SlideShare a Scribd company logo
1 of 13
Sunuş
SUNUŞ
‫اعوذ‬ ‫ريجيم‬ّ‫ج‬ ‫ال‬ ‫شيطان‬ّ‫ج‬ ‫ال‬ ‫من‬ ‫لل‬ّ‫ج‬ ‫با‬
Eûzü billâhi mine’ş-şeytani’r-racîm
Kur'an'ı Arapça aslından okuyup anlamak ve anladıklarımı Türkçe anlatmak üzere,
Şeytanıracîmden, onun telkin ve iğvalarından Allah'a sığınıyorum. Allah'ın izniyle bu kitapta
hevâ, heves ve kuruntudan kaynaklanan ham düşünce üretimine yer verilmemiştir.
Açıklamalar Kur'ancadır, yani Rabbimizin açıklamalarıdır. Bir ayetteki kısa ve öz ifadeler,
daha ilerideki surelerde detaylandırılmış olan ayetler ile açıklanmıştır.
‫العالما‬ ‫ب‬ّ‫ج‬ ‫ر‬ ‫لل‬ّ‫ج‬ ‫نلحمد‬ .............
Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn…….
Tam olarak yalnız kendisine malum olan özelliklerini bilemediğimiz için Yüce Allah'ı
layığı ile övemesek de, bilebildiğimiz ve tahayyül edebildiğimiz tüm övgüleri âlemlerin
Rabbi, Rahman ve Rahîm Allah için özgülüyor, bilhassa bize Kur'an'ı Türkçe olarak
okuyucuya sunma nimetini bahşettiği için O’na sonsuz şükranlarımızı arz ediyoruz.
‫علينا‬ ‫سال م‬ّ‫ج‬ ‫وال‬ ‫صلوة‬ّ‫ج‬ ‫وال‬ ...........
Vessalâtü vesselâmü aleyna ……..
Yüce Rabbimizden, peygamberi Muhammed'i, yakınlarını ve arkadaşlarını
destekleyip kolladığı gibi, bizlerle birlikte Allah'ın dinine hizmet edenlerin tümünü de
korumasını, kollamasını ve desteklemesini niyaz ediyoruz.
Bu kitap “tefsir” değil, “tebyin”dir.
“‫تسفسسسير‬ّ‫ج‬‫ال‬ Tefsir” sözcüğü, terim olarak “Kur'an'ı, Yüce Allah'ın muradına
delâlet etmesi yönünden beşerî takat oranında açıklamak” demektir.
“ ‫تسفسير‬ Tefsir” sözcüğünün kökü “ ‫فسر‬ Fesr” sözcüğüdür. “Açıklamak, örtülü
şeyi açmak” anlamına gelen bu sözcük, ilk defa tıp alanında “doktorun suya bakması”
anlamında kullanılmıştır. Nitekim bu kökün başka bir türevi olan “‫تسفسسرة‬ tefsira” sözcüğü,
“hastalığın tespiti için üzerinde araştırma yapılan sidik” demektir.1
Hekimler getirilen
“tefsira”ya bakarak hastalıkların sebeplerini bulup açıkladıkları için “fesr” sözcüğü de
zamanla yukarıda verilen “açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamında kullanılmaya
başlanmıştır. “Fesr” sözcüğünün tef'il babından mastarı olan “tefsir” sözcüğü de bu anlama
paralel olarak “iyice araştırmak, çokça açıklamak” anlamında kullanılmaktadır.
Bütün bunlar, “tefsir” sözcüğünün filolojik olarak şu anlamlara delalet ettiğini
göstermektedir: “Anlaşılamamış, kapalı, müşkil, müphem bir sözü, konuyu, ya da meseleyi
anlaşılır hâle getirmek.” Böyle bir tarif, sözcüğün terim anlamı için verdiğimiz tanımla da
uyumludur. Ragıp da el-Müfredat adlı eserinde “tefsir” sözcüğünü Lisanü’l-Arab'a uyumlu
olarak açıklamıştır.2
1
(Lisanü’l-Arab; Fesr maddesi, cilt 7, sf. 101)
2
(El Müfredat, Fesr maddesi, sf. 380)
1
Bu bilgilere göre “Kur'an tefsiri” diye yazılan eserler, müellifleri böyle
düşünmeseler de, Kur'an'ın kapalı, müphem ve örtülü olduğunu peşinen kabul etmiş
olmaktadırlar.
Bu nedenle, elinizdeki bu çalışmanın bir Kur'an tefsiri olmadığını
özellikle belirtmek gerekir. Bizim anlayışımıza göre Kur'an'ın insanlar tarafından tefsirine
ihtiyaç yoktur. Çünkü Kur'an'ın bizzat kendisi yüceler yücesi Rabbimiz tarafından yapılmış en
güzel tefsirdir. Nitekim Furkan suresinin 33. ayetinde “Onların sana getirdikleri her bir
sorunda Biz kesinlikle sana hakkı ve en güzel açıklamayı getirmişizdir” denilerek Kur'an'ın en
iyi tefsir olduğu, ele aldığı meseleleri en güzel şekilde açıkladığı ve problemleri tamamen
çözdüğü bildirilmektedir. Ayrıca Kur'an'da “ ‫سات‬‫س‬‫ين‬ّ‫ج‬‫ب‬ ‫سات‬‫س‬‫اي‬ Ayatün Beyyinatün”, “ ‫سبين‬‫س‬‫م‬ ‫ساب‬‫س‬‫كت‬
Kitabün Mübin”, “ ‫ينه‬ّ‫ج‬‫ب‬ Beyyenehü”, “‫ينات‬ّ‫ج‬‫مب‬ Mübeyyinat”, “ ‫تبيان‬ Tibyan” ve “ ‫بيان‬ Beyan” gibi
aynı kökten türetilmiş kavramlarla Kur'an ayetlerinin apaçık olduğu bildirilmiş, Kur'an'ın
kapalı, müşkil, anlaşılmaz olmadığı yüzlerce kez vurgulanmıştır. Yüce Allah kitabındaki
mesajlarının açıkça anlaşılabilmesini sağlamak için her türlü anlatım tekniğini kullanmış, bir
anlatım aracı olarak sivrisinek gibi en basit şeyleri bile örnek vermekten çekinmemiştir.
Böylece ilahi mesajlar üniversitedeki akademisyenden dağdaki çobana kadar herkes
tarafından anlaşılabilecek bir açıklığa kavuşturulmuştur. Eldeki mushafta necmlerin, hatta
necm içi birçok ayetin tertip ve tertili, tertip heyeti tarafından gaflet veya ihanet sonucu
sağlıklı yapılmadığından, Kur’an’ın bu özelliği fark edilememektedir.
Kur'an'ın herhangi bir tefsire gerek duyulmayacak kadar açık ve anlaşılır
olduğunu gösteren bu gerçekler ortada iken Kur’an’ı tefsir etme iddiasıyla yola çıkmak, en
hafifinden cüretkârlık olarak nitelendirilecek bir yaklaşım olsa gerektir.
“ ‫تبيين‬ Tebyîn” sözcüğü, iki zıt anlam için de kullanılan “ ‫بين‬ Beyn” sözcüğünün
türevlerinden olup tef'il babından mastardır. Saklama anlamına gelen “ ‫كتم‬ Ketm” sözcüğünün
zıt anlamlısı olan “tebyîn”, “açığa koyma” demektir. Ancak bu, iyi anlaşılmamış bir şeyi
açıklama anlamında değil, var olan bir şeyi ortaya koyma, gözler önüne serme anlamında bir
açığa koymadır. Meselâ Araplar “ ‫العينين‬ ‫لذى‬ ‫صبح‬ّ‫ج‬ ‫ال‬ ‫ين‬ّ‫ج‬‫ب‬ Beyyene’s-subhu li zi’l-ayneyni” yani
“Sabah, gözü olanlara her şeyi ortaya koydu” şeklinde bir deyim kullanmaktadırlar.3
Bir
benzetme yaparak anlatmak gerekirse; “Tebyîn” buzdolabında, kilerde veya herhangi bir
yerde durmakta olan yiyeceklerin yenmek üzere masanın üzerinde hazır duruma getirilmesi,
yani zaten var olan yiyeceklerin bulundukları yerden alınıp ortaya konulmasıdır. “Ketm” ise
tam tersine, ortada durması gereken bir şeyin ortadan kaldırılıp bir yerlere saklanmasıdır.
“Tebyin” sözcüğünün bu anlamı Kur'an'da net olarak vurgulanmıştır:
159,160
Şüphesiz indirdiğimiz açık delilleri ve doğru yol kılavuzunu, Biz,
kitapta insanlara apaçık gösterdikten sonra gizleyen kimseler; işte onlar; onları
Allah ve dışlayanlar, dışlayıp gözden çıkarır. Ancak günahtan dönüş yapan ve
düzeltenler ve açık delilleri ve doğru yol kılavuzunu açıkça ortaya koyanlar
başkadır. İşte onlar, Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve Ben tevbeleri çokça
kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, çokça merhamet edenim. (Bakara/ 159, 160)
187
Ve hani Allah, kendilerine Kitap verilen kimselerden sağlam sözünü almıştı: “Kitabı
kesinlikle insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” Onlar ise bunu sırtlarının
ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte, satın aldıkları şeyler ne kötüdür!
(Âl-i Imran/ 187)
Tebyin sözcüğünün ism-i mef'ul kalıbına konulmuş bazı türevleri Kur’an’da “ ‫فاحشة‬
‫ينسسة‬ّ‫ج‬‫مب‬ Fahişetün mübeyyinetün (Nisa 19, Ahzab 30, Talâk 1)” ve “ ‫ينسسات‬ّ‫ج‬‫مب‬ ‫ايسسات‬ Ayatün
3
(Lisan)
2
mübeyyinâtün (Nur 34, 46, Talâk 11)” şeklindeki ifadelerle yer almıştır. “Beyan” sözcüğünün
türevlerinden olup “apaçık” anlamına gelen sözcükler ile “açığa koyma” anlamındaki
“tebyin” sözcüğü ve onun ism-i mef’ul kalıbındaki türevleri bazıları tarafından anlamdaş
olarak kabul edilse bile, her bir sözcüğün anlamı bulunduğu kalıp itibariyle bir diğerinden
farklıdır.
Türediği kök, kalıbı ve Kur'an bütünlüğü içinde “‫تبيين‬ Tebyin”, “Her biri gayet açık ve
seçik olan Kur'an ayetlerinin ortaya konularak gözler önüne serilmesi” anlamına gelmektedir.
Bu ortaya koyuş, Kur'an'ı vahyeden ve onu açıklamayı kendi üzerine borç alan Rabbimizin
yaptığı bir iştir. Peygamberlerin Allah'tan aldıkları vahyi kendi toplumlarına aktarmalarına
“tebliğ” denmekle birlikte, sonraki yinelemeleri de mahiyeti bakımından birer “tebyin”
faaliyetine dönüşmektedir (Nahl 39, 44, 64, Zühruf 63, Maide 19, 15, İbrahim 4). Kavram bu
bağlamda ele alındığında, müminlerin görevinin sadece tebyin olduğu anlaşılmaktadır. Sözün,
kelamın açıklaması, arapça da “Tavzih, izah, şerh, tefsir ve tasrih” sözcükleriyle ifade edilir.
Bizim yapmaya çalıştığımız da budur. Kur'an'ı kapalı, anlaşılmaz olmaktan tenzih
eder, “onu tefsir ettik” deme cüretinden Rabbimize sığınırız.
Görevi sadece tebyin olması gereken müminlerin Kur'an'ın apaçık olma özelliğine
gölge düşürme ihtimalleri bulunan diğer bir önemli konu da müteşabih ayetlerin tevili
konusudur.
Zümer suresinin 23. ve Âl-i İmran suresinin 7. ayetleri, Kur'an’ın “ ‫محكم‬ muhkem” ve “
‫متشابه‬ müteşabih” ayetlerden oluştuğunu açıkça belirtmektedir. Mekke’de inen ve iniş sırasına
göre 59. sırada yer alan Zümer suresinin 23. ayeti bir ipucu olarak değerlendirildiğinde, o ana
kadar inmiş olan bütün ayetlerin müteşabih oldukları öne sürülebilir. Muhkem ve müteşabih
kavramlarının ne anlama geldiklerini açıklama gereği duyan sözlük, ansiklopedi ve terim
kitaplarının neredeyse tümünde “muhkem” sözcüğünün açık, anlaşılan, sağlam; “müteşabih”
sözcüğünün ise kapalı ve anlaşılmaz anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Söz konusu lügat ve
ansiklopedilerin işlediği ortak yanlış, bu iki sözcüğün birbirinin karşıt anlamlısı olarak
gösterilmesidir.
Bu satırları yazan, söz konusu kavramların zıt anlamlı iki sözcük olduğu şeklindeki
yerleşik kanaati paylaşmamaktadır. Ayrıntıları yeri geldiğinde verilecek olmakla birlikte,
Kur'an ayetleri hakkında yerleşmiş bulunan bu yanlış ön kabulü düzeltmek üzere her iki
kavramın özü hakkında kısaca bilgi vermeyi yararlı görmekteyiz.
“‫سم‬‫س‬‫محك‬ Muhkem” sözcüğü “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla muhkem ayetler,
içerisinde insanları kargaşa ve zulme düşmekten engelleyen ilkelerin bulunduğu ayetler
anlamına gelir. Bu ayetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Bu ayetlerden, ifade
ettikleri birincil anlamlardan başka anlamlar çıkarılmaz.
Müteşabih ayetler ise birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar içeren
ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan ayetler demektir. Bu ayetler mecaz, kinaye ve diğer
edebî sanatların da kullanıldığı ama yapılan benzetme ve örneklemelerden dolayı kültür
seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabilecekleri ayetlerdir. Onlar da tıpkı muhkem
ayetler gibi açık, seçik, anlaşılır ayetler olup kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz
değildirler. Müteşabih ayetler kapalı, müşkil ve anlaşılmaz ayetler olarak kabul edildiği
takdirde Zümer-23’te “Sözün en güzeli” olarak nitelenen Kur'an, aynı zamanda kapalı,
anlaşılmaz ayetler de içeriyor olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz ayetlerin “sözün en güzeli”
olması anlamına gelir ki, Kur'an ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir.
İşin doğrusu, müteşabih ayetler anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel anlamlar
içeren, kim hangisini anlarsa anlasın bu anlamların hepsinin de doğru olduğu ayetlerdir.
Kur'an, Âl-i Imran suresinin 7. ayetinde bu ayetlerin tevilinin mümkün olduğu
bildirilmektedir. Belirtmek gerekir ki, “ ‫سل‬‫س‬‫تأوي‬ Te’vil” sözcüğü kimilerinin “yorumlama”,
kimilerinin de “tefsir etme” anlamında kullandığı, dolayısıyla anlamı çarpıtılmış sözcüklerden
3
biridir. Aslında sözcük “ ‫ريجسسوع‬ّ‫ج‬ ‫ال‬ geriye dönüş” anlamındaki “‫اول‬ evl” sözcüğünün tef'il
babından mastarıdır. Türkçedeki “evvel, ilk” sözcükleri de bu sözcükten gelmektedir.
“Te’vil” sözcüğü, geriye dönüş şeklindeki kök anlamından değişerek tedbir
[arkalaştırma] yani birinci, ikinci, üçüncü şeklinde ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik
sırasına koymak anlamlarında kullanılır.
Bu anlamlara göre müteşabih ayetlerin tevili demek, “o ayetlerin birbirinden güzel,
birbirine benzeyen açık seçik anlamlarının arka arkaya sıralanması, bu anlamların öncelikli
bir sıraya tabi tutulması; bunlardan birinin ilk anlam olarak tercih edilmesi” demektir. Yoksa
anlamları sadece Allah tarafından bilinen kapalı ve anlaşılmaz ayetlerin ancak “rasihûn”
denen ehil kimselerce yorumlanabilmesi değildir.
Karşıt anlamlı oldukları iddia edilen muhkem ve müteşabih ile müteşabih ayetlerin
tevili konularındaki daha ayrıntılı bilgiye bu kelimelerin geçtiği Kur'an ayetleri incelenirken
değinilecektir. Yine de unutulmamalıdır ki, ayetteki muhkem ve müteşabih kelimeleri birer
terim olmayıp sözlük anlamlarında kullanılmış normal sözcüklerdir.
KUR’ÂN MUCİZE BİR KİTAPTIR
• Kur’ân, fesahat [anlatımda açıklık, düzgünlük ve amaca uygunluk], belağat
[bir şeydeki derin anlamı ifade yeteneği] ve icaz [az sözle çok şey anlatma]
bakımından; teşbih, hakikat, mecâz, istiare, kinaye, haber-inşa cümlesi: emir, nehy,
istifham, temenni, nida, kasr, vasl-fasl, icaz, itnab, intak, tıbak, mukabele, umum-
husus, icmal-tafsil, musâvat, zikir-hazf, cinas, seci, husnü'l-ibtida, husnü'l-intiha,
iltifat vb. birçok edebî sanat açısından eşsiz bir kitap, edebî bir şaheserdir. Oysa
Allah Elçisi Muhammed As’ın ne edebî bir geçmişi, ne de herhangi bir öğrenimi
vardır. Dolayısıyla böyle bir kitabı kendisi yazmış olamaz.
Kur’ân, Arapların en ileri olduğu edebiyat alanında gerçekleşmiş bir
mucizedir. Gerçekten de Arap edebiyatı, –bizim edebiyatımız da dahil olmak üzere–
tüm dünya edebiyatına kaynak olmuştur. Kur’ân tam anlamıyla bir edebî mucizedir.
Edebî alandaki yüksek seviyesi dünyaca da kabul edilen bir toplum içinden bir kişi
çıkmış ve toplumdaki edebiyatçılar başta olmak üzere herkesi hayran bırakan sözler
söylemeye başlamıştır. Toplumu tarafından çok iyi tanınan bu kişinin daha önce
edebiyatla hiç ilgilenmemiş olması, topluma tebliğ ettiği âyet ve sûrelerin, –
birbirilerine yardım etseler bile– insanların meydana getiremeyecekleri ölçüde
olağanüstü olması, muhatapları büyük bir şaşkınlığa düşürmüştür. Normal
hayatındaki konuşmaları ile yine o eski Mekkeli Muhammed olan bu kişi, kendisine
vahyolunduğunu söyleyerek okuduğu Kur’ân ile bir mucize sergilemiştir.
• Kur’ân, evvelki kitapları ve elçileri tasdik etmektedir. Oysa onu Elçi yazmış
olsaydı, mutlaka tutkularına uyar, geçmiş kitap ve elçileri onaylamak yerine
kendisini ön plâna çıkararak her şeyi kendisine mal etmek isterdi.
• Kur’ân, içerisinde fizik, kimya, biyoloji, astronom, kozmoloji, eğitim,
psikoloji ve sosyoloji hakkında nice bilgiler bulunması nedeniyle, içeriği ve öğretisi
bakımından da eşsiz bir kitaptır. Oysa Peygamberimiz, Mekke'de yetişmiş, hayatının
her dönemi herkesçe bilinen, çevresinde herhangi bir okul veya öğretici bulunmayan
bir kimsedir. Dolayısıyla, Kur’ân'daki bilgileri bilmesi bir yana, o konuları
düşünmesi bile mümkün değildir. Kur’ân'ın bu özelliğinin kıyâmete kadar devam
edeceği de Kur’ân'da, Onun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem afakta [dış
dünyada], hem kendi bünyelerinde alâmetlerimizi/göstergelerimizi onlara
4
göstereceğiz. Rabbinin şüphesiz her şeye tanık olmuş olması da yetmedi mi? (61/41,
Fussılet/53(Necm;249) şeklinde bildirilir.
• Kur’ân, birçok tarihî hâdise içermektedir. Allah'ın Elçisi Muhammed As. ise,
böyle konulardan haberi olmayan bir kişidir. Bu hâdiseleri bilmesi de, yanlışsız
olarak uydurması da imkânsızdır.
• Kur’ân, geçmişe ait olduğu kadar geleceğe ait bilgiler de vermektedir. Bu
bilgilerin doğrulukları zaman içinde tek tek ortaya çıkmıştır. Bir insanın
kendiliğinden, aynıyla doğru çıkan bu tür haberler verebilmesi mümkün değildir.
• Kur’ân, yapısal yönü ile de birçok mucize içermektedir. Öyle ki, geniş
hacmine, içeriğine rağmen hiçbir açıdan çelişki ve tutarsızlık bulunmamaktadır. Bu
husus Nisâ/82(Necm;548)'de, Hâlâ Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o,
Allah'tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar
bulurlardı ifadeleriyle yer almaktadır. Yetenekleri bu işe yetmeyeceği herkesçe
bilinen bir kimse tarafından, böyle bir kitabın yazılamayacağı da ortadadır.
Kur’ân üzerinde düşünen her insanın saptayabileceği bu özellikler, Kur’ân'ın
Peygamberimizin eseri olmadığını gösterir. Yûnus/37-39(Necm;176)'deki, Ve bu
Kur’ân, Allah'ın astları tarafından uydurulan değildir. Lâkin sadece içinde konu
edilenlerin tasdiki ve o kitabın/Tevrât'ın ayrıntılı olarak açıklanmasıdır. Onda şüphe
edilecek hiçbir şey yoktur. Âlemlerin Rabbindendir ifadesi de buna işaret ederek,
Kur’ân'ın Allah katından vahiy ile indirilmiş bir kitap olduğunu bildirmektedir.
Bu çalışma Kur'an'ın iniş sırasına göre yapılmıştır. Çünkü Kur'an'ı daha
iyi anlamak için onu surelerin iniş sırasına göre incelemekten yanayız. Aslında
Kur'an kronolojik sıralamaya uyularak parça parça inen ayetler, necm necm inen
ayetler, gruplar hâlinde inen ayetler arka arkaya getirilmek suretiyle yeniden tertip
edilmeli ve bu şekli ile okunup anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bize göre böyle bir
düzenleme son derece gereklidir. Ancak bu gereklilikten önce bir zorunluluk daha
vardır. Zira Rabbimiz Vakıa suresinde bu hususa dikkatimizi çekmiştir:
75
Artık hayır. Necmleri/her indirilmede gelen âyetlerin yerlerini/zamanlarını; inişini kanıt
gösteririm ki –76
ve eğer bilirseniz bu büyük bir kanıt gösterimidir–, 77
hiç kuşkusuz o, şerefli
Kur’ân'dır. 78
Saklanmış/korunmuş bir kitaptadır. 79
Ona zihinsel olarak temizlenmişlerden başkası
temas edemez. 80
O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir.
(Vakıa; 75-80)
Bugün için surelerin ve ayetlerin iniş sırasını tamamen doğru olarak belirlemek imkân
dahilinde değildir. Bunun nedeni, bu amaçla hazırlanmış ve gerekli incelemelerden geçmiş,
kuvvetli belgelere dayanan bir düzenlemenin mevcut olmayışıdır. Ancak; Kur'an’ın üslûp ve
içeriği göz önünde bulundurulmak şartı ile eski tespitlerden yola çıkılarak yapılacak bir
çalışma, her ne kadar tam doğru bir tertibe ulaşmayı sağlamasa da, doğruya yakın bir tertibe
yaklaşılmasını mümkün kılabilir.
Bilindiği gibi, Kur'an bir kerede toplu olarak değil, iyice sindirilmesi, ortaya çıkan her
bir problemi çözmesi ve en gizlileri bile deşifre etmesi gerekçeleriyle parça parça, necm
necm, bölüm bölüm indirilmiştir:
32
Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler: “Kur’ân o'na bir defada
topluca indirilmeli değil miydi?” de dediler. Biz, onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyle
parça parça indirdik. Ve Biz, onu tane tane/ birbirine karıştırmadan vahyettik.
5
33
Onların sana getirdikleri her bir sorunda Biz kesinlikle sana hakkı ve en güzel açıklamayı
getirmişizdir.
(Furkan/ 32, 33)
Bu şekilde parça parça, necm necm, bölüm bölüm inen ayetler, Kur'an'dan
öğrendiğimize göre ilk dönemlerden itibaren sayfa sayfa yazılmış ve sureler hâline
getirilmiştir. Çünkü bazı ayetlerde [Bakara 23; Tövbe 64, 86, 124, 127; Yunus 38; Nur 1;
Muhammed 20, Hud 13] Kur'an surelerinden, Abese 13’te de Kur'an sayfalarından
bahsedilmektedir. Fakat Abese suresinin 13. ayetinde sözü edilen Kur'an sayfaları ne maddi
olarak bugün elimizdeki 605 sayfadır, ne de diğer ayetlerde sözü edilen sureler 114 adet
olarak tespit edilmiş surelerdir. Çünkü bugün elimizdeki Kur'an sayfaları hattatların yazdığı
sayfalardır. 114 adet olarak belirlenmiş sureler ise “sure”den söz eden ayetlerin indiği
zamandaki sure anlayışı ile değil, yıllar sonra sahabenin içtihatlarındaki anlayış ile belirlenmiş
surelerdir.
Bizim anlayışımıza göre, Kur'an'daki her necm [vahy bölümü] bir sayfa, her konu da
bir sure idi.
Gönül, her bir necmin iniş sırasının belirlenmiş olmasını, surelerin tertibinin de bu
sıralamaya uygun olarak yapılmış olmasını isterdi. Bunun Kur'an’ın daha iyi anlaşılması
konusunda kolaylık sağlayacağı kanısındayım. Şahsen içimde İslâm ülkelerindeki
akademisyenlerin ortak çabalarıyla böyle bir çalışma yapılacağı ve bunda başarı sağlanacağı
yönünde bir umut taşımaktayım. Ne var ki, şimdilik bu hayalin önünde bir takım engeller
mevcuttur.
Sayfa ve surelerin oluşumu:
Elimizdeki Mushaf, sayfa ve surelerin sıralanışı yönünden kronolojik sıraya göre
değil, sahabenin; Mushaf tertip heyetinin kendi görüşleri doğrultusunda oluşturulmuştur. İlk
oluşumdan bu yana da bu konu hep tartışılmıştır. Özellikle belirtmek gerekirse, Kur'an
Allah'tan bu sıra ve tertip üzere gelmemiştir. Bu nedenle surelerin tertibi konusunda İslâm
bilginleri ve araştırmacılar arasında geniş bir ihtilâf vardır. Mevcut tertibin peygamberimiz
tarafından yapıldığını, yani tertibin tevkifî [vahye dayalı] olduğunu iddia edenler olduğu gibi,
sahabenin içtihatlarıyla yapıldığını ileri sürenler de vardır.
Tertibin tevkifî olduğunu ileri sürenler, Halife Osman zamanında yazılan ve “İmam”
ismi verilen Mushaf’ın bütün sahabe tarafından muhalefet edilmeden icmaen kabul edildiğini
de iddia etmişler ve diğer şahıs Mushaflarının yakılmasının mevcut tertibin Allah tarafından
vahiy ile yaptırıldığına yeterli kanıt olduğunu söylemişlerdir. Halbuki Kur'an'da böyle bir
vahiy yoktur. Olmadığı için de “Vahy-i Gayr-i Metluv” şeklinde bir kavram ihdas edilmiştir.
İmam Malik'in de içinde bulunduğu ve mevcut tertibin sahabe içtihadına dayandığını
kabul eden görüş sahipleri ise, sahabe elinde bulunan Mushafların farklı tertiplerde oluşunu
kendi görüşlerinin doğruluğuna kanıt olarak göstermektedirler.
Bizim bu konudaki görüşümüz şudur: Mevcut tertibin tevkifî olduğunu iddia edenler,
her şeyden önce bu iddialarına Kur'an'dan herhangi bir delil getirememektedirler. Konunun
irdelenmesine “bu konuda icma var” gibi bağlayıcı tavırlarla karşı çıkılması gerçeği
yansıtmadığı gibi, Kur'an’a ve İslâm’a da uygun değildir. Çünkü tarihsel olarak bu konuda bir
icmanın var olduğu ileri sürülemez; konu bilimsel adıyla “Müttefakun aleyh” [oy birliği
sağlanmış] bir konu olmayıp “Muhtelefün fih” [tartışmalı] olan bir konudur. Nitekim İbn-i
Mesud'un Mushaf’ında Tevbe suresinin başında besmele olduğunu nakleden kaynakların
mevcudiyeti, konunun tartışmalı olduğunu göstermektedir. Ayrıca ayetlerin tertibinde
herhangi bir ihtilâf olmamakla beraber bazı sahabilerin surelerin tertibinde farklılıklar olan
Mushafları kendi yanlarında muhafaza ettikleri de nakledilen rivayetler arasındadır. Nitekim
bugünkü Mushaf’ın dışında, İbni Mesud Mushaf’ı, Ali Mushaf’ı, İbni Abbas Mushaf’ı, Ubeyy
b. Ka'b Mushaf’ı gibi farklı tertip edilmiş Mushaf’ların da varlığı bilinmektedir. İbni
Mesud'un Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Nisa, Âl-i İmran … şeklinde sıralanmış olan sureler,
6
Osman'ın Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa … şeklinde sıralanmıştır. Her iki
Mushaf’ta da iniş sırası gözetilmemiştir. İniş sırasına göre tertip edildiği söylenen Ali
Mushaf’ı ise Alak, Müddessir, Kalem, Müzzemmil, Tebbet, Tekvir, A'lâ … sıralamasıyla,
önce Mekkî sureler sonra da Medenî sureler şeklinde tertip edilmiştir. Surelerin tertibinde
görülen bu farklılıklar, tertibin tevkifî olmayıp sahabenin içtihatlarına göre yapıldığına delâlet
etmektedir. Ayrıca mevcut tertipte birçok tertip hatası bulunmaktadır. Böyle hatalı br tertibin
Allah’a fatura edilmesi ise cinayetlerin en büyüğüdür.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Kur'an okurken ayet ve surelerin sıralanışı
ile ilgili olarak herhangi bir Kur'an ayetinden destek almayan, tertibi hakkında müçtehitlerin
icma ettikleri kanıtlanamayan ve birden fazla mevcudu bulunan tertiplere uymak hiçbir
şekilde zorunlu değildir.
Mekkî ve Medenî sureler ayırımı, surelerin indiği mekânlar dikkate alınmadan, sadece
Hicret göz önüne alınarak yapılmıştır. Çünkü mekâna göre bir ayırım yapılmış olsaydı,
yollarda inen sureleri, meselâ Mina, Arafat, Bedir ve Uhud gibi bölgelerde inen sureleri de
ayrı bir kısım olarak saymak gerekecekti.
Mekkî ve Medenî şeklinde bir ayırım yapılmış olmasına rağmen, bazı surelerin
tamamının Mekkî ve bazı surelerin de tamamının Medenî olmadığı bilinmektedir. Yani bazı
Mekkî surelerin içinde Medenî döneme ait, bazı Medenî surelerin içinde de Mekkî döneme ait
ayetler vardır. Bunlar ilgili bölümlerde belirtilmiştir.
Surelerin kaç tanesinin Mekkî, kaç tanesinin Medenî veya kaç tanesinin karışık olduğu
üzerinde görüş birliği sağlanmış değildir. Suyûtî'ye göre 82 sure Mekkî, 20 sure Medenî,
geriye kalan 12 sure ise ihtilâflıdır. Ubeyy b. Ka'b'a göre 87'si Mekkî, 27'si Medenî'dir.
Nöldeke'ye göre 90'ı Mekkî, 24'ü Medenî'dir. Mısır Meliki Fuat'ın 1342’de ilmî bir heyete
tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise, surelerin 86'sı Mekkî, 28'i Medenî'dir. Bu
mushafın her suresinin başında o surenin Mekkî veya Medenî olduğu, Mekkî ise içindeki
Medenî ayetler, Medenî ise içindeki Mekkî ayetler, surenin hangi sureden sonra nazil olduğu
ve ihtiva ettiği ayet sayısı bildirilmektedir.
Sureler, içlerindeki dikkat çekici bir kelimeye veya genel içeriğine göre
isimlendirilmiştir. Bu nedenle bazı surelerin birden fazla ismi vardır. Meselâ Fatiha suresine
yirmi kadar isim verilmiştir: Fatihatu'l-Kitab, es-Seb'ul'l-Mesâni, Ummu'l-Kitab, el-Kâfiye,
el-Esâs, ed-Dua … gibi. Enfal suresinin diğer bir ismi Bedr, İsra suresininki Subhân, Neml
suresininki Süleyman, Fatır suresininki el-Melâike’dir. Bazen de iki veya ikiden fazla sureye
müşterek bir isim verilmiştir. Meselâ Bakara ve Âl-i İmran surelerine ez-Zahrâvân, Felâk ve
Nas surelerine de el-Muavvizetân denilmektedir.
Peygamberlere ait kıssaları ihtiva eden sureler, genellikle surede konu edilen
peygamberin adı ile isimlendirilmişlerdir: Nuh, Hud, İbrahim, Yusuf, Muhammed sureleri
gibi. Çeşitli kavim ve kabilelerden bahseden bazı sureler de o kavimlerin isimleriyle
adlandırılmışlardır: Benû İsrail, el-Melâike, el-Cinn, el-Münafikûn, el-Mutaffifûn sureleri
gibi. Ancak bu bir kural olmadığı gibi, surelerin bahsettikleri konuya göre adlandırılmaları
şart da değildir. Meselâ Musa'dan bahseden Tâ Hâ, Kasas ve A'râf surelerinden hiç biri Musa
suresi diye adlandırılmamıştır.
Besmeleler, yani elimizdeki Mushaflarda her surenin başında bulunan besmeleler
Kur'an'dan olmayıp iki sure arasını belirtmek amacıyla hattatlar tarafından konulmuştur.
Fatiha suresinin başındaki besmele ise Kur'an'dandır ve o surenin birinci ayetidir. Nüzul
sırasına göre Fatiha suresi beşinci sırada yer aldığından, biz Fatihanın besmelesinden önce de
ayraç olarak besmele koymuş bulunuyoruz.
Yukarıda sıraladığımız ve Kur'an'dan olmayan, sonradan icat edilmiş bir takım
farklılıklar Kur'an'ın iniş sırasına göre tertiplenmesini engellemiş bulunmaktadır. Oysa her
Müslüman Abese suresinin 13. ayetinde bildirilen Kur'an sayfaları ile Bakara, Tevbe, Yunus,
Nur, Muhammed ve Hud surelerinde bildirilen Kur'an surelerini talep edebilir. Bu talebin tabiî
7
bir hak olarak görülmesi gerekir. Bu hakkı teslim etmekle yükümlü olanlar ise, bilgi, belge ve
sorumluluk sahibi olan herkestir.
Nüzul sırasının neden gerekli olduğu sorusunun tek cevabı, “Kur'an'ı daha iyi anlamak
için”dir. Ancak; Kur'an'ın nüzul sırasına göre okunması yönündeki önerimizi yanlış
değerlendirip başka tertipteki Mushaflardan Kur’an okunmasının yararsız olduğu görüşünü
benimsediğimiz anlamı çıkarılmamalıdır. Meselâ, o günkü iktidarın görüşüne göre tertip
edildiği için “Resmî Mushaf” diye bilinen ve Halife Osman tarafından tertip ettirilen Mushaf,
sahabenin içtihadıyla oluşturulmuştur. Dolayısıyla sahabeler gibi Kur'an hakkında engin bilgi
birikimi olanlar için böyle bir tertibin yararsız olduğu söylenemez. Ancak; Kur'an ve İslâm
hakkında yeterli birikimi olmayanların, Kur'an'ı tanımayıp da yeni tanıyacak olanların ve
cahiliyet dönemindekine benzer bir küfür ve şirk ortamında bulunanların bu Mushaf’tan
gereği gibi yararlanamama riskleri vardır. “Resmî Mushaf” tabir edilen bugünkü tertipteki
Kur'an'ı başından itibaren ilk defa okumaya başlayan bir kimsenin, ister Arapça orijinalinden
okusun, isterse mealinden okusun, Bakara suresinin 6. ve 7. ayetlerine geldiğinde kafası
karışacak, Kur'an'a ve İslâm'a karşı olumsuz hisler duyacaktır. Okunan mealin hatalı olması
durumunda ise, duyulan olumsuz tepki alenî bir düşmanlığa dönüşebilecektir. Samimiyetle
belirtmek gerekirse, toplumumuzda bu ayetleri anlamış insan sayısının zaten oldukça az
olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Bir de Kur'an'ı ilk defa eline alan kimseler tarafından
okundukları düşünülürse, bu kimseler İslâm'a yakınlaşacakları yerde Kur'an'ı anlamamaları
veya yanlış anlamalarından dolayı İslâm karşıtı hâline gelebilecektir. Bu ayetler şunlardır:
6
Şüphesiz şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş şu kimseler; onları uyarsan
da, uyarmasan da onlar için birdir: onlar inanmazlar.
7
Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; onların gözlerinin üzerinde
perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir.
(Bakara/ 6, 7)
Bize göre, bu ayetleri anlayabilmek için Kur'an'dan en az beş bin ayetin
sindirilircesine öğrenilmiş olması gerekir. Çünkü bu ayetler ilk inen ayetlerden yaklaşık on yıl
sonra inmiştir. Bakara suresindeki bu ayetleri o gün duyanlar ve okuyanlar, anlamlarını gereği
gibi anlayabilecek bir alt yapıya sahiptiler. Bu nedenle de onları rahatça anladılar. Aynı
ayetler bugün de alt yapısı uygun olanlar için anlaşılabilir niteliktedir. Ama ya Kur'an ile yeni
tanışanlar ve alt yapısı olmayanlar? Böylelerinin “Demek ki, bazı kimselerin kalpleri ve
kulakları Allah tarafından mühürlendiğine ve uyarılmaları da kendilerine yarar sağlamadığına
göre, İslâm'ın ne olduğunu veya Allah'ın ne istediğini öğrenmek için boşuna çaba sarf etmenin
de yararı yoktur” diye düşünmeleri ve Kur'an'ı bir daha açmamak üzere terk etmeleri kuvvetle
muhtemel değil midir?
Eğitim ve öğretim, bir sistem ve yöntem gerektirir. Bugün hazırlık sınıfında İngilizce
öğrenmeye başlayan bir öğrenciye nasıl hemen Shakespeare okutulmuyorsa, ilkokulda
matematikle yeni tanışan çocuğa nasıl hemen üslü veya köklü sayılar değil de önce doğal
sayılar öğretiliyorsa, Kur'an eğitimine yeni başlayan birine de peygamberimizin ancak yirmi
ikinci yılda aldığı vahiy bilgilerinin verilmesiyle başlanmamalıdır. Onlarla başlandığı takdirde
de o ayetlerin gereği gibi anlaşılabileceği konusunda iyimser olunmamalıdır.
Bu görüşümüzü doğruladığı kanısında olduğum bir diğer örnek de Fatiha suresinin
sırasıyla ilgilidir. Bilindiği gibi, Fatiha Kur'an'ın en başında yer alan suredir ve bugüne kadar
böyle okunmuştur. Fakat Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir surelerinden sonra, iniş
sırasına göre beşinci sırada okunması hâlinde, daha önce farkına varılmamış anlamlarının
ortaya çıktığı bu usulü deneyenlerce ifade edilmektedir.
Kur'an’la ilgili olarak onun değişik özelliklerini de kapsayan en geniş açıklama, bu
alanda en muteber kaynak olarak gördüğümüz İmam Suyutî'nin “el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur'an”
adlı eseridir. Amacımız Kur'an'ı ona ilk muhatap olanlar gibi tanımak, anlamak, yaşamak ve
8
sonra da anladıklarımızı başkalarına sunmak olduğu için, Kur'an ilimleriyle ilgili detayları
uzun uzadıya nakletmenin şimdilik gereği yoktur. Bu sebeple Kur'an ile ilgili diğer özellikler,
çeşitli surelerde yeri geldiğinde açıklanacaktır.
Geçmişteki tespitleri de dikkate alarak okuyucuya sunmaya çalıştığımız Mushaf
tertibi, herkes tarafından bu konudaki en ciddî eser olarak bilinen Hattat Kadroğlu'nun
Mushaf’ıdır.
Kadroğlu'nun Mushafındaki Nüzul Sırası
MEKKE DÖNEMİ
Nüzül Mushaftaki Nüzül Mushaftaki
Sırası Sırası Sırası Sırası
Alak 1 96 Meryem 44 19
Kalem 2 68 Ta Ha 45 20
Müzzemmil 3 73 Vakıa 46 56
Müddessir 4 74 Şuara 47 26
Fatiha 5 1 Neml 48 27
Mesed 6 111 Kasas 49 28
Tekvir 7 81 İsra 50 17
A’lâ 8 87 Yunus 51 10
Leyl 9 92 Hud 52 11
Fecr 10 89 Yusuf 53 12
Duha 11 93 Hicr 54 15
İnşirah 12 94 En'âm 55 6
Asr 13 103 Saffat 56 37
Adiyat 14 100 Lokman 57 31
Kevser 15 108 Sebe 58 34
Tekasür 16 102 Zümer 59 39
Mâûn 17 107 Ğafir 60 40
Kâfirun 18 109 Fussılet 61 41
Fil 19 105 Şûra 62 42
Felâk 20 113 Zühruf 63 43
Nas 21 114 Duhan 64 44
İhlâs 22 112 Casiye 65 45
Necm 23 53 Ahkâf 66 46
Abese 24 80 Zariyat 67 51
Kadr 25 97 Ğaşiye 68 88
Şems 26 91 Kehf 69 18
Büruc 27 85 Nahl 70 16
Tin 28 95 Nuh 71 71
Kureyş 29 106 İbrahim 72 14
Karia 30 101 Enbiya 73 21
Kıyame 31 75 Müminun 74 23
Hümeze 32 104 Secde 75 32
Mürselat 33 77 Tur 76 52
Kaf 34 50 Mülk 77 67
Beled 35 90 Hakka 78 69
Tarık 36 89 Mearic 79 70
9
Kamer 37 54 Nebe 80 78
Sad 38 38 Naziat 81 79
A'râf 39 7 İnfitar 82 86
Cinn 40 72 İnşikak 83 84
Ya Sin 41 36 Rum 84 30
Furkan 42 25 Ankebut 85 29
Fatır 43 35 Mutaffifin 86 83
MEDİNE DÖNEMİ
Bakara 87 2 Haşr 101 59
Enfal 88 8 Nur 102 24
Âl-i Imran 89 3 Hacc 103 22
Ahzab 90 33 Münafikun 104 63
Mümtehıne 91 60 Mücadele 105 58
Nisa 92 4 Hucurat 106 49
Zilzal 93 99 Tahrim 107 66
Hadid 94 57 Teğabün 108 64
Muhammed 95 47 Saff 109 61
Ra'd 96 13 Cuma 110 62
Rahman 97 55 Feth 111 48
İnsan 98 76 Maide 112 5
Talâk 99 65 Tövbe 113 9
Beyine 100 98 Nasr 114 110
Yukarıdaki sıralamada Zilzal, İnsan, Rahman ve Ra'd sureleri Medine dönemi sureler
içinde yer almıştır. Ne var ki, son çağ araştırmacıları bu surelerin de Mekke dönemine ait
olduğu kanaatindedirler. Sureler, içerik ve üslup itibariyle de Mekke dönemine ait surelere
benzemektedirler.
Belirtmeyi gerekli gördüğüm hususlardan biri de, bu kitapta peygamberimiz için
sadece Allah'ın verdiği unvanların kullanılmış olduğudur. Rabbimiz, elçisine karşı
gösterilmesini istediği saygılı davranışları Kur'an'da şöyle bildirmiştir:
1
Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın ve Elçisi'nin iki eli arasında öne geçmeyin/ dinde kendi
görüşlerinizi öne çıkarmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi
bilendir.
2
Ey iman etmiş kimseler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize
yüksek sesle bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz bilincinde olmadan,
saygısızlıkta ileri gidersiniz de amelleriniz boşa gidiverir.
3
Şüphesiz Allah Elçisi'nin huzurunda seslerini kısan kimseler; işte onlar, Allah'ın, kalplerini
Kendisinin koruması altına girmesi için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara bağışlanmışlık,
korunmuşluk ve büyük bir ödül vardır.
4
Şüphesiz sana odaların arka tarafından seslenen kimseler; onların çoğu akıllı davranmıyorlar.
5
Ve eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi
olurdu. Ve Allah, kullarının günahlarını çok bilerek reddeden, onları cezalandırmayan ve bağışı bol
olandır, engin merhamet sahibidir.
(Hucurat/ 1- 5)
Gönül isterdi ki, peygamberimiz ile aynı çağda yaşayalım, ona sahabe/arkadaş olalım;
böylece ona karşı yukarıdaki ayetlerde Yüce Allah'ın emrettiği şekilde hürmet ve itaat
gösterelim. Böyle bir imkânımız olmadığına göre, bize düşen ona uymak, onun izinden
10
gitmek olmalıdır. Onun izinden gitmek ise, onun yaptığı ve vasiyet ettiği şeye uymakla
mümkündür. Peygamberimizin elçilik süresince yaptığı ve tüm Müslümanlara vasiyet ettiği
tek şey Kur'an'a uymak olduğuna göre, bizim de yapmamız gereken şey Kur’an’a uymak ve
onu yaşamaktır.
Bu kitapta dikkat ettiğimiz şeylerden biri de Resulullah’ı hangi isim ve sıfatlarla
anacağımız konusudur. Klâsik kitapların birçoğunda peygamberimiz için birer saygı ifadesi
olarak, “s.a.v.”, “Hz.”, “eşref-i mahlûkat [yaratılmışların en şereflisi]”, “fahr-i kâinat [evrenin
övüncü]”, “sırr-ı levlâke levlâk [evrenin kendisi hürmetine yaratıldığı]”, “sahibü’l-hülleti ve’t-
tac, rakibu’l-Burak fi leyleti’l-miraç [miraç gecesinde Burak'a binen Hülle ve taç giyen],
“ilklerin ve sonların efendisi” gibi Allah'ın peygamberimize vermediği isim ve rütbeler
kullanılmaktadır. Kur’an’ın uygulamasını esas alarak biz de o rütbe ve deyimleri
peygamberimiz için kullanmaktan uzak durduk. Çünkü Rabbimiz peygamberimizi Kur'an'da
şu ifadelerle zikretmektedir:
- “‫لل‬ّ‫ ه‬ ‫ا‬ ‫رسول‬ Allah'ın Elçisi” (Fetih; 29, Ahzab; 40)
- “‫م ى‬ّ‫ ه‬ ‫ال‬ ‫ ى‬ّ‫ ه‬ ‫نىب‬ّ‫ ه‬‫ال‬ Nebiy-yi Ümmi (Anakentli Peygamber)” (A'râf 157)
- “‫ ى‬ّ‫ ه‬ ‫نىب‬ّ‫ ه‬‫ال‬ Nebi (Peygamber)” (Enfal 64, 65, 70; Ahzab 1, 28, 45, 50, 59; Mümtehıne 12;
Talâk 1; Tahrim 1)
- “‫ ى‬ّ‫ ه‬ ‫نىب‬ّ‫ ه‬‫ال‬ ‫خاتم‬ Hatemu’n-Nebiyyîn [peygamberlerin mührü, sonuncusu, zirvesi]” (Ahzab
40)
Rabbimiz, Bazı peygamberler; Nuh, İbrahim, Musa, Ha^run, İlyas, için “Selam!”;
elçilerin tümü için de “ve selamün alelmürselin (Tüm elçilere selam! Saffât/181)” buyurduğu
için Rasülüllah için “As (Aleyhüsselam)” denilmelidir.
Allah, kendi peygamberini bu ayetlerdeki isim ve niteliklerle andığı gibi, onu
kendisinin selâmladığından başka şekilde selâmlayanların kimler olduğunu da Kur'an'da şöyle
bildirmiştir:
8
Fısıldaşmaktan yasaklandıktan sonra yine o yasaklananı yapmaya kalkışanları ve günah,
düşmanlık ve Elçi'ye karşı gelmek hususunda fısıldaşanları görmedin mi? Onlar, sana geldikleri
zaman seni, Allah'ın selâmlamadığı ile selâmlıyorlar. Kendi içlerinden de: “Bu söylediklerimiz
yüzünden Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?” derler. Cehennem onlara yeter. Oraya
yaslanacaklardır. Ne kötü dönüş yeridir!
(Mücadele/ 8)
Ayete göre Rabbimiz, peygamberimizi Allah'ın selâmlamadığı bir şekilde
selâmlayanların bu davranışını ikiyüzlü olduklarının bir göstergesi olarak
değerlendirmektedir. İfrat ölçüsünde bir sapma olan bu davranışı sergileyenlerin aslında
peygamberimizin ahlâkıyla ve sünnetiyle [Kur'an'a uyması ve Kur'an'ı yaşamasıyla] bir
ilgilerinin bulunmadığı, sadece çıkar sağlamayı amaçladıkları anlaşılmaktadır.
Peygamberimiz hakkında kullanılan fakat gerçek anlamından koparılarak
yozlaştırılmış bulunan bir başka kavram da “salâvat”tır. Salât ve salâvat kavramlarının ne
olup ne olmadığı, Allah'ın izniyle kitabımızın Kevser suresinin işlendiği bölümünde
açıklanmıştır.
Biz de peygamberimiz için Rabbimizin verdiği unvanlardan başka bir unvan ve sıfat
kullanmayarak Kur'an'ın bize gösterdiği yol ve usulden ayrılmadık. Konuyla ilgili olası
eleştirilerden korkmadığımız gibi, bu konuda suskunluk göstermenin bile sapkınlığa taviz
vermek olacağını düşündük.
Kitabımızda Kur’an’ın kavramlaşmış kelimeleri için en uygun Türkçe karşılıkların
bulunup kullanılmasına özen gösterdik. Dil konusunda bugüne kadar yeterince özen
gösterildiğini ileri sürmek mümkün değildir. Türkçe olarak basılan meal, tefsir ve diğer dinî
kitaplarda binlerce sözcük ve kavram ya Arapça kalmış, ya da Farsça gibi başka bir yabancı
11
dille bize intikal etmiştir. Dolayısıyla dini terminolojimizdeki salât, salâvat, abdest, oruç,
gusül, zikir, fikir, resul, nebi, belâ, fitne gibi pek çok sözcük ve kavram hiçbir zaman
Kur'an'daki gerçek anlamıyla anlaşılamamıştır.
Bunun sonucu olarak da:
- Önce bir ulema sınıfı oluşmuş ve dinin Kur'an'dan değil, bunların kısıtlı
anlayışlarından öğrenileceği anlayışı yaygınlaşmıştır.
- Giderek dini ilkeler yozlaştırılmış ve saf din hurafelerin istilasına uğramıştır.
- İstilâ sonucunda din paramparça olmuş, sayısı belli olmayan mezhepler ve meşrepler
ortaya çıkmıştır.
- Bu mezhep ve meşrepler giderek daha doktriner yapılara; ayrı ayrı dine dönüşmüştür.
Oysa Yüce Rabbimiz, Kur'an'dan önce yolladığı kitapları, mesajını iletmek istediği o
toplumların diliyle yolladığı gibi, gönderdiği peygamberleri de yine mesajını iletmek istediği
o toplumların içinden seçmiştir. Çünkü Rabbimizin amacı, mesajın muhataplar tarafından
iyice anlaşılmasını sağlamaktır:
4
Ve Biz onlara, açıkça ortaya koysun diye, her peygamberi yalnız kendi toplumunun diliyle
gönderdik. Artık Allah dilediğini/ dileyeni saptırır, dilediğini/ dileyeni de doğru yola iletir. Ve O, en
üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa
koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
(İbrahim/ 4)
Nitekim Âdem, Nuh, İdris, İbrahim, Musa, … İsa peygamberlerin getirdikleri mesajlar
hep kendi halklarının ana dillerinde olmuştur. Dolayısıyla Kur'an da Arapça konuşup anlaşan
bir topluma gönderildiği için Arapça olarak inmiştir. Bu ilahi sünnete göre eğer Kur'an
Türklere inseydi Türkçe, Rumlara inseydi Rumca, Fransızlara inseydi Fransızca olacaktı. Zira
toplumların mesajı anlayabilmeleri, aldıkları mesajın kendi dillerinde olmasına, doğru
anlamaları da kendi dillerini iyi bilmelerine bağlıdır. Kur'an Arapça olmasına rağmen
muhataplar Arapçayı iyi bilmiyorlarsa mesajı iyi anlamaları da söz konusu olamaz.
Kur'an her ne kadar ilk olarak Arap toplumuna hitap etmiş olsa da, Kur'an'ın
muhatapları dünya üzerindeki tüm insanlardır. (Sad 87; Nisa 105, 174; Yunus 57; İbrahim
52) Peygamberimiz de tüm insanlığın, farklı diller konuşan tüm halkların peygamberidir.
(Enbiya 107; A'râf 158 ve Sebe 28)
Dünya üzerinde yüzlerce farklı dil kullanan toplum yaşamaktadır. Bu durumda
insanların tümünün Arapça öğrenmesi söz konusu olamayacağına göre, Kur'an'ın dünyadaki
diğer dillere çevrilmesi zorunludur. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi ve bütün insanların
Allah'ın mesajını alabilmesinin sağlanması mevcut Müslümanların manevi sorumluluğudur.
Bu sorumluluğu yerine getirme konusunda kendini yetkin gören ilim adamlarının en
önemli görevi, Kur'an’ın dili olan Arapça'yı ve çeviri yapacakları dili çok iyi bilmeleri, çeviri
sırasında anlamı o dilde verilmemiş tek bir sözcük bile bırakmamalarıdır. Çünkü yarı Türkçe,
yarı Arapça, yarı Farsça bir çeviriden ne bir Türk, ne de bir başka toplumun bireyi bir şey
anlayabilir. Nakıs ve yetersiz bir çeviri ile Allah'ın mesajının gereği gibi aktarılabilmesi
imkansızdır. Kelime ve kavramların bir başka dilin sözcükleriyle karşılanması da yetmez.
Kur’an sözcüklerinin indiği dönemdeki saflığıyla anlaşılıp bugüne aktarılabilmesinin de
başarılması gerekir. Aksi halde otantik anlamların aktarılamaması mesajın da yeterli düzeyde
anlaşılamamasına neden olur. O günkü ifadelerin maslahat [yarar] ve mefsedet [zarar]
doğrultusunda modernize edilerek aktarılmasında ise bize göre bir sakınca yoktur. Çünkü
kelimelerin kendisi değil, mesajın içeriği önemlidir.
Dile ve çeviriye verilen önem ile aksi davranışların sonuçları, Rabbimizce Kur'an'da
açıklanmıştır (Bakara 75; Nisa 46; Maide 13, 41)
12
Sonuç olarak Kur'an, bütün sözcüklerin ne anlama geldiklerinin tam olarak
anlaşılmasını sağlayacak biçimde başka dillere çevrilmelidir. Yapılan çeviride kapalı,
anlaşılmaz tek bir sözcük bile bırakılmamalıdır. Eğer elinizdeki bu çeviride bir kapalılık,
anlaşılmazlık varsa, bu Kur'an'dan değil, çevirenin yetersizliğindendir.
Size bu Kur'an sofrasını hazırlayan âciz kul, yedi yaşından beri Kur'an’la ve Kur'an
ilimleri ile iç içedir. Türkçe ve Arapça yüzlerce tefsir, meal ve Kur'an ile ilgili kitap okumuş,
incelemiş ve tahlil etmiştir. Bütün bunlardan sonra, gördüğü lüzum üzerine Allah'ın izniyle bu
kitabı kaleme almaya başlamıştır. Yukarıda açıklanan gerekçeleri göz önünde tutarak Kur'an'ı
hiçbir etki altında kalmadan “Lisanü’l-Arab”ın sözcük anlamlarını, ifade tekniklerini,
Kur’an’ın tertilini ve bütünselliğini gözeterek günümüz Türkçesiyle sizlere sunmaya
çalışmıştır. Ecrini de sadece âlemlerin Rabbinden ummaktadır.
‫وحده‬ ‫لل‬ّ‫ ه‬ ‫العصمة‬ el-Ismetü lillahi vahdeh [Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…
Hakkı Yılmaz
13

More Related Content

What's hot (19)

11. duha suresi
11. duha suresi11. duha suresi
11. duha suresi
 
Sahih-i Buhari Hadis kitabı oku
Sahih-i Buhari Hadis kitabı okuSahih-i Buhari Hadis kitabı oku
Sahih-i Buhari Hadis kitabı oku
 
36. tarik
36. tarik36. tarik
36. tarik
 
LGS tekrar
LGS tekrar LGS tekrar
LGS tekrar
 
5.fatiha suresi
5.fatiha suresi5.fatiha suresi
5.fatiha suresi
 
2. kalem suresi
2. kalem suresi2. kalem suresi
2. kalem suresi
 
Kur'an neden oku diye baslar
Kur'an neden oku diye baslarKur'an neden oku diye baslar
Kur'an neden oku diye baslar
 
Mecalis i saba
Mecalis i sabaMecalis i saba
Mecalis i saba
 
Fatiha suresi suresi.com.tr
Fatiha suresi   suresi.com.trFatiha suresi   suresi.com.tr
Fatiha suresi suresi.com.tr
 
Tenbih
TenbihTenbih
Tenbih
 
Isarat ul icaz
Isarat ul icazIsarat ul icaz
Isarat ul icaz
 
24. abese suresi
24. abese suresi24. abese suresi
24. abese suresi
 
31. kiyamet suresi
31. kiyamet suresi31. kiyamet suresi
31. kiyamet suresi
 
GüNcel Itikat Meseleleri
GüNcel Itikat MeseleleriGüNcel Itikat Meseleleri
GüNcel Itikat Meseleleri
 
Esma i hüsna -72 el-fettâh(1)
Esma i hüsna -72  el-fettâh(1)Esma i hüsna -72  el-fettâh(1)
Esma i hüsna -72 el-fettâh(1)
 
Riyazüs Salihin Hadis Kitabı
Riyazüs Salihin Hadis KitabıRiyazüs Salihin Hadis Kitabı
Riyazüs Salihin Hadis Kitabı
 
28. tin suresi
28. tin suresi28. tin suresi
28. tin suresi
 
Resullerimiz diyor ki. turkish (türkçe)
Resullerimiz diyor ki. turkish (türkçe)Resullerimiz diyor ki. turkish (türkçe)
Resullerimiz diyor ki. turkish (türkçe)
 
Esma i hüsna -78 el-metîn
Esma i hüsna -78  el-metînEsma i hüsna -78  el-metîn
Esma i hüsna -78 el-metîn
 

Similar to 0.sunuş (16)

Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedekNecm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
Necm necm-meal-hakki-yilmaz yedek
 
İşaratül İcaz Tercümesi - Said Nursi - Terc. Şadi Eren
İşaratül İcaz Tercümesi - Said Nursi - Terc. Şadi Erenİşaratül İcaz Tercümesi - Said Nursi - Terc. Şadi Eren
İşaratül İcaz Tercümesi - Said Nursi - Terc. Şadi Eren
 
Tefsir ve Meal
Tefsir ve MealTefsir ve Meal
Tefsir ve Meal
 
20. felâk suresi
20. felâk suresi20. felâk suresi
20. felâk suresi
 
4. müddessir suresi
4. müddessir suresi4. müddessir suresi
4. müddessir suresi
 
3. müzzemmil suresi
3. müzzemmil suresi3. müzzemmil suresi
3. müzzemmil suresi
 
13. asr suresi
13. asr suresi13. asr suresi
13. asr suresi
 
15. kevser suresi
15. kevser suresi15. kevser suresi
15. kevser suresi
 
12. inşirah suresi
12.  inşirah suresi12.  inşirah suresi
12. inşirah suresi
 
Kur'an'ı Anlamak
Kur'an'ı AnlamakKur'an'ı Anlamak
Kur'an'ı Anlamak
 
Süveyda Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu.docx
Süveyda Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu.docxSüveyda Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu.docx
Süveyda Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu.docx
 
Allah'ın fiillerinde hikmet
Allah'ın fiillerinde hikmetAllah'ın fiillerinde hikmet
Allah'ın fiillerinde hikmet
 
26. şems suresi
26. şems suresi26. şems suresi
26. şems suresi
 
27. büruc suresi
27. büruc suresi27. büruc suresi
27. büruc suresi
 
Şuunat 2
Şuunat 2Şuunat 2
Şuunat 2
 
Ihsan
IhsanIhsan
Ihsan
 

More from TEBYİN-ÜL-KUR’AN (20)

Qur'an in English
Qur'an in EnglishQur'an in English
Qur'an in English
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur'an in english
Qur'an in englishQur'an in english
Qur'an in english
 
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmazQur an-in-english-hakki-yilmaz
Qur an-in-english-hakki-yilmaz
 
Sonsöz
SonsözSonsöz
Sonsöz
 
114. nasr suresi
114. nasr suresi114. nasr suresi
114. nasr suresi
 
112. maide suresi
112. maide suresi112. maide suresi
112. maide suresi
 
111. fetih suresi
111. fetih suresi111. fetih suresi
111. fetih suresi
 
110. cuma suresi
110. cuma suresi110. cuma suresi
110. cuma suresi
 
109. saff suresi
109. saff suresi109. saff suresi
109. saff suresi
 
108. teğabün suresi
108. teğabün suresi108. teğabün suresi
108. teğabün suresi
 
107. tahrim suresi
107. tahrim suresi107. tahrim suresi
107. tahrim suresi
 
106. hucurat suresi
106. hucurat suresi106. hucurat suresi
106. hucurat suresi
 
105. mücadele suresi
105. mücadele suresi105. mücadele suresi
105. mücadele suresi
 
104. münafikun suresi
104. münafikun suresi104. münafikun suresi
104. münafikun suresi
 
103. hacc suresi
103. hacc suresi103. hacc suresi
103. hacc suresi
 
102. nur suresi
102. nur suresi102. nur suresi
102. nur suresi
 
101. haşr suresi
101. haşr suresi101. haşr suresi
101. haşr suresi
 
100. beyyine suresi
100. beyyine suresi100. beyyine suresi
100. beyyine suresi
 
99. talak suresi
99. talak suresi99. talak suresi
99. talak suresi
 

0.sunuş

  • 1. Sunuş SUNUŞ ‫اعوذ‬ ‫ريجيم‬ّ‫ج‬ ‫ال‬ ‫شيطان‬ّ‫ج‬ ‫ال‬ ‫من‬ ‫لل‬ّ‫ج‬ ‫با‬ Eûzü billâhi mine’ş-şeytani’r-racîm Kur'an'ı Arapça aslından okuyup anlamak ve anladıklarımı Türkçe anlatmak üzere, Şeytanıracîmden, onun telkin ve iğvalarından Allah'a sığınıyorum. Allah'ın izniyle bu kitapta hevâ, heves ve kuruntudan kaynaklanan ham düşünce üretimine yer verilmemiştir. Açıklamalar Kur'ancadır, yani Rabbimizin açıklamalarıdır. Bir ayetteki kısa ve öz ifadeler, daha ilerideki surelerde detaylandırılmış olan ayetler ile açıklanmıştır. ‫العالما‬ ‫ب‬ّ‫ج‬ ‫ر‬ ‫لل‬ّ‫ج‬ ‫نلحمد‬ ............. Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn……. Tam olarak yalnız kendisine malum olan özelliklerini bilemediğimiz için Yüce Allah'ı layığı ile övemesek de, bilebildiğimiz ve tahayyül edebildiğimiz tüm övgüleri âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm Allah için özgülüyor, bilhassa bize Kur'an'ı Türkçe olarak okuyucuya sunma nimetini bahşettiği için O’na sonsuz şükranlarımızı arz ediyoruz. ‫علينا‬ ‫سال م‬ّ‫ج‬ ‫وال‬ ‫صلوة‬ّ‫ج‬ ‫وال‬ ........... Vessalâtü vesselâmü aleyna …….. Yüce Rabbimizden, peygamberi Muhammed'i, yakınlarını ve arkadaşlarını destekleyip kolladığı gibi, bizlerle birlikte Allah'ın dinine hizmet edenlerin tümünü de korumasını, kollamasını ve desteklemesini niyaz ediyoruz. Bu kitap “tefsir” değil, “tebyin”dir. “‫تسفسسسير‬ّ‫ج‬‫ال‬ Tefsir” sözcüğü, terim olarak “Kur'an'ı, Yüce Allah'ın muradına delâlet etmesi yönünden beşerî takat oranında açıklamak” demektir. “ ‫تسفسير‬ Tefsir” sözcüğünün kökü “ ‫فسر‬ Fesr” sözcüğüdür. “Açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamına gelen bu sözcük, ilk defa tıp alanında “doktorun suya bakması” anlamında kullanılmıştır. Nitekim bu kökün başka bir türevi olan “‫تسفسسرة‬ tefsira” sözcüğü, “hastalığın tespiti için üzerinde araştırma yapılan sidik” demektir.1 Hekimler getirilen “tefsira”ya bakarak hastalıkların sebeplerini bulup açıkladıkları için “fesr” sözcüğü de zamanla yukarıda verilen “açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. “Fesr” sözcüğünün tef'il babından mastarı olan “tefsir” sözcüğü de bu anlama paralel olarak “iyice araştırmak, çokça açıklamak” anlamında kullanılmaktadır. Bütün bunlar, “tefsir” sözcüğünün filolojik olarak şu anlamlara delalet ettiğini göstermektedir: “Anlaşılamamış, kapalı, müşkil, müphem bir sözü, konuyu, ya da meseleyi anlaşılır hâle getirmek.” Böyle bir tarif, sözcüğün terim anlamı için verdiğimiz tanımla da uyumludur. Ragıp da el-Müfredat adlı eserinde “tefsir” sözcüğünü Lisanü’l-Arab'a uyumlu olarak açıklamıştır.2 1 (Lisanü’l-Arab; Fesr maddesi, cilt 7, sf. 101) 2 (El Müfredat, Fesr maddesi, sf. 380) 1
  • 2. Bu bilgilere göre “Kur'an tefsiri” diye yazılan eserler, müellifleri böyle düşünmeseler de, Kur'an'ın kapalı, müphem ve örtülü olduğunu peşinen kabul etmiş olmaktadırlar. Bu nedenle, elinizdeki bu çalışmanın bir Kur'an tefsiri olmadığını özellikle belirtmek gerekir. Bizim anlayışımıza göre Kur'an'ın insanlar tarafından tefsirine ihtiyaç yoktur. Çünkü Kur'an'ın bizzat kendisi yüceler yücesi Rabbimiz tarafından yapılmış en güzel tefsirdir. Nitekim Furkan suresinin 33. ayetinde “Onların sana getirdikleri her bir sorunda Biz kesinlikle sana hakkı ve en güzel açıklamayı getirmişizdir” denilerek Kur'an'ın en iyi tefsir olduğu, ele aldığı meseleleri en güzel şekilde açıkladığı ve problemleri tamamen çözdüğü bildirilmektedir. Ayrıca Kur'an'da “ ‫سات‬‫س‬‫ين‬ّ‫ج‬‫ب‬ ‫سات‬‫س‬‫اي‬ Ayatün Beyyinatün”, “ ‫سبين‬‫س‬‫م‬ ‫ساب‬‫س‬‫كت‬ Kitabün Mübin”, “ ‫ينه‬ّ‫ج‬‫ب‬ Beyyenehü”, “‫ينات‬ّ‫ج‬‫مب‬ Mübeyyinat”, “ ‫تبيان‬ Tibyan” ve “ ‫بيان‬ Beyan” gibi aynı kökten türetilmiş kavramlarla Kur'an ayetlerinin apaçık olduğu bildirilmiş, Kur'an'ın kapalı, müşkil, anlaşılmaz olmadığı yüzlerce kez vurgulanmıştır. Yüce Allah kitabındaki mesajlarının açıkça anlaşılabilmesini sağlamak için her türlü anlatım tekniğini kullanmış, bir anlatım aracı olarak sivrisinek gibi en basit şeyleri bile örnek vermekten çekinmemiştir. Böylece ilahi mesajlar üniversitedeki akademisyenden dağdaki çobana kadar herkes tarafından anlaşılabilecek bir açıklığa kavuşturulmuştur. Eldeki mushafta necmlerin, hatta necm içi birçok ayetin tertip ve tertili, tertip heyeti tarafından gaflet veya ihanet sonucu sağlıklı yapılmadığından, Kur’an’ın bu özelliği fark edilememektedir. Kur'an'ın herhangi bir tefsire gerek duyulmayacak kadar açık ve anlaşılır olduğunu gösteren bu gerçekler ortada iken Kur’an’ı tefsir etme iddiasıyla yola çıkmak, en hafifinden cüretkârlık olarak nitelendirilecek bir yaklaşım olsa gerektir. “ ‫تبيين‬ Tebyîn” sözcüğü, iki zıt anlam için de kullanılan “ ‫بين‬ Beyn” sözcüğünün türevlerinden olup tef'il babından mastardır. Saklama anlamına gelen “ ‫كتم‬ Ketm” sözcüğünün zıt anlamlısı olan “tebyîn”, “açığa koyma” demektir. Ancak bu, iyi anlaşılmamış bir şeyi açıklama anlamında değil, var olan bir şeyi ortaya koyma, gözler önüne serme anlamında bir açığa koymadır. Meselâ Araplar “ ‫العينين‬ ‫لذى‬ ‫صبح‬ّ‫ج‬ ‫ال‬ ‫ين‬ّ‫ج‬‫ب‬ Beyyene’s-subhu li zi’l-ayneyni” yani “Sabah, gözü olanlara her şeyi ortaya koydu” şeklinde bir deyim kullanmaktadırlar.3 Bir benzetme yaparak anlatmak gerekirse; “Tebyîn” buzdolabında, kilerde veya herhangi bir yerde durmakta olan yiyeceklerin yenmek üzere masanın üzerinde hazır duruma getirilmesi, yani zaten var olan yiyeceklerin bulundukları yerden alınıp ortaya konulmasıdır. “Ketm” ise tam tersine, ortada durması gereken bir şeyin ortadan kaldırılıp bir yerlere saklanmasıdır. “Tebyin” sözcüğünün bu anlamı Kur'an'da net olarak vurgulanmıştır: 159,160 Şüphesiz indirdiğimiz açık delilleri ve doğru yol kılavuzunu, Biz, kitapta insanlara apaçık gösterdikten sonra gizleyen kimseler; işte onlar; onları Allah ve dışlayanlar, dışlayıp gözden çıkarır. Ancak günahtan dönüş yapan ve düzeltenler ve açık delilleri ve doğru yol kılavuzunu açıkça ortaya koyanlar başkadır. İşte onlar, Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve Ben tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, çokça merhamet edenim. (Bakara/ 159, 160) 187 Ve hani Allah, kendilerine Kitap verilen kimselerden sağlam sözünü almıştı: “Kitabı kesinlikle insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” Onlar ise bunu sırtlarının ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte, satın aldıkları şeyler ne kötüdür! (Âl-i Imran/ 187) Tebyin sözcüğünün ism-i mef'ul kalıbına konulmuş bazı türevleri Kur’an’da “ ‫فاحشة‬ ‫ينسسة‬ّ‫ج‬‫مب‬ Fahişetün mübeyyinetün (Nisa 19, Ahzab 30, Talâk 1)” ve “ ‫ينسسات‬ّ‫ج‬‫مب‬ ‫ايسسات‬ Ayatün 3 (Lisan) 2
  • 3. mübeyyinâtün (Nur 34, 46, Talâk 11)” şeklindeki ifadelerle yer almıştır. “Beyan” sözcüğünün türevlerinden olup “apaçık” anlamına gelen sözcükler ile “açığa koyma” anlamındaki “tebyin” sözcüğü ve onun ism-i mef’ul kalıbındaki türevleri bazıları tarafından anlamdaş olarak kabul edilse bile, her bir sözcüğün anlamı bulunduğu kalıp itibariyle bir diğerinden farklıdır. Türediği kök, kalıbı ve Kur'an bütünlüğü içinde “‫تبيين‬ Tebyin”, “Her biri gayet açık ve seçik olan Kur'an ayetlerinin ortaya konularak gözler önüne serilmesi” anlamına gelmektedir. Bu ortaya koyuş, Kur'an'ı vahyeden ve onu açıklamayı kendi üzerine borç alan Rabbimizin yaptığı bir iştir. Peygamberlerin Allah'tan aldıkları vahyi kendi toplumlarına aktarmalarına “tebliğ” denmekle birlikte, sonraki yinelemeleri de mahiyeti bakımından birer “tebyin” faaliyetine dönüşmektedir (Nahl 39, 44, 64, Zühruf 63, Maide 19, 15, İbrahim 4). Kavram bu bağlamda ele alındığında, müminlerin görevinin sadece tebyin olduğu anlaşılmaktadır. Sözün, kelamın açıklaması, arapça da “Tavzih, izah, şerh, tefsir ve tasrih” sözcükleriyle ifade edilir. Bizim yapmaya çalıştığımız da budur. Kur'an'ı kapalı, anlaşılmaz olmaktan tenzih eder, “onu tefsir ettik” deme cüretinden Rabbimize sığınırız. Görevi sadece tebyin olması gereken müminlerin Kur'an'ın apaçık olma özelliğine gölge düşürme ihtimalleri bulunan diğer bir önemli konu da müteşabih ayetlerin tevili konusudur. Zümer suresinin 23. ve Âl-i İmran suresinin 7. ayetleri, Kur'an’ın “ ‫محكم‬ muhkem” ve “ ‫متشابه‬ müteşabih” ayetlerden oluştuğunu açıkça belirtmektedir. Mekke’de inen ve iniş sırasına göre 59. sırada yer alan Zümer suresinin 23. ayeti bir ipucu olarak değerlendirildiğinde, o ana kadar inmiş olan bütün ayetlerin müteşabih oldukları öne sürülebilir. Muhkem ve müteşabih kavramlarının ne anlama geldiklerini açıklama gereği duyan sözlük, ansiklopedi ve terim kitaplarının neredeyse tümünde “muhkem” sözcüğünün açık, anlaşılan, sağlam; “müteşabih” sözcüğünün ise kapalı ve anlaşılmaz anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Söz konusu lügat ve ansiklopedilerin işlediği ortak yanlış, bu iki sözcüğün birbirinin karşıt anlamlısı olarak gösterilmesidir. Bu satırları yazan, söz konusu kavramların zıt anlamlı iki sözcük olduğu şeklindeki yerleşik kanaati paylaşmamaktadır. Ayrıntıları yeri geldiğinde verilecek olmakla birlikte, Kur'an ayetleri hakkında yerleşmiş bulunan bu yanlış ön kabulü düzeltmek üzere her iki kavramın özü hakkında kısaca bilgi vermeyi yararlı görmekteyiz. “‫سم‬‫س‬‫محك‬ Muhkem” sözcüğü “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla muhkem ayetler, içerisinde insanları kargaşa ve zulme düşmekten engelleyen ilkelerin bulunduğu ayetler anlamına gelir. Bu ayetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Bu ayetlerden, ifade ettikleri birincil anlamlardan başka anlamlar çıkarılmaz. Müteşabih ayetler ise birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar içeren ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan ayetler demektir. Bu ayetler mecaz, kinaye ve diğer edebî sanatların da kullanıldığı ama yapılan benzetme ve örneklemelerden dolayı kültür seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabilecekleri ayetlerdir. Onlar da tıpkı muhkem ayetler gibi açık, seçik, anlaşılır ayetler olup kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz değildirler. Müteşabih ayetler kapalı, müşkil ve anlaşılmaz ayetler olarak kabul edildiği takdirde Zümer-23’te “Sözün en güzeli” olarak nitelenen Kur'an, aynı zamanda kapalı, anlaşılmaz ayetler de içeriyor olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz ayetlerin “sözün en güzeli” olması anlamına gelir ki, Kur'an ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir. İşin doğrusu, müteşabih ayetler anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel anlamlar içeren, kim hangisini anlarsa anlasın bu anlamların hepsinin de doğru olduğu ayetlerdir. Kur'an, Âl-i Imran suresinin 7. ayetinde bu ayetlerin tevilinin mümkün olduğu bildirilmektedir. Belirtmek gerekir ki, “ ‫سل‬‫س‬‫تأوي‬ Te’vil” sözcüğü kimilerinin “yorumlama”, kimilerinin de “tefsir etme” anlamında kullandığı, dolayısıyla anlamı çarpıtılmış sözcüklerden 3
  • 4. biridir. Aslında sözcük “ ‫ريجسسوع‬ّ‫ج‬ ‫ال‬ geriye dönüş” anlamındaki “‫اول‬ evl” sözcüğünün tef'il babından mastarıdır. Türkçedeki “evvel, ilk” sözcükleri de bu sözcükten gelmektedir. “Te’vil” sözcüğü, geriye dönüş şeklindeki kök anlamından değişerek tedbir [arkalaştırma] yani birinci, ikinci, üçüncü şeklinde ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik sırasına koymak anlamlarında kullanılır. Bu anlamlara göre müteşabih ayetlerin tevili demek, “o ayetlerin birbirinden güzel, birbirine benzeyen açık seçik anlamlarının arka arkaya sıralanması, bu anlamların öncelikli bir sıraya tabi tutulması; bunlardan birinin ilk anlam olarak tercih edilmesi” demektir. Yoksa anlamları sadece Allah tarafından bilinen kapalı ve anlaşılmaz ayetlerin ancak “rasihûn” denen ehil kimselerce yorumlanabilmesi değildir. Karşıt anlamlı oldukları iddia edilen muhkem ve müteşabih ile müteşabih ayetlerin tevili konularındaki daha ayrıntılı bilgiye bu kelimelerin geçtiği Kur'an ayetleri incelenirken değinilecektir. Yine de unutulmamalıdır ki, ayetteki muhkem ve müteşabih kelimeleri birer terim olmayıp sözlük anlamlarında kullanılmış normal sözcüklerdir. KUR’ÂN MUCİZE BİR KİTAPTIR • Kur’ân, fesahat [anlatımda açıklık, düzgünlük ve amaca uygunluk], belağat [bir şeydeki derin anlamı ifade yeteneği] ve icaz [az sözle çok şey anlatma] bakımından; teşbih, hakikat, mecâz, istiare, kinaye, haber-inşa cümlesi: emir, nehy, istifham, temenni, nida, kasr, vasl-fasl, icaz, itnab, intak, tıbak, mukabele, umum- husus, icmal-tafsil, musâvat, zikir-hazf, cinas, seci, husnü'l-ibtida, husnü'l-intiha, iltifat vb. birçok edebî sanat açısından eşsiz bir kitap, edebî bir şaheserdir. Oysa Allah Elçisi Muhammed As’ın ne edebî bir geçmişi, ne de herhangi bir öğrenimi vardır. Dolayısıyla böyle bir kitabı kendisi yazmış olamaz. Kur’ân, Arapların en ileri olduğu edebiyat alanında gerçekleşmiş bir mucizedir. Gerçekten de Arap edebiyatı, –bizim edebiyatımız da dahil olmak üzere– tüm dünya edebiyatına kaynak olmuştur. Kur’ân tam anlamıyla bir edebî mucizedir. Edebî alandaki yüksek seviyesi dünyaca da kabul edilen bir toplum içinden bir kişi çıkmış ve toplumdaki edebiyatçılar başta olmak üzere herkesi hayran bırakan sözler söylemeye başlamıştır. Toplumu tarafından çok iyi tanınan bu kişinin daha önce edebiyatla hiç ilgilenmemiş olması, topluma tebliğ ettiği âyet ve sûrelerin, – birbirilerine yardım etseler bile– insanların meydana getiremeyecekleri ölçüde olağanüstü olması, muhatapları büyük bir şaşkınlığa düşürmüştür. Normal hayatındaki konuşmaları ile yine o eski Mekkeli Muhammed olan bu kişi, kendisine vahyolunduğunu söyleyerek okuduğu Kur’ân ile bir mucize sergilemiştir. • Kur’ân, evvelki kitapları ve elçileri tasdik etmektedir. Oysa onu Elçi yazmış olsaydı, mutlaka tutkularına uyar, geçmiş kitap ve elçileri onaylamak yerine kendisini ön plâna çıkararak her şeyi kendisine mal etmek isterdi. • Kur’ân, içerisinde fizik, kimya, biyoloji, astronom, kozmoloji, eğitim, psikoloji ve sosyoloji hakkında nice bilgiler bulunması nedeniyle, içeriği ve öğretisi bakımından da eşsiz bir kitaptır. Oysa Peygamberimiz, Mekke'de yetişmiş, hayatının her dönemi herkesçe bilinen, çevresinde herhangi bir okul veya öğretici bulunmayan bir kimsedir. Dolayısıyla, Kur’ân'daki bilgileri bilmesi bir yana, o konuları düşünmesi bile mümkün değildir. Kur’ân'ın bu özelliğinin kıyâmete kadar devam edeceği de Kur’ân'da, Onun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem afakta [dış dünyada], hem kendi bünyelerinde alâmetlerimizi/göstergelerimizi onlara 4
  • 5. göstereceğiz. Rabbinin şüphesiz her şeye tanık olmuş olması da yetmedi mi? (61/41, Fussılet/53(Necm;249) şeklinde bildirilir. • Kur’ân, birçok tarihî hâdise içermektedir. Allah'ın Elçisi Muhammed As. ise, böyle konulardan haberi olmayan bir kişidir. Bu hâdiseleri bilmesi de, yanlışsız olarak uydurması da imkânsızdır. • Kur’ân, geçmişe ait olduğu kadar geleceğe ait bilgiler de vermektedir. Bu bilgilerin doğrulukları zaman içinde tek tek ortaya çıkmıştır. Bir insanın kendiliğinden, aynıyla doğru çıkan bu tür haberler verebilmesi mümkün değildir. • Kur’ân, yapısal yönü ile de birçok mucize içermektedir. Öyle ki, geniş hacmine, içeriğine rağmen hiçbir açıdan çelişki ve tutarsızlık bulunmamaktadır. Bu husus Nisâ/82(Necm;548)'de, Hâlâ Kur’ân'ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer ki o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, kesinlikle onun içinde birçok karışıklıklar bulurlardı ifadeleriyle yer almaktadır. Yetenekleri bu işe yetmeyeceği herkesçe bilinen bir kimse tarafından, böyle bir kitabın yazılamayacağı da ortadadır. Kur’ân üzerinde düşünen her insanın saptayabileceği bu özellikler, Kur’ân'ın Peygamberimizin eseri olmadığını gösterir. Yûnus/37-39(Necm;176)'deki, Ve bu Kur’ân, Allah'ın astları tarafından uydurulan değildir. Lâkin sadece içinde konu edilenlerin tasdiki ve o kitabın/Tevrât'ın ayrıntılı olarak açıklanmasıdır. Onda şüphe edilecek hiçbir şey yoktur. Âlemlerin Rabbindendir ifadesi de buna işaret ederek, Kur’ân'ın Allah katından vahiy ile indirilmiş bir kitap olduğunu bildirmektedir. Bu çalışma Kur'an'ın iniş sırasına göre yapılmıştır. Çünkü Kur'an'ı daha iyi anlamak için onu surelerin iniş sırasına göre incelemekten yanayız. Aslında Kur'an kronolojik sıralamaya uyularak parça parça inen ayetler, necm necm inen ayetler, gruplar hâlinde inen ayetler arka arkaya getirilmek suretiyle yeniden tertip edilmeli ve bu şekli ile okunup anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bize göre böyle bir düzenleme son derece gereklidir. Ancak bu gereklilikten önce bir zorunluluk daha vardır. Zira Rabbimiz Vakıa suresinde bu hususa dikkatimizi çekmiştir: 75 Artık hayır. Necmleri/her indirilmede gelen âyetlerin yerlerini/zamanlarını; inişini kanıt gösteririm ki –76 ve eğer bilirseniz bu büyük bir kanıt gösterimidir–, 77 hiç kuşkusuz o, şerefli Kur’ân'dır. 78 Saklanmış/korunmuş bir kitaptadır. 79 Ona zihinsel olarak temizlenmişlerden başkası temas edemez. 80 O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir. (Vakıa; 75-80) Bugün için surelerin ve ayetlerin iniş sırasını tamamen doğru olarak belirlemek imkân dahilinde değildir. Bunun nedeni, bu amaçla hazırlanmış ve gerekli incelemelerden geçmiş, kuvvetli belgelere dayanan bir düzenlemenin mevcut olmayışıdır. Ancak; Kur'an’ın üslûp ve içeriği göz önünde bulundurulmak şartı ile eski tespitlerden yola çıkılarak yapılacak bir çalışma, her ne kadar tam doğru bir tertibe ulaşmayı sağlamasa da, doğruya yakın bir tertibe yaklaşılmasını mümkün kılabilir. Bilindiği gibi, Kur'an bir kerede toplu olarak değil, iyice sindirilmesi, ortaya çıkan her bir problemi çözmesi ve en gizlileri bile deşifre etmesi gerekçeleriyle parça parça, necm necm, bölüm bölüm indirilmiştir: 32 Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler: “Kur’ân o'na bir defada topluca indirilmeli değil miydi?” de dediler. Biz, onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyle parça parça indirdik. Ve Biz, onu tane tane/ birbirine karıştırmadan vahyettik. 5
  • 6. 33 Onların sana getirdikleri her bir sorunda Biz kesinlikle sana hakkı ve en güzel açıklamayı getirmişizdir. (Furkan/ 32, 33) Bu şekilde parça parça, necm necm, bölüm bölüm inen ayetler, Kur'an'dan öğrendiğimize göre ilk dönemlerden itibaren sayfa sayfa yazılmış ve sureler hâline getirilmiştir. Çünkü bazı ayetlerde [Bakara 23; Tövbe 64, 86, 124, 127; Yunus 38; Nur 1; Muhammed 20, Hud 13] Kur'an surelerinden, Abese 13’te de Kur'an sayfalarından bahsedilmektedir. Fakat Abese suresinin 13. ayetinde sözü edilen Kur'an sayfaları ne maddi olarak bugün elimizdeki 605 sayfadır, ne de diğer ayetlerde sözü edilen sureler 114 adet olarak tespit edilmiş surelerdir. Çünkü bugün elimizdeki Kur'an sayfaları hattatların yazdığı sayfalardır. 114 adet olarak belirlenmiş sureler ise “sure”den söz eden ayetlerin indiği zamandaki sure anlayışı ile değil, yıllar sonra sahabenin içtihatlarındaki anlayış ile belirlenmiş surelerdir. Bizim anlayışımıza göre, Kur'an'daki her necm [vahy bölümü] bir sayfa, her konu da bir sure idi. Gönül, her bir necmin iniş sırasının belirlenmiş olmasını, surelerin tertibinin de bu sıralamaya uygun olarak yapılmış olmasını isterdi. Bunun Kur'an’ın daha iyi anlaşılması konusunda kolaylık sağlayacağı kanısındayım. Şahsen içimde İslâm ülkelerindeki akademisyenlerin ortak çabalarıyla böyle bir çalışma yapılacağı ve bunda başarı sağlanacağı yönünde bir umut taşımaktayım. Ne var ki, şimdilik bu hayalin önünde bir takım engeller mevcuttur. Sayfa ve surelerin oluşumu: Elimizdeki Mushaf, sayfa ve surelerin sıralanışı yönünden kronolojik sıraya göre değil, sahabenin; Mushaf tertip heyetinin kendi görüşleri doğrultusunda oluşturulmuştur. İlk oluşumdan bu yana da bu konu hep tartışılmıştır. Özellikle belirtmek gerekirse, Kur'an Allah'tan bu sıra ve tertip üzere gelmemiştir. Bu nedenle surelerin tertibi konusunda İslâm bilginleri ve araştırmacılar arasında geniş bir ihtilâf vardır. Mevcut tertibin peygamberimiz tarafından yapıldığını, yani tertibin tevkifî [vahye dayalı] olduğunu iddia edenler olduğu gibi, sahabenin içtihatlarıyla yapıldığını ileri sürenler de vardır. Tertibin tevkifî olduğunu ileri sürenler, Halife Osman zamanında yazılan ve “İmam” ismi verilen Mushaf’ın bütün sahabe tarafından muhalefet edilmeden icmaen kabul edildiğini de iddia etmişler ve diğer şahıs Mushaflarının yakılmasının mevcut tertibin Allah tarafından vahiy ile yaptırıldığına yeterli kanıt olduğunu söylemişlerdir. Halbuki Kur'an'da böyle bir vahiy yoktur. Olmadığı için de “Vahy-i Gayr-i Metluv” şeklinde bir kavram ihdas edilmiştir. İmam Malik'in de içinde bulunduğu ve mevcut tertibin sahabe içtihadına dayandığını kabul eden görüş sahipleri ise, sahabe elinde bulunan Mushafların farklı tertiplerde oluşunu kendi görüşlerinin doğruluğuna kanıt olarak göstermektedirler. Bizim bu konudaki görüşümüz şudur: Mevcut tertibin tevkifî olduğunu iddia edenler, her şeyden önce bu iddialarına Kur'an'dan herhangi bir delil getirememektedirler. Konunun irdelenmesine “bu konuda icma var” gibi bağlayıcı tavırlarla karşı çıkılması gerçeği yansıtmadığı gibi, Kur'an’a ve İslâm’a da uygun değildir. Çünkü tarihsel olarak bu konuda bir icmanın var olduğu ileri sürülemez; konu bilimsel adıyla “Müttefakun aleyh” [oy birliği sağlanmış] bir konu olmayıp “Muhtelefün fih” [tartışmalı] olan bir konudur. Nitekim İbn-i Mesud'un Mushaf’ında Tevbe suresinin başında besmele olduğunu nakleden kaynakların mevcudiyeti, konunun tartışmalı olduğunu göstermektedir. Ayrıca ayetlerin tertibinde herhangi bir ihtilâf olmamakla beraber bazı sahabilerin surelerin tertibinde farklılıklar olan Mushafları kendi yanlarında muhafaza ettikleri de nakledilen rivayetler arasındadır. Nitekim bugünkü Mushaf’ın dışında, İbni Mesud Mushaf’ı, Ali Mushaf’ı, İbni Abbas Mushaf’ı, Ubeyy b. Ka'b Mushaf’ı gibi farklı tertip edilmiş Mushaf’ların da varlığı bilinmektedir. İbni Mesud'un Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Nisa, Âl-i İmran … şeklinde sıralanmış olan sureler, 6
  • 7. Osman'ın Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa … şeklinde sıralanmıştır. Her iki Mushaf’ta da iniş sırası gözetilmemiştir. İniş sırasına göre tertip edildiği söylenen Ali Mushaf’ı ise Alak, Müddessir, Kalem, Müzzemmil, Tebbet, Tekvir, A'lâ … sıralamasıyla, önce Mekkî sureler sonra da Medenî sureler şeklinde tertip edilmiştir. Surelerin tertibinde görülen bu farklılıklar, tertibin tevkifî olmayıp sahabenin içtihatlarına göre yapıldığına delâlet etmektedir. Ayrıca mevcut tertipte birçok tertip hatası bulunmaktadır. Böyle hatalı br tertibin Allah’a fatura edilmesi ise cinayetlerin en büyüğüdür. Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Kur'an okurken ayet ve surelerin sıralanışı ile ilgili olarak herhangi bir Kur'an ayetinden destek almayan, tertibi hakkında müçtehitlerin icma ettikleri kanıtlanamayan ve birden fazla mevcudu bulunan tertiplere uymak hiçbir şekilde zorunlu değildir. Mekkî ve Medenî sureler ayırımı, surelerin indiği mekânlar dikkate alınmadan, sadece Hicret göz önüne alınarak yapılmıştır. Çünkü mekâna göre bir ayırım yapılmış olsaydı, yollarda inen sureleri, meselâ Mina, Arafat, Bedir ve Uhud gibi bölgelerde inen sureleri de ayrı bir kısım olarak saymak gerekecekti. Mekkî ve Medenî şeklinde bir ayırım yapılmış olmasına rağmen, bazı surelerin tamamının Mekkî ve bazı surelerin de tamamının Medenî olmadığı bilinmektedir. Yani bazı Mekkî surelerin içinde Medenî döneme ait, bazı Medenî surelerin içinde de Mekkî döneme ait ayetler vardır. Bunlar ilgili bölümlerde belirtilmiştir. Surelerin kaç tanesinin Mekkî, kaç tanesinin Medenî veya kaç tanesinin karışık olduğu üzerinde görüş birliği sağlanmış değildir. Suyûtî'ye göre 82 sure Mekkî, 20 sure Medenî, geriye kalan 12 sure ise ihtilâflıdır. Ubeyy b. Ka'b'a göre 87'si Mekkî, 27'si Medenî'dir. Nöldeke'ye göre 90'ı Mekkî, 24'ü Medenî'dir. Mısır Meliki Fuat'ın 1342’de ilmî bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise, surelerin 86'sı Mekkî, 28'i Medenî'dir. Bu mushafın her suresinin başında o surenin Mekkî veya Medenî olduğu, Mekkî ise içindeki Medenî ayetler, Medenî ise içindeki Mekkî ayetler, surenin hangi sureden sonra nazil olduğu ve ihtiva ettiği ayet sayısı bildirilmektedir. Sureler, içlerindeki dikkat çekici bir kelimeye veya genel içeriğine göre isimlendirilmiştir. Bu nedenle bazı surelerin birden fazla ismi vardır. Meselâ Fatiha suresine yirmi kadar isim verilmiştir: Fatihatu'l-Kitab, es-Seb'ul'l-Mesâni, Ummu'l-Kitab, el-Kâfiye, el-Esâs, ed-Dua … gibi. Enfal suresinin diğer bir ismi Bedr, İsra suresininki Subhân, Neml suresininki Süleyman, Fatır suresininki el-Melâike’dir. Bazen de iki veya ikiden fazla sureye müşterek bir isim verilmiştir. Meselâ Bakara ve Âl-i İmran surelerine ez-Zahrâvân, Felâk ve Nas surelerine de el-Muavvizetân denilmektedir. Peygamberlere ait kıssaları ihtiva eden sureler, genellikle surede konu edilen peygamberin adı ile isimlendirilmişlerdir: Nuh, Hud, İbrahim, Yusuf, Muhammed sureleri gibi. Çeşitli kavim ve kabilelerden bahseden bazı sureler de o kavimlerin isimleriyle adlandırılmışlardır: Benû İsrail, el-Melâike, el-Cinn, el-Münafikûn, el-Mutaffifûn sureleri gibi. Ancak bu bir kural olmadığı gibi, surelerin bahsettikleri konuya göre adlandırılmaları şart da değildir. Meselâ Musa'dan bahseden Tâ Hâ, Kasas ve A'râf surelerinden hiç biri Musa suresi diye adlandırılmamıştır. Besmeleler, yani elimizdeki Mushaflarda her surenin başında bulunan besmeleler Kur'an'dan olmayıp iki sure arasını belirtmek amacıyla hattatlar tarafından konulmuştur. Fatiha suresinin başındaki besmele ise Kur'an'dandır ve o surenin birinci ayetidir. Nüzul sırasına göre Fatiha suresi beşinci sırada yer aldığından, biz Fatihanın besmelesinden önce de ayraç olarak besmele koymuş bulunuyoruz. Yukarıda sıraladığımız ve Kur'an'dan olmayan, sonradan icat edilmiş bir takım farklılıklar Kur'an'ın iniş sırasına göre tertiplenmesini engellemiş bulunmaktadır. Oysa her Müslüman Abese suresinin 13. ayetinde bildirilen Kur'an sayfaları ile Bakara, Tevbe, Yunus, Nur, Muhammed ve Hud surelerinde bildirilen Kur'an surelerini talep edebilir. Bu talebin tabiî 7
  • 8. bir hak olarak görülmesi gerekir. Bu hakkı teslim etmekle yükümlü olanlar ise, bilgi, belge ve sorumluluk sahibi olan herkestir. Nüzul sırasının neden gerekli olduğu sorusunun tek cevabı, “Kur'an'ı daha iyi anlamak için”dir. Ancak; Kur'an'ın nüzul sırasına göre okunması yönündeki önerimizi yanlış değerlendirip başka tertipteki Mushaflardan Kur’an okunmasının yararsız olduğu görüşünü benimsediğimiz anlamı çıkarılmamalıdır. Meselâ, o günkü iktidarın görüşüne göre tertip edildiği için “Resmî Mushaf” diye bilinen ve Halife Osman tarafından tertip ettirilen Mushaf, sahabenin içtihadıyla oluşturulmuştur. Dolayısıyla sahabeler gibi Kur'an hakkında engin bilgi birikimi olanlar için böyle bir tertibin yararsız olduğu söylenemez. Ancak; Kur'an ve İslâm hakkında yeterli birikimi olmayanların, Kur'an'ı tanımayıp da yeni tanıyacak olanların ve cahiliyet dönemindekine benzer bir küfür ve şirk ortamında bulunanların bu Mushaf’tan gereği gibi yararlanamama riskleri vardır. “Resmî Mushaf” tabir edilen bugünkü tertipteki Kur'an'ı başından itibaren ilk defa okumaya başlayan bir kimsenin, ister Arapça orijinalinden okusun, isterse mealinden okusun, Bakara suresinin 6. ve 7. ayetlerine geldiğinde kafası karışacak, Kur'an'a ve İslâm'a karşı olumsuz hisler duyacaktır. Okunan mealin hatalı olması durumunda ise, duyulan olumsuz tepki alenî bir düşmanlığa dönüşebilecektir. Samimiyetle belirtmek gerekirse, toplumumuzda bu ayetleri anlamış insan sayısının zaten oldukça az olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Bir de Kur'an'ı ilk defa eline alan kimseler tarafından okundukları düşünülürse, bu kimseler İslâm'a yakınlaşacakları yerde Kur'an'ı anlamamaları veya yanlış anlamalarından dolayı İslâm karşıtı hâline gelebilecektir. Bu ayetler şunlardır: 6 Şüphesiz şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş şu kimseler; onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir: onlar inanmazlar. 7 Allah, onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; onların gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlar içindir. (Bakara/ 6, 7) Bize göre, bu ayetleri anlayabilmek için Kur'an'dan en az beş bin ayetin sindirilircesine öğrenilmiş olması gerekir. Çünkü bu ayetler ilk inen ayetlerden yaklaşık on yıl sonra inmiştir. Bakara suresindeki bu ayetleri o gün duyanlar ve okuyanlar, anlamlarını gereği gibi anlayabilecek bir alt yapıya sahiptiler. Bu nedenle de onları rahatça anladılar. Aynı ayetler bugün de alt yapısı uygun olanlar için anlaşılabilir niteliktedir. Ama ya Kur'an ile yeni tanışanlar ve alt yapısı olmayanlar? Böylelerinin “Demek ki, bazı kimselerin kalpleri ve kulakları Allah tarafından mühürlendiğine ve uyarılmaları da kendilerine yarar sağlamadığına göre, İslâm'ın ne olduğunu veya Allah'ın ne istediğini öğrenmek için boşuna çaba sarf etmenin de yararı yoktur” diye düşünmeleri ve Kur'an'ı bir daha açmamak üzere terk etmeleri kuvvetle muhtemel değil midir? Eğitim ve öğretim, bir sistem ve yöntem gerektirir. Bugün hazırlık sınıfında İngilizce öğrenmeye başlayan bir öğrenciye nasıl hemen Shakespeare okutulmuyorsa, ilkokulda matematikle yeni tanışan çocuğa nasıl hemen üslü veya köklü sayılar değil de önce doğal sayılar öğretiliyorsa, Kur'an eğitimine yeni başlayan birine de peygamberimizin ancak yirmi ikinci yılda aldığı vahiy bilgilerinin verilmesiyle başlanmamalıdır. Onlarla başlandığı takdirde de o ayetlerin gereği gibi anlaşılabileceği konusunda iyimser olunmamalıdır. Bu görüşümüzü doğruladığı kanısında olduğum bir diğer örnek de Fatiha suresinin sırasıyla ilgilidir. Bilindiği gibi, Fatiha Kur'an'ın en başında yer alan suredir ve bugüne kadar böyle okunmuştur. Fakat Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir surelerinden sonra, iniş sırasına göre beşinci sırada okunması hâlinde, daha önce farkına varılmamış anlamlarının ortaya çıktığı bu usulü deneyenlerce ifade edilmektedir. Kur'an’la ilgili olarak onun değişik özelliklerini de kapsayan en geniş açıklama, bu alanda en muteber kaynak olarak gördüğümüz İmam Suyutî'nin “el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur'an” adlı eseridir. Amacımız Kur'an'ı ona ilk muhatap olanlar gibi tanımak, anlamak, yaşamak ve 8
  • 9. sonra da anladıklarımızı başkalarına sunmak olduğu için, Kur'an ilimleriyle ilgili detayları uzun uzadıya nakletmenin şimdilik gereği yoktur. Bu sebeple Kur'an ile ilgili diğer özellikler, çeşitli surelerde yeri geldiğinde açıklanacaktır. Geçmişteki tespitleri de dikkate alarak okuyucuya sunmaya çalıştığımız Mushaf tertibi, herkes tarafından bu konudaki en ciddî eser olarak bilinen Hattat Kadroğlu'nun Mushaf’ıdır. Kadroğlu'nun Mushafındaki Nüzul Sırası MEKKE DÖNEMİ Nüzül Mushaftaki Nüzül Mushaftaki Sırası Sırası Sırası Sırası Alak 1 96 Meryem 44 19 Kalem 2 68 Ta Ha 45 20 Müzzemmil 3 73 Vakıa 46 56 Müddessir 4 74 Şuara 47 26 Fatiha 5 1 Neml 48 27 Mesed 6 111 Kasas 49 28 Tekvir 7 81 İsra 50 17 A’lâ 8 87 Yunus 51 10 Leyl 9 92 Hud 52 11 Fecr 10 89 Yusuf 53 12 Duha 11 93 Hicr 54 15 İnşirah 12 94 En'âm 55 6 Asr 13 103 Saffat 56 37 Adiyat 14 100 Lokman 57 31 Kevser 15 108 Sebe 58 34 Tekasür 16 102 Zümer 59 39 Mâûn 17 107 Ğafir 60 40 Kâfirun 18 109 Fussılet 61 41 Fil 19 105 Şûra 62 42 Felâk 20 113 Zühruf 63 43 Nas 21 114 Duhan 64 44 İhlâs 22 112 Casiye 65 45 Necm 23 53 Ahkâf 66 46 Abese 24 80 Zariyat 67 51 Kadr 25 97 Ğaşiye 68 88 Şems 26 91 Kehf 69 18 Büruc 27 85 Nahl 70 16 Tin 28 95 Nuh 71 71 Kureyş 29 106 İbrahim 72 14 Karia 30 101 Enbiya 73 21 Kıyame 31 75 Müminun 74 23 Hümeze 32 104 Secde 75 32 Mürselat 33 77 Tur 76 52 Kaf 34 50 Mülk 77 67 Beled 35 90 Hakka 78 69 Tarık 36 89 Mearic 79 70 9
  • 10. Kamer 37 54 Nebe 80 78 Sad 38 38 Naziat 81 79 A'râf 39 7 İnfitar 82 86 Cinn 40 72 İnşikak 83 84 Ya Sin 41 36 Rum 84 30 Furkan 42 25 Ankebut 85 29 Fatır 43 35 Mutaffifin 86 83 MEDİNE DÖNEMİ Bakara 87 2 Haşr 101 59 Enfal 88 8 Nur 102 24 Âl-i Imran 89 3 Hacc 103 22 Ahzab 90 33 Münafikun 104 63 Mümtehıne 91 60 Mücadele 105 58 Nisa 92 4 Hucurat 106 49 Zilzal 93 99 Tahrim 107 66 Hadid 94 57 Teğabün 108 64 Muhammed 95 47 Saff 109 61 Ra'd 96 13 Cuma 110 62 Rahman 97 55 Feth 111 48 İnsan 98 76 Maide 112 5 Talâk 99 65 Tövbe 113 9 Beyine 100 98 Nasr 114 110 Yukarıdaki sıralamada Zilzal, İnsan, Rahman ve Ra'd sureleri Medine dönemi sureler içinde yer almıştır. Ne var ki, son çağ araştırmacıları bu surelerin de Mekke dönemine ait olduğu kanaatindedirler. Sureler, içerik ve üslup itibariyle de Mekke dönemine ait surelere benzemektedirler. Belirtmeyi gerekli gördüğüm hususlardan biri de, bu kitapta peygamberimiz için sadece Allah'ın verdiği unvanların kullanılmış olduğudur. Rabbimiz, elçisine karşı gösterilmesini istediği saygılı davranışları Kur'an'da şöyle bildirmiştir: 1 Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın ve Elçisi'nin iki eli arasında öne geçmeyin/ dinde kendi görüşlerinizi öne çıkarmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. 2 Ey iman etmiş kimseler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz bilincinde olmadan, saygısızlıkta ileri gidersiniz de amelleriniz boşa gidiverir. 3 Şüphesiz Allah Elçisi'nin huzurunda seslerini kısan kimseler; işte onlar, Allah'ın, kalplerini Kendisinin koruması altına girmesi için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara bağışlanmışlık, korunmuşluk ve büyük bir ödül vardır. 4 Şüphesiz sana odaların arka tarafından seslenen kimseler; onların çoğu akıllı davranmıyorlar. 5 Ve eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Ve Allah, kullarının günahlarını çok bilerek reddeden, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir. (Hucurat/ 1- 5) Gönül isterdi ki, peygamberimiz ile aynı çağda yaşayalım, ona sahabe/arkadaş olalım; böylece ona karşı yukarıdaki ayetlerde Yüce Allah'ın emrettiği şekilde hürmet ve itaat gösterelim. Böyle bir imkânımız olmadığına göre, bize düşen ona uymak, onun izinden 10
  • 11. gitmek olmalıdır. Onun izinden gitmek ise, onun yaptığı ve vasiyet ettiği şeye uymakla mümkündür. Peygamberimizin elçilik süresince yaptığı ve tüm Müslümanlara vasiyet ettiği tek şey Kur'an'a uymak olduğuna göre, bizim de yapmamız gereken şey Kur’an’a uymak ve onu yaşamaktır. Bu kitapta dikkat ettiğimiz şeylerden biri de Resulullah’ı hangi isim ve sıfatlarla anacağımız konusudur. Klâsik kitapların birçoğunda peygamberimiz için birer saygı ifadesi olarak, “s.a.v.”, “Hz.”, “eşref-i mahlûkat [yaratılmışların en şereflisi]”, “fahr-i kâinat [evrenin övüncü]”, “sırr-ı levlâke levlâk [evrenin kendisi hürmetine yaratıldığı]”, “sahibü’l-hülleti ve’t- tac, rakibu’l-Burak fi leyleti’l-miraç [miraç gecesinde Burak'a binen Hülle ve taç giyen], “ilklerin ve sonların efendisi” gibi Allah'ın peygamberimize vermediği isim ve rütbeler kullanılmaktadır. Kur’an’ın uygulamasını esas alarak biz de o rütbe ve deyimleri peygamberimiz için kullanmaktan uzak durduk. Çünkü Rabbimiz peygamberimizi Kur'an'da şu ifadelerle zikretmektedir: - “‫لل‬ّ‫ ه‬ ‫ا‬ ‫رسول‬ Allah'ın Elçisi” (Fetih; 29, Ahzab; 40) - “‫م ى‬ّ‫ ه‬ ‫ال‬ ‫ ى‬ّ‫ ه‬ ‫نىب‬ّ‫ ه‬‫ال‬ Nebiy-yi Ümmi (Anakentli Peygamber)” (A'râf 157) - “‫ ى‬ّ‫ ه‬ ‫نىب‬ّ‫ ه‬‫ال‬ Nebi (Peygamber)” (Enfal 64, 65, 70; Ahzab 1, 28, 45, 50, 59; Mümtehıne 12; Talâk 1; Tahrim 1) - “‫ ى‬ّ‫ ه‬ ‫نىب‬ّ‫ ه‬‫ال‬ ‫خاتم‬ Hatemu’n-Nebiyyîn [peygamberlerin mührü, sonuncusu, zirvesi]” (Ahzab 40) Rabbimiz, Bazı peygamberler; Nuh, İbrahim, Musa, Ha^run, İlyas, için “Selam!”; elçilerin tümü için de “ve selamün alelmürselin (Tüm elçilere selam! Saffât/181)” buyurduğu için Rasülüllah için “As (Aleyhüsselam)” denilmelidir. Allah, kendi peygamberini bu ayetlerdeki isim ve niteliklerle andığı gibi, onu kendisinin selâmladığından başka şekilde selâmlayanların kimler olduğunu da Kur'an'da şöyle bildirmiştir: 8 Fısıldaşmaktan yasaklandıktan sonra yine o yasaklananı yapmaya kalkışanları ve günah, düşmanlık ve Elçi'ye karşı gelmek hususunda fısıldaşanları görmedin mi? Onlar, sana geldikleri zaman seni, Allah'ın selâmlamadığı ile selâmlıyorlar. Kendi içlerinden de: “Bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?” derler. Cehennem onlara yeter. Oraya yaslanacaklardır. Ne kötü dönüş yeridir! (Mücadele/ 8) Ayete göre Rabbimiz, peygamberimizi Allah'ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlayanların bu davranışını ikiyüzlü olduklarının bir göstergesi olarak değerlendirmektedir. İfrat ölçüsünde bir sapma olan bu davranışı sergileyenlerin aslında peygamberimizin ahlâkıyla ve sünnetiyle [Kur'an'a uyması ve Kur'an'ı yaşamasıyla] bir ilgilerinin bulunmadığı, sadece çıkar sağlamayı amaçladıkları anlaşılmaktadır. Peygamberimiz hakkında kullanılan fakat gerçek anlamından koparılarak yozlaştırılmış bulunan bir başka kavram da “salâvat”tır. Salât ve salâvat kavramlarının ne olup ne olmadığı, Allah'ın izniyle kitabımızın Kevser suresinin işlendiği bölümünde açıklanmıştır. Biz de peygamberimiz için Rabbimizin verdiği unvanlardan başka bir unvan ve sıfat kullanmayarak Kur'an'ın bize gösterdiği yol ve usulden ayrılmadık. Konuyla ilgili olası eleştirilerden korkmadığımız gibi, bu konuda suskunluk göstermenin bile sapkınlığa taviz vermek olacağını düşündük. Kitabımızda Kur’an’ın kavramlaşmış kelimeleri için en uygun Türkçe karşılıkların bulunup kullanılmasına özen gösterdik. Dil konusunda bugüne kadar yeterince özen gösterildiğini ileri sürmek mümkün değildir. Türkçe olarak basılan meal, tefsir ve diğer dinî kitaplarda binlerce sözcük ve kavram ya Arapça kalmış, ya da Farsça gibi başka bir yabancı 11
  • 12. dille bize intikal etmiştir. Dolayısıyla dini terminolojimizdeki salât, salâvat, abdest, oruç, gusül, zikir, fikir, resul, nebi, belâ, fitne gibi pek çok sözcük ve kavram hiçbir zaman Kur'an'daki gerçek anlamıyla anlaşılamamıştır. Bunun sonucu olarak da: - Önce bir ulema sınıfı oluşmuş ve dinin Kur'an'dan değil, bunların kısıtlı anlayışlarından öğrenileceği anlayışı yaygınlaşmıştır. - Giderek dini ilkeler yozlaştırılmış ve saf din hurafelerin istilasına uğramıştır. - İstilâ sonucunda din paramparça olmuş, sayısı belli olmayan mezhepler ve meşrepler ortaya çıkmıştır. - Bu mezhep ve meşrepler giderek daha doktriner yapılara; ayrı ayrı dine dönüşmüştür. Oysa Yüce Rabbimiz, Kur'an'dan önce yolladığı kitapları, mesajını iletmek istediği o toplumların diliyle yolladığı gibi, gönderdiği peygamberleri de yine mesajını iletmek istediği o toplumların içinden seçmiştir. Çünkü Rabbimizin amacı, mesajın muhataplar tarafından iyice anlaşılmasını sağlamaktır: 4 Ve Biz onlara, açıkça ortaya koysun diye, her peygamberi yalnız kendi toplumunun diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini/ dileyeni saptırır, dilediğini/ dileyeni de doğru yola iletir. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (İbrahim/ 4) Nitekim Âdem, Nuh, İdris, İbrahim, Musa, … İsa peygamberlerin getirdikleri mesajlar hep kendi halklarının ana dillerinde olmuştur. Dolayısıyla Kur'an da Arapça konuşup anlaşan bir topluma gönderildiği için Arapça olarak inmiştir. Bu ilahi sünnete göre eğer Kur'an Türklere inseydi Türkçe, Rumlara inseydi Rumca, Fransızlara inseydi Fransızca olacaktı. Zira toplumların mesajı anlayabilmeleri, aldıkları mesajın kendi dillerinde olmasına, doğru anlamaları da kendi dillerini iyi bilmelerine bağlıdır. Kur'an Arapça olmasına rağmen muhataplar Arapçayı iyi bilmiyorlarsa mesajı iyi anlamaları da söz konusu olamaz. Kur'an her ne kadar ilk olarak Arap toplumuna hitap etmiş olsa da, Kur'an'ın muhatapları dünya üzerindeki tüm insanlardır. (Sad 87; Nisa 105, 174; Yunus 57; İbrahim 52) Peygamberimiz de tüm insanlığın, farklı diller konuşan tüm halkların peygamberidir. (Enbiya 107; A'râf 158 ve Sebe 28) Dünya üzerinde yüzlerce farklı dil kullanan toplum yaşamaktadır. Bu durumda insanların tümünün Arapça öğrenmesi söz konusu olamayacağına göre, Kur'an'ın dünyadaki diğer dillere çevrilmesi zorunludur. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi ve bütün insanların Allah'ın mesajını alabilmesinin sağlanması mevcut Müslümanların manevi sorumluluğudur. Bu sorumluluğu yerine getirme konusunda kendini yetkin gören ilim adamlarının en önemli görevi, Kur'an’ın dili olan Arapça'yı ve çeviri yapacakları dili çok iyi bilmeleri, çeviri sırasında anlamı o dilde verilmemiş tek bir sözcük bile bırakmamalarıdır. Çünkü yarı Türkçe, yarı Arapça, yarı Farsça bir çeviriden ne bir Türk, ne de bir başka toplumun bireyi bir şey anlayabilir. Nakıs ve yetersiz bir çeviri ile Allah'ın mesajının gereği gibi aktarılabilmesi imkansızdır. Kelime ve kavramların bir başka dilin sözcükleriyle karşılanması da yetmez. Kur’an sözcüklerinin indiği dönemdeki saflığıyla anlaşılıp bugüne aktarılabilmesinin de başarılması gerekir. Aksi halde otantik anlamların aktarılamaması mesajın da yeterli düzeyde anlaşılamamasına neden olur. O günkü ifadelerin maslahat [yarar] ve mefsedet [zarar] doğrultusunda modernize edilerek aktarılmasında ise bize göre bir sakınca yoktur. Çünkü kelimelerin kendisi değil, mesajın içeriği önemlidir. Dile ve çeviriye verilen önem ile aksi davranışların sonuçları, Rabbimizce Kur'an'da açıklanmıştır (Bakara 75; Nisa 46; Maide 13, 41) 12
  • 13. Sonuç olarak Kur'an, bütün sözcüklerin ne anlama geldiklerinin tam olarak anlaşılmasını sağlayacak biçimde başka dillere çevrilmelidir. Yapılan çeviride kapalı, anlaşılmaz tek bir sözcük bile bırakılmamalıdır. Eğer elinizdeki bu çeviride bir kapalılık, anlaşılmazlık varsa, bu Kur'an'dan değil, çevirenin yetersizliğindendir. Size bu Kur'an sofrasını hazırlayan âciz kul, yedi yaşından beri Kur'an’la ve Kur'an ilimleri ile iç içedir. Türkçe ve Arapça yüzlerce tefsir, meal ve Kur'an ile ilgili kitap okumuş, incelemiş ve tahlil etmiştir. Bütün bunlardan sonra, gördüğü lüzum üzerine Allah'ın izniyle bu kitabı kaleme almaya başlamıştır. Yukarıda açıklanan gerekçeleri göz önünde tutarak Kur'an'ı hiçbir etki altında kalmadan “Lisanü’l-Arab”ın sözcük anlamlarını, ifade tekniklerini, Kur’an’ın tertilini ve bütünselliğini gözeterek günümüz Türkçesiyle sizlere sunmaya çalışmıştır. Ecrini de sadece âlemlerin Rabbinden ummaktadır. ‫وحده‬ ‫لل‬ّ‫ ه‬ ‫العصمة‬ el-Ismetü lillahi vahdeh [Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]… Hakkı Yılmaz 13