1. 17 MÂÛN SURESİ
[BASİT EV EŞYALARI]
SURESİ
MÂÛN SURESİ’NE GİRİŞ
Mâûn suresi Mekke'de 17. sırada inmiştir. Surenin tamamının Medine'de indiğini iddia
edenler olduğu gibi, 1-3. ayetlerinin Mekke'de, 4-7. ayetlerinin Medine'de indiğini iddia
edenler de vardır. Ancak hem surenin üslûp ve içeriği, hem de İzzet Derveze gibi
araştırmacıların İbn-i Abbas ve İbn Zübeyr kaynaklı tespitleri, surenin kesin olarak Mekkî
olduğunu göstermektedir. Surenin yarısının Medine'de indiği iddiası ise, 4. ayetin “takip”
veya “sebep” “ف fa”sı ile başlaması nedeniyle dikkate alınacak bir görüş değildir. Çünkü
suredeki konu bütünlüğü, ayetlerin birbirinden ayrılmasına engeldir. Surenin Mekkî olduğunu
gösteren bir başka husus da, surede özellikleri anlatılan insan gurubunun Medineli münafıklar
olmayıp adı sanı belli olan bazı Mekkeli azgınlardan oluşmuş olmasıdır. Sure sözel olarak
Mekke müşriklerini teşhir etmekle birlikte, onların şahsında tüm dünyadaki ve tüm
zamanlardaki müşrik ve din karşıtlarının ilkelerini ortaya dökmekte, onlara karşı alınması
gereken tavırları belirlemektedir.
17 / MÂÛN [BASİT EV EŞYALARI] SURESİ
Rahman ve Rahîm Allah adına.
Ayetlerin meali:
1
Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını
görmesini/ Allah'ın sosyal düzeni belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi
gördün mü/ hiç düşündün mü? 2,3
İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun
yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse.
4-7
Artık, salâtlarında ilgisiz, duyarsız, gösteriş olsun diye salât eden [mâlî
yönden ve zihinsel açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışır gözüken]
ve basit bir şeylerin bile bir ihtiyaçlıya ulaşmasını engelleyen kişilerin vay
haline!
Surenin İniş Sebebi
Mâverdi, surenin Ebucehil hakkında indiğini ileri sürmüş ve iddiasını şu rivayete
dayandırmıştır:
Ebucehil, vasisi [velisi] olduğu bir yetimin ihtiyaç sebebiyle kendi malından bir şey
istemesi üzerine, onu iterek isteğine kulak vermez. Kureyş'in ileri gelenleri, alay etmek
maksadıyla çocuğu peygamberimize gönderirler. Çocuk da peygamberimizden yardım ister.
1
2. Hiçbir ihtiyaç sahibini geri göndermek âdeti olmayan peygamberimiz, çocuğu dinledikten
sonra onunla beraber Ebucehil’e gider. Ebucehil peygamberimizin isteğine uyarak çocuğa
malını verir. Bunun üzerine Kureyşliler Ebucehil'e “sen de sapıttın” diye tarizde bulunurlar.
Ebucehil ise onlara “Hayır sapıtmadım. Fakat onun sözleri bende öyle dehşet uyandırdı ki,
vermezsem helâk olacağımdan korktum'' diye cevap verir.
Ayetin iniş sebebi hakkında, Ebucehil'in yanı sıra, cimrilikleri ile tanınan, yoksullara
ve düşkünlere eziyet ederek onları hor gören, itip kakan Velid b. Âiz, Ebusüfyan, As b. Vâil
es-Sehmî, Velid b. Muğıre gibi isimlerin geçtiği başka rivayetler de vardır.1
Aslında surenin kimin için indiği önemli değildir. Çünkü Kur'an’ın hükmü sadece bu
şahıslarla sınırlı olmayıp her zaman ve her yerde, bu kişilere benzeyen, aynı davranışlarda
bulunan tüm insanları kapsayacak bir evrenselliğe sahiptir.
Ayetlerin Tahlili
1. Ayet:
1
Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını görmesini/ Allah'ın
sosyal düzeni belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi gördün mü/ hiç düşündün mü?
“دنينّيللال Din” sözcüğü üzerinde hem Arap-İslâm âlimleri hem de Mac Donald, A.
Jeffery, L. Gadret gibi oryantalistler ciddî araştırmalar yapmışlar, İbranice'de ve Eski
Farsça'da bu sözcüğe yazılış ve okunuş olarak benzeyen sözcükler bulmuşlardır. İbni
Menzur'un Lisanü’l-Arab ve Zebidî'nin Tacü’l-Arus adlı eserlerinde, örnekleriyle
açıkladıklarına göre; “دنين din” sözcüğü “د dal”, “ ى ye” ve “ن nün” harflerinden meydana
gelmiştir. “دنيللن Deyn” sözcüğünü oluşturan harfler de aynı harflerdir. Üstelik “Deyn”
sözcüğünde “ ى y” harfi, cezim hâliyle bir mastar veznini korurken “دنين din” sözcüğündeki “
ى y” harfi harekesini kaybederek harf-i med [uzatma harfi] durumuna dönüşmüş ve böylece “
دنين din” sözcüğü isimleşmiştir. Bu durum “din” sözcüğünün “deyn” sözcüğünden türediğini
göstermektedir.
“Deyn” sözcüğünün ilk anlamı “borç” demektir. Aslında “din” sözcüğü de başlangıçta
“borç” anlamında kullanılmaktaydı. Fakat zaman içerisinde insanlar arasındaki alma-verme
işlemleri kapsam olarak genişleyince, buna bağlı olarak bu ilişkileri ifade eden sözcüğün de
anlamı genişlemiş ve ceza [her şeye bir karşılık verilmesi], hak-hukuk, nizam-intizam, sosyal
düzen gibi kavramlar da “din” sözcüğüyle ifade edilir olmuştur.
“Din” sözcüğü, konumuz olan ayette “ceza” anlamındadır. Kısaca “karşılık” demek
olan “ceza” sözcüğü, Türkçede sadece kötülüğün karşılığı olarak anlaşılmaktadır. Oysa “ جزاء
ceza”, iyi ya da kötü, her türlü davranışın karşılığıdır. Bu ayette konu edilen ve “ceza”
anlamına gelen “din” sözcüğü, ahirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını
göreceği anlamını ifade etmektedir.
“Din” sözcüğünün Kur'an'da ceza/karşılık anlamında kullanıldığına Nur/25, Zariyat/6,
İnfitar/9 ve Tin/7 gibi bir çok ayet örnek olarak gösterilebilir. Saffat suresinin 53. ayetinde ise
sözcük yine aynı anlamda ama “مدنينون medînûn” şeklinde kullanılmıştır. Ayrıca Kur'an'da
geçen tüm “دنينّيال نيوم yevmüddin [din günü]” tamlamalarının anlamı da İnfitar suresinde detayı
verildiği gibi, “Karşılık günü”dür.
Aynı kökten gelen ve Yüce Allah'ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan “نينانّديّيال ed-
Deyyân” da “Yapılan işlerin karşılığını veren, hesaba çeken, hiçbir ameli karşılıksız
bırakmayıp hayra da şerre de karşılık veren” demektir.
1
Vâhıdî; Esbabünnüzul, RAZİ
2
3. “Din” sözcüğü daha sonra da istiare yoluyla ve mutlak olarak “toplumsal alış-veriş,
toplumsal ilişkiler, şeriat [sosyal nizamı belirleyen ilkeler]” anlamında kullanılır olmuştur.
“Şeriat” anlamında kullanılan “din” terimi, Kâfirun suresinin tahlilinde açıklanacaktır.
Ayetteki “Sen gördün mü?” hitabı, görünüşte peygamberimizedir. Ancak; Kur'an
üslûbu gereği, bu hitap her çağda ve her coğrafyada geçerli olup yaşayan her akıl sahibi
insanadır. Ayrıca “duydun mu?” değil de “gördün mü?” ifadesinin kullanmasının nedeni, dini
yalanlayarak icraatta bulunanların bu yalanlayıcı tavırlarını fikir düzeyinde değil, toplumda
eylem olarak ortaya koyduklarını belirtmek içindir. Ancak bu soru, “evet gördüm” ya da
“hayır görmedim” diye cevabı beklenen bir soru değildir. Tam tersine, ortaya çıkan bir
durum karşısında “teaccüb [hayret etme] hislerini ifade eden bir soru tipidir. Böyle hayret
ifade eden bir soruyla başlanması, dini yani iyi-kötü her amelin mutlaka karşılığının
alınacağını yalanlamanın şaşkınlık uyandıran, hayret verici, tuhaf ve enteresan bir tavır
olduğunu ifade eder. Bu üslûp, muhatabını ahireti inkâr eden insanda ne gibi bir karakter
meydana geleceğini düşünmeye davet etmektedir. Hatırlanacak olursa, aynı soru tipi Alak
suresinde de kullanılmıştı:
11,12
Hiç düşündün mü, eğer o salât eden kul, doğru yol üzerinde idiyse ya da takvâyı [Allah'ın
koruması altında olmayı] emrettiyse!... 13
Hiç düşündün mü, eğer salât edeni engelleyen o kişi, yalanlamış
ve yüz çevirmiş ise!... 14
Salâta engel olan o kişi, bilmedi mi, Allah'ın kesinlikle görmekte olduğunu?
(Alak 11-14)
2 - 3. Ayetler:
2,3
İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik
etmeyen kimse.
Mâûn suresinin bu ayetleri bize Fecr suresinin 17-20. ayetlerini hatırlatmaktadır.
17-20
Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Doğrusu siz, yetimi, üstün-saygın bir şekilde
yetiştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi özendirmiyorsunuz. Oysa mirası
yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!
(Fecr/ 17- 20)
Fecr suresindeki bu tenkitlerin muhatabı belirgin değildi, Bir bakıma, itham ve
tenkitler ortaya yapılmıştı. Mâûn suresinde ise stratejinin değiştiği, hitapların sertleştiği,
safların belirginleştiği, kimliklerin açıklandığı görülmektedir.
Ayette geçen “اليتيم عّ يد yedu'ul yetim” deyimi birden çok anlama gelmektedir:
- “Yedu'ul yetim”; babasının yetime bıraktığı mirasa el koymak suretiyle onun hakkını
yemek ve onu kovmak demektir.
- “Yedi'ul yetim”; yardım talebiyle kendisine gelen bir yetime merhamet etmemek,
yanından kovmak, kovulduğu halde çaresizlik nedeniyle yanından gitmeyeni iterek
uzaklaştırmak demektir.
- “Yedu'ul yetim”; vesayet ya da velâyet yoluyla yanında bulunan yetime, ev halkının
hizmetini gördürmek ve kahrını çektirmek suretiyle ona zulmetmek demektir.
Ancak “yedu'ul yetim”, yukarıdaki davranışları ara sıra değil devamlı yapmak, bunları
âdet haline getirmek demektir. Bu fiili işleyenler yetimin yalnız olduğunu, yardım edeninin
bulunmayacağını zannederek onun hakkını yemekten sakınmaz. Ya da elinden tutar gibi
görünür ama zulmeder, yardım istediğinde kovar veya iter. Bu yaptıklarının çok kötü şeyler
3
4. olduğunu düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden, Allah'ın her şeyi gördüğünü bilmeden bu
tavırlarına devam eder.
Başlarını okşayacak, sahip çıkacak, ilgilenecek bir velileri olmayan, dolayısıyla
hakları yağmaya açık ve korunmaya muhtaç yetimler, insanların yumuşaklık ve duyarlılığına
muhtaçtırlar. Ne var ki, bu çağrıyı duymayan “yedu'ul yetim” vicdanı yetimi iter, aşağılar,
mağdur eder. Yukarıdaki ayette “dini yalanlayanlar” diye nitelenen kimseler işte bu tür
kimselerdir.
Ayette “المسسسكين طعسسام taâmu’l-miskin” ifadesi kullanılmıştır. Bu ifade, “miskinlere
yemek yedirmeyi/yedirmeye teşvik etmek” anlamına gelen “المسكين اطعام it'âmu’l-miskin”den
farklı bir ifadedir. “Taâmu’l-miskin” ifadesi, “miskinin kendi hakkı olan yemek” demektir.
Bu nedenle, “yoksulu doyurmayı teşvik etmemek”le itham edilen sorumsuz ve ahlaksız
kimseler kendilerine ait bir yemeği esirgemekle değil, bizzat yoksula ait olan yiyecekleri
vermemekle suçlanmaktadırlar. Burada çok ince bir anlatım vardır. Verilmeyen o yemekler
vermeyen o kimselerin mülkiyetinde görünüyor olsa bile, aslında doğrudan o yoksullara aittir.
Bu şu anlama gelmektedir: O yemek, verenlerin üzerine borç olan, yoksulun hakkı olan
yemektir. Yemeği veren, onu bir bahşiş veya lütuf olarak değil, tersine, yoksulun hakkı
olduğu için ve zorunlu olarak verecektir, vermelidir. Yoksulun bu hakkı, Zariyat suresinin 19.
ayetinde “Onların mallarında sâil ve mahrumların hakkı vardır” denilmek suretiyle
belirtilmiştir.
Daha önce Fecr suresinde de açıklandığı gibi, “miskin” sözcüğünün gerek fakirlik
sebebiyle, gerekse fiziksel-zihinsel yetersizlik, yaşlılık, egemen güçlerin baskısı altında olmak
gibi çok değişik nedenlerle hareketsiz kalmış, serbest hareket imkânını kaybetmiş, boynu
bükülmüş kimse anlamlarına geldiği tekrar hatırlanmalıdır.
Ayetteki “lâ yehuddu” ifadesi, hakları olan yemeği miskinlere vermeyen kişilerin,
kendileri yapmadığı gibi başkalarını da bu işi yapmaya teşvik etmedikleri anlamına gelir.
Böylesi kişiler, fakir ve muhtaçların çalışarak veya iş yeri açarak kendi ekmeklerini
kazanmaları yönünde herhangi bir girişimde bulunmazlar, onlara haklarını vermezler. Bu
kişiler daima efendi/lord olmak isterler; köleleri olsun isterler; herkesin ekmeğini aşını
kendileri versin isterler; kölenin soyu köle, işçinin soyu işçi, çiftçinin soyu çiftçi olsun
isterler.
Allah'ın burada iki bariz misalle anlattığı konu, ahireti inkâr edenlerin ne kötü meziyet
sahibi olduklarını göstermektedir. Tabii ki, “dini yalanlayan” kimselere ait yegâne gösterge
bununla sınırlı değildir. Şimdilik “dini yalanlayanın” sadece bu özelliği öne çıkarılmıştır.
Burada asıl vurgulanan, ahireti yalanlayanlarda bulunan yetimi itip-kakma, onları
saygın bir hale getirmeme, ihtiyaçlıların yemeklerini vermeme gibi ahlaki bozukluklar değil,
bu veya buna benzeyen sayısız kötülüğün doğrudan ahireti yalanlamanın bir sonucu olarak
ortaya çıktığıdır.
İman gönle düşünce orada rikkat, hassasiyet ve sevgi oluşturur. Oysa “dini
yalanlayan” kimselerde vicdanın sermayesi olan bu hasletler bulunmaz.
4. Ayet:
4-7
Artık, salâtlarında ilgisiz, duyarsız, gösteriş olsun diye salât eden
[mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışır
gözüken] ve basit bir şeylerin bile bir ihtiyaçlıya ulaşmasını engelleyen kişilerin
vay haline!
!
4
5. Ayetin başındaki “bu nedenle/ artık” diye çevrilmiş olan “ ف fa” edatından, bu ve
bundan sonraki ayetlerde sayılan kötü niteliklerin ortaya çıkış gerekçesinin dini yalanlamaya
dayandırıldığı anlaşılmaktadır.
Bu ayetteki “لنينّيالمص el-musallin”, Salat edenler demektir. Salat ile ilgili ayrıntılı bilgi
Alak suresinde verilmiştir.
Salatlarındaki gaflet/ eğlence
Bu ayette geçen “ساهون sâhûn” sözcüğü, Abdullah b. Mes'ud'un mushafında
“lâhûn” olarak yer almıştır. Bu durumda ayetin anlamı “Onlar salatı, eğlence olarak
yapmaktadırlar” olur ki, Enfal suresinin 35. ayeti de “Ve onların Beyt'in/Ka‘be'nin yanındaki destek
vermeleri, sadece, ıslık çalmak ve el çırpmaktır, bir gösteriştir.” diyerek müşriklerin Salatı zevk,
eğlence, tatmin aracı olarak kıldıklarını doğrulamaktadır.
Bu noktada, müşriklerin Kur'an'da net bir şekilde tarif edilen bu davranışları ile
günümüzde dindar geçinen bazı kimselerin düğün-dernek ve çeşitli merasimlerde anlamını
bilmeden güzel sesli sanatçılara Kur'an okutmaları veya bazı kesimlerin dinî ibadet
[ritüel/ayin] olarak sema, zikir ya da sazlı sözlü semah yapmaları arasındaki benzerlik gözden
kaçırılmamalıdır.
Sözcüğün gerçek anlamı esas alınırsa, ayetin anlamı da “Onlar desteklerinden
gafildirler, verdikleri desteği eğlence olarak yapmaktadırlar” şeklinde olur.
Riya
Ayette “gösteriş yapmak” diye çevirdiğimiz “رياء riya” sözcüğünün kökü, görmek
anlamına gelen “رئنييية rü'yet”tir. Sözcük “riya” kalıbına girdiğinde anlamı da “gösteriş”
olmaktadır. Gösteriş, bir kimsenin sırf “görsünler” diye bir davranış içerisine girmesi
anlamındadır. Gösterişle amaçlanan şey, iyi görünerek insanların kalbinde yer etme isteğidir.
Bu bir karakter bozukluğu ve alçakça bir davranıştır. Bu şekilde gösteriş yapanlara “riyakâr”
veya “mürai” denir.
“Riya” samimiyetsizliğin ve kişiliksizliğin bir sonucudur. Bu ikiyüzlü kimseler, ya bir
dünyalık elde etmek, ya bir makama çıkmak, ya da şöhrete ulaşmak için içten gelmeyen sahte
davranışlarda bulunurlar. Bulundukları ortama göre, çıkar sağlamayı düşündükleri insanların
hoşuna gidecek veya onlara şirin görünecek hareketler yaparlar. Oysa onları gören, izleyen
birileri yoksa bu hareketleri yapmazlar. Zira amaçları doğru olanı yapmak değil, çıkar
sağlamayı umdukları kişilerin gözlerini boyamaktır. Bu hareketleri ile beklenti içinde
oldukları insanları kandırmaya çalışırlar. Böylece hem kendilerini hem de biriktirdikleri
servetlerini korumuş olurlar.
Bu tür insanlar aslında inançsız kimselerdir. Bunlar komşularından en ufak bir yardımı
bile esirgedikleri halde, yardım ediyor gibi görünmek istediklerinde de neredeyse televizyon
kameralarını ve gazetecileri çağırıp ne kadar yardımsever olduklarını cümle âleme
göstermeye çalışırlar. Aslında bu sözde sosyal destekçiliklerini, satışlarını ve prestijlerini
artırmak için bir halkla ilişkiler metodu olarak kullanırlar. Bu da yaptıkları sosyal
destekçiliğin toplumda kendilerine karşı oluşmuş karşıtlığı ortadan kaldırma amacıyla
gerçekleştirildiği anlamına gelmektedir. Ayrıca bunun onlar için bir eğlence olduğu da
meselenin bir diğer yönüdür. Tıpkı memleketi soyup soğana çevirenlerin birkaç okul, kültür
merkezi, sağlık ocağı yapmaları gibi... Tıpkı bazı sosyetik kulüp ve derneklerin bayramlarda
kimsesiz çocukların kaldığı yuvaları ziyaret etmeleri gibi... Tıpkı bazı süper marketlerin
reklâm broşürlerinde, ulusal ya da uluslararası yardım kuruluşlarına yaptıkları yardımları ilân
5
6. etmeleri gibi. Tıpkı Hıristiyan misyonerlerin aslî işleri olan Hıristiyanlık propagandasını
perdelemek için sergiledikleri yoksullara yardım ve iş bulma çabaları gibi…
Riya, Kur'an'da en çok yerilen kavramlardan birisidir:
14
Onlar, inanmış kimselere rastladıkları zaman da, “İnandık” dediler. Kötü niyetli elebaşlarıyla
başbaşa kaldıklarında ise, “Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edenleriz” dediler.
(Bakara/ 14)
264
Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve son güne inanmadığı hâlde malını insanlara gösteriş için
bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun
durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağnak isâbet ettiği zaman, sağanağın cascavlak
olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah,
kâfirler toplumuna; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler topluluğuna kılavuzluk etmez.
(Bakara/ 264)
36-38
Ve Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ve de anaya-babaya, akrabaya,
yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda
kalanlara, yasalar çerçevesinde himayenize verilmiş kimselere iyilik edin. Şüphesiz Allah,
kibirlenen ve övünen; cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine
armağanlarından verdiklerini gizleyen kimseleri ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde
mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri sevmez. Ve Biz, kâfirlere; Allah'ın
ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere alçaltıcı bir azabı hazırladık. Ve şeytan kimin için
akran/yakın arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır!
(Nisa/ 36- 38)
142,143
Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatıcısıdır. Ve
onlar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya; toplumu aydınlatmaya]
kalktıkları/toplum içine çıktıkları zaman, ikisi arasında gidip gelen kararsızlar olarak, tembel
tembel kalkarlar, mü’minlerle ve kâfirlerle olmazlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak,
pek az olarak anarlar. Ve Allah, kimi saptırırsa, sen artık ona bir yol bulamazsın.
(Nisa/ 142)
Surede dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de, ilk ayetlerde tekil ifade
kullanılmışken 4. ayetten itibaren “لنينّيالمص el musallîn”, “ليذينّيا ellezîne”, “هم hüm” gibi çoğul
ifadeler kullanılmış olmasıdır. Bu da bize, Mekke müşriklerinin ve sonra gelecek
gönüldaşlarının yaptıkları salatı; verdikleri maddi destekleri, az da olsa bilgilendirmeyi
evlerinde, bahçelerinde, kimsenin olmadığı, görmediği yerlerde tek başlarına değil, Enfal
suresinin 35. ayetinde belirtildiği gibi, Kâbe'nin yanında ve kalabalık içinde
gerçekleştirdikleri; bol bol reklam ettikleri, kendilerini yüceltip garibanları rencide ettiklerini
göstermektedir.
Mâûn.
“ماعون Mâûn”, kendisinde insanlar için fayda bulunan küçük ve az bir şeye denir.
“Bol” sözcüğü ile zıt anlamdadır. Müfessirlerin çoğuna göre “mâûn”, komşuların birbirlerine
ödünç verdiği ufak tefek eşyalara denir.2
Bunlar iğne- iplik, kap-kacak, keser-balta, kazma-
kürek, çekiç-keser, su kabı gibi, “ıvır zıvır” denen basit eşyalardır. Bu anlamda pek kıymeti
olmayan şeyler için kullanılır. Son ayet, dini yalanlayanların aslında çok basit şeyleri bile
vermediklerini, garibanların bu basit şeylerle bile kendi ekmeklerini kazanmalarına fırsat
2
(Lisanü’l Arab, “m a n” mad. )
6
7. vermediklerini, toplumsal yarar için ellerini ceplerine atmadıklarını, yaralı parmağa bile
üflemedikleri; hep kendi lütuf ve sadakalarına bağımlı tutarak kul, köle yarattıkları, ama iş
reklama geldi mi bundan çekinmedikleri mesajını vermektedir.
“Mâûn” sözcüğünün bazı tefsirlerde “zekât” şeklinde çevrildiği görülmektedir. Bu
yorum, ayetin delâlet manasına dayanılarak “küçük, basit ve sıradan bir şeyi bile vermeyen bir
insanın zekât gibi malının belli bir oranını hiç veremeyeceği” mantığı ile yapılmıştır. Gerek
bu ayetin Mekkî, zekât emirlerinin ise Medenî olması ve gerekse Kur’an’da açıkça “zekât”
kavramının bulunması gibi nedenlerle mâûn sözcüğüne zekât anlamı vermek isabetli değildir.
Mâûn suresi, dikkat edilirse, bundan evvelki surelerde üzerinde durulmuş olan sosyal
adalet ve sosyal paylaşım ilkelerine ait öğretileri özetleyerek yine ön plâna çıkarmaktadır.
Gerek Mâûn suresini iyi anlamak ve gerekse mümin ile mükezzibin [yalanlayıcının]
bir karşılaştırılmasını yapabilmek için yalanlayıcıların bu suredeki negatif tavırlarına karşılık
müminlerin hangi pozitif tavırlara sahip olduğunun anlatıldığı Bakara suresinin 3-5. ayetlerine
bakmak yerinde olur.
Mâûn suresi, peygamberimizin misyonunu sürdüren bugünkü müminlere hâlâ şu
mesajı vermeye devam etmektedir:
Tüm insanları uyararak onlara öğreteceğiniz, tebliğ edeceğiniz ilk ilke, onları yapılan
iyilik ve kötülüğün karşılığının mutlaka ahirette görüleceğine inandırmak olmalıdır. Ahirete
inanmayanlar kesinlikle sosyal paylaşımda bulunmazlar. Yapar gözükseler de “dostlar alış
verişte görsün” diye yaparlar. Onlar kesinlikle yaralı parmağa üflemezler, kimseye zırnık
koklatmazlar. Onlardan hiçbir kimseye ve hiçbir topluma yarar gelmez.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
7