ke-ri_m_meali__
 
64. duhan suresi
64. duhan suresi64. duhan suresi
64. duhan suresi
 
81. naziat suresi
81. naziat suresi81. naziat suresi
81. naziat suresi
 

More from TEBYİN-ÜL-KUR’AN (20)

Qur'an in English
Qur'an in EnglishQur'an in English
Qur'an in English
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmazQur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
 
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedekNecm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
 
Sonsöz
SonsözSonsöz
Sonsöz
 
114. nasr suresi
114. nasr suresi114. nasr suresi
114. nasr suresi
 
112. maide suresi
112. maide suresi112. maide suresi
112. maide suresi
 
111. fetih suresi
111. fetih suresi111. fetih suresi
111. fetih suresi
 
110. cuma suresi
110. cuma suresi110. cuma suresi
110. cuma suresi
 
109. saff suresi
109. saff suresi109. saff suresi
109. saff suresi
 
108. teğabün suresi
108. teğabün suresi108. teğabün suresi
108. teğabün suresi
 
107. tahrim suresi
107. tahrim suresi107. tahrim suresi
107. tahrim suresi
 
106. hucurat suresi
106. hucurat suresi106. hucurat suresi
106. hucurat suresi
 
105. mücadele suresi
105. mücadele suresi105. mücadele suresi
105. mücadele suresi
 
104. münafikun suresi
104. münafikun suresi104. münafikun suresi
104. münafikun suresi
 
103. hacc suresi
103. hacc suresi103. hacc suresi
103. hacc suresi
 
102. nur suresi
102. nur suresi102. nur suresi
102. nur suresi
 
101. haşr suresi
101. haşr suresi101. haşr suresi
101. haşr suresi
 
100. beyyine suresi
100. beyyine suresi100. beyyine suresi
100. beyyine suresi
 

33. mürselat

  • 1. 33 (77). MÜRSELÂT SÛRESİ MEKKÎ, 50 ÂYET GİRİŞ Adını 1. âyetteki el-mürselât sözcüğünden alan sûrenin 48. âyetinin, Mekke'nin fethinden sonra, Peygamberimizin “namaz kılmalısınız” demesine karşılık Sakif delegasyonunun namazdaki rükû hareketlerinden affedilmeleri yolundaki itirazları üzerine indiğini iddia eden kaynaklar varsa da bu, kabulü mümkün olmayan bir iddia ve yakıştırmadan ibarettir. Çünkü iddia sahipleri, rükû sözcüğünün anlamını araştırmadan sözcüğü “namazda yapılan bel bükme hareketi” olarak kabul etmişler ve sözcüğün geçtiği âyetin de namaz emrinin verilmesinden sonraki bir tarihte inmiş olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Oysa sözcüğün anlamı, – 48. âyetin tahlilinde belirttiğimiz gibi – herhangi bir yakıştırmaya ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Bu nedenle âyetin bu yanlış yakıştırmalara dayanılarak sonraki bir tarihte indiği iddiası kabul edilemez. Ayrıca bu iddia kabul edilerek 48. âyet aradan çıkarılırsa, sûrenin söz akışındaki anlam bozulmakta, aynı lâfızlı ve aynı manalı iki âyet arka arkaya gelmektedir ki, bunun mantıklı bir izahı yoktur. Zaten baştan sona ele alındığında sûrenin mevcut hâliyle bir bütün olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Mürselât sûresi, özellikle kıyâmet ve âhiretin gerçekleşeceğine dair kanıtları ön plânda tutarak kendisinden evvel inmiş olan sûreler gibi inanç konularını işlemeye devam etmektedir. Kur’ân ile ortaya koyduğu dinin insanlar tarafından zorlama olmadan, akledilerek benimsenmesini isteyen Rabbimiz, bu sûrede de rahmeti gereği ikna metodunu kullanmış ve inançsız kâfirlere kıyâmetin gerçekleşeceğini makul, mantıklı, tutarlı kanıtlarla açıklayarak inananları bekleyen nimetler ile inançsızları bekleyen azapları gözler önüne sermiştir. Sûrenin mesajı herkesi muhatap alır gibi görünse de, esas olarak âhireti yalanlayan kâfirlere yönelik olduğu 7. âyetten açıkça anlaşılmaktadır. RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1-7 Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir. 8 Hani o yıldızlar silindiği/imha edildiği/uzaklaştırıldığı zaman, 9 gök aralandığı zaman, 10 dağlar savrulduğu zaman, 11-13 tanıklık edecek elçiler, tanıklık için bekletildikleri “Ayırt etme günü” tanıklık vakti belirlendiği zaman, –“14 Ayırt etme günü”nün ne olduğunu sana ne bildirdi!– 15 o gün, yalanlayanların vay hâline! 16 Biz, öncekileri değişime, yıkıma uğratmadık mı? 17 Sonra geridekileri de onların arkasına takarız. 18 Biz, suçlulara, işte böyle yaparız. 19 O gün yalanlayanların vay hâline! 20 Biz sizi değersiz bir sudan oluşturmadık mı? 21,22 Sonra onu belli bir ölçüye/vakte kadar sağlam bir yerin içinde tuttuk. 23 Demek ki Bizim gücümüz yetti. Ne güzel güç yetirenleriz Biz. 24 O gün, yalanlayanların vay hâline! 25,26 Yeryüzünü dirilere ve ölülere bir toplanma-tutulma yeri yapmadık mı? 27 Orada sapasağlam yüksek dağlar oluşturduk ve size tatlı sular içirdik. 28 O gün, yalanlayanların vay hâline!
  • 2. 29 Kendisini yalanlamakta olduğunuz o şeye doğru gidin! 30,31 O üç kol-çatal sahibi, gölgelendirmeyen ve alevden korumayan bir gölgeye doğru gidin! 32 Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar/yağdırır; 33 sanki kıvılcımlar sarı erkek develer gibidir. 34 O gün, yalanlayanların vay hâline! 35 Bu, onların konuşmayacakları gündür. 36 Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler. 37 O gün, yalanlayanların vay hâline! 38 Bu, sizi ve öncekileri topladığımız Ayırma Günü'dür. 39 Haydi, bir sinsi plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın! 40 O gün, yalanlayanların vay hâline! 41,42 Kuşkusuz Allah'ın koruması altına girmiş kimseler gölgeler, pınarlar ve canlarının çektiği meyveler içindedirler. –“43 İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık afiyetle yiyin, için!”– 44 İşte Biz güzel davrananları böyle karşılıklandırırız. 45 O gün, yalanlayanların vay hâline! 46 Yiyin, yararlanın biraz, şüphesiz siz suçlularsınız. 47 O gün, yalanlayanların vay hâline! 48 Onlara, “Allah'a ortak koşmaktan uzak durun” denildiği zaman, ortak koşmaktan uzak durmazlar. 49 O gün, yalanlayanların vay hâline! 50 Artık Kur’ân'dan sonra hangi söze inanacaklar? TAHLİL: 1-7 Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir. Sûre, yukarıdaki 7 âyetten oluşan kasem cümlesiyle başlamış ve 1-6. âyetler, 7. âyetteki kesinlikle tehdit olunduğunuz şey elbette meydana gelecektir iddiasının kanıtları olarak ileri sürülmüştür. Başka bir ifade ile; 1-6. âyetlerdeki kanıtlar, 7. âyetteki iddianın isbatı olarak gösterilmiştir. 2. âyeti 1. âyete ve 4. âyeti de 3. âyete bağlayan ‫ف‬ [fe] edatının anlamını ifade edebilmek için, bu âyetlerin Türkçe çevirisi hakkında biraz açıklama yapmak gerekmektedir: 1. âyette bahsi geçen yığın yığın gönderilmişler, 2. âyette bildirilenleri yapmakta, yani önlerinde ne varsa hepsini devirmekte, fırtına koparmakta ve silip süpürmektedir. Aynı şekilde 3. âyette sözü edilen canlandırdıkça canlandıranlar da, 4. âyette bildirilenleri yapmakta, yani ayırdıkça ayırmaktadırlar. Kasem cümlesinin kasem bölümünü teşkil eden 1-6. âyetlerdeki ifadeler dikkatle okunduğunda, burada farklı “şey”lerden değil, bir “şey”in farklı özelliklerinden bahsedildiği anlaşılmaktadır. Bu da, gösterilen kanıtların, bir “şey”in beş ayrı özelliğini yansıtmakta olduğu anlamına gelmektedir. Bu özelliklerin kaynağı hakkında geçmişte farklı düşünceler üretilmiştir. Kimileri, “Üzerine yemin edilen şeyler, bilgi alanımıza kapalı, evren ve insan hayatına sadece etkileri yansıyan gizemli güçlerdir” deyip işin içinden sıyrılmışlar, kimileri sözü edilen güçlerin kesinlikle “rüzgârlar”, kimileri de “melekler” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu cümlelerden bir kısmıyla meleklerin, bir kısmıyla da rüzgârların kasdedildiğini söyleyenler de olmuştur. Klâsik kaynaklarda ortak bir metinmiş gibi yer alan bu görüşlerin bir kısmını, yanlışları daha iyi göstermek amacıyla aynen aktarıyoruz:
  • 3. Ebû Hüreyre'ye göre (ki Mesruk, bir görüşlerinde Ebû Duhâ ve Mücâhid, Sudey, Rebî b. Enes ve Ebû Sâlih de aynı yoruma katılmıştı), âyette geçen salınanlar, gönderilenler, “melekler”dir.1 O takdirde bu yemin cümlesi, “savaş atları gibi akın akın ve ardarda birlikler halinde gönderilen ardışık melek gruplarına andolsun” anlamına gelir. Abdullah b. Mes‘ûd'a göre ise gönderilenler'den maksat, “rüzgârlar”dır. Buna göre yemin cümlesinin anlamı, “savaş atları gibi akın akın ve ardarda dalgalar hâlinde harekete geçirilen rüzgâr bulutlarına yemin ederim” olur. Abdullah b. Mes‘ûd, Kasırga gibi esip savuranlara ve Her yana dağıtanlara âyetlerinde “rüzgârlar”ın kasdedildiğini öne sürmektedir. Bir rivâyete göre onun bu görüşü Abdullah b. Abbâs, Mücâhid, Katâde ve Ebû Sâlih tarafından da paylaşılmaktadır.2 İbn-i Cerîr, 1. âyetteki mürselât sözcüğünün, “melekler” mi, yoksa “rüzgârlar” mı demek olduğu konusunda tereddüte düşer ve kesin hüküm vermekten kaçınırken, 2. âyetteki ‘âsıfât sözcüğünün kesinlikle “rüzgârlar” anlamına geldiği kanaatindedir. Ayrıca 3. âyetteki nâşirât sözcüğünün “bulutların gökteki dağıtıcıları” anlamında “rüzgârlar” demek olduğunu kuşkusuz bir dille ifade etmektedir.3 Abdullah b. Mes‘ûd'a göre 4-5. âyetlerde kullanılan fârikât ve mulkiyât sözcükleriyle “melekler” kasdedilmektedir. Bu görüşü Abdullah b. Abbâs, Mesruk, Mücâhid, Katâde, Rebî b. Enes, Suddey ve Sevrî de tartışmasız bir biçimde paylaşmaktadır.4 Bu ortak görüşe göre; söz konusu melekler Yüce Allah'ın izni ile peygamberlere inerek gerçeği eğriden ayırt etmekte ve bu elçilere vahyin mesajını iletmektedirler. Bu mesaj hem insanların hesap gününde ileri sürebilecekleri bahaneleri çürütmekte, hem de onları uyarmaktadır. Bu konu insanların zihinlerine yukarıdaki farklı görüşler doğrultusunda yerleşmiş, gerekli tetkik ve tahliller yapılmadığından dolayı da birçok meal ve tefsirde maalesef bu görüşler hâkim olmuştur. Birçok düşünür ise eskilerin görüşlerini daha tutarlı hâle getirebilmek için kendilerini zorlamışlar, fakat başarılı olamamışlardır. Çünkü Kur’ân'ı anlamak kimsenin tekelinde olmadığı gibi, onu anlama konusunda kimsenin herhangi bir ayrıcalığı da yoktur. Dolayısıyla, geçmiş bilginlerin açıklamaları mutlak doğrular olarak kabul edilmemelidir. Gerçeğe ulaşmak için kişilerin nakilleri yerine sözcüklerin anlamları ön plânda tutulmalıdır. Burada ilk dikkat edilmesi gereken husus, ardı ardına zikredilen beş niteliğin, henüz ortada bulunmayan “vaat edilmiş şey”in kesinlikle olacağının kanıtı olarak ileri sürülmüş olmasıdır. Bu durumda, sözü edilen nitelikleri taşıyan “şey”in herkes tarafından görülebilen bir “şey” olması gerekmektedir. Zira varlığı isbatlanmamış bir “şey”in, başka bir “şey”in isbatına kanıt olarak ileri sürülmesi akla uygun değildir. 1-6. âyetlerin doğru anlaşılabilmesi için dikkat edilmesi gereken ikinci husus, âyetlerdeki sözcüklerin hem hakikat hem de mecâz anlamlarını hesaba katmaktır. Bu takdirde âyetler için ikiden çok anlam ortaya çıkmaktadır. Bu “çok anlamlılık”, –eskilerin iddia ettiği gibi– anlamların belirsizliğini değil, birden çok ve güzel anlamların bir arada var olabileceğini ifade etmektedir. Kısaca bu âyetler, “müteşâbih âyetler”e iyi birer örnek oluşturmaktadır. Sanatsal ifadelerle sunulan kısa cümleler ve bu cümlelerdeki güçlü vurgular, normal ifadelere göre insanlar üzerinde daha fazla etki bırakmaktadır. Burada bize düşen görev, birbiriyle benzeşen anlamların arasından birisini öne almak, yani te’vîl etmektir. MÜRSELÂT: ‫سسل ت‬‫س‬‫المرس‬ [mürselât] sözcüğü, ‫سسالل‬‫س‬‫إرس‬ [irsâl] kökünden türemiş olup “gönderilmişler” anlamındadır. Yine irsâl kökünden türemiş olan ‫ارسل‬ [ersele] fiili, öznesi 1 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 2 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 3 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an) 4 (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
  • 4. Allah olmak üzere, “peygamber gönderdi/gönderir”, “bulut gönderdi/gönderir”, “rüzgâr gönderdi/gönderir” biçimlerinde Kur’ân'da birçok kez yer almıştır. Bu kök anlamı nedeniyle el-mürselât sözcüğü klâsik kaynaklarda “bulutlar, rüzgârlar ve peygamberler” olarak değerlendirilmiştir. Biz ise bu görüşte değiliz. Şöyle ki: Genelde, “bir uzlaşma amacıyla ya da bir işi bitirmek için gönderilen kimse” olarak tanımlanan ‫رسسسول‬ّ‫س‬ ‫ال‬ [resûl=elçi] sözcüğü, mürselât sözcüğüyle aynı kökten türemiş olup bu sözcük de “gönderilmiş” demektir. Ancak, ‫سول‬‫س‬‫رس‬ّ‫س‬ ‫ال‬ [resûl=elçi] sözcüğü, sadece “insanlardan seçilmiş elçiler” olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah meleklerden de elçiler seçtiğini bildirmektedir: 75,76 Allah, haberci âyetlerden elçiler seçer, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler, yalnızca Allah'a döndürülür. (Hacc/75) Şu hâlde, Tekvîr sûresi'nin tahlilinde sözcüğün türediği kökleri dikkate alarak ortaya koyduğumuz gibi, “kuvvet, yönetim gücü” anlamı yanında “elçi ve haber verici” anlamına da gelen melek sözcüğünü, mürselât sözcüğünün anlamı kapsamında değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan Rabbimiz açıkça bildirmiştir ki elçiler, “indirilmişler”lerden de olabilir: 10,11 Allah, onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde, ey kavrama yetenekleri olan iman etmiş kimseler! Allah'ın koruması altına girin. Kesinlikle Allah, iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size bir öğüt, size Allah'ın açık açık âyetlerini/ alâmetlerini/ göstergelerini okuyan bir elçi indirdi. Ve her kim, Allah'a inanır ve sâlihi işlerse, Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde sonsuza dek kalacakları cennetlere girdirir. Allah, onun için rızkı güzelleştirmiştir. (Talâk/10-11) Yukarıdaki âyetlerde altı çizilerek dikkat çekilen Allah'ın indirdiği öğüt [zikr]: elçi [resûl] sözcükleri ile, “Peygamber”in değil, “Kur’ân âyetleri”nin kasdedildiği kolayca anlaşılmaktadır. Bu durumda “Kur’ân âyetleri” de, Allah'ın evrensel, ölümsüz ve indirilmiş elçileridir. Bundan yola çıkarak âyetteki mürselât [gönderilmişler, elçiler] sözcüğü ile kasdedilenin, “Kur’ân âyetleri” olduğunu söyleyebiliriz. ‘URF: ‫عرف‬ [‘urf] sözcüğü, “bilgi” [ilim, irfan/iyiyi kötüyü, eğriyi doğruyu ayırabilme özelliği] demektir ve genel olarak bu anlamda kullanılır. Nitekim örf, ma‘rûf gibi sözcükler de bu anlam ekseninde olan sözcüklerdir. Ancak ‘urf sözcüğünün esas anlamı, “kum yığını, yerden yüksek olan yer, yığın, yığıntı” demektir. Arapların horozun ibiği ile atın yelesine ‘urf demeleri, sözcüğün bu anlamına göredir.5 ‘Urf sözcüğünün esas anlamı ile, yaygın olarak kullanılan anlamı arasındaki ilişki, “bilgi”nin de bir şeylerin “birikimi, yığını” olmasından kaynaklanmaktadır. Biz, bu âyetin çevirisinde ‘urfen sözcüğünün hem vazı’ [ilk], hem de isti’mal [yaygın kullanılan] anlamlarının birleştirilmesini öneriyoruz. Bu durumda âyetin çevirisi şu şekilde olmaktadır: “Bilgi yığını [bilgi kümeleri, bilgi öbekleri; necm necm] hâlinde gönderilmiş Kur’ân âyetlerine kasem olsun ki,...” 5 (Lisanü’l Arab, “a r f” mad. )
  • 5. ‘Urf ve çoğulu olan ‫اعراف‬ [a‘râf] sözcükleri hakkında daha fazla ayrıntı A‘râf sûresi'nin tahlilinde yer alacaktır. ‘ÂSIFÂT: ‫العاصفا ت‬ [‘âsıfât] sözcüğü, ‫عصف‬ [‘asf] kökünden türemiş bir ism-i faildir. ‘Asf sözcüğü, –Fil sûresi'nin tahlilinde de belirtildiği gibi– “bitkilerin kuru yaprağı” demek olup bitkilerin kuru yapraklarının rüzgâr etkisiyle savrulması Arapça'da bu sözcükle ifade edilmiştir. Daha sonra, bitkilerin kuru yapraklarını, samanı, tozu toprağı savuran kuvvetli rüzgâra [fırtınaya] da ‘asıf, ‘asıfet denir olmuş ve Arapça'da hızlı giden deve için kullanılan nâkatün ‘asûf [fırtına gibi deve] deyimi de sözcüğün bu anlamı ekseninde türetilmiştir.6 Bir şeyin oldukça hızlı olduğu veya hızlı gerçekleştirildiği, Türkçe'de de “fırtına gibi” deyimiyle ifade edilmektedir. ‘Âsıfât sözcüğü, bulunduğu kalıp itibariyle âyette “fırtına koparanlar, önüne gelen iğreti şeyleri önüne katıp sürükleyip gidenler, kökünden söküp atanlar, silip süpürenler, esip savuranlar” anlamında olup Yûnus/22, İbrâhîm/18 ve Enbiyâ/81'de de “fırtına” anlamıyla yer almıştır. Normal olarak fizikî bir fırtınayı ifade eden sözcük, içinde bulunduğu cümlenin [âyetin], ‫ف‬ [fe] edatı ile bir önceki âyete bağlanması sebebiyle 1. âyetle birlikte düşünülmelidir. Yani, 1. âyette bahsedilen “öbek öbek, küme küme, yığın yığın gönderilmiş olanlar”, fırtına koparmışlar ve ortalığı silip süpürmüşlerdir. Bu durumda aynı kökten türemiş resûl [elçi] sözcüğü gibi, mürselât sözcüğünün de “elçi” anlamına geldiği ve bu elçinin “Kur’ân âyetleri” olduğu yolundaki Kur’ân destekli görüşlerimiz doğrultusunda; gerçekten de öbek öbek gelmiş, gönderilmiş Kur’ân âyetlerinin toplumda fırtınalar kopardığını; şirk, küfür ve bâtıl olarak ortada iğreti ne varsa hepsini silip süpürdüğünü, kökünden söküp attığını söylemek mümkündür. Çünkü Kur’ân ile hakk gelmiş, bâtıl zâil olmuştur; ışık gelmiş, karanlık yok olmuştur. NÂŞİRÂT: ‫ناشرا ت‬ّ‫س‬‫ال‬ [nâşirât] sözcüğü, ‫[نشر‬neşr] sözcüğünden türemiştir. Neşr sözcüğü daha çok “yaymak” anlamıyla meşhur olmakla beraber bu anlamı yanında “açmak, açığa çıkarmak, kesmek” anlamlarıyla da kullanılmıştır. Nitekim Türkçe'de de “neşriyat” [gazete, kitap, dergi gibi yayınlar] ve “neşretmek” [yayınlamak] gibi kelimeler, sözcüğün “yaymak” anlamına uygun olarak kullanılmaktadır. Neşr sözcüğünün esas [vazı’] anlamı ise, “güzel koku” demek olup kadim Arapça'da bunun pek çok örneği vardır.7 Sözcüğün esas anlamı “güzel koku” ile, yaygın olarak kullanılan anlamı “yaymak” arasındaki ilişki, (‘urf sözcüğünde olduğu gibi,) güzel kokunun bir merkezden çıkıp çevreye yayılmasından ileri gelmektedir. İşte, sözcüğün bu “merkezden çevreye yayılma” anlamı, kuru otların yağmur sebebiyle yeşermesi ve büyüyüp yayılmasının da neşr sözcüğüyle ifade edilmesine yol açmıştır. Neşr sözcüğü Kur’ân'da da bu anlam ekseninde, “ölmüş kişilerin canlanıp hayat bulması ve olduğu yerden sağa sola yayılması”, yani “ölmüş, çürümüş, yok olup gitmiş insanlara hayat verme” anlamında kullanılmıştır: 11 Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız. (Zuhruf/11) 21 sonra onu öldürdü, kabre koydurdu, 22 sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı. (Abese/22) 6 (Lisanü’l Arab, “asf” mad. ) 7 (Lisanü’l Arab, “n şr” mad. )
  • 6. 21 Yoksa onlar, yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de onlar, kendilerini mi canlandıracaklar/ diriltecekler? (Enbiyâ/21) 9 Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. (Fâtır/9) Ve Mülk/15, Furkân/3, Furkân/40. FÂRİKÂT: ‫الفارقا ت‬ [fârikât] sözcüğü, “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki ‫فرق‬ [fark] mastarından türemiş olup tefrik sözcüğü ile aynı anlamdadır. Ancak, fârikât sözcüğü, makulât [soyut şeyler] için, tefrik sözcüğü ise mahsusat [somut şeyler] için kullanılır. Bu nedenle fârikât sözcüğü, “soyut şeyleri birbirinden ayıranlar” demektir.8 Yine, fark kökünden türemiş ve bu anlama gelen bir sözcük daha vardır ki, aynı zamanda Kur’ân'ın da adıdır. Bu sözcük furkân'dır. Bakara/53 ve Enbiyâ/48'de Mûsâ peygambere de verildiği ifade edilen Furkân, soyut şeyler olan hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü... birbirinden ayırdığı için, Kur’ân'a da isim olarak verilmiştir: 1 Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı indiren ne cömerttir/ ne bol bol nimet verendir! 2 Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama yapandır. (Furkân/1) 185 Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen onda oruç tutsun. Kim de hasta veya sefer; çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzerinde ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Bu kolaylık, Allah'ın koruması altına girmeniz ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diyedir. (Bakara/185) 2 Allah, Kendisinden başka tanrı diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, kayyûm'dur [her şeyi ayakta tutandır, koruyandır]. 3,4 Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O, daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât'ı ve İncîl'i de indirmişti. Furkân'ı da O indirdi. Şüphesiz kâfirler; Allah'ın âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır. (Âl-i İmrân/2-4) Yukarıdaki âyetlerle konu kendiliğinden aydınlığa kavuşmaktadır: Dolayısıyla Mürselât sûresi'nde, Ayırdıkça ayıranlar [fârikât] ifadesi ile kasdedilenler, “Kur’ân âyetleri”dir. Çünkü Kur’ân âyetleri hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, helâl ile haramı birbirinden ayırmaktadır. MÜLKIYÂT: ‫سسا ت‬‫س‬‫الملقي‬ [mülkıyât] sözcüğü, “bırakmak, yere koymak, terk etmek” anlamlarına gelen ‫إلقاء‬ [ilkâ’] mastarının ism-i failidir. Farklı kalıplardaki türevleri Kur’ân'da 8 (Razi; el Mefatihu’l Gayb , Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
  • 7. birçok kez kullanılmıştır. Bununla birlikte ilkâ’ sözcüğünün Kur’ân'da “içe bırakma, zihne iyice yerleştirme” anlamında da kullanıldığı görülmektedir: 15 O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/ Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır. (Mümin/15) 6 Şüphesiz bu Kur’ân ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine işletilmektedir.– (Neml/6) 37-39 Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Bakara/37-39) Bu durumda, ‫الملقيات‬ [mülkıyât] sözcüğünün konumuz olan âyette de kesin olarak “zihne iyice yerleştirenler” anlamında kullanıldığını söylemek mümkündür. Zaten bu özellik de yine Kur’ân âyetlerine has bir özelliktir. ZİKR: ‫ذكر‬ [zikr] sözcüğünün; “anma, hatırda tutma, din kitabı [öğüt kitabı] ve öğüt” anlamlarında kullanıldığı herkes tarafından bilinmektedir. 5. âyetteki zikr sözcüğünün, “öğüt” anlamına geldiği, Arapça dilbilgisi kurallarına göre 6. âyette kendisinden bedel konumunda bulunan ‫نذرا‬ , ‫عذرا‬ [‘uzren, nüzren] ifadesinden de anlaşılmaktadır. Zira 6. âyette, mazeret hazırlayacağı, mazur kıldıracağı [‘uzren] ve uyarı yapacağı [nüzren] bildirilen etkiyi, 5. âyette bildirilen zikr yapmaktadır. Bu da zikr'in ancak “öğüt” işleviyle mümkündür. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse, insanı geçmişteki hatalarına tevbe ettirmeye yönelten ve geleceğe yönelik olarak ona uyarıda bulunan zikr ancak “öğüt” olarak anlamlandırılabilir. Dikkate alınan öğütlerin kesinlikle insanı bu iki işlemi yapmaya motive ettiği düşünülürse, 5. âyetteki zikr'in “öğüt” olarak anlaşılması gerektiği daha da iyi anlaşılır. Kur’ân'ın (öbek öbek, necm necm gönderilmiş tüm âyetlerinin) zikr [öğüt] olduğu Kur’ân'da yüzlerce âyette bildirildiğine göre, öğütleri zihne iyice yerleştirenler'in de yine “Kur’ân âyetleri” olduğu kesinlik kazanmaktadır. UYARI: Allah, Kur’ân’ı tam 55 nitelikle tanıtmaktadır. Yukarıda sayılan özelliklerin hepsi de, “Resûl, Furkân, Rûh, Nûr, Zikr, Mübîn” gibi Kur’ân'ın vasıflarındandır. Âyetleri mucize yapan bu özellikler, beşer kurgusu olmayıp Allah tarafından lütfedilmiştir. Ayrıca bu özelliklerden hiçbiri Allah'ın kitabının dışındaki kitaplarda mevcut değildir. Sûrenin 1-7 âyetlerinin oluşturduğu kasem cümlesinde Kur’ân'ın bu özelliklerinden bir kısmı vurgulanmış ve onu indiren Gücün [Allah'ın], tehdit edici âyetlerle bildirilen kıyâmet gününü de mutlaka gerçekleştireceği ifade edilmiştir. Böylelikle Kur’ân, kıyâmet ve âhiretin gerçekleşeceğine dair bir kanıt olarak gösterilmiştir. Unutulmamalıdır ki, Kur’ân'daki mucize; dağlarda, taşlarda, meleklerde, rüzgârlarda hatta peygamberlerde olan mucizelerden daha yücedir. Hem öyle bir mucizedir ki, her an el altında ve göz önünde bulunmasına rağmen kıyâmete kadar mucizeleri tükenmeyecek bir kitaptır.
  • 8. 8 Hani o yıldızlar silindiği/imha edildiği/uzaklaştırıldığı zaman, 9 gök aralandığı zaman, 10 dağlar savrulduğu zaman, 11-13 tanıklık edecek elçiler, tanıklık için bekletildikleri “Ayırt etme günü” tanıklık vakti belirlendiği zaman, –“14 Ayırt etme günü”nün ne olduğunu sana ne bildirdi!– 15 o gün, yalanlayanların vay hâline! Kıyâmet gününde evrenin durumunu anlatan bu ve buna benzer sahneler Kur’ân'ın çeşitli sûrelerinde dile getirilmiştir. Bütün bu sahnelerdeki ortak görüntü şudur: O gün evrenin düzeni bozulacak ve bu düzensizliğe korkunç gürültüler, patlamalar ve sarsıntılar eşlik edecektir. Ancak, dehşet veren bu olaylar, insanların öteden beri bildiği yıldırım, deprem, volkanik patlama gibi küçük çaplı doğal olaylara hiç benzemeyecek, dünyadaki hiçbir olayla mukayese edilemez şiddette ve büyüklükte olacaktır. Dolayısıyla o günkü dehşetin insanın zihinsel yapısına sığması mümkün değildir. Bu gerçeğe rağmen kıyâmet anlatımlarının değişik sahnelerle tekrarlanması, bu olayın gerçekleşeceğini insanların aklına sığdırma, kabullendirme maksadına yöneliktir. O yıldızlar silindiği/imha edildiği/uzaklaştırıldığı zaman, Âyette geçen, ‫طمست‬ [tumiset] sözcüğü, ‫طمس‬ [tams] mastarından türemiş “fiil-i mazi, bina-i mechul, müfred, müennes” bir sözcüktür. Tams sözcüğü kök olarak “silmek, ortada iz bırakmamak, imha etmek, uzaklaştırmak” anlamlarına gelmektedir. Nitekim Arapça'da gözleri görmeyene, “gözleri silinmiş, gözleri imha olmuş, gözleri kendinden uzaklaştırılmış” anlamında ‫البصر‬ ‫طموس‬ [tamûsu'l-basar], kalbi kalplikten çıkmış, fesada uğramışlara da “kalbi silinmiş, kalbi imha olmuş, kalbi kendinden uzaklaştırılmış” anlamında ‫القلب‬ ‫طموس‬ [tamûsu'l-kalb] denmektedir.9 Tams sözcüğünün türevlerini şu âyetlerde de görmek mümkündür: Yâ-Sîn/66, Kamer/37, Nisâ/47, Yûnus/88. Işık kaynağı olarak bilinen yıldızların aslında enerjilerinin tükenmesiyle sönen, silinen bir yapıda oldukları çok yakın bir tarihte tesbit edilmiştir. Yıldızların sonsuza dek ışıyacağının sanıldığı bir dönemde, ışıklarının söndürülmesi, silinmesi sûretiyle varlıklarının son bulacağının Kur’ân tarafından dile getirilmiş olması büyük bir mucizedir. gök aralandığı zaman, Âyette geçen, ‫فرجت‬ [furicet] sözcüğü, “iki şey arasındaki aralık” demek olan ‫الفرج‬ [ferc] sözcüğünden türemiştir. Bu sözcük genellikle “yarmak” anlamındaki ‫فجر‬ [fecr] sözcüğü ile karıştırılmaktadır. Bu karıştırmanın bir sonucu olarak, dişi canlıların üreme organlarına ‫فرج‬ ‫فروج‬ , [ferc, fürûc] denmesinin bu organların yarık oluşundan ileri geldiği zannedilir. Hâlbuki sebep bu organların yarık oluşları değil, iki ayağın aralığında bulunuyor olmalarıdır.10 Dolayısıyla yukarıdaki âyet, “göğün yarılması”nı değil, “aralanması”nı ifade etmektedir. Ancak “göğün aralanması” ile neyin kasdedildiğini bilmek bugün için mümkün değildir, belki kıyâmete kadar da mümkün olmayacaktır. Bir tahmin olarak; dünya ile atmosfer arasında bir boşluk oluşacağı ve buna bağlı olarak dünyanın, güneşin çekim alanından çıkacağı anlamına geldiği söylenebilir. dağlar savrulduğu zaman, Bu ifadeyle şimdiki kâinat düzeninin bozulacağı, yani yıldızların uzaklaşacağı, söneceği, imha olacağı ve göğün aralanacağı o gün bir başka olayın daha gerçekleşeceği bildirilmektedir. Bildirilen bu olay, dağların ufalanıp havada uçuşan toza dönüşecek 9 Lisânü'l-Arab; c. 5, s. 642-643. 10 Lisânü'l-Arab; c. 7, s. 48-50.
  • 9. olmasıdır. 8-10. âyetlerdeki anlatımlar; İnfitar, Tekvîr, Müzzemmil, Tâ-Hâ, Furkân, İnşikâk, Vâkıa, Nebe, Zilzâl gibi başka sûrelerde de tekrarlanmış ve olayın ciddiyeti vurgulanmıştır. Elçiler, vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise! Ki Ayırt Etme Günü için (ertelenmişlerdi). YEVMÜ'L-FASL: ‫يوم‬ [yevm] ve ‫الفصل‬ [el-fasl] sözcüklerinden oluşan bu ifade, “ayırt etme günü” anlamına gelen bir isim tamlamasıdır. el-Yevm, Arapça'da “gün” demektir. Sözcüğün “yevmiye” [gündelik] gibi bazı türevleri Türkçe'de de kullanılmaktadır. el-Fasl sözcüğü ise isim olarak “iki şey arasındaki mesafe”, fiil olarak da “iki şey arasına mesafe koymak, bitişik hâle gelmiş iki ayrı şeyi birbirinden ayırmak” anlamlarına gelir. el-Fasl sözcüğünün fiil anlamının “bir bütünü yarmak, ikiye ayırmak” demek olan şakk sözcüğü ile karıştırılmaması gerekir. Çünkü kıyâmet gününde bir bütün ikiye ayrılmayacak, zaten birbirinden ayrı olan şeylerin ayrımı yapılacaktır. Yani, o gün, hakk ile bâtıl, mümin ile kâfir birbirinden ayrılacaktır. Kıyâmet gününe, Yevmü'l-Fasl [ayırt etme günü] denmesinin sebebi budur. Bazılarının, “karar günü”, “hüküm günü” olarak çevirdikleri bu ifadenin yorumsuz olarak sözcük anlamıyla çevrilmesi, bize göre en isabetli olanıdır. 13. âyetten başka aynı sûrenin 38. âyetinde de karşımıza gelecek olan Yevme'l-Fasl [ayırma günü] ifadesi, değişik ayrıntılarla başka âyetlerde de tekrarlanmıştır: 19,20 Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki, onlar karşıda duruverirler. Ve “Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü'dür!” derler. –“21 İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü'dür!”– 22,23 Toplayın o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları, eşlerini ve Allah'ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cehennemin yoluna kılavuzlayın. (Sâffat/19-23) 40 Şüphesiz ki, Ayırma Günü onların hepsinin buluşma yeridir/ kararlaştırılmış buluşma vaktidir. 41,42 O gün Allah'ın merhamet ettiği kimseler hariç, hiçbir yakının yakına hiçbir şekilde yararı olmaz. Onlar yardım da olunmazlar. Şüphesiz ki Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir. (Duhân/40-41) 17 Kuşkusuz Ayırma günü kararlaştırılmış bir buluşma vakti olmuştur. 18 O gün Sûr'a üflenir; siz de hemen bölükler hâlinde gelirsiniz. (Nebe/17-18) 11-12. âyetlerde, bu dehşet veren sahnelerin yanında bambaşka bir olaya daha değinilmiştir. Bu olay, uzun insanlık tarihi boyunca insanlara tebliğde bulunmuş olan peygamberlerin mahşer halkına teşhiridir. “Ayırma Günü”, aynı zamanda genel bir buluşma günü olarak belirlenmiş ve bütün peygamberlere o gün için randevu verilmiştir. Bu buluşmada peygamberler, dağlardan, yeryüzünden, göklerden daha ağır basan o büyük konuya [hesap verme konusuna] ilişkin son hesaplarını sunacaklardır: 6 Andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, andolsun, gönderilen elçileri de sorguya çekeceğiz. 7 Ve andolsun, onlara, bir bilgi ile anlatacağız; çünkü Biz uzakta olanlar değildik. 8 Ve tartı, o gün haktır. Kimin terazileri/tartıları ağır basarsa, işte onlar kurtulanlardır. 9 Ve kimin terazileri/ tartıları hafif kalırsa, işte onlar âyetlerimize karşı zâlimlik etmelerinden dolayı kendilerini ziyana sokan kimselerdir.
  • 10. (A‘râf/6-9) Yukarıdaki âyetlerin ifade şeklinden, son derece önemli bir olaydan söz edildiği anlaşılmaktadır. Artık yıldızların sönmesi, göğün parçalanması, dağların ufalanıp toz gibi uçuşması ile yaşanan dehşet geride kalmış, fakat şimdi herkesi o dehşetin saldığı korkudan daha büyük bir korku kaplamıştır: Hesap verme korkusu... Hesap verme zamanının geldiğini vurgulayan uyarı sarsıcıdır: Elçiler, vakitlendirildikleri zaman, Allah'ın haşr meydanında [Kendi huzurunda] bütün insanları toplayacağı ve her kavmin peygamberini de şâhit olarak çağıracağı, Kur’ân'da pek çok yerde bildirilmiştir. Sapkınlar ve suçlular, Allah'ın kendilerine neyi ilettiğinin tanığı ve kanıtı olarak karşılarında peygamberleri bulacaklar ve böylece sapıklığa düşme sebebinin kendileri olduğu açığa çıkacaktır: 69 Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlara haksızlık edilmez. (Zümer/69) 41 Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisâ/41) Ayırt etme gününün ne olduğunu sana ne bildirdi! Bu ifade tarzı, hatırlanacağı üzere, insanın aklının eremediği, havsalasının alamadığı, zihnî yetilerinin boyutlarını aşan konularda kullanılmaktadır. Aynı ifadenin burada Yevmü'l- Fasl [ayırt etme günü] için kullanılması, o günde oluşacak dehşetin, insan zihninin ötesinde olduğunu anlatmaktadır. Yani insanlara, “Siz dünyada hangi sıkıntıyı görmüş, yaşamış, düşünmüş olursanız olun, onların hiç birisi Ayırt Etme Günü'ndeki kadar müthiş değildir, ona göre aklınızı başınıza alın!” denilmektedir. Arkasından da şu uyarı yapılmaktadır: O gün, yalanlayanların vay hâline! Rabbimizin uyarı ve teşvik amaçlı bu mesajı bu sûrede tam on kez tekrarlanmıştır. Gerek âhiret hâlleri ile ilgili açıklamaların ve gerekse dünya ile ilgili hatırlatmaların yapıldığı cümlelerin sonunda hep bu ifade kullanılmıştır. Tekrarlanan bu uyarı ifadesi hep aynı sözcüklerden meydana gelmiş olsa bile, yalanlayanların yalanladıkları ifade edilen şeyler her pasajda farklıdır. Meselâ bu ifadenin sûredeki ilk geçişinde, “Yevmü'l-Fasl”ın [ayırt etme günü'nün], ikinci defa geçişinde “suçlulara yapılacak azabın”, üçüncü defa geçişinde “Allah'ın ilmi ve gücünün”, dördüncü defa geçişinde de “insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunun, ilâhî kudretin ise her şeyi kapladığının” yalanlandığı ifade edilmiştir. Aslında ifadenin her tekrarlanışıyla farklı bir konu vurgulandığından, ifadenin tekrarlandığını söylemek pek de uygun değildir. “Vay hâline!” şeklinde çevrilen ‫ويل‬ [veyl] sözcüğü ile ilgili detay Hümeze sûresi'nde verildiği için burada tekrar edilmeyecektir. 16 Biz, öncekileri değişime, yıkıma uğratmadık mı? 17 Sonra geridekileri de onların arkasına takarız. 18 Biz, suçlulara, işte böyle yaparız. 19 O gün yalanlayanların vay hâline! Bu âyet grubunda da yine Rabbimizin insanlara uyguladığı eğitim ilkelerinden biri olan “örnek verme” ilkesi görülmektedir. Sûrenin buraya kadarki bölümünde, kıyâmete
  • 11. inanmayanlara kanıt olarak Kur’ân gösterilmiş ve buna rağmen “Ayırım Günü”nü inkâr edenler, Yalanlayanların vay hâline! ifadesi ile tehdit edilmişti. Bu bölümde ise yalanlayanlara, tarihte kendileri gibi olanların başlarına gelen kötü son hatırlatılmaktadır. Bu hatırlatma, Biz, öncekileri helâk etmedik mi? ifadesi ile geçmişteki somut örnekler telmih edilerek yapılmıştır. Rabbimizin gerçek olayları sıkça gözümüzün önüne sermesindeki amaç, başka bir âyette şöyle açıklanmıştır: 42 Hani siz, vâdinin yakın bir yamacında idiniz, onlar da uzak yamacında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Şâyet onlarla sözleşmiş olsaydınız da, buluşma yerinde kesinlikle anlaşmazlık çıkarırdınız. Fakat olması gereken işi Allah'ın gerçekleştirmesi için; değişime/yıkıma uğrayan apaçık bir delil gördükten sonra yıkıma uğrasın, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın diye... Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Enfâl/42) Tarihten ders çıkarma konusunda ciddî ihtarlarda bulunan Rabbimiz, Kur’ân'ın bir bölümünü kıssalara ayırmak sûretiyle bizlere zengin bir ibret kaynağı lütfetmiştir. Geçmiş kavimlerin helâk edilmelerine sebep olan davranışların anlatıldığı yüzlerce âyetten bir bölümü, bundan önceki sûrelerin aynı konuyla ilgili bölümlerinde okuyucuya sunulmuştu. Bu bağlamda şu âyetlerin yer aldığı pasajların da okunmasında yarar görüyoruz: Bakara/248; Âl-i İmrân/13, 49; Yûnus/92; Hûd/103; Yûsuf/111; Hicr/77; Nahl/11, 13, 65, 67, 69; Şu‘arâ 8, 67, 103, 121, 139, 158, 174, 190; Neml/52; Ankebût/15, 35, 44; Sebe/9; Zâriyât/37; Kamer/15. Kendi hataları yüzünden helâk edilen öncekilerin [geçmiş toplumların] örnek alınması konusu, Rabbimizin çok çetin yakalayışına “tanık” ve “tanık olunan”ı kanıt göstermesi sebebiyle Burûc sûresi'nde de geçmiş ve orada geçmişin araştırılmasının gerekli olduğunu bildiren âyetler örnek olarak verilmişti. Burûc sûresi'ndeki o bölümün tekrar okunmasını öneriyor ve şuna inanıyoruz: Kur’ân'ın öncekiler sözcüğü ile ifade ettiği “geçmiş toplumlar”ın serüvenleri tarihî belgelerden, arkeolojik kalıntılardan araştırılıp öğrenildiğinde görülecektir ki, âhireti inkâr ederek bu dünyayı tek hayat zanneden ve ahlâkî değerlerini sadece bu dünyadaki ölçülere ve neticelere bağlayan bütün kavimler istisnâsız helâk olmuşlardır. Sonra geridekileri de onların arkasına takarız/takacağız. Biz, suçlulara, işte böyle yaparız. Yani, bu Bizim sünnetimizdir [yasamızdır]. Âhireti inkâr edenler, tıpkı helâke uğrayan geçmiş ümmetler gibi, sonunda aynı felâkete uğramalarının kaçınılmaz olduğunu göreceklerdir. Bundan önce hiçbir kavim bu âkıbetten istisnâ edilmemiştir, ileride de edilmeyecektir: 40 Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenen şu kimselere, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve/halat iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz suçluları işte böyle cezalandırırız. 41 Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz, zâlimleri işte böyle cezalandırırız. (A‘râf/40) 84 Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Bak bakalım günahkârların sonu nasıl oldu! (A‘râf/84) 69 De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da suçluların sonlarının nasıl olduğuna bir bakın!” (Neml/69) 34 Şüphesiz Biz, günahkârlara böyle yaparız. (Sâffat/34)
  • 12. ÂYETTEKİ “ÖNCEKİLER ve SONRAKİLER”İN KİMLİĞİ: Klâsik kaynaklar, öncekiler tabiri ile Âd ve Semûd kavimlerinin, sonrakiler tabiri ile de Lût, Şu‘ayb ve Mûsâ kavimlerinin [Firavun ve ordusunun] kasdedildiğini ileri sürmüşlerdir. Bize göre ise öncekiler, bu âyet inmeden önceki dönemlerde yaşamış olan Âd, Semûd, Lût ve Şu‘ayb'ın kavimlerini, Firavun ve avenesini, Ashâb-ı Uhdud ve Ashâb-ı Fîl gibi grupları; sonrakiler ise bu âyetler indikten sonra yaşayacak olan ilerideki inkârcıları işaret etmektedir. 17. âyette söz konusu olan bazı kıraat [okunuş] farklılıkları da bizim ileri sürdüğümüz tezi desteklemektedir. 20 Biz sizi değersiz bir sudan oluşturmadık mı? 21,22 Sonra onu belli bir ölçüye/vakte kadar sağlam bir yerin içinde tuttuk. 23 Demek ki Bizim gücümüz yetti. Ne güzel güç yetirenleriz Biz. 24 O gün, yalanlayanların vay hâline! Bu pasajda bakışlar öncekiler ile ilgili örneklerden Kıyâmet sûresi'nin son bölümünde değinilen konuya, yani insanın kendisine çevrilmiş ve insanın yaratılışı Allah'ın varlığı ve kıyâmete kanıt gösterilmiştir. Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Âyette geçen, ‫مهين‬ ‫ماء‬ [mâin mehîn] ifadesi, “hakir, hor, az ve zayıf [değersiz] bir su” demek olup bununla erkeğin menisi kasdedilmiştir. Aynı ifade bir başka âyette daha geçmektedir: 8 Sonra onun soyunu bir özden, basbayağı bir sudan yapmıştır. 9 Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve onu bilgilendirdi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ne de az ödüyorsunuz? (Secde/8) Âyette kastedilen “meni” ile insanın hammaddesi “sperm” arasında oldukça ilginç tezatlar mevcuttur. “Sperm”ler, içinde yüzdüğü “meni”nin sadece bir kısmı olmakla beraber meninin en temel maddesidir. Yumurtayı dölleyen sperm ise, 300-400.000.000 spermden sadece birisidir. Ne var ki, bu tek sperm, hemcinsleri arasında en hızlı yüzerek hedefe en erken ulaşan spermdir. Demek oluyor ki, insanın yaratılışı, hakir bir su olarak nitelenen meni'nin ölçü bakımından hiç önemsenmeyecek bir miktarından, ama en değerli özünden olacak şekilde plânlanmıştır. Sonra onu belli bir ölçüye/vakte kadar sağlam bir yerin içinde tuttuk. KARÂRIN MEKÎN [SAĞLAM YER]: Gerçekten de Rabbimiz plânını öyle yapmıştır ki, hamilelik gerçekleştikten sonra doğuma kadar geçen süre içinde “zigot” ile başlayan süreç, çeşitli evrelerde ve çeşitli bölgelerde ama özel bir koruma ile devam etmektedir: “Anne karnındaki cenin çok hassas bir varlıktır. Cenin eğer özel bir korunmaya sahip olmasaydı; sıcak, soğuk, ısı değişimleri, darbeler, annenin âni hareketleri cenine ya büyük bir zarar verecek, ya da cenini öldüreceklerdi. Annenin karnındaki üç bölge cenini tüm bu dış tehlikelere karşı korur. Bu bölgeler şunlardır: A) Karın duvarı, B) Rahîm duvarı, C) Amniyon kesesi. Kur’ân'ın indiği 7. asırda insanların amnion kesesinden haberleri yoktu... Cenin bu üç tabakanın koruyuculuğu altında kapkaranlık bir mekânda yavaş yavaş gelişimini sürdürür.[ Amniyon kesesi temiz, akışkan bir sıvı ile doludur. Bu sıvı sarsıntıları emen koruyucu bir yastık gibidir, basıncı dengeler, amniyon zarının embriyoya yapışmasını engeller ve ceninin rahim içerisinde rahatlıkla dönmesini sağlar. Eğer cenin bu sıvı sayesinde rahatlıkla hareket edemeseydi, bir et kütlesi gibi yığılıp kalacak, devamlı bir tarafı üzerinde aylarca durduğu için yaralar vücudunu saracak ve
  • 13. birçok komplikasyon ortaya çıkacaktı. Ceninin her tarafının eşit biçimde ısınması da önemlidir. Sıvının ısıyı eşit dağıtması sayesinde dışarıdaki sıcaklık ne olursa olsun ceninin her yanı 31°C'lik sıcaklığa sahiptir. Yaratıcımız her aşamada her şeyi en ince şekilde ayarlamış, karanlıkların içinde her ihtiyacımızı karşılamış, bedenimizi dış dünyanın tüm zararlarından korumuştur.”11 BELLİ ÖLÇÜ/VAKİT: Buradaki, ‫معلوم‬ ‫قدر‬ [kaderin ma‘lûm] ifadesinin anlamı, sadece insanların bildiği belli bir ölçü/vakit değildir; aynı zamanda “Allah'ın bildiği bir ölçü/vakit” anlamını da içermektedir. İnsanların hamileliğe ait bilgileri kabataslaktır ve hiç kimse bir çocuğun anne karnında kaç ay, kaç gün, kaç saat, kaç dakika, kaç saniye kalacağını, doğumun tam vaktini ve çocuğun anne karnında ulaşacağı ölçüleri bilemez. Bu özellikler Allah tarafından tayin edilmiştir, yani ölçüler O'nun tarafından konulmuştur. Demek ki Bizim gücümüz yetti. Ne güzel güç yetirenleriz Biz. Bu âyet, kıraat farklılıkları dikkate alındığında, “Biz onu biçimlendirdik, Biz ne güzel biçim verenleriz” şeklinde anlaşılıp çevrilebilir. Konu başka âyetlerde şöyle detaylandırılmıştır: 12-16 Ve andolsun ki Biz, insanı seçilmiş bir çamurdan oluşturduk. Sonra onu çok dayanıklı bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir embriyon oluşturduk. Sonra o embriyoyu bir et parçası oluşturduk. Sonra o bir et parçasını kemikler olarak oluşturdukk. Sonunda o kemiklere de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka oluşumda yeniden kurduk. İşte, oluşturanların en güzeli Allah ne cömerttir! Sonra şüphesiz sizler, bunların ardından kesinlikle öleceksiniz. Sonra şüphesiz siz, kıyâmet gününde diriltileceksiniz. (Müminûn/12-14) 5 Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, bilin ki ne olduğunuzu size ortaya koymak için, şüphesiz Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir embriyondan, sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından oluşturmuşuzdur. Ve Biz, dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak, sonra da olgunluk çağına erişmeniz için çıkartırız. Bununla beraber kiminiz geçmişte yaptıkları ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırılır/öldürülür. Kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki sönmüştür; sonra Biz, onun üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. 6 İşte bu, şüphesiz ki Allah'ın hak olması, şüphesiz sadece O'nun, ölüleri diriltmesi ve şüphesiz sadece O'nun her şeye en iyi güç yetiren olması nedeniyledir. (Hacc/5-6) Yukarıdaki âyetler, bu hayattan sonraki hayatın varlığına açık bir delil teşkil etmektedir. Yaptıklarının hesabını sormak ve karşılığını vermek için insanı çok basit bir sudan yaratan gücün, onu yeniden yaratmasının çok kolay olduğunu vurgulayan bu pasaj şu anlamı içermektedir: “Ey kâfirler! Sizi hiç yoktan, basit bir sudan başlayarak ahsen-i takvîm olarak yaratan Allah, ölümünüzden sonra sizi daha kolay, daha zahmetsiz yaratmaya kadirdir.” O gün, yalanlayanların vay hâline! Bu cümlenin içerdiği tehdit mesajı, konuyla ilgili diğer âyetlerin de delaletiyle şöyle açıklanabilir: “İnsanların ölümlerinden sonra dirileceklerine dair gösterdiğimiz delil ortada duruyor iken, yani onları topraktan, sonra nutfeden yarattığımız gerçeği herkes tarafından biliniyor iken, onlar [kâfirler] ölümden sonra dirilişi hâlâ yalanlamaktadırlar. Yalanladıkları o 11 Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize, Kur’ân Araştırmaları Grubu, İstanbul Yayınevi, 2003, s. 205.
  • 14. müthiş gün geldiğinde, o günün kendileri için bir felâket günü olduğunu açıkça göreceklerdir.” 25,26 Yeryüzünü dirilere ve ölülere bir toplanma-tutulma yeri yapmadık mı? 27 Orada sapasağlam yüksek dağlar oluşturduk ve size tatlı sular içirdik. 28 O gün, yalanlayanların vay hâline! 20-24. âyetlerden oluşan pasajda insanın kendi yapısına çekilmiş olan dikkatler, 25-28. âyetlerden oluşan pasajda ise insanların üzerinde yaşadığı yeryüzüne çekilmiştir. Bu âyetler, ilk bakışta sadece tarıma dayalı hayat süren insanların hayatlarının düzenlenmesini ve bu düzenin kusursuzluğunu göstermeye yönelik imiş gibi görünüyorsa da, bugünün bilgili insanları için de birçok mucizeler içermektedir. Çünkü bu âyetler, Allah'ın bu gezegende insanın yaşamasını düzenleyen plânını ve yeryüzünün bu hayatı mümkün kılacak şartlarla donatıldığı gerçeğini sergilemektedir. Yeryüzünü dirilere ve ölülere bir toplanma-tutulma yeri yapmadık mı? 21. âyette insanın dünyaya gelmeden önceki yurdunu [ana rahmini] ‫مكين‬ ‫[قرار‬karâr-ı mekîn] [sağlam yer] olarak niteleyen Rabbimiz, insanın doğum sonrasındaki hayatını sürdürdüğü ikinci yurdunu ‫كفاة‬ [kifât] sözcüğü ile nitelemiştir. Kifât sözcüğü, “küçük çömlek, çanak, tencere, kazan” anlamındaki kift sözcüğünden türemiştir. Sözcüğün mastarı, “bir yere bir şeylerin toplanması ve orada tutulması” anlamına gelir. Hırsızların çaldıkları malları sakladıkları dağdaki mağaraya kâfit denir. Medine'deki “Bakiu'l-Ğardad” denilen mezarlığa da ölüler defnedildiği için kefte denir. Kifât ise, “yeryüzünde bir şeylerin biriktirilip korunduğu yer” anlamındadır.12 Yeryüzünün bu sözcükle nitelenmesi, yine Rabbimizin şanına uygun ifadelendirmelerinden birini ortaya koymaktadır. Çünkü canlı ve cansız tüm varlıkları üzerinde bulunduran yeryüzü, hem canlıların hayatlarını sürdürmeleri bakımından her türlü koşulu taşımakta, hem de onları yaşamlarından sonra da sinesinde barındırmaktadır. Yani, milyonlarca yıldan beri bitki, hayvan, insan gibi her türlü yaratığı kucağında yaşatan, onların yaşam ihtiyaçlarını karşılayan, onlara hazinelerinden sürekli imkânlar aktaran yeryüzü, bütün bu yaratıkları yaşamlarından sonra da bağrında saklayabilmektedir. Yeryüzündeki bu benzersiz düzen, bir taraftan Rabbimizin eşsiz plâncılığını gözler önüne sermekte, diğer taraftan da âhiretin mümkün ve makul olduğunun başka bir delilini teşkil etmektedir. 25-26. âyetlerle ilgili olarak Râzî'nin açıklamaları da kayda değer niteliktedir: “Buna göre adeta, “Biz yeryüzünü, canlıları, cansızları bağrına basan olarak bu biçimde yaratmadık mı?” denilmek istenmiştir. Yahut da bu ifadeler, kifâten kelimesinin delâlet ettiği nekfitü [toplarız, cem ederiz] fiili ile mansubturlar. Buna göre mana, “Biz sizleri, canlılar ve ölüler olarak bir araya toplarız” şeklinde olur. Bu durumda da bu iki kelime, mef‘uI zamirinden [nekfitkum=sizi... toplarız]’dan hâldir. Dil bakımından yapılacak açıklama bundan ibarettir. Manaya gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Yeryüzü, canlıları sırtında [üzerinde], ölüleri de karnında [içinde] bir araya getirir. Buna göre mana, “Diriler, evlerinde otururlar, ölüler de kabirlerine gömülürler” şeklinde olur. İşte bundan dolayı Araplar yeryüzüne, “ana” adını vermişlerdir. Çünkü yeryüzü, insanları bağrına basması açısından, tıpkı çocuğunu bağrına basıp onun işlerini uhdesine alan bir anne gibidir. İnsanlar yeryüzünde bir araya gelip onun sinesinde birleştikleri için, yeryüzü de âdeta o insanları bağrına basmış gibi olur. 12 Lisânü'l-Arab; c. 7, s. 686-687.
  • 15. 2) Yeryüzü, canlılardan ayrılan o pisleri, şeyleri kendisinde topladığı için canlıların kifât'ı, yani derleyip toplayıcısı olarak kabul edilmiştir. Ama yeryüzünün, insanlar onun üzerinde olmaları halinde, canlıları toplaması meselesine gelince, hayır; buna kifât adı verilmez. 3) Yeryüzü, insanın yeme-içme gibi ihtiyaçları hususunda kendisine muhtaç olduğu şeyleri kapsayan bir mahal olduğu için “canlıların toplayıcısı” [kifât'ı] olarak addedilmiştir. Çünkü bütün bunlar yerden biter. Zararlı şeyleri def etmeye elverişli, mamur ve derli-toplu binalar da, yeryüzünde ve oradan inşa edilmişlerdir. 4) Âyetteki ahyâen ve emvâten kelimelerinin manası yerle ilgilidir. Buna göre diriler, yerin bitirdiği şeyler; ölüler de bitirmediği şeyler olmuş olur.”13 Orada sapasağlam-yüksek dağlar kıldık ve size tatlı sular içirdik. Bu âyette hem dağlara hem de hayatın devamı için gerekli olan tatlı suya dikkat çekilmiştir. İnsanın yaşayacağı dünya ortamıyla ilgili düzenlemeler başka âyetlerde de dile getirilmiştir: 15,16 Ve Allah size sofra olması için yeryüzünün içinde sabit-sağlam dağlar, ırmaklar ve siz kılavuzlandığınız doğru yolu bulasınız diye yollar ve daha nice âlametler bıraktı. Ve Onlar yıldızlarla/ Kur’ân âyetleri öbekleriyle yollarını bulurlar. (Nahl/15, 16) 6,7 Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk yapmadık mı? (Nebe/6-7) 27-33 Oluşturuluşça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Göğü, Allah yaptı; boyunu yükseltti, sonra da onu düzene koydu, gecesini kararttı ve ışığın parlaklığını çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve hayvanlarınız için bir yararlanma olmak üzere yeryüzünü döşedi/ yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da demirledi/sağlam bir şekilde yerleştirdi. (Nâziât/27-33) 33 Ve O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı oluşturandır. Hepsi bir yörüngede yüzmektedir. (Enbiyâ/31) Doğrulukları bilimsel olarak ancak yakın bir tarihte anlaşılan bu özellikleri 14 asır öncesinden bildiren bu âyetler, Kur’ân'ın mucizeliğini tartışmasız bir şekilde ortaya koymaktadır. Gerek dağlar ve özellikleri, gerekse tatlı su, suyun ilk oluşumu ve tabiattaki çevrimiyle ilgili bilgiler, teknik kitaplardan, özellikle de, Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize adlı eserden tetkik edilebilir. O gün yalanlayanların vay hâline! Bu cümle, bu pasajın sonunda şu anlama gelmektedir: “Onlar, Allah'ın kudret ve hikmetinin işaretlerini gördükleri hâlde, bu gücün sahibinin âhireti gerçekleştirebileceğini akıl ve mantık yolu ile kabul etmek yerine, Allah'ın bu dünyadan sonra başka bir hayat düzeni kuracağını ve o dünyada insanlardan hesap soracağını yalanlamakta ve inkâr etmektedirler. Bu zan ile yaşamaya devam edenler, sonunda sözü edilen günle karşılaştıklarında, ne büyük bir ahmaklık içine düştüklerini ve kendileri için ne büyük bir felâket hazırladıklarını göreceklerdir.” 29 Kendisini yalanlamakta olduğunuz o şeye doğru gidin! 30,31 O üç kol-çatal sahibi, gölgelendirmeyen ve alevden korumayan bir gölgeye doğru gidin! 13 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
  • 16. 32 Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar/yağdırır; 33 sanki kıvılcımlar sarı erkek develer gibidir. 34 O gün, yalanlayanların vay hâline! Mahşer âleminden bir sahnenin canlandırıldığı bu pasajda, gaybetten muhataba [üçüncü şahıstan ikinci şahısa] dönülerek yapılan “iltifat sanatı” ile, onca kanıta rağmen inanmayıp yalanlayan kimselere seslenilmekte ve o gün başlarına gelecek olanlar kendilerine bugünden bildirilmektedir. Ancak bu sesleniş, Tekvîr/26'daki, Hâl böyleyken siz nereye gidiyorsunuz? ihtarına kıyasla dozu arttırılmış bir uyarı ve tehdit ile yapılmakta ve önceki âyetler dikkate alındığında sanki şöyle denilmektedir: “Size bunca akıl ve fikir verdik, kendi bünyenizden ve çevrenizden kıyâmete dair yüzlerce kanıt gösterdik, hele hele bunların hepsinden daha büyük Kur’ân'ı indirdik. Ama siz yine de yalanladınız. Bundan sonra size daha ne denir ki?” Farklı bir anlatımla dramatize edilen sahne, kıyâmet gününü ve herkesin Allah'ın huzurunda hazır olduğu ânı canlandırmaktadır. Bu sahnede Rabbimizin direktifi ile yalanlayıcılara, O, kendisini yalanlamakta olduğunuz şeye doğru gidin! O üç şube sahibi, gölgelendirici olmayan ve alevden korumayan bir gölgeye (!) doğru gidin! diye seslenilmektedir. Benzer bir direktifi bir başka âyette de görüyoruz: 28,29 Ve hepsini toplayacağımız, sonra da o ortak koşanlar için “Yerlerinize! Siz ve ortaklarınız!” diyeceğimiz gün, artık kesinlikle aralarını iyice açacağız ve onların ortakları, “Siz sadece bize tapmıyordunuz ki! Şimdi bizim aramızda ve sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. Biz sizin kulluğunuzdan kesinlikle bilgisizdik/ duyarsızdık” diyecekler. (Yûnus/28, 29) Dikkat edilirse, 30-31. âyetlerden oluşan pasajın alay üslûbuyla ifade edildiği hemen görülebilir. Çetin bir yargılama süreci bitmiş, bu süreçteki zorunlu konukluk [tutukluluk] sona ermiş ve yalanlayıcılara serbestçe gidebilecekleri söylenmiştir. Ancak; gidilecek istikâmette öyle bir şey vardır ki, verilen hareket özgürlüğü aslında tutukluluktan bin beterdir. Çünkü karşıda duran şey, oraya gitmek zorunda olanların yalanlayıp durdukları şeydir: Üç şubeli gölge... Gölgelendirici olmayan ve alevden korumayan bir gölge... Boğucu, yakıcı, kavurucu güneşten daha beter bir gölge... Aslında tam anlamıyla cehennem... Böyle korkunç bir yere, gölge demek sûretiyle yapılmış ince alaya edebiyatta “tahakküm sanatı” denmektedir. Tahakküm, tarizin bir çeşidi olup muhatabın uyanmasını sağlayan ve Kur’ân'da çok kullanılan bir sanattır. Bu sanatın bir örneği de, Onlara azabı müjdele ifadesinde görülmektedir. Yalanlayıcıların gönderildikleri yere gölge denmesinin sebebi, gölge'nin mahşerde bir nimet olması dolayısıyladır. 41-42. âyetlerde de görüleceği gibi, orada gölgeler sadece inananların istifadesine sunulacaktır: 57 Ve iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapanları, içinde sonsuz olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz [kin gütmeyen, kıskançlık duymayan] eşler vardır. Ve onları, koyu bir gölgeliğe girdireceğiz. (Nisâ/57) 35 Allah'ın koruması altına girmiş kişilere söz verilen cennetin örneği şöyledir: Onun altından ırmaklar akar, nasiplikleri; meyveleri, renkleri, tatları ve gölgeleri süreklidir. İşte bu, Allah'ın koruması altına girmiş kişilerin âkıbetidir. Kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin âkıbeti de Ateş'tir. (Ra‘d/35) 55 Gerçekten cennetin ashâbı bugün gönül şenliği sürerek bir uğraşı içindedirler.
  • 17. 56 Kendileri ve kendilerine sunulan refakatçı eşler, gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır. 57 Yalnızca onlara, orada meyveler vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır. (Yâ-Sîn/55-57) 27-34 Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! Onlar, dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen; tükenmeyen ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler. (Vâkıa/27-34) Âyette gölge'nin, üç çatallı olarak nitelenmesi konusunda çok değişik yorumlar yapılmıştır. Biz katılmasak da, eski yorumlara örnek olarak Râzî'nin, çağdaş yorumlara örnek olarak da Elmalılı Hamdi Yazır'ın görüşlerini aktarmakta yarar görüyoruz: Râzî'nin görüşü: “CEHENNEM ALEVİ: Birinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, üç kola ayrılmış âyetinin ifade ettiği husus. Bu ifadenin izahı hususunda üç vecih bulunmaktadır: 1) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: “Bu gölgenin ne olduğunu bilmiyorum. Onun hakkında herhangi bir şey duymadım.” 2) Bir topluluk ise, “Üç kola ayrılmış ifadesinden murad edilen, o ateşin, hem altlarından hem de üstlerinden gelip onları çepeçevre kuşatmasıdır. Ateş'in burada, gölge olarak isimlendirilmesi, o ateşin onları bütün yönlerden kuşatması itibariyle bir mecâzdır. Bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarından (ateşten) tabakalar vardır (Zümer/16) âyetinde olduğu gibidir. Allah Teâlâ yine, Azab onları hem üstlerinden hem de altlarından bürümüştür (Ankebût/55) buyurmuştur” demiştir. 3) Katâde ise şöyle demiştir: “Doğrusu şudur: Bundan maksat, “duman” [duhan]dır. Bu mana, duman çepeçevre kendilerini kuşatmış (Kehf/29) âyetinden elde edilir. Ateşin duvarları ile kasdedilen, “duman”dır. Sonra, bu dumandan bir bölüğü onun sağına, bir başka bölüğü de soluna; bir üçüncü bölük de üstüne geçer.” Ben derim ki: Bu, imkânsız değildir. Zira gazap insanın sağından, şehvet ise solundan gelir. Kuvve-i şeytâniyye ise dimağındadır. İnancı ve amelleri hususunda insandan sudur eden âfetlerin kaynağı ancak üçtür. Bu üç kaynaktan da, muhtelif karanlık ve zulumâtlar meydana gelmiştir. Yine, burada üç derecenin bulunduğunun söylenilmesi de mümkündür: Bunlar his, hayal ve vehimdir. Bunlar rûhun kudsiyyet ve paklık âleminin nurlarıyla aydınlanmasına manidirler. Bu üç mertebeden her birinin, hususî bir karanlık ve zulmânîliği bulunur. 4) Bir topluluk ise şunu söylemiştir: “Bu, bu dumanın çok büyük olduğunu anlatan kinâye yollu bir anlatımdır. Zira büyük duman kütlesi pek çok kol ve dallara ayrılır.” 5) Ebû Müslim ise şunu söylemiştir: “Hakkında, Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra buyurmuş olduğu ifadelerin söz konusu olması da muhtemeldir. Yani, onun gölgelendirmemesi, alevler karşısında hiçbir fayda vermemesi ve adeta saraylar misali olan kıvılcımlar saçması...” ALEVDEN KORUMAZ: Üçüncü Sıfat: Alevden de korumaz âyetinin ifade ettiği husus. Arapça'da, ağni ‘annâ vecheke denilir ki, bunun manası, “yüzünü benden uzak tut, yüzünü görmeyeyim” şeklindedir. Çünkü bir şeyden müstağni olan, ondan uzaklaşır; tıpkı o şeye muhtaç olanın ona yaklaşması gibi... Keşşaf sahibi, bu kelimenin mahallen mecrûr olduğunun; takdirinin ise “ateşin alevi karşısında onlara hiçbir fayda vermeyen” şeklinde olduğunu söylemiştir. Kaffal ise şöyle demiştir: “Bu, şu iki manaya muhtemel olabilir: A) Bu gölge ancak cehennemde olur. Bu sebeple de onları orada cehennemin hararetinden himaye etmez, onları onun alevlerinden de korumaz. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Vâkıa sûresi'nde gölgeyi zikretmiş ve, Bir semûm, hamîm ve yahmûmdan bir zıll [gölge] içinde (Vâkıa/42-43) ve Ne serin, ne de kerîm (Vâkıa/44) buyurmuştur. Bu, sanki onlar oraya girdiklerinde cehennemde söz konusudur. Daha sonra ise Cenâb-ı Hakk, Ne serin, ne de kerîm... (Vâkıa/44) buyurmuştur. Bu âyetteki lâ zalîlin ifâdesinin, lâ bârid [serin değil] anlamında; ve lâ yuğnî mine'l-leheb cümlesinin de, “kerîm de değil” manasında olması muhtemeldir.
  • 18. Yani, “Onda, ateşin alevinden kendisine kaçılıp da yasaklanılacak bir farklılık yoktur” demektir. B) Bunun meydana getirilmesinin ancak, onlar cehenneme girmeden önce, hatta onlar, hesaba çekilmek ve arz olunmak için hapsolundukları sırada olmasıdır. O zaman onlara, “Biliniz ki bu gölge, sizi ne güneşin hararetinden korur, ne de sizden cehennemin alevlerini uzaklaştırır” denilir. Âyette bir üçüncü izah şekli daha vardır ki, bunu da Kutrub söylemiştir. Buna göre, buradaki leheb kelimesi, “susuzluk” anlamına gelir. Nitekim Arapça'da, lehebe leheben [iyice susardı], raculünlehbânu [çok susamış adam] ve imreetün lehbâ [çok susamış kadın] denilir.14 Elmalılı Hamdi Yazır'ın görüşü: Haydin, buradan boşanın, üç çatallı bir gölgeye gidin, yani Allah'ın birliğini tanıyan muvahhid müminlere mahsus koyu gölgede, Arş'ın gölgesinde nimet içinde yaşamaya ve gölgelenmeye sizin hakkınız yoktur. Siz O'na inanmıyordunuz, şirke, teslise kail oluyordunuz. Şimdi muvahhid müminler Arş'ın gölgesinde, o koyu gölgede gölgelenirlerken siz inandığınız üç çatallı gölgeye sığınınız. Atâ'dan rivâyet edildiğine göre bu üç çatallı gölge, “cehennem dumanının gölgesi” diye tefsir olunmuş, birçok müfessir bu hitabı da evvelkinin bir izahı gibi telakki ederek bunu takip etmişler ve demişlerdir ki: Cehennem dumanı, üç mevziden yükselecek, kâfirler onu ateşten korur zannederek koşacaklar, en fena bir halde bulacaklardır. Bu sûrette bu zıll [gölge], yalanlamakta olduğunuz şey'in bir beyanı demek olur. Fakat Ebû Hayyan'ın naklettiği veçhile, İbn-i Abbâs demiştir ki: “Bu hitap, haça tapanlara söylenecektir. Müminler Allah sayesinde Arş'ın gölgesinde korunacak, onlara [haça tapanlara], ‘Mabudunuz olan haçın gölgesine gidin’ denecek. Çünkü haçın üç şubesi [çatalı] vardır. Şu‘ab, bir cisimden ayrılan çatallardır. Yani, haçın bir kolu, gövdesi demek olduğundan şubeleri [çatalları] üçtür. Demek ki, bir üç çatallı gölge, Hıristiyanlığın teslis akidesinin, ekânim-i selâsesinin [üç uknumun] bir remzidir; haç, onu temsil eder. Hıristiyanlık bunu ve âhireti yalanlamıyor, fakat en büyük kurtuluşu bundan bekleyerek buna inanıyor. Bu nedenle Âhirette, o fasl günü müslümanlar iman etmiş oldukları hâlis tevhîd gölgesinde gölgelenirlerken, “bir-üç” diye ekânim-i selâse [üç uknum] ile teslis [üçlemeye]e inananlara, “Haydin bir üç çatallı teslis gölgesine gidin” denecek. Fakat öyle bir üç çatallı gölge neye yarar? Gölgelendirir mi? Azaptan korumak için bir faydası olabilir mi?15 Bize göre, alay mâhiyetinde kullanılmış olan ‫ل‬ّ ‫ظظظظ‬ [gölge] sözcüğü, –yukarıda söylediğimiz gibi– gerçek gölgeyi değil, cehennemi, ateşi, azabı simgelemektedir. ‫شعبة‬ [şu‘be] sözcüğü ise “ağaç dalı, ağaç çatalı” anlamından çok, “aynı işlevi gören, aynı merkeze bağlı birim” anlamına gelmektedir.16 Nitekim Türkçe'ye de bu anlamda; “... Bankası ... şubesi, ... Emniyet Müdürlüğü ... şubesi, ... Askerlik şubesi, Kızılay ... şubesi” örneklerinde olduğu gibi yerleşmiştir. Buradaki şubeli gölge, yani “üç şubeli cehennem”, yalanlayıcıların uğratılacağı azabın üç şube, üç dal, üç çeşit olduğunu göstermektedir ki, bu görüşümüz daha önce Hümeze sûresi'nin tahlilinde de açıklanmıştı. Yani, üç şubeli gölge, cehennemdeki fizikî azabı, psikolojik azabı ve vicdan azabını [pişmanlığı] simgelemektedir. Bu pasajdaki âyetler, bünyelerindeki sözcüklerin birden çok anlama gelmeleri sebebiyle birer müteşâbih âyet örneğidirler. Biz, 32-33. âyetlerdeki sözcüklerin ifade ettikleri anlamların “büyüklük” kıstasına göre aşağıdaki gibi te’vîl edilebileceği; Kur’ân ile ilgili çalışmalar yapan başkalarının da başka kıstaslara göre buna benzer te’vîller yapabilecekleri kanaatindeyiz. 32. Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar [yağdırır]. Gerçekten o, kalın odunlar gibi kıvılcımlar atar [yağdırır]. Gerçekten o, hurma kütükleri gibi kıvılcımlar atar [yağdırır]. 14 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. 15 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili. 16
  • 19. Gerçekten o, develerin boynu gibi kıvılcımlar atar [yağdırır]. Gerçekten o, atlar gibi kıvılcımlar atar [yağdırır]. 33. Sanki o sarı erkek develer gibidir. Sanki o sarı halatlar gibidir. Sanki o sarı bakır kütleleri gibidir. Sanki o sarı toplu maddeler gibidir. Bir benzerini Vâkıa/41-56'da gördüğümüz bu sahnelerin korkusu yürekleri doldurduğu anda, o bildiğimiz değerlendirme cümlesi yine karşımızdadır: O gün yalanlayanların vay hâline! 35 Bu, onların konuşmayacakları gündür. 36 Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler. 37 O gün, yalanlayanların vay hâline! ! Bu pasajda, üç şubeli gölgeye gidin talimatı ile karşılarında duran cehennemin maddî korkularını yaşamaya başlayan yalanlayıcıların, talimattan hemen sonraki anları canlandırılmıştır. Talimat, “Gidin!”, gidilmesi emredilen yer ise “ateş”tir. Ateşe nasıl gidilecektir? Acaba yapılacak bir şey, söylenecek bir söz, dilenecek bir özür olabilir mi? Hayır! İşte bu, çaresizliğin getirdiği suskunluk ânıdır. Bu an, insana dilini yutturan bir korku ânıdır. Bilindiği gibi yevm [gün] sözcüğü Kur’ân'da yerine göre “an, gün, devre, çağ” anlamlarında kullanılmıştır. Dolayısıyla burada yevm [gün] sözcüğü ile cehenneme atılmak üzere olan yalanlayıcıların cehenneme girmeden önceki halleri, korku ve pişmanlıkla nutklarının tutulduğu, konuşacak hâllerinin kalmadığı “son anları” kasdedilmiştir. Günahkârların bu son anlarından önceki hayıflanmaları, pişmanlıkları, birbirleriyle konuşmaları, özür dilemeleri, yeminleri, geri dönmek istemeleri, cennet halkından yardım istemeleri ise mahşer gününe ait sahneler olarak başka âyetlerde (Müddessir/39-47, Zümer/7, Müminûn/106-107, 108 Şu‘arâ/96-102, Secde/12, Tahrîm/7, Rûm/57, Mümin/52) dile getirilmiştir: Çünkü onlar daha önce peygamberlerle ve –bu sûrenin 5-6. âyetlerinde de bildirildiği gibi– mazur kıldıran ve ikaz eden âyetlerle uyarılmışlardı: 133,134 Ve inkâr edenler: “Elçiliğini iddia eden bu kişi, Rabbinden bize bir alâmet/gösterge getirse ya!” dediler. Onlara ilk sahifelerde olan apaçık deliller gelmedi mi? Ve eğer Biz, onları bundan önce bir azap ile değişime/yıkıma uğratsaydık, kesinlikle “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce Senin âyetlerine uysaydık!” diyeceklerdi. (Tâ-Hâ/133-134) 172,173 Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü, “Biz, bunlardan bilgisizdik” demeyesiniz yahut “Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/ yıkıma uğratacaksın?” demeyesiniz diye, Âdemoğulları'nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.” (A‘râf/172-173) 15 Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)
  • 20. 59 Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe, memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değildir. Zaten Biz, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler olmayan memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas/59) Artık tartışma ve özür dileme zamanı geride kalmış, karşı karşıya kalınan korkunç gerçeğin dehşeti benlikleri sarmıştır. Yalanlayıcıların 35-36. âyetlerde belirtilen çekingenliğinin, suskunluğunun, sinmişliğinin bu dehşetten kaynaklandığı düşünülebileceği gibi, aşağıdaki sebeplerden kaynaklandığı da düşünülebilir: 1) Kur’ân'ın bildirdiği gibi inançsızlar haşr meydanında pek çok mazeret ileri sürecekler, kendi suçlarını başkalarının üstüne yıkmaya çalışacaklar, kendilerini saptıranlara saldıracaklar, hatta suçlarını tümüyle inkâra kalkışacaklardır. Ne var ki, organlarının kendi aleyhlerine yapacakları tanıklık ile suçları isbatlanacak ve cezaları kesinleşecektir. İşte, onların 35-36. âyetlere konu olan suskunlukları, hak ve adalet bakımından hiçbir eksikliğe meydan verilmeden yapılan bu yargılama karşısında söyleyecek sözleri kalmamasından ileri gelmektedir, yoksa kendilerine savunma hakkı verilmemesinden değil... Zaten 36. âyette izin verilmeyen şey kendilerini savunmaları değil, özür dilemeleridir. Tüm suçları öyle bir şekilde isbatlanacaktır ki, söyleyecek bir söz bulamayacaklar, ağızları çaresizce kapanacaktır. 2) Gösterilen kanıtlara, gönderilmiş kitaba, peygamberlerin uyarılarına, lütfedilmiş akıl nimetine rağmen oraya inançsız olarak gelmiş olan kişi, dünyada iken horladığı, orada ise ödüllendirildiğini gördüğü kimselerin karşısına bir suçlu olarak çıkarılmış ve teşhir edilmiştir. Bütün suçları isbatlanmış olduğu için de açıkça rezil olmuş, onuru kırılmış, bitmiş ve tükenmiştir. Üstelik bütün bu kepazelikten sonra gideceği yeri de karşısında görmüştür. Ne kaçacak yeri vardır, ne de söyleyecek sözü kalmıştır. Dili tutulmuş, konuşamaz olmuştur. Sebebi ne olursa olsun, buradaki çekingenlikleri, suskunlukları, sinmişlikleri ürkütücüdür. Bu dehşet ânı, onların cehenneme girmeden önceki son anlarıdır. Gerçekten de “o gün yalanlayanların vay hâline” denecek kadar perişan haldedirler. 38 Bu, sizi ve öncekileri topladığımız Ayırma Günü'dür. 39 Haydi, bir sinsi plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın! 40 O gün, yalanlayanların vay hâline! 38. âyetteki, Sizi ve öncekileri topladık ifadesi, Bu ayırma günüdür cümlesini açıklamaktadır. O gün verilecek ayırt edici hüküm, yükümlülerin tümü için söz konusudur. Dolayısıyla yükümlülerin eksiksiz olarak bir araya gelmeleri gerekmektedir. Tüm davalılar duruşmada hazır bulunacak, kimse gıyâbında yargılanmayacaktır. Mahşerde ilk insandan son insana kadar tüm insanların bir araya toplanacakları, inananlar ile inanmayanların birbirlerinden ayrılarak kendi yollarını tutacakları, Kur’ân'ın başka âyetlerinde de bildirilmiştir. Onlardan biri şudur: 59 Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın! 60-62 Ben; “Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı” diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? 63 İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir. 64 Bilerek reddettiğiniz/ inanmadığınız şeyler nedeniyle hadi bugün yaslanın ona! 65 Bugün Biz, onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şâhitlik eder. (Yâ-Sîn/59-64) Bir sinsî plânınız varsa hemen Bana bu sinsî plânı uygulayın!
  • 21. Kıyâmeti yalanlayanların dünyada iken sinsî plânlar ve bahanelerle kendilerini avuttuklarına ve binlerce kez uyarılmış olmalarına rağmen bu tavırlarını sürdürdüklerine Kur’ân'da şöyle değinilmiştir: 15 Şüphesiz onlar, oldukça tuzak kuruyorlar. 16 Ben de onları cezalandırırım. (Târık/15-16) 42 Yoksa bir sinsi plân mı yapmak istiyorlar? Fakat kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselerin kendileri sinsi plâna düşenlerdir. (Tûr/42) Şimdi ise bu yalanlayıcıların hile ve sinsî plân yapacak ne güçleri, ne de fırsatları vardır. Bu âyet, onların içinde bulundukları durumu ve akılsız davranışlarını sanki şu sözlerle yüzlerine vurmaktadır: “Haydi bakalım, şu karşı karşıya olduğunuz durumdan kurtulmak için bir çareniz, yolunuz, plânınız varsa hemen yapın! Gücünüz yeterse, alabileceğiniz bir önlem varsa alın da karşınızdaki Allah'ın azabından kendinizi kurtarın!” Âyetin ifadesinden, suçluların, dünyadaki alışkanlıkla (Târık/15) burada da aynı davranışa teşebbüs edecekleri anlaşılmaktadır. Teşebbüs edecekler ama işi ters yüz etmenin mümkün olmadığını ve artık çaresiz olduklarını da hemen anlayacaklardır. Yalanlayıcılar bu durumda iken Allah'ın onlara, Bir sinsî plânınız varsa hemen Bana bu sinsî plânı uygulayın! diye azarlayan bir ifade ile hitap etmesi, aslında son derece mahcup edici, psikolojik [manevî] bir azaptır. İşte bu sebeple Rabbimiz bunun peşinden, O gün yalanlayanların vay hâline! buyurmuştur. 41,42 Kuşkusuz Allah'ın koruması altına girmiş kimseler gölgeler, pınarlar ve canlarının çektiği meyveler içindedirler. –“43 İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık afiyetle yiyin, için!”– 44 İşte Biz güzel davrananları böyle karşılıklandırırız. 45 O gün, yalanlayanların vay hâline! “Takvâ sahipleri” olarak çevirdiğimiz, ‫تيقين‬ّ‫ق‬‫الم‬ [muttakîn=muttakîler] sözcüğü, bu âyette ‫ذيبين‬ّ‫ق‬‫المك‬ [mükezzibîn=yalanlayıcılar] sözcüğünün karşıtı olarak kullanılmıştır. Bu nedenle âyette muttakîler sözcüğü ile kasdedilenler, “âhireti yalanlamaktan kaçınanlar, hayatlarını söz ve fiillerinin hesabını vereceklerinin bilincinde olarak sürdürenler”dir. TAKVÂ: İnsanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak iyiliklere sarılması, günahlardan uzak durması, dolayısıyla âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması demek olan takvâ, Kur’ân'da ilk önce “şirkten kaçma” ve “âhirete inanma” anlamında ortaya konmuş, daha sonra da imanın yansımasını taşıyan tüm amelleri içine alacak şekilde genişletilmiş bir kavramdır. Âyetler Kur’ân'ın bütüncül mesajı gözetilerek incelendiğinde, takvâ'nın, şu somut fiil ve tutumlarla gerçekleşen bir iç dünya zenginliği [sağlıklı ruh hali]olduğu anlaşılır: “İman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak, Allah ve Elçisi'ne boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta-darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, salat, salatı ikame etmek, zekât vermek, verilmiş sözlerde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, anaya-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tevbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkesini dizginlemek, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmek.” Bu fiil ve tutumlara takvâ, bu fiil ve tutumları içselleştirerek gönüllerini günaha karşı korumaya alanlara da muttakî denir. Bu fiil ve tutumları benimseyerek içselleştiren inançlı insanlar, fıtratlarındaki kusur ve günah işleme eğilimlerine karşı özlerinde mevcut olan
  • 22. fücûrdan kaçınma eğilimlerini güçlendirmiş, böylece kendilerini günahlardan koruyabilecekleri manevî bir savunma sistemini de harekete geçirmiş olurlar. Yukarıdaki âyetler, muttakîlerin, cennet ağaçlarının gölgeleri altında olacaklarını müjdelemektedir. Bu gölgeler serinlik vermeyen, ateşten korumayan sözde gölgeler değil, gerçek gölgelerdir. Dolayısıyla muttakîler; yakıcı, susuzluk uyandıran, boğucu cehennem dumanları arasında değil, pınar başlarında, canlarının istediği meyvelerle baş başa olacaklardır. Bu somut nimetlerden de öte, mahşer halkının karşısında şu onurlandırıcı sözlere muhatap olacaklardır: İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık afiyetle yiyin, için! İşte Biz, güzel davrananları böyle karşılıklandırırız [ödüllendiririz]. Muttakîlerin bu durumları kâfirler için bir başka azap çeşidini teşkil etmektedir. Çünkü inançsızlar, dünyada iken haklarında hiç iyilik istemedikleri, hatta nefret ettikleri, can düşmanı gördükleri müminlerin elde ettiği bu başarı karşısında âdeta çıldırmaktadırlar. Ellerinde olsa asla izin vermeyecekleri mükâfaatları almalarına bir de kendi acıklı halleri eklenince, duydukları acı tarife sığmaz ölçüde derinleşecek ve artık yok olmayı isteyeceklerdir. Muttakîlerin ödüllendirileceğini bildiren âyetlerin sonunda yine, O gün yalanlayanların vay hâline! denilmesi, bu durumun yalanlayıcılar açısından psikolojik [manevî] türden bir azap teşkil ettiğini vurgulamak içindir. 46 Yiyin, yararlanın biraz, şüphesiz siz suçlularsınız. 47 O gün, yalanlayanların vay hâline! 46. âyette yine “iltifat sanatı” vardır. Bu edebî sanat gereği, anlatım üçüncü şahıstan ikinci şahsa dönmüş, bir önceki pasajda âhiretteki muttakîlere sesleniliyorken, muhatap değiştirilerek bu pasajda dünyadaki suçlulara seslenilmiştir: Yiyin, faydalanın biraz, şüphesiz siz suçlularsınız. Bu seslenişle sanki o zavallılara şöyle denmek istenmektedir: “Bu iki durum arasındaki farkı gözlerinizle görünüz. O ebedî dünyanın nimetlerinden mahrum kalma, orada ebedî azaba çarpılma karşılığında şu dünyada azıcık yiyin, keyfinizce yaşayın bakalım.” Yiyin, faydalanın biraz Bu ifade ilk bakışta olumlu bir emir gibi görünse de, aslında alabildiğine yasaklama ve sakındırma içeren bir tehdittir. Bu, yalanlayıcılara yapılan tehditlerin dokuzuncusudur. Rabbimiz yalanlayıcılara bu dünyada iken âdeta şöyle seslenmektedir: “Niteliğini açıkladığımız âfetlere, belâlara, sıkıntılara uğrayacak olmanız, sırf dünya zevklerine olan düşkünlüğünüz ve dünya güzelliklerine duyduğunuz aşırı arzu sebebiyledir. Ne var ki, dünyadaki lezzetler ve güzellikler o büyük sıkıntı ile kıyaslandığında pek azdır. Onların peşine düşmek, içinde öldürücü zehir bulunan bir lokma tatlıyı yemek gibidir.” Dünyanın sınırlı nimetlerine tutkuyla bağlanmanın insanı tekâsüre, istikbâra, istiğnâya, tuğyâna, ölümsüzleşme inancına ve kıyâmeti inkâra götürdüğü bundan önceki sûrelerde bildirilmişti. “Dünyanın değersizliği ve dünyada çok büyük sayılan nimetlerin âhiret nimeti karşısında pek az olduğu” uyarısı, Kur’ân'da birçok kez hem müminlere hem de inançsızlara yapılmış önemli bir uyarıdır. Konunun önemine binaen, başta Peygamberimiz olmak üzere tüm müminlere ve inançsızlara yönelik bu uyarılardan birkaç örnek hatırlatmakta yarar görmekteyiz: 3 Bırak onları yesinler, yararlansınlar ve boş umut onları oyalasın. Ama onlar yakında bileceklerdir. (Hicr/3) 8 İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O'na vererek Rabbine yakarır. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O'na yakardığı hâli unutur da Allah'ın
  • 23. yolundan saptırmak için O'na ortaklar oluşturur. De ki: “Küfrünle; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedişinle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashâbındansın.” (Zümer/8) 30 Ve nankörler, O'nun yolundan saptırmak için Allah'a eşler oluşturdular. De ki: “Yararlanınız, artık, şüphesiz dönüşünüz ateşedir.” (İbrâhîm/30) Ve Yûnus/70, Tâ-Hâ/131, Hicr/88, Nahl/117, Lokmân/24 . 48 Onlara, “Allah'a ortak koşmaktan uzak durun” denildiği zaman, ortak koşmaktan uzak durmazlar. 49 O gün, yalanlayanların vay hâline! 48. âyetin manası ile ilgili olarak geçmişte yanıltıcı ve tatminkâr olmayan nakiller yapılmış, arkadan gelenler de sürekli bu nakilleri yapanların taklitçileri olmuştur. Böylece âyet hakkında Müslümanlar arasında bizim katılmadığımız bir anlam yerleşmiştir. Önce bu yerleşik anlamı Râzî'den naklediyoruz: “İbn-i Abbâs, Onlara, “Rükû edin” denildiğinde, rükû etmezler ifadesiyle, “namaz” kasdedilmiştir” demiştir ki, bu, açıktır. Çünkü rükû, namazın rükünlerindendir. Böylece Allah Teâlâ o kâfirlerin vasıflarından birisinin de namaza çağrıldıklarında namaz kılmamaları olduğunu beyan etmiştir ki, bu, kâfirlerin İslâm'ın fürûu ve amelî hükümleriyle de mükellef ve muhatap olduklarına; iman etmemeleri sebebiyle kâfir iken zem ve ikaba müstahak oldukları gibi, namaz kılmamaları sebebiyle de zem ve ikaba müstehak olduklarına delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ, kâfirleri kâfir iken namaz kılmayışları yüzünden de tenkit etmiştir. Diğer bazıları da, buradaki rükû ile, “Allah için huşû ve huzur” kasdedildiğini ve O'nun dışında kalanlara ibâdet edilmemesi gerektiğinin kasdedildiğini söylemiştir.17 RÜKÛ: Gerçekten de rükû denince, herkesin aklına “namazda ayakta dururken eğilip belin bükülmesi” gelmektedir. Çünkü sözcük asırlar önce kafalara bu anlamla kazınmıştır. Klâsik eserlerde de âyette geçen rükû'dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet mecâz-ı mürseli” sanatı ile namazın parçasının anılıp bütününün kasdedildiği ifade edilmiştir. Bütün meal ve tefsirlerde de sözcük bu anlam ile kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz kılın” olarak anlaşılmıştır. Bu durumda âyetin manası, “Onlara namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” olup çıkmaktadır. Bize göre âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği dönemde namaz ile ilgili herhangi bir emir ve yaptırım söz konusu değildir. Zaten henüz inanmamış kimselere, “namaz kıl” demenin de bir mantığı yoktur. Âyetin doğru anlaşılabilmesi için önce sözcüklerin doğru anlamlarının bilinmesi gerektiğinden, rükû sözcüğü için Lisânü'l-Arab'a başvurulmuş ve aşağıdaki anlamlara ulaşılmıştır: “1) ‫ركوع‬ّ ‫ال‬ [rükû], “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir. 2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara rakea'ş- şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir. 3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir anlam). 4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek” [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah'a rükû etti] derlerdi.18 17 Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. 18 Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 232-233; “Rakea” mad.
  • 24. Bize göre 4. maddedeki anlam, âyetin en doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır. Bu durumda âyetin şu şekillerde çevrilmesi mümkündür: “Onlara, “Hanifler olun” [puta tapmayın, tek Allah'a tapın]! denildiği zaman hanif olmazlar” veya “Onlara, “Hakka teslim olup itaat edin” denildiği zaman hakka teslim olup itaat etmezler.” Bu yargıdan sonra yine, O günü yalanlayanların vay hâline denerek yalanlayıcılara, onuncu ve sonuncu tehdit gösterilmiştir. Buna göre onlara âdeta şunlar söylenmek istenmiştir: “Siz dünyayı ve onun lezzetlerini seviyordunuz. Ama iman edip yaratıcınıza hizmetten yüz çevirmeseydiniz, O'na boyun eğseydiniz ve bu imanınızın yanı sıra dünyevî lezzetleri isteme ve bilmeden çeşitli günahlar işleme durumunda kalsaydınız, cehennem azabından kurtulma ve mükâfaat elde etme ümidiniz olurdu.” 50 Artık Kur’ân'dan sonra hangi söze inanacaklar? Sûrenin başından buraya kadar, küfürden vazgeçmeleri için tam on kez değişik azaplarla tehdit edilmiş olan kâfirler, tefekküre davet edilerek ve kanıtlar gösterilerek hakk dine sımsıkı sarılmaları için teşvik edilmişlerdir. Bu son âyet, bu kadar tehdide ve teşvike rağmen hâlâ küfürlerini sürdüren kâfirlerin bu hâllerine şaşırılması gerektiğini vurgulayan bir teaccüp [hayret] ifadesi içermektedir: Artık bundan [Kur’ân'dan] sonra hangi söze inanacaklar? Bu ifade bir bakıma, “Onlar kendilerine gösterilen bunca delili kabul etmiyorlarsa, bundan başka hiçbir delili kabul etmeyeceklerdir” anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse burada Kur’ân mucizesinin en büyük mucize olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü Kur’ân'ın mucizesi kıyâmete kadar devam edecektir: 21 Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa indirseydik, Allah'a olan saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça olmuş görürdün. Ve Biz, bu örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz. (Haşr/21) Bu durumda âyetten şunlar anlaşılabilir: “Yalçın kayaları sarsan, sıra dağları depreme tutulmuş gibi sallayan bu söze, bu Kur’ân'a inanmayan kimse artık hiçbir söze inanmaz. Bu zavallı bedbahtı da mutsuzluk ve acı bir âkıbet beklemektedir.” Gerçekten de en büyük olay, insana hakk ve bâtıl arasındaki farkı anlatan Kur’ân'ın inmesidir. Kur’ân'ı tanıdığı hâlde iman etmeyen bir kişiye başka hangi şey doğru yolu gösterebilir ki? 47 Ve işte böylece Biz, sana Kitab'ı indirdik de kendilerine Kitap verdiklerimiz Kur’ân'a inanıyorlar. Ve ehli kitabın dışındakilerden/ Araplardan da ona inananlar vardır. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek örtbas eden kimseler bile bile reddeder. 48 Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı. 49 Tam tersi Kur’ân, kendilerine bilgi verilenlerin sinelerinde apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi de ancak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar bile bile reddederler. 50 Ve onlar, “Ona Rabbinden alâmetler/ göstergeler indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Alâmetler/ göstergeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.” 51 Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. (Ankebût/47-51) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.