Yazar: Ebubekir Sifil
Fıkh’ı, “müslümanların önünü açmakla görevli bir mekanizma” olarak görme eğiliminin giderek ısrara dönüşmekte olduğu bir ortamda, “ahiretimiz için neyin zararlı olduğu” değil, “dünyamız için neyin faydalı olduğu” sorusu ve endişesi ön plandadır. Seküler dünyanın talepleri, dayatmaları, kuşatmaları karşısında –”direnmek” şöyle dursun–, “uyum sağlama”yı hayat ilkesi edinmiş müslümanların, Fıkh’a “durumu meşrulaştırıcı” bir misyon yüklemesi kaçınılmaz olmaktadır.
Fıkıh’la ilişkimizdeki tayin edici faktör, dünya merkezli/seküler tercihlerimiz olunca Fıkıh da dünyayı ahirete yönelik olarak tanzim etmenin vahiy merkezli zemini olmaktan çıkıp, dünyayı dünya için tanzim eden “hukuk”a dönüşmektedir. Üstelik de pek çok boyutu tırpanlanmış olarak…
Elinizdeki kitap, esas itibariyle bu kırılmanın İslamî ilimlerin hemen tamamına taalluk eden tezahürlerini mercek altına almaktadır. Sorulan sorular, hükmü merak edilen fer’î-fıkhî meselelerle sınırlı olmayıp, bütünüyle Din telakkimizi ilgilendiren alanları ihata etmektedir. Akaid/Kelam başta olmak üzere bütün İslamî ilimlerle ve Kur’an-Sünnet başta olmak üzere edille-i şer’iyyenin hemen tamamıyla ilgili soru ve cevapları ihtiva eden bir kitabın özet/muhtasar olması mümkün değildi. Bu sebeple sorulara “el-Cevap: Caizdir/değildir” demekle yetinilmemiş, kimi zaman soruların arka planına da inilerek detaylı cevaplar verilmeye çalışılmıştır.
Satın alma için: www.rihlekitap.com'u ziyaret edebilirsiniz.
Fıkh’ı, “müslümanların önünü açmakla görevli bir mekanizma” olarak görme eğiliminin giderek ısrara dönüşmekte olduğu bir ortamda, “ahiretimiz için neyin zararlı olduğu” değil, “dünyamız için neyin faydalı olduğu” sorusu ve endişesi ön plandadır. Seküler dünyanın talepleri, dayatmaları, kuşatmaları karşısında –”direnmek” şöyle dursun–, “uyum sağlama”yı hayat ilkesi edinmiş müslümanların, Fıkh’a “durumu meşrulaştırıcı” bir misyon yüklemesi kaçınılmaz olmaktadır.
Fıkıh’la ilişkimizdeki tayin edici faktör, dünya merkezli/seküler tercihlerimiz olunca Fıkıh da dünyayı ahirete yönelik olarak tanzim etmenin vahiy merkezli zemini olmaktan çıkıp, dünyayı dünya için tanzim eden “hukuk”a dönüşmektedir. Üstelik de pek çok boyutu tırpanlanmış olarak…
Elinizdeki kitap, esas itibariyle bu kırılmanın İslamî ilimlerin hemen tamamına taalluk eden tezahürlerini mercek altına almaktadır. Sorulan sorular, hükmü merak edilen fer’î-fıkhî meselelerle sınırlı olmayıp, bütünüyle Din telakkimizi ilgilendiren alanları ihata etmektedir. Akaid/Kelam başta olmak üzere bütün İslamî ilimlerle ve Kur’an-Sünnet başta olmak üzere edille-i şer’iyyenin hemen tamamıyla ilgili soru ve cevapları ihtiva eden bir kitabın özet/muhtasar olması mümkün değildi. Bu sebeple sorulara “el-Cevap: Caizdir/değildir” demekle yetinilmemiş, kimi zaman soruların arka planına da inilerek detaylı cevaplar verilmeye çalışılmıştır.
Yazar: Salim Öğüt
Günümüzde gelinen son noktadan bakıldığında görülen manzara şudur: Bazı ilahiyatçılar dini, bir din âlimi sıfatıyla değil, din bilimci sıfatıyla incelemektedirler. Bunun ne anlama geldiğini görmek için din âlimi ile din bilimci arasındaki farkın bilinmesi gerekir.
“Bir teolog (:din âlimi) ile din bilimci arasındaki fark, birinin dini vahiy eksenli anlamaya diğerinin ise bilim perspektifi içinden bir dini veya tüm dinleri anlama ve açıklamaya çalışmasıdır. Hristiyanlık’ta üniversitelerin teoloji bölümlerindeki Kutsal Kitap çalışmaları, misyonoloji (misyon bilimi) İslamiyet’te ilahiyat fakültelerindeki fıkıh, hadis, tefsir, kelam gibi alanlarla, dinleri sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tarih gibi sosyal ve beşerî bilimler perspektifinden ele alan Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Din Antropolojisi Din Fenomenolojisi gibi çeşitli alanlar birbirlerinden önemli ölçüde ayrılmaktadır. Teolojide Allah, peygamber ve kutsal kitap apriori olarak bir mutlak gerçek kabul edilip dinin insandan ve toplumdan ne istediği öğrenilmeye çalışılır. Oysa din bilimlerinde dinin bireyde, toplum ve kültürdeki yeri dinin metafizik veya dogmatik yönü metafizik kökeni üzerinde durulmaksızın araştırılıp açıklanmaya çalışılır.”
Satın alma için: www.rihlekitap.com'u ziyaret edebilirsiniz.
Yazar: Salim Öğüt
Bu ülkede son onbeş-yirmi yıldır, bazı ilahiyatçı akademisyenlerin, İslam dinini sunuşlarında, bugüne kadar bilinenden çok farklı bir yöntem uyguladıkları, çok belirgin bir biçimde görülmektedir. Bendeniz sözünü ettiğim bu yılları, bütün bu olup bitenleri anlamaya çalışmakla geçirdim. Ancak her yeni günde karşılaştığım her yeni durum dolayısıyla hayretten hayrete düştüm; bu yüzde de bir türlü olup bitenleri kavramaya imkan bulamadım.
Ne amaçlarını, ne söylemlerini, ne hedef kitlelerini, ne de ortalığı kaldırıp kaldırıp indirirken kullandıkları yöntemi/metodu/usûlü anlayabildim.
Bu insanlar, kimilerine göre İslam’ın bugüne kadar ertelenmiş reformunu gerçekleştiren aydın, ilerici, çağdaş, uygar ve modern ilahiyatçılar, kimilerine göre de, çağın ve insanının taleplerini görmüş ve onların, tashih (yanlışlarını düzelten) değil, tasvib eden (yaşadıkları hayatı onaylayan) ilahiyatçı tipine ihtiyaç duyduklarını fark etmiş, dolayısıyla onlara istediklerini veren, karşılığında da istediklerini alan şarlatanlardır.
Fıkh’ı, “müslümanların önünü açmakla görevli bir mekanizma” olarak görme eğiliminin giderek ısrara dönüşmekte olduğu bir ortamda, “ahiretimiz için neyin zararlı olduğu” değil, “dünyamız için neyin faydalı olduğu” sorusu ve endişesi ön plandadır. Seküler dünyanın talepleri, dayatmaları, kuşatmaları karşısında –”direnmek” şöyle dursun–, “uyum sağlama”yı hayat ilkesi edinmiş müslümanların, Fıkh’a “durumu meşrulaştırıcı” bir misyon yüklemesi kaçınılmaz olmaktadır.
Fıkıh’la ilişkimizdeki tayin edici faktör, dünya merkezli/seküler tercihlerimiz olunca Fıkıh da dünyayı ahirete yönelik olarak tanzim etmenin vahiy merkezli zemini olmaktan çıkıp, dünyayı dünya için tanzim eden “hukuk”a dönüşmektedir. Üstelik de pek çok boyutu tırpanlanmış olarak…
Elinizdeki kitap, esas itibariyle bu kırılmanın İslamî ilimlerin hemen tamamına taalluk eden tezahürlerini mercek altına almaktadır. Sorulan sorular, hükmü merak edilen fer’î-fıkhî meselelerle sınırlı olmayıp, bütünüyle Din telakkimizi ilgilendiren alanları ihata etmektedir. Akaid/Kelam başta olmak üzere bütün İslamî ilimlerle ve Kur’an-Sünnet başta olmak üzere edille-i şer’iyyenin hemen tamamıyla ilgili soru ve cevapları ihtiva eden bir kitabın özet/muhtasar olması mümkün değildi. Bu sebeple sorulara “el-Cevap: Caizdir/değildir” demekle yetinilmemiş, kimi zaman soruların arka planına da inilerek detaylı cevaplar verilmeye çalışılmıştır.
Yazar: Salim Öğüt
Günümüzde gelinen son noktadan bakıldığında görülen manzara şudur: Bazı ilahiyatçılar dini, bir din âlimi sıfatıyla değil, din bilimci sıfatıyla incelemektedirler. Bunun ne anlama geldiğini görmek için din âlimi ile din bilimci arasındaki farkın bilinmesi gerekir.
“Bir teolog (:din âlimi) ile din bilimci arasındaki fark, birinin dini vahiy eksenli anlamaya diğerinin ise bilim perspektifi içinden bir dini veya tüm dinleri anlama ve açıklamaya çalışmasıdır. Hristiyanlık’ta üniversitelerin teoloji bölümlerindeki Kutsal Kitap çalışmaları, misyonoloji (misyon bilimi) İslamiyet’te ilahiyat fakültelerindeki fıkıh, hadis, tefsir, kelam gibi alanlarla, dinleri sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tarih gibi sosyal ve beşerî bilimler perspektifinden ele alan Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Din Antropolojisi Din Fenomenolojisi gibi çeşitli alanlar birbirlerinden önemli ölçüde ayrılmaktadır. Teolojide Allah, peygamber ve kutsal kitap apriori olarak bir mutlak gerçek kabul edilip dinin insandan ve toplumdan ne istediği öğrenilmeye çalışılır. Oysa din bilimlerinde dinin bireyde, toplum ve kültürdeki yeri dinin metafizik veya dogmatik yönü metafizik kökeni üzerinde durulmaksızın araştırılıp açıklanmaya çalışılır.”
Satın alma için: www.rihlekitap.com'u ziyaret edebilirsiniz.
Yazar: Salim Öğüt
Bu ülkede son onbeş-yirmi yıldır, bazı ilahiyatçı akademisyenlerin, İslam dinini sunuşlarında, bugüne kadar bilinenden çok farklı bir yöntem uyguladıkları, çok belirgin bir biçimde görülmektedir. Bendeniz sözünü ettiğim bu yılları, bütün bu olup bitenleri anlamaya çalışmakla geçirdim. Ancak her yeni günde karşılaştığım her yeni durum dolayısıyla hayretten hayrete düştüm; bu yüzde de bir türlü olup bitenleri kavramaya imkan bulamadım.
Ne amaçlarını, ne söylemlerini, ne hedef kitlelerini, ne de ortalığı kaldırıp kaldırıp indirirken kullandıkları yöntemi/metodu/usûlü anlayabildim.
Bu insanlar, kimilerine göre İslam’ın bugüne kadar ertelenmiş reformunu gerçekleştiren aydın, ilerici, çağdaş, uygar ve modern ilahiyatçılar, kimilerine göre de, çağın ve insanının taleplerini görmüş ve onların, tashih (yanlışlarını düzelten) değil, tasvib eden (yaşadıkları hayatı onaylayan) ilahiyatçı tipine ihtiyaç duyduklarını fark etmiş, dolayısıyla onlara istediklerini veren, karşılığında da istediklerini alan şarlatanlardır.
Bismillah.
Kıymetli Kardeşlerimiz,
Bu yıl Bismillah dediğimiz Kevseriyye Medresesi eğitimlerine devam ediyor. Hanım kardeşlerimizin eğitim aldığı Kevseriyye Medresesi Hanımlar bölümümüz, Zahid Kevserî anma etkinliği düzenledi. Etkinlikte hanım talebelerimiz, sadece hanım katılımcılara sunum yaptıktan sonra konuşmacı hocalarımızdan İlim ve Zahid Kevseri'nin hayatı hakkında seminerleri dinlediler.
Bu sunum Kevseriyye Medresesi talebimiz tarafından hazırlanmıştır.
Ebubekir Sifil hocanın semineri tam şurada;
Muhammed Zâhid Kevserî'yi anma programı hakkında detaylı bilgi şurada;
Tarih ve yer: 9 Aralık 2016 Cuma 14:00 - @ Fatih/İstanbul.
İlginiz için teşekkür ederiz.
Saygılarımızla,
Sahn-ı Semân.
İslamî İlimleri Ebubekir Sifil hoca yönetiminde mütehassıs hocalardan, usulüne uygun biçimde öğrenmek isteyenler için yepyeni bir imkân!
Lise mezunu olup, bir yandan İslamî ilimleri medrese sistemiyle tahsil ederken diğer yandan Lisans (Açıköğretim), Yüksek Lisans ve Doktora eğitimine kadar uzanan süreçte üniversite eğitimini de tamamlamak isteyen genç ilim yolcuları arzu ettikleri imkâna kavuşuyor!
Başvuru ve detaylı bilgi için: http://shnsmn.co/iiep2017
Sizi bu dönemin son seminerine bekliyoruz. Sizin için bir yılımızı özetleyen kısa bir sunum hazırladık. Sunumda seminerimiz hakkında detaylı bilgi mevcuttur.
Bu dönemin son semineri inşallah 28 Mayıs Cumartesi günü 15:00'da başlayacaktır. e-Postalarımıza ve bize göstermiş olduğunuz ilgi için teşekkür eder, saygılarımızı sunarız.
Gündeme ilişkin hocalarımızın daha önce kaleme almış olduğu yazıları her hafta [Tâhlil] dosyasında yayınlıyoruz. [Tâhlil] üçüncü sayısında; Şarkiyatçı olarak da bilinen Oryantalistlerin Hadisler üzerindeki operasyonlarını, Cibril Hadisi olarak bilinen rivâyet bağlamında, nasıl icra edildiğine değiniliyor.
Gündeme ilişkin hocalarımızın daha önce kaleme almış olduğu yazıları her hafta [Tâhlil] dosyasında yayınlıyoruz. [Tâhlil] ikinci sayısında; İmamiye Şiası tarafından çokca istismar edilen Ehl-i Sünnet'in Ehl-i Beyt'e bakışını Ebubekir Sifil hocanın, RIHLE Dergisi 17. sayısında, kaleme aldığı yazıyı paylaşıyoruz.
'Ben bir mezhebe mensup olmadan sadece müslüman olmak istiyorum' diyen kişi sadece İslâm'ın 15 asırlık tarihini gözardı etmemekte, âdeta dinin kaynağı ile arasında hiçbir mesafe olmadığını tevehhüm etmektedir.
İnsanımız şunu anlamalı: Meal okuyarak din öğrenilmez. Öyle olsaydı, meal olgusunun ortaya çıkıp yaygınlaştığı modern zamanlara gelinceye kadar bu ümmetin dininden-imanından habersiz yaşadığını söylememiz gerekecekti! Kur'an ve Sünnet'in bizden ne istediğini tam anlamıyla kavrayabilmek için, öncelikle belli bir Usul'e ihtiyaç vardır. İşte mezhep bize bu Usul'ü ve bu Usul doğrultusunda ortaya konulmuş füruu/pratiği veren biricik sistemdir. Bu noktada yaşanan bir kafa karışıklığına parmak basmanın sırasıdır: "Kur'an ve Sünnet elimizde olduğu halde mezhep imamlarının ve ulemasının görüşlerine niçin ihtiyacımız olsun?" derler.
Ebubekir Sifil hocanın kitabı Hikemiyât Çıktı!
Ayrıntılı bilgi için: http://bit.ly/KalbiSelim
Önsöz'den
İslam Dünyası ve Türkiye olarak Din'in anlaşılması noktasında son iki asırdır hep bir arayışın, tereddüdün, şüphenin ve tartışmanın içinde bulunuyoruz. Sürekli tartışıyor, bölünü-yor, azalıyoruz.
Doğru nerede, kim haklı, ne yapmalıyım?... Bunun adı "kriz"dir ve biz, bizi bu krizin içine kimlerin ittiğini dahi düşünmeden tabir yerindeyse başımızı bir o yana bir bu yana vurup duruyoruz.
Bu hay-huy içinde bizi yakîne, itmi'nana ve felaha götürecek olanın "kalb-i selîm" olduğunu akılda tutacak mecalden yoksunluğa da mahkûm ediyoruz kendimizi. Bu sebeple öğrendiğimiz hiçbir yeni bilgi, yaşadığımız hiçbir yeni durum bize sekinet getirmiyor.
Yaşadığımız aldatıcı huzur durumları olmuyor değil; ama dürüstlük gibi bir derdi olanlar, hissettiğimizin, bir "kopuş"un, bir "savruluş"un aldatıcı hazzı olduğunu itirafta tereddüt göstermeyecektir.
Bizi dışa dönük yaşamaya; ötekini, dış dünyayı, "ümmeti" kurtarmaya, Din'i "yeniden keşfetmeye" kilitleyen bu tehlikeli gidişat, yaklaşan felaketimizin işareti aslında.
Kalbimizi bu şekilde ihmale devam ettikçe, genişleyen malumat dağarcığımızla birlikte hızla eriyen takva hassasiyetimiz, bilgimiz art-tıkça artan cesaretimizle beraber gittikçe yüzümüzü ahiret istikametinden çevirecek ve bir "oyun ve eğlenceden ibaret" "dünya hayat"a râm eden bu "çürüme" süreci devam edecek.
Malumat dağarcığımız genişledikçe cesaretimiz artıyor; takvamız ve ahiret endişemiz azalıyor. Oysa elde ettiğimiz "ilim" olsaydı, bizi daha temkinli/ihtiyatlı cümleler kurmaya zorlayacaktı; dünyadan uzaklaştırıp ahirete yaklaştıracaktı. Özellikle genç nesil…
En iyi durumda olanlar "bu dini daha iyi nasıl yaşarım; ne yaparsam kâmil bir imana ve takvaya ulaşır ve kurtulurum"dan ziyade, "ne yaparsam daha çok şey bilen ve başkalarını kurtaran insan durumuna gelirim" diye bir arayışın içinde.
"Önceleri kişinin ilmi, dünyaya buğzunu ve onu terkini artırırdı. Bugünse kişinin ilmi, dünya sevgisini ve arzusunu artırıyor. Önceleri kişi, ilmi doğrultusunda malını infak ederdi. Şimdi ise ilmiyle para kazanıyor.
Önceleri alim kişi, zahiren ve batınen kendisini geliştirirdi, bugünse pek çok ilim ehlinin, zahiren ve batınen fesada uğradığı görülüyor."
Zünnûn el-Mısrî (rh.a) kendi dönemi için bu tesbiti yaparken bugünü de görmüş müdür bilemeyiz, ama bir şeyi çok iyi biliyoruz: Bu tesbit o günden ziyade bugünü anlatıyor.
Bizi içten içe çürüten bu gidişi durdurmak ve dengeyi ya-kalamak zorundayız. Modern hayat bizi vakum gibi içine çekerken ömür sermayesi her geçen gün biraz daha eriyor. Yol zorlu, yük ağır ve süre kısıtlı.
Kendimiz için en hayırlı olanı yapmaya muvaffak ol
İslam’ın bize yüklediği “başkasına benzememe” mükellefiyetinin temelinde bizim fıtrî değerlere bağlılıktan gelen üstünlüğümüzün bulunduğu en temel bir hakikattir. Hakkı bâtıla bulamak neyse, hak ehlinin kendisini bâtıl ehline benzetmek suretiyle onlara bulanması da odur! Kişi, sadece gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giydiği için kâfir olmaz, ama itikadını bozmadan da gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giymez. Bid’at ehline benzememe konusunda karşılaştığımız bu büyük hassasiyet bizi, küfür ehline benzememe noktasında ne kadar büyük bir sorumluluğun beklediği konusunda derinden sarsmalıdır. Allame el-Münâvî meselenin hassas noktasına dokunuyor ve şunları söylüyor: “Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Başkalarına benzeme durumu bazen itikat ve irade/kasıt gibi kalbî/soyut konularda, bazen de söz ve fiil gibi haricî/somut alanlarda vuku bulur. Aynı şekilde ibadet ve –yemek, elbise, evlenme, toplanma-ayrılma, yolculuk, ikamet, binek… gibi– âdet ve uygulamalarda da benzeme söz konusu olur. Zahirle batın, içle dış arasında irtibat ve münasebet vardır.
İmam Gazali Hazretleri’ni tek bir vasfa indirgeyerek anlatmaya çalışmak doğru olmaz. Onu İmam-ı Gazali yapan, onu büyük yapan birden vasfa aynı anda sahip olması, birden fazla misyonu yerine getirmiş olması dolayısıyla hepsini aynı anda bahis konusu etmemiz lazım. İmam Gazali’nin sahip olduğu arka planı, alt yapıya sahip olamadan bu vadiye girdiğinizde Allah korusun hata yapmanız kaçınılmaz oluyor. Üç mesele söylüyor Tehafütü’l-Felasife’nin girişinde. Bunlar, âlemin kıdemi meselesi, haşr-ı cismani meselesi bir de Allahu Tealâ’nın cüz’iyyatı bilemeyeceği meselesi. . İmam Gazali gibi yıldız isimlere günümüzde çok ihtiyaç var. Ümmetin çok ihtiyacı var. Allah bizi onların rehberliğinden mahrum etmesin.
Ebubekir Sifil hocanın İlim ve İrfan dergisi Aralık sayısında kaleme aldığı “Müslümanlığımızın Sünnet-i Seniyye ile İlişkisi” konu başlıklı makalesidir.
إنّ مفهومَي "الشيعة" و"أهل البيت" كادا يصبحان مترادفين؛ نتيجة الدعاية الفعّالة للشيعة الإمامية على وجه الخصوص. بينما يقَدّم
تبني الإيديولوجية الرافضية كالطريق الوحيد الذي لا بد منه لمحبة "أهل البيت" والاقتداء بهم، والحفاظ على حقوقهم؛ يشاع من جانب
آخر أن "السُّنِّيَّةَ" هي عنوان العداوة ضد أهل البيت، وأن اتخاذ أهل السنة أعداءً، وإضمارَ الضغينة عليهم نتيجةٌ طبيعيةٌ وضروريةٌ لمحبة
أهل البيت... إن أكبر خيانة في حق أهل البيت هي جعلهم ذريعة لتشريع الإديولوجية الرافضية بأن يُقلب التاريخ والحقائق رأساً على
عقب؛ وذلك هو الذي يفعله الروافض بالتحديد!
Ebubekir Sifil hocanın Hüküm Dergisi Kasım 2014 sayısına yazmış olduğu İmam Ahmed, Zalim Sultan Hadisleri ve İslamoğlu'nun Son Numarası başlık makalesidir.
Merhum Zahid’ül Kevserî Hocaefendi, İttihat Terakki’nin ve onun uzantısı Türkiye Cumhuriyeti’nin Müslüman Anadolu topraklarını İslâmsızlaştırma çabalarına karşı dimdik ayakta duran sayılı âlimlerden biridir. Rejimin suikast girişimleri ve baskıları neticesi Mısır’a hicret eden Zahid’ül Kevserî Hocaefendi, burada da Efgani ve Abduh’un sapkın görüşleriyle mücadele etmiş, Ehl-i Sünnet’in sapmaz çizgilerini hocalara ve halka anlatmıştır. Hocaefendi 54 eser kaleme almış ama maalesef bu eserlerden çoğu ‘kayıp’ durumdadır. Rıhle Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ebubekir Sifil Hoca, Zahid’ül Kevserî Hocaefendi’nin külliyatını bizlere ulaştırma gayretiyle uzun süredir çalışmalarını sürdürüyor. Bu çalışmalarının ilk neticesini geçtiğimiz günlerde verdi ve Sifil Hoca Makâlâtu’l Kevserî yayınladı. Ebubekir Sifil’le hem Zahid’ül Kevserî Hocaefendi’yi hem de hâlimizi konuştuk.
9.
Takdim
ijk
אربא אة وאم وאא
وآوأ
"İlm"in yerine "bilgi"yi, "âlim”in yerine "araştırmacı"yı koymuş bir anlayış bağ‐
lamında fetva, ictihad, fıkıh… ve sair İslamî kavramların anlam kaymasına uğradığını
fark etmek bizim için doğru bir zemine ayak basmanın ilk aşamasıdır. Ümmet‐i
Muhammed, modern zamanlarda gerçekten büyük kayıplar verdi. Kurtuluş savaşla‐
rına kurban verdiğimiz bedenler değil, moderniteye kurban verdiğimiz ruhlar asıl
kaybımızı oluşturuyor. Kimliğimiz, aidiyetlerimiz ve varoluş zeminimiz büyük ölçüde
kaybolmuş durumda. "Siz izzet‐i İslamiye'nin ne olduğunu bilmezsiniz; çünkü Os‐
manlı'ya yetişmediniz." Muhterem bir büyüğümüzün Osmanlı dönemini idrak etmiş
bir hocasından naklettiği bu tesbit, içinde bulunduğumuz durumu yeterince sarsıcı
biçimde anlatıyor.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde Müslümanların problemi, gerçek an‐
lamda neye ihtiyaç duyduklarını doğru tesbit edememeleridir. Gerçek anlamda
eksikliğini hissetmemiz gereken, Fıkh'ın bizi taşıyacağı nokta mıdır, yoksa içinde
bulunduğumuz ve mutlaklaştırdığımız ahvali onaylayacak bir Fıkıh mı? Bu noktayı
netleştirmeden ictihad kapısının kapalı olması/sayılması da, açık olması/sayılması
da sadra şifa bir netice hasıl etmeyecektir.
Bu noktada acilen fark etmemiz gereken temel gerçek şudur: Modern zamanlar
öncesindeki uzun asırlar boyunca kendisinde ictihad ehliyeti gören hiçbir âlim, "mev‐
cut ictihadlar bugünün problemlerini çözmüyor; yeni ictihadlar lazım" gibi bir gerek‐
çeyle hareket etmemiştir. İctihad seviyesine ulaşan âlim, sadece ve sadece murad‐ı
ilahîye kendi gayreti ile ulaşma ve elde ettiği seviyenin sorumluluğunu yerine getirme
10. Sana Dinden Sorarlar14
hassasiyetiyle ictihad mekanizmasını çalıştırmıştır. Bu Ümmet'in, İslam'da hükümle‐
rin esnekliği‐donukluğu, sabitliği‐değişkenliği… gibi hususlarda son asırda yaşadığı
tartışma, yoğunluk bakımından geride bıraktığımız 13 asrı fersah fersah aşmış du‐
rumdadır. Bütün bunlar, bir şeylerin anormal seyrettiğini göstermiyor mu?
Kanaatimize göre yanlış olan, Fıkıh'la ilişkimizdeki "tayin edici" faktördür.
Fıkh'ın tarifine sathî bir atf‐ı nazar bile bu tesbitin sağlamasını yapmaya yetecek‐
tir. Bilindiği gibi kaynaklar, İmam Ebû Hanîfe'nin Fıkh'ı, "Kişinin, lehine ve aleyhine
olan şeyleri bilmesidir" şeklinde tarif ettiğini nakleder. Buradaki "leh" ve "aleyh"
ifadeleri, "faydalı" ve "zararlı" şeklinde açıklanmıştır. Ancak daha önemlisi, bu fayda
ve zararın "uhrevî fayda ve zarar" olduğunun bilhassa vurgulanmış olmasıdır.1
Buna
göre Fıkıh ilmi, İmam Ebû Hanîfe tarafından şöyle tarif edilmiş olmaktadır: "Fıkıh,
kişinin, ahirette kendisine neyin fayda ve neyin zarar vereceğini bilmesidir."
İşte meselemizin püf noktası burasıdır. Fıkh'ı, "müslümanların önünü açmakla gö‐
revli bir mekanizma" olarak görme eğiliminin giderek ısrara dönüşmekte olduğu bir
ortamda, "ahiretimiz için neyin zararlı olduğu" değil, "dünyamız için neyin faydalı
olduğu" sorusu ve endişesi ön plandadır. Seküler dünyanın talepleri, dayatmaları,
kuşatmaları karşısında –"direnmek" şöyle dursun–, "uyum sağlama"yı hayat ilkesi
edinmiş müslümanların, Fıkh'a "durumu meşrulaştırıcı" bir misyon yüklemesi kaçı‐
nılmaz olmaktadır.
Fıkıh'la ilişkimizdeki tayin edici faktör, dünya merkezli/seküler tercihlerimiz
olunca Fıkıh da dünyayı ahirete yönelik olarak tanzim etmenin vahiy merkezli ze‐
mini olmaktan çıkıp, dünyayı dünya için tanzim eden "hukuk"a dönüşmektedir.
Üstelik de pek çok boyutu tırpanlanmış olarak…
Fıkh'ın onayı alınmadan tanzim edilmiş bir hayatın ürettiği problemlere Fı‐
kıh'tan –üstelik de eni‐konu bir "ehliyet" problemi yaşayarak– cevap aramak, çoğu
zaman bulunan cevaplardan tatmin olmamak gibi bir garabeti tevlit ediyor. Aslolan
Fıkıh iken ve hayatı onun onayladığı çerçevede tanzim etmek gerekiyorken, Fıkh'ı
hayata göre tanzim etme tuhaflığının "olması gereken" olarak algılandığı bir zaman
ve zeminde bundan başka bir sonuç beklemek beyhudedir.
Bu manzara, problemin sadece Fıkıh'la sınırlı olmadığını, daha genelde İslam'la
ve İslamî ilimlerle ilgili bir "algı" problemine duçar olduğumuzun ifadesidir. İslamî
ilimlere bakışımızdaki arızanın da genel olarak "din tasavvurumuz"daki bir kırılma‐
dan neş'et ettiği izahtan varestedir.
Elinizdeki kitap, esas itibariyle bu kırılmanın İslamî ilimlerin hemen tamamına
taalluk eden tezahürlerini mercek altına almaktadır. Sorulan sorular, hükmü merak
1
et‐Teftâzânî, et‐Telvîh, I, 20; et‐Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l‐Fünûn, I, 31.
11. Takdim 15
edilen fer'î‐fıkhî meselelerle sınırlı olmayıp, bütünüyle Din telakkimizi ilgilendiren
alanları ihata etmektedir. Akaid/Kelam başta olmak üzere bütün İslamî ilimlerle ve
Kur'an‐Sünnet başta olmak üzere edille‐i şer'iyyenin hemen tamamıyla ilgili soru ve
cevapları ihtiva eden bir kitabın özet/muhtasar olması mümkün değildi. Bu sebeple
sorulara "el‐Cevap: Caizdir/değildir" demekle yetinilmemiş, kimi zaman soruların
arka planına da inilerek detaylı cevaplar verilmeye çalışılmıştır.
Son bir nokta: Bu satırların yazarının, sadece "yazma"nın değil, "okuma"nın da in‐
san için ağır sorumluluklar getiren bir eylem olduğunu anladığı tarihten sonra yapabil‐
diği en önemli şeyin, hem bilme sorumluluğunun gereklerini yerine getirmenin, hem de
bilme sorumluluğunu yerine getirenlerin ne kadar uzağında olduğumuzu duyurmak
olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. Zira o tarihten sonra, aidiyetlerini kay‐
betmiş bir bireyin ve toplumun ürettiği bilginin ne denli ölümcül virüsler taşıyabildiğini
ve en "acil" meselemizin bunu fark etmek olduğunu fark ettim.
Elinizdeki eserin, yazarı için en fazla önem arz eden yanı budur. Yaklaşık 10 yıllık
bir süreç içinde gerek internet üzerinden, gerekse muhtelif vasatlarda muhatap ol‐
duğum sorulara cevap vermeye çalışırken, "fetva vermek"le "fetva nakletmek" ara‐
sındaki farkı hep dikkatte tuttum. Bunlardan ilkinden hassasiyetle kaçınırken, ikinci‐
sini layık‐ı veçhile yerine getirmeye çalıştım. Fetva sorulan kişinin, muhatabının sıkın‐
tısını giderirken kendi ahiretini riske attığını bilen her aklı başında kişinin bu anlamda
kendine yönelik "ehliyet sorgulaması" eylemini diğer bütün endişelerin üstünde tut‐
ması anlaşılmayacak bir mesele değil. Bu sebeple elinizde tuttuğunuz eserde yapılan
işin "fetva vermek" olmadığını bilhassa ve önemle hatırlatmak isterim.
O halde bu eserde yapılan nedir?
Bu sorunun 2 maddelik bir cevabı var:
1. Sorulan sorulara, ulaşabildiğim muteber kaynaklardan naklettiğim cevap,
tesbit ve tevcihlerle mukabele etmeye çalıştım.
2. Soruları fırsat bilerek her fırsatta şu noktanın altını çizdim: Kafa karıştırı‐
cı, zihin bulandırıcı pek çok operasyona maruz kalmış bireyin ve toplumun fela‐
hı "fetva sorma/verme" (ifta/istifta) eyleminin hayatî önemini kavramamasın‐
dadır. Toplumun ve bireyin, hayatı "Allah rızası" ekseninde inşa etmesinin baş‐
ka bir yolu yoktur çünkü.
Dr. Ebubekir Sifil
Keçiören / 8 Receb 1430
1 Temmuz 2009