1. 13 ASR SURESİ
[ÇAĞ]
SURESİ
ASR SURESİ’NE GİRİŞ
Asr suresi Mekke'de 13. sırada inmiştir. Sure üç ayetten oluşmasına rağmen Kur'an'ın
vermek istediği mesajın bir anlamda özetini içermektedir. Kişilerin ve toplumların her çağda
mutlu olmalarını sağlayacak temel ilkeleri en özlü biçimde anlatan Asr suresi, deyim yerinde
ise, kişisel ve toplumsal bunalımlardan kurtuluş reçetesi mahiyetindedir.
13 / ASR[ÇAĞ] SURESİ
Rahman ve Rahîm Allah adına.
Ayetlerin meali:
1-3
Yaşadığınız çağın insanlık hâli kanıttır ki iman eden, düzeltmeye yönelik
işler yapan, hakkı tavsiyeleşen; birbirinin olmazsa olmazı sayan/ öğütleşen ve
sabrı tavsiyeleşenlerin; birbirinin olmazsa olmazı sayanların / öğütleşenlerin
dışındaki tüm insanlar, kesinlikle tam bir kayıp, zarar, bunalım, acı içindedir.
Ayetlerin Tahlili
Asr
Daha önce tahlil edilen Fecr suresinde, Allah'ın üzerine yemin ettiği şeylerde akıl ve
idrak sahipleri için hayret verici özellikler bulunduğu ve edilen yeminle dikkatlerin bu
özelliklere çekildiği ifade edilmişti. Asr suresinde Allah'ın yemin ederek dikkatleri üzerine
çektiği konu, referans verdiği, “عصر asr”dır.
“عصر Asr” sözcüğü, hem isim hem de mastar olarak kullanılabilmekte ve kullanıldığı
şekle göre farklı anlamlara gelebilmektedir.
İsim olarak kullanıldığında “zaman, çağ, yüzyıl, dehr [uzun zaman], gündüz ve gece,
gündüzün 'ğadâd' ve 'aşiy' denilen zevalden önceki ve sonraki iki tarafı, öğleden sonra güneşin
kızarmasına kadar olan ikindi vakti, kabile-aşiret, yağmur”1
gibi çeşitli anlamlara
gelmektedir.
1
(Lisanü’l Arab, “a s r” mad. )
1
2. Mastar olarak kullanıldığında ise “hapsetmek, menetmek, vergi vermek, sıkıp suyunu
çıkarmak”2
anlamlarına gelmektedir.
Kur’an üzerine zihin yoran uzmanlar, “asr” sözcüğü için bu saydığımız manaların
hepsini içeren pek çok değişik yorumlar yapmışlardır.
Biz “Asr” sözcüğüne “ikindi vakti” veya “yüzyıl” anlamlarının verilmesinin daha
uygun olacağı kanısındayız. Ayeti anlamaya çalışırken “ikindi vakti” anlamının tercih
edilerek bunun bir öğretmenin sınavın sonuna doğru öğrencilerine kalan kısa süreyi
hatırlatması gibi, olgunluk çağından sonraki insan ömrünün kalan son dönemini işaret eden
bir kinaye olarak düşünülmesi gerekir. Ama, ikindinin, insanın hüsranda oluşuna kanıt
gösterilmesi uygun değildir. O edenle tercih birinci anlam üzerine olmalıdır.
Asr sözcüğünün bu i anlamı esas alınıp sözcüğün önündeki “ال el” belirlilik takısı da
“ahd” [içinde bulunulan zaman] anlamıyla ele alınırsa, ayet şu şekilde yorumlanabilir:
“Şu yaşadığınız asra/çağa kasem olsun ki...” veya
“Şu yaşadığınız asra bir bakın, dikkat edin, göreceksiniz ki...”
2. Ayet:
Tüm insanlar kesinlikle tam bir hüsran/kayıp-zarar içindedir.
Birinci ayette “صرصعص asr” sözcüğünün önünde bulunan “ال el” belirlilik takısı, bu
ayette “insan” sözcüğünün önünde yer almaktadır. Ancak yukarıda “ahd” anlamıyla ele
aldığımız edat, cümlenin sonundaki istisna sebebiyle burada “istiğrak” anlamıyla kabul
edilmiş ve ayette tekil hâliyle geçen “insan” sözcüğü “tüm insanlar” olarak çevrilmiştir.
Ayette geçen “صرصخس husr” sözcüğü ise “kazanacak yerde zarar etmek, sermayeyi
kaybetmek, hasret ve mahrumiyete düşmek”3
anlamlarında olduğu için “hüsran/kayıp-zarar”
şeklinde çevrilmiş ve böylece sözcüğün her iki anlamı da vurgulanmıştır. Sözcük “ال el”
belirlilik takısı almadan kullanıldığı için uğranılan hüsranın/kaybın-zararın sadece bir tek
konuya özgü olmayıp birden fazla konuda gerçekleştiği/gerçekleşeceği ve boyutlarının da çok
büyük olduğu/olacağı düşünülerek anlaşılmalıdır.
3. Ayet:
iman eden, salihatı işleyen, hakkı tavsiyeleşen ve sabrı tavsiyeleşen
insanlar hariç.
Bu ayette, insanların hüsran içinde kalmamasını sağlayacak özelliklerin neler olduğu
açıklanmış ve bu özelliklere sahip olan insanların ikinci ayette belirtilen felâketten istisna
edilecekleri bildirilmiştir. Bu özellikler sırasıyla şunlardır:
İman Etmek
Ayetin beyanına göre hüsrandan, kayıptan-zarardan kurtulacakların başında iman
edenler gelmektedir. İman “Allah'a ve O'nun vahyettiklerinin doğruluğuna inanmak”
olduğuna göre, bu ayetteki iman kavramının izahı için çok geniş bir açılıma gerek olmadığı,
2
(Lisanü’l Arab, “a s r” mad. )
3
(Lisanü’l Arab, “h s r” mad. )
2
3. ilk sureden bu sureye kadar verilmiş olan ilkelerin çizdiği sınırların yeterli olacağı
kanısındayız. Kısaca özetlemek gerekirse, “iman edenler” kategorisiyle “o ana kadar
vahyedilmiş olan ayetlerle ortaya konan ilkelere, verilen bilgi ve haberlere olan iman ve bu
imana sahip olanlar” kastedilmektedir.
Bilindiği gibi Kur'an'ın temel tezi, İslâm'ın da özü olan tevhit ilkesidir. Bu ilke dinin
tamamına inanmayı ve dine ait bütün ilkeleri hayata geçirmeyi gerektirir. Dolayısıyla tevhit
inancı, insan davranışlarına anlam kazandıran en üstün değer olup sağlam karakterin ve temiz
bir hayatın temelidir. Bu nedenle; iman kavramı Kur'an'ın bütün ayetleri ışığında enine
boyuna incelenip öğrenilmeli ve en önemlisi de şirkten arındırılarak hayata geçirilmelidir.
İmanın tanımı sadece Allah tarafından ve sadece Kur'an'da yapıldığı için biz de bu ayetteki
imanın sınırlarını bu ayetin vahyolunduğu zamana kadar inmiş olan Kur'an ayetleri ile
belirlemeyi uygun görmekteyiz.
Salihatı İşlemek
“صحلحاتّل ال عمحلوا Salihatı işleyenler” olarak çevirdiğimiz ifade kalıbı Kur'an'da toplam 62
ayette yer almıştır. Bu kalıbın pek çok meal ve tefsirde olduğu gibi “amel-i salih işleyenler”
şeklinde çevrilmesi yanlıştır.
“اصصصل ح Islah” sözcüğünden türemiş olan “salihat” düzeltmek demektir. “Salihatı
işlemek” ise bozuk olan şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak, düzeltmeye yönelik işler
yapmak anlamlarına gelir.
Kur'an, bozuklukları düzeltme faaliyetinde bulunanları tek kelime ile ifade etmiş ve bu
kimseleri “muslih” olarak isimlendirmiştir. (Bakara 11, 220; A'râf 56, 85, 170; Hud 117 ve
Kasas 19)
Diğer taraftan da Kur'an, bu ayette geçen “hakkı ve sabrı tavsiyeleşme”yi, Bakara
suresinin 277. ayetinde geçen “Salat ikame etmeyi ve zekât verme”yi, Hud suresinin 23.
ayetinde geçen “edep ve gönülden Allah'a boyun eğme”yi belirtilen ayetler içinde ayrı ayrı
zikretmek suretiyle “salihat”tan ayırmıştır. Yani “hakkı ve sabrı tavsiyeleşme”, “Salatı ikame
etme ve zekât verme”, “edep ve gönülden Allah'a boyun eğme” gibi hasenat, Kur'an'a göre
“salihat”tan sayılmamaktadır.
Kur'an'daki bu hususlar dikkate alınarak “salihat” konusunda şunları söylemek
mümkündür: salat ikame etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek salihatı işlemek
değildir. Ama öğüt verme yolu ile salatı ikame ettirmek, namaz kılmayanı namaz kılar hale
getirmek, zekât vermeyeni zekât verir hale getirmek, oruç tutmayanı da oruç tutar hale
getirmek, salihatı işlemektir. Bu kavramı toplumsal boyuta taşıdığımızda, bulunduğumuz
zaman ve zeminde adlî, idarî, siyasî, iktisadî ve benzeri alanlarda her türlü bozukluğun
düzeltilmesi için gösterilecek çaba, yapılacak uygulama, salihatı işlemektir.
Bu konuda, “dışa yansımayan işler” demek olan hasenat ile salihat arasındaki fark iyi
anlaşılmalıdır. Rabbimiz de bu iki konu arasındaki farkı, her bir haseneye on karşılık verirken
(En'âm 160) salihat karşılığında cenneti vaat etmek suretiyle çok açık bir şekilde belirlemiştir.
(Bakara 25, 82; Nisa 57, 122, 124; Hud 23, İbrahim 23, Kehf 107 ve daha birçok ayet)
Hakkı Tavsiyeleşmek
İsim, mastar ve sıfat olarak kullanıldığında değişik manalar alan ve Kur'an'da toplam
285 kez yer alan “ قّل ح Hakk” sözcüğünün asıl manası “uygunluk ve denk gelme” demektir.
“Hakk”, aklın inkâr edemeyeceği derecede gerçek ve değişmez olandır; doğrudur,
isabetlidir, maksada uygundur, arzu edilene denk düşendir.
Her an ve her yerde gerçek ve değişmez olarak bulunan Allah, gerçek Hakk'dır.
O'ndan gelen vahyler de “hakk”tır. O'nun gönderdiği peygamberler de “hakk”tır. O'nun
3
4. gönderdiği din [İslâm], dinin bütün hükümleri [Kur'an] ve dinin haberleri [Kur'an'daki
haberler, ölüm, kıyamet, mahşer, cennet, cehennem…] de “hakk”tır.
“Hakk” kavramının, “Allah'ın hakkı”, “insanların hakkı”, veya “Allah'ın ve insanların
müşterek hakkı” gibi bizzat Rabbimiz tarafından belirlenmiş değişik şekilleri de vardır. Ancak
bu ayette geçen “hakk”, kavramın iman boyutu ile alâkalıdır.
“Hakkın tavsiyeleşilmesi” deyimi, kavramın toplumsal boyutta da ele alınması
gerektiğini, yani kişileri ilgilendirdiği kadar toplumu da ilgilendirdiğini ifade etmektedir.
Toplumsal açıdan ele alındığında ise müminlerden oluşan toplumun sürekli bir duyarlılıkla,
hakka karşı batılın yayılmasına seyirci kalmaması anlamına gelir. Batıl, hakka göre temelsiz,
boş, gerçek olmayan, uymayan, geçersiz demektir. Yani toplumdaki her fert, hakkı,
doğruluğu, adaleti sadece kendisi yerine getirmekle kalmamalı, aynı zamanda bunu
başkalarına da tavsiye etmelidir. Bu tavsiye bir zorunluluktur. Çünkü hakka sarılmak zordur;
nefsin arzuları, menfaatler, azgınların zulmü, zalimlerin adaletsizliği, kendisine batılı örnek
almış insanların baskısı, cehalet gibi birçok husus hakka sarılmaya engel teşkil etmektedir.
Allah'ın emirlerini yerine getirmek ve koyduğu yasaklardan kaçınmakla birinci
derecede kendi nefsinden sorumlu olan Müslüman, bu ayetle “neme lâzımcılık” ruhunu, “bana
dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” zihniyetini terk etmeye çağırılmaktadır.
Müslüman, başta aile fertleri olmak üzere çevresindeki diğer insanlar arasında da
hakkın uygulanması ve batılın engellenmesi için var gücü ile çalışacaktır. İnsanlar hakkı
birbirlerine tavsiye edecekler, hatırlatacaklar ve birbirlerini bu yolda teşvik edeceklerdir.
Böylece gaye ve hedef birliği sağlanacak, bireylerin akıllarına, her türlü koşulda sorumlulukta
ortak olunduğu bilinci yerleşecektir. Bu davranışların yaygınlaşması sonucunda kişisel
gayretler birleşip toplumsal gayrete dönüşecek, bu davranışlarda bulunan bireylerden oluşan
toplum da her alanda güçlü hâle gelecektir. Zaten hakkın kendisi olan dinimiz de bizlerden
birbirine bağlı, birbirini destekleyen, birbiriyle yardımlaşan ve birbirine doğru tavsiyelerde
bulunan bir toplum olmamızı istemektedir. Eğer bir toplumda bu ruh yoksa o toplum
hüsrandan/zarardan kurtulamaz. Çünkü bir toplumu ahlâkî düşüş ve çöküşten korumak ancak
bu şekilde mümkündür.
Müslümanların birbirlerine hakkı tavsiye etmeleri bir zarurettir. Hakkı tavsiye etmek
demek, hakkı her zaman başkalarına hatırlatmak, başkalarını hakka uygun davranmaları için
teşvik etmek, hakka uygunluğu toplumda ortak amaç hâline getirmek demektir. Hakkı
birbirine tavsiye eden bireylerden oluşmuş bir toplum, ortak sorumluluk bilinci gelişmiş bir
toplum olduğundan, pek çok sorununu bu sayede aşmış bir toplumdur. Çünkü toplumdaki her
birey bilir ve görür ki, hakkın bekçisi sadece kendisi değildir. Böyle bir toplumda kişisel
amaçlar birleşerek hakkı yaşamak ve yaşatmak hedefine yönelmiştir. Bireyler, böyle bir
toplumun mensubu oldukları için asla mahcup olmazlar, aksine kıvanç duyarlar. Zaten hakkın
kendisi olan bu din de ancak birbirine bağlı, birbirini destekleyen, birbiriyle yardımlaşan ve
birbirine tavsiyelerde bulunan bireylerin bekçiliği altında yaşanabilir.
Bu ayetler aslında dehşetli bir tehdidi işaret etmektedir. Bu, eğer önerilenler
yapılmazsa tüm insanlığın hüsrana [kayba-zarara] uğrayacağı tehdididir. Ne var ki, doğru yolu
öğreten Rabbimiz bizi tehdit ettiği felâketten nasıl kurtulabileceğimizi de göstermiş ve bize
hakkı tavsiyeleşmemizi önermiştir.
Son olarak, bu konuda şu husus asla akıllardan çıkarılmamalıdır: Kişisel olarak “hakk”
üzerinde bulunanlar, toplumun bozulmasına seyirci kalmaları hâlinde kendileri de “hakk”
üzerinde kalamazlar. Bunun doğal sonucu olarak da hüsrandan [kayıptan-zarardan]
kurtulamazlar.
Sabrı Tavsiyeleşmek
4
5. Hatırlanacağı üzere, “صبر sabr” konusuna Kalem suresinin tahlilinde değinilmiş ve bu
kavramın en geniş anlamıyla aklın ve dinin gösterdiği yolda azimle yapılan mücadele demek
olduğu, “katlanmak”, “ses çıkarmamak” gibi pasif eylemlerle herhangi bir ilgisinin olmadığı
ifade edilmişti.
Bu konuda gözden kaçırılmaması gereken en önemli nokta, sabrın kesinlikle atalet
değil, bir hareketlilik içerdiğidir. Miskin ve uyuşuk bir halde eylemsiz kalarak payına düşen
rezillikleri “kader böyle imiş, tahammül etmeli” mantığıyla kabullenmek, sabır değildir.
Sabrın ne olduğunu Rabbimiz şu ayetinde özetlemiştir.
146
Nice peygamberler de vardı ki kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah
yolunda kendilerine isabet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve
Allah, sabredenleri sever.
147
Onların sözleri de sadece: “Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıklarımızı
bağışla ve ayaklarımızı sabitle, kâfirler; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler toplumuna
karşı bize yardım et!” idi.
148
Bu yüzden Allah, onlara dünya karşılığını ve âhiret karşılığının güzelliğini verdi. Ve Allah,
güzelleştirenleri-iyileştirenleri sever.
(Al-i Imran/ 146-148)
Gerçekten de Kur'an “sabr” sözcüğü ile katlanmayı değil, göğüs germeyi
kastetmektedir. Göğüs germek ise, içinde bulunulan zorlukların verdiği acılara katlanmak ama
aynı zamanda o zorluğu yenmek için onunla mücadele etmek demektir. Dolayısıyla “sabr”
sözcüğü, tam bir aktivite, tam bir canlılık ihtiva etmektedir.
Bu bakış açısıyla sabrın tavsiyeleşilmesi; azgınlıklarla, haksızlıklarla, karanlıklarla
karşılaşan herkesin bu olumsuzluklarla mücadele edebilmesini sağlamak için desteklenmesi,
yüreklendirilmesi anlamındadır. Hakkın tavsiyeleşilmesi bahsinde söylediğimiz gibi, insanın
hüsrandan/zarardan kurtulabilmesi için kişisel çabası yeterli olmamakta, toplum olarak
birlikte hareket edilmesi, yardımlaşılması gerekmektedir. Kur’an, bu birlikteliğin sağlanması
için “teşvikleşme” tabirini kullanmıştır. Kur'an'da bu tabirin kullanılması, ayrıca dikkate değer
bir noktadır. Çünkü tarihî gerçekler ve toplum bilimi bize göstermiştir ki, toplumsal birliktelik
emir ve yasaklarla sağlanamaz. Bunun yerine, toplumsal dinamikleri harekete geçiren tavsiye,
hatırlatma ve teşvik gibi yöntemlerin kullanılmasıyla daha verimli sonuçlar elde edilir.
Kur’an’daki tavsiye, hatırlatma ve teşvik ifadelerinin hem toplumu aynı amaçlara yönelten,
hem de ortak sorumlulukların paylaşılması gerektiğini öğreten bir işlevi vardır. Kendisini
haksızlıklar karşısında aciz hisseden bir kişi, yapılan teşvik sayesinde başkalarının da kendi
uğradığı haksızlıkları gördüğünü ve onunla mücadelede yalnız kalmayacağını görür ve güç
kazanır. Kişilerin güçlenmesi aynı zamanda toplumun da güçlenmesi demektir. Gerek hakka
uygunluğu ortak amaç hâline getirerek ve gerekse haksızlıklara ve zorluklara karşı ortak
mücadele vererek güçlenen bir toplum, hüsrandan/kayıptan-zarardan kurtulma bakımından
çok daha avantajlı bir yapıya kavuşmuş olacaktır.
Surede müminlere işaret suretiyle emredilen ilkeler, ahiret saadetleri kadar dünyada
varlıklı ve refah içinde yaşamalarını da sağlayacak ilkelerdir. Yirmi birinci asrın ilk yıllarında
zenginlik ve refahın ana ilkeleri şu maddeler halinde özetlenmiştir: “Temel ahlâkî kurallara
uyma, dürüstlük, sorumluluk, kanun ve kurallara saygı, başkalarının haklarına saygı,
çalışkanlık, tasarruf ve yatırıma inanç, irade ve dakiklik”. Bin bir zahmetle araştırılıp tespit
edilen bu ilkeler, Kur'an'ın asırlar önce ortaya koyduğu ilkelerden başka bir şey değildir.
Asr suresindeki bu ilkeleri uygulayanlar ve uygulamayanlar ile ilgili somut örnekler,
ilerideki surelerde detayları ile görülecektir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
5
6. Hatırlanacağı üzere, “صبر sabr” konusuna Kalem suresinin tahlilinde değinilmiş ve bu
kavramın en geniş anlamıyla aklın ve dinin gösterdiği yolda azimle yapılan mücadele demek
olduğu, “katlanmak”, “ses çıkarmamak” gibi pasif eylemlerle herhangi bir ilgisinin olmadığı
ifade edilmişti.
Bu konuda gözden kaçırılmaması gereken en önemli nokta, sabrın kesinlikle atalet
değil, bir hareketlilik içerdiğidir. Miskin ve uyuşuk bir halde eylemsiz kalarak payına düşen
rezillikleri “kader böyle imiş, tahammül etmeli” mantığıyla kabullenmek, sabır değildir.
Sabrın ne olduğunu Rabbimiz şu ayetinde özetlemiştir.
146
Nice peygamberler de vardı ki kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah
yolunda kendilerine isabet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve
Allah, sabredenleri sever.
147
Onların sözleri de sadece: “Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıklarımızı
bağışla ve ayaklarımızı sabitle, kâfirler; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler toplumuna
karşı bize yardım et!” idi.
148
Bu yüzden Allah, onlara dünya karşılığını ve âhiret karşılığının güzelliğini verdi. Ve Allah,
güzelleştirenleri-iyileştirenleri sever.
(Al-i Imran/ 146-148)
Gerçekten de Kur'an “sabr” sözcüğü ile katlanmayı değil, göğüs germeyi
kastetmektedir. Göğüs germek ise, içinde bulunulan zorlukların verdiği acılara katlanmak ama
aynı zamanda o zorluğu yenmek için onunla mücadele etmek demektir. Dolayısıyla “sabr”
sözcüğü, tam bir aktivite, tam bir canlılık ihtiva etmektedir.
Bu bakış açısıyla sabrın tavsiyeleşilmesi; azgınlıklarla, haksızlıklarla, karanlıklarla
karşılaşan herkesin bu olumsuzluklarla mücadele edebilmesini sağlamak için desteklenmesi,
yüreklendirilmesi anlamındadır. Hakkın tavsiyeleşilmesi bahsinde söylediğimiz gibi, insanın
hüsrandan/zarardan kurtulabilmesi için kişisel çabası yeterli olmamakta, toplum olarak
birlikte hareket edilmesi, yardımlaşılması gerekmektedir. Kur’an, bu birlikteliğin sağlanması
için “teşvikleşme” tabirini kullanmıştır. Kur'an'da bu tabirin kullanılması, ayrıca dikkate değer
bir noktadır. Çünkü tarihî gerçekler ve toplum bilimi bize göstermiştir ki, toplumsal birliktelik
emir ve yasaklarla sağlanamaz. Bunun yerine, toplumsal dinamikleri harekete geçiren tavsiye,
hatırlatma ve teşvik gibi yöntemlerin kullanılmasıyla daha verimli sonuçlar elde edilir.
Kur’an’daki tavsiye, hatırlatma ve teşvik ifadelerinin hem toplumu aynı amaçlara yönelten,
hem de ortak sorumlulukların paylaşılması gerektiğini öğreten bir işlevi vardır. Kendisini
haksızlıklar karşısında aciz hisseden bir kişi, yapılan teşvik sayesinde başkalarının da kendi
uğradığı haksızlıkları gördüğünü ve onunla mücadelede yalnız kalmayacağını görür ve güç
kazanır. Kişilerin güçlenmesi aynı zamanda toplumun da güçlenmesi demektir. Gerek hakka
uygunluğu ortak amaç hâline getirerek ve gerekse haksızlıklara ve zorluklara karşı ortak
mücadele vererek güçlenen bir toplum, hüsrandan/kayıptan-zarardan kurtulma bakımından
çok daha avantajlı bir yapıya kavuşmuş olacaktır.
Surede müminlere işaret suretiyle emredilen ilkeler, ahiret saadetleri kadar dünyada
varlıklı ve refah içinde yaşamalarını da sağlayacak ilkelerdir. Yirmi birinci asrın ilk yıllarında
zenginlik ve refahın ana ilkeleri şu maddeler halinde özetlenmiştir: “Temel ahlâkî kurallara
uyma, dürüstlük, sorumluluk, kanun ve kurallara saygı, başkalarının haklarına saygı,
çalışkanlık, tasarruf ve yatırıma inanç, irade ve dakiklik”. Bin bir zahmetle araştırılıp tespit
edilen bu ilkeler, Kur'an'ın asırlar önce ortaya koyduğu ilkelerden başka bir şey değildir.
Asr suresindeki bu ilkeleri uygulayanlar ve uygulamayanlar ile ilgili somut örnekler,
ilerideki surelerde detayları ile görülecektir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
5