1. DOKTORA YETERLĠLĠK KONULARI
1- Sosyal Politikanın Tarihsel GeliĢimi
İlk defa Almanya’da Profesör Riehl’in kullandığı sosyal politika kavramı, 19. Yüzyılın ikinci
yarısında Avrupa’nın siyasileşmiş ülkelerinde, özelliklede Almanya’da ortaya çıkmıştır.
1870’lere kadar bilimsel niteliği olmayan bu kavram, gerçekte devletin burjuva toplumu
içinde üstlenmesi gereken etkinlikleri göstermek amacıyla ortaya çıkmıştır. Sosyal Politika
başlangıçta işçi sınıfının, ücretli çalışanların sorunlarına odaklaşmış, işçi sınıfın taleplerine
cevap vermeye, onları sosyo-ekonomik sistemle bütünleştirmeye çalışmıştır. İşçi sorunlarının
çözümlenmesi, emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin ve çatışmaların giderilmesi veya
azaltılması için gerekli olan bütün önlemlerin tümü sosyal politikanın konusunu
oluşturmaktaydı. Bu bağlamda sosyal politika, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeleriyle
sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin bir ürünü olmuştur. 20. Yüzyılın başında hastalık, yaşlılık,
malullük sigortası gibi sosyal güvenlik konuları sosyal politikanın uygulama alanlarını
belirlemiştir. Sosyal politikanın doğmasına neden olan işçi sınıfının ideolojisi ve
dayanışmasını, bugünkü sosyal politika hedeflerinde görememekle birlikte hedeflerin daha
geniş kitleleri kapsadığını görürüz. Toplumsal sorunların farklılaşması, sosyal politikanın
içeriğini de farklılaştırmıştır. Toplumda maddi refahın artması, özgürlük, eşitlik, adalet
anlayışının değişmesi, sosyal politikanın hedeflerini değiştirmiş, cinsiyet ayrımcılığı, çevre
kirlenmesi, tüketici hakları, işsizlik gibi konular sosyal politikanın odak noktasını
oluşturmaya başlamıştır.
Sosyal politika kavram ve uygulama olarak, ekonomik ve toplumsal değişme ve gelişmelere
paralel farklı bir gelişim izlemiştir. Sosyal politikanın doğuşunu ve gelişimini
anlayabilmemiz, kapitalizmin izlediği tarihsel süreci bilmemizi gerektirir. Kapitalist üretim
tarzının belirleyici yapısının kendini yeniden üretebilmesi koşullarının zaman içinde nasıl
dönüştüğünün analizi, sosyal politikanın tarihsel dönüşümüne de ışık tutmaktadır. Kapitalist
gelişmenin izlediği büyüme ve sermaye birikimi sistemlerinin incelenmesi, sosyal politikanın
gelişiminde sanayi devrimi, 1930 büyük ekonomi bunalımı ve 1970’lerde yaşanan büyük
ekonomik krizin belirleyici bir role sahiptirler.
i.
Endüstri Devrimi ve Sosyal Politika
18. yüzyılda ortaya çıkan sanayileşme, üretim sürecinde önemli gelişmelere yol açmış, sosyal
politika uygulamalarının da başlıca nedenini oluşturmuştur. Endüstrileşme süreci kendine
bağlı birçok ekonomik ve sosyal değişime neden olduğu için endüstri devrimi olarak
adlandırılır. Makinalı üretim, üretim ilişkisini büyük ölçüde değiştirmiş, emek ve sermaye
birbirinden ayrı kişilerde toplanarak, işbölümüne dayalı üretim süreci ortaya çıkmıştır.
Kitlesel üretimi başlatan bu süreç, çalışma ilişkilerini değiştirmiş, büyük toplumsal
sorunlarında kaynağını oluşturmuştur. Hiçbir mesleki bilgi ve beceriye sahip olmayan ve
çoğunlukla kırsal kesimden gelenler yeni fabrika düzeninin niteliksiz işçilerini oluştururken,
geçmişte lonca sistemi içinde çalışan usta ve kalfalarda nitelikli işgücünü oluşturmuştur.
Böylece, nitelikli ve niteliksiz çok sayıda kişinin çalıştığı endüstriyel üretim, yeni bir
toplumsal sınıfı, işçileri doğurmuştur. Üretim araçlarına sahip olmayan, sadece ücretleriyle
2. geçinen bu sınıfın karşısında, sınai yatırımları gerçekleştiren sermaye sınıfı yer almıştır.
Endüstrileşmenin emek ve sermaye ayrımlaştırmasını getirmesi, yanı başındaüretim ve
çalışma ilişkilerinde çıkar çatışmasını getirmiştir. 18. Yüzyılda kapitalist üretim sistemine
doğal bir eşitlik ve özgürlük düşüncesine dayalı liberal düşünce eşlik etmiştir.
Endüstrileşmenin ilk yıllarında işçiler 16-20 saati bulan uzun çalışma saatleri, sefalet ücretleri
olarak adlandırılan yetersiz düşük ücretler, sağlık ve güven yönünden oldukça elverişsiz
çalışma koşulları, çok sayıda iş arayanın bulunduğu bir ortamda her an işten atılma
tehlikesinin yaşandığı çalışma koşullarıyla karşı karşıya kalmışlardı. İşyerlerindeki olumsuz
koşullara, fabrikaları çevreleyen şehirlerin sağlıksız, elverişsiz yaşam koşulları eşlik
etmekteydi. Çalışma koşullarının işveren ve işçi arasında bireysel olarak yapıldığı bu ortamda,
çalışanların tepkisi giderek artmıştır. İşçilerin işyerlerinde işi bırakma olarak başlayan bu
hareketler, toplumsal düzeyde siyasal ve mesleki örgütlenmelerle sürdürülmüştür. İşçi
hareketleri olarak adlandırılan bu tepkiler, işçilerin mesleki açıdan örgütlenmeleriyle oluşan
sendikaların ve toplumsal düzeyde işçi partilerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. İşçi sınıfını
yarattığı, çeşitli düşünce akımlarıyla desteklenen toplumsal tepkiler, devletin liberal
anlayışında değişiklik yapılmasını gerektirmiştir. Kapitalist ekonomi yarattığı çeşitli
kurumlarla (sendika, toplu pazarlık, sosyal sigorta, vb.) emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi
içselleştirerek, çözümlenebilir bir duruma getirmiştir. Toplumsal çözünmeyi önlemek ve
toplumsal uzlaşmayı sağlamak için, sosyal politika aracılığıyla işçi sınıfının sorunlarına
çözüm getirilmeye çalışılmıştır. Sosyal politika, bu dönemde emek ve sermaye çatışmasını
azaltmak gibi net bir ideolojiyi üstlenmiş, işçi sınıfına yönelik, bu sınıfın ekonomik ve sosyal
güvencesine dönük talepleri yanıtlamıştır. Bismark’ın 17 Kasım 1881 Almanya’da Meclisin
seçim dönemindeki konuşmasında “Sosyal sorunların çözüm yollarının yalnız zorbalık ve
taşkınlıkların bastırılmasında değil, aynı zamanda işçi refahının arttırılmasında aranacağı ve
sosyal sigortalar sayesinde vatana iç güvenlik ve huzuru için yeni ve sürekli güvenceler
sağlanacağı” ifadesi sosyal politikadan ne beklendiğini açıkça ortaya koymuştur.
2- Sosyal Devlet, Refah Devleti
1930 ekonomik bunalımı, ekonominin kendi kendine işleyişinin olumlu sonuçlar
doğurmadığını, ayrıca devletin ekonomik ve toplumsal yaşama müdahale etmesinin
gerekliliğini açıkça ortaya koymuştur. Ekonomik Bunalım nedeniyle, yoksulluğun ve
işsizliğin geniş toplum kesimlerini etkilemesi, devletin sosyal politikalarının yeterince
gelişmediği gerçeğinin anlaşılmasını olanaklı kılmış; toplumun korunmaya muhtaç
kesimlerine yönelik önlemler almasını gerektirmiştir. Bunalımı izleyen yıllarda, ekonomik
liberalizm ve koruyucu devlet kavramı, yerini refah devleti kavramına bırakmış, devletin
ekonomik ve sosyal yaşama müdahalesi egemen kılınmıştır. Piyasa ekonomisinin işleyişinden
doğan bazı olumsuzlukları gidermek için devletin ekonomiye müdahale etmesini ve piyasa
mekanizmasının işleyişi sonucu ortaya çıkan gelir dağılımının iyileştirilmesi yönünde
birtakım önlemler alınmasını, bununla ilgili kurul ve kurumlar geliştirilmesini ifade eden
refah devleti, 2. Dünya Savaşından sonra önemli gelişme kaydetmiştir. Devlet kendinden
beklenen klasik görevler dışında; sağlık, eğitim, konut, sosyal güvenlik ve sosyal yardım gibi
birçok alanda kamu hizmeti veren bir yapıya ulaşmıştır. Devlet sermaye birikim sürecinde
etkin görev almış, birikim sürecine müdahalede bulunmuş ve kamu gücü başlıca çabalarını
tam istihdama yöneltmiştir. Devlet karlı sermaye birikim koşullarının yanısıra, sosyal uyum
koşullarını geliştirme işlevini de üstlenmiştir. Sosyal politika ile toplumsal dayanışmanın
3. sağlanmasını amaçlamıştır. Diğer taraftan sosyal politika, ekonomik büyümenin, yapısal
uyumu kolaylaştırmanın ve piyasaya esneklik kazandırmanın önkoşullarını oluşturmuştur.
Sanayileşmeye bağlı olarak ücretli çalışan sayısının artışı, bu kesimin siyasal ve sosyal
taleplerine hız kazandırmış, yapılan sosyal harcamalar toplam talebi canlı tutarak ekonomik
büyümeyi kolaylaştırmıştır. Batı ülkelerinin ikinci dünya savaşından 1970’li yıllara kadar
uzanan zaman aralığında yaşadıkları hızlı sermaye birikimi ve yoğunlaşma süreci, sosyal
politika uygulamalarını kolaylaştırmış, ekonomik büyümeye koşut bir biçimde ülkelerin
sosyal harcamaları önemli büyüklüklere ulaşmıştır. 1950 ve 1960’larda gerçek gelirde ortaya
çıkan büyüme oranı ve demografik yapı, ne yazık ki 1970’lerde tersine dönmüş, yaşanan
ekonomik kriz, refah devleti ve uygulanan sosyal politikaların sorgulanmasını gündeme
getirmiştir.
2- Türkiye'de Sosyal Politikanın Tarihsel GeliĢimi
Türkiye’de sosyal politikanın tarihsel gelişimi hakkında bilgi sahibi olabilmek için bu süreci
iki döneme ayırarak incelemek gerekmektedir. Bu paralelde sosyal politikayı
değerlendirebilmek için cumhuriyet öncesi dönem ve cumhuriyet dönemi analiz edilecektir.
Cumhuriyet Öncesi Dönemde Sosyal Politika
19. yüzyıl ortalarına dek, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarım ve hayvancılığa, ticaret, el ve ev
sanatlarına dayalı ekonomik yaşamında önemli bir değişim olmamıştır. İmparatorluk, 19.
Yüzyılın ikinci yarısında sanayileşmeye başlamıştır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun
içinde bulunduğu ağır ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullar nedeniyle sanayii, Cumhuriyet
Dönemine dek önemli bir gelişme gösterememiştir. Dolayısıyla 13. yüzyılda kurulan
imparatorluk, yıkılışına kadar tarım toplumu özelliği taşımıştır. Cumhuriyet öncesi dönem
için, ülkedeki siyasi, ekonomik ve sosyo kültürel koşullar sosyal politikanın oluşup,
gelişmesine imkân tanımamıştır.
Bir sanayi devrimi yaşamayan Osmanlı İmparatorluğunda, sanayileşme hareketlerinin 19.
Yüzyılın ikinci yarısında başladığı görülmektedir.. Bu nedenle de daha önceki dönemlerde bir
işçi kesiminin varlığından bahsedilememektedir. Sanayi 18. yüzyıla kadar diğer ülkelerde
olduğu gibi küçük ölçekli üretim birimlerinden oluşmuştur. Diğer yandan tarım için kullanılan
toprağın mülkiyetinin devletin ait olması ve tımar sistemi, toprak mülkiyetine sahip bir sınıfın
doğmasını ve gelişmesini geciktirmiştir. Siyasal anlamda ise bütün yetkilerin padişaha ait
olduğu bir siyasal düzenin varlığı görülmektedir.
Osmanlı döneminde sosyal koruma gereksinimi, İmparatorluğun küçük yerleşim
merkezlerinde yaşayan kalabalık ailelere ve tarıma dayalı kapalı ekonomik yapısı içinde
büyük ölçüde aile üyeleri, akrabalar, komşular arasında karşılanabilmiştir. Güçlü bir
dayanışma duygusu ile insanlar, yüzyıllar boyu birbirlerinin yardımcısı ve güvencesi
olabilmişlerdir. Zekat, fitre, adak, kurban, sadaka, bağış gibi İslam dini geleneğinden
kaynaklanan yardımların da bu alandaki gereksinimleri karşılamada önemli payı olduğu
görülmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında vakıflar ve halkın hayırseverlik anlayışı bir sosyal politika
unsuru olan yoksulluk yardımının yerine geçmektedir. Hükümdarların, hanedan üyelerinin,
yöneticilerin, varlıklı ailelerin girişim ve bağışları ile kurulan vakıfların ve özellikle de salt
sosyal yardım amacı olan avarız vakıflarının, korunma zorunluluğu içinde olan yoksullar,
4. dullar, sakatlar, yetimler, öksüzler, hastalar ve kimsesiz yaşlılara yönelik bir sosyal koruma
mekanizması görevi gördüğü bilinmektedir. Ancak bu yardımlar, halktan veya yönetici
sınıfından hayırseverlerin yaptırdıkları, aç olanları doyuran imaretler gibi geçici çözüm sunan,
onları yoksulluktan kurtarmayan yöntemlerdir. Devletin bu konuda hiçbir sorumluluk
üstlenmediği görülür. Osmanlı devletinde uygulanan sosyal politika, bireylerin yaptıkları
hayırlar aracılığıyla sağladıkları kişisel tatmini toplumsal faydaya dönüştürmeyi amaçlayan
vakıf sektörünü geliştirmek suretiyle sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, kültür gibi sosyal
hizmetleri söz konusu vakıflara bırakmakla sınırlı kalmıştır. Bu ortamda çıkarılan birkaç zayıf
yasa ve sosyal güvenlik düzenlemesi dışında sosyal adaleti uygulamaya koyan sosyal
politikanın oluşması mümkün olmamıştır. Ancak Osmanlılar döneminde sosyal politikanın
temel alanlarından sosyal güvenlik alanında bir takım düzenlemeler yapılmıştır.
Tanzimat’a dek süregelen dönemde, ekonomik ve mesleki yaşam üzerinde, birçok Avrupa
ülkesinde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da esnaf örgütlerinin büyük rol oynadığı
görülmektedir. Sanayi üretiminin nicelik, nitelik yönünden denetimi ve çalışma ilişkileri 13.
yüzyıldan 1727 yılına kadar aynı meslek veya ticareti yapanların oluşturduğu, daha çok dinsel
temellere dayalı “Ahi Birlikleri” tarafından düzenlenmiştir. Ahi Birlikleri 1727 yılı sonrasında
yerlerini Osmanlı İmparatorluğu’nun gayri müslimler üzerinde egemenlik alanının büyümesi,
esnaf ve zanaatkarların çoğalması üzerine din ayrımı gözetmeyen, eski yapısından büyük
farklılık göstermeyen “lonca sistemine” bırakmıştır. Bu yeni yapılanma ile birlikte esnaf ve
sanatkarlar artık kendi sorunlarını serbestçe, katı kural ve koşullara bağlı olmaksızın
görüşebilmek, herkesin uyabileceği kararlar alabilmek için dinsel bir ayrım gözetmeyen
loncaların çatıları altında toplanmaya başlıyor, bu yolla Batı Avrupa ülkelerinde kurulu
korporasyon düzenine benzeyen bir düzen Osmanlı İmparatorluğu’nda da yerleşiyordu.
Lonca sisteminde bugünkü anlamda işçi işveren ilişkileri söz konusu olmamış, çırak, kalfa ve
ustalar aynı örgüt çatısı altında yer almışlardır. Çırağın belli kuralları yerine getirmesi
sonucunda yükselebilme imkânına sahip olması örgüt içinde grup ve çıkar farklılığının ortaya
çıkmasını engellemiştir. İşbölümünün olmadığı bu sistem, esnaf ve zanaatkârlar yönünden
önemli bir sosyal güvence kaynağı olmuştur. “Orta Sandıkları” veya “Teavün Sandıkları” adı
verilen yardımlaşma sandıkları çeşitli nedenlerle çalışamayan üyelerine yardım sağlamıştır.
Ülkemizde, sosyal sigortaların köklerini oluşturan bu sandıklardan yaşlılık nedeniyle işini
sürdüremeyen, çok çocuğu, kalabalık aile olan, evlenen, sakatlanan, hastalanan esnaf ve
zanaatkârlara ya da ailelerine ayni ya da parasal nitelikte yardımlar yapılabilmekte, borç para
verilebilmekte, ölmeleri halinde ise cenaze giderleri karşılanabilmekteydi.
Lonca sistemi, zamanla ekonomik yaşamın hızla değişen koşullarına ayak uyduramayarak,
güçlerini yitirmeye başlamışlardır. 19. Yüzyılın sonlarına doğru, dayanışma ve
yardımlaşmanın zayıflamaya, çözülmeye başladığı, vakıfların da etkinliğinin azaldığı
görülmektedir. Tanzimat ve meşrutiyet dönemi ile Osmanlı İmparatorluğu ve Batı Avrupa
ülkeleri arasındaki siyasi yakınlaşma, ekonomik ilişkilere de yansımıştır. Böylece
imparatorluk, Sanayi devrimini yaşamış ve sanayileşmede belli bir yol kat etmiştir. Ancak
Batı Avrupa ülkelerinden çok daha geç bir zaman diliminde ve güç koşullar altında kurulmaya
çalışılan sanayii hızlı ve yaygın bir gelişme gösterememiştir.
Sanayileşmenin yetersiz olmasına bağlı olarak imparatorlukta işçi sayısı sınırlı kalmış, işçiler
İstanbul, Selanik, İzmit ve İzmir gibi az sayıda şehirde toplanmışlardır. İmparatorluğun çok
fazla sayıda farklı ulusu bünyesinde barındırması nedeniyle işçilerin farklı etnik ve dini
5. gruptan gelmeleri sınıf dayanışmasını engellemiş, bu durum sosyal hakları için devlet
üzerinde baskı yapmalarını da engellemiştir.
1908 yılından önce ülkede bireysel iş ilişkileri ile ilgili doğrudan hukuki düzenlemeler
yapılamamıştır. Madenlerle ilgili olarak çıkarılan 1865 tarihli Dilaverpaşa Nizamnamesi,
1869 tarihli Maadin Nizamnamesi gibi nizamnamelerle, ülkemizin ilk medeni kanunu olan
1877 tarihli Mecelle’de bireysel iş ilişkileri ile ilgili sınırlı sayıda düzenlemeye yer verilmiştir.
1865 yılında çıkarılan Dilaver Paşa Nizamnamesinde yer alan hükümlerle maden
işletmelerinde işçi statüsüyle çalışanların iş ilişkileri ve yaşamlarının korunmaları
hedeflenmektedir. 1869 tarihli Maadin (Maden) Nizamnamesi ise yine maden işletmelerinde,
zorunlu çalışmayı kaldıran, işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerini genişleten ve iş kazası sonucu
ölen işçilere parasal ödemede bulunulması yürürlüğe konulmuştur.
20. yüzyılın başlarında madencilik sektöründeki kötü çalışma koşulları nedeniyle kurulan işçi
cemiyetleri ve yapılan grevler devleti çalışma ilişkilerinde bazı düzenlemeler yapmaya
yöneltmiştir. Bu alanda II. Meşrutiyet döneminde çıkarılan yasalar; Tatili Eşgal Cemiyetleri
Hakkında Kanuni Muvakkat (Geçici Yasa 1908), Tatil-i Eşgal Kanunu (1909) ve Cemiyetler
Kanunu’dur (1909). Bunlardan ilki olan 13 maddeden oluşan geçici yasa, grevlere yasaklama
ve düzenlemeler getirmiştir. Söz konusu geçici kanun kısa zamanda yenilenerek Tatil-i Eşgal,
başka bir deyişle “İşlerin Durdurulması Yasası” olarak çıkarılmıştır. Yasanın 8. maddesi
özellikle kamu kurumlarında çalışanların sendika kurma ve grev haklarını yasaklamıştır. Bu
maddenin aksi yönünde davrananlar için hapis ve para cezası öngörülmüştür. Cemiyetler
Kanunu ise yasaklayıcı değil, düzenleyici niteliktedir ve zamanına göre liberal sayılmaktadır.
Ancak söz konusu yasada, “dernekler önceden izin almadan kurulabilir ancak hükümet
tarafından denetlenebilir hatta kapatılabilir”, esası bulunmaktadır. Bu durum günümüzdeki
STK (sivil toplum kuruluşları) kavramıyla fazlasıyla çelişmektedir zira en temel özellik olarak
benimsenen STK’ların bağımsızlığı esasına bu madde gölge düşürmektedir. Osmanlı
İmparatorluğu’nda üretilen sosyal politika ve devletin çalışma ilişkilerine müdahale etmesi
anlatılanlar ile sınırlı olmuştur. Cumhuriyet döneminde daha geniş uygulamalar
görülmektedir.
19. yüzyıl sonlarında, özellikle kamu görevlilerinin sosyal güvenlik gereksinimlerini
karşılayabilmek amacıyla bazı yardım sandıkları kurulmuş ve bu sandıkların düzenlenmesini
öngören hukuki düzenlemeler hazırlanarak yürürlüğe konmuştur. Ancak Osmanlı
İmparatorluğu’nda sanayileşme ve demokratikleşme alanlarında yeteri kadar gelişme
sağlanamadığı için sosyal politikanın gelişmesi açısından gerekli koşullar oluşamamıştır.
Cumhuriyet Döneminde Sosyal Politika
Cumhuriyet dönemi ile birlikte sosyal nitelikli politikaların geliştiği görülmektedir.
Devlet öncelikle Zonguldak ve Ereğli maden ocaklarında çalışan işçilerin korunmasını
öngören politikalara hukuk kuralları ile işlerlik kazandırmıştır. 1929 Ekonomik bunalımı, ilk
defa devlet müdahalesinin gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Bunalımdan sonra Batı
toplumlarınca benimsenen planlı, karma ekonomi modeli ve dayandığı sosyal devlet anlayışı,
Türkiye için bir örnek oluşturmuş, bazı hukuki düzenlemeler böyle bir ortam içinde işlerlik
kazanmıştır.
Türkiye’de sosyal nitelikli politikaların, sosyal refah devletinin gelişimine paralel
şekilde 2. Dünya Savaşı’nın ardından, kapsam ve içerik yönünden hızla gelişmeye başladığı
görülmektedir. Türkiye’de sosyal politikaların gelişimi özellikle 1960lı yıllarda hız
6. kazanmıştır. Bu süreçte 1961 Anayasasının getirmiş olduğu demokratik ve özgürlükçe
ortamın varlığı sosyal politika üzerinde oldukça önemli bir etki oluşturmuştur. 1970li yıllarda
yaşanan siyasi ve ekonomik sorunlar, sosyal politikalar açısından pek çok olumsuzluğa da
neden olmuştur. Hemen ardından 1980li yıllarla birlikte gelen Askeri Darbe, 1982 Anayasası
ve küreselleşmenin etkisi sosyal haklarda erime ve sosyal politikalarda gerilemeye neden
olmuştur. Küreselleşmenin ekonomi politikasını oluşturan neo liberal düşünce devletin
küçülmesini ve sosyal görevlerini sınırlandırması yaklaşımı ile hareket etmektedir. Diğer
yandan Türkiye’de ekonomik sorunların çoğalarak kronik hale gelmesi, sosyal politikaların
gereken önemi bulamaması ve gelişememesi sonucunu doğurmaktadır. Oysaki ekonomi
politikalarının başarısı, sosyal politikalarla eş zamanlı olarak yürütülmesi ile mümkün
olabilecektir.
4- Sosyal Politikanın Tarafları
- Devlet
Devlet felsefesi kuramları, devletin varlığını “koruyucu bir kurum” olmasında bulmuşlardır.
Bu kuramların ortak tanımına göre “devlet”, “dışarıya karşı sınırları korumakla, içeride ise
hukuk düzenini koruyup sürdürmekle görevli bir kurumdur.”
Modern ulus–devlet öncesine ilişkin devlet ve birey anlayışı, bugünkünden farklı olup, önemli
olan birey–üstü ve kutsal olan devletin bekasının sağlanmasıydı. Bireyler devlet için vardır,
görüşü hakimdi. Ancak, devlet olgusunun evrimsel bir gelişim içinde bugün geldiği nokta,
devletin birey için var olduğudur ve devlet sosyal refahın sağlanmasında temel bir göreve
sahiptir. Devletin sosyal refah hizmetleri; genel sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, konut gibi
insan kaynaklarının korunması ve geliştirilmesine yönelik hizmetler yanında, daha uzun bir
şekilde sıralanabilecek hizmet türlerinden oluşmaktadır.
Devlet, zaman içerisinde giderek artan bir şekilde, başta ekonomik ve sosyal alan olmak
üzere, her tür toplumsal alana ilgisini ve müdahalesini artırmaya başlamıştır. “Seyirci devlet”
anlayışından “müdahaleci devlet” anlayışına yönelen devlet, ilk önce düzenleyici görevler
üstlenmiş, daha sonra bizzat üretici olarak ekonomik faaliyet içinde yer almış ve tabii bu
esnada işveren fonksiyonuna da sahip olmuş ve giderek artan oranda sosyal görevler
üstlenmeye, birtakım sosyal önlemler almaya başlamıştır. Devletin, sosyal düzenlemeler ve
kurumlar aracılığıyla artan hizmetleri, toplumda devlete olan güveni artırmakta ve politik
gerginlikleri azaltmaktadır. Dolayısıyla, toplumdan gelen talep ve baskılar, devlet
yöneticilerini daha müdahaleci olmaya itmiştir.
Devlet, başlangıçta liberal felsefeye tam bir sadakatle, kendisini sadece ülkeyi ve vatandaşları
koruma, yani iç ve dış güvenlik ile sınırlamış, daha sonra fonksiyonlarını giderek
genişletmeye başlamıştır. Artık, fiyat ve ücretlerin tespitinden iş piyasalarının
düzenlenmesine, imar ve bayındırlık işlerine, ekonomide gereksinim duyulan bazı malların
üretilmesine, sosyal güvenlik sağlamaya, kısaca her şeye el uzatmıştır. Günümüze kadar
uzanan bir zaman dilimi içerisinde ise, devletin sosyal yaşama yoğun müdahaleleri
olmaksızın, toplum yaşamının düzgün, huzurlu ve sancısız işlemesine olanak bulunmadığı
düşünülmüştür. Böylece, “seyirci devlet”, “gece bekçisi devlet”, “jandarma devlet” tipinden,
7. politik, ekonomik, hukuki ve toplumsal açılardan çok etkin bir “oyuncu devlet” ya da “baba
devlet (Paternalist devlet)” tipine dönüşüm yaşanmıştır.
Müdahaleci devlet anlayışı, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında ileri Batılı ülkeler
tarafından benimsenmiş bir anlayıştır. Savaş sonrası dönemde devlet müdahaleci bir karaktere
sahiptir ve tam istihdama, makro–ekonomik talep yönetimine ve sosyal yardım ve sosyal
refah hizmetlerinin geliştirilmesine odaklanmıştır.
“Refah devleti’ninkrizi”nin baş göstermesi ile müdahalecilik anlayışının sorgulanmaya ve
giderek zayıflamaya başladığı görülmektedir. Bazı araştırmacılar, 1970’lerden sonra
ekonomik düzende yaşanan bunalımı, aynı zamanda müdahaleci devletin bunalımı olarak da
görürler ve yeni dönemde yaşanan küresel ekonomik düzene geçiş sürecinin, devletin
yapısında bir değişimi de beraberinde getirdiğini, bunun da ekonomi üzerindeki devlet
müdahalesini azalttığını, hiç değilse müdahalenin niteliğini oldukça değiştirdiğini savunurlar.
Öyle ki, ücretler düzeyini artırarak, ekonomideki genel mal ve hizmet talebini artırmayı ve bu
yolla tam istihdamı sağlamayı amaçlayan Keynesçi politikalardan, ücret düzeyleri üzerinden
uluslararası rekabet gücü kazanmayı amaçlayan politikalara geçiş yaşanmıştır. Dolayısıyla, II.
Dünya Savaşı sonrası yaşanan 25 yıllık dönem ile daha sonraki dönem arasında,
müdahalecilik bakımından koyu bir çizgi vardır.
1970’lerden sonra benimsenen yeni anlayış ve izlenmeye başlanan yeni politikalar sonucunda,
yarım yüzyıldan fazla bir süredir sosyal politika alanında tek başına olan devletin bu
niteliğinin değişmeye başladığı, sosyal refahı sağlamada karma bir yapının ortaya çıktığı
gözlenmektedir.
“Refah karması” (welfare mix) olarak ifade edilen bu durum, sivil sektör, gönüllü sektör ve
özel sektörün, kamu sektörüne sosyal refah sağlamada yardımcı olmaya başlamasını ifade
etmektedir. Her ne kadar, bunların refah sağlamadaki katkıları henüz çok küçük boyutta olsa
da, artık sosyal refah alanında bir çoğulculuk dönemi başlamış bulunmaktadır.
1970’lerin önce ve sonrası olarak devletin sosyal politikalardaki yeri özetle şu şekilde ifade
edilebilir: Devlet (refah devleti), 20. yüzyıl boyunca, sosyal refah hizmetlerini en etkin ve en
rantabl şekilde sunmuştur. Ancak, uzun zaman boyunca tek başına sosyal refah sağlayan
devletin bu işlevi, küreselleşmenin gerçekleşmesi ve liberal felsefenin önem kazanmasıyla
birlikte zayıflama sürecine girmiş ve “refah karması” olarak adlandırılan diğer bazı kurumlar
(sivil sektör, gönüllü sektör, özel sektör ve dini kurumlar) sosyal refah sağlamada devlete
yardımcı olmaya başlamıştır.
Yeni ekonomik ve politik felsefe, sosyal alan dahil olmak üzere, devletin tüm alanlardan elini
çekmesini öngörmektedir. Bu bağlamda, son çeyrek yüzyılda devlet dışındaki diğer sosyal
refah kurumlarının teşvik edildiği, bunlardan yararlanılmak istendiği görülmektedir. Aslında,
bu dönemde de devlet, sosyal refah sağlamada temel aktör olmayı sürdürmektedir. Ancak,
devletin görevinin niteliği değişmiştir. Devlet, kendisi hizmet üretmek yerine, bu hizmetlerin
gerçekleştirilmesinde bu kesimlere finansal destek sağlamayı ve hizmetlerin
düzenlenmesinden sorumlu olmayı yöntem olarak benimsemektedir.
8. - Sendikalar
Sosyal politikalar ve sendikalar arasındaki ilişkiyi anlamak için “Sanayi Devrimi”nin
yaşandığı yıllar ve “İşçi Sınıfı”nın doğuşuna kadar gitmek gerekmektedir. Sanayi devriminin
yaşandığı yıllarda geçerli klasik liberal ekonomi felsefesi ile hukuki eşitlik ve sözleşme
serbestisine dayalı hukuk sistemi önce çalışma, daha sonra da yaşam koşullarının giderek
ağırlaşmasına yol açmıştır. Yaşanan olumsuzluklar toplumların başka kesimlerine de
yansıyarak büyük çalkantıların oluşmasına sebep olmuştur. Böylece sanayileşen ülkelerde,
işçi kesiminin iş ilişkileri ve yaşamını korunması amacıyla kararlar almaya ve bu kararları
yürürlüğe konulan hukuk kuralları aracılığıyla uygulamaya yönelmişlerdir. Bu yönde
başlatılan uygulamalar sosyal politika olarak adlandırılacak sosyal bir bilim dalının
doğmasına yol açmıştır. Sosyal politikanın önceki dönemlerde geçerli anlayışını yansıtan ve
günümüzde dar olarak nitelenen tanımından da bu durum anlaşılabilmektedir. Dar anlamda
sosyal politika; devletin işçi statüsü altında çalışanları, iş ilişkileri ve yaşamında kötü niyetli
olabileceği varsayılan fabrika sahipleri ile olumsuz çalışma koşullarına karşı koruyabilmek
amacı doğrultusunda benimsemiş olduğu ilkeler, bu çerçevede almış olduğu kararlar ve
sürdürdüğü uygulamalardır (Altan, 20; 2007). Buradan hareketle sosyal politikalar ile sendika
kavramları ve bu kavramların birbirleri ile olan ilişkileri incelenirken, sendika kavramı işçi
sendikaları ve işveren sendikalarını kapsamasına rağmen, özellikle işçi sendikaları üzerinde
durulacağı ve durulması gerektiği anlaşılmaktadır.
Bugünkü anlamını 1839 yılında kazanan sendika kavramı ilk defa İngiltere’de bir bölge veya
şehirde işçilerin genel çıkarlarını korumak amacıyla kalfalar arasında kurulup geliştirilen
dostluk
örgütlerinin
ortak
eylemlerini
anlatmak
için
kullanılmıştır.
Sidney
ve
BeatriceWebb’ler “Sendikacılık Tarihi” adlı eserlerinde işçi sendikasını, istihdam koşullarını
korumak veya geliştirmek amacıyla işçilerin kurdukları sürekli bir birlik olarak tanımlamıştır
(Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 92-93).
Bununla birlikte, “sendika, toplu eylem aracılığıyla üyelerin çıkarlarını korumak ve
geliştirmek amacıyla işçiler tarafından oluşturulan bağımsız bir örgütlenmedir. Kapsam
bakımından sendika, sadece üyesi olan işçilere karşı sorumlu olup herhangi bir kurum
tarafından yönlendirilemez. Sendikanın amaçları, uygulamaları ve politikaları demokratik bir
örgütlenme aracılığıyla üyeleri tarafından belirlenir” (Benli, 1997, 8)
İşçi sendikalarının işlevlerini incelemek ve daha sonra sosyal politikaların amaçları ile
karşılaştırmak, sendikaların, ne şekilde sosyal politikaların taraflarından ve devamın da
9. kaynaklarından birisi haline geldiğini anlamak açısından önemlidir. ĠĢçi sendikalarının
iĢlevlerini şu şekilde sıralamak mümkündür;
Güç: işçi sendikaları işçiler açısından gücün en önemli aracıdır. Çünkü kendilerini tensil eden
bir örgüt olmadan işçilerin bireysel olarak gücü, işverenler karşısında oldukça zayıftır.
Ekonomik Düzenleme: Sendikaların benimsedikleri ideolojiler ne olursa olsun, amaçlarının
başında üyelerinin ekonomik çıkarlarını korumak gelmektedir. Bu amaçlarını ise özellikle
toplu pazarlık ve siyasi lobi faaliyetleri ile gerçekleştirmeye çalışırlar (Koray, 2000; 74).
ĠĢ Düzenlemesi: Sendikalar temsilcisi oldukları işçilerin çalışma koşullarının belirlenmesinde
işverenin tek taraflı düzenleme yetkisini kendileri ile paylaşılmasını istemektedirler (Koray,
2000; 73).
Sosyal DeğiĢim: sendikalar, üyelerinin taleplerinin ve siyasi ideolojilerinin bir temsilcisi
olarak toplumu, üyelerinin beklentileri ve görüşleri doğrultusunda değiştirmeye çalışırlar
(Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 98).
Üyelik Hizmetleri: sosyal refah devleti kavramı gelişmeden önce sendikaların, üyelerine
karşılıklılık esasına dayanan çeşitli yardımlarda bulunmaları, en önemli işlevlerinden birini
oluşturmaktadır. Bu yardımlar sadece greve katılan üyelerinin ücret kayıplarını karşılamak
değil, aynı zamanda üyelerine işsizlik, hastalık, sakatlık ve ölüm halinde de yardım
sağlamaktadır.
1950’li ve 1960’lı yıllarda sosyal refah devleti anlayışının gelişmesiyle birlikte sendikaların
bu geleneksel işlevi önemini kaybetmeye başlamıştır (Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 99).
Bunun sebebi olarak refah devletlerinin yükselişi ve devletlerin “jandarma devlet” statüsünün
değişerek “baba devlet” statüsüne doğru değişmeleri, sosyal politikaların uygulanması ve
finansmanını büyük ölçüde üstlenmeleri gösterilebilir.
Fakat özellikle 1970’li yıllardan sonra iş piyasasında yaşanan hızlı değişime paralel olarak
sendikalar üye hizmetlerinde de değişime yönelmeye başlamışlardır. Günümüzde sendikalar
mevut üyelerini koruyabilmek ve yeni üyeler kazanabilmek amacıyla geleneksel işlevlerinin
yanı sıra modern ve işçilerin bireysel bir takım beklentilerine yönelik de yeni hizmetlerde
sunmaya başlamışlardır. Bu hizmetler arasında düşük faizli banka kredileri, ucuz sigorta
hizmetleri, seyahat indirimleri vb. sayılabilir (Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 99).
KiĢisel Tatmin: Üyeler, sendika yönetiminde veya toplu pazarlık sürecinde yer alarak, karar
alma
süreçlerinde
söz
sahibi
olmakta
ve
böylece
arttırabilmektedirler (Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 99).
kişisel
tatmin
düzeylerini
10. Sendikaların işlevleri ile sosyal politikaların ilgi alanları karşılaştırıldığı zaman, sendikaların
sosyal politikanın bir aktörü olarak önemi ortaya çıkmaktadır. Altan (2007) sosyal politika
isimli kitabında sosyal politika bilimi ile ilgili konu başlıklarını sıralarken şunlara yer
vermiştir; “İstihdam Politikaları”, İş ve Dinlenme Süreleri”, Ücret Politikalarının Dayanakları
ve Çerçevesi”, Ücret Politikaları”, “Sakatların ve eski Hükümlülerin Çalışma Yaşamın
Korunması”, “Kadınların, Çocukların ve Gençlerin
Çalışma Yaşamında Korunması” (Altan, 2007; 4-5). Konu başlıkları incelendiğinde sosyal
politikaların çok önemli bir kısmının iş yaşamı ve iş yaşamı içinde yer alan bireylerle ilgili
olduğu görülmektedir. İş yaşamı ile bu kadar içli dışlı olan bir bilim dalının aktörlerinden bir
tanesinin de “Sendikalar” olması kaçınılmaz bir sonuçtur.
- Sivil Toplum KuruluĢları
18. yüzyılın mülk devletinden 20. Yüzyılın refah devletine dönüşümün sonucunda sivil
özgürlüklerin (genel oy hakkı gibi) toplumun tüm üyelerine yaygınlaştırılması ve ulus-devlet
sürecinin bir sonucu olarak yurttaşlık düşüncesinin gelişimi, modern sivil toplumun olmazsa
olmaz koşulu sayılmaktadır (Tosun, 2001; 50). Bu açıklamadan yola çıkarak sosyal politika
ile STK arasındaki ilişkiyi incelemeden önce STK ve sivil toplum kavramlarının açıklamasını
yapmak doğru olacaktır. Sivil Toplum kavramı, devletin ve devlet otoritesinin dışındaki
ekonomik ve toplumsal alanı nitelemek için kullanılan, kendi ilke ve kurallarına göre işleyen,
otorite alanı dışında, kendi kendini düzenleyen, özerk alanları ifade etmek için de
kullanılmaktadır. Diğer bir deyişle, devletin müdahalesi dışında birey ve grupların, kendi
alanlarını düzenlemelerini ihtiva etmektedir. Diğer bir açıdan sivil toplum, birey ile devlet,
toplum ile devlet arasındaki ilişkide, bireyin mi, yoksa devletin mi önde olduğu sorunu ile
ilgilenmektedir (Kaya, 2001; 21). Daha yalın ve sade bir yaklaşımla sivil toplum, bireylerin
kendi arzularıyla oluşturdukları ortak yaşam alanını ifade etmektedir (Çaha, 2012; 23).
Çaha’nın da (2012; 23) belirttiği gibi kavramın modern dünyada kazandığı anlam itibariyle
kullanımı sanayi toplumuna denk gelmektedir.
Sivil Toplum Kuruluşu kavramı ise; sivil yönetimi icra eden kurum ya da örgütlere sivil
toplum kuruluşları, kısa ve moda söylenişi ile “STK” adı verilmektedir (Talas, 2011; 391).
Uğur (2011; 15) ve Keyman (2006; 21) eserlerinde ayrı ayrı belirttiği daha kapsamlı bir
tanıma göre ise; Sivil toplum kuruluşu (STK), gönüllü üyeliğe dayalı ve topluma hizmete ve
siyaseti etkilemeye yönelik resmi olmayan örgütlenmeler olarak sadeleştirilebilir. Tanımdan
11. da anlaşılabileceği gibi sivil toplum kuruluşları ile sosyal politikaların yakından ilgili olması
ve sivil toplum kuruluşlarının Uğur’un (2011; 15) ve Keyman’ın (2006; 21) tanımlarında
görülen “topluma hizmet” olgusu çerçevesinde sosyal politikanın taraflarından birisi olması
normal karşılanmalıdır. Sivil toplum kuruluşlarının sosyal politikalardaki yerini incelemek
gerekirse bunu sanayi devrimi ile birlikte ele almak gerekir. Sivil toplum hem geçmişte hem
de günümüzde önemli fonksiyonu olan sosyal refah kurumlarındandır. Sanayi Devrimi’ne
kadar olan çok uzun zaman boyunca, gelişmiş ülkelerde ve diğer ülkelerde sosyal politika
uygulamalarının gönüllülük ve karşılıklı yardım esasına dayalı olan hayırsever
organizasyonlar tarafından sağlandığı görülmektedir (Özdemir, 2007; 356).
Bu durum çok uzun bir süre devam etmiştir. Ancak, Sanayi Devrimi ortaya çıkıp da sosyo–
ekonomik yapı büyük oranda değişmeye başlayınca, sosyal politika sağlayan kurumların da
değiştiği, sanayileşmeyle birlikte, sosyal refah hizmetlerinin sağlanmasında devletin ön plana
geçtiği, uzunca bir süre, devletin sosyal refah sağlama işlevini tek başına üstlendiği
gözlenmektedir. Çünkü bu dönemde sosyal yardıma gereksinim duyan toplum kesimleri
genişledikçe, gönüllü sektör kendi kaynaklarıyla tek başına bu sorunun üstesinden gelemez
olmuş, devletin sosyal yaşama müdahalesi zorunlu hale gelmiştir (Özdemir, 2007; 357).
Ancak, 1970’li yıllardan itibaren ortaya çıkan neo–liberal akımın, devleti verimsiz ve
etkinsizlikle suçlayarak, diğer birçok alanla birlikte sosyal politikadan da çekilmeye zorlaması
sonucunda, sivil toplum kuruluşlarının nitelik ve nicelik olarak yeniden gelişmeye başladığı
görülmüştür (Özdemir, 2007; 357).
Sivil toplum kuruluşlarının önem kazanmasında, her şeyi değiştiren ve dönüştüren
küreselleşmenin, refah devletlerinin küçültülmesi yönündeki baskıları önemlidir. Bu baskılar
sonucu, piyasalar ve gönüllü kuruluşlar sosyal refah hizmetlerinin sunumunda önem
kazanmaya başlamıştır (Özdemir, 2007; 357).
Sivil toplum kuruluşları, 1980’lerden itibaren özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde sosyal
politikanın sağlanmasında yeni bir yöntem olarak tekrar ilgi görmeye başlamıştır. Merkezi
yönetim, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları arasında hizmet paylaşımı ortaya çıkmış,
devletin, gönüllü kuruluşlarla ileri düzeyde işbirliği yaptığı gözlenmiştir. Devlet, bazı
hizmetleri üretmek yerine bu kurumlardan almayı tercih etmiştir. Özellikle 1970’lerden sonra
canlanmaya başlayan bu süreç, çoğu ülkede karma refah hizmetlerinin önemli bir kısmını
oluşturmaktadır
5- Sosyal Politikanın Uluslararası Boyutu
12. Sosyal politikanın uluslararası kaynaklarına bakıldığı zaman ön plana çıkan bazı kurumlar
“International LaborOrganization/Office (ILO) – Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ)”,
“United Nations (UN) – Birleşmiş Milletler (BM)” ve uluslararası bazı işçi ve işveren
sendikalarıdır. Bunların dışında bir çok kurum ve kuruluş sosyal politikalara taraf olmakla
birlikte öncelikle ön plana çıkan kurumlar olarak bunlar gösterilebilir.
-ILO
A.
SOSYAL POLĠTĠKA VE ULUSLARARASI ÇALIġMA ÖRGÜTÜ (UÇÖ)
Uluslararası Çalışma Örgütü, 1919’da imzalanan Versay Anlaşmasında öngörülen Milletler
Cemiyeti ile ortaya çıkmıştır. Amaç, Birinci Dünya Savaşından sonra giderek büyüyen
sorunlara yönelik sosyal reform niteliğinde çözümler bulmak ve reformların uluslararası
düzeyde uygulanmasını sağlamaktı.
İkinci Dünya Savaşından sonra, Philadelphia Bildirgesi ile birlikte, ILO'nun temel amaç ve
ilkeleri dinamik bir yeniden oluşum ve genişleme sürecine girmiştir. Bildirge, savaş sonrası
ulusal bağımsızlıkla birlikte büyümeyi öngörmüş, gelişmiş dünya ile büyük ölçekte teknik
işbirliğinin başlangıcının müjdecisi olmuştur.
ILO 1946’da, henüz yeni oluşturulan Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın ilk uzmanlık kuruluşu
olmuştur. ILO 1969’daki 50. kuruluş yıldönümünde Nobel Barış Ödülü’nü kazanmıştır. ILO,
Yönetim Kurulu tarafından atanan bir Genel Direktör tarafından yönetilmektedir
(http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/about/ilo_tarih.htm).
Gülmez ’in de (2011; 77) belirttiği üzere ILO’nun yapısının temel özelliği ve kendisini öteki
uluslararası ve bölgesel kuruluşlardan ayıran yanı, üçlü yapı ya da üçlülük ilkesidir. Örgütün
omurgası olan üçlülük, yalnızca anayasal organlarda değil, öteki organların oluşumunda da
uygulanır. Üçlülük ilkesi; resmi ve sosyal tarafların temsilcilerinin kural üretme ve kuralların
uygulanmasını denetleme süreçlerinde bir araya getiren ilkedir. Devlet, işçi ve işverenlerin
(örgütlerinin) örgütün kural üretme etkinliğinin tüm aşamalarına katılımı, konferans
gündeminin belirlenmesinden kuralların uygulanmasının denetimine değin sağlanmıştır. Her
ülke konferansta 2 devleti 1 işçi ve 1 işveren temsilcileri ile temsil edilmektedir1. (Gülmez,
2011; 78-80).İşçi ve işverenleri temsil eden delegeler; ülke genelinde en çok üyeye sahip
bulunan en üst mesleki örgütlerle (sendikalarla) anlaşılarak hükümetler tarafından belirlenir
(Altan, 2007; 92).
Örgütün Anayasal2 organları “Uluslararası Çalışma konferansı”, “Yönetim Konseyi” ve
“Uluslararası Çalışma Bürosu” olmak üzere üç tane ana organı vardır (Gülmez, 2011; 90).
Altan (2007) dar anlamda sosyal politikanın tanımını “devletin işçi statüsü altında çalışanları,
iş ilişkileri ve yaşamında kötü niyetli olabileceği varsayılan fabrika sahipleri ile olumsuz
çalışma koşullarına karşı koruyabilmek amacı doğrultusunda benimsemiş olduğu ilkeler, bu
çerçevede almış olduğu kararlar ve sürdürdüğü uygulamalardır.” şeklinde yapmıştı. Bu
tanımdan hareketle amaç olarak kendisine 1919 yılında kurulduğundan beri sosyal adaletin ve
uluslararası insan ve çalışma haklarının iyileştirilmesini
(http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/about/ilo_amac.htm) benimsemiş bir
kuruluşun sosyal politikanın taraflarından birisi olması gayet doğaldır.
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)
13. Genel merkezi Bürüksel de olan uluslararası Sendika Konfederasyonu (ITUC), 2010 yılı
itibariyle 155 ülkeden 175 milyon üyeye sahip, 311 ulusal üst sendikal örgütü bünyesinde
toplayan bir uluslararası sendikal örgüttür3 (Uçkan ve Kağnıcıoğlu, 2011; 123).
ITUC’un Bazı öncelikleri Ģunlardır.
* Çalışanların ve yoksulların hak ve çıkarlarına karşı hareket ettiklerinde uluslararası
kuruluşlara karşı mücadele etmek.
* Sendikal hak ihlalinin olduğu her durumu ortadan kaldırmak için çaba göstermek.
* Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) belirlediği sendikal hakları savunan uluslararası
standartları desteklemek.
* İşyerlerindeki her çeşit ayrımcılığın sona erdirilmesi için kampanyalar yürütmek.
-BM
Birleşmiş Milletler (BM), büyük bir tahribat yaratmış korkunç bir savaş sonrasında,
uluslararası ilişkileri istikrara kavuşturmak ve barışı daha sağlam temeller üzerine oturtmak
için 1945 yılında kuruldu.
Günümüzde, söz konusu faaliyetlerine ilave olarak çocuk gelişimi ve sağlığı, çevre koruma,
insan hakları, yoksullukla mücadele ve ekonomik kalkınma, tarımsal kalkınma, eğitim, kadın
hakları, doğal afet yardımı, atom enerjisinin barışçıl amaçlar için kullanılması ve iş ve işçi
hakları gibi pek çok alanda çalışmalarını sürdürmektedir.
Birleşmiş milletlerin amaçlarına bakıldığı zaman sosyal politikaların amaçlarından çok da
farklı olmadığını görmekteyiz. Sosyal politikaların amaçlarını Birleşmiş Milletlerin
amaçlarıyla karşılaştırabilmemiz için sıralamamız gerekirse (Altan, 2007; 7);
Karşılaşılabilecek ekonomik, mesleki, sosyal nitelikteki her türlü riske karşı güvenceler veren
sistemlerin yaratılıp, işletilmesi,
Gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmesi,
Yoksulluk ile olumsuz çevre ve barınma koşulları ile savaşılması,
Çocukların ve yaşlıların bakımı, gözetimi,
Tüketici olarak aldatılmanın ya da yanıltılmanın engellenmesi,
Ayrımcılığın önlenmesi vb.
Birleşmiş milletlerin dört ana amacına bakılacak olursa (Birleşmiş milletler Hakkında Her
Şey, 2008; 1);
Uluslararası barış ve güvenliği korumak,
Milletlerarasında dostça ilişkiler geliştirmek,
Uluslararası ekonomik, sosyal, kültürel, insani sorunların çözümünde işbirliği yapmak,
Temel insan hak ve özgürlüklerine gerekli saygının gösterilmesini teşvik etmektir.
6- ĠĢsizlik ve ĠĢsizlikle Mücadele Politikaları
Gelişmiş
ve
gelişmekte
olan
tüm
ülkelerin
önemlisosyalsorunlarınbaşındaişsizlikolgusugelmektedir.Ülkelerözellikle
3
uğraştığı
Türkiye’den ITUC üyesi sendikal örgütler; Türk-İş, DİSK, Hak-İş (İşçi Sendikaları Konfederasyonları) –
KESK (Memur Sendikaları Konfederasyonu).
en
14. teknolojikolarakgelişirken,üretimsistemlerideğişmekteveiş
gücününbugelişmelereayakuydurmasızorlamakta,nüfusartışınabağlıolarak artan işgücüne
istihdam
imkanları
yaratmak
sorun
halinegelmektedir.Birekonomikdüzenindüzgünşekildeçalışıpçalışmadığı,geçerli
ücretkarşılığıçalışmakisteyenherkeseişteminedilipedilemediğiile ölçülür. Bir ülkede bazı
kişilerin çalışmak istedikleri halde işbulamamaları uygulanan ekonomik politikaların
kusurudur. İşsizlik modern sanayinin bir sorunudur. İşsizlik sanayiye dayalı
ekonomiksistemin
yapısından
kaynaklanmaktadır,
bu
nedenle
de
kişisel
değil,sosyalbirsorundur.
Küreselleşmeylebirlikte1980’lerdenitibarenuygulananekonomikpolitikalar,özelleştirmeler,sen
dikalarıngüçsüzleşmesi,çokulusluşirketlerinucuzişgücüarayışındaolmasıgibietmenleryüzünden
tümdünyada işsizlik oldukça önemli bir sorun haline getirmiştir.Türkiye’nin de bu
gelişmelerden etkilenmemesi mümkün değildir.1980’lerden başlayarak ülkemizde de
işsizliğin giderek ağırlaştığıgörülmektedir.
Tarih boyunca ulkeleregore, sosyal ve ekonomik boyutları farklı olmakla birlikte, issizliktum
toplumların en onemli sorunlarının basında gelmistir. Đssizlik asıl olarak sanayi devrimiyle
birlikte
butunulkelerde
farklı
boyutlarda
olsa
da
gorulmeyebaslanmıstır.
Butunulkelerdegorulmesine karsın issizlik, 1980’lere kadar asıl olarak gelismekte olan
ulkelerin sorunu haline gelmistir. 1980’lerle birlikte neo-liberal politikaların uygulanmaya
baslanmasının da etkisiyle, gelismisulkelerin de sorunları arasına girmistir.
ĠssizlikTurleri
İssizlikturlerinioncelikle gizli issizlik ve acık issizlik olmak uzere iki genel gruba ayırmak
mumkundur.
Gizli Ġssizlik
Herhangi bir uretim alanında isgucunun bir kısmının uretimdencekilmesi durumunda
uretimdeonemli bir azalma soz konusu olmuyorsa gizli issizliksoz konusudur.7 Gizli issizlikte
acık işsizlikten farklı olarak kisinin bir isi vardır ve kisi teknik olarak issiz değildir.8
Gizli issizlik genellikle az gelismisulkelerde tarımda ve kamu sektorunde yaygın olarak
gorulmektedir.
Acık ĠĢsizlik
Yukarıda yapılmıs olan issizlik tanımlarındaki; yani calısma isteğinde olunmasına rağmen is
bulamama anlamındaki issizliktir.
Yapısal İssizlik, Teknolojik İssizlik, Konjonkturelİssizlik, Mevsimlik
İssizlik ve Geciciİssizlik olarak ortaya cıkar.
Yapısal Ġssizlik
Yapısal issizlik, bir ulkenin ekonomik yapısında olusan değişmelerden doğan issizlik turudur.
Ulkelerin ekonomik, sosyal ve kültürel yapılarındaki ve alıskanlıklarındakideğismelere bağlı
olarak ortaya cıkmaktadır.
15. Teknolojik Ġssizlik
Bu issizlik turu, uretimde insan gucu yerine makinenin, teknolojinin kullanılması veya yeni
uretim tekniklerinin kullanılması
sonucu ortaya cıkanissizliktir. Ozellikle,
sanayilesmisulkelerde
teknolojinin
gelismesi
sonucunda
olusanmakinelesme,
kucukisletmelerde ve zanaatlarda calısan bir kısım zanaatkar ve isciyi issiz bırakır.
(Donemsel) Ġssizlik
Konjonkturelissizlik, ekonomik yapıda talep değişmelerinden doğan dalgalanmalar nedeniyle
ortaya cıkanissizlik turudur. Belli bir donemdeki toplam talebin azalması sonucunda uretimde
ve yatırımlarda meydana gelen gerileme, issizliğe neden olur.
Mevsimlik Đssizlik
Mevsimlik issizlik mevsim değisiklikleri veya mevsimsel olarak mal ve hizmet taleplerinde
ortaya cıkan azalma sonucu olusan işsizlik turudur.18 Mevsimlik issizlik, gelismekte olan
ulkelerde tarım kesiminde ortaya cıkmaktadır. Tarım calısanları kısın issiz kalmakta, genel
olarak da baska bir alanda calısmamaktadırlar. Gelismisulkelerde ise sadece tarımda değil,
turizm ve gıda gibi muhtelif sektorlerde de mevsimlere bağlı olarak issizlik ortaya
cıkmaktadır.
ĠġSĠZLĠKLE MUCADELE YONTEMLERĠ
Literaturissizliklemucadeleyontemlerini pasif ve aktif istihdam politikaları olarak ikiye
ayırarak ele almaktadır. Pasif istihdam politikaları, issiz bireylere is bulmak, istihdam
yaratmak ve issizlik oranını azaltmak yerine, issizlik sorununun olumsuz sonuclarını ortadan
kaldırmayı amaclayan, bunun için issizlere belirli miktarda ekonomik guvence sağlamaya
yönelik onlemlerdir. Pasif istihdam politikaları genel olarak issizlik sigortası uygulamaları ve
issizlik yardımı olarak ortaya cıkmaktadır.73 Pasif istihdam politikaları daha yoğun olarak
gelismis ülkelerde uygulanan, issizlik nedeniyle ortaya cıkan satın alma gucunundusmesini
onleyerekissizliğin neden olabileceği toplam talep yetersizliğinden kaynaklanan
issizliğionlemeyeyonelik politikalardan olusmaktadır.74 Pasif istihdam politikalarının bir
aracı olarak Đssizlik sigortasıyla ilgili yasal duzenlemeTurkiye’de, 25.8.1999 tarih ve 4447
sayılı
Kanunla hayata gecirilmistir. 4447 sayılı Kanun, issizlik sigortasıyla ilgili uluslararası
belgelerde yer alan asgari norm ve teknikleri icermekte; issiz kalan isciye belirli bir sure
“gelir guvencesi”, “yeni bir ise yerlestirmeyi” ve issizlik donemi icinde “mesleki eğitim”
sağlama gibi unsurları birlikte kapsamaktadır.75 Đssizlik sigortası, kanun kapsamına giren
sigortalı iscilericin zorunlu tutulmus ve ulke düzeyinde uygulanmak uzere 1 Haziran 2002’de
yururluğegirmistir.
Turkiye’de aslında issizlik yardımı (odeneği) kıdem tazminatı adıyla ilk kez 1936 tarihli
Đskanun’da yer almıs, 1960 ve sonrasında hazırlanan Đs Kanunlarında bu duzenlemeye
devam edilmistir. 1475 sayılı Đs Kanunu’nda 1974 yılında yapılan değisiklikle kıdem
tazminatına hak etmek icincalısılması gereken sure bir yıla indirilmiş ve kıdeme esas ucret
tutarı da 15 gunden 30 gunecıkarılmıstır. Hazırlanan kanun gerekcelerinde kıdem tazminatının
issizlikte ek bir guvence olduğu vurgulanmıstır. Ayrıca 1475 sayılı Đs Kanunu’nun 13.
maddesinde hizmet akdinin feshinde isverenin ihbarda bulunması hukmebağlanmıstır. Đhbar
suresi kıdeme gore 2 hafta ile 8 hafta arasında değismektedir. Đsveren bu ihbar suresine
uymazsa bu sureyi karsılayacak ihbar tazminatı odemek zorundadır.
16. Ozellestirme uygulamalarının yarattığı issizliğin kişilerde yarattığı ekonomik sonuclarını
hafifletmek uzere, 24.11.1994 tarihli 4046 sayılı Kanunla, ĐSKUR tarafından is kaybı
tazminatı odenmesi, yeni bir is bulma, meslek gelistirme, edindirme ve yetistirme eğitimi
verilmesi ve issizlik suresince hak sahiplerinin sosyal sigorta primlerinin odenmesi katkıları
da duzenlenmistir. Aktif istihdam politikaları ise istihdam yaratmaya yönelik politikalardır.77
Aktif istihdam politikaları isgucu talebini arttırmaya ve issizliğionlemeyeyonelikonlemler ile
yeniden eğitim, erken emeklilik, isgucu hareketliliğini sağlayıcı olan bir cokonlem ve
uygulamayı icermektedir78. Aktif istihdam politikalarının baslıca etkisi, issizlik surelerini
kısaltarak bireylerin daha cabuk is bulmasını sağlamak olmaktadır.79 Turkiye’de aktif
istihdam politikası uygulamalarından en önemli orneğini mesleki eğitim ve is arama yardımı
merkezli politikalar olusturmaktadır. Buna gore mesleki eğitim kursları; Milli Eğitim
Bakanlığı, ĐSKUR ve KOSGEB tarafından sağlanmaktadır. Yerel yonetimler de actıkları
meslek kursları ile bu kurumlara destek olmaktadırlar80.Ayrıca ĐSKUR ve ozel istihdam
buroları aracılığıyla da is bulma faaliyetlerine yardımcı olunmaktadır. Aktif istihdam
politikalarına yonelik olarak ayrıca devletin yatırımları ve istihdamı arttırmaya
yoneliktesvikler vermesini sağlayan yasal duzenlemeler yapılmaktadır. 21.1.1998 tarihli 4325
sayılı
“Olağanustu Hal Bolgesinde ve Kalkınmada OncelikliYorelerdeĐstihdam Yaratılması ve
Yatırımların Tesvik Edilmesiyle Đlgili Kanun” gelir ve kurumlar vergisi vb. gibi istisnalar
sağlayarak, yatırımları tesvik etmeye matuf, bu bolgede istihdam sağlamaya yonelik
duzenlenen ilk kapsamlı duzenlemeyiolusturmustur. Daha sonra cesitli yasal duzenlemelerle
(4747 sayılı Kanun, 5084 sayılı Kanun, 5350 sayılı Kanun)* istihdam tesvik edilmeye
calısılmıstır.
7- Gelir Dağılımı ve Yoksulluk
Gelir, mal veya hizmet üretimi sonucunda ortaya çıkan ayni ya da nakdi getiri olarak
tanımlanabilir. Gelir dağılımı da mal veya hizmet üretimi sonucunda ortaya çıkan gelirin
bireyler arasındaki dağılımını ifade etmektedir. Bireylerin üretimden elde edilen gelirden
aldıkları pay, yani gelir dağılımı sonucunda kendilerine düflen gelirin düzeyi ise bu bireylerin
söz konusu üretim sürecinde sahip oldukları role, öneme ve ağırlığa göre değişlmektedir.
Gelir Dağılımı ve Yoksulluk
Belirli bir millî gelir düzeyinde, bir ülkenin gelir dağılımının yapısı, o ülkedeki yoksulluk
düzeyini doğrudan belirlemektedir. Örneğin, Brezilya’da olduğu gibi, göreceli olarak yüksek
bir kişi başı millî gelire sahip olan ülkelerdeki adaletsiz gelir dağılımı bu toplumlarda
yoksulluğun önemli boyutlarda olmasına neden olmaktadır. Öte yandan, Kosta Rika, Brezilya
ile aynı düzeyde kişi başı millî gelire sahip olmasına rağmen gelir dağılımının daha düzgün
olması sebebiyle bu ülkede yoksulluk Brezilya’ya oranla daha azdır. Yine, bir ülkede
sağlanan ekonomik büyümenin yoksulluğu azaltma derecesi de ülkedeki gelir dağılımı
yapısına bağlıdır. Buna göre, ekonomik büyümedeki 1 puanlık artış, gelir dağılımında
adaletsizlik olan Zambiya’da yoksulluk düzeyini sadece %0.21 oranında azaltırken, gelir
dağılımı göreceli olarak daha adaletli olan Malezya’daki yoksulluk düzeyini tam %3.4
oranında azaltmaktadır.
8- Sosyal Güvenlik
Sosyal güvenlik bireyi tüm yaşamı boyunca yakından ilgilendirmektedir. Sosyal güvenlikle
insan arasındaki bağ, birey daha anne karnında iken başlamakta ve çocukluk, gençlik ve
17. yaşlılık dönemlerinde devam etmektedir. Sosyal güvenlik, sosyal riskler için var olmuş bir
unsurdur. Bu riskler, herhangi bir tehlikeden farklı olan ve sosyal güvenliğin amacı
bakımından önem taşıyan tehlikelerdir. Sosyal rizikonun, ne zaman gerçekleşeceği
bilinmemekle beraber, ileride gerçekleşmesi olası veya kesin olan ve buna uğrayan bireyin
mal varlığında eksilmeye yol açan olay şeklinde tanımlanabilir. Sosyal güvenliğin sağlanması
için bazı teknik uygulamalara veya yöntemlere ihtiyaç duyulmaktadır. Sosyal güvenlik
hedeflerinin gerçekleştirilmesinde kullanılan finansman yöntemleri; kapitalizasyon ve dağıtım
yöntemleridir. Bu çalışmanın amacı sosyal güvenliğin finansman yöntemleri ve sorunları
hakkında bilgi sunmaktır.
2.0 SOSYAL GÜVENLĠK KAVRAMI
Sosyal güvenlik, bir toplumun bütün üyelerinin iktisadi ve sosyal ihtiyaçlarını giderecek
şekilde bugünlerinin ve geleceklerinin risklere karşı güvence altına alınmasıdır. Her bireyin
sahip olması gereken haklar bütünlüğü olan sosyal güvenliğin gelişimi insanlığın
başlangıcından itibaren sosyal devlet anlayışıyla beraber sosyal güvenlik düşüncesinin
geliştigi algılanmaktadır. Zaman içerisinde sosyal güvenlik anlayışının uygulayıcısı olarak
sosyal devletler yegane uygulayıcı olarak görülmüştür. Tarih boyu insanlık kendini yoksulluk,
hastalık, iş görmezlik, yaşlılık, ölüm, kaza, muhtaçlık ve benzeri risklere karşı koruma ihtiyacı
duymuş ve bu risklerin zararlarını telafi ve tazmin etmek için birçok yöntem belirlemişlerdir.
Bu yöntemler çağımızda yerini devletler tarafından meydana getirilen Sosyal Güvenlik
Sistemi’ne bırakmıştır. Sosyal Güvenlik Sistemleri hedeflerini gerçekleştirmek için çeşitli
yöntemlerden yararlanırlar. Bu yöntemler arasında primsiz sistem olan sosyal yardımlar ve
primli sistem olan sosyal sigortalar en önemlileridir. Sosyal güvenliğin temel amacı, her
insana, hayatın taşıdığı bütün risklerin karşısında, aşırı bir muhtaçlığa düşmeden ve
hürriyetinden fedakârlık ettirmeden iyi bir hayat düzeyi sağlamaya yönelik kamusal sosyal
18. düzenleme, sosyal sigorta, sosyal yardımlar ve muhtelif sosyal yardımlar alanında alınması
gereken önlemleri almaktır.
Çağımızda, bütün ülkelerin, yeterli veya yetersiz, ancak mutlaka kurumsal bir sosyal güvenlik
sistemi mevcuttur. Bu durumdan anlaşıldığı üzere, sosyal güvenlik, ülke bağımsızlığının ve
modern devlet anlayışının da gereklerinden birini oluşturmaktadır. Toplumun bütün
bireylerini, beşikten mezara kadar bütün hayatları boyunca ilgilendiren sosyal güvenlik,
sosyal politikanın ve gelişmiş ülkelerdeki refah devleti anlayışının ulaştığı en önemli zirve
olarak kabul edilmekte ve gelişmekte olan toplumların çağdaşlık hedefleri arasında en ön
sırayı işgal etmektedir. Sosyal güvenliğin önemini çeşitli yönlerden de ortaya koymak
mümkündür. Örneğin, sosyal güvenliğin hukuki öneminden, siyasi öneminden veya sosyal ve
ekonomik öneminden söz edilebilir(Akad, 1992). Sosyal güvenliğin hukuki bakımdan önemi,
günümüzde sosyal güvenliğin bir insan hakkı olarak tüm uluslararası insan hakları ile ilgili
belgelerde ve ulusal seviyede de anayasalarda kabul görmüş olmasından kaynaklanmaktadır
(Akad, 1992). Esas anlamda sosyal güvenlik sistemlerinin temel amacı, insanlara iktisadi
bakımdan güven sağlamaktır. Sosyal güvenliğin gelir dağılımı fonksiyonu, sermaye birikimi
fonksiyonu, iktisadi istikrar fonksiyonu gibi ekonomik fonksiyonlarının bulunduğu
bilinmektedir. Ayrıca, sosyal güvenlik tasarrufun artışına katkıda bulunmakta, ulusal gelirin
dağılımını etkileyebilmekte, örneğin toplumun çeşitli kesimleri arasında gelir transferine
sebep olmaktadır(Alceylan, 2007). Sosyal güvenliğin başlıca ehemmiyeti, sosyal olmasından
kaynaklanır. Çünkü sosyal güvenlik, insanın toplum içerisinde yaşamaktan dolayı karşı
karşıya bulunduğu rizikoların sonuçlarına karşı bir güven sağlar. Tüm sosyal güvenlik
teknikleri, sosyalleşme prosesinin bir parçası ve tamamlayıcısıdır. Toplumlar, sosyoekonomik gelişmişlik durumlarına göre sosyal güvenliklerini temin etmede yeni teknikler
geliştirme yoluna başvurmuşlardır. Bu durumda sosyal güvenlikteki gelişme, sosyalleşmedeki
olgunlaşmanın da işaretlerinden birisi olarak sayabiliriz. Sosyal güvenliğin hukuki, iktisadi ve
sosyal fonksiyonlarının bulunması, onun siyasi bakımdan da önem kazanmasının temin
etmektedir. Sosyal güvenliğin toplumda sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı desteklediği
ölçüde, bu sonucun siyasi alanda da etkisi olacaktır. Şüphesiz, sosyal güvenlik, devlet
nezdinde vatandaşların devlete sahip çıkmaları, destek vermeleri veya bu konuda değer
hükümlerinin yerleşmesi ve gelişmesine katkı sağlayacaktır (Arıcı, 1999). Sosyal güvenlik
ihtiyacı insanlık var olduğu andan itibaren bir ihtiyaç olmuştur, ancak kavram olarak modern
insanlık tarihinin bir ürünüdür. Ne sosyal güvenliğin tanımı hakkında ne de ideal bir model
üzerinde bir konsensüs sağlanmış değildir. Sosyal güvenlik gelişimini büyük ölçüde iktisadi
politikalara borçludur. Bu bağlamda 1929 Büyük Bunalımına kadar yeterli sosyal korumadan
bahsetmek mümkün değildir ve 1929-1970 yıllarında iktisadi ihtiyaçlar, talep eksenli
politikaların uygulanmasını gerekli kıldığından sosyal politika harcamalarına ağırlık verilmiş
ve 1970’li yıllardan sonra, yine iktisadi ihtiyaçlardan dolayı, sosyal politikaya yönelik
harcamaların azaltılması gündeme taşınmıştır
19. SOSYAL GÜVENLĠK SĠSTEMĠNĠN SORUNLARI
Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin sorunları iki ana öğe üzerinde yoğunlaşır; yapısal ve
finansal. Yapısal sorunlar finansal sorunları tetiklemekte, dolayısıyla hem yapısal hem de
finansal bozukluklar iç içe geçmektedir. Yapısal sorunlar 2008 yılı sosyal güvenlik
reformundan sonra büyük ölçüde çözülmüştür, fakat süregelen yapısal sorunlardan dolayı
oluşan finanssal sorunlar halen devam etmektedir. Dolayısıyla kamu kesimi borçlanma gereği
yükselmekte ve bu da daha yüksek faizlerle borçlanılması sonucunu doğurmaktadır.
4.1 YAPISAL SORUNLAR
1980 ve özellikle 1990 yılları ve sonrası Türkiyede sosyal güvenlik sisteminde beliren
populist politika odaklı sigortacılık prensipleriyle alakası bulunmayan ölçüsüz hizmet
borçlanmaları, erken emeklilik, çıkarılan af yasaları, karşılıksız ödemeler gibi yapısal sorunlar
ortaya çıkmıştır.
Bu nedenlerden dolayı sosyal güvenlik sisteminin finansman dengesi
bozulmuş ve gelir ve gider dengesi açıkları bütçeden sağlanan transferlerle karşılanmaya
başlanmıştır.
4.1.1 Erken Emeklilik Sorunu
Sosyal güvenlik sistemimizin yıllardır devam eden en temel problemi, bütçede meydana gelen
açıklar olup, bu açıkların oluşmasında da en önemli etken geçmiş yasama dönemlerinde oy
kaygısı için getirilen ve sosyal sigorta ilkelerini hiçe sayan erken emeklilik uygulamasıdır.
20.02.1994 tarih ve 3374 sayılı Kanunla emeklilik yaş sınırı kadınlarda 38 ve erkelerde 43
olarak gerçekleşmeye başlamıştır (Akbulak, S,Y, 2002). Emekliliğe hak kazanmanın yaştan
bağımsız hale getirilmesi örneği hiç bir yerde bulunmayan bir uygulamadır. Bu meydana
gelen tabloyu toplumun bireyleri olarak halen ödemek zorunda bulunmaktayız. Bu durumun
boyutunu SSK’da emeklilerin % 62’sinin yaşının asgari emeklilik yaşı olan 58-60 yaşın
altında olması sorunun boyutunu açıkça ortaya koymaktadır (Demirci, 2006). Aşağıdaki tablo
farklı ülkelerde uygulanan emeklilik yaşları gösterilmektedir.
20. KayıtdıĢıĠstihdam Ve Kaçak Sorunu
Kayıtlı istihdamın işverenlere yüklediği yüksek maliyet ve işletmelerin küçüklüğü yüzünden
günümüzde neredeyse %50 ye varan oranlarda kayıtdışı istihdam prim ödeme potansiyeli olan
çok büyük bir nüfusun sistem dışında kalmasına yol açmıştır (Sayan, 2006). Türkiye
genelinde istihdam edilenlerin yarısının herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı
olmamasının gerisindeki en önemli unsuru, düşük ücretli ve esnek bir işgücü kullanımı
imkanına sahip olma, böylece işgücünün sosyal maliyetlerinden kaçınma gibi durumlar teşkil
etmektedir. Kayıtdışılığa yönelimin en önemli nedenlerinden biri istihdamdaki vergi
yükleridir. İşletmeler kayıt dışılığa yönelirken kayıtdışı kesimlerin genişlemesi de vergilerin
ağırlaşmasına sebep olmaktadır. Bu kayıtdışı ekonominin varlığı mali açıdan çok önemlidir,
çünkü kayıtdışı kesim aynı zamanda vergi dışında tutulmaktadır, yani vergi kaybı
oluşmaktadır. Aşağıdaki tabloda kayıt dışı istihdamın Sosyal Güvenlik Sistemine kayıtlılık
durumuna göre dağılımı verilmektedir.
Finansman Sorunları
Sosyal güvenlik sistemi bir bütün olarak ele alındığında, sistemin toplam gelirleri ile toplam
giderleri arasında bir dengenin olmadığı ve sistemin açıklarının 1990’lardan beri süregeldiğini
ifade etmek mümkündür. Sistemin finansman açıkları ülkemizin kalkınma sürecinde
karşılaştığı en önemli problemlerden birini oluşturmaktadır. Her yıl genel bütçeden sosyal
güvenlik sistemine yapılan transferlerin artış oranı ekonominin büyüme oranından daha
yüksek seviyelerde gerçekleşmektedir. Sosyal sigorta sistemi için sigorta bağımlılık oranının
yaşlı bağımlılık oranından yüksek olması, yaşlanma çağına ulaşılmadığı halde emeklilik
hakkının kazanılması ve kayıtdışı istihdam gibi sorunların varlığını ifade etmektedir (DPT
Raporu, 2007). Sosyal güvenlik sisteminde meydana gelen açıklar günümüzde olabildiğince
önemli rakamlara ulaşmıştır. Bilhassa, kamu kesimi finansman açıkları içinde sosyal güvenlik
açıklarının yaklaşık son on yıldır giderek artan oranlarda bir büyüklüğe ulaştığı söylenebilir.
21. 1990'lı yılların ortalarından itibaren derece derece artan sosyal güvenlik açıkları, artık
sistemin kendini yenilemeyecek bir duruma geldiğini gözler önüne sermektedir. Ülkemizde
sosyal güvenlik açıklarına neden olan sosyal güvenlik sisteminin mali yapılarının
kifayetsizliği, bu kurumların giderek finansman krizine girmesine sebep olmuş ve kamunun
borçlanma gereğini artırarak makro-ekonomik istikrarın zedelenmesine yol açmıştır
(Tepekule, 2008). Bu durum, toplumsal ihtiyaçları karşılamaya yönelik hizmet sunumunu da
engellemiştir. Zira mevcut sosyal güvenlik sistemimiz kapsadığı nüfus ve sağladığı yararlar
bakımından birtakım noksanlıklar barındırmaktadır. Bilhassa sağlık, malullük, hastalık ve
ölüm gibi alanlara ilişkin yeterli hizmet verilememektedir. Çünkü söz konusu kuruluşlar,
kaynaklarını etkin kullanamamakta ve harcamalarını büyük ölçüde genel bütçeden sağlamış
oldukları transferlerle karşılama çabası içine girmektedirler. Böylece , sosyal dengelerin
sağlanmasına yönelik bireyler arasındaki gelir eşitsizlikleri yok edilememektedir.
Grafik 1 ile Sosyal Güvenlik Kurumunun, plasman gelir ve giderleri hariç olmak üzere,
gelirleri, giderleri ve açık ve fazlaları gösterilmektedir.1985 yılına kadar sistemin gelir fazlası
mevcut iken, daha sonra giderleri lehine artan trend kaydedilmektedir. Öyle ki, her yıl devlet
bütçesinin en büyük harcama kalemlerinden biri bu kurumların açıkları için ayrılan transferler
olmaktadır.
SONUÇ VE ÖNERĠLER
Sosyal güvenlik sistemiyle ilgili yaşanan sorunlar sadece ülkemizi değil tüm dünyayı
ilgilendirmektedir. Gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler arasında yaşanan sorunlar
arasında farklılıklar varken, sosyal güvenlik sistemlerine ilişkin çözüm önerileri ortak noktalar
taşımaktadır. Ülkemiz sosyal güvenlik sisteminin temel sorunu mali içeriklidir. Bunun da
kaynağı temel itibariyle emek piyasasının ortaya çıkardığı yapısal problemlerdir. OECD
hesaplamalarına göre 2040’lı yıllara kadar sistemin açıkları devam edecektir.Bu nedenle
sosyal güvenlik sisteminin temel finansman kaynağı olan prim gelirlerinin sürekli, düzenli ve
yeterli olması için istihdam hacminin artması, çalışanların sisteme kayıtsız şartsız katılmaları,
22. kayıt dışılığı önlemek üzere ciddi teşvik ve piyasayı düzenleyici politikaların geliştirilmesine
ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kontekstte bazı öneriler şöyle sıralanabilir:
•Prim oranlarının uygun bir düzeye çekilerek hem işverenlerin ve hem de çalışanların
primlerinin ödenebilir hale gelmesi temin edilmelidir.
• Gelir ve gider dengesi sağlanamadığından bu dengeyi sağlamak için gelir artırıcı ve gider
azaltıcı politikaları belirlerken matrahtaki büyümeyi sağlayıcı önlemler alınmalıdır.
• Matrahın büyümesinin sağlanması oranların azalması ile daha kolay gerçekleştirilebilir.
Sosyal güvenlik kapsamında yükümlülüklerin ve hakların tüm vatandaşlara aynı koşullar ile
yani norm ve standart birliği tesis edilerek sunulması ve bunun değişmemesi için gerekli
önlemlerin de alınması sağlanmalıdır.
• Hükümetlerin değişimi ile sosyal güvenlik politika ve uygulamalarının değiştirilmemesi
gerekir. Bunun sağlanması için sistemin temel parametrelerinin Anayasa ile düzenlenmesi
düşünülmelidir.
• Kayıt dışı istihdam problemi çözüme kavuşturmalıdır.
• Yeni açılan işyerlerinin sosyal güvenlik kurumu ile ilişkilendirilmesinde belli süre prim
alınmaması, teşvik sağlanması ve sürdürülmesi yönünde politika geliştirilmelidir.
• Devletin sosyal güvenlik sisteminin finansmanına prim bazında katılması sağlanmalıdır.
• Sistemin bir bütün olarak ve fonksiyonel denetime tabi tutulması gerekir. Denetim
hizmetlerinin yaygınlaştırılması, etkinleştirilmesi, sürekliliğinin sağlanması ve denetim
raporları doğrultusunda gerekli işlemlerin yapıldığının kamuoyu ile paylaşılması
sağlanmalıdır.
• Sosyal güvenlik sisteminin sağladığı hizmetleri, sosyal sigortaları, sosyal hizmetler ve diğer
ilgili hizmetlerin yaygın ve sürekli olarak tanıtımının yapılması sağlanmalıdır. Özellikle kırsal
kesim, yoksullar ve sosyal risk grubunda olanlara tanıtılarak onların yararlanmaları
sağlanmalıdır. Çünkü sistemin esası yoksulluğu da önlemeyi içermektedir. Bu konuda risk
23. gruplarına gerçek anlamda ulaşmak, bilgilendirmek, onların haklarını ifade etmek için yeni
yöntemler geliştirilmelidir.
10- Ücretler
ÜCRET VE ÜCRETE ĠLĠġKĠN KAVRAMLAR
Ücret kavramı konusunda dikkat edilmesi gereken en önemli husus, kavram konusunda
yaşanan karmaşadır. Kavram; ülkelere, coğrafi bölgelere, sektörlere, işletmelerinkamuya ya
da özel sektöre ait olmasına ve hatta işletmelerin büyüklüklerinegöre değişkenlik
göstermektedir. Çıplak ücret, giydirilmiş ücret ve ücret maliyeti
gibi ücrete ilişkin temel kavramlarda dahi endüstri ilişkilerinin tarafı olan işçi,işveren ve
devlet kuruluşlarının ortak bir tanımı bulunmamaktadır.
Ücretin Tanımı ve Unsurları
Ücretli çalışmanın başladığı ilk günden beri çalışanların ortaya koyduğu zihinsel ve bedensel
emeğin bedeli olarak görülen ücret, işçi ve işveren kesimlerininkendi amaç ve çıkarları
doğrultusunda farklı biçimlerde yorumlanmaktadır. Örneğin; işveren, ücreti ödeyen taraf
olduğu için ona göre ücret; bir maliyet unsuru veya
masraf faktörü iken, işçi açısından ise ücret; emeğinin karşılığı olarak elde ettiği satın alma
gücüdür. Buna benzer bir şekilde; iktisatçılar, emeğin bir üretim faktörüolduğunu düşünerek,
ücreti faktör geliri olarak tanımlamışlardır. Hukukçular,emek sahibi ile işveren arasında
hukuki sonuç doğuran hizmet akdi ilişkisini ve bu
ilişkinin doğurduğu hak ve borç ilişkisi çerçevesinde düşünmüşler. Bunun sonucundaücreti,
işçiler açısından bir hak, işveren açısından ise bir borç olarak tanımlamışlardır. Sosyal
politikacılar ise konuyu daha farklı bir bakış açısıyla irdeler.Sosyal politikacılar ücreti,
işgörenin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin, yaşamolanak ve düzeylerini belirleyen çoğu
kez tek gelirleri olarak görür. Emek sahibinindiğer üretim faktörlerinden ayrı olarak insan
olması düşüncesinden hareketle,ücreti şahıs geliri olarak tanımlamışlardır. Sosyal politika için
ücret, salt ekonomikya da hukuki özellikleri ile değil, taşıdığı insancıl değer yönünden de
önem taşır.Bütün bu bakış açılarından hareketle ücretin geniş ve genel bir tanımını
yapmakgerekirse geniş anlamda ücret; insan emeğinin bir bedeli olarak tanımlanırken;genel
anlamda ise işletmelerin kâr ve zararına bağlı olmayan, işveren tarafından emek sahibine
üretilen malın satış beklenmeden ödenen, miktarı öncedenbelirlenmiş gelir olarak
tanımlanmaktadır. Bir diğer tanıma göreücret; bir iş karşılığında işveren tarafından işçiye saat
başına, gündelik, haftalık, onbeş günlük veya aylık olarak ödenen para ve para ile
belirlenebilen malların vehizmetlerinoluşturduğu bir gelirdir. Benzer bir tanımlamaya görede
ücret, gelir temin etmek amacıyla sarf edilen fikri ve bedeni enerji anlamındaki emeğin değeri
ve karşılığıdır.
Ücrete ĠliĢkin Kavramlar: Ücret Türleri
Ücretin çok yönlü bir konu olması, farklı ücret kavramlarını da beraberinde
getirmektedir.Çoğu kaynakta ücret türleri olarak da adlandırılabilecek bu kavramlar:
• Ücret Haddi (Ana ücret, Kök ücret veya çıplak ücret)- Ücret Geliri,
• Nominal (Parasal) ücret- Reel ücret,
• Ayni ücret-Nakdi ücret,
24. • Brüt ücret-Net ücret,
• Kolektif ücret-Efektif ücret,
• Ücret düzeyi,
• Asgari ücret
olarak sıralanabilir. Endüstri ilişkilerinde kullanılan bu ücret kavramlarına ekolarak
işKanunun’daki ücret kavramlarından da söz etmek mümkündür. Bunlar;yarım ücret, fazla
çalışma ve fazla sürelerle çalışma ücreti, tatil ücretleri, yüzdeusulü ücret, komisyon ücreti ve
kâra katılma olarak sıralanabilir.
11- Sosyal DıĢlanma
“Sosyal dışlanma toplumun bir parçası olma anlamına gelen sosyal bütünleşmenin karşıtı
olarak ele alındığında; sivil, siyasi, ekonomik ve sosyal vatandaşlık haklarından mahrum olma
ve edilme durumu olarak tanımlanmaktadır.
Toplumdaki yurttaşlığa ilişkin üretim, tüketim, tasarruf, siyasi, sosyal nitelikteki normal
eylemlere katılamamalarıdır. Kişilerin temel gereksinimlerini karşılayamamalarından
başlayarak toplumla olan bağlarının kopmasına kadar uzanan dinamik bir süreci ifade
etmektedir.
Sosyal dışlanma kavramı ilk olarak Fransa’da kullanılmıştır. Fransa’da sorun olarak kabul
edilmesinde 1970’li yıllarda ekonomik büyümenin yavaşlaması önemli rol oynamıştır. Bu
ülkede 1960’lı yıllarda yoksullardan ideolojik biçimde dışlanmış olarak söz edilmiştir. 1974
yılında Rene Lenoir tarafından yazılan bir kitapta dışlanmışlar ekonomik büyümenin
sonuçlarından yararlanamayan kişiler olarak belirtilmiştir. Sadece yoksul kişilerden
oluşmadığını Fransız nüfusunun %10’unun toplumdan dışlanmış olduğunu belirtmiştir.
Lenoir’e göre; * zihinsel ve fiziksel özürlüler, *intihar eğilimliler, *hasta-bakıma muhtaç
yaşlılar, *istismar edilen çocuklar, *ilaç bağımlıları, *suçlular, *tek ebeveynli aileler,
*sorunlu aileler, *marjinal kişiler, *asosyal kişiler ve *diğer sosyal uyumsuz kişiler sosyal
dışlanmışları oluşturmaktadır.
Anglo-Sakson geleneğe sahip olan İngiltere’de sosyal dışlanma konusunda çalışmalar ancak
1990’ların başında başlamıştır. Anglo-Sakson geleneği sosyal dışlanmaya birey, Kara
Avrupası sosyal grup açısından yaklaşmakta, ortak bir tanım yapmak güçleşmektedir.
ABD’de ise dışlanmış gruplar; sınıfaltı kavramı ile ifade edilmektedir. Asya, Afrika ve Latin
ülkelerinde dışlanma genellikle yoksullukla eş anlamda kullanılmaktadır. Arap ülkelerinde ise
sosyal dışlanma marjinalite olarak görülmektedir. Bu ülkelerde dışlanma kalkınma ile birlikte
değerlendirilmekte, dışlanmanın kişinin kendi kusurundan kaynaklandığı kabul edilmektedir.
Sosyal DıĢlanmanın Nedenleri
Sosyal dışlanmaya ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, davranışsal, coğrafi, kişisel birçok
faktör veya sorun yol açabilmektedir. Kişilerin konuya bakış açısına, sosyal dışlanmanın
ülkelere göre algılanış biçimine bağlı olarak nedenler değişebilmektedir.
İngiltere’de 1997 yılında kurulan Sosyal Dışlanma Birimi, sosyal dışlanmanın yapısal
nedenlerini iki grupta toplamıştır. İlk grup ekonomik ve sosyal özelliğe sahip olup üç farklı alt
neden grubundan oluşmaktadır. Bunlar;
25. a) Endüstriyel yeni yapılanma,
b) Aile yapısında değişim,
c) Toplumsal parçalanma ve değişimdir.
İkincisi grup
a)hükümet politikalarının, b) çalışma yöntemlerinin ve c) koordinasyonun sağlıklı işlememesi
sonucu ortaya çıkan başarısızlıktan kaynaklanmaktadır.
AB Komisyonu sosyal dışlanmanın kurumsal/yapısal nedenlerini dört grupta toplamaktadır.
Bunlardan
1 - İşgücü piyasasındaki değişmdir.
2 - Bilgi teknolojisindeki gelişmeler ve bilgi toplumunun genişlemesidir.
3 - Nüfusun yaşlanması, doğum oranının düşmesi, aile ve toplum yapısında ortaya çıkan
değişim, iç ve dış göçler, etnik, dinî ve kültürel farklılıklarda görülen artış gibi sosyodemografik değişikliklerdir.
4 - Dördüncü neden ise ekonomik ve sosyal gelişmelerin, bölgesel ve coğrafi ön yargılar ile
kutuplaşmalar oluşturmasıdır.
Sosyal DıĢlanma Biçimleri
A) ekonomik dışlanma, mekânsal dışlanma, C) kültürel dışlanma ve D) siyasi dışlanma
Sosyal İçerme Politikaları
Maastricht Anlaşması’nda sosyal dışlanma sorununa ilk defa resmî bir belgede açık bir
biçimde yer verilmştir.
Sosyal içerme politikaları, ülkelere göre farklılık göstermekte, ülkelerin sosyal modeline göre
değişebilmektedir. Örneğin Anglo-Sakson ülkelerde sosyal içerme politikalarında özel sektör,
İskandinav ülkelerinde devlet, gelenekçi güney Avrupa ülkelerinde aile ön plana çıkabilmekte
farklılıklar bulunabilmektedir. Ancak genelde Sosyal dışlanmanın önlenmesine yönelik
politikalar arasında en dikkat çeken güvenceli asgari gelir veya asgari gelir güvencesidir.
Güvenceli asgari gelir kavramının Fransız hukukunda somutlanmış şekli asgari tutunma
geliridir. Asgari tutunma gelirinden kanuna göre 25 yaşın üzerinde olan, kanunda öngörülen
süre boyunca Fransa’da yaşayan ve belirli bir yoksulluk sınırının altında geliri bulunan kişiler
yararlanabilmektedir.
AYRIMCILIK ;
Ayrımcılık Kavramı
İlk olarak 1878 yılında Anglo-Sakson hukukunda ve bir mahkeme kararında kullanılan
ayrımcılık ; toplumsal yaşamda dil, din, ırk, etnik köken, cinsiyet, cinsel yönelim, özgürlük ve
yaş gibi nesnel olmayan faktörler temel alınarak birey ya da gruplara yöneltilen eşitsiz
davranış ve uygulamalardır.
Birleşmiş Milletlerin (BM) Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına ilişkin
Uluslararası Sözleşmesi, sözleşmede geçen ırk ayrımcılığı kavramını “ ekonomik, sosyal ve
kültürel alanlarda ya da kamusal yaşamın başka her alanında, insan haklarının ve temel
özgürlüklerin eşitlik koşullarında tanınmasını, kullanılmasını ve bunlardan yararlanılmasını
bastırma ya da tehlikeye koyma amacı taşıyan ya da sonucu doğuran ırk, renk, soy, ulusal ya
26. da etnik köken üzerine dayalı her tür ayırt etme, dışlama, kısıtlama ya da yeğleme” şeklinde
belirtmektedir. BM’ye ait Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi ise
yine sözleşme konusu ile sınırlı olarak kadınlar hakkında ayrımcılık kavramını, “erkek ve
kadının eşitlik temeline dayanarak, evlilik durumları ne olursa olsun, kadınların siyasal,
ekonomik, sosyal, kültürel, kişisel alanlarda ya da başka her alanda insan haklarından ve
temel özgürlüklerden yararlanmasını ya da bu hak ve özgürlüklerin tanınmasını ve
kullanılmasını tehlikeye koyma ya da kaldırma sonucu doğuran ya da amacı taşıyan, cinsiyete
dayalı her türlü ayırt etme, dışlama ve kısıtlama” şeklinde tanımlamaktadır.
Ortaya Çıkış Biçimine Göre Ayrımcılık Türleri
Doğrudan Ayrımcılık (Açık Ayrımcılık) / Dolaylı Ayrımcılık (Örtülü Ayrımcılık) : Doğrudan
ayrımcılık kişiye onunla aynı veya benzer durumda olan başka bir kişiye göre daha az olumlu
davranılmasıdır. İş başvurusunda cinsiyeti, yaşı, cinsel yönelimi, ten rengi veya dinî inancı
nedeniyle işe almamak, zencilerin veya Roman çocukların bir okula veya restauranta
girmesine izin vermemek doğrudan ayrımcılığa örnek olarak verilebilir. Dolaylı ayrımcılık ise
bir kanun veya işlemin herkese eşit şekilde uygulanması ancak toplumun bir bölümü üzerinde
orantısız etkiye sahip olması ile ortaya çıkan ayrımcılık türüdür. Kadınların işte yükselmesine
engel olmak amacıyla işin niteliği gerektirmediği hâlde B sınıfı ehliyet şartı getirilmesi,
coğrafi mobilitelerinin düşük olduğu bilinmesine rağmen işin niteliği gerektirmese bile işe
girebilmek için uzun süreli seyahat edebilme koşulunun aranması dolaylı ayrımcılığa örnek
olarak verilebilir. Dolayısıyla Ayrımcılık, bir kişinin kendisiyle bağlantılı bir başka kişinin
nitelikleri nedeniyle ayrımcılığa uğramasıdır. Beyaz bir kişinin siyah bir kişi ile evli olması
veya Müslüman bir kişinin Hristiyan bir kişi ile evli olması nedeniyle ayrımcılığa uğraması
dolayısıyla ayrımcılığa örnek olarak verilebilir.
Taciz-Cinsel Taciz
Taciz “Irk veya etnik köken, din veya inanç, engellilik veya cinsel yönelim gibi nedenlerden
herhangi biriyle ilgili olarak bir kişinin onurunu zedelemek ve gözdağı veren, düşmanca,
aşağılayıcı, küçük düşürücü ya da saldırgan bir ortam yaratmak amacı veya etkisiyle o kişi
için istenmeyen bir fiil gerçekleştirilmesidir”
Cinsel taciz ise kendi isteği ve rızası olmadan kişiye karşı sözlü veya fiziksel olarak yapılan
sarkıntılık ve genel ahlaka uymayan davranışlardır. Araştırmalara göre kadınlar özel ve
çalışma yaşamlarında erkeklere göre daha fazla cinsel tacize uğramaktadırlar.
Olumlu (Pozitif Ayrımcılık)
Kimi zaman eşit davranabilmek için kişinin din, dil, renk, ırk, cinsiyet, özürlülük gibi
dezavantaj yaratan durumunu göz ardı ederek kişi lehine yapılan davranış ve uygulamalar
pozitif ayrımcılığı oluşturmaktadır.
Sistematik Ayrımcılık
Belirli gruplara karşı kurumsallaşmış yapılar, politikalar, uygulamalar ve geleneklerdir.
Güney Afrika’da hükümet tarafından 1990’ların ortalarına kadar zencilere karşı uygulanan ırk
ayrımcılığı (apartheid) bu ayrımcılığa en önemli örnektir.
Çoklu / Kesişen Ayrımcılık
Birden fazla ayrımcılık türünün aynı anda ihlal edilmesi ve birden fazla konuda yapılan
ayrımcılıktır. Özürlü ve Müslüman bir erkeğin hem özürlü hem dinî nedenle ayrımcılığa tabi
27. olması çoklu ayrımcılığa örnek olarak verilebilir.
Ters Yönlü Ayrımcılık
Toplumda genel olan grubun karşı karşıya kaldığı ayrımcılık türüdür. Dezavantajlı gruplara
uzun süre uygulanan olumlu ayrımcılık uygulamaları sonucu bu defa genel grup üyelerinin
ayrımcılığa uğramasını ifade etmektedir.
ÇalıĢma YaĢamında Ayrımcılık
Ayrımcılığın en yaygın şekilde görüldüğü yer çalışma yaşamıdır. Çalışma yaşamında
ayrımcılık genel olarak verimliliği eşit olan kişilere sadece belli bir gruba ait olduklarından
veya özelliklerinden dolayı istihdam ve iş olanaklarının kalitesi bakımından eşit
davranılmamasını ifade etmektedir.Çalışma yaşamında ayrımcılık; çalışma yaşamının tüm
aşamalarında işe alınırken, iş sırasında (ücretleme, çalışma ve dinlenme süreleri, yıllık izinler,
performans değerlendirme, terfi, eğitim) ve işten ayrılırken ortaya çıkmaktadır.
ÇalıĢma yaĢamında ayrımcılık türleri :
Irk, Renk, Soy, Ulusal veya Etnik Köken, Din ve Siyasal Görüşe Dayalı Ayrımcılık : BM’ye
ait Din ya da inanca Dayanan Tüm Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılık Biçimlerinin Kaldırılmasına
ilişkin Bildirge’de de din ve inanç temeline dayanan her türlü hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık
yasaklanmıştır. Ancak konu ile ilgili tüm uluslararası sözleşmelerde ve ulusal düzenlemelerde
ayrımcılık yasağı getirilmesine rağmen uygulamada her alanda özellikle çalışma yaşamında
bu nedenlere dayalı olarak ayrımcılık devam etmektedir.
Cinsiyet Ayrımcılığı;
Cinsiyet ayrımcılığı bir kişinin bir kadına/erkeğe cinsiyetine dayalı olarak bir kadına/erkeğe
davrandığı veya davranacağından daha olumsuz veya daha az olumlu davranması olarak
tanımlanmaktadır. Kadınlar, erkekler ve farklı cinsel yönelime sahip kişilere yapılan
ayrımcılık cinsel yönelim ayrımcılığı olarak sınıflandırılmaktadır.
Özürlü (Engelli) Ayrımcılığı;
Çalışma yaşamında özürlü ayrımcılığı dolaylı ve doğrudan ayrımcılık olarak iki şekilde ortaya
çıkmaktadır. Doğrudan ayrımcılık ile özürlünün özürlü olmayan kişiden daha az ilgi görmesi;
dolaylı ayrımcılık ile özürlü kişilerin başa çıkamayacakları durumlarda ortaya çıkan ve
onların sosyal eşitlikten dışlanarak haksızlığa uğraması ifade edilmektedir.
YaĢ Ayrımcılığı;
Yaş ayrımcılığı, Eurolink tarafından “ayrımcılık için yaşın kullanımının haksız olduğu ve
yaşlı işçilere haksız muamele durumunda uygulanır” şeklinde tanımlanmaktadır. İşe alma
sırasında işverenlerin iş gerekleri ile bağlantılı olmaksızın iş ilanlarına alt veya üst yaş sınırı
koymaları, kriz sırasında yaşlı işçilerin öncelikle işten çıkarılması veya onların erken
emekliliğe zorlanması, işte yükselme sırasında kıdem yerine performans kriterinin dikkate
alınması, kişilerin yaşları ile alay edilmesi yaş ayrımcılığı uygulamalarına örnek
oluşturmaktadır. Yaş ayrımcılığı yasağı ile ilgili ilk düzenleme 1967 yılında ABD’de
İstihdamda Yaş Ayrımcılığı Kanunu ile yapılmış, kanun ile 40 yaş ve üstü kişilerin çalışma
yaşamında yaş ayrımcılığına karşı korunması öngörülmüştür.
Ayrımcılık Yasağı Ġle Ġlgili Uluslararası Düzenlemeler
28. Ayrımcılık yasağı uluslararası düzeyde kurulmuş başta BM olmak üzere ILO, Avrupa
Konseyi ve AB gibi örgütlerin belgelerinde düzenlenmektedir. Ayrıca bu örgütlerin
bünyesinde oluşturulan çeşitli denetim organlarının kararları ayrımcılık konusunda ulusal
düzenlemelere ışık tutmaktadır.
Çalışma yaşamı ile ilgili olarak oluşturulan çok sayıda sözleşmede eşitlik ve ayrımcılık
yasağına yer verilmektedir.
Avrupa Birliği’nde ayrımcılık yasağı ile ilgili ilk düzenleme 25.3.1957 tarihli Roma
Anlaşması’nda yapılmıştır. Anlaşma’nın 119. maddesinde kadın erkek ücret eşitliği, 7.
maddesinde vatandaşlık temelinde ayrımcılık yer almıştır. 119. maddenin Roma
Anlaşması’nda yer almasında; kendi iç düzenlemelerinde kadın ve erkek çalışanlara eşit ücret
ödenmesi ilkesine yer vermiş olan Fransa’nın işgücü maliyetleri açısından rekabet eşitsizliği
yaratacak bir durumun ortaya çıkmasını engelleme düşüncesi etkili olmuştur.
Türkiye’de Ayrımcılık Yasağı Ġle Ġlgili Düzenlemeler
Türk hukukunda eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağı ile ilgili düzenlemeler 1924
Anayasası’ndan bu yana tüm anayasalarda ve birçok yasada yer almıştır. 1982 Anayasa’sının
10. maddesi kanun önünde eşitliği düzenlemektedir.Anayasa dışında Türk mevzuatında çok
sayıda kanunda eşitlik ve ayrımcılık yasağı düzenlenmektedir.Çalışma yaşamında eşitlik ve
ayrımcılık yasağı 4857 sayılı iş Kanunu’nun 5.maddesinde eşit davranma ilkesi başlığı altında
düzenlenmektedir. Bu madde ile doğrudan ve dolaylı ayrımcılık kavramları ilk defa mevzuata
girmiştir.
12- Dezavantajlı Gruplara Yönelik Sosyal Politikalar
-Özürlüler
BM verilerine göre özürlüler dünya nüfusunun %10’unu oluşturmakta, özürlülerin%80’ini
gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır. Ancakdezavantajlı gruplar içinde en büyük
gruplardan biri olan özürlülere yönelik
sosyal politikaların oluşturulması oldukça zaman almış, XIX. yüzyılın son
çeyreğindenitibaren özürlülere yönelik sosyal politikalar gelişmiş ülkelerde gündeme
gelmeyebaşlamıştır. Günümüzde ise işgücü niteliği taşıyan özürlülerefırsat eşitliği
çerçevesinde çalışma hakkı ve olanağı tanımak, işgücü niteliği taşımayan veya bakıma
muhtaç durumda olan özürlüleri sosyal güvenlik veya sosyalbakım hizmetleri kapsamına
almak,özürlülere yönelik sosyal politikaların temelamaçlarından biri hâline gelmiştir.
Özürlülerin enönemli sorunlarından biri olan istihdam sorununu çözebilmek amacıyla
gelişmiş ülkelerde çeşitli sosyal politikalar oluşturulmaktadır. Bu doğrultuda; özürlüleri
istihdamedilebilir hâle getirilmek amacıyla özürlülere tıbbi tedavi ve tıbbi ve
meslekirehabilitasyon uygulanmakta, özel eğitim veya temel eğitim verilmektedir.
İşverenlerin özürlü istihdamını sağlamak amacıyla da kanunlarlabelli sayıda işçi çalıştıran
işverenlere, belli sayı veya oranda işçi çalıştırma zorunluluğu getirilmesi (kota sistemi), bazı
iş ve mesleklerin ülke çapında sadeceözürlülere ayr›lmas› (tahsis yöntemi), baz› ifl ve
mesleklerin kanunlarla belirlenen
iflyerleri, çal›flma kolu veya mevkileri için özürlülere tahsis edilmesi (s›n›rl› tahsis
yöntemi), özürlülere ifle girmekte öncelik ve tercih olana¤› verilmesi ( öncelik ve
tercihlerin tahsisi yöntemi), iflverenleriniflçi talepleri ile boflifllerini zorunlu olarak
29. bir kuruma bildirmeleri ve kurumun bu talep ve boflifllerdo¤rultusunda özürlüleri
ifleyerlefltirmesi, özürlü iflçiçal›flt›raniflverenlere tazminat ödenmesi, vergi muafiyeti
getirilmesi, evde çal›flma (Alkan Meflhur, 2004) tele çal›flma gibi çal›flma
yöntemlerinin teflvik edilmesi söz konusudur.
Özürlülerin korunmas› ile ilgili olarak uluslararas› örgütlerin farkl› tarihlerde
oluflturduklar› çok say›da belge bulunmaktad›r. BM’nin özürlülerle ilgili önemli
belgeleri aras›nda ‹nsan Haklar› Evrensel Bildirgesi’nin 25. maddesi, Ekonomik
Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleflmesi’nin 6. ve 12. maddeleri, 20.12. 1971 tarihli Zihinsel
Özürlülerin Haklar›na ‹liflkin Bildirge, 09.12.1975 tarihli Özürlü Haklar› Bildirgesi,
03.12.1982 tarihli Özürlüler ‹çin Dünya Eylem Program›, 20.11.1989 tarihli
Çocuk Haklar› Sözleflmesi’nin 23.maddesi, 20.12.1993 tarihli Özürlüler ‹çinF›rsat
Eflitli¤i Konusunda Standart Kurallar ve 13.12.2006 tarihli Engelli Kiflilerin Haklar›
Sözleflmesisay›labilir. ILO’nun özürlülerle ilgili önemli belgeleri aras›nda 22.06.1955
tarih ve 99 say›l› Özürlülerin Mesleki Rehabilitasyonu Hakk›nda Tavsiye Karar›,
01.06.1983 tarih ve 159 say›l› Özürlülerin Mesleki Rehabilitasyonu ve ‹stihdam›
Hakk›ndaSözleflme ve 21.06.1988 tarih ve 168 say›l› Özürlülerin Mesleki Rehabilitasyonu
ve ‹stihdam› Hakk›nda Tavsiye Karar› bulunmaktad›r. Avrupa Konseyi
belgelerinden Gözden Geçirilmifl Avrupa Sosyal fiart›’n›n 15. maddesinde ve Avrupa
Kentsel fiart›’nda özürlülere yönelik düzenlemeler yer almaktad›r.Türkiye’de özürlülere
yönelik sosyal politikalar›n kapsam› henüz s›n›rl›d›r.
Özürlü çal›flt›r›lmazorunlulu¤u ilk olarak 20.04.1967 tarih ve 854 say›l› Deniz ‹fl
Kanunu ile getirilmifl, 12.08.1967 tarih ve 931 say›l› ‹fl Kanunu ile 25.08.1971 tarih
ve 1475 say›l› ‹fl Kanunu’nda kota sistemine yer verilmifltir. 2022 say›l› 65 Yafl›n›
Doldurmufl Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandafllar›naAyl›kBa¤lanmas›
Hakk›ndaki Kanun ile iflsiz özürlüler ve 65 yafl üzerindeki yafll›lar belli bir gelire
kavuflturulmufltur. 1982 Anayasas›’n›n 10., 50., 61/2 ve 42/7. maddelerinde de
özürlülerle ilgili düzenlemelere yer verilmifltir. 4216 say›l› Yetki Kanunu’na dayal›
olarak ç›kar›lan 571 say›l› Özürlüler ‹daresiBaflkanl›¤› Teflkilat ve Görevleri Hakk›
nda Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 1981 y›l›nda kurulan Sakatlar› Koruma
Milli Koordinasyon Kurulu kapat›lm›fl, 1997 y›l›ndaBaflbakanl›k
Özürlüler‹daresiBaflkanl›¤› (ÖZ‹DA) oluflturulmufltur. Ayn› yetki kanununa dayan›larak
çıkarılan 572 say›l› Baz› Kanunlarda De¤ifliklikYap›lmas›na ‹liflkin Kanun Hükmünde
Kararname ile çok say›da kanunun ilgili maddelerinde özürlülere yönelik düzenleme
ve de¤ifliklikyap›lm›flt›r. Özürlülere yönelik en önemli düzenleme
01.07.2005 tarih ve 5378 say›l› Özürlüler ve Baz› Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde
De¤ifliklikYap›lmas› Hakk›nda Kanun ile gerçeklefltirilmifltir.
.
-Kadınlar
Kadınlar tarihin her döneminde çalışma yaşamında sürekli olarak yer almış ancak ücretli işçi
olarak çalışma yaşamına Sanayi Devrimi ile birlikte girmişlerdir. Bu dönemdekadınların
çalışma yaşamına girmelerinde ekonomik nedenler, gelişen teknoloji,dokuma sektöründe
erkeklere göre işveren açısından daha fazla tercih edilmeleriönemli rol oynamıştır. Ancak
kadınların düşük ücret, uzun çalışma sürelerive ağır çalışma koşulları altında çalıştırılmaları
toplumsal tepkilere neden olmuş,bu tepkiler üzerine İngiltere’den başlamak üzere diğer
Avrupa ülkelerinde kadınların çalışma yaşamında özel olarak korunmaları ile ilgili hukuki
30. düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. Bunları
uygulanamayanbazı düzenlemeler izlemiştir.
uluslararası
alanda
yapılan
ancak
Kadın işgücü kullanımı XIX. yüzyılın sonunda metalürji, araba, kimya gibi ağır sanayilerdeki
gelişmelere bağlı olarakgeçici bir süre sınırlanmış, buna karşılık I. Dünya Savaş sırasında
savaş koşulları nedeniyle kadınlar tüm iş kollarında çalışmak zorunda kalmışlardır. Savaş
sonrasında ise yeni iş kollarına ve ticarete girmişlerdir. Ancak bu defa 1929
ekonomikbunalımı kadınların istihdamını olumsuz yönde etkilemiştir. II. Dünya Savaşı ile
birlikte kadınlar yeniden erkeklerin yerine istihdam edilmişlerdir.I. ve II. Dünya Savaşları
kadınların statüsünü etkilemiş, kadın-erkek eşitliğine yönelik akımlar güç kazanmaya
başlamıştır.
Geçmişten günümüze tüm dünyada kadınlar çalışma yaşamına katılma ve çalışmayaşamında
başarılı olmakonusunda çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar.Bu sorunlardan bir
bölümü cinsiyet ayrımcılığından bir bölümü iş- aile sorumluluklarının dengelenmesindeki
zorluklardan kaynaklanmaktadır. Kadınların çalışma yaşamında karşılaştıkları cinsiyet
ayrımcılığı uygulamaları eş ve meslekseçiminde, işe alınma, iş sırasında ve iş ilişkisinin sona
ermesi aşamalarında ortayaçıkmaktadır.
Türkiye’de kadın işçileri korumaya yönelik ilk düzenleme ise 24.04.1930 tarih1593 sayılı
Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile yapılmıştır. Daha sonra 03.06.1936 tarihve 3008 sayıl› iş
Kanunu’ndan itibaren tüm iş kanunlarında kadın işçileri korumayayönelik düzenlemelere yer
verilmiştir. 1961 Anayasası’nda kadınların çalışmakoşulları bakımından özel olarak
korunacaklar› belirtilmiş, 1982 Anayasa’nın 10.maddesinde eşitlikle ilgili genel düzenleme
içinde cinsiyet kavramına da yer verilmiştir.07.05.2004 tarihinde 5170 sayılı Kanun’la bu
maddeye “kadın ve erkek eşithaklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçirilmesini
sağlamakla yükümlüdür”fıkrası ile 07.05.2010 tarih ve 5982 sayılı Kanun’la “bu maksatla
alınacak tedbirlereşitlik ilkesine aykırı yorumlanamaz” ek cümlesi eklenmiştir. Ayrıca
Anayasa’nın 50. maddesinde kadınların çalışma koşulları bakımından özel olarak
korunmaları,70. maddesinde kamu hizmetlerine girme hakkı ve ayrımcılık yasağı ile
ilgilidüzenlemeler yapılmıştır.
-Gençler
Günümüzde evrensel olarak kabul edilmiş çocuk ve genç kavramı bulunmamakta,toplumların
yapılarına,kültürlerine, inançlarına, ekonomilerine göre farklı tanımlar yapılabilmektedir.
Genel olarak çocukluk dönemini gençlik dönemindenayırmak amacıyla yaş faktörü
kullanılmakta ancak yaş faktörü de ülkelere, cinsiyete,kır ve kente göre değişebilmektedir.
Yaş sınırının belirlenmesikonusunda da uluslararası belgelerde farklılıklarbulunmaktadır.
Çalışma yaşamı açısından konu ele alındığında; çocuk işçi ve genç işçi kavramları konusunda
da görüş birliği bulunmamakta, uluslararası örgütlerin çocuk vegenç işçi tanımında esas
aldıkları yaş sınırı farklılık göstermektedir. Hatta aynı uluslararası örgüt tarafından
oluşturulan sözleşmelerde bile çocukların asgari çalıştırılma yaşı ile ilgili olarak farklı
zamanlarda farklı yaş sınırı belirlenebilmektedir. ILO 138 sayılıistihdama Kabulde Asgari
Yaş Sözleşmesi’ndeen az çalıştırılma yaşı 15 olarak kabul edilmiş, ülkelere belli koşulların
varlığı halinde en az çalıştırılma yaşını bu yaşın altında belirleyebilmeleri konusundaesneklik
tanınmıştır. Gelişmiş ülkelerde genç işçi tanımında altsınır genellikle zorunlu eğitim yaşının
sona erdiği yaş kabul edilmiştir. Üst sınır isedeğişebilmektedir. Ancak BM ve Avrupa
ülkelerinin büyük bölümünde 15-24 yaş arasında olanlar genç işçi olarak kabul edilmektedir.