'Ben bir mezhebe mensup olmadan sadece müslüman olmak istiyorum' diyen kişi sadece İslâm'ın 15 asırlık tarihini gözardı etmemekte, âdeta dinin kaynağı ile arasında hiçbir mesafe olmadığını tevehhüm etmektedir.
COMO LIDAR COM O RISCO DE FINANCIAMENTO DE CONCESSÕES E PPPS EM PERÍODOS DE N...Mauricio Portugal Ribeiro
O documento discute como lidar com o risco de financiamento de concessões e PPPs em períodos normais e de crise. Ele explica que (1) o financiamento é importante para baratear os custos dos projetos, (2) os bancos públicos normalmente fornecem financiamento subsidiado, e (3) é preciso tratar melhor o risco de financiamento nos contratos para viabilizar os projetos.
We test the site www.whirlpool.net.au and did a detail analysis on that website and tried to find the issues. This is our analysis and finding about the website and some recommendation to improve the design of the website.
1) O documento define a fé cristã ortodoxa sobre a natureza de Jesus Cristo como verdadeiro Deus e verdadeiro homem.
2) Ele condena heresias como nestorianismo e eutiquianismo que negavam ou confundiam as naturezas divina e humana de Cristo.
3) O documento estabelece que ninguém pode apresentar ou ensinar uma fé diferente da definida no concílio.
COMO LIDAR COM O RISCO DE FINANCIAMENTO DE CONCESSÕES E PPPS EM PERÍODOS DE N...Mauricio Portugal Ribeiro
O documento discute como lidar com o risco de financiamento de concessões e PPPs em períodos normais e de crise. Ele explica que (1) o financiamento é importante para baratear os custos dos projetos, (2) os bancos públicos normalmente fornecem financiamento subsidiado, e (3) é preciso tratar melhor o risco de financiamento nos contratos para viabilizar os projetos.
We test the site www.whirlpool.net.au and did a detail analysis on that website and tried to find the issues. This is our analysis and finding about the website and some recommendation to improve the design of the website.
1) O documento define a fé cristã ortodoxa sobre a natureza de Jesus Cristo como verdadeiro Deus e verdadeiro homem.
2) Ele condena heresias como nestorianismo e eutiquianismo que negavam ou confundiam as naturezas divina e humana de Cristo.
3) O documento estabelece que ninguém pode apresentar ou ensinar uma fé diferente da definida no concílio.
İslamî İlimleri Ebubekir Sifil hoca yönetiminde mütehassıs hocalardan, usulüne uygun biçimde öğrenmek isteyenler için yepyeni bir imkân!
Lise mezunu olup, bir yandan İslamî ilimleri medrese sistemiyle tahsil ederken diğer yandan Lisans (Açıköğretim), Yüksek Lisans ve Doktora eğitimine kadar uzanan süreçte üniversite eğitimini de tamamlamak isteyen genç ilim yolcuları arzu ettikleri imkâna kavuşuyor!
Başvuru ve detaylı bilgi için: http://shnsmn.co/iiep2017
Fıkh’ı, “müslümanların önünü açmakla görevli bir mekanizma” olarak görme eğiliminin giderek ısrara dönüşmekte olduğu bir ortamda, “ahiretimiz için neyin zararlı olduğu” değil, “dünyamız için neyin faydalı olduğu” sorusu ve endişesi ön plandadır. Seküler dünyanın talepleri, dayatmaları, kuşatmaları karşısında –”direnmek” şöyle dursun–, “uyum sağlama”yı hayat ilkesi edinmiş müslümanların, Fıkh’a “durumu meşrulaştırıcı” bir misyon yüklemesi kaçınılmaz olmaktadır.
Fıkıh’la ilişkimizdeki tayin edici faktör, dünya merkezli/seküler tercihlerimiz olunca Fıkıh da dünyayı ahirete yönelik olarak tanzim etmenin vahiy merkezli zemini olmaktan çıkıp, dünyayı dünya için tanzim eden “hukuk”a dönüşmektedir. Üstelik de pek çok boyutu tırpanlanmış olarak…
Elinizdeki kitap, esas itibariyle bu kırılmanın İslamî ilimlerin hemen tamamına taalluk eden tezahürlerini mercek altına almaktadır. Sorulan sorular, hükmü merak edilen fer’î-fıkhî meselelerle sınırlı olmayıp, bütünüyle Din telakkimizi ilgilendiren alanları ihata etmektedir. Akaid/Kelam başta olmak üzere bütün İslamî ilimlerle ve Kur’an-Sünnet başta olmak üzere edille-i şer’iyyenin hemen tamamıyla ilgili soru ve cevapları ihtiva eden bir kitabın özet/muhtasar olması mümkün değildi. Bu sebeple sorulara “el-Cevap: Caizdir/değildir” demekle yetinilmemiş, kimi zaman soruların arka planına da inilerek detaylı cevaplar verilmeye çalışılmıştır.
2015 yılında resmi kaynaklara göre 303 kadın yaşamını yitirdi. Her güne yeni bir kadına şiddet vakasıyla uyanarak başlıyoruz ve bazı kadınlar yazık ki yeni bir güne uyanamıyor bile. Kadına şiddetle mücadele edebiliriz, etmek zorundayız. Rakamlar, bu tablonun ciddiyetini ortaya koyuyor.
• Her 100 kadından 42’si şiddet görüyor.
• Her 10 gebe kadından 1’I fiziksel şiddete maruz kalıyor.
• Şiddete maruz kalan kadınların yüzde 48’i şiddetten kimseye söz etmiyor
Bismillah.
Kıymetli Kardeşlerimiz,
Bu yıl Bismillah dediğimiz Kevseriyye Medresesi eğitimlerine devam ediyor. Hanım kardeşlerimizin eğitim aldığı Kevseriyye Medresesi Hanımlar bölümümüz, Zahid Kevserî anma etkinliği düzenledi. Etkinlikte hanım talebelerimiz, sadece hanım katılımcılara sunum yaptıktan sonra konuşmacı hocalarımızdan İlim ve Zahid Kevseri'nin hayatı hakkında seminerleri dinlediler.
Bu sunum Kevseriyye Medresesi talebimiz tarafından hazırlanmıştır.
Ebubekir Sifil hocanın semineri tam şurada;
Muhammed Zâhid Kevserî'yi anma programı hakkında detaylı bilgi şurada;
Tarih ve yer: 9 Aralık 2016 Cuma 14:00 - @ Fatih/İstanbul.
İlginiz için teşekkür ederiz.
Saygılarımızla,
Sahn-ı Semân.
Sizi bu dönemin son seminerine bekliyoruz. Sizin için bir yılımızı özetleyen kısa bir sunum hazırladık. Sunumda seminerimiz hakkında detaylı bilgi mevcuttur.
Bu dönemin son semineri inşallah 28 Mayıs Cumartesi günü 15:00'da başlayacaktır. e-Postalarımıza ve bize göstermiş olduğunuz ilgi için teşekkür eder, saygılarımızı sunarız.
Gündeme ilişkin hocalarımızın daha önce kaleme almış olduğu yazıları her hafta [Tâhlil] dosyasında yayınlıyoruz. [Tâhlil] üçüncü sayısında; Şarkiyatçı olarak da bilinen Oryantalistlerin Hadisler üzerindeki operasyonlarını, Cibril Hadisi olarak bilinen rivâyet bağlamında, nasıl icra edildiğine değiniliyor.
Gündeme ilişkin hocalarımızın daha önce kaleme almış olduğu yazıları her hafta [Tâhlil] dosyasında yayınlıyoruz. [Tâhlil] ikinci sayısında; İmamiye Şiası tarafından çokca istismar edilen Ehl-i Sünnet'in Ehl-i Beyt'e bakışını Ebubekir Sifil hocanın, RIHLE Dergisi 17. sayısında, kaleme aldığı yazıyı paylaşıyoruz.
İnsanımız şunu anlamalı: Meal okuyarak din öğrenilmez. Öyle olsaydı, meal olgusunun ortaya çıkıp yaygınlaştığı modern zamanlara gelinceye kadar bu ümmetin dininden-imanından habersiz yaşadığını söylememiz gerekecekti! Kur'an ve Sünnet'in bizden ne istediğini tam anlamıyla kavrayabilmek için, öncelikle belli bir Usul'e ihtiyaç vardır. İşte mezhep bize bu Usul'ü ve bu Usul doğrultusunda ortaya konulmuş füruu/pratiği veren biricik sistemdir. Bu noktada yaşanan bir kafa karışıklığına parmak basmanın sırasıdır: "Kur'an ve Sünnet elimizde olduğu halde mezhep imamlarının ve ulemasının görüşlerine niçin ihtiyacımız olsun?" derler.
Ebubekir Sifil hocanın kitabı Hikemiyât Çıktı!
Ayrıntılı bilgi için: http://bit.ly/KalbiSelim
Önsöz'den
İslam Dünyası ve Türkiye olarak Din'in anlaşılması noktasında son iki asırdır hep bir arayışın, tereddüdün, şüphenin ve tartışmanın içinde bulunuyoruz. Sürekli tartışıyor, bölünü-yor, azalıyoruz.
Doğru nerede, kim haklı, ne yapmalıyım?... Bunun adı "kriz"dir ve biz, bizi bu krizin içine kimlerin ittiğini dahi düşünmeden tabir yerindeyse başımızı bir o yana bir bu yana vurup duruyoruz.
Bu hay-huy içinde bizi yakîne, itmi'nana ve felaha götürecek olanın "kalb-i selîm" olduğunu akılda tutacak mecalden yoksunluğa da mahkûm ediyoruz kendimizi. Bu sebeple öğrendiğimiz hiçbir yeni bilgi, yaşadığımız hiçbir yeni durum bize sekinet getirmiyor.
Yaşadığımız aldatıcı huzur durumları olmuyor değil; ama dürüstlük gibi bir derdi olanlar, hissettiğimizin, bir "kopuş"un, bir "savruluş"un aldatıcı hazzı olduğunu itirafta tereddüt göstermeyecektir.
Bizi dışa dönük yaşamaya; ötekini, dış dünyayı, "ümmeti" kurtarmaya, Din'i "yeniden keşfetmeye" kilitleyen bu tehlikeli gidişat, yaklaşan felaketimizin işareti aslında.
Kalbimizi bu şekilde ihmale devam ettikçe, genişleyen malumat dağarcığımızla birlikte hızla eriyen takva hassasiyetimiz, bilgimiz art-tıkça artan cesaretimizle beraber gittikçe yüzümüzü ahiret istikametinden çevirecek ve bir "oyun ve eğlenceden ibaret" "dünya hayat"a râm eden bu "çürüme" süreci devam edecek.
Malumat dağarcığımız genişledikçe cesaretimiz artıyor; takvamız ve ahiret endişemiz azalıyor. Oysa elde ettiğimiz "ilim" olsaydı, bizi daha temkinli/ihtiyatlı cümleler kurmaya zorlayacaktı; dünyadan uzaklaştırıp ahirete yaklaştıracaktı. Özellikle genç nesil…
En iyi durumda olanlar "bu dini daha iyi nasıl yaşarım; ne yaparsam kâmil bir imana ve takvaya ulaşır ve kurtulurum"dan ziyade, "ne yaparsam daha çok şey bilen ve başkalarını kurtaran insan durumuna gelirim" diye bir arayışın içinde.
"Önceleri kişinin ilmi, dünyaya buğzunu ve onu terkini artırırdı. Bugünse kişinin ilmi, dünya sevgisini ve arzusunu artırıyor. Önceleri kişi, ilmi doğrultusunda malını infak ederdi. Şimdi ise ilmiyle para kazanıyor.
Önceleri alim kişi, zahiren ve batınen kendisini geliştirirdi, bugünse pek çok ilim ehlinin, zahiren ve batınen fesada uğradığı görülüyor."
Zünnûn el-Mısrî (rh.a) kendi dönemi için bu tesbiti yaparken bugünü de görmüş müdür bilemeyiz, ama bir şeyi çok iyi biliyoruz: Bu tesbit o günden ziyade bugünü anlatıyor.
Bizi içten içe çürüten bu gidişi durdurmak ve dengeyi ya-kalamak zorundayız. Modern hayat bizi vakum gibi içine çekerken ömür sermayesi her geçen gün biraz daha eriyor. Yol zorlu, yük ağır ve süre kısıtlı.
Kendimiz için en hayırlı olanı yapmaya muvaffak ol
İslam’ın bize yüklediği “başkasına benzememe” mükellefiyetinin temelinde bizim fıtrî değerlere bağlılıktan gelen üstünlüğümüzün bulunduğu en temel bir hakikattir. Hakkı bâtıla bulamak neyse, hak ehlinin kendisini bâtıl ehline benzetmek suretiyle onlara bulanması da odur! Kişi, sadece gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giydiği için kâfir olmaz, ama itikadını bozmadan da gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giymez. Bid’at ehline benzememe konusunda karşılaştığımız bu büyük hassasiyet bizi, küfür ehline benzememe noktasında ne kadar büyük bir sorumluluğun beklediği konusunda derinden sarsmalıdır. Allame el-Münâvî meselenin hassas noktasına dokunuyor ve şunları söylüyor: “Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Başkalarına benzeme durumu bazen itikat ve irade/kasıt gibi kalbî/soyut konularda, bazen de söz ve fiil gibi haricî/somut alanlarda vuku bulur. Aynı şekilde ibadet ve –yemek, elbise, evlenme, toplanma-ayrılma, yolculuk, ikamet, binek… gibi– âdet ve uygulamalarda da benzeme söz konusu olur. Zahirle batın, içle dış arasında irtibat ve münasebet vardır.
İmam Gazali Hazretleri’ni tek bir vasfa indirgeyerek anlatmaya çalışmak doğru olmaz. Onu İmam-ı Gazali yapan, onu büyük yapan birden vasfa aynı anda sahip olması, birden fazla misyonu yerine getirmiş olması dolayısıyla hepsini aynı anda bahis konusu etmemiz lazım. İmam Gazali’nin sahip olduğu arka planı, alt yapıya sahip olamadan bu vadiye girdiğinizde Allah korusun hata yapmanız kaçınılmaz oluyor. Üç mesele söylüyor Tehafütü’l-Felasife’nin girişinde. Bunlar, âlemin kıdemi meselesi, haşr-ı cismani meselesi bir de Allahu Tealâ’nın cüz’iyyatı bilemeyeceği meselesi. . İmam Gazali gibi yıldız isimlere günümüzde çok ihtiyaç var. Ümmetin çok ihtiyacı var. Allah bizi onların rehberliğinden mahrum etmesin.
Ebubekir Sifil hocanın İlim ve İrfan dergisi Aralık sayısında kaleme aldığı “Müslümanlığımızın Sünnet-i Seniyye ile İlişkisi” konu başlıklı makalesidir.
إنّ مفهومَي "الشيعة" و"أهل البيت" كادا يصبحان مترادفين؛ نتيجة الدعاية الفعّالة للشيعة الإمامية على وجه الخصوص. بينما يقَدّم
تبني الإيديولوجية الرافضية كالطريق الوحيد الذي لا بد منه لمحبة "أهل البيت" والاقتداء بهم، والحفاظ على حقوقهم؛ يشاع من جانب
آخر أن "السُّنِّيَّةَ" هي عنوان العداوة ضد أهل البيت، وأن اتخاذ أهل السنة أعداءً، وإضمارَ الضغينة عليهم نتيجةٌ طبيعيةٌ وضروريةٌ لمحبة
أهل البيت... إن أكبر خيانة في حق أهل البيت هي جعلهم ذريعة لتشريع الإديولوجية الرافضية بأن يُقلب التاريخ والحقائق رأساً على
عقب؛ وذلك هو الذي يفعله الروافض بالتحديد!
Ebubekir Sifil hocanın Hüküm Dergisi Kasım 2014 sayısına yazmış olduğu İmam Ahmed, Zalim Sultan Hadisleri ve İslamoğlu'nun Son Numarası başlık makalesidir.
İslamî İlimleri Ebubekir Sifil hoca yönetiminde mütehassıs hocalardan, usulüne uygun biçimde öğrenmek isteyenler için yepyeni bir imkân!
Lise mezunu olup, bir yandan İslamî ilimleri medrese sistemiyle tahsil ederken diğer yandan Lisans (Açıköğretim), Yüksek Lisans ve Doktora eğitimine kadar uzanan süreçte üniversite eğitimini de tamamlamak isteyen genç ilim yolcuları arzu ettikleri imkâna kavuşuyor!
Başvuru ve detaylı bilgi için: http://shnsmn.co/iiep2017
Fıkh’ı, “müslümanların önünü açmakla görevli bir mekanizma” olarak görme eğiliminin giderek ısrara dönüşmekte olduğu bir ortamda, “ahiretimiz için neyin zararlı olduğu” değil, “dünyamız için neyin faydalı olduğu” sorusu ve endişesi ön plandadır. Seküler dünyanın talepleri, dayatmaları, kuşatmaları karşısında –”direnmek” şöyle dursun–, “uyum sağlama”yı hayat ilkesi edinmiş müslümanların, Fıkh’a “durumu meşrulaştırıcı” bir misyon yüklemesi kaçınılmaz olmaktadır.
Fıkıh’la ilişkimizdeki tayin edici faktör, dünya merkezli/seküler tercihlerimiz olunca Fıkıh da dünyayı ahirete yönelik olarak tanzim etmenin vahiy merkezli zemini olmaktan çıkıp, dünyayı dünya için tanzim eden “hukuk”a dönüşmektedir. Üstelik de pek çok boyutu tırpanlanmış olarak…
Elinizdeki kitap, esas itibariyle bu kırılmanın İslamî ilimlerin hemen tamamına taalluk eden tezahürlerini mercek altına almaktadır. Sorulan sorular, hükmü merak edilen fer’î-fıkhî meselelerle sınırlı olmayıp, bütünüyle Din telakkimizi ilgilendiren alanları ihata etmektedir. Akaid/Kelam başta olmak üzere bütün İslamî ilimlerle ve Kur’an-Sünnet başta olmak üzere edille-i şer’iyyenin hemen tamamıyla ilgili soru ve cevapları ihtiva eden bir kitabın özet/muhtasar olması mümkün değildi. Bu sebeple sorulara “el-Cevap: Caizdir/değildir” demekle yetinilmemiş, kimi zaman soruların arka planına da inilerek detaylı cevaplar verilmeye çalışılmıştır.
2015 yılında resmi kaynaklara göre 303 kadın yaşamını yitirdi. Her güne yeni bir kadına şiddet vakasıyla uyanarak başlıyoruz ve bazı kadınlar yazık ki yeni bir güne uyanamıyor bile. Kadına şiddetle mücadele edebiliriz, etmek zorundayız. Rakamlar, bu tablonun ciddiyetini ortaya koyuyor.
• Her 100 kadından 42’si şiddet görüyor.
• Her 10 gebe kadından 1’I fiziksel şiddete maruz kalıyor.
• Şiddete maruz kalan kadınların yüzde 48’i şiddetten kimseye söz etmiyor
Bismillah.
Kıymetli Kardeşlerimiz,
Bu yıl Bismillah dediğimiz Kevseriyye Medresesi eğitimlerine devam ediyor. Hanım kardeşlerimizin eğitim aldığı Kevseriyye Medresesi Hanımlar bölümümüz, Zahid Kevserî anma etkinliği düzenledi. Etkinlikte hanım talebelerimiz, sadece hanım katılımcılara sunum yaptıktan sonra konuşmacı hocalarımızdan İlim ve Zahid Kevseri'nin hayatı hakkında seminerleri dinlediler.
Bu sunum Kevseriyye Medresesi talebimiz tarafından hazırlanmıştır.
Ebubekir Sifil hocanın semineri tam şurada;
Muhammed Zâhid Kevserî'yi anma programı hakkında detaylı bilgi şurada;
Tarih ve yer: 9 Aralık 2016 Cuma 14:00 - @ Fatih/İstanbul.
İlginiz için teşekkür ederiz.
Saygılarımızla,
Sahn-ı Semân.
Sizi bu dönemin son seminerine bekliyoruz. Sizin için bir yılımızı özetleyen kısa bir sunum hazırladık. Sunumda seminerimiz hakkında detaylı bilgi mevcuttur.
Bu dönemin son semineri inşallah 28 Mayıs Cumartesi günü 15:00'da başlayacaktır. e-Postalarımıza ve bize göstermiş olduğunuz ilgi için teşekkür eder, saygılarımızı sunarız.
Gündeme ilişkin hocalarımızın daha önce kaleme almış olduğu yazıları her hafta [Tâhlil] dosyasında yayınlıyoruz. [Tâhlil] üçüncü sayısında; Şarkiyatçı olarak da bilinen Oryantalistlerin Hadisler üzerindeki operasyonlarını, Cibril Hadisi olarak bilinen rivâyet bağlamında, nasıl icra edildiğine değiniliyor.
Gündeme ilişkin hocalarımızın daha önce kaleme almış olduğu yazıları her hafta [Tâhlil] dosyasında yayınlıyoruz. [Tâhlil] ikinci sayısında; İmamiye Şiası tarafından çokca istismar edilen Ehl-i Sünnet'in Ehl-i Beyt'e bakışını Ebubekir Sifil hocanın, RIHLE Dergisi 17. sayısında, kaleme aldığı yazıyı paylaşıyoruz.
İnsanımız şunu anlamalı: Meal okuyarak din öğrenilmez. Öyle olsaydı, meal olgusunun ortaya çıkıp yaygınlaştığı modern zamanlara gelinceye kadar bu ümmetin dininden-imanından habersiz yaşadığını söylememiz gerekecekti! Kur'an ve Sünnet'in bizden ne istediğini tam anlamıyla kavrayabilmek için, öncelikle belli bir Usul'e ihtiyaç vardır. İşte mezhep bize bu Usul'ü ve bu Usul doğrultusunda ortaya konulmuş füruu/pratiği veren biricik sistemdir. Bu noktada yaşanan bir kafa karışıklığına parmak basmanın sırasıdır: "Kur'an ve Sünnet elimizde olduğu halde mezhep imamlarının ve ulemasının görüşlerine niçin ihtiyacımız olsun?" derler.
Ebubekir Sifil hocanın kitabı Hikemiyât Çıktı!
Ayrıntılı bilgi için: http://bit.ly/KalbiSelim
Önsöz'den
İslam Dünyası ve Türkiye olarak Din'in anlaşılması noktasında son iki asırdır hep bir arayışın, tereddüdün, şüphenin ve tartışmanın içinde bulunuyoruz. Sürekli tartışıyor, bölünü-yor, azalıyoruz.
Doğru nerede, kim haklı, ne yapmalıyım?... Bunun adı "kriz"dir ve biz, bizi bu krizin içine kimlerin ittiğini dahi düşünmeden tabir yerindeyse başımızı bir o yana bir bu yana vurup duruyoruz.
Bu hay-huy içinde bizi yakîne, itmi'nana ve felaha götürecek olanın "kalb-i selîm" olduğunu akılda tutacak mecalden yoksunluğa da mahkûm ediyoruz kendimizi. Bu sebeple öğrendiğimiz hiçbir yeni bilgi, yaşadığımız hiçbir yeni durum bize sekinet getirmiyor.
Yaşadığımız aldatıcı huzur durumları olmuyor değil; ama dürüstlük gibi bir derdi olanlar, hissettiğimizin, bir "kopuş"un, bir "savruluş"un aldatıcı hazzı olduğunu itirafta tereddüt göstermeyecektir.
Bizi dışa dönük yaşamaya; ötekini, dış dünyayı, "ümmeti" kurtarmaya, Din'i "yeniden keşfetmeye" kilitleyen bu tehlikeli gidişat, yaklaşan felaketimizin işareti aslında.
Kalbimizi bu şekilde ihmale devam ettikçe, genişleyen malumat dağarcığımızla birlikte hızla eriyen takva hassasiyetimiz, bilgimiz art-tıkça artan cesaretimizle beraber gittikçe yüzümüzü ahiret istikametinden çevirecek ve bir "oyun ve eğlenceden ibaret" "dünya hayat"a râm eden bu "çürüme" süreci devam edecek.
Malumat dağarcığımız genişledikçe cesaretimiz artıyor; takvamız ve ahiret endişemiz azalıyor. Oysa elde ettiğimiz "ilim" olsaydı, bizi daha temkinli/ihtiyatlı cümleler kurmaya zorlayacaktı; dünyadan uzaklaştırıp ahirete yaklaştıracaktı. Özellikle genç nesil…
En iyi durumda olanlar "bu dini daha iyi nasıl yaşarım; ne yaparsam kâmil bir imana ve takvaya ulaşır ve kurtulurum"dan ziyade, "ne yaparsam daha çok şey bilen ve başkalarını kurtaran insan durumuna gelirim" diye bir arayışın içinde.
"Önceleri kişinin ilmi, dünyaya buğzunu ve onu terkini artırırdı. Bugünse kişinin ilmi, dünya sevgisini ve arzusunu artırıyor. Önceleri kişi, ilmi doğrultusunda malını infak ederdi. Şimdi ise ilmiyle para kazanıyor.
Önceleri alim kişi, zahiren ve batınen kendisini geliştirirdi, bugünse pek çok ilim ehlinin, zahiren ve batınen fesada uğradığı görülüyor."
Zünnûn el-Mısrî (rh.a) kendi dönemi için bu tesbiti yaparken bugünü de görmüş müdür bilemeyiz, ama bir şeyi çok iyi biliyoruz: Bu tesbit o günden ziyade bugünü anlatıyor.
Bizi içten içe çürüten bu gidişi durdurmak ve dengeyi ya-kalamak zorundayız. Modern hayat bizi vakum gibi içine çekerken ömür sermayesi her geçen gün biraz daha eriyor. Yol zorlu, yük ağır ve süre kısıtlı.
Kendimiz için en hayırlı olanı yapmaya muvaffak ol
İslam’ın bize yüklediği “başkasına benzememe” mükellefiyetinin temelinde bizim fıtrî değerlere bağlılıktan gelen üstünlüğümüzün bulunduğu en temel bir hakikattir. Hakkı bâtıla bulamak neyse, hak ehlinin kendisini bâtıl ehline benzetmek suretiyle onlara bulanması da odur! Kişi, sadece gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giydiği için kâfir olmaz, ama itikadını bozmadan da gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giymez. Bid’at ehline benzememe konusunda karşılaştığımız bu büyük hassasiyet bizi, küfür ehline benzememe noktasında ne kadar büyük bir sorumluluğun beklediği konusunda derinden sarsmalıdır. Allame el-Münâvî meselenin hassas noktasına dokunuyor ve şunları söylüyor: “Bir kısım âlimler şöyle demiştir: Başkalarına benzeme durumu bazen itikat ve irade/kasıt gibi kalbî/soyut konularda, bazen de söz ve fiil gibi haricî/somut alanlarda vuku bulur. Aynı şekilde ibadet ve –yemek, elbise, evlenme, toplanma-ayrılma, yolculuk, ikamet, binek… gibi– âdet ve uygulamalarda da benzeme söz konusu olur. Zahirle batın, içle dış arasında irtibat ve münasebet vardır.
İmam Gazali Hazretleri’ni tek bir vasfa indirgeyerek anlatmaya çalışmak doğru olmaz. Onu İmam-ı Gazali yapan, onu büyük yapan birden vasfa aynı anda sahip olması, birden fazla misyonu yerine getirmiş olması dolayısıyla hepsini aynı anda bahis konusu etmemiz lazım. İmam Gazali’nin sahip olduğu arka planı, alt yapıya sahip olamadan bu vadiye girdiğinizde Allah korusun hata yapmanız kaçınılmaz oluyor. Üç mesele söylüyor Tehafütü’l-Felasife’nin girişinde. Bunlar, âlemin kıdemi meselesi, haşr-ı cismani meselesi bir de Allahu Tealâ’nın cüz’iyyatı bilemeyeceği meselesi. . İmam Gazali gibi yıldız isimlere günümüzde çok ihtiyaç var. Ümmetin çok ihtiyacı var. Allah bizi onların rehberliğinden mahrum etmesin.
Ebubekir Sifil hocanın İlim ve İrfan dergisi Aralık sayısında kaleme aldığı “Müslümanlığımızın Sünnet-i Seniyye ile İlişkisi” konu başlıklı makalesidir.
إنّ مفهومَي "الشيعة" و"أهل البيت" كادا يصبحان مترادفين؛ نتيجة الدعاية الفعّالة للشيعة الإمامية على وجه الخصوص. بينما يقَدّم
تبني الإيديولوجية الرافضية كالطريق الوحيد الذي لا بد منه لمحبة "أهل البيت" والاقتداء بهم، والحفاظ على حقوقهم؛ يشاع من جانب
آخر أن "السُّنِّيَّةَ" هي عنوان العداوة ضد أهل البيت، وأن اتخاذ أهل السنة أعداءً، وإضمارَ الضغينة عليهم نتيجةٌ طبيعيةٌ وضروريةٌ لمحبة
أهل البيت... إن أكبر خيانة في حق أهل البيت هي جعلهم ذريعة لتشريع الإديولوجية الرافضية بأن يُقلب التاريخ والحقائق رأساً على
عقب؛ وذلك هو الذي يفعله الروافض بالتحديد!
Ebubekir Sifil hocanın Hüküm Dergisi Kasım 2014 sayısına yazmış olduğu İmam Ahmed, Zalim Sultan Hadisleri ve İslamoğlu'nun Son Numarası başlık makalesidir.
Merhum Zahid’ül Kevserî Hocaefendi, İttihat Terakki’nin ve onun uzantısı Türkiye Cumhuriyeti’nin Müslüman Anadolu topraklarını İslâmsızlaştırma çabalarına karşı dimdik ayakta duran sayılı âlimlerden biridir. Rejimin suikast girişimleri ve baskıları neticesi Mısır’a hicret eden Zahid’ül Kevserî Hocaefendi, burada da Efgani ve Abduh’un sapkın görüşleriyle mücadele etmiş, Ehl-i Sünnet’in sapmaz çizgilerini hocalara ve halka anlatmıştır. Hocaefendi 54 eser kaleme almış ama maalesef bu eserlerden çoğu ‘kayıp’ durumdadır. Rıhle Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ebubekir Sifil Hoca, Zahid’ül Kevserî Hocaefendi’nin külliyatını bizlere ulaştırma gayretiyle uzun süredir çalışmalarını sürdürüyor. Bu çalışmalarının ilk neticesini geçtiğimiz günlerde verdi ve Sifil Hoca Makâlâtu’l Kevserî yayınladı. Ebubekir Sifil’le hem Zahid’ül Kevserî Hocaefendi’yi hem de hâlimizi konuştuk.
Rıhle Uzaktan Eğitim Merkezinde verilen Açık Ders: Mişkâtü'l Mesâbîh dersinde bahsi geçen Hadis kitabı türleri sunumudur. Bu sunum RUZEM Eğitim İçerikleri tarafından hazırlanmıştır. Bu sunumda sadece "Tartışma,reddiye kitapları, muvatta, sünenler, Musannefler, Câmi’ler"
konusuna değinmiştir. Sorun halinde egitimicerikleri@ruzem.org 'a e-postanızı iletebilirsiniz.
Ne Sünnîyim Ne de Şiî… Sadece Müslümanım - Fikret Çetin
1. Ne Sünnîyim
Ne de Şiî…
Sadece
Müslümanım
Fikret Çetin
‘Ben bir mezhebe mensup olmadan sadece müslüman olmak istiyorum’ diyen kişi sadece
İslâm’ın 15 asırlık tarihini gözardı etmemekte, âdeta dinin kaynağı ile arasında hiçbir mesafe
olmadığını tevehhüm etmektedir.
2. NeSünnîyimNedeŞiî…SadeceMüslümanım
1
Ne Sünnîyim
Ne de Şiî…
Sadece Müslümanım
Fikret Çetin
‘Müslümanların birliği’, ‘ümmetin vahdeti’ gibi nazarî gücünden ziyâde retorik
ve sloganik tarafı daha ağır basan lafları pek sık duyuyoruz! Vahim bir ilmî yanlışa
işâret etmek, inanca dair ciddî bir sapmaya parmak basmak söz konusu olduğunda, fitne
çıkaran, ümmetin birliğine zarar veren her nedense bu yanlışa işâret eden, itikadî bir
sapmaya karşı ümmeti îkaz eden taraf oluveriyor.
‘Bir olmanın’ ne anlama geldiği veya gelmesi gerektiği hususunda dahi bir fikir
birliğine sahip olmadığımıza göre tartışmaktan çekinmemize de gerek yok demektir.
Ancak usûlünce… Bize ait ‘Âdâbu’l-Bahs ve’l-münâzara’ literatürünü unutalı hayli
zaman oldu. İlm-i hilâfa tahammül edebilecek ufuk, ilm-i cedelin meydanına çıkmaya
cesaret edecek cengâver pek kalmadı. Tartışmaktan niçin korkalım? Tartışmayı
becerememekten korksak ya… Münâzaranın, mübâhasenin bir edebi var idi. Bu edebe
riâyet edildikte, düşüncenin, dar sokaklarda, kuytu köşelerde unutulmuş cevâhire
mülâkî olması; hakikatin incecik bir tülün ardından gülümsemesi hiç de uzak değil idi.
O hâlde tartışmaktan korkmamalı; tartışma sanatına bigâne kalmaktan korkmalı.
3. NeSünnîyimNedeŞiî…SadeceMüslümanım
2
Düşünce zemininde hakkı verilmemiş bir davranışın, bir hareketin veya bir
teklifin kıymeti olmadığı gibi, başarısı da yoktur. Öyle ya, niyetsiz ibâdet olmaz. Şu
hâlde ‘bir olmadan’ önce ‘bir olmanın anlamı’nı tartışmak zorundayız.
‘Bir olmaktan’ bahsederken neyi kastediyoruz? Müslümanların akide, fikir
zeminindeki ayrılıklarını bir kenara bırakıp birlikte hareket etmesini mi? Yani bir tür
aksiyon birliği mi? Peki bu aksiyonun teorisini, fikrî altyapısını kim kuracak? Ya da
bir olmak derken ‘bir hâline gelme’yi mi kastediyoruz? O zaman kimin ‘bir’inde
birleşeceğiz? Anlaşılan ‘bir olma’ teklifi bile birçok ihtilafa sebep olacağa benziyor.
İnanç noktasında birleşmemiş yığınların bir arada bulunmaları mümkün olsa
bile pek bir kıymet ifâde etmez. Zira her amel bir inancın eseridir. Kur’an-ı Hakim’de
devamlı sûrette “iman edip Salih amel işleyenler” denmesi câlib-i dikkâttir. Nereye
varacağımızı nereye varmak istediğimiz tayin edecektir. Dolayısıyla imanda birlik
olmadıkça beraberlikler sûrî, devamsız, dünyevî ve nihayet anlamsız olmaktan öteye
gitmeyecektir. Allah bize ‘müslüman’ ismini verdiğine göre neden kendimizi yanlızca
‘müslüman’ olarak isimlendirmekle yetinip diğer bütün isimleri, lakapları bir kenara
bırakmayalım? Tarihin getirmiş olduğu Sünni, Şiî, Zeydî, Eşarî, Mâtûridî, Hanefî, Şâfî,
Sufî gibi isimlerle niçin ümmeti parçalara, hiziplere ayıralım? Allah bize Kur’an’da
Müslüman adını vermişse, kimliğimizi ortaya koymak adına ne diye başka isimlere
ihtiyaç duyalım ki?!
4. NeSünnîyimNedeŞiî…SadeceMüslümanım
3
Ümmetin birliği sadedinde sıkça duyduğumuz ancak hakikâte ve vâkıaya pek
temas etmeyen popüler argümanlardan birisi böyle… Tabii siz siz olun, meselenin
hakikâtini sözün retoriğine, düşünceyi lafın kalabalığına kurban etmeyin.
İşin özüne nüfûz etme adına biraz kafa yoralım: İsimlere olan ihtiyacımız,
temyiz etmeye olan ihtiyacımızdan neşet eder. Bu sebepledir ki, temyiz ve tefrik
etmeye lüzûm duymadığımız bir şeye isim koyma ihtiyacı da duymayız. İki şey
arasında mühim bir fark meydana gelirse, tefrik etme ihtiyacı da doğacaktır. Bu ihtiyaç
doğduğunda da yeni bir isim doğacaktır. İki şey arasındaki farkın mühim olup
olmadığı, bu farkı mülâhaza edenin itibarına kalmıştır. Dolayısıyla bir ismin geçmişte
olmaması, ya tefrik ve temyiz edilecek iki şeyin olmamasından; yâhut da bu farkın
mühim olmamasından ileri gelir. Farklılıklar çoğaldıkça isimler de çoğalacak; ayırt
etme eyleminin itibar cihetleri arttıkça, bir tek isim yeterli hâle gelmemeye
başlayacaktır. Babamız Âdem’in bir soyadı yokken artık hepimizin bir soyadı;
dedelerimizin bir vatandaşlık numarası yokken bizlerin tam onbir hâneli bir kimlik
numarası vardır. Aile ve arkadaş çevresinde hüviyetimiz için sâde ismimiz yeterli
olurken, resmî bir dairede artık soyadımız bile kâfi gelmemektedir.
Bunun gibi kendimizi ‘müslüman’ olarak tanımlayacağımız yer
ayrıdır; sünnî, şiî diye veya mâtûridî, eşarî, selefî diye
tanımlayacağımız yer ayrıdır. Nitekim Allah Teâlâ’nın bizleri
müslüman diye isimlendirdiği âyetin siyâkına dikkât edilirse,
5. NeSünnîyimNedeŞiî…SadeceMüslümanım
4
meselenin Ümmet-i Muhammed ile diğer insanları din
bakımından ayrıştırma sadedinde vârid olduğu fark edilecektir:
“Allah uğrunda, O’na yaraşır biçimde cihad edin. O, sizi seçti ve
dinde size bir güçlük yüklemedi; babanız İbrahim’in dinine
uyun. O önceki kitaplarda da, bu Kur’anda da size
“müslümanlar” adını verdi ki, Rasul size şâhid olsun, siz de
insanlara şâhid olasınız.” (el-Hac, 22/78). Sözlük anlamı olan
“teslim olmak” mânâsı dışında, İslâm/ Müslim kelimesinin
Kurân-ı Kerim’de dâima bu ümmet ile ehl-i kitabı, kâfir ve
müşrikleri karşılaştırma, ayrıştırma sadedinde kulladıldığı
dikkâtli nazarlardan kaçmayacaktır.
Buna göre, kendimizi bir kâfir karşısında tanımlamak mevzubahis ise,
“müslümanım” sözünden başka bir cevaba ihtiyacımız olmayacaktır. Fakat
müslümanların kendi aralarında birbirlerini “müslümanım” diyerek tanıtmaları,
tanımlamaları anlamlı olmadığı gibi fonksiyonel de değildir. Zira isimlendirmenin en
esaslı vazifesi temyiz ve tefriktir. Müslümanların gerek geçmişte, gerek günümüzde
itikat ve amel hususunda birçok farklı mezhebe, meşrebe sahip olduğu ise tarihî bir
hakikâttir. Fark olduktan sonra ismin olmaması farkı ortadan kaldırmayacaktır. O hâlde
bu gibi isimler ayrıştırmak için değil; hâsıl olan ayrışmaları tespit etmek için vardır.
Binaenaleyh, söz gelişi bir müslümanın sünnî veya şiî olduğunu beyan etmesi
aslında İslam’a ne şekilde inandığını beyan etmesi demektir ki, bu tarz bir beyan gerekli
olduğu kadar faydalıdır da… Gereklidir, zira müslümanların birbirlerine karşı samimî
6. NeSünnîyimNedeŞiî…SadeceMüslümanım
5
olmalarının luzûmunda şüphe yoktur. Samimiyetin en mühim rükünlerinden birisi de
açık olmak, neye nasıl inanıyorsa bunu dile getirmektir. Faydalıdır, zira müslümanların
kendi aralarında inançlarını gizlemeleri, birbirlerini tanımalarına, sağlıklı bir alâka tesis
etmelerine engel teşkil edecektir.
Dolayısıyla insanların sünnî, şiî, eşarî, selefî gibi isimleri alması İslâm’ı nasıl
telakkî ettiklerini bildiren önemli birer işâretttir. Bu isimlerin mevcudiyeti,
Müslümanları parçalara hiziplere ayıran bir âmil değil, zaten var olan ihtilaflara,
farklılıklara işâret eden alâmetlerdir. Bu isimleri kullanmamak ihtilafları ortadan
kaldırmayacağına göre; ve bu ihtilaflar ittifaklar kurmakla, siyasî antlaşmalar yapmakla
ortadan kalkmayacağına göre herkesin sahip olduğu İslam anlayışını bu gibi isimlerle
ifade etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Aksine bu isimlerin gerekli dahi olduğunu
rahatlıkla savunabiliriz. Çünkü farkın önemli olduğu yerde farkettiricinin (isim)
olmaması problemlere yol açacaktır.
“Ne sünnîyim ne de Şiîyim sadeceMmüslümanım” demek her ne kadar kulağa
hoş gelse de aslında boş bir sözdür. İsimlerin lafızlarını değil anlamlarını tartışmamız
gerektiğine göre; ve dahi sünnî olmak veya şiî olmak kuru bir isimlendirmeden öte bir
anlam taşıdığına göre sormamız gereken kritik soru şudur: Bu iki mefhumu iki mefhum
yapan şey hakkında ne düşünüyorsun? Söz gelişi, senin benimsemiş olduğun İslam’da
Rasulullah’ın sahabesi nerede durmaktadır? Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’den
telakkî etmiş oldukları dini, olduğu gibi gelecek nesillere ve varabildiklere her bucağa
7. NeSünnîyimNedeŞiî…SadeceMüslümanım
6
ulaştıran mübârek bir nesli mi anlatıyor Sahabe? Yoksa bir kaç istisna hâricinde Hz.
Peygamber’in vefâtından daha gün geçmeden dinden dönen, Allah’ın kitabını,
Rasulullah’ın vasiyetini çiğnemek hususunda hiç tereddüt etmeyen bir hâinler
gürûhunu mu? Yahut senin inandığın İslam’a göre, Hz. Ali’nin ve onun neslinden
gelen, hata yapmaları asla mümkün olmayan onbir kişinin Rasulullah’ın halifesi
olduğuna inanmak, mümin olmanın olmazsa olmaz bir şartı mıdır, değil midir? Bu
şıklardan hangisini seçerseniz seçin, kendinizi belli bir isimle adlandırmasanız bile,
bazı müslümanlarla aynı düşünmüş; diğer bazılarıyla da farklı düşünmüş olacaksınız.
Aynı anda bütün müslümanlarla aynı fikre aynı inanca sahip olmanız mümkün
olmadığına göre, siz kendinize sadece müslüman deseniz bile, hakikatte, bir görüşe, bir
mezhebe mensupsunuz demektir. Tek farkınız mensup olduğunuz anlayışa bir isim
takmamaktan ibâret olacaktır. Şâyet kişi bu gibi meseleler hakkında hiçbir şey
düşünmüyor veya düşünmek istemiyorsa, Kur’an ve Sünnet’in bu hususlarda ne
dediğini pek önemsemiyorsa, İslâm’ın düşünce sahasındaki tarihî problemleri onu
ilgilendirmiyor demektir ki, bu yazı zâten ona hitap etmemektedir.
Din, esasen mensupları arasında itikat bakımından bir ayrılığın meydana
gelmesini istemez. Fakat böyle bir ayrılık meydana geldiğinde de bunu görmezden
gelmez. Eğer bir din orijinal hâlini muhafaza etmek gibi bir kaygı taşıyorsa –ki hak
olduğunu iddia eden her din böyle bir kaygı taşır- İslam’ın itikatta meydana gelecek
herhangi bir sapmaya sessiz kalması, göz yumması beklenemez. Nitekim, İslam
tarihinde zuhur etmiş birçok itikadî sapmanın değişik fırka isimleri altında titizlikle
kayda geçirilmesinde de böyle bir hassasiyet yatmaktadır. Bu itibarla din, her ne kadar
8. NeSünnîyimNedeŞiî…SadeceMüslümanım
7
ayrışmamayı emretse de, ayrışma vâki olduğunda bunu tescil ederek hatadan
sakındırma hususunda son derece ayrıştırıcı davranır. Zira hak dinin haktan fedâkârlık
yapmak gibi bir lüksü asla yoktur. Nitekim âyet-i kerimede insanların aynı inanca sahip
tek bir ümmet oldukları, sonra farklı ve bozuk inançların ortaya çıkmasına binâen
hakem olmak üzere Peygamberlerle berâber Kitapların gönderildiği şöyle haber
verilmektedir: “İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah rahmetinin
müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere Peygamberler gönderdi ve
beraberlerinde hak ile Kitab indirdi ki ihtilâf ettikleri noktada insanlar arasında hakem
olsun” (el-Bakara 2/213). Görüldüğü üzere dinin gönderilmesi insanların ayrılığa
düşmesinden sonra olmuş; ayrılık vâki olduğunda hakkı bâtıldan ayırt etmek üzere din
gönderilmiş; sonuçta gönderilen dine inananlar ve inanmayanlar olmak üzere insanlar
iki esaslı guruba ayrılmıştır. Dolayısıyla insanları mümin-kâfir şeklinde iki ana guruba
ayırması bakımından dinin temelde ayrıştırıcı bir fonksiyon icra ettiğini
söyleyebiliriz.“Ta ki Allah murdarı temizden ayırsın ve murdarları birbiri üzerine
bindirip hepsini bir araya yığsın ve topunu birden cehenneme doldursun” (el-Enfâl
8/37). Bu ayrıştırmanın temelinde hak-bâtıl hassasiyeti yattığı gibi, dinin, kendi
mensupları arasında ortaya çıkan nevzuhur (bidat) oluşumlara karşı takındığı keskin
tavırda da aynı hassasiyet bulunmaktadır.
Hâsılı, ister amelî bakımdan olsun, ister itikadî bakımdan olsun, mezhebe
mensup olmadan dine mensup olmak ham bir kuruntudan ibârettir. Bu, ancak dinin
asıl kaynağı Hz. Peygamber ile arasında tarihî bir mesafe olmayan ilk muhataplar
açısından geçerli olabilir. Onlar hakkında dahî mutlak bir imkândan bahsetmek pek
zordur. Zaten mezhep kelimesi ‘gidilen yol’ anlamındadır. Eğer din ile aranızda tarihî
9. NeSünnîyimNedeŞiî…SadeceMüslümanım
8
bir mesafe varsa dinin kaynağına varmak adına bu mesafeyi kat edecek bir yola yani
mezhebe ihtiyacınız var demektir. Din ile bizim aramıza giren zamansal mesafe
zorunlu olarak dinî bilgiyi telakki etmede bir metot ortaya koyma ihtiyacını doğurur.
İşte bu dini telakkî etme metodolojisi, mezhep dediğimiz şeyin ta kendisidir.
‘Ben bir mezhebe mensup olmadan sadece Müslüman olmak istiyorum’ diyen
kişi sadece İslâm’ın 15 asırlık tarihini göz ardı etmemekte, âdeta dinin kaynağı ile
arasında hiçbir mesafe olmadığını tevehhüm etmektedir. Ya da keşke bunca ihtilaflar
yaşanmasaydı da ‘müslüman’ ismi kendimizi tanımlamamıza yeterli olsaydı gibi bir
temenni taşımaktadır. Bu temenni elbette hoştur lâkin temenni edince tam edesi
geliyor insanın: Keşke insanlar tek bir ümmet olarak kalsalardı da, kimsin diye
sorduklarında yalnızca ‘insanım’ demek yeterli olsaydı…1
1
Yazının kaynağına buradan erişebilirsiniz.