1. 25 KADR SURESİ
[ÖLÇME-KIYMET]
SURESİ
KADR SURESİ’NE GİRİŞ
Kadr suresi Mekke'de 25. sırada inmiştir. Surenin Medine'de indiğini iddia eden
rivayetler de vardır. Ancak gerek üslubu, gerekse İslâm ve Kur'an'a rağbeti arttırmaya yönelik
mesajları surenin Mekke indiğini göstermektedir. Surenin Abese suresinden hemen sonra
indiğini gösteren bir başka gerekçe de surenin ilk ayetinin incelendiği sayfalarda
açıklanmıştır.
Hem Kadr suresiyle ve hem de Kadir gecesi ile ilgili olarak Nesefî, Süfyan-ı Sevrî,
Mücahid, İbn-i Ebi Hâtim, Amr b. Kays, el-Melâi, Beyhakî, İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu
Dâvud, et-Tayalîsi, İbn Ebî Âsım en-Nebîl, İbn Kesir gibi bilginler tarafından çeşitli bilgiler
verilmiştir. İslam ilimleriyle uğraşan bu zatların açıklamaları o günün şartlarına göre gayretli
birer çaba olsa da, maalesef tatmin edici değildirler.
Surenin İniş Sebebi
Kadr suresinin iniş sebebi hakkında birçok rivayet vardır. Hadis Usulü kurallarına göre
intikali [elden ele gelişi] sağlam görünen bu rivayetler ile saygınlıklarıyla meşhur zatların bu
rivayetlere dayanarak ortaya attıkları birçok görüş, içerikleri dikkate alınmadan ve dirayet
yönüyle tenkitleri yapılmadan nakledilmiş, hiçbirinin Kur'an ile sağlaması yapılmayan bu
görüşler kendilerine çeşitli kitaplarda yer bulmuştur.
Kadr suresinin iniş sebebi hakkında birçok rivayet vardır. Hadis Usulü kurallarına göre
intikali [elden ele gelişi] sağlam görünen ve saygınlıklarıyla meşhur olmuş birçok zata
atfedilen birçok görüş, dirayet yönüyle tenkidi yapılmadan ve içeriği dikkate alınmadan
nakledilmiş, hiçbirisinin Kur'an ile sağlaması yapılmayan bu görüşler kendilerine çeşitli
kitaplarda yer bulmuştur. Surenin doğru anlaşılmasını engelleyen bu nakillerin en
meşhurlarından birkaçını alıntılamanın Kur'an mesajının önündeki yapay engelleri tanımak
bakımından yarar sağlayacağını düşünüyoruz:
- Bir gün peygamberimiz arkadaşlarına İsrailoğullarından birisinin Allah yolunda bin
ay silâhla cihat ettiğini anlatmış. Arkadaşları, kendilerinin de Allah yolunda bin ay
savaşabileceklerini ama ömürlerinin o kadar uzun olmadığını söyleyip üzülmüşler. İşte, bu
sure onların üzüntülerini gidermek için inmiş.1
- Bir gün peygamberimiz arkadaşlarına İsrailoğullarından dört kişinin [Eyyub,
Zekeriyya, Hazkıyl b. Acuz ve Yuşa b. Nun] seksen yıl Allah'a ibadet edip hiç günah
işlemeden yaşadıklarını anlatmış. Arkadaşları da hayretler içinde kalmışlar. Bu olay üzerine
bu sure inmiş ve “bir Kadir gecesi sizin için onların bin ayından daha hayırlıdır” denmiş.
Böylece peygamberimiz ve arkadaşları sevinmişler.2
1
(Kaynak: Mücahid)
2
(Kaynak: Ali b. Urve)
1
2. - Peygamberimize Allah tarafından ümmetinin kısa ömürlü insanlardan oluştuğu
gösterilmiş. Bunun üzerine, kısa ömürlü insanlardan oluşan kendi ümmetinin geçmişte
yaşamış ve uzun ömürlü insanlardan oluşmuş diğer ümmetlerin işledikleri hayırlara
yetişemeyeceğini anlayan peygamberimiz karamsarlığa düşmüş. Allah da üzülen
peygamberini sevindirmek için bu sureyi indirmiş.3
- Peygamberimiz rüyasında Emevileri kendi minberi üzerinde görmüş. [Bu rüya,
Emevî hanedanlığının İslâm devletini idare ettiği anlamına geliyormuş.] Peygamberimiz bu
ailenin iktidara gelmesine çok üzülmüş. Allah da “Üzülme Muhammed, ben sana Kevser
verdim, bin aydan daha hayırlı Kadir gecesi verdim” demek suretiyle peygamberimizi
gönüllemiş. Yani buradaki bin ay Emevilerin iktidar süreleri imiş.
Bu safsataya peygamberimizin torunu Hasan'ın da adı karıştırılmıştır. Güya
Muaviye'ye biat etmesi nedeniyle, birisi Hasan'a, “Ey inananların yüz karası, şu adama nasıl
biat ettin?” diye sitem etmiş. Hasan da peygamberimize ait olduğu iddia edilen yukarıdaki
rüyayı nakletmiş. Hasan bununla şunu demek istemiş: “Emevilerin iktidarı mukadderdir
[ezelde Allah tarafından kader olarak yazılmıştır]. Bunu Peygamberimiz de görmüştü,
öğrenmişti, biliyordu. Bizim de bu olaydan haberimiz vardı. Onun için ne yapsak faydasızdı.
Biat etmek zorundaydım. Ama hiç önemi yok, bizim Kadir gecemiz Emevilerin bin aylık
saltanatlarından daha hayırlıdır.”4
Yukarıdaki rivayetlerin ilk üçünde İsrailiyat'a ait bilgiler vardır; rivayetlerdeki öyküler
İsrail mişnalarındandır. Hâlbuki Kur'an bize peygamberimizin ehlikitap olmadığını
bildirmektedir. Peygamberimiz Tevrat, Zebur ve İncil kitaplarını okuyup yazmadığı gibi, bu
kitapların getirdiği hükümler doğrultusunda bir inanca, amele ve kültüre de sahip değildir:
48
Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden
yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı.
(Ankebut/ 48)
52,53
İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/ Kur’ân'ı vahyettik.
Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle
kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde
bulunanlar Kendisi için olan Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız
Allah'a döner.
(Şûra/52, 53)
3
Sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki sen,
bundan önce, kesinlikle bu konu hakkında duyarsız/ bilgisizlerdendin.
(Yusuf/ 3)
Peygamberimizin İsrailiyat'a dair bildikleri Kur'an'dan öğrendikleri ile sınırlı olduğuna
göre, rivayetlerdeki gibi arkadaşlarına İsrail mişnaları anlatması söz konusu olamaz.
Dolayısıyla gerçeğin aksini söyleyen diğer binlercesi gibi, bu rivayetler de birer yalan ve
iftiradır.
Dördüncü rivayet ise tam bir komedidir. Bu rivayet, o zamanki siyasîlerin kendi
tuttukları yolun doğruluğu hakkında peygamberimizden bir delil getirebilmek için saraylarda
hadis uydurma yarışı yaptırdıkları kargaşa döneminin bir ürünüdür. Rivayetin uydurma
olduğunu gösteren temel nedenler ikidir: Birincisi, Emevî hanedanlığının peygamberimiz için
bir gayb konusu olmasıdır. Gaybı bilemeyeceği Kur'an'la sabit olan peygamberimizin,
ölümünden yıllar sonra hangi soyun hanedan olacağından haberdar olabilmesi mümkün
3
(Kaynak: İmam Malik; Muvatta)
4
(Kaynak: Tirmizi, İbn-i Cerir) Bu konu tüm diğer kaynaklarda da yer almaktadır.
2
3. değildir. İkincisi, Emevî hanedanının saltanat süresinin bin ay olmadığıdır. Bunun böyle
olmadığı tarihî belgelerle kesin olarak sabittir. Olaya hangi açıdan bakılırsa bakılsın, mızrak
bir türlü çuvala sığmamaktadır. Zaten ed-Dürrü’l-Mensur, İtkan, İbn-i Cerir, İbn-i Esir, Kadı
Cemaleddin, Ebu’l-Fida, Kadı Abdülcebbar, Razi gibi büyük otoriteler de bu rivayete daha
önceki tarihlerde benzer şekilde cevaplar vermişlerdir.
25/ KADR SURESİ
Rahman ve Rahîm Allah adına.
Ayetlerin meali:
1
Şüphesiz Biz, değerli sayfalar içindeki Kur’ân'ı Kadr gecesinde
indirdik.
2
Kadr gecesi nedir; sana ne bildirdi/öğretti?
3
Kadr gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
4,5
Haberci âyetler, içlerindeki ruh; can katan, canlı tutan güçleriyle
Rablerinin izniyle/ bilgisi gereği, o şafak sökene kadar/aydınlığa kavuşuncaya
kadar iner dururlar; her bir işten.
Ayetlerin Tahlili
1. Ayet:
1
Şüphesiz Biz, değerli sayfalar içindeki Kur’ân'ı Kadr gecesinde
indirdik.
Ayette indirilen [hulûl ettirilen] şey için “o” zamiri kullanılmıştır. Acaba Allah'ın
indirdiği/ hulûl ettirdiği nedir? Arapça ve tüm diğer dillerdeki genel kural şudur: “Gaip
[üçüncü şahıs] zamirinin mercii, zamirden evvel lâfzen, mânen veya hükmen zikredilmiş
olmalıdır.” Yani cümlede herhangi bir gaip zamiri kullanıldığı zaman, kullanılan zamirle
kastedilen şey, nesne veya anlam daha önce söylenmiş olmalıdır. Aksi halde kurulan
cümleden kimse bir şey anlayamaz. Buradaki “o” zamiri surenin ilk ayetinde kullanıldığına
göre, bu zamirin mercii nedir? Yani Allah'ın indirdiği/ hulûl ettirdiği şey nedir?
Bize göre, “ انزلناه enzelnâhu” ifadesindeki “hu [o]” zamirinin mercii, bu sureden önce
24. sırada inmiş olan Abese suresinin 11. ayetindeki “ تذكرة öğüt [Kur'an]” ve 23. sırada inmiş
olan Necm suresinin 59. ayetindeki “ الحححديث hadis [Kur'an]” sözcükleri ile kastedilen
Kur'an'dır. Yani sureyi anlayabilmek için önce Abese suresi okunmalıdır. Aksi halde
“enzelnahu” ifadesindeki “hu [o]” zamiri herhangi bir yere bağlanamaz ve “o” zamiri ile
kastedilenin ne olduğu bilinemez.
Kur'an'ı anlamak ve yaşamak isteğinde olanlar, onu kesinlikle iniş sırasına göre
okumalıdırlar. Aksi halde ayetler ve sureler arasındaki bağı tespit edemezler, dolayısıyla
Kur'an'ı da gerektiği gibi anlayamazlar. Sevap olur diye anlamadan okumayı yeterli görenler
ile kesim ve cifir hesaplarıyla uğraşanların zaten böyle bir taleplerinin olduğu söylenemez.
3
4. Ayetteki “ ناّاا inna [biz]” ifadesi ile “ta'zîm [saygı]” kastedilmiştir. Bu ifadeden çoğul
anlamı çıkarmak imkânsızdır. Zira Rabbimizin “bir tek”liği, şerik [ortak] ve nazirinin
[benzerinin] olmadığı aklen ve naklen sabittir. Bazılarının “Allah, işlerini yardımcıları olan
evliyaları, Üçler, Yediler, Kırklar ile beraber yürütür” şeklindeki inançları sapıklıktan başka
bir şey değildir. Yüce Rabbimizin Kur’an’da sıkça kullandığı “Biz” ifadesiyle ilgili bir
açıklama, surenin tahlilinin sonuna konulan “Allah ve ‘Biz’ Zamiri” başlığı altında
okuyucunun dikkatine sunulmuştur.
2. Ayet:
2
Kadr gecesi nedir; sana ne bildirdi/öğretti?
“القدر ليلة Kadir gecesi” ifadesi, bir tamlama hâlinde Arap diline ilk kez bu sure ile
girmiştir. Bu sure inene kadar kimse böyle özel bir geceden haberdar değildi. Bu ayetten
anlaşıldığına göre, Kadir gecesinin ne olduğunu daha önceden peygamberimiz de bilmiyordu.
Zaten kolunda saati, masasında ajandası, olanı-biteni kaydettiği bir günlüğü ve peygamberlik
gelene kadar çevresinde kayıt tutan vakanüvisleri olmayan birinin böyle özel bir geceyi
bilmemesi de son derece doğaldı.
Bu nedenledir ki, gerek peygamberimizin kendisi ve gerekse diğer müminler,
peygamberimizin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütüldüğü ve Cennetü’l-Me'vâ
denilen yerde son sidre ağacının yanında Allah'tan ilk vahiyleri aldığı o Ramazan gecesinin
“Kadir Gecesi” olduğunu bu sure indikten sonra öğrenmişlerdir. Bir başka ifade ile söylemek
gerekirse, Kadir gecesi peygamberimizin Kur'an ile ilk kez tanıştığı gecedir.
Yüce Allah bu konuda başka bilgi vermemiş, bu kadarının bizim için yeterli olacağını
takdir etmiştir. Demek ki, Kur'an'ın inmeye başladığı bu gecenin M.S. 611 yılının Ramazan
ayının hangi gecesi olduğu önemli değildir; bunu bilmenin kimseye faydası da yoktur. Önemli
olan surenin mesajını doğru anlamak, dolayısıyla kerametin gecede değil indirilende
olduğunun bilincine varmaktır. Bu bakış açısı ile denilebilir ki, Kur'an ile meselâ 5 Ocak günü
öğle saatinde tanışan bir insan için o gün Kadir günü olur. Çünkü önemli olan Kur'an ile
tanışmaktır ve hemen sonraki ayetten öğreneceğimiz gibi, Kur'an ile kurulan ilişki bir
ömürden daha değerlidir.
İşin gerçeği böyle olmasına ve Kur'an'ın da bu doğrultuda mesaj vermesine rağmen
karanlığa taş atma itiyadındaki kimi eski zevat Kadir gecesinin hangi gece olduğu konusunda
epeyce mesai harcamış ve pek çok görüş üretmişlerdir. İbret alınması bakımından bu
görüşlerden bazısını rivayet tefsircilerinin temel kaynağı olan Mefatihü’l-Ğayb'den
naklediyoruz:
“Kadir gecesinin hangi gece olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Sekiz farklı görüş ileri
sürülmüştür. İbn-i Rezin Kadir gecesinin Ramazan ayının ilk gecesi olduğunu söylerken, Hasan el-
Basri yirmi yedinci gecesi olduğunu söylemiştir. Enes'ten de “merfu” olarak bu gecenin yirmi
dokuzuncu gece olduğu rivayet edilmiştir. Muhammed b. İshak yirmi birinci gece olduğnu; İbn-i
Abbas yirmi üçüncü, İbn-i Mes'ud yirmi dördüncü, Ebu Zer el-Gıfari yirmi beşinci, Ubeyy b. Ka'b ile
bir grup sahabe yirmi yedinci, diğer bazıları ise yirmi dokuzuncu gece olduğunu söylemişlerdir.
Kadir gecesinin Ramazan ayının ilk gecesi olduğunu ileri sürenler şöyle bir gerekçeye
dayanmaktadırlar: Vehb, İbrahim peygamberin Suhuf'unun Ramazan'ın ilk gecesinde, Tevrat'ın da
İbrahim peygamberin Suhuf'undan yedi yüz yıl sonra Ramazan'ın altıncı gecesinde, Davud'a inen
Zebur'un Tevrat'tan beş yüz yıl sonra Ramazan'ın on ikinci gecesinde, İsa'ya indirilen İncil'in de
Zebur'dan altı yüz yirmi yıl sonra Ramazan'ın on sekizinde nazil olduğunu, Kur'an'ın ise Peygamber'e
bir seneden diğer seneye kadar olan her Kadir gecesinde indiğini, Cebrail'in Kur'an'ı Beytü’l-Izze'den,
yedinci kat gökten en yakın semaya indirdiğini, böylece Yüce Allah'ın Kur'an'ı yirmi yıl, yirmi ayda
indirdiğini rivayet etmiştir. Şimdi Ramazan ayı, bu kadar yüce şeylerin kendisinde meydana geldiği
bir ay olunca, hiç şüphesiz ki bu ay, son derece kıymetli, şerefli ve muazzam olmuş olur. Dolayısıyla
bu ayın ilk gecesi Kadir gecesi olmuş olur.
4
5. Hasan el-Basrî'ye gelince, Bedir Savaşının bu gecenin sabahında gerçekleşmiş olduğu
gerekçesiyle Kadir gecesinin Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olduğunu söylemiştir.
Bu gecenin Ramazan'ın on dokuzuncu gecesi olduğu iddiası ise Enes'in bu konu hakkında bir
hadis rivayet etmesinden dolayıdır.
Bu gecenin Ramazan'ın yirmi yedinci gecesi olduğunu düşünen Şafii, bu görüşe “Âdem’in
daha su ile çamur arası bir şey olduğu sırada Peygamberin Nebi olması” hadisinden dolayı
meyletmiştir.
Eski tefsircilerin büyük bir kısmı da bu gecenin Ramazan'ın yirmi yedinci gecesi olduğu
kanaatindedirler. Bu kanaatin sahipleri bu hususta ipucu olarak şu zayıf verileri ileri sürmüşlerdir:
Bir hadiste İbn-i Abbas, “Bu sure otuz kelimedir. “ هحى Hiye” kelimesi ise yirmi yedinci
kelimeyi teşkil etmektedir” demiştir.
Rivayet olunduğuna göre, Ömer bu meseleyi sahabeye sormuş, sonra da İbn-i Abbas'a dönerek
“Ey ilimler dalgıcı, bu konuya bir dalıver!” demiş. Bunun üzerine sahabeden Zeyd b. Sabit
“Muhacirlerin çocukları burada bulunduruldu da bizim çocuklarımız bulundurulmadı!” deyince Ömer
de “Sen bu sözünle İbn-i Abbas'ın bir çocuk olduğunu söylemek istiyorsun; ne var ki, onda bulunan
ilim sizde yoktur” demiş. İbn-i Abbas, bunun üzerine söze girerek: “Allah'a en sevimli sayı, tek olan
sayıdır. Tek olan sayıların en sevimlisi ise yedidir. İşte bundan dolayı O, yedi kat göğü, yedi kat yeri,
yedi günden oluşan haftaları, yedi tabakalı cehennemi, sayısı yedi olan tavafı, yedi uzvu zikretmiştir.
Böylece bu, bu gecenin Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olduğuna delalet eder” demiş.
İbn-i Abbas'ın şöyle dediği de nakledilmiştir: “ القدر ليلة leyletülkadr [Kadir gecesi]” Arapça
olarak dokuz harftir. Bu tamlama bu surede üç defa geçmektedir. Binaenaleyh, [çarpma işlemi
yapıldığında sonuç 3 x 9= 27] yirmi yedi olmuş olur.”
Osman b. Ebi’l-As'ın bir kölesi vardı. Bunun üzerine o köle, “Ey efendimiz, denizin suyu bu
ayın bir gecesinde tatlılaşıyor” deyince, Osman da “O gece olduğunda beni haberdar et” tembihinde
bulundu. Bir de ne görsünler, bu gece Ramazan'ın yirmi yedinci gecesiymiş.
Görüldüğü gibi, gündelik hayatın en tabii tecrübelerine bile aykırı olan böyle bir iddianın
kitaplara geçirilmesi gerçekten dramatiktir. Hem gerçeklere uygun olmayan böylesi bir iddianın ileri
sürülebilmesi, hem de tefsircilerin önlerine gelen bu tür verileri eleştirel gözle değerlendirmeden
kitaplarına dercetmesi aynı derecede üzüntü vericidir.
Bu gecenin Ramazan'ın en son gecesi olduğunu söyleyenler ise şöyle demektedirler: “Çünkü
bu gece, bu aya ait taatların kendisinde tamamlandığı bir gecedir. Ramazan'ın böyle oluşu, tıpkı
peygamberlerin ilkinin Âdem, sonunun da Muhammed (as) olması gibidir. İşte bundan ötürü, bir
hadiste, 'Ramazanın sonunda, başından itibaren o güne kadar cehennemden azat edilen nefisler
sayısınca, sadece bu gecede azat edilir…' buyrulmuştur. Daha doğrusu Ramazanın ilk gecesi, birinin
bir oğlunun olması gibidir. Bundan dolayı bu gece şükür gecesidir. En son gecesi de birinin çocuğunu
kaybettiği ayrılık gecesi gibidir. Binaenaleyh bu son gece de sabır gecesidir. Şimdi sen, herhalde
sabırla şükür arasındaki farkı anlamış bulunuyorsun.”5
Saydığımız görüşler söz konusu zevatın kendi görüşleri olup peygamberimizle
herhangi bir ilgileri yoktur. Kadir gecesinin Ramazan’ın hangi gecesi olduğu ancak modern
araçlar ile geçmişin tespit edilebilmesi durumunda mümkün olabilecektir. Şimdilik söz
konusu olmasa bile ilerleyen zamanlarda bunun da gerçekleşebileceği muhal sayılmamalıdır.
Kesin olarak bilinen şudur ki, Kadir gecesi Kur'an'ın inmeye başladığı ilk gecedir. Bu
da tarihte sadece bir kez yaşanmıştır. Her yıl yeni bir Kadir gecesi yaşanmaz. Bu, Kur'an’ın
her sene yeniden inmediği anlamına gelir. Sadece Kur’an’ın indiği vaktin yıl dönümleri olur.
Tıpkı doğum ve evlilik günleri gibi... İnsan her sene doğmaz ve her sene evlenmez. Kutlanan
günler bu olayların sadece yıldönümleridir.
3. Ayet:
5
(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
5
6. 3
Kadr gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
“ شششهر الششف Bin ay” ifadesi, söylenenin önemine dikkat çekmek üzere mübalâğa
üslûbuyla ifade edilmiş bir sözdür. Dünyanın her yerinde ve her dilde bu tür mübalâğa
ifadeleri kullanılmaktadır. Mübalağa sanatı, Arapçada ve dolayısıyla Kur'an'da da kullanılan
bir anlatım aracıdır. Kur’an’da mübalağa üslubuyla kullanılan ifadeler genellikle övgü veya
saygıya değerlik belirtmek için kullanılmıştır. “Bu asker bin askere bedeldir” örneğinde
olduğu gibi, bu ayette de “Bu gece bin aydan daha hayırlıdır/yararlıdır” denilmiştir. “Bin ay”
zaman olarak ortalama bir insanın ömrüne eşittir. Dolayısıyla bin aydan daha yararlı olan
Kadir gecesi, aynı zamanda bir insanın da ömrüne bedel bir değerdedir. Bilinmelidir ki, bir
ömre bedel değerde olan bir şey, her insan için mutlak bir önemi ifade eder.
4, 5. Ayet:
4,5
Haberci âyetler, içlerindeki ruh; can katan, canlı tutan güçleriyle
Rablerinin izniyle/ bilgisi gereği, o şafak sökene kadar/aydınlığa kavuşuncaya
kadar iner dururlar; her bir işten.
–Selâm!–
Ayette geçen “ ز لّل تن tenezzelü” kelimesinin aslı “ ز لّل تتن tetenezzelü”dür. Bu sözcüğün
kullanıldığı “Tefa’ul” kalıbı, gramer yapısı itibariyle bir iş, oluş ve hareketin tekrar edip duran
bir süreç olduğunu, bir olaydan sonra o olayın üst üste tekrarlandığını anlatır. Tefa’ul
kalıbının bu anlam özelliğinden dolayı “ ز لّل ششتن tenezzelü” ifadesinin “Melekler iner [hulûl
eder], sonra yine iner [hulûl eder], sonra yine iner [hulûl eder]…” ya da “…inmeyi [hulûl
etmeyi] sürdürür…” şeklinde anlaşılması gerekir.
Bu anlamın Türkçeye “iner dururlar/ hulûl eder dururlar” veya “iner de iner, hulûl eder
de hulûl eder” şeklinde çevrilmesi daha da uygun olur.
“Nüzul” sözcüğünün esas anlamı “hulûl [girmek, içe işlemek, nüfuz etmek]” demektir.
Bu anlamdaki “giriş”, “duhul” sözcüğüyle ifade edilen “giriş”ten farklıdır. Hulûl etmek,
gizlice, haber etmeden, fiziksel bir etki yapmadan girip girdiği nesnenin her bir zerresine
homojen olarak yerleşmek şeklinde bir giriştir.6
Nitekim Mümin suresinin 15. ayetinde ruhun
hulûlü [içe yerleştirilmesi] “ز لّل تن tenezzül” sözcüğüyle değil “ القائ ilka [koymak, bırakmak]”
sözcüğüyle ifade edilmiştir.
Bu nedenle, ayette geçen “inme” ifadeleri “hulûl etme” anlamıyla açıklanacaktır. Bazı
sapkın inançlarda Allah'ın bazı kişi veya eşyaya girişi olarak kabul edilen “hulûl inancı”
konumuzun dışındadır.
Zaman içerisinde “yukarıdan aşağı giriş” e de “iniş” anlamı verilmiş ve daha sonraları
“nüzul” sözcüğü de “iniş” anlamında kullanılır olmuştur. Özellikle halk kültünde melekler
gök varlığı kabul edildiğinden, meleklerin de gökten indikleri tasavvur edilmiştir.
Surenin buradan itibaren doğru anlaşılabilmesi, “melek-melâike”, “meleklerin inişi
[girişi]” ve “ruh” kavramlarının doğru bilinmesine bağlıdır. Bu kavramlar Kur'an'dan
öğrenilmeyip örf bilgileri ile değerlendirilirse, sure anlaşılamaz ya da yanlış anlaşılır.
Necm suresinde “melek” sözcüğünün iki farklı kökten de gelebileceği belirtilmişti.
Buna göre, eğer “ ئلوك üluk” kökünden geliyorsa “elçiler [haberciler]”, “ ملك milk” kökünden
geliyorsa “yönetim güçleri” anlamlarına geldiği ifade edilmiş, hangi kökten ne anlama
geldiğinin ancak sözcüğün yer aldığı pasajın kontekstinden [bağlamından] anlaşılacağı
açıklanmıştı.
6
[İbn Menzur; Lisanü’l-Arab Cilt.8, S.523, Darülhadis Kahire-2003]
6
7. Meselâ, meleklerin nüzulünü [hulûlünü] konu alan aşağıdaki ayetlerden bazılarında
“melek” sözcüğü “elçiler [haberciler]” anlamında, diğer bazılarında da “yönetim güçleri”
anlamında kullanılmıştır.
“ ملك Melek” sözcüğünün “elçiler [haberciler]” anlamında kullanıldığı ayetler:
2
Allah, kullarından dilediğine, haberci âyetleri/ vahyi, Kendisine özgü bir iş olarak ruh/
can ile birlikte: “Şüphesiz Benden başka ilâh yok, o hâlde Benim korumam altına girin diye
uyarın” diye indirir.
(Nahl/ 2)
30-32
Şüphesiz, “Rabbimiz Allah'tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, haberci
âyetler sürekli iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında
ve âhirette sizin yol gösterenleriniz, yardımcılarınız, koruyanlarınızız. Cennette, kullarının
günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olan, engin merhamet sahibinden bir
ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir.”
(Fussılet/ 30 32)
123-127
Ve andolsun, sizler güçsüz iken, Allah, kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz
diye size Bedir'de yardım etti: Hani sen inananlara, “Rabbinizin, indirilen/ hulûl ettirilen üç bin
haberci âyetle size yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Eğer sabreder ve Allah'ın koruması
altına girerseniz, evet sizi Rabbiniz destekler. Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size
işaretlenmiş /eğiten/ gönderilmiş beş bin haberci âyetle yardım eder. Ve Allah, bu yardımı size sırf
bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Ve bu yardım, sırf Allah, kâfirlerden;
Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan kimselerden bir kısmının kökünü kessin yahut
onları perişan etsin de kaybeden kimseler olarak dönüp gitsinler diye, en üstün, en güçlü, en şerefli,
mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan ve en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/sağlam yapan Allah katındandır. Öyleyse Allah'ın koruması altına girin.
(Âl-i Imran/ 123- 127:
“Melek” sözcüğünün “yönetim güçleri” anlamında kullanıldığı ayetler:
8
Biz o doğal güçleri, ancak hak ile indiririz. O vakit de onlar süre tanınanlardan olmazlar.
(Hicr/ 8)
14
Hani onlara, “Allah'tan başkasına kulluk etmeyin!” diye önlerinden-arkalarından [her
yanlarından] elçiler gelmişti. Onlar: “Eğer Rabbimiz isteseydi, kesinlikle melekler indirirdi. Bu
yüzden biz kendisiyle gönderilmiş olduğunuz şeyleri kesinlikle bilerek reddedenleriz/
inanmayanlarız” dediler.
( Fussılet/ 14)
8
Ve onlar, “Bu Peygamber'e bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz, bir melek indirmiş
olsaydık, iş, kesinlikle bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı.
(En'âm/ 8)
Görüldüğü gibi, örnek olarak verilen ayetlerin hepsi de meleklerin nüzulü [hulûlü] ile
ilgili ayetlerdir. Bu ayetlerde “melek” sözcüğü ile hep aynı şey kastedilmemiş olmasına
rağmen, hangi ayette ne kastedildiği kolayca anlaşılmaktadır.
Bu noktada çok önemli bir hususa daha dikkat edilmelidir. Bu önemli husus, “elçiler
[haberciler]” anlamındaki meleklerin ne iş yaptıklarıdır. Yukarıdaki örnek ayetlere
bakıldığında elçi meleklerin inzar [uyarı] ve tebşir [müjdeleme] görevi yaptıkları
görülmektedir. Halbuki meleklerin inzar ve tebşir görevi yapmaları mümkün değildir. Çünkü
Kur'an bu görevlerin ya peygamberler ya da vahyedilmiş kitaplar tarafından yapıldığını
7
8. belirtmektedir. Uyarı ve müjdeleme ile ilgili olan ayetlerin tümünden anlaşılan mesaj da uyarı
ve müjdeleme görevinin peygamberler ve vahyedilen kitaplar dışında herhangi bir varlık
tarafından yapılmadığıdır. (Mümin 15, İbrahim 52, Ahkâf 12, Furkan 1, Fussılet 3, 4, 14,
Bakara 97, 119, 213, Nahl 89, 102, Neml 2, En'âm 48, 92, A'râf 2, Sebe; 28, Fatır 24, İsra
105, Ahzab 45, Feth 8, Nisa 165, Kehf 56)
Dolayısıyla “melek” sözcüğünün, “elçiler [haberciler]” anlamında kullanıldığı
ayetlerde bu sözcükle kastedilenler “Kur'an Ayetleri”dir. Talâk suresinin 10 ve 11. ayetlerine
göre zaten Kur'an'ın bir adı da “rasül [elçi]”dür. Bu elçi [haberci], toplumun canı demek olan
güvenilir ve kutsal bilgiler içermektedir.
Buraya kadar 4. ayet kapsamında “nüzul” sözcüğü ile ifade edilen “inme” kavramına
ve “melek” sözcüğünün Kur'an'daki kullanılışına değinilmiştir. Şimdi de “meleklerin inişi”,
“ruh” ve “ruhun inişi” konuları incelenerek surenin mesajının daha iyi anlaşılmasına
çalışılacaktır.
Meleklerin İnişi
Bugüne kadar “melek” kavramı, Kur'an'daki kullanımı dikkate alınarak ve vahiy
perspektifi içinde ele alınmadığından, meleklerin hep gökte yaşadıkları ve gökten yeryüzüne
indikleri kabul edilmiştir. Rivayetçiler meleklerin daima uçsuz bucaksız yedi kat gökten,
Arş'tan, Kürsi'den yeryüzüne indiklerini iddia etmişler fakat onları ufacık dünyaya sığdırmayı
da içlerine sindirememişlerdir. Yeryüzüne indirilen ama oraya sığdırılamayan meleklerin geri
dönüp dönmedikleri konusunda ise herhangi bir açıklama yapmamışlardır. Buna karşılık
meleklerin yeryüzüne niçin indikleri konusunda birçok asılsız öngörü ileri sürmekten de geri
kalmamışlardır:
- Bazılarına göre melekler insanların taatlerini, kulluktaki ciddiyet ve samimiyetlerini
görmek için [meraktan] inerlermiş.
- Bazılarına göre melekler, cennetlik insanları ziyaret edip onlara selâm vermek için
inerlermiş. Zira kimi ziyaret edip selâm verirlerse onların günahları affedilirmiş.
- Allah Kadir gecesinin faziletini yeryüzündeki taata, ibadete bağlamış. Melekler
yeryüzüne inip göktekinden daha çok sevap kazanmak isterlermiş. Yeryüzüne de bunun için
inerlermiş. Bu tıpkı daha çok sevap kazanmak için Mekke'ye gitmeye benzermiş.
- Kişinin büyüklerinin yanında yaptığı ibadet ve taat, yalnızken yaptığından daha
değerli imiş. Böylece meleklerin yanında yapılan ibadet ve taat, yanlarında melekler olmadan
yapılandan daha çok sevap getirirmiş. Allah da kulları daha çok sevap kazansınlar diye
melekleri yeryüzüne indirirmiş.
- Bazı rivayetler de İsrailiyatın Müslümanlar arasında revaç bulmasıyla oluşmuştur.
Mesela Yahudi kültürünü Müslümanlar arasında yaymakla meşhur olan Ka'b el-Ahbar'dan
nakledilen şu rivayetler ibret vericidir:
“Sidre-i Münteha, cennetin komşusu olan yedinci kat göğün sınırındadır. Binaenaleyh Sidre,
dünya havası ile ahiret havası çizgisi üzerindedir ve kökü cennette, dalları Kürsi'nin
altındadır. Sidre'de sayılarını ancak Allah'ın bilebileceği kadar çok melek vardır. Bunlar hep
Allah'a ibadetle meşguldürler. Cebrail'in makamı da Sidre'nin tam ortasındadır. Buradaki her
meleğe, müminler için merhamet etme ve anma duygusu verilmiştir. Dolayısıyla bu Sidre
melekleri, Kadir gecesinde Cebrail ile birlikte dünyaya inerler. Binaenaleyh bu gecede,
yeryüzünün her tarafında ya secdeye kapanmış yahut mümin ve müminelere dua ile meşgul
melekler vardır. Cebrail ise istisnasız herkesle musafaha eder [tokalaşır]. Bu musafahanın
alâmeti, musafaha ettiği kimsenin tüylerinin ürpermesi, kalbinin rikkate gelmesi ve gözlerinin
yaşla dolmasıdır. Bu haller, Cebral'in o kimseyle musafahasından kaynaklanmadadır.”7
7
(İBNİKESİR)
8
9. - Meleklerin iniş nedeniyle ilgili olarak dile getirilen ilginç açıklamalardan biri de
şudur: Bilindiği gibi, Bakara/ 30’daki nakille, Yüce Allah yeryüzünde bir halife kılacağını
murat edip bunu meleklere bildirince, melekler “Sen yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek
birilerini mi halife yapacaksın? Hâlbuki biz seni tespih ve takdis edip duruyoruz” demişlerdi.
Allah da “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” diye cevap vermişti.
Bu ayetle ilişki kurularak yapılan açıklama, Kur’an’a kulak vermemenin trajik
sonuçlarını gösterir niteliktedir: Meğer Allah melekleri kendisine yaptıkları bilgisizce
itirazlarını ve terbiyesizliklerini yüzlerine vurmak için yeryüzüne indirirmiş. Onlara “Bakın
bakalım, benim kullarım sizin dediğiniz gibi yeryüzünde bozgunculuk mu yapıyor, kan mı
döküyor, yoksa her biri oruç tutarak, namaz kılarak, secde yaparak, rükû yaparak bana kulluk
mu ediyor?” dermiş. Melekler de Kadir gecesinde namaz kılanı, mevlit okuyanı, tespih
çekeni, zikir yapanı görerek “Ya Rabbi, biz büyük hata etmişiz, senin halife yaptığın kulların
bizden daha da melek imiş, özür dileriz” derlermiş.
Gerek bu safsatayı uyduranlara ve gerekse buna inananlara, söz konusu meleklerin
yeryüzüne inişlerinde insanlığın genel vahşet ve zilletini, nankörlüğünü, özellikle de
Müslümanlığı elden bırakmayanların vahşetini, Ahmetlerin Mehmetleri, Mehmetlerin de
Ahmetleri vahşîce katlettiğini, insanların birbirlerinin kanlarını nasıl emdiklerini, Rabblerini
bırakıp nasıl kula kul olduklarını, fesatlarını [yeryüzünde ortaya koydukları yıkım ve
kargaşayı], kısacası insanlığın ve özellikle de Müslümanların genel durumunu görüp
görmedikleri de sorulmalıdır. Ne var ki, meleklerin yeryüzüne hatalarını anlamaları için
indirildiğini ileri süren bu zihniyetten “Yüce Allah genel manzarayı meleklerden saklar”
şeklinde bir cevap gelme olasılığı hiç de az değildir.
Bu tür gerçek dışı anlatıların terk edilip Kur'an'dan çıkarılan sorulara yine Kur'an'dan
cevaplar aranmalıdır. Çünkü dinimiz ile ilgili olarak aklımıza gelebilecek “neden, niçin, nasıl”
şeklindeki tüm soruların cevapları yine Kur'an'da yer almaktadır.
“Melek” sözcüğünün “elçi [haberci]” anlamında kullanılışına örnek verdiğimiz ayetler
“nüzul, melek ve melek çeşitleri” hakkında verilen bilgiler ışığında tekrar okunduğunda, Nahl
suresinin 2. ve Fussılet suresinin 30-32. ayetlerinde “Gerçek şu ki: Benden başka ilâh yok, o
halde Benden sakının!” diye inzar eden [uyaran] ve “Korkmayın, üzülmeyin! Size vaat edilen
cennete sevinin!” diye tebşir eden [müjdeleyen] meleklerin aslında Kur'an ayetlerinden başka
bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Keza, Âl-i Imran suresinin 124. ayetinde Allah'ın inananlara
üç bin melekle yardım ettiği yolundaki ifade, o gün savaş alanına gökyüzünden üç bin
meleğin indiği anlamına gelmez. Bize göre bu ayette sözü edilen üç bin melek, o güne kadar
inmiş olan Kur'an ayetleri ya da o savaş esnasında herkesçe bilinen yağmur ve rüzgâr gibi
olaylardır. Çünkü gerek bu ayetlerin her birinin yaptığı uyarı; verdiği müjdelerin manevi
sonuçları, gerekse rüzgâr, yağmurun sebep olduğu çamur gibi fizikî sonuçlar, inananlara
destek sağlamaktaydı ve bu destek Müslümanlara yetip artmaktaydı.
Kur'an meleklerin inişinden söz ettiği gibi, şeytanların da inişinden [hulûl edişinden]
söz etmektedir. Ancak geleneksel din anlayışı içinde pek konuşulmayan bu konu, bazı
Müslümanlar tarafından neredeyse unutulmuş gibidir:
221
Şeytanların kime inip durduğunu/kimlerin kafasına bir şeyler soktuğunu size haber vereyim
mi? 222
Şeytanlar, tüm iftiracı günahkârlara iner dururlar/onların kafasına bir şeyler sokarlar. 223
Onlar,
duyum bırakırlar, hâlbuki onların çoğu yalancıdır. –Neml 6
Şüphesiz bu Kur’ân ise sana, yasalar koyan
ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine işletilmektedir.–
(
Şuara/ 221-223)
Bu ayetlerin yukarıda meali verilen Fussılet suresinin 30-32. ayetleri ile
karşılaştırılması durumunda, birbirlerinin tam karşıtı olduğu görülmektedir.
9
10. Ruh
Ruh kavramı bugüne kadar dinli veya dinsiz, müslim veya gayrimüslim birçok kişinin
ilgi alanına girmiş, cahil veya bilgin birçok kimse tarafından ruh hakkında yüzlerce kitap
kaleme alınmıştır. Bu eserlerde genellikle şu konular işlenmiştir: Ruh nedir? Ruh kaç tanedir?
Ruhlar nerede bulunur? Ruh ve nefis aynı şey midir? Ruh cisim midir, mahlûk mudur, enerji
midir, kozmik bilinç midir, melek midir, varlıkların aslı mıdır? Ruh şeffaf, billûr, cins-i lâtif
midir? Ruh mu yoksa ceset mi önce yaratılmıştır? Ruh ölür mü? Ruh kabirde cesede geri
döner mi? Dirilerin ruhları ölülerin ruhlarıyla buluşur mu? Her şey ruhtan mı meydana
gelmiştir? Hayatı, hareketi, idraki sağlayan güç ruh mudur? Ruhun insanî, hayvanî, nebatî
olmak üzere çeşitleri var mıdır? Olgun ruh ile geleceği görebilmek, gelecekten haber
verebilmek, zaman ve mekân dışına çıkmak mümkün müdür?
Bütün bunlardan başka, ruh ile ilgili bu eserlerde ruh çağırma, telepati, medyumluk,
yoga, doğru rüya, büyü, sihir ve reenkarnasyon [ruh göçü] gibi konuların açıklanmasına da
çalışılmıştır.
İnsanlık çok eski çağlardan beri bu konuların ardına düşmüş, psikoloji biliminin
gelişmediği ve kuramlaşmadığı bu uzun süreçte vahyin doğrulamadığı, modern psikoloji
biliminin de desteklemediği pek çok görüş ve anlayış ortaya çıkmıştır. Vahiy kontrolü dışında
gerçekleşen zihin işçiliğinin en belirgin örneklerinden biri olan Eski Yunan Felsefesi kendi
döneminde çok etkili olmuş, bu vahiy dışı felsefenin zihnin gizemli labirentlerindeki akıl
sürçmeleri VIII. Yüzyılın ortalarında başlayan tercüme hareketleri sonrasındaki süreçte bazı
Müslüman bilginleri de etkisi altına almıştır. Dolayısıyla evrensel merak konularından biri
olan ruh ve ruha ilişkin konular İslam dünyasının da ilgi alanına girmiştir. Bazı Müslüman
düşünürler Eski Yunan-Lâtin kabullerini güya İslamileştirerek kitaplarında İslâmî bilgiler
olarak takdim etmişler, ruhun mahiyeti ve çeşitleriyle ilgili olur olmaz düşüncelerle dolu
yüzlerce risale ve ciltlerce kitap yazmışlardır. Bu konuda yazılan en ciddî eser, İbn Kayyim
el-Cevziyye [1299-1351, Hicrî 691-751] tarafından kaleme alınan “Kitabu’r-Rûh”dur. Ayrıca
İmam Gazâlî de Eski Yunan felsefesinden derlediği bilgileri muhtelif eserlerinde dile
getirmiştir. Ancak bunların hepsi de Kur'an'ın ifade ettiği “ruh” kavramından çok uzaktır.
Sonuç olarak bugüne kadar bu konuda Kur'an kaynaklı ciddî bir çalışma yapılmamış, tabir
yerinde ise asırlardan beri havanda su dövülmüştür. Ne var ki, yazarlarının isimlerinin önünde
saygınlık belirten unvanlar bulunan bu kitaplardaki bilgiler hem doğru, hem de İslâmî kabul
edilmiştir. Fakat asıl esef edilmesi gereken konu, bin dört yüz seneden beri yazılmış olan
“tefsir” adlı kitapların hiç birinin Kur'an'a dayandırılmamış olması ve bu kitaplarda hep
“Rivayet Tefsiri”nin ön plâna çıkarılmış olmasıdır. Her bakımdan açık ve mufassal olan
Kur'an’ın bir takım asılsız rivayetlere ve İsrailiyat kaynaklarına kurban edilmesi Müslümanlar
için çok acı bir durumdur. Öyle ki, rivayetlerin çokluğu ve farklılığı zihinleri iyice karıştırmış,
gerek temel kavramlarımız ve gerekse inanç ve amel konularındaki bilgilerimiz çoğu zaman
bu rivayetler doğrultusunda şekillenmiştir.
Tekrar “ruh” konusuna dönülecek olursa, öncelikle şunun belirtilmesi gerekir ki,
yukarıda sayılan konular arasındaki “ruh” kavramının araştırılıp incelenmesi dinin değil
psikolojinin konusudur. Psikoloji ilmi geliştikçe Kur’an'ın bu alandaki müteşabih
sözcüklerinin de muhkemleşeceği kesindir. Kur’anî ve bilimsel olmamasına rağmen sırf
saygın unvanlı isimlerce ileri sürülüp kitaplara geçirilen bir takım ilkel görüşler, bu tür
müteşabih konuların teviline katkı sağlaması bir yana, meselelerin daha da kördüğüm
olmasına yol açacak bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle o tür görüşlerin nakli ve tahlili
yerine, Kur'an'daki “ruh” kavramının yine Kur'an ile açıklanması yoluna gidilmelidir.
Amacımız Kur’an’ı belirsiz rivayetlerle değil, Kur’an’ın kendi iç imkanlarıyla anlamaya ve
açıklamaya gayret etmektir.
10
11. Ruh sözcüğünün esas anlamı “can” demektir. Sözcük “vücuh” ifade eden yani hakikat
ve mecaz olarak birçok anlamda kullanılabilen bir sözcüktür.
Ansiklopedik anlamda ruh, “Genel olarak varlığın maddî olmayan boyutu ya da özü”
olarak tarif edilmiştir [Ana Britannica, cilt: 26, s: 383]. Bununla uyku anında geçici olarak,
ölüm anında ise sürekli olarak bedenden ayrılan “nefis”, yani beyindeki ana fonksiyon olan
bilinç kastedilmiştir.
“Ruh” sözcüğü, yukarıda verdiğimiz hem sözlük hem de ansiklopedik anlamlara
uygun olarak, “manevî benlik” ve “can” kavramları ile eş anlamlı kabul edilmiştir. Geniş
anlamda “canlılık, duygu” demek olan ve ayrıca “karakter” anlamına da gelen “ruh” sözcüğü,
mecazen bir şeyin özünü, en önemli ve en can alıcı noktasını ifade eden bir anlam
taşımaktadır. Meselâ pasif kimseler hakkında kullanılan “ruhsuz” sıfatı sözcüğün geniş
anlamına, “meselenin bütün ruhu buradadır” şeklindeki deyimleşmiş cümle de mecaz
anlamına birer örnek teşkil eder. Sonuç olarak, yukarıdaki anlamlar etrafında “ruh” ile ilgili
yüzlerce deyim üretilmiştir.
“Ruh” sözcüğünün geleneksel dinî terim anlamı, çok genel bir ifadeyle “Bedensel
varlığı yaratıldıktan sonra Allah tarafından üflenmek suretiyle insana kazandırılan canlılık”
şeklinde tanımlanmaktadır.
Ruh Sözcüğünün Kur'an'daki Kullanımı
“Ruh” sözcüğü Kur'an'da “İlâhî esinti, vahy/bilgi” anlamında kullanılmıştır. Vahyin,
bilgisizlikten dolayı ölü sayılan kalbe hayat verdiği, canın bedendeki işlevi ne ise vahyin de
insanlık için aynı işlevi gördüğü, bu işlevi dolayısıyla bireyi ve toplumu kokuşmaktan
koruduğu düşünülürse, “ruh” sözcüğünün sözlük, ansiklopedik ve dinî terim anlamlarıyla
Kur'an'daki anlamı arasında bir paralellik var gibi gözükebilir. Ancak sözcüğün kullanıldığı
ayetler incelendiğinde, bu paralelliğin “ruh”un ne olduğu konusunda değil, sadece insan
üzerindeki etkileri konusunda olduğu anlaşılır.
Kur'an'da bahsedilen “ruh” [ilâhî esinti, vahiy] sadece bilerek ve isteyerek bu ruha
sahip olan ve onu hayatına geçiren kişilere ve toplumlara anlamlı bir canlılık veren, onları
kokuşmaktan koruyan bir şeydir. Fakat asla ölümün dışındaki canlılığı temsil eden ve her
türlü rezilliği de kapsayan sihirli bir nefes değildir:
85
Ve sana vahiyden soruyorlar. De ki: “Vahy, Rabbimin işindendir. Size ise az bilgiden başka
bir şey verilmemiştir.”
(İsra/ 85)
15
O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü
hakkında uyarmak için Kendi emrinden/ Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır.
(Mümin/ 15)
İkinci ayette ruhun hululü [inişi] “القائ ilka [bırakmak, koymak]” sözcüğüyle ifade
edilmiştir. Nitekim Âdem'e yapılan vahyler [Bakara 37] ve Kur'an'ın inişi için “ وحى vahy”
veya “ انزال inzal” yerine “ilka” fiili kullanılmıştır [Neml 6].
İsra suresinin 85. ayetinden başlayıp 93. ayetine kadar devam eden pasaj bir bütünlük
içerisinde değerlendirilirse, burada konu edilen ruhun rivayet tefsirlerinde anlatıldığı gibi
insan ya da herhangi bir canlının ruhu olmayıp açıkça “vahiy” olduğu görülür. Ancak İsra
suresinin 85. ayetinde de belirtildiği gibi, insana ruh konusunda verilen [vahyin şekli ve
mahiyeti hakkındaki] bilgiler gerçekten azdır. Dolayısıyla bu konuda verilen bilgi ile
yetinilmeli, temelsiz ve mesnetsiz görüşlerle bu konularda bilgi üretmeye kalkışılmamalıdır.
11
12. Ruhun indirildiği bildirilen birçok ayette aynı zamanda ruhun Rabbimizin emrinden
olduğu da belirtilmektedir. Günlük dilde genellikle “buyruk” anlamında kullanılan “امر emr”
sözcüğü, Kur’an’da “iş [oluş]” anlamında da kullanılmaktadır. Sözcük tekil haliyle Kur'an'da
153 kez geçmektedir. Sözcüğün çoğulu olan “ümûr [işler]” sözcüğü ise Hud suresinin 97. ve
Âl-i Imran suresinin 128. ayetlerinin de aralarında bulunduğu 13 ayette yer almaktadır. Bu
bilgiler ışığında, “emrimizden bir ruh vahyettik” ifadesinden, Allah'ın işlerinden olan ruh
vahyetme işinin yine O’nun tarafından gerçekleştirildiğini anlamamız gerekir.
Necm suresinde de değinildiği gibi, “ruh” Allah'ın işlerinden biridir ve ruh indirilmesi
[hulûl ettirilmesi] de sadece O’na aittir.
Ruh/Vahiy Niçin ve Kime İndirilir?
52,53
İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/ Kur’ân'ı vahyettik.
Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle
kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde
bulunanlar Kendisi için olan Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız
Allah'a döner.
(Şûra/ 52)
22
Allah'a ve âhiret gününe inanan bir topluluğu, Allah'a ve Elçisi'ne sınırı aşmaya uğraşanlarla
karşılıklı sevgi bağı kurmuş hâlde bulamazsın. Bunlar, onların ister babaları olsun, ister çocukları
olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Onlar, Allah'ın, kalplerine imanı yazdığı ve
kendilerini Kendisinden olan vahiy ile desteklediği kimselerdir. Ve Allah onları, sürekli kalanlar
olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah, onlardan hoşnut olmuştur, onlar da
O'ndan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar, Allah'ın taraftarlarıdır. Gözünüzü açın! Allah'ın taraftarları,
başarıya ulaşanların ta kendileridir.
(Mücadele/ 22)
192
Ve şüphesiz ki bu apaçık kitap, kesinlikle âlemlerin Rabbinin indirmesidir. 193-195
O apaçık
kitapla, uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Güvenilir Can [ilâhi
mesajlar, güvenilir bilgi] indi. 196
Ve şüphesiz Güvenilir Can [güvenilir bilgi], kesinlikle öncekilerin
kitaplarında da vardı.
(Şuara/ 192-196)
Bu ayetler üzerinde yeterince tefekkür edildiğinde, “ روح ruh” kavramının “orijinal
[güvenilir] bilgi” demek olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Çünkü Mücadele suresinin 22.
ayetinde Allah'tan gelen güvenilir, sağlam bilgi [ruh] ile tüm inananların güçlendirildiği,
desteklendiği açıkça ifade edilmektedir. Şuara suresinin 193. ayetinde ise “er-Ruhu’l-Emin”
tamlamasıyla kullanılarak bu bilgilerin [ruhun] “en güvenli, en yararlı bilgi” olduğu
vurgulanmaktadır. Şuara suresinin 193. ayetinde geçen “er-Ruhu’l-Emin” ifadesini Cebrail
olarak yorumlamak ve birçok mealde olduğu gibi ayeti “Onu Ruhu’l-Emin [Cebrail] indirdi”
diye çevirmek yanlıştır. Zira ayetteki “ نزل nezele” geçişsiz fiilini sanki geçişli imiş gibi
anlamlandırmak, her şeyden önce ayetin lâfzî manasına aykırıdır. Ayrıca böyle bir çeviri, aynı
surenin Kur'an'ı âlemlerin Rabbi olan Allah’ın indirdiğini bildiren 192. ayeti ile de
çelişmektedir. Ruhullah, Ruhu’l-Kudüs, er-Ruhu’l-Emin ifadeleri ile ilgili detay inşaallah
Meryem suresinde verilecektir.
Ruhun Üfürülmesi
12
13. 71,72
Hani Rabbin bir zaman evrendeki güçlere, “Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer
oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip bilgili hâle getirdiğim zaman derhal ona boyun eğip teslim olun”
demişti.
( Sad/ 72)
28,29
Ve bir zamanlar Rabbin evrendeki güçlere, “Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş/işlenebilen
bir çamurdan bir beşer oluşturacağım. Ben, ona biçim verdiğimde ve onu bilgilendirdiğimde, siz
hemen onun için teslimiyet gösterenler olarak yere kapanın” demişti.
(Hicr/ 28, 29)
9
Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve onu bilgilendirdi. Sizin için de kulak, gözler ve
gönüller var etti. Sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ne de az ödüyorsunuz?
(Secde/ 9)
Allah'ın gerçek anlamda üfürmeyeceği bilindiğine göre, “üfürmek” ifadesinin mecaz
olduğu hemen anlaşılmaktadır. Mecazi anlamda “üfürmek”, herhangi bir şeyden başkalarına
en az miktarda vermeyi ifade eder. Türkçede bu anlam yine mecaz bir ifade olan “koklatmak”
sözcüğü ile karşılanmaktadır. Bu durumda “ruhun üfürülmesi” ifadesi “çok az miktarda bilgi
verilmesi, bilginin koklatılması” anlamına gelmektedir. Nitekim İsra suresinin 85. ayetinde
“De ki: Ruh Rabbimin işindendir. Ve size bilgiden ancak çok az verilmiştir” denilerek bu
husus açıkça belirtilmiştir.
Ruhun Âdem'e üfürülmesinden ne kastedildiğine gelince; Kur'an'da bu da
açıklanmıştır:
30
Ve bir zaman Rabbin, doğadaki güçlere, “Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halîfe getiren Zatım”
demişti. Doğadaki güçler, “Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın? Oysa biz,
Senin övgünle birlikte tüm noksanlıklardan arındırıyoruz ve Senin tertemiz; her türlü kötülük ve
eksiklikten uzak olduğunu haykırıyoruz” demişlerdi. Senin Rabbin, “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri
çok iyi bilirim” demişti.
31
Ve senin Rabbin, Âdem'e o isimlerin tümünü öğretti. Sonra hepsini doğadaki güçlere
sundu ve “Hadi, haber verin Bana şunların isimlerini, eğer doğru kimseler iseniz” dedi.
32
Doğadaki güçler, dediler ki: “Sen her türlü noksanlıktan arınıksın! Senin, bize öğretmiş
olduğunun dışında bizim için bilgi diye bir şey yoktur. Şüphesiz Sen, en iyi bilenin, en iyi yasa
koyanın ta kendisisin.”
33
Senin Rabbin dedi ki: “Ey Âdem! Haber ver onlara, onların adlarını.” Sonra da Âdem
onlara, onların adlarını haber verince, senin Rabbin, “Dememiş miydim Ben size! Şüphesiz Ben,
göklerin ve yerin görülmeyenini, duyulmayanını, sezilmeyenini, geçmişi, geleceği bilirim. Ve
Ben, sizin açığa vurduklarınızı ve sakladıklarınızı bilirim” dedi.
34
Ve hani Biz, doğadaki güçlere, “Âdem'e boyun eğip teslimiyet gösterin” demiştik de
İblis/düşünce yetisi dışında doğadaki güçler hemen boyun eğip teslimiyet göstermişti. İblis yan çizdi,
büyüklendi. Ve o, her şeyi bilerek reddedenlerden idi.
(Bakara/ 30-34)
Dikkat edilecek olursa, Sad suresinin 72. ve Hicr suresinin 29. ayetlerine göre
meleklerin secde etmesi, Âdem'in belirli aşamalardan geçirilerek [amaçlanan düzgünlüğe
ulaştırılarak] nihaî şekle getirilip kendisine ruh üfürülmesinden sonradır. Bakara suresinin 30-
34. ayetlerinde ise meleklerin Âdem'e secde etmesinden önceki aşama “Âdem'in
bilgilendirilmesi ve bilgisinin meleklerle karşılaştırılması” olarak açıklanmıştır. Sad ve Hicr
surelerinde kullanılan “ruh üfürme” tabiri Bakara suresinde yerini “bilgi ile bilgilendirmek”
tabirine bırakmış, böylece “ruh üfürme” deyiminin “bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği
açıklanmıştır.
“Ruh üfürülmesi” ifadesiyle kastedilenin Âdem'e verilen bilginin ancak koklatma
düzeyinde olduğunun kanıtı ise İsra suresinin 85. ayetidir. Ancak hemen belirtilmelidir ki,
13
14. Âdem'e verilen bilginin koklatma düzeyindeki azlığı, Rabbimizin sonsuz bilgisine nispetledir.
Yüce Allah’ın sonsuz bilgisi ve bilgeliği Kur’an’da pek çok ayette vurgulanmaktadır:
109
De ki: “Rabbimin sözleri için, deniz mürekkep olsa Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz
tükenirdi, hatta bir o kadarını daha getirsek bile.”
(Kehf/ 109)
27
Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz
katılarak onun mürekkebi olsa, Allah'ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah en üstün, en güçlü,
en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi
engelleyen/ sağlam yapandır.
(Lokman/ 27)
Allah’ın ilmi böylesine sonsuz olunca, O’nun tüm peygamberlerine gönderdiği vahiy
bilgilerinin toplamı da ancak bir koklatmadan [üfürmeden] ibaret olacaktır.
Sonuç olarak; melekler sıradan insana değil, kendisine ruh üfürülen [Rabbimizin
sonsuz bilgisine nispetle az bir bilgi ile bilgilendirilmiş olan] Âdem’e, bir başka ifadeyle
“adam” olmuş insana secde etmişlerdir. Secde etmenin aynı zamanda boyun eğmek anlamına
geldiği de unutulmamalıdır.
Kur'an’da Meryem’e de ruh üflendiği bildirilmiştir:
91
Ve o, ırzını titizlikle koruyan kadın; işte Biz, onu güvenli bilgimizle bilgilendirdik. Ve
kendisini ve oğlunu âlemler için bir alâmet/gösterge yaptık.
(Enbiya/ 91)
12
Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan İmrân kızı Meryem'i de örnek verdi. İşte Biz onu
vahyimizle az da olsa bilgilendirdik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayıp uyguladı
ve sürekli saygıda duranlardan oldu.
(Tahrim/ 12)
171
Ey Kitap Ehli! Dininizde aşırılığa gitmeyin. Ve Allah hakkında gerçek dışı bir şey
söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesih, sadece Allah'ın elçisi ve Meryem'e ilka ettiği/ulaştırdığı kelimesi
ve Kendisinden bir ruhtur, vahiy aracılığı ile doğmuş biridir. Artık Allah'a ve elçilerine inanın. Ve
“Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, Kendisi için bir
çocuk olmasından arınmıştır. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler yalnızca O'nundur. “Tüm
varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan”
olarak Allah yeter.
(Nisa/ 171)
Bu ayetlerden, Meryem valideye bazı özel bilgilerin lütfedildiği anlaşılmaktadır.
Ancak bu konunun teferruatı Âl-i Imran, Meryem ve Enbiya surelerindeki ilgili pasajlardan
alınmalı ve bu olay Kur'an'daki pasaj bütünlüğü içinde, Zekeriya (as)'nn durumunu açıklayan
ayetler ile birlikte ele alınmalıdır. Çünkü yaşlı bir adam olan Zekeriya (as)’nn ve kısır eşinin
çocuk sahibi olması ile Meryem'in erkeksiz çocuk doğurması, birbirini takip eden dönemlerde
meydana gelmiştir.
Yukarıdaki ilk iki ayette geçen “ruh üfürme” tabiri, Nisa 171'de “ القائ ilka [bırakma,
ulaştırma]” tabiri ile açıklanmaktadır. “Ruh üfürme” tabirinin “az bir bilgi ile bilgilendirmek”
anlamına geldiği artık bilindiğine göre, Meryem’e üflendiği bildirilen ruhun da onun hamile
kalması için rahmine [dölyatağına] yapılan fizikî bir üfürük değil, mabette Zekeriya (as)'nın
14
15. himayesinde bulunduğu sırada Meryem’e lütfedilen bilgi olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an'a
göre aynı tür bilgi daha önce Zekeriya (as)’ya verilmiş, onun hem yaşlı hem de kısır olan
karısı da bu bilgi ile Yahya'yı doğurmuştur. Daha sonra bu kutsal bilgiyi/mesajı Meryem'e
iletmekle görevlendirilen Zekeriya (as), Allah'ın elçisi olarak görevini yapmış ve kutsal
bilginin doğruluğuna kanıt olarak da bu bilgi sayesinde “sapasağlam” bir insan olarak doğan
Yahya'yı göstermiştir. Bu konuda daha detaylı açıklama inşaallah Meryem suresinde
yapılacaktır.
Kadr suresinin başından buraya kadar olan ve melekler ile ruhun indirilmesini de içine
alan bölümün mesajı şöyle özetlenebilir:
Kim ki Allah'a teslim olur, O'nu kendisine Rabb edinir, [terbiyesini ve hayat akışını
Allah'ın kurallarına göre ayarlar] ve kendisine bir Kadir gecesi tayin edip o andan itibaren
hayatını Kur'an'a göre tanzim etmeye başlarsa, Allah'tan gelen ve içlerinde kutsal bilgiler
[ruh] olan ayetler o insana iner, yani insanın içine [aklına, benliğine] hulûl eder, girer, iyice
yerleşir. Böylece o insan, kendisine rehber, destek, müjdeci olan ayetler sayesinde Allah'tan
başka ilâh edinilmemesinin, sadece O'na kulluk edilip O'ndan sakınılmasının bilincine varır,
mutlu olur ve gerçek başarıya ulaşır.
İşte, meleklerin ruh ile inişi [hulûlü] budur.
Rablerinin izniyle/ bilgisi gereği, o şafak sökene kadar/aydınlığa
kavuşuncaya kadar iner dururlar; her bir işten.
4. ayetin sonunda yer alan bu ifade; “Rablerinin izniyle her bir işten, her bir konuda
bilgi vermek ve destek olmak için” demektir. Melekler ile ilgili diğer Kur'an ayetlerinden
anlaşılmaktadır ki, Allah'ın irade sahibi olmayan kulları olan melekler kendi kendilerine
hiçbir şey yapamazlar; sadece Allah'ın kendilerine yüklediği muhtelif görevleri yerine
getirirler. Kur'an, çeşitli türleri olan bu varlıklara pek çok görevler yüklendiğini
bildirmektedir. Ne var ki, bu farklı görevleri “Mevlit” yazarı Süleyman Çelebi gibi “Yüce
Allah’ı sürekli tespih, tahmid ve tekbir etmek, hiç durmadan O’na rüku ve sücutta bulunmak”
şeklinde açıklamak doğru değildir. Bu tür cahilî anlayışlar meleklerin hiç durmadan
“suphanallah” “elhamdülillah” “Allahü Ekber” deyip durduklarını, sürekli rükû ettiklerini ya
da başlarını hiç secdeden kaldırmadıklarını belirterek kendilerince meleklerin ne tür işlerle
meşgul olduklarını ifade etmeye çalışmışlardır. Melekler, Allah'ın varlığına, birliğine,
büyüklüğüne, her türlü noksanlıktan arınıklığına kanıt teşkil eden, onun koyduğu kurallardan
dışarı çıkmayan maddî ve enerjik varlıklardır.
Kur'an tarafından “melek” olarak nitelendirilmiş olan Kur'an ayetleri, Allah'ın verdiği
göreve uygun olarak her bir konuda yol göstermek, bilgi vermek, destek olmak, müjdelemek
için Kur'an'ı kendisine rehber edinmiş kişilerin içlerine inerler/ hulûl ederler. Bir bakıma her
ayet o insana can olur, rehber olur, öğretmen olur, maddî ve manevî destek olur; o insanın her
bir derdine, problemine reçete olur, merhem olur. Böylece o insan, Kur'an'ı rehber edinerek
hayatında yapacağı devrim sayesinde bin ayını [Kur'an'sız geçebilecek ömrünü] daha değerli
bir hâle getirmiş olur.
Duhan suresinin 1-6. ayetlerinde de yine bir başka yönüyle Kadir gecesinden
bahsedilmektedir:
1
Hâ/8. Mîm/40.
2-7
Apaçık/açıklayan Kitab'a yemin olsun ki şüphesiz Biz, Kendi katımızdan bir iş olarak, onu,
haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler ile dolu/ sağlam, her işin/
oluşun kendisinde ayırt edildiği, her şeyin bol bol verildiği, kazancın bol olduğu bir gecede indirdik.
Şüphesiz Biz uyarıcılarız. Şüphesiz Biz, Rabbinden, göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin
Rabbinden –eğer kesin inanan kimseler iseniz– bir rahmet olarak elçi gönderenleriz. Şüphesiz O, en
iyi duyanın, en iyi görenin ta kendisidir.
15
16. (Duhan/ 1-6)
Bu ayetlerde Allah'ın uyarılmaya ihtiyaç duyan topluma peygamberler yolladığı, bundan
dolayı mübarek bir gecede Kitab-ı Mübîn’i [özünde açık ve hakikati bütün açıklığıyla ortaya
koyan Kur'an'ı] indirdiği ve böylece katından bir emir/iş olarak her hikmetli işin o gecede
ayırt edildiği anlatılmaktadır.
Ayette “şafağın sökmesi” ile kastedilen, meleklerin ve ruhun inişiyle meydana gelen
aydınlanmadır. Buna göre; melekler [Kur'an ayetleri] ve içerdikleri ruh [bilgiler], inişlerini
[içe işleyerek yardım ve destek vermelerini], zihinsel karanlıkların aydınlığa dönüşmesine
kadar sürdürürler. Bu bilgileri öğrenmek isteyenler, zihinlerinde hiçbir problem ve karanlık
nokta kalmayıp mutmain olurlar ve sonunda cennete girerler. Bir başka ifade ile Kur'an
ayetlerindeki bilgiler insanın düşüncelerinde hiçbir karanlık nokta bırakmayacak şekilde
aydınlatıcıdır, tatmin edicidir ve cennete erdiricidir. Kur'an'ı okuyarak ondaki bilgi ışığını
bulanlar, iyiyi-kötüyü, doğruyu-eğriyi, yararlıyı-zararlıyı en isabetli şekilde ayırt etmeyi de
öğrenirler.
Sonuç
Kur'an ile tanışanlar, her türlü zihinsel karanlıklardan mutlaka kurtulur, aydınlığa
çıkarlar. Ruh [can] taşıyan melekler, kişilerin içlerine işlerler ve her konuda onlara yol
gösterir, yardımcı olurlar. Sonunda da onları selâmete ulaştırırlar [karanlıklardan kurtarıp
şafaklarını söktürürler]. Kadir gecesiyle tanışmak [Kur'an'ı kendine rehber edinmek], bin
aydan ya da bir ömürden daha hayırlıdır.
Her insanın bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi ise, o insanın Kur'an ile tanıştığı,
onu hayat reçetesi, rehberi, ışığı, ruhu, şifası, ibret levhası, hayat düsturu ve hayat yönetmeliği
edindiği, bu nedenle de meleklerin ona yardıma koştuğu, mutluluklarının başladığı gecedir; ya
da bunların gerçekleştiği herhangi bir gündür, saattir, dakikadır, saniyedir.
O halde, biz de ne zaman Kur'an'a sarılırsak, sarıldığımız o an hayatımızın dönüm
noktası olur. Öyle ki, o an bize bin aydan, bir ömürden, hatta milyonlarca aydan bile daha
yararlı olur. Çünkü kurtuluşumuz Kur'an'ı tanımamıza, ona inanmamıza, içeriğini
anlamamıza, içerdiği tüm değerleri içselleştirerek yaşamamıza bağlıdır. Dinimizde faziletli
zamanlar ve mekânlar asla yoktur; faziletli ameller vardır. Onun dereceleri de amelin zahmeti
ve emeğiyle orantılıdır.
Keramet gecede değil, Kur’an’dadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Allah ve “Biz” Zamiri
Kur’an’a bakıldığı zaman Yüce Rabbimizin birçok ayette kendisiyle ilgili olarak
“İnna, Nahnü/Biz” zamirini kullandığı görülür.
Dikkat edilirse, “Birinci Çoğul Şahıs” zamirinin farklı kullanımları olan “Biz, Bizi,
Bize, Bizim, Bizden” gibi ifadelerin Allah için kullanıldığı her ayette, Allah’ın sıfatlarının
tecellisine yönelik vasıtalı tasarrufların ifade edildiği görülür. Bunu yüzlerce örnekle
açıklamak mümkündür. Ancak burada herkesçe bilinen birkaç örnek vermekle yetinilecektir:
16
17. Kevser 1: “Şüphesiz Biz sana kevseri verdik.”
İnşirah 1: “ Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı?”
Kadr 1: “Muhakkak ki Biz onu kadir gecesinde indirdik.”
Ya Sin suresine göz atıldığında, Allah’ın sıfatlarının tecellisi olan tasarruflarının
açıklandığı 8, 9, 12, 14, 28, 31, 33, 34, 37, 39, 41, 42, 43, 44, 65, 66, 67, 68, 69, 71, 72, 76,
77, 78. ayetlerde “Biz” ifadesinin; zatına yönelik açıklamaların yapıldığı 60, 61. ayetlerde ise
“Ben” ifadesinin kullanıldığı görülür.
Kur’an’da Allah için kullanılan zamirlerin şu şablona uyduğu açıkça görülmektedir:
1- Allah’ın zatına ve üluhiyyetine ait ifadelerde “Ene, İnni/Ben [Birinci Tekil Şahıs]
ifadesi kullanılmaktadır.
Mesela: Bakara 30, 186; A’raf 173; Ta Ha 12-14; Secde 13; Enbiya 25, 92; Ankebut
56.
2- Yine Allah’ın zatına ve uluhiyetine ilişkin olmak üzere, bazı ayetlerde Rabbimiz
“Sen, Seni, Sana, Senin” gibi “İkinci Tekil Şahıs” zamirleriyle; diğer bazı ayetlerde ise “O,
O’nu, O’na, O’nun” gibi “Üçüncü Tekil Şahıs” zamirleriyle ifade edilmektedir. İster İkinci
Tekil Şahıs, isterse Üçüncü Tekil Şahıs olsun, her iki gurup zamir de Teklik ifade eder.
Allah’ın zatının ve uluhiyetinin sözkonusu edildiği hiçbir yerde “Siz” veya Onlar” gibi çoğul
ifadeler kullanılmaz.
Fatiha’da da “Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz” şekliyle ifade
buyrulmuştur.
3- Azametinin, güç ve kudretinin vurgulandığı ayetlerde ise Yüce Allah “Biz” zamiri
ile ifade edilmektedir.
Tüm dünya milletlerinin dillerinde otorite sahipleri güç ve kudretlerini anlatırken
“Biz” ifadesine başvururlar. Fermanlarında, söylevlerinde hep “Biz” ifadesini kullanırlar. Bu,
Kur’an inmeden de böyle idi, şimdi de aynen devam edip gitmektedir.
Kısaca Rabbimizin “Biz” ifadesi Kendisinin azamet ve kibriyasını; büyüklüğünü,
ululuğunu vurgulamak içindir. Kesinlikle çoğul anlamında değildir. Çoğulluğu nefyeden
yüzlerce ayet vardır. Ayrıca taaddüdü kudema akla da münafidir.
Buna rağmen maalesef Allah’ın tasarruflarında üçler, yediler, kırklar, kutuplar, gavslar
gibi ortaklar kabullenen bahtsızlar da mevcuttur.
Meseleye vakıf olan ilim sahipleri Rabbimizin “Biz” ifadelerini “Biz Azimüşşan”
olarak ifade etmek suretiyle isabetli bir anlayış ve hizmet ortaya koymuşlardır.
17