1. 8 A’LÂ SURESİ
[EN YÜCE]
SURESİ
A’LÂ SURESİ’NE GİRİŞ
Sebbih suresi de denilen A'lâ suresi, iniş sırasına göre sekizinci, Mushaf tertibine göre
seksen yedinci sıradadır. Mekke'de inmiştir.
Bir önceki sure olan Tekvir suresinde;
- Peygamberimizi engellemek isteyen Ebuleheb ve yandaşlarının bu girişimlerini
etkisiz kılmak için kıyamet ve mahşer sahneleriyle uyarılar yapıldığı,
- Peygamberimizin Allah katında çok itibarlı olduğu,
- Doğruya gitmek isteyenler için bir yol gösterici ve öğüt olan Kur'an'ın Muhammed
(as)'in kendi sözü olmayıp “elçi” sıfatıyla; alla’ın kendisine vahyettiklerini Allah adına
söylediği sözlerden oluştuğu ve dolayısıyla üzerinde tartışılmaması gerektiği öğrenilmişti.
Rabbimizin sıfatlarından birkaç tanesinin ön plâna çıkarıldığı A’lâ suresinde ise
peygamberimizin eğitimine devam edilmekte, bunun yanı sıra insanlara uyarılar yapılıp
öğütler verilmektedir.
8/ A'LÂ [EN YÜCE] SURESİ
Rahman ve Rahîm Allah adına.
Ayetlerin meali:
1-5
Oluşturup düzene koyan, ölçümlendirip sonra yol gösteren, otlağı
çıkarıp sonra da onu kapkara bir sel atığı hâline getiren Rabbinin yüce adını
temize çıkar.
6-8
Bundan böyle sende bilgi birikimi sağlayıp onu başkalarına
ulaştırtacağız sonra da sen unutmayacaksın/ terk etmeyeceksin. Ancak Allah
dilerse başkadır. Kuşkusuz ki O, açığı da bilir, gizliyi de. Ve sana “En Kolay
Olan”ı/ seni en çok mutlu edecek olan şeyleri kolaylaştıracağız.
9,10
Bundan dolayı sen hemen öğüt ver, eğer öğüt yarar sağlıyorsa/
sağlayacaksa; saygısı olan öğüt alacaktır. 11
En mutsuz olacak olan kişi de ondan
kaçınacaktır. 12
O kişi, en büyük ateşe yaslanacaktır. 13
Sonra onun içinde ne
ölecek ne de hayat bulacaktır.
14-17
Arınan, Rabbinin adını anıp da salât eden; mâlî yönden ve zihinsel
açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışan kimse kesinlikle kendini
1
2. kurtarmıştır. Fakat siz şu basit dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret
daha hayırlı ve devamlı kalıcıdır.
18,19
Şüphesiz bu kurtuluş reçetesi, ilk sahifelerde; İbrâhîm ve Mûsâ'nın
sahifelerinde vardı.
Ayetlerin Tahlili
1 - 5. Ayetler:
1-5
Oluşturup düzene koyan, ölçümlendirip sonra yol gösteren, otlağı
çıkarıp sonra da onu kapkara bir sel atığı hâline getiren Rabbinin yüce adını
temize çıkar.
Bu ayetlerde, Rabbimizin bazı sıfatları ile birlikte O’nun yüce adının tesbih edilmesini
bildiren bir emir vardır:
“Rabbinin yüce adını temize çıkar.
Ayetin asıl mesajının odaklandığı “tesbih” sözcüğü ile ilgili açıklamalara girmeden
önce bir hususa değinmekte yarar vardır. Bu husus, ayette geçen “Yüce” sıfatının Rabbe mi,
yoksa Rabbin adına mı yöneltildiğidir. Cümle yapısı olarak bu sıfatın Rabbe ait olduğunu
söylemek yanlış değildir. Bu takdirde ayetin “Yüce Rabbinin adını tesbih et” şeklinde
çevrilmesi gerekir. Ancak aşağıda daha ayrıntılı olarak açıklanacağı gibi, Rabbimizi bir takım
yanlış ve çirkin yakıştırmalardan arındırmak ve O’nu yüceltmek, Rabbimizin sıfat ve
isimlerini arındırmak ve yüceltmek yolu ile yapıldığından, biz de tercihimizi “Yüce” sıfatının
Rabbimizin adlarına yönelik olduğu yolunda kullandık.
“تسبيح Tesbih” kelimesinin sözlükte “hava veya suda hareket etmek, geçip gitmek,
yüzerek uzaklara gitmek” anlamına gelen “سبح sebh” kökünden türemiş bir kelime olduğu,
Kur'an'daki anlamının da Allah'ı O'na yakışmayan şeylerden uzak tutmak, Allah'ı yüceltmek,
O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu iyi kavramak ve bunu her vesile ile ilan
etmek olduğu Kalem suresinin 29. ayetinin tahlilinde belirtilmişti.
“سبيحستس Tesbih”, en özlü ifadeyle, yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak
demektir. Bu nedenle; “Tesbih”in Ebu Hüreyre'den gelen ve namazlardan sonra otuz üç kere
“Sübhanellah” demeyi öneren rivayet de dahil, otuz üçlük veya doksan dokuzluk imameli
tespihlerle Allah’ın adının tekrarlanmasıyla herhangi bir alâkası yoktur. Daha ayrıntılı bilgi
Kaf suresinin tahlilinde verilecektir.
İsmin Tesbihi
Bir ismi “تسبيح tesbih” etmek [noksanlıklardan uzak tutup yüceltmek] demek, aslında
o ismin sahibini “tesbih” etmek demektir. Çünkü bir ismin sahibinin yüceliği ve kutsallığı, o
ismin yüceliği ve arınmışlığı ile ifade edilir. Bir kısım âlimler “İsim ile sahibi aynıdır”
demişlerse de, ismin arındırılmasındaki maksadın o ismin sözlük anlamlarının değil, o sıfat ve
isimlerin sahibinin arındırılmasına yönelik olduğu hepsi tarafından kabul edilmiştir.
Dolayısıyla ismin tesbih edilmesinden maksat, kendisine yakışmayan isim ve sıfatların
Rabbimizden uzak tutulması ve adına sürülmüş karaların temizlenmesidir.
2
3. İlk dönem Kur’an bilimcilerinden olan Zemahşeri, ismin tesbihini şöyle açıklar: “Yüce
Allah'ın ismini tesbih etmek demek, Allah hakkında doğru olmayan sıfatları O'na yakıştırmak
ve Allah'ı bir şeye benzetmek gibi, onun isimlerini inkâr etmeye götüren manalardan onu uzak
tutmak, o ismi hafife almak ve saygı dışında bir maksatla anmaktan sakınmaktır.”1
Kur'an'ın indiği dönemde Araplar arasında:
- Meleklerin Allah'ın kızları olduğu,
- Üzeyir'in ve İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu,
- Bazı melek ve putların Allah'a yaklaştırıcı olduğu,
- Cinler ile Allah arasında bir nesep [soy bağı] ilişkisi bulunduğu
gibi yanlış ve saçma inanışlar yaygındı.
O günden sonra da Allah adına, cahili dönemin binlerce katı, Kur’an’da olmayan birçok görüş
ve anlayış uydurulmuştur. Bu nedenle; “ismin tesbihi” emri ile yapılması gereken, bu tarz
inançları yansıtan isim ve sıfatların Rabbimizin isim ve sıfatları arasından derhal çıkartılıp
atılmasıdır.
ki O, yarattı
O, her şeyin yaratıcısıdır. Allah, her şeyden önce, yaratma fiili ve yaratıcı olma
sıfatıyla bilinir. Kuşku yok ki, yaratan [Hâlık], yaratılan mahlûktan yüksek ve üstündür.
Allah, yaratılanlarda bulunan imkân [olurluk-olmazlık], sonradan olma ve bir illete ihtiyaç
duyma gibi noksan sıfatlardan uzaktır. Dolayısıyla yaratıcı ile yaratılmış olanın isim ve
sıfatları karıştırılmamalı, yaratıcının ismi her şeyden üstün tutulmalıdır. Böylelikle ismi tesbih
edilerek Yüce Allah her türlü eksiklikten uzak tutulmalıdır.
ve sonra düzene koydu,
Evet, Yüce Yaratıcı yarattı ve yarattıklarını çeşitli şekiller içinde fiziksel ve zihinsel
donanımlarla düzene koydu. Sadece basit bir yaratma ile bırakmadı, birçok yaratışlar yaptı.
ve O, takdir etti ve hidayet etti,
İnsanoğlunun anlayabildiği ya da henüz kavrayamadığı, bilmediği tüm sistemler,
atomdan gezegenlere kadar tüm evrenin düzeni, Rabb'in sonsuz iradesinin tecellisidir O,
yarattığı her şeye sonsuz ilim ve iradesi ile bir قدر kader [ölçü] tayin etmektedir. Yaratılmış
olan tüm canlılar, kendilerini kuşatan fiziksel, kimyasal ve biyolojik yasalarla iç içe
bulunmakta, cinsleri, türleri, özellikleri, yapabildikleri ve yapamadıkları işler, yaşam şartları
ve yaşam süreleri bakımından değişik sınırlara ve ölçülere tabi bulunmaktadır. Aynı evrensel
yasalar cansız varlıkları da ihata etmekte, mahiyet ve biçim itibariyle birbirlerinden farklı
özellikler gösteren tüm yaratılmış cansız varlıklar da işlevlerini Yaratıcı’nın evrene koyduğu
ölçüye göre sürdürmektedir.
Yaratılanların hepsi de, gerek kendilerine verilmiş olan doğal özellikleriyle, gerekse
dışarıdan gelen etkilerle ortaya çıkan özellikleriyle, Yaratıcı tarafından kendilerine belirlenen
işlev ve amaçlara yönlendirilmişlerdir.
ve O, otlağı çıkardı,
1
(Ze Mahşeri; el Keşşaf)
3
4. Naziat suresinin 27-33. ayetlerinde “Oluşturuluşça siz mi daha
çetinsiniz yoksa gök mü? Göğü, Allah yaptı; boyunu yükseltti, sonra da onu düzene
koydu, gecesini kararttı ve ışığın parlaklığını çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve
hayvanlarınız için bir yararlanma olmak üzere yeryüzünü döşedi/ yeryüzünden
suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da demirledi/sağlam bir şekilde yerleştirdi”
buyrulmuştur. Yüce Allah, ilâhî kudreti ile insanların ve hayvanların faydalanıp
yararlanması için meraları, yaylaları, ağaçları, ormanları, meyveleri taptaze yetiştirip
çıkarmıştır. Otlak, o çağlarda geçimlerini genellikle hayvancılıkla sağlayan Araplar
açısından hayatî öneme sahip bir kavramdır. İnsanların geçimlerini sağlayan
hayvanların varlığı ancak otlak ile mümkündür. Dolayısıyla bu ayet, varlıklarını
otlaklar sayesinde sürdüren Araplara, o otlakları da çıkaranın Allah olduğunu
bildirmektedir.
sonra da onu kapkara bir sel atığı haline getirdi.
Ayette geçen “ غثاء Gusâ” kelimesi “kusma” anlamına geldiği gibi, lügat ve tefsirlere
göre “sel suyunun otlaklardan sürüklediği ve derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak ve
köpükten oluşan karışım” anlamına da gelmektedir. Ayette Allah'ın otlakları, ağaçları,
ormanları kurutacağı, önce hayat verdiği gibi sonra da öldüreceği anlatılmaktadır.
Ayeti, Allah’ın otları-bitkileri yeraltında başkalaşarak kömür ve petrol gibi fosil
yakıtlara dönüştürdüğüğü şeklinde anlamak mümkündür. Bu hususla ilgili bir yazıyı
aktarıyoruz:
“Petrol, daha çok eğrelti ve algler gibi yeşilliklerin [otlağın] kaya tabakaları arasında çeşitli
bakteri işlemleri görmesiyle ve uzun bir zaman sürecinin geçmesiyle oluşmuştur. Günümüzde petrolün
temel kaynağının organik maddeler olduğu kabul edilmektedir. İnsan yaratılmadan önce yaratılan
otlaklar, Dünya'nın ekolojik dengesindeki işlevlerinin yanı sıra, ileride petrole dönüşmek üzere de
görevlendirilmiştir. Organik kalıntılar deniz yatağında milyonlarca yıl boyunca çürümüş ve geriye
yalnızca yağlı maddeler kalmıştır. Yağlı maddeler çamur altında kalmış ve zamanla çamur sıkışıp
kayaç katmanlarına, alttaki yağlı maddeler de petrole dönüşmüştür. Petrol aynen ayette geçtiği gibi
'sel suyu' özelliğini göstermektedir. Çoğunlukla petrol, oluştuğu yerden başka yerlere göç etmiştir.
Yani petrol oluştuğu yerin dibine direkt çöken bir yapıda değildir. Petrol, bir sel suyu gibi hareket
eden, göç eden, gözeneksiz sert kayaçlarla karşılaşınca da oralarda toplanan bir yapıya sahiptir.
Kısacası petrol, ayetlerde geçtiği gibi; 1- Bitki gibi organik madde kökenlidir. 2- Siyahımsı bir
renktedir. 3- Sel suyu gibi hareket eder. … Petrol çağının başlaması ile petrolün kullanıldığı alanlar
sürekli artmıştır. Allah bu maddenin içine öyle kimyasal özellikler koymuştur ki, bu madde işlenerek
yeni yapılarda, yeni kılıklarda hayatımızın farklı yönlerinde bize hizmet eder. … Bir otun çürümesiyle
başlayan hikâye, yerin altında sel gibi akan petrol yataklarıyla, ya da bir deterjanla, bir tişörtle, bir
tırnak cilâsıyla devam etmektedir. Kur'an'ın A'lâ suresinin 4. ve 5. ayetlerinde petrole işaret
edilmektedir. Bunlardan önceki üç ayette ise, Allah'ın her şeyi bir ölçüye bağladığı, her şeye bir düzen
koyduğu vurgulanır.”2
6- 8. Ayetler:
6-8
Bundan böyle sende bilgi birikimi sağlayıp onu başkalarına
ulaştırtacağız sonra da sen unutmayacaksın/ terk etmeyeceksin. Ancak Allah
2
(Kur’an araştırmaları gurubu; Kur’an hiç Tükenmeyen Mucize)
4
5. dilerse başkadır. Kuşkusuz ki O, açığı da bilir, gizliyi de. Ve sana “En Kolay
Olan”ı/ seni en çok mutlu edecek olan şeyleri kolaylaştıracağız.
Klâsik müfessirlere göre bu sözler özel olarak peygamberimize yöneliktir ve Allah'ın
diledikleri hariç ondan hiçbir şeyin unutturulmayacağını bildirmektedir. Muhammed Esed'in
de belirttiği gibi, “Allah'ın dilediği” şeklindeki istisna müfessirleri sıkıntıya sokmuştur. Çünkü
peygamberimize Kur'an'ı vahyeden Allah'ın ona Kur'an'ın herhangi bir kısmını unutturmak/
terk ettirmek isteyeceğini düşünmek pek makul değildir. Bu nedenle ilk dönemlerden
günümüze kadar bu konuya tatminkâr olmayan birçok açıklama getirilmiştir.
Ancak yukarıdaki pasajın görünüşte peygamberimize hitap etmesine rağmen, genel
olarak “insan”a yönelik olduğu ve Alak suresinin ilk beş ayetini içeren ilk vahiydeki “Allah'ın
insana bilmediğini öğrettiği” ifadesiyle bağlantılı olduğu kabul edilirse, söz konusu yorum
zorluğu ortadan kalkar.
Burada, insanı yaratış amacına uygun olarak şekillendiren ve ona doğru yolu
göstereceğini vaat eden Allah'ın, ona [insana] insanlığın biriktireceği, kaydedeceği ve
ortaklaşa hatırlayacağı bilgi unsurlarını elde etme yeteneği vereceği, dolayısıyla öğreteceği
bildirilmektedir. Ancak; insana öğretme gücü olan Allah'ın, öğrettiklerini unutturabilme
gücünün de olduğu şüphesizdir. Meselâ Allah, insanlık için gereksiz veya yararsız hâle gelmiş
bilgileri unutturabilir ya da terk ettirebilir.
8. ayetteki “ اليسرى el-yüsra/en kolay olan şey” ile ilgili “hayırdır, mutluluktur, rahat
yaşamdır” diye farklı yorumlar yapılmıştır. Ancak “el-yüsra” sözcüğünün yapısal anlamı
dikkate alındığında bu yorumlar yetersiz kalmaktadır. Sözcüğün tam anlamı “Her şeyden daha
kolay olan” demektir. Bu anlam, kendisinden daha kolay hiçbir şeyin olamayacağı zirve bir
kolaylığı ifade eder. Böyle bir kolaylık ancak cennet yaşamı olabilir. Buna göre ayetin manası
“Biz ona cennet için her kolaylığı sağlayacağız” demektir.
9, 10. Ayetler:
9,10
Bundan dolayı sen hemen öğüt ver, eğer öğüt yarar sağlıyorsa/ sağlayacaksa;
saygısı olan öğüt alacaktır.
Yani, “oku, unutma da hatırlat, Kur'an'ın içerdiği hükümleri ve bilgileri insanlara
ulaştırıp öğreterek vaaz ve nasihat et, düşündür ki, herkes için olmasa bile muhakkak faydası
olur.”
Tefsircilerin hemen hepsi, buradaki şart cümlesinin herhangi bir bağlayıcılığı olmadığı
görüşündedir. Yani yapılacak hatırlatma, verilecek öğüt sadece bunlardan fayda göreceklere
değil, peygamberimizin aslî görevi gereği istisnasız herkese yönelik olacaktır. Ya da herkesin
bu öğüt ve hatırlatmadan yararlanması zorunlu olmayıp Allah'ın insana bahşettiği özgür
iradenin bir sonucu olarak sadece isteyenin yararlanabilmesi söz konusudur. Bu durum ise
peygamberimizin görevini bir dereceye kadar hafifletmektedir. Nitekim Yunus suresinin 99.
ayetindeki “Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi inanırdı. Öyleyse sen mi halkı
inanmaları için zorlayacaksın?” ifadesi ile belirtildiği gibi, peygamberimizin görevi insanları
ikna etmek değil, sadece tebliğ etmektir.
Diğer taraftan, bu şart cümlesiyle açık ve düzgün bir öğüdün mutlaka faydalı olacağı
vurgulanmaktadır. Öğüde muhatap olanların bundan faydalanmak isteyip istememeleri ayrı
bir konudur. Ayet, “öğüt ver, çünkü öğüdün bir faydası olduğu muhakkaktır” şeklinde bir
5
6. öngörüyü belirtmektedir. Öğüt vermekle ilgili çok çarpıcı bir örnek ileride, Abese suresinde
görülecektir.
Haşyet
“ خشششية Haşyet” sözcüğünün Türkçeye “basit korku” anlamındaki “ خششوف havf”
sözcüğüyle eşanlamlı olarak çevrilmesi yanlıştır. Haşyet, bilgi ve idrakin bir sonucu olarak
ortaya çıkan hayranlık ve saygının doğurduğu bir “hasret kalma, uzak düşme” korkusudur. Bu
yönüyle kesinlikle basit korkuya benzemez. Nitekim Ra'd suresinin 21. ayetinde her iki
sözcük de farklı anlamlarda kullanılmıştır:
19-24
Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse
gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;
Allah'a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,
Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,
Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,
Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,
salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları
oluşturmuş, ayakta tutmuş],
kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış
ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun
âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih
olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/ haberci âyetler de her kapıdan yanlarına
girerler: “Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”
(Ra'd; 19-24)
Ayetteki “ربهشم يخششون yahşevne” ibaresi “haşyet”i [hayranlık ve saygı duyup ondan
uzaklaşmaktan korkmayı], “ويخششافون yehâfûne” ibaresi ise bilinen sade ve basit anlamlı
korkuyu ifade etmektedir.
“Havf” denen basit korku duygusu bir yaradılış özelliği olarak herkeste var olmasına
karşılık, içerdiği saygı ve hayranlık duyguları ancak çaba gösterilerek elde edilebilen “haşyet”
duygusu herkeste olmaz. Basit korkuya [havf’a] kapılan kişi, korktuğundan uzak durmaya
çalışır. Meselâ: Ateşten korkan ateşin yanına yaklaşmaz, hastalıktan korkan hasta olmamak
için gerekli tedbirleri alır, cehennemden korkan isyan etmez, düşmanından ya da vahşî
hayvandan korkan onlarla karşılaşmamaya, onlara yaklaşmamaya gayret eder. Ama haşyet
sahibi öyle değildir. O, haşyet duyduğuyla hep yakın olmayı arzular. Ondan uzak kalmaktan
korkar. Ona derin bir sevgi, saygı ve hayranlık duyar. Onun darılmaması, gücenmemesi için
gayret eder. Daima kendisini ona sevdirmeye, beğendirmeye çalışır.
Haşyet, havf gibi yaradılıştan gelen bir duygu değildir. Haşyet duygusu sonradan
oluşur. Bilgi ve idrake dayanır, bilgi ve idrak ile doğru orantılıdır.
Haşyet hakkında Kur'an'daki örneklerden bazıları aşağıdadır:
28
İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır.
Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah
çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.
(Fâtır; 28)
Ayette “Kasr” sanatı yapılmıştır. Ancak bilgi sahiplerinin Allah'a karşı haşyet
duygusuna sahip oldukları ifade edilerek onların bilgileri sayesinde Allah'ı bilgisizlerden daha
6
7. iyi tanıyıp idrak edecekleri, O'nun gücü karşısında sonsuz bir hayranlık ve saygı duyacakları
anlatılmak istenmiştir. Gerçekten de, atomun içini gören bir fizik bilgini, maddenin
yapısındaki akıl almaz incelikleri bilen bir kimyacı, hücrelerin yapısını iyi bilen bir biyolog,
tüm evreni incelemeye çalışırken sonsuz ahenkleri keşfeden bir astronomi veya astrofizik
uzmanı ile sıradan bir kimsenin Allah'ı idraki ve Allah'a karşı duyduğu saygı ve hayranlık
aynı değildir.
Allah'ın sonsuz gücünü ve programını [Rabb olma özelliğini] gören ve bilen bilginler,
hissettikleri saygı ve hayranlıktan dolayı O’na uzak kalmaktan da, saygısızlık etmekten de
korkarlar.
Allah'a saygı ve hayranlıkta peygamberler ve melekler ön plândadırlar. Zira onların
Allah'ı tanıma ve idrakleri, başkalarının tanımasından daha ileri düzeydedir.
38,39
Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce gelip geçen kimselerde;
Allah'ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O'na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve
Allah'tan başka kimseye saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayan kimselerle ilgili Allah'ın
uygulaması olarak bir güçlük yoktur. Allah'ın emri, ayarlanmış, belirlenmiş bir kaderdir. Hesap
görücü olarak Allah yeter.
(Ahzab/ 38, 39)
57-61
Şüphesiz Rablerine duydukları derin hayranlık ve saygı sonucu O'ndan uzaklaşma
korkusundan tir tir titreyen şu kimseler, Rablerinin âyetlerine inanan kimseler, Rablerine ortak
tanımayan kimseler, şüphesiz kendileri, Rablerine dönecekler diye verdiklerini kalpleri ürpererek
veren kimseler; işte onlar, iyiliklerde yarışanlardır ve iyilikler için önde gidenlerdir.
(Müminun; 57-61)
26-28
Ve onlar: “Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], çocuk
edindi” dediler. Rahmân, bundan arınıktır. Aksine onlar armağanlar verilmiş kullardır. Onlar, O'nun
sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O'nun emriyle iş yaparlar. O, Rahmân'ın çocukları
saydıkları şeylerin önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O'nun hoşnut olduğu
kimselerden başkasına yardımda/destekte bulunmazlar. Bununla birlikte onlar O'na duydukları derin
saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan tir tir titrerler.
(Enbiya/ 26- 28)
İşte, İslâm'daki Allah korkusu bu haşyet duygusudur, sıradan bir korku değildir.
Surenin 10. ayetinde öğüt alacakları belirtilenler de bu özelliğe sahip olanlardır. Bu
özellikteki kimseler, İbrahim suresinin 52. ayetinde de “Ulü’l-elbab [akıl ve vicdanı temiz
olanlar]” olarak nitelenmişlerdir.
Haşyet konusu ile ilgili olarak şu ayetlere bakılabilir: Ya Sin 11, Naziat 45, Ta Ha 3,
44, Enbiya 49, Fatır 18, Kaf 33, Maide 44, 52, Tövbe 18, Nur 52, Beyyine 8, Zümer 23,
Ahzab 37, Bakara 74 ve Haşr 21.
11-13. Ayetler:
11
En mutsuz olacak olan kişi de ondan kaçınacaktır. 12
O kişi, en
büyük ateşe yaslanacaktır. 13
Sonra onun içinde ne ölecek ne de hayat
bulacaktır.
Bu ayetlerde hem cehennemin sürekliliği, hem de azaba karşı herhangi bir
bağışıklılığın olmayacağı vurgulanmaktadır.
Kimlerin cehenneme gireceği, cehennemin sürekliliği ya da geçiciliği gibi konular
ilerideki surelerde detaylı olarak gelecektir.
7
8. 14- 17. Ayetler:
14-17
Arınan, Rabbinin adını anıp da salât eden; mâlî yönden ve
zihinsel açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışan kimse kesinlikle
kendini kurtarmıştır. Fakat siz şu basit dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlı kalıcıdır.
Kendini fenalıklardan kurtarıp tezkiye edenler kesinlikle mutluluğa ereceklerdir.
İslâm dininin temel unsurlarından olan “ الزكوةZekât’ın sözcük olarak kökü olan
“ و ك زzkv/”, “ üreme ve artma, arıtma” demektir. Meyve ve tahıl cinsinden
Allah’ın verdiği; artıp çoğalan her şeye “ زكاءzekâ” denir. Bu kökün türevlerinden
olan “ الزكوةZekât” sözcüğü, “ حSصلSalâh; bir şeyin en iyi, en temiz, en düzgün
hali” demektir. “Malın zekâtı” demek, “malın temizlenmesi, saf; arı-duru hale
getirilmesi” demektir.3
Bu sözcüğün mastarlarından olan “ التزكيةtezkiye”, “Temizlemek, geliştirmek,
feyizlendirmek, büyütmek ve temize çıkarmak” demektir. Bir Kur’an kavramı
olarak “tezkiye”, nefsini temizlemek, onu şirk, günah, nifak [ikiyüzlülük], rics
[pislik], cehalet, kötü duygular ve benzeri şeylerden temizlemek, ona itaati ve
takvayı [Allah’ın koruması altına girmeyi] öğretmek demektir. Bu anlamı, şu
ayetlerde görmekteyiz.
14-17
Arınan, Rabbinin adını anıp da salât eden; mali yönden ve zihinsel açıdan destek olan;
toplumu aydınlatmaya çalışan kimse kesinlikle kendini kurtarmıştır. Fakat siz şu basit dünya
hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahret daha hayırlı ve devamlı kalıcıdır.
(A’lâ/14–17)
14-16
İşte bu nedenle, yalanlayan, yüz çeviren, en çok mutsuz olacak olan kişiden başkasının
girmediği, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı Ben sizi uyardım.
17-21
Kimseden karşılık beklemeden, sadece Yüce Rabbinin rızasını umarak, arınmak için malını
veren çokça Allah'ın koruması altına girmiş kişi ondan uzak tutulacaktır. Ve yakında o kişi,
kesinlikle hoşnut olacaktır.
(Leyl/14–21)
1-10
Kur’ân'ı ve onun yaydığı sosyal aydınlığı, Kur’ân'ı izleyen elçi ve müminleri, Kur’an ışığı
ile aydınlanan toplumları, Kur’an ışığından yoksun kalan toplumları, bilginleri ve bilginleri yücelten
bilgileri, kara cahilleri ve kara cahilleri bu hâle getiren ilke ve anlayışları, benliğini bulmuş kimseleri
ve benlik bulduran etmenleri –ki O, ona taşkınlık yapma ve kendini koruma içgüdülerini/günah
işleme ve “Allah'ın koruması altında olma yeteneklerini ilham etti– kanıt gösteririm ki, benliğini
arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu bilerek reddeden de kesinlikle zarara uğramıştır.
(Şems/ 1–10)
İnsanın nefsini arındırması ancak iman etmesi ve salihâtı işlemesi ile mümkün
olan bir durumdur. Kişiyi kirleten, küfür ve şirktir. Çünkü şirkin necis [pislik],
müşrikin de neces [pis] olduğunu Kur’an bildirmektedir (Tövbe 28). İman sahibi
olan kişide imanın dışa yansıması olan “takva” ortaya çıkacak ve her yönüyle
tertemiz bir “nefs” söz konusu olacaktır. İnançsız bir kimsede ise inançsızlığının
3
(Lisanü’l Arab, Tacü’l Arus; zkv mad)
8
9. dışa yansıması olan “fücur” ortaya çıkacak ve her türlü sosyal pisliği barındıran bir
“nefs” söz konusu olacaktır.
31,32
Göklerde ne var, yerde ne varsa; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması,
iyileştiren-güzelleştiren kimseleri; –bazı küçük sürçmeler dışında– günahın büyüklerinden ve
iğrençliklerden çekinip kaçınan kimseleri de “En güzel” ile ödüllendirmesi için Allah'ındır. Hiç
kuşkusuz, senin Rabbin bağışlaması geniş olandır. Sizi, hem topraktan oluşturduğu zaman, hem de
annelerinizin karnında ceninler hâlinde bulunduğunuz zaman, en iyi bilen O'dur. O hâlde
nefislerinizi temize çıkarmayın. Allah'ın koruması altına girmiş kimseyi O daha iyi bilir.
(Necm/31,32)
15. ayetinn orijinalinde geçen “ل ىّىص sallâ” sözcüğü ile ilgili kısa bir açıklama Alak
suresinde verilmiştir.
16. Ayetteki “Fakat siz şu basit dünya hayatını tercih ediyorsunuz” diye bir uyarı
yapılmıştır. Yani, “Fakat siz ey gafil insanlar, temizlenmeye çalışarak kurtuluşa erecek
yerde, öyle yapmıyorsunuz da o kurtuluşa her şeyi tercih ederek basit hayatı, dünya hayatını
istiyorsunuz. Onun süsünü, yemesini-içmesini, kadınlarını, lezzetlerini öne alıyor, bunlara
öncelik tanıyor, bunlarla meşgul olmaktan ve o yolda mal harcayıp tüketmekten
hoşlanıyorsunuz da ahirette esenlik ve mutluluğu hazırlayacak temiz ve güzel amelleri arkaya
atıyorsunuz.”
Kur'an'da birçok yerde geçen “el-hayâtü’d-dünya” tamlaması, meal ve tefsirlerin
çoğunda Türkçeye “dünya hayatı” olarak çevrilmiştir. Yapılan bu çeviri “insanların
yeryüzünde yaşadıkları hayat” olarak anlaşıldığı ve bu nedenle de yanlış anlamaya yol açtığı
için hatalı bir çeviridir. Buradaki “dünya” sözcüğü, üzerinde yaşadığımız gezegen olan Dünya
değil, Arapça'da “en aşağı, en adî, en basit” anlamlarına gelen bir sıfattır. Dolayısıyla bu
tamlama da bir isim tamlaması değil, bir sıfat tamlamasıdır. Bu noktalar gözetilerek doğru
çevrildiğinde, “el-hayâtü’d-dünya” ifadesinden, ne kadar ihtişamlı olursa olsun, yeryüzündeki
hayatın en aşağı, en adî, en basit olduğunun vurgulandığı anlaşılacaktır.
İnsan psikolojisi, para, mal, mevki, şöhret gibi ancak ölüme kadar elde kalabilen
kazanımlar konusunda oldukça tatminsizdir. Hele bu insan ahirete inanmıyor da hayatını
sadece bu dünyadaki varlığından ibaret sanıyorsa, hissettiği tatminsizlik de yerini daha derin
bir huzursuzluğa bırakacaktır. Çünkü giderek ölüme yaklaşma duygusu ona daha fazla
tatminsizlik getirecek, önceden belirlenen hedefler gerçekleştikçe yeni ve daha yüksek
beklentilere kapılacaktır. Elindekileri muhafaza etmek için hep kötümser senaryolar üretecek
ve ona göre önlemler almaya çalışacak, elde edilemeyen beklentiler ise giderek ıstıraplı birer
hayal kırıklığına dönüşecektir.
Oysa ahirete inancı olan insan, gerçek başarının Teğabün suresinin 16. ayetinde
bildirildiği gibi, nefsin bencillik ve cimriliğinden korunmak olduğunu bilir ve para, mal,
mevki, şöhret gibi geçici başarıların bile yok edemeyeceği tatminsizlik hastalığına
yakalanmaz. Dolayısıyla tatminsizliğin insanı adım adım sürüklediği huzursuzluk çukuruna
da düşmez. Hatta bu dünyada sıkıntı ve üzüntü çekse bile ümitsizliğe düşmez, kötümserliğin
bataklığına saplanarak psikolojisini bozmaz. Çünkü böyle bir insanın temel amacı dünyada
bırakıp gideceği geçici tatmin vasıtaları sağlamak değil, Allah'ın rızasına ulaşarak “sürekli
kalıcı” olan kazanımlar elde etmektir.
18, 19. Ayetler:
9
10. 18,19
Şüphesiz bu kurtuluş reçetesi, ilk sahifelerde; İbrâhîm ve
Mûsâ'nın sahifelerinde vardı.
Ahiretin dünyadan daha hayırlı ve devamlı olduğu, daha önceki peygamberlere
verilmiş olan sahife ve kitaplarda da vaat edilmiştir.
Yukarıda belirtilen vaat, özellikle de İbrahim (as) ve Musa (as)’ya indirilen
vahiylerde de yapılmıştı. Bu iki peygamber ve sahifeleri sadece geçmiş vahiylerin birer örneği
olarak verilmiş ve böylece insanoğlunun dinî tecrübesinin devamlılığı ve bütün peygamberler
tarafından tebliğ edilen temel hakikatlerin aynı oluşu gerçeği bir kez daha vurgulanmıştır.
Tekil hali “sahife” olan ve lâfzen “[bir kitabın] yaprakları”nı veya “kağıt tomarları”nı
gösteren “صصصحف suhuf” sözcüğü, en geniş anlamıyla kitaptaki her bir “necm”in [vahy
parçasının] yazılı olduğu nesneyi belirtmektedir.
İleride görüleceği gibi, Necm suresinin 36-54. ayetlerinde, İbrahim ve Musa'nın
sahifelerinde bulunanlardan somut örnekler verilmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır
10