SlideShare a Scribd company logo
1 of 96
Download to read offline
Necip Fazıl Kısakürek
Vatan Haini değil, Büyük Vatan Dostu Sultan
Vahidüddin
NECĐP FAZIL KISAKÜREK
Vatan haini değil, büyük vatan dostu, Sultan 6 ncı Mehmed Vahidüddin
TAKDĐM
Bu eser, 6-7 yıl önce bir gazetede tefrika edildi, peşinden kitap halinde çıktı;
ve ne gazetede, ne de kitap olarak yayınlanmasından herhangi bir takibe uğradı.
Fakat bir müddet sonra nereden ve nasıl geldiği belirsiz bir tepki neticesi,
Vahidüddin'i temize çıkarmak Atatürk'e hakaret sayıldı, kitap toplatıldı ve
mahkemeye iletildi. Mahkeme, müellifinin kendisini savunmaya bile lüzum
görmediği, bu bakımdan hâkim huzurunda boy göstermeye ihtiyaç hissetmediği,
dünya görüşümüze aykırı «bilirkişi»lerin de bir ağızdan suçsuz bulduğu bu eser
hakkında bedahet üslûbiyle beraet kararı verdi. Fakat hüküm Temyizce bozuldu ve
tam da mahkûmiyetin eşiğine sürüldüğümüz bir anda, Af Kanunu işi kurtardı.
Şimdi eseri tekrar neşrederken şu üç ölçüye dayanıyoruz:
1 — Bir şeyi övmek, onun zıddını yermek değildir. Gündüzü medhetmekle geceyi
zemmetmiş olmak manası alınamaz. En iptidaî ve sadece hissiyle hareket eden bir
toplulukta bile, hukuk anlayışı olarak böyle bir abese yer bulunamaz.
2 — Eğer gündüzü medhedenin ruhunda geceye karşı ayrıca ve gizli bir nefret
varsa, bu nefret açığa vurulmadıkça ve dışından bir Đşarete kavuşmadıkça sadece
kimsenin el uzatamayacağı bir vicdan meselesi olarak kalır ve hiçbir türlü
suçlandırılamaz.
3 — Kaldı ki, eserde bu nokta da ele alınmış ve Vahidüddin ile Atatürk arasında
bir muhasebe yapılmaya kadar gidilmiş ve herhangi bir vehim tefsirine de imkân
kalmaması için, hüküm, 226 nci sahîfede, yeni bir ilâve olarak verilmiştir.
Bu bakımlardan eserimizi, hem belirttiği tarihî dâvaya dayanak olmak, hem de
memleketimizde kanuna riayet diye bir şey bulunup bulunmadığını göstermek gibi
iki başlı hizmet gayesiyle ve rahat gönülle neşrediyor ve her şeyi Hakka ve hak
duygusuna ısmarlıyoruz.
N.F.K.
KÖŞK
Yirmi yaşlarında var, yoktum. Birkaç yıldır Beylerbeyinde oturuyorduk.
Beylerbeyi ile Çengelköyü arasındaki iki yanı çınarlı Yalılar Boyu Caddesine
bakınırdım. O zamanlar toprak, şimdi asfalt bu yolun üstünde, akşamları,
Havuzbaşına kadar yürümek, oradan Çengelköyü istikametine sarkmak, iskeleyi
geçip Kuleli'ye doğru uzanmak en büyük zevkimdi.
Çengelköyü iskelesinden hafif bir yokuşla sahil yoluna çıkınca, sağda, dik bir
geçidin ulaştırdığı sed üzerinde sık bir ağaçlık ve ortasına düşen, saray ufağı,
yayvan, beyaz, ahşap bir köşk... Vahidüddin Efendi köşkü...
Pancurları kapalı bu köşkde hiçbir hayat eseri yok... Şehzadeliğinde sahibi, son
Osmanlı Padişahı Altıncı Mehmed Vahidüddin birkaç yıl evvel bir Đngiliz harp
gemisine atlayarak, Boğazın ve Marmaranın sulariyle beraber vatanını bırakıp
gitmiştir. Artık o herkesin gözünde bir vatan haini...
Vatan haini sanılan bu, 36 ncı ve sonuncu Osmanlı Đmparatorunun şehzadelik
köşküne her nazar atışımda, içime, akşamın alacalığiyle beraber ayrı bir loşluk
çökerdi.
O tarihten 30 küsur yıl sonra yazacağım «Canım Đstanbul» şiirinden içime
yerleşmeye başlayan ilk gölgeler:
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belld bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mâna: öleceğiz, ne çare?...
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet.
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun resimde eski sefir-Ker
akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar.
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir «Kâtibim»!...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından;
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Birkaç parçasını aldığımız bu şiir, olanca kâşaneleri ve harabeleri, şenlikleri
ve matemleri, saadetleri ve belâlariyle, Đstanbul'un, son Padişah Vahidüddin
zamanında bağladığı son mânalardan örülüdür.
Akşam üstü, Çengelköyü sırtlarından hayal meyal görünen Topkapı Sarayına
uzanınız! Kulak kesilecek olursanız, Sarayın dar ve karanlık koridorlarında
koşan ve rastgele kapıları yumruklayan Deli Mustafa'nın çığlıklarını duyarsınız:
— Osman gel, Osman gel, beni bu saltanat yükünden kurtar!
Hacı Bektaş-ı Velî'nin sırtını sıvazlayıp:
— ismin Yeniçeri olsun! Devlete mübarek ol!
Dediği büyük idealin askeri döne dolaşa, Türklerin Padişahı ve müslümanların
Halifesi Genç Osman'ı, uyuz bir at sırtında, hamam oğlanları gibi baldırlarını
çimdikleye çimdikleye Yedikule surlarına götürecek, hayalarını sıkarak
bayıltacak ve narin boynundan iple boğacak kadar alçalmıştır.
Merzifonlu Kara Mustafa'nın Viyana önünde verdiği korkunç bozgun... istanbul'a
doğru yol boyunca at Ölüleri, kavuklar, sorguçlar, çadır yıkıntıları, top
arabaları ve sancaklar... Kâinatın Efendisine ait mukaddes liva, ancak ve güç-
belâ kurtarılabilmiştir. O gün bugün, sonsuz ve perişan müdafaa çığırı... Din
Ölçülerindeki hikmetleri anlamayan ve kapkara nefsine uydurmaya bakan kapkara
mizaç mânasına ham yobaz ve kaba softa elinde, eşya ve hâdiselere dikkat
etmekten ve bu aziz şuuru dine bağlamaktan âciz bir cemiyet... Her ân istanbul'a
doğru kırpıla kırpıla eritilen imparatorluk; ve nihayet, tek çare diye,
anlamaksızın düşmanı taklit etmekten başka yol bulamamış politikacılar...
Topyekûn sahte kahramanlar ve sırmalı cüceler geçidi Tanzimat; ve Rus Çarının
vasıflandırdığı Tanzimat tipi: «Hasta Adam!»
Nihayetin nihayeti olarak da, bir devrin «ebed-müddet» sıfatlı devletini, tam
paylaşılacağı anda 33 yıl ayakta tuttuktan sonra tahttan indirilişiyle beraber
başlayan ve temelinden çöküşüne şahit olan büyük atabey, Ulu Hakan Đkinci
Abdülhamid Han... Peşinden, devlet yıkıcı ve millet uçurucu büyük kasırgayı
kendi zamanında görmeye memur, ezelî tevekkül ve ebedi teslimiyet örneği ikinci
ağabey, Sultan Reşad... Onun da peşinden...
Ah, bu köşkün düşündürdükleri!
Beylerbeyi ile Kuleli arasındaki yol, yaprak hışırtılariyle karışık inilti
sesleri veren bütün bir tarih berzahı...
Beylerbeyi ile Havuzbaşı arasındaki Yalılar Boyu Caddesi, gözümde, eski Đstanbul
aristokrasisinin son renk ve çizgilerinden bir takım seyrek hayaletlerin görünüp
siliniverdiği esrarlı bir dehlizdi. Hâlâ, dik ve kolalı yakası ve kırmızı
kravatından vaz geçmemiş, fakat fes yerine başına gülünç bir kasket oturtmuş
eski haremağasi; hızlı yürüyecek olsa mafsal yerlerinden kırılıp dökülecekmiş
gibi ağır ağır sürüklenen, sapı fildişi bastonlu ve fantezi yeleği altın
köstekli, ihtiyar meşrutiyet emeklisi; ecinnilere karıktığına hükmettirici,
vakur olduğu kadar ürkek bir edaya bürülü, başında siyah türban, sırtında siyah
manto ve ayaklarında siyah bebe iskarpin, geçmiş zaman hanımefendisi... Yalılar
Boyu Caddesinde, işte her biri, Öbürü kaybolduktan sonra uzun arayla beliren
seyrek hayaletler...
Bugün üzerinde, işporta malı kübik çatıların (ye -ye) sesleriyle hırıldadığı,
mini etekli kızlar ve favorili delikanlıların sel gibi şırıldadığı ve arsız
otobüsler ve dolmuşların zırıldadığı bu yollarda, 40 yıl önce, artık batmakta
olan mazi güneşinin son akisleri...
Đşte, Beylerbeyi camiine bitişik Đsmail Paşa yalısı, plânı Londra Güzel
Sanatlar Akademisinde gösterilen meşhur Hasip Paşa yalısı, Mısırlıların köşkü,
eski muharrirlerden Şeyh Muhsin-i Fâni'nin yalısı, filân, falan... Ve nihayet
Çengelköyü iskelesinin ilerisindeki setde Vahidüddin Efendi köşkü...
Bir zamanlar Vahidüddin Efendi köşkünün kısım kısım kiraya verileceğini haber
almış ve köşkü gezmeye gitmiştim:
Nasılsa kaldırılamamış, kaçırılamamış birkaç billur avize... Güneşi, tâ
Abdülmecid devrine kadar maziyi kurcalayıcı bir menşurdan geçiren renkli
camlar... Tavanlarda rutubetten küherçele pamuklarının peçelediği nakışlar...
Yaldız çitah, ipekten kâğıtları kabaran duvarlar... Ve birdenbire, uzaklardan
Abdülmecid devrinde, Kırım Harbi zamanında, Sardunyalı, Fransız ve Đngiliz üç
süvari zabitinin cins atları üzerinde, cicili bicili elbiseleriyle yanyana,
Selimiye kışlasına doğru yürüyüşünü hayal ettiren bir nağme ; görünmez bir
noktadaki şarkılı duvar saatinden bir marş...
Pirinçten, küflü ve soluk tokmaklarını çevirip girdiğim her odada, öne doğru
hafif eğik duruşu, dışından ziyade içini seyreden gözleri, burun üstüne
iliştirme gözlüğü ve düşük kır bıyıklariyle o vardı. Bir koltuğa oturmuş, sağ
elini koltuğun kenar yerine dayamış, odaya birinin girmesini bekliyordu.
Kapısının açılmasını beklediği oda, tarihti!...
Şehzade Vahidüddin Efendinin, dantelâlı besleme önlükleri gibi âdi ve şımarık,
Avrupahnın «piç mimarî» dediği (Barok-Rokoko) bozması saraylara (Dolmabahçe ve
Beylerbeyi saraylarıyle, Mecidiye Kasrı vesaire) nispetle Boğazın, kuytu bir
köşesinde, bir sed üzerinde, sık ağaçlarla gizlenmiş bu soylu ahşap köşkü bana o
kadar şahsiyetli ve manalı göründü ki, ismi «vatan haini»ne çıkarılmış olan
talihsiz hükümdarın, tam da Đmparatorluk çökerken yıkık saltanat tahtına
geçirilmek üzere doldurduğu çileli hayatı, köşe ve bucak, her çizgi ve renkten
okur gibi oldum. Sanki o, evvelâ, türlü faciaları içinde Osmanlı tahtını uzaktan
seyretmek, sonra da bu tahttan top-yekûn iç ve dış intikamların alınacağı gün,
üzerine geçip tek başına hedef teşkil etmek üzere bu kuytu noktaya itilmişti.
ABDÜLMECÎD
Vahidüddin, Birinci Dünya Savaşının son bulduğu 1918'de, tam 57 yaşında son
Osmanlı padişahı olarak taht'a geçtiğine göre, doğumu Abdülmecid devrinin son
demlerinde... 1 Şubat 1861...
Abdülmecid devri, yani Fransızların (la belle epoque — güzel çığır) dediği, Batı
medeniyetinin en pırıltılı hengâmesi... Biraz evvel Sardunyalı, Fransız ve
Đngiliz üç süvari zabiti halinde tablolaştirdığımız cicili bicili üniforma bütün
Avrupaya hâkim... Rugan çekme potinler üstünde suhıyali dar pantolon ve ipek
yakalı, kuyruklu ceket içinde ve silindir şapka altındaki Avrupa sivili de aynı
huzur ve muvazene tablosundan bir örnek... Garbın, henüz büyük buhranından uzak
bulunduğu, kapitalist devletlerin geri milletleri sömürmekten başka bir şey
düşünmediği, birikmiş büyük Batı sermayelerinin de Doğu istikametinde
kendilerine mahreç aradığı bir dünya manzarası... Sosyalizma henüz bir fikir,
bir nazariye, bir (antitez), bir hayal mahiyetinde... Komünizma, «Đlmî
Sosyalizma» veya «Alman Kollektivizması» isimleriyle (Karl Marks) ve (Engels)in
ellerinde yoğurulmaktaysa da, henüz o da (kakofoni - bed seda) olmaktan ileriye
geçebilmiş değil... Birkaç yıl sonra toplanacak olan Birinci (Enternasyonal) ve
onu takip edici (Manifest Komünist — Komünist Beyannamesi), kahve falında Batı
cemiyetinin Ölümünü gören bir falcılıktan daha ileri bir gerçeklik belirtmeyici
bir hazırlık sayılıyor ve sadece tehlikeli bir fantazya biliniyor.
Batı medeniyetinin, balları akan çatlamış bir incir gibi en olgun ve ağız
sulandırıcı hengâmesinde şaşkın Türkiye'yi Abdülmecid'den daha canlı kim
remzlendirebilir?
Çengelköyündeki Vahidüddin Efendi köşkünün düşündürdükleri arasında dokunduğumuz
Tanzimat devresi garip bir vitrindir. Su ile zeytinyağı gibi daima biri, üstte
kalan ve asla birbirine işleyemeyon tezatlar vitrini... Bu vitrinin baş eşyası,
tepesinde bir sorguç parıldayan limon kabuğu fesli, göğsü sırma sırma nakış,
uzun setreli, daracık pantolonlu ve rugan çekme potinli genç Padişah
Abdülmecid... Mağrur kavuk, mahzun şalvar ve mahcup çstik pabuç, bakın, yarım
asrı bulmaz bir süre içinde yerlerini nelere bırakıyor?... Sade o kadar mı?...
Kimsenin, kayıkla Sarayburnu önlerine geçip, Topkapı Sarayına bitişik Bağdat
Köşküyle, ona birkaç adım mesafede Mecidiye Kasrını kıyaslamaya niyeti yok, veya
anlayışı müsait değil...
Gerçekten, artık kandilleri kararmaya başlayan Doğu kubbesiyle, içinden renk
renk sihirbaz ışıkları fışkıran Batı çatısı arasındaki soyluluk ve gerçeklik
farkını, birbiriyle omuz omuza, bu iki binadan daha açık, hiçbir şey belirtemez.
Đçine kapanık, sağır, derinliğine manalı ve en asıl vekar çizgileriyle mühürlü
şahsiyet âbidesi Topkapı Sarayı yanında (Barok - Rokoko) kusmuğu, şahsiyetsizlik
kümesi Mecidiye Kasrı, ne arıyor? Kısa bir zaman sonra, dünya çapında mâbed
Süleymaniye Camiine bitiştirecekleri gecekondularla, deniz kumundan, çingene
bohçası, elvan elvan menevişli (kübik) artığı sefertası apartmanlar, ilk
yüzsüzlük dersini Mecidiye Kasrından, yahut onu kuranların ruhundan mı aldılar?
Açıkça görülmektedir ki, yüce sanatkâr Mimar Sinan, yerini, iskambil
kâğıtlariyle kat kat ev çıkanlara bırakmıştır ve bu yeni evin yıkılması için,
kuvvetli bir rüzgâr değil, hafif bir soluk kâfidir. Abdülmecid çığırında meydana
çıkmaya başlayan bu bitkinlik hâlinin tam bir bitiş ve tükeniş noktasına
çatacağı ân, acaba hangi devir olacak ve sultana isabet edecektir? Ve o sultan,
aynı cereyana kapılıp bu bitiş ve tükenişi gerçekleştirmekte ayrıca, az veya
çok, müessir mi olacak, yoksa her şey olup bittikten sonra, hâdiseler üzerinde
tek sorumluluğu olmaksızın, seyahatten dönen babanın, kaza kurbanı, cenaze dolu
evini teslim alması gibi, sabır ve tahammülde kahramanlık üstü kahramanlık
isteyen bir vaziyete katlanmak zorunda mı kalacaktır?
Sual budur ve eserimizin ilk harfinden sonuncusuna kadar her bahsin içindeki
mâna rüzgârı yalnız bu sual istikametinde esmektedir.
Biz, artık alafrangalığın başladığı 1839 devletiyle ondan 3 asır evvelki devlet
arasındaki farkı, Topkapı Sarayına karşılık Mecidiye Kasrı, kâşaneye mukabil
kümes saymakta devam edelim.
Tanzimattan 79 yıl ilerisine doğru kısa bir muhasebe:
Aynayla ışık aksettirircesine alafrangalığın tam bir nüfuz halinde ruhuna
işlediği ilk padişah, Abdülmecid...
Osmanlı hanedan sülâlesi, hemen hemen kendisinden kopmak üzere bulunan ve damdan
dama kaçırılarak hayatı ve nesli kurtarılan ikinci Mahmud'un büyük oğlu...
ikinci Mahmud, bir vuruşta Yeniçeriliği kaldırmış, yunanlılık ve Hıristiyanlık
çıkarına hizmet ettiği sabit olan Patrik Grigoryos'u Fener'deki Patrikhane
kapısında astırıvermiştir. Böyleyken, henüz yeni ordu ve devlet mayasını
tutturamayan ve bir nevi boşlukta kalan ikinci Mahmud, Navarin'de donanması
mahvolduktan ve Hünkâr Đskelesi Muahedesiyle adetâ Moskof himâyesi altına
girdikten sonra, kendi öz valisi Mehmed Ali Paşa ordusuna karşı duramayacak
kadar zayıf...
Mısır fâtihi Yavuz Sultan Selim neslinden gelen ve o nesli yürütmekte son kalan,
ikinci Mahmud'un haline bakın ki, ordusu, anavatan Anadolu'nun cenubunda, Nizip
ovasında, kendi Öz valisine mağlûp olur ve o sırada Türk ordusunda mütehassıs
olarak bulunan Prusyalı yüzbaşı (Molteke), istikbalin (Büyük Molteke)si, tam
taarruz zamanı ordu kumandanının müneccimbaşıdan haber beklediğini duyunca
kaputunu sırtına geçirip «böyle bir orduda çalışamam!» diye, basar, gider!
Devletin, kendi öz valisini Moskoflara şikâyet edecek ve «beni memurumdan
kurtar!» diye el açıp, tarihî düşmanından yardım isteyecek kadar alçaldığı
hengâmede, Đkinci Mahmud, Nizip bozgunu haberini almadan kızkardeşi Esma
Sultanın Çamlıca'daki köşkünde öldü.
31 yıl ve 16 gün padişahlık etmiş ve Osmanlı Devletinin en nâzik dönüm
noktasında birtakım manasız ve fikirsiz şiddetlerden başka bir şey gösterememiş,
husûsiyle etraflı bir dünya muhasebesine uzak kalmış olan ikinci Mahmud, ölüm
tarihi 1255 yılında, 1 seneden beri müthiş bir iç burkuntusuna, korkunç bir ruh
darlığına uğramış bulunuyordu. Yerinde duramıyor, koltuğuna yerleşemiyor, atına
sıçrayamıyor ve imparatorluğunun çöküş çatırdilariyle sarsıldığı bir demde,
Topkapı Sarayının boğuk pencerelerinden Çamlıca sırtlarının (akşam güneşini
aksettirici camlarına bakıp gizli gizli ağlıyordu. Osmanlı Đmparatorluğunun
ciğeri üstündeki yara, ikinci Mahmud'un ciğerlerine sirayet etmiş, ciğerlerinde
oyuk oyuk çukurlar açmıştı.
Doktorların tavsiyesi:
— Ciğer ufunetine uğramış bulunuyorsunuz! Çamlıca taraflarında bir hava değişimi
yapmanız uygun olur!
Ve Çamlıca'da, kızkardeşi Esma Sultanın kasrında, Avrupalı bir doktorun verdiği
ilâç sonu 3 saat uyku... Uykunun peşinden biraz yemek isteği ve üstüste içilen
iki çubuk tütün...
Vay; Padişah iyi mi oluyor? Sarayda bir telâş.. bir kaynaşma, bir şevk, bir
sevinç...
Fakat bütün bunlar yalancı alâmetler... Kurbanlar kesiliyor, veba yüzünden
karantinada bekletilen 200 hacı salıveriliyor, borçtan hapsedilmiş insanların
hesapları tasfiye edilerek kendilerine zindan kapıları açılıyor, gece havaî
fişekler atılıp istanbul semaları parıltıya boğuluyor, fakat ertesi günü
birdenbire ağırlaşacak ve ruhunu teslim edecek olan Đkinci Mahmud'un âkibeti
değiştirilemiyor. Öyle ki, Đkinci Mahmud can çekişirken, artık iyi olduğu
zannıyla şenlikler, bağırmalar, çağırmalar, atlamalar ve zıplamalar devamdadır.
Cenaze, türbesi sonradan yapılmak üzere, Çemberlitaşta, yanında Đkinci
Abdülhamid de bulunacak olan yere doğru götürülürken, Divanyolu boyunca sıralı
halk avaz avaz bağırıyor:
—. Padişahım; bizi bırakıp da nereye gidiyorsun?
Bu çığlık, Abdülmecid, Abdülâziz, Murad, Abdülhamid, Reşat ve Vahidüddin'ler
boyunca Osmanlı Đmparatorluğunun girdiği Sırat Köprüsü çığırını belirten ne
hazin bir mâna ihtizaz eder.
1255 sayılı yıl... ikinci Mahmud'un öldüğü, Abdülmecid'in tahta çıktığı ve
Tanzimat Fermanının Gülhane Meydanında okunduğu netameli sene...
Şairin '
Bir, iki; iki delik
Abdülmecid oldu melik
Diye tarih düşürdüğü, Türk tarihini ikiye bölücü meşhur 1839 yılı...
Abdülmecid 16 yaşında, yeni bulûğa ermiş bir delikanlıdır; ve babasından miras,
aynı ciğer yarasının narin ve nahif vücudunda istidadını taşımakta, fakat
beyninde şuur ve ıstırabını duymamaktadır,. Đkinci Abdülhamid devrine kadar
padişahlarca duyulmayacak, ondan sonra Sultan Reşad'da tam bir idrâk kütlüğüne
çarpacak, arkasından son Osmanlı padişahı 6. Sultan Mehmed Vahidüddin'in
ruhunda,. oldukça derin, fakat sesi çıkmaz ve eseri görülmez şekilde yuvalanacak
olan büyük acı...
Abdülmecid bu acıya en yabancı mikyasta, kollarını Avrupalılık ve alafrangahlığa
açtı ve 20 küsur yıl, maddede ve mânada, ciğerlerindeki oyukları derinleştirici
bir hayat sürmekten ileriye geçemedi.
Tarihçi (Angelhard)ın «Türkiye ve Tanzimat» isimli eserinde «Avrupa'yı hoşnud
etmeye çalışmaktan başka politikası yoktu!» diyerek şahsiyetsizliğini tesbit
ettiği Mustafa Reşit Paşa, yalnız isminin başına îttihatçılarca eklenmiş gülünç
sıfatla Büyük Reşit Paşa elinde, genç ve toy Abdülmecid, taht'a çıktığı sene,
teftişsiz ve murakabesiz, tahlilsiz ve muhasebesiz alafrangalık rotasını
imzalayan ilk kaptan oldu. Eski ve her tarafından su alan devlet gemisini bu
defa kayalıklara sürmek ve maddî-manevî Batı ; sermayesine borçlanmak
marifetinî, hiçbir şeyin farkında olmayarak temsil etti.
Sahte inkılâpçıların dürtüşiyle getirdiği yeniliklerin başında, Batı kasasına
ilk defa el açmak ve yine ilk defa kâğıt para çıkararak yerli iktisat nizamını
altüst etmek vardır.
Türk'ü tasfiye etmek üzere kendi kendisini Batının cellâdı yerine koyan Moskof
âlemine karşı, bu âlemin fazla gelişmesine razı olmayan ve daima Türkün
inkırazını hedef tutan Avrupanın sığıntısı rolünü kabullendi ve ittifaklarına
girdi ve ancak bu yolla Moskoflara karşı durabilmenin başarısına (!) erdi.
istanbul ve Üsküdar sokaklarında, Đngiliz, Fransız ve Đtalyan üniformalarının
sırmalı cümbüş lerine meydan açtı ve (la belle epoque — güzel çığır) ikliminin
bütün renk ve çizgilerine bürünmeye can attı.
Bu can atışın ilk tezahürü, vereme müstait Padışahın kadın ve içki iptilâsıdır.
Sarayburnu ile Haydarpaşa arasını dolduracak mikyasta denize atılan paralar,
şehzade ve sultan düğünlerinde 1001 gece masallarını karartıcı debdebe ve ona
göre Đsraf... Kızkardeşinin dillere destan ziyafetlerinde, kafes arkasından,
yarı bellerinden yukarısı çırılçıplak sefarethane madamlarını seyretmeler...
Đslâm Halifesi ve Osmanh Padişahı olarak ilk defa Frenklerin nişanlarını kabul
etmeler ve göğsünde murassa (Lejyon d'Önör) nişanı, Fransız Sefarethanesinde
baloya katılmalar... Hâsılı, altında ve karanlığında vatan cüsseli bir hasta
yatan semadan,, güneş, ay ve yıldız yerine türlü sun'î ve havaî Avrupa
fişeklerinin sahte ve aldatıcı ışık serpintileri...
Kilise ihtilâflarını o türlü- himayelerle idare etti ki, «Şark Meselesi»
muharriri Avrupalı, şöyle konuşmak zorunda kaldı:
«- Halifenin Hıristiyan kiliselerinin banisi (kurucusu) olduğunu görmek, doğrusu
garip manzara!...»
Kırk yaşını doldurmadan otuz çocuğu oldu. Bunlardan 23 üncüsü Mehmed
Vahidüddin... îlk iki kızdan sonra üçüncüsü Sultan Murad, beşincisi Abdülhamid,
sekizincisi Mehmed Reşat...
23 üncü çocuk Mehmed Vahidüddin henüz «Baba!» diyebilecek çağa erişmeden
Abdülmecid, veremden ve sefaletten öldü.
Đnhitat günlerindeki Roma'yı kıskandıracak kadar muhteşem bir ziyafetten sonra
gaseyan, yatağa düşüş, Beşiktaş'taki Ihlamur Köşküne kapanış ve bu defa kan
kusarak 25 Haziran 1881 de ruhunu teslim ediş...
Son şehzadesi Mehmed Vahidüddin henüz 4 aylıktır.
ABDÜLAZĐZ
Abdülmecid'in son yılları, istanbul halkı için derin bir inkisar devresi...
Sultan Mahmud'un arkasından «bizi bırakıp da nereye gidiyorsun?» diye bağıran
halk haklı çıkmıştır. Gülhane meydanında, bal-mumundan müze mankenlerine
benzeyen murassam fakat içi boş vezir elbiseleri, dâvalarını koruyamaz olmuş
ulema sarıkları, plânlarını çok iyi kavrayıcı sefir üniformaları, zift renkli ve
maksatlı ruhanî kılıkları ve olanca tepkisi bu hallere aval aval bakmaktan
ibaret halk yığınlarının çeşit çeşit kıyafetleri karşısında okunan 1839
fermanından, bitik bir Padişahtan başka bir şey kalmamıştır. Asırlar boyunca ne
Haçlı Seferleri, ne de cepheden toslamalarla, dize getirilemeyen vatan, şimdi
içinden tedariklenme taklit ajanlarının yaydığı mikroplar yüzünden hasta edilmiş
ve bitik hâle getirilmiştir. Bütün bu hesapsız ve anlayışsız gidişin haşmetlû
kuklası Padişah da, ayniyle Đmparatorluğuna eş, kadın ve içki elinde bitik....
Sadrâzamına yazdığı «Hatt-ı Hümayun»unda da, israflarını ve hesapsızlıklarını
itiraf edecek kadar gafil...
Öyle ki, aslında ne olduğu biraz sonra görülecek olan Veliaht Abdülâziz Efendi,
bir pehlivan edasıyle caddelere çıktığı veya ciritte at koşturduğu zaman halk
onu,> maddî adelelerine bakıp ruh adelelerine de mâlik sanmakta ve istikbalin
kurtarıcısı sıfatiyle alkışlamaktadır.
Abdülâziz, yaşça Abdülmecid'den pek az farklı olarak taht'a geçer geçmez,
Sadrâzam Kıbrıslı Mehmed Paşaya bir «Hatt-ı Hümayun» göndererek herkesi ve her
şeyi yerli yerinde ibka ettiğini bildirdi. 1255 (1839) ve 1272 fermanları
etrafında herkes ve her şey yerli yerinde sabit... Đbka ve devam siyaseti...
Yeni padişahın söyleyecek yeni bir şeyi olmadığı ve ruhunda, kollarındaki
adelelere eş bir kuvvet taşımadığı, ilk «Hatt»ından bellidir. Bu Hat şöyle
biter:
«— Tebaamın asayiş ve refahı hakkında olan arzu-yu şahanem istisna kabul
etmeyeceğinden edyan Ve akvam-ı muhtelif eden (başka din ve ırktan) bulunanları
dahi cümleten taraf-i hümayunumdan adalet ve himmet ve hüsn-ü halleri emrinde
dikkat-i mütesaviye (eşit dikkat) göreceklerdir. Cenab-i Hakkın mülkümüze ihsan
buyurmuş olduğu eshab-ı azime-i servet (zenginlik sebepleri) ve samanın tevessu-
u tedricisi ki, sâye-i makderetvâye-î saltanatımızda cümlenin saadet-i halini
mücin olacak terakkiyat-ı sahihadır. Onların ve Devlet-i Aliyyemizin îstiklâl
kaziye-i mühimmesinin (ehemmiyetli ölçü) indimizde itirafkâr olduğunu dahi
tekrar ederim, Hazreti Fey yaz-ı Mutlak, Habib-i Ekremi hürmetine cümlemizi
muvaffak buyura; âmin!»
Malî buhran son haddinde... Karadağ meselesi kangrenleşmekte... Hersek
ayaklanmakta... Avrupa, işe her ân daha keskin bir el atma tavriyle
gerginleşmekte...
Lûtfi Tarihine göre Abdülâziz'in ilk işleri şunlar:
Valide Sultana bin kese maaş tahsisi... Şehzadelerin her ay «Hazine-i Hassamdan
aldıkları 4190 altının (bugünkü parayla 3 milyon lira), sultan maaşları gibi
Maliyeye yükletilmesi...
Cülusunun üçüncü gününde Eyüb'de Hazreti Halid Türbesinde kılıç kuşanan
Abdülâziz, üç yıl evvel dünyaya gelip de doğumu gizli tutulan oğlu Izzeddin
Efendinin haberini «Hatt-ı Hümayun» ile ilân etti. Eski bir âdet gereğince
doğumu gizlenen çocuk Eyüb'de bir evde saklı tutulmaktaydı.
Eski Tanzimat paşalarının şu, bu makamlara getirilmesi ve şuna bu kadar, buna şu
kadar bin kuruş tahsisler...
Abdülmecid'in delice israflarından üzgün ve bezgin halk, yeni Padişahtan
müteassıp bir tasarruf davranışı beklerken, aksine, onu selefinden daha savurucu
görmekle küçük dilini yutacak hale geldi.
Bu esnada (1862) Londra istikrazı... Bu parayla güya eski istikrazın
başarısızlığı giderilecek ve kâğıt paralar ortadan kaldırılacaktı. Kâğıt para
mevcudu 13 milyon lira değerinde... «Kaime» isimli bu parayı, birkaç milyon
eksiğiyle ancak karşılayabilecek bir miktar istikraz edilebildi. 500 milyon
yerine yalınız 200 milyon frank... O da, yüzde altmışı esham olmak üzere, senede
yüzde altı faizli ve yüzde iki amortismana ve öz kaynaklarımızın verimine
el koyucu mahiyette... Tütün, tuz, damga ve patent inhisarı Avrupalıda...
«Düyun-u Umumiye»nin başlangıcı...
Abdülâziz'in devlet ağacına aşı yapmak yerine onu kökünden zehirlemek mânasına
en büyük marifeti, Abdülmecid'den başlayan Osmanlı borcunu tam 300 milyon altına
çıkarmak oldu. Bugünün parasiyle -en aşağı 200.000.000.000 — (ikiyüz milyar)
lira...
Bu dâvada dikkat edilecek en ince nokta; sosyalizma ve peşinden komünizmanın
tezgahlanmakta cîduğu, Batı kapitalizmasının en Üstün ve kudreti) derecesine
vardığı ve topyekun Doğuyu sömürmek ve mamul eşyasına istihlâk pazarı bulmak
için kendisine mahreç aradığı o devirde, doğrudan doğruya Osmanlı
Đmparatorluğuna yönelinmiş olmasıdır.
Batı, böylece bir gün, işi ordularına havale etmek ve son ameliyatı yapmak
üzere, vatanımıza, zahirde besleyici,, hakikatte öldürücü bir kan vererek
içinden hissedar oluyor ve Türk ülkesinde bu emeline yardımcı zümreyi de tahta
mankenler gibi usta bir marangoz eliyle yontmuş bulunuyordu. Tanzimat mamulü
bütün sahte inkılâpçılar... Bu dâvanın kolayca ökseye oturtulacak padişahı
olarak da, iyi yürekli, sâf kalbli, fevkalâde haysiyetli, büyük çapta şeref
duygulu, fakat kuş beyinli Abdülaziz'den daha uygunu bulunamazdı.
«Ulu Hakan Đkinci Abdülhamid Han» isimli eserimizde Vahiduddin'in büyük
ağabeyine ait çocukluk, gençlik ve şehzadelik iklimini çizerken temas ettiğimiz
noktalara bu defa başka bir üslûpla ve bazı yerlerde ayniyle dokunmak
zorundayız. Kaldı ki, Mehmed Vahiduddin'in çocukluk, gençlik ve şehzadelik
dünyasına bir de olgunluk merhalesi halinde ikinci Abdülhamid ve Mehmed Reşad
çığırları bindiğine göre çizgiyi başlangıç noktasından yürütmeliyiz., Elverir
ki, sözlerimiz tekrar değil, tekrir belirtsin... Avrupalı, Türkiye'yi topuğundan
saçına kadar borçlandırdıktan sonra, alacaklarının tahsili bahanesiyle memleket
verimlerine el uzatıcı (Dette Publique Ottomane — Osmanlı Halk Borcu) isimli bir
müessise kurup Türkiyeyi hacz altına almak ve ileride siyasî ve askerî müdahale
sebebi olarak iktisadi hegemonya altında tutmak politikasını gütmekteydi. Đşte
«Düyun-u Umumiye»nin gerçek ve biricik mânası!...
«Düyun-u Umumiye» ile at başı yürüyen «Mekteb-i Sultanî» isimli Galatasaray
Lisesi de, körükörüne Batılılık ve Batıcılık cereyanının ocağı ve bu cereyana
bağlı çeyrek münevverleri yetiştirme tezgâhı... Bir de aynı dâvanın memleket içi
sarraflığına memur, devlet bankası selâhiyetinde (Banque Emperiale Ottomane —
Bank-ı Osmanî-yi Şahane), yâni Osmanlı Bankası...
Bir Yahudi üçgeni kuran bu müesseseler arasındaki iş ahengi ve birbirine pas
verme dehâsı o kadar parlaktı ki, Batılılaşma gayesinin hamur teknesi «Mekteb-i
Sultanî»den birincilik ve ikincilikle çıkanlar, emin ve sadık müridler (!)
sıfatiyle öbürlerine imtihansız kabul edilirlerdi.
Devlet borcu olarak 300 milyon altına yükseldiğini kaydettiğimiz (astronomik)
meblâğ, Đkinci Abdülhamid'e ait eserimizde, resmî kaynaklara göre 150 milyon
ingiliz lirasıdır; bu rakamın, bazı gizli imtiyazlar, yollar ve hususî
teşebbüslerle 300 milyona çıkarıldığı Üzerinde de iddialar mevcuttur.
Bizim rolümüz, hâdiselerin «şu kadar mı, bu kadar mı?» şeklinde basit kemmiyet
cephelerine ait ayrıntılı tahkikler olmadığı, sadece emin malûmlara bağlı yeni
bir fikir terkibinden ibaret bulunduğu için, esas bakımından asgarî kemmiyetin
de değiştiremiyeceği kıymet hükmünü şoylece mahyalaştirabiliriz:
150 milyon Đngiliz lirası, yahut 300 milyon Türk altınından ibaret o zamanki
devlet borcu, bugünün ölçüleriyle biri en aşağı 100, öbürü 200 milyar lira
olarak büyük mali iflâs ve iktisadî esareti ilân etmeye bol bol kâfidir!
Abdülâziz Hanın, Bizans ruhlu mabeyn erkânı tarafından, nasıl elleri suyla
bağlanan bir padişah olduğunu, Đkinci Abdülhamid'e ait eserimizde
tablolaştırmıştık. Annesi Pertevniyal Kadın Efendinin «arslanım, arslanım!» diye
üstüne titrediği ve hakkında başka bir vasıf tanımadığı Sultan Abdülâziz,
Öfkelenip kükrediği zaman Đstanbul'un kaldırım taşlarını bile ürpertecek çapta
dışından gürültülü mizacına rağmen, muhteşem bir sirk atı kadar da seyislerinin
emrine bağlı bir insandı. Şu kadar ki, bu sanatkâr seyisler, muhteşem sirk atını
kamçıyla değil, yerlere kapanarak eğilip kalkmalariyle idare ediyorlardı.
Padişahın dışından hâkim, içinden mahkûm bu seciyesi de, 5 - 10 yıl içinde
tereddiye giden Tanzimat hareketinin, Frenk eliyle çizilmiş, yağlı boya
levhasında bir şehamet heykelidir.
Abdülâziz'in, Batı kapitalistlerine borçlanarak yaptırdığı saraylar ve satın
aldığı donanma üzerindeki kıymet hükmü yine öbür eserimizde
billûrlaştırılmıştır. Hiçbir şahsiyet ve mimarî kıymeti olmayan ve Avrupalının,
padişahları millî dâva sahalarından kaçırıcı bir nevi tevkifhaneye benzeyen
saraylarla, lâfta dünya ikincisi, hakikatteyse bir deniz kuvvetinin üç esası
unsuru (materyal), (personel) ve (muharrik kuvvet) bakımlarından sıfırın altında
bir donanma... Abdülâziz'in bütün canını ve malını verdiği bu donanma, tahttan
indirileceği zaman sarayını kuşatan ve toplarını pencerelerine diken ilk kuvvet
olacak ve «donanmam, donanmam!» diye kendisini pencereden pencereye atıcı
Padişah, âdeta hesapsızlık ve fikirsizliğin sonu hâlinde îlâhî bir ceza olarak
bu manzarayı görür görmez yere yıkılacaktır. Öz bünye içinden çıkmayıp, kediye
arslan pençesi takarcasına illetli vücuda kaynaştırmak istenilen ve hem kendi
değeri, hem de kullanılma kabiliyeti bakımından şahane bir yalandan ibaret olan
bir donanma... Bu donanma, o günden bugünedek sürüp giden (Felix Culpa — Mes'ut
Cinayet)lerin ilklerindendir.
Mehmed Vahidüddin Efendinin çocukluğunu ve hangi dâvayla beslenerek büyümekte
olduğunu belirten bir iklim olarak çizdiğimiz bu tablo, tarih muhasebemizin can
damarını gösterir ve ötesine ait bütün oluş veya olamayışların şifresini çözer.
Abdülâziz'in, desterelenen tahtı üzerinden annesinin «arslanim, arslanım!»
çığlıklarıyla bir salhane hayvanı gibi devrildiği güne kadar köpüren hâdiseleri
artık kısa ve kaba çizgilerle Özleştirebiliriz:
Bir türlü kökü kurutulamayan kaimeler yüzünden 4 misli kıymetlenen altın ve
pahalılaşan hayat... «Nân-ı aziz» isimli ekmeğin okkası 110 ve francala- 140
paraya çıkıyor. (Bugüne kıyasla yine ne
bereket, değil mi?)...
Yunan meselesi ve (Mavro Kordıato) ile başlayan ve o günden beri Đstanbul'u
kollayan Megalo îdea); Sultan 6. Mehmed Vahidüddin zamanında tam patlak verecek
ve yarını asırlık hesabını bu Padişaha yükleyecek olan köklü dâva...
Türkün evi alevler içinde yanarken yukarı katta satranç oynarcasına girişilen
komik işler, teşrifat oyunları ve bir nevi, Batı asalet unvanlarına denk rütbe
hesapları... Vezir, bâlâ, ûlâ evveli, ûlâ sânisi, mütemayiz ve nihayet sayıya
dökülüp dördüncüde biten unvanlar... Bu unvanları taşıyanlara «devletin
efendim!»den başlayıp «gayretlû efendim!» tâbirinde biten hitap şekilleri... Ve
daha nice payeler ve Mecidî nişanına ek Osmanî nişanı... Bazı kişilere verilen
dört murassa, Osmanî nişanının bedeli on bin altın... Padişah bu nişaniyle
öylesine mağrur ki, kendisi batış devrinin sultanıyken Bursa'ya gidip devlet
kurucusu yüce Osman'ın sandukasına onlardan birini asmaktan çekinmiyor; yâni
devlete ismini veren Gazı Sultanın sanki mükâfatlandırıcısı mevkiine geçiyor!
Galata'da Sandıkçı Rizeli Sofu Baba isminde birinin eski çırağı Mehmed Ali,
evvelâ damad, derken sadrâzam olduktan sonra Abdülâziz'in iradesiyle Mabeyn
Müşürlüğü, Seraskerlik, Kapudan-ı Deryalık, Tophane ve Sıhhiye Nazırlıkları, bir
de Hazine-i Hassa Nazırlığını aynı zamanda ve nefsinde topluyor. Karadağ ve
Bosna Hersek meselelerinin arkasından Moskofların sevk ve idaresi altında
(panislâvizm - Đslâv Birliği) davası... Sadece bu ölçüyle delik deşik, yırtık
pırtık Avrupa Türkiyesi... Kan ve ateş içinde bir âlem... Girit ihtilâlini de
katarsanız, Avrupa; Türkiyesinin Akdenizdeki cenubundan baş layıp şimaline
kıvrılan ve Karadeniz boyunca ilerleyen bir kıskaç içinde boğmaya çalıştıkları
eski «Devlet-i Ebed Müddet»...
Mısır valilerinin «hidiv» ünvaniyle değiştirilen ve ona göre imtiyaz üstüne
imtiyaza boğulan yeni makamları... Artık babadan oğula bir miras malı halindeki
bu makamın Đmparatorluk dışına kaydırılması için vezirlere yedirilen korkunç
servetler... Hidiv îsmail Paşanın altınlariyle dolmayan cep kalmıyor ve bu hal o
kadar tabî sayılıyor ki, vezirler bu işe «kapı yoldaşı muamelesi» tâbirini lâyık
görüyorlar. Öbür taraftan da kardeşi Đsmail Paşayı kıskanan Prens Mustafa
Fazıl'ın sadece nefsanî bir hınç olarak giriştiği sözde ilk hürriyet mücadelesi;
ve içinde Namık Kemal'in de bulunduğu «Genç Osmanlılar» partisini himaye etmesi
ve Namık Kemal ile Ziya Paşayı Avrupaya kaçırıp desteklemesi...
Sahte kahramanlarımız, Prens Mustafa Fazıl Babıâli ile anlaşır anlaşmaz bir
paçavra gibi gurbet illerinde sokağa atılacak ve onlar da ileride «affı
şhhane»ye sığınıp vatana döneceklerdir.
Politikada, edebiyatta, ilimde, teknikte ve top-yekûn fikirde korkunç bir
sathîlik, sığlık, şahsiyetsizlik...
Nihayet dünyanın en ibretli ve gülünçlüğü bakımından zevkli temaşası olarak,
Osmanlı padişahlarının 32 ncisi, fakat giriştiği işin birincisi sıfatiyle
Avrupaya seyahat... Beraberinde yeğenleri Şehzade Murad ve Abdülhamid Efendiler,
oğlu Yusuf Đzzeddin, Niş'te hıristîyan ölecek olan Fuad Paşa olduğu halde,
Paris'in (Elize) ve Londra'nın (Bukingam) Sarayında boy göstermeler... Bu, kökü
Şarklı, dalları da sun'î ve takma Garp meyveli garip adam Muhterem Süleyman'ın
torunu, öyle mi?.,. Avrupalı bu yeni Türk'ü hayret Ve istihzalı bir nezaketle
seyretmekte ve ona kafesteki avına mahsus bir hürmet göstermektedir.
Şehzade Vahidüddin Efendi henüz bulûğa ermemiş bir çocuk olduğu için seyahat
kadrosunun dışındadır ama, bu ziyareti iade edecek olan Üçüncü Napolyon ve
amcasının (plâtonik) bir aşkla bağlı bulunduğu Imparatoriçe (Ojeni) ye yapılacak
devlet bütçesi çapında şenlikleri görecektir. Memurların altı aydır maaş
alamadığı bir zaman ve mekânda Beykoz kasriyle Dolmabahçe arasını Ören havaî
fişekler Abdülâziz'e bu işin daha fazla devam edemiyeceğini nasıl ihtar
etsin?...
Abdülmecid'in büyük oğlu Sultan Murad'a nasip olan birkaç aylık saltanat, en
küçük kardeşi Şehzâde Vahidüddin Efendiyi henüz düşünmeye başladığı demlerde
yakalar. Bulûğ çağlarında ve yaşı 15 sularındayken... Delikanlılığın eşiğindeki
bu genç adamla taht arasında Abdülhamid, Mehmed Reşad ve Yusuf Đzzeddin
Efendilerden ibaret birkaç kademe vardır.
Bu sıralarda Vahidüddin Efendi, zaif, nahif, hastalıklı bir genç namzedi...
Hastalıktan hastalığa aktarma yoliyle geçen genç Şehzade, denilebilir ki, bu
haliyle devletin en sadık timsali...
Mehmed Vahidüddin Efendinin, çocukla delikanlı arası bu devresinde, hayat,
düşünce, zevk ve temayüllerine ait fazla birşey bilmiyoruz. Padişahlığında
Mabeyn Başkâtibi Ali Fuad Türkgeldi'ye defalarca söylediğine göre (Görap
işittiklerim — Fuad Türkgeldi) onun çocukluk ve gençliği türlü hastalıklar
içinde geçmiştir. Osmanlı tahtına birkaç basamak uzaklıktaki Şehzade, bu yüzden
lâyıkiyle okumaya, ciddî bir tahsil görmeye bile imkân bulamamıştır. Hasret
çektiği ilim ve kemâli, padişahlığında ve en olgun zamanında dile getirebilen ve
nefsini eksik görebilen bir insanın gerçek kültür mânasına, hattâ ilimden öteye
ne büyük bir fazilet belirttiği meydandadır. Đlmiyle böbürlenenler değil,
bilgide noksanını itiraf edenlerdir ki, en çok bilenlerdir.
Şehzade Mehmed Vahidüddin Efendi, Sultan Murad devrinde, sarayının, canfes
perdeleri hafif soluk penceresinden, nekahat baygınlığı içinde, Boğazın ürperen
sularını seyrede dursun... Koca imparatorluk, (4) numaralı mason Mithat Paşa ve
benzerleri elinde, padişah elbisesi biçimli deli gömleği tarafından temsil
edilmekte; ve işte alafranga hükümdar Abdülmecid Hânın en büyük oğlu Sultan
Murad, Osmanlı halife ve padişahları arasında (1) numaralı mason olarak da,
yahudilik ve kozmopolitlik kütüğüne kaydedilmiş bulunmaktadır.
Şehzadeliğinde işi gücü köşk yaptırıp yıktırmak, sonra tekrar yaptırıp yine
yıktırmakla geçen, böylece huzur ve muvazaa sahibi olamayan Sultan Murad'ın bir
merasim ânında ne türlü akıl dışı hareketler gösterdiği, cinnetini akılsız
padişah isteklilerinin bile gîzleyemez olduğu ve meydâna, her şeye ve nice
istismarcıya rağmen, kendi kendisine, bomboş bir taht çıktığı, nöbeti mutlaka
sıra bekleyene bırakmak zorunda kalındığı, basit malûmlardan...
Böyle oldu ve veliaht Abdülhamid Efendi, kısa zamanda göstereceği «Ulu Hakan»
vasfına doğru, yıkılışı 33 yıl durdurmak üzere 34 üncü padişah olarak taht'a
geçti.
Bu arada Mithat Paşanın, veliaht köşküne gidip-Abdülhamid Efendi ile görüştüğü,
pazarlığa giriştiği ve «Kanun-i Esası» mevzuunda ondan söz aldığı gibi
rivayetler, sadece Abdülhamid düşmanlarının-değersiz ve seviyesiz
martavallarından ibarettir.
Ulu Hakan Đkinci Abdülhamid Hân gözümüzde-apayrı ve hususî bir mevzu teşkil
ettiğine, kalemimizin bağlı olduğu en büyük tarih (tez)ini heykelleştirdiğine ve
eserini ayrıca verdiğimiz ve vermekte devam edeceğimiz büyük ve merkez şahsiyet
makamında bulunduğuna göre, Sultan Vahidüddin vesilesiyle yeniden ele alınarak
ve nokta nokta tesbit edilmek ihtiyacının üstündedir. Böyle olunca şimdi
yapacağımız, Ulu Hakanın şahsiyet ve eserini bir kaç sahifelik dar kadro içinde
ve kalın çizgilerle pırıldatmaya çalışıp Vahidüddin'i yetiştiren ve onun ruhunu
örgüleştiren vasatı, yine Vahidüddin cephesinden belirtmektir.
ikinci Abdülhamid Hân'ın cülûsiyle taht nöbetinde üçüncülüğe geçen Vahidüddin,
bütün şahsiyettini 15 yaşından 48 yaşına kadar 33 yıl beklediği ve bu arada
gençliğini, olgunluğunu, hattâ ihtiyarlık" başlangıcını idrak etiği «D'evr-i
Hamîdî» içinde idrak etmiştir.
Her şeyden evvel kaydedelim ki, birçok kaynağın haber verdiği gibi, ikinci
Abdülhamid'in en fazla sevdiği kardeşi, hattâ topyekûn şehzadeler arasında en
ziyade benimsediği yakını, Mehmed Vahidüddin Efendidir. Ulu Hakan, Şehzade
Mehmed Vahidüddin Efendide kendisine madde benzerliği içinde büyük bir mânâ
benzerliği buluyor ve onu sık sık huzuruna çağırıp arzularını soruyor ve içli
dışlı sohbetine muhatap kılıyordu.
Bu mânâ yakınlığının müşterek temel çizgisi, din alâkası ve Đslâmiyet
bağlılığı...
Kolayca ve rahatça iddia edilebilir ki, 36 Türk Padişahının içinde en dindarı,
vecd ve haşyette en ilerisi, mutlaka Abdulhamid, peşinden de gösterilmesi mümkün
üç isim varsa mutlaka aralarına girecek olan Vahidüddin'dir. Bu hususîliği,
doğrudan doğruya mevzuumuzun içinde bir laboratuar katiyetiyle tesbit etmek
borcumuz olsun...
Sıhhî vaziyetindeki zaiflik ve nahiflik boyuna devam eden Mehmed Vahidüddin
Efendi, büyük ağabeyinin devrinde yine türlü uzvî rahatsızlıklar içinde gidip
gelirken, ruh yönünden en huzurlu çığrını yaşar. Zira imparatorluğun, iç ve dış
saiklerle tam bir uçurum kenarına itildiği hengâmede onu düşmekten koruyabilecek
sanatkâr eli görmektedir. Bu, Ulu Hakan Abdülhamid Hân'dır.
Đşte Abdülhamid'in iradesine zıt ve meşhur Rus Sefiri (Ignatyef)den daha fazla
Moskof emellerine yol açarcasına Mithat Paşa hediyesi olarak gelen «93» isimli
Türk - Rus Harbi!.. Bütün Avrupayı hâlimize güldüren «Haliç Konferansı» içinde
101 pare top sesiyle ilân ettikleri, sahte kahramanlar marifeti sahte
Meşrutiyet... îçinde Avrupa, (emperyalizm) ajanlığı, kozmopolitlik, masonluk ve
yahudilik tuzaklarının mayın tarlası gibi kümelendiği ve «Devleti Aliyye»yi
parçalama gayesinden başka hiçbir işe yaramaz hiziplerin yuvalandığı ilk
meclis... Ve Ulu Hakanın ilk ulu iradesi:
— Bu millet henüz kendi ruhunu Avrupa mamulü hürriyet nizamı içinde temsil
ettirmenin rüşdüne ermemiştir! Meclisi feshediyorum!
Fesih iradesinin ruhu bundan ibaret...
Abdülhamid'i, tamamiyle arzu ve iradesi dışında girişilen Birinci Meşrutiyet
teşebbüsü ve Türk - Rus Harbi neticesinde ilk felâketler savulduktan ve nisbî
bir sükûn gerçekleştikten sonraki 31 yıllık hâkim devresinde şöylece
özleştirebiliriz:
SĐYASÎ DEHÂ
37 yıl ilerideki Birinci Dünya Harbini pişirmeye doğru giden Đngiliz - Alman
rekabetinden en büyük faydayı sağlama ve Türkiyeyi kuşatıcı tehditler önünde
daima birini öbürünün karşısına çıkarma dehâsı... Bu dehâ, Alman Birliğinin
kurucusu ve Türk düşmanı (Bismark)a en büyük darbeyi vuracak ve Kayzer Vilhelm'e
«politika inceliklerini Abdülhamid'den öğrendim» dedirtecektir.
Balkanlar, Girit, Mısır, Akabe, Hicaz ve Yemen mes'elelerini, her biri devlet
bünyesini zehirleyici hâle gelmeden yatıştıran, uyuşturan, tesirsiz kılan ve bir
gün topyekûn cebe indirilecekleri şartlar zeminini engellemeye doğru giden de
aynı dehâ...
ĐDARÎ DEHÂ
En büyük değeri haber alma ölçüsüne bağlayan bu dehâ, hafiyelik teşkilâtını
kurmakla, milleti birbirine düşürmek ve nefsânî ihtiraslarına hizmet etmek gibi
hasis ve sefil bir gaye takip etmemiş, aksine, binbir gizli cereyanın çürütmeye
çalıştığı devlet temellerindeki rahneleri tıkama vazifesini ilk defa
metodlaştırmıştır. Bugünün «Millî Emniyet»inden tutunuz, Batının bütün
(entelicens) teşekküllerindeki tohum Abdülhamid'indir. Onu hafiye kullanmakla
suçlayanlar, kendisini devirdikten sonra sadece nefsânî hırsları uğrunda
«Teşkilât-ı Mahsusa»yı kuranlardır.
Aynı idarî dehânın yalnız liyakate değer verici, geliştirici ve yetiştirici
prensipi, Abdülhamid devrinde üç büyük mareşal (Gazi Osman, Ahmed Muhtar ve
Ethem Paşalar) ve Ahmed Cevdet, Abdurrahman Paşalar gibi dünya çapında ilim ve
fikir adamları ve yedekte bekliyen bir sürü sadrâzam namzedinin toplanmasiyle
sabittir.
Ermeni ve Yahudilere, hususiyle masonlara karşı alınan köstekleyici tedbirler
de, politika dehâsiyle içice idarî dehânın en parlak numunesi...
ĐKTĐSADÎ DEHÂ
Đlk işi saray masraflarını kısmak olan ve bu yüzden Galata bankerlerine borç
etmemiş tek şehzade-olduğu için «Pinti Hamid» diye anılan büyük ahlâk ve
tasarruf seciyesi ki, astronomik devlet borçlarını «Hazine-; Hassa»sı gelirinden
ve «Kîse-i Hümayun»undan ödeyerek yüzde ikiye kadar düşürmüş ve saltanatı
boyunca dışarıya tek kuruş borçlanmamıştır.
Hamidiye sularına kadar züccaciye, halı, kumaş sahalarında nice tesis ve daha
nice Đçtimaî yardım çatısı onun eseri... Büyük tren yolu siyaseti, (Selanik -
Đstanbul, Selanik - Manastır, Đzmir - Kasaba) hatlarından sonra, iki muazzam
demiryoliyle, onda, siyasî ve iktisadî dehânın en yüksek derecesini kaydeder.
Biri, Đngiliz tehlikesine karşı mukabil Alman tehdidini diken Anadolu - Bağdat,
öbürü de Đslâm Birliği idealinin yolunu ve yönünü gösterici ve Moskof'undan
îngilizine kadar her tarafı apıştırıcı, 2000 kilometrelik Hicaz şimendüferi...
Abdülhamid'in saltanatı çerçevesinde hâdiselerden süzdüğümüz vasıflar, birkaç
şubede daha belirtilmek ihtiyacındadır:
HARSI ÖLÇÜ
Doğu ruhu içinde Batının olanca müspet bilgilerini devşirmek, ve benimsemek,
bünyeye maletmek lüzumuna inanan Abdülhamid, memlekette ilk defa, birçok
vilâyete şâmil olarak sanayi mektepleri zincirini halkalamış ve sonu «şahane»
sıfatiyle mühürlenen bütün yüksek tahsil ocaklarını kurmuştur.
ASKERÎ ÖLÇÜ
Ömründe; tek harp veren (1597 - 1313 Yunan Harbi) Abdülhamid, onda da geniş bir
seferberliğe girişmek telâş ve zilletine düşmeksizin biricik Rumeli ordusiyle ve
en kısa zamanda Atina kapılarına dayanmış ve Yunanlıları susta durdurtup «düvel-
i muazzama» ağabeylerinden imdat isteme vaziyetine getirmiştir. Ayrıca, «Düyun-u
Umumiye» borcunun büyük kısmiyle satın alınıp hiçbir işe yaramıyan ve durduğu
yerde devlet bütçesini kemiren ıskarta donanmanın (materyel), (personel) ve
muharrik kuvvet zaafını kestirip onu Halic'e tıkamak ve bütün kuvveti kara
ordusuna vermekle, sevk ve idare dışı umumî görüş kıymeti olarak üstün askerlik
anlayışını ispat etmiştir. Halbuki bu nokta, vatan kurtarıcılığı yerine ona
vatan hainliğini isnada kadar gittikleri yerdir. Abdülhamid, düşmanlarına karşı
nerede zayıf ve nerede kuvvetli olacağını derinden derine kestiriyor, ona göre
askerî bir plân takip ediyor, zahiri ve aldatıcı süslerden kaçınıyordu.
Saraydan idare edildiğini öne sürerek kötüledikleri nice askerî harekât ancak bu
sayede muvaffak olmuş veya büyük bir hezimete inkılâp etmekten kurtulmuş ve
topyekûn devlette olduğu gibi, bilhassa askerlikte en mühim başarı faktörü olan
gizlilik, yine ve ancak bu sayede sağlanabilmiştir. «Devlet sırrı» şuuruna malik
ve bu şuuru müessirleştirmiş bulunan en üstün Osmanlı hükümdarı Abdülhamid'-dir-
ADLÎ ÖLÇÜ
Adalet işlerine asla karışmayan, ondan Kur'ân emirlerine müdahale edercesine
çekinen Abdülhamid, adlî ölçü bakımından yalnız hudutsuz ve tarihte eşsiz bir
merhamet ve atıfetin temsilcisi olmuş ve 33 yıllık hükümdarlığı içinde kaatil
bir haremağasından başka hiç bir ferdin idam hükmünü imzalamamış gerisini hep
ebedî hapis ve sürgüne çevirmekle yetinmiştir. Abdülhamid'in, hürriyet yalaniyle
gelen Makedonya çapulcularının karşısına Hassa Ordusu ile çıkmamasında ve «benim
yüzümden tek damla Müslüman kanı akıtılmasına razı değilim!» demesindeki sebep
de onun bu merhamet ve tevekkül cephesine bağlı ve belki tenkidi kabil biricik
zaafıdır. Ermeni icadı «Kızıl Sultan» tabiriyle, yeni doğmuş çocukların beynini
salata yapıp yercesine kan içiciliği dillere destan edilen bu mazlum tâcidar,
hakikatte, karınca ezmekten bile sakınan velî mizaçlı bir merhamet felçlisidir
Ve hakkında köpürtülen yalanların tam ve kâmil zıddıdır.
Memleketin en vicdanlı adliyecilerinden kurulu yüksek mahkemenin idam hükmünü,
yine memleketin en üstün şahsiyetlerine mütalâa ettirip hemen hepsi ve bilhassa
Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa tarafından «mutlaka idamı şarttır!» reyini
aldığı hâlde kararı bozup Mithat Paşayı Taife sürmekle kalan, sonra da asla
mecbur olmadığı bu af ve atıfet hareketine karşı «Mithat Paşayı boğdurdu!»
iftirasını çeken Abdülhamid, bu bahiste de çapı hayale sığmaz bir âbidedir.
«Hürriyet Şehidi» tabiriyle hem Mithat Paşada, hem de Namık Kemal'de mukaddes
şehitlik vasfını yerin dibine geçirenler bilmelidir ki, Abdülhamid'in bunlara
verdiği ceza valilik ve mutasarrıflıkla beraber ayda yüzlerce altın «Ihsan-ı
şahane»den başka bir şey olmamış, ve o devirde sürgünlük bir nevi kazanç
endüstrisi hâline getirilmiştir.
Bundan sonra Abdülhamid'i ruh ve mizaç noktasından da kıymet hükmüne bağlayıp
son hâdiseler içinde çerçevelemek, o devrin mâna iklimi boyunca 48 yaşına kadar
ilerliyen Mehmed Vahidüddin Efendi Üzerindeki tesirleri hesaplamak ve artık
kahramanımızı evelâ ikinci ve sonra doğrudan doğruya veliaht sıfatiyle sahneye
davet edici meşrutiyet çığırına yeni bir fasıl açarak girmek icap ediyor.
VEHĐMLÎ ABDÜLHAMÎD
Deliliğe yakın bir vehim baskısı altında gösterdikleri Abdülhamid'de bu
hususiyet, bütün hile ve yıkıcı tertipleri hayal edebilen bir zekâ ifadesi
olduğu içindir ki, baş meziyetlerinden biri iken, düşmanlarının işine gelmemiş
ve aşağılık bir illet diye öne sürülmüştür. Vehimli olduğu muhakkak bulunan,
fakat asla onun pençesinde zebun hale gelmeyen ve hayâl kuvveti yoliyle kararını
riyazi müşahededen sonra veren Ulu Hakan, bu haliyle filozof (Bergson) un «Đbda
Edici Hayal» Ölçüsüne en canlı misaldir. Hayal zekânın ta kendisi, en üstün
tecelli şekli ve kumandandan moda bulucusuna kadar her iş şubeyine gerekli
olduğuna, hatâ Allahı bulmakta biricik melekeyi belirttiğine göre «Vehimli
Abdülhamid» yaftasının hakikatte ne büyük bir meziyet ifade ettiği kendi
kendisine zahirdir. «Vehimli Abdülhamid» olmasaydı, Đmparatorluk 33 yıl değil, 3
yıl bile dayanamazdı. Nitekim ondan sonra da ancak 10 yıl dayanabildi.
Allah ve Resulüne her türlü mikyas üstü imanı müstesna, yine filozof (Dekart)ın
«sistemli şüphe»si bütün devlet işlerinde ve şahıs münasebetlerinde,
Abdülhamid'deki tecellisini kimsede bulamamıştır. ,
DĐNDAR ABDÜLHAMÎD
Daha önce dokunduğumuz ve 36 padişah arasında en parlağı olarak gösterdiğimiz bu
nokta Abdülhamid'de öylesine derindir ki, bir Avrupalıya «Đslâma en küçük,
zerrece aykırılık mevzuunda kabul edebileceği hiçbir tâviz hayal edilemez!»
sözünü söyletmiştir. Abdülhamid bütün hayatı süresince, susarken, konuşurken, iş
görürken ve uyurken yalınız Allahını ve milletini düşünmüştür.
MÜTEFEKKĐR ABDÜLHAMĐD
Hiçbir zaman derinliğine ve üstün bir irfanla besli bir fikir adamı olmamasına
rağmen gayet derin bir seziş plânında bütün sahte inkılâpları ve kahramanları
anlayan ve bu köksüz gidişi engelleyen ve işte bu yüzden sayısız düşman kazanan,
milli ruh köküne bağlı, felâket devresinde ilk ve son devlet reisi...
ŞAHSÎYLE ABDÜLHAMÎD
Daima eldivenli, daima temiz, aşırı derecede edep ve terbiye sahibi, ölüm
yatağında bile doktoruna giyinip de çıkan, odasına bir hademe girince ayağa
kalktığını belli etmemek için masasından bir kâğıt alıyormuş gibi hareket edecek
kadar Allah'a mahviyet gösteren, şahane heybetiyle de Alman veliahtını
apıştıran, en ileri Avrupalıdan daha gerçek Avrupalı ve en üstün şarklıdan daha
üstün şarklı, esrarı çözülememiş ve mânası güme getirilmiş yüce Halife ve Ulu
Hakan...
Đşte Mehmed Vahidüddin Efendi, 15 yaşından başlayarak 48 yaşına kadar böyle bir
tâcidarin inkıraz durdurucu havası içinde yaşadı, en sevgili ağabey olarak
birdenbire vatanı topyekun çöküntüye götürmek üzere Ulu Hakan'ı deviren îttihad
ve Terakki Đsimli eşkiya ocağı ve onun kukla padişahı Sultan Reşad devresine,
inkıraz gerçekleştikten sonra taht'a. çağrılmak gibi bir kader şartı altında
girdi.
ÇÖKÜŞE DOĞRU
ÎTTĐHAD ve TERAKKĐ
MAHUD cemiyet... Đttihat ve Terakki... Tanzimatla başlayan deri üstü Batı
kopyacılığı ve ucuz inkılâpçılık hareketinin işi gözükaralığa ve komiteciliğe
dökmüş şekli... Tahlilsiz, teftişsiz, muayenesiz, murakabesiz, Batı Kültürüne
dışından sürtünmüş ve Batının işporta malı mefhumlarına (hürriyet, adalet,
müsavat) kapılanmış maceracı çeyrek aydınların şekavet ocağı...
Abdülaziz devrinde kurulan ve sahası çok dar kalan «Genç Osmanlılar»ın peşinden,
Abdülhamid zamanında tohumu atılıp fidanı gelişen ve ağacı yetişen ittihat ve
Terakki, Ulu Hakan'ı devirdikten sonra 10 yıl içinde Đmparatorluğu inkıraza
sürüklemek marifetini yerine getirir ve olanca vebalini 6. Mehmcd "Vahidüddin'in
zaif ve nahif omuzlarına yığıp basar gider; silinir, kaybolur!
Bu bakımdan, vatanın olduğu kadar 6. Mehmed Vahidüddin'in doğrudan doğruya
kaatili Đttihat ve Terakki'dir; ve onun en az fenalığı, ancak merhameti yüzünden
devirebildiği Đkinci Abdülhamid'e dokunmuştur. Đkinci Abdülhamid'a edilen
fenalık (vatana edilen ayrı) ancak şahsîdir. Vahidüddin'in şahsına ise hiçbir
şey yapılmadığı halde bu bedbaht zat, artık yıkılmış bulunan vatanın altında
bırakılmak suretiyle belâların en büyüğüne çarptırılmıştır. Vahidüddin'i teşhis
ve tesbit etmenin en ince çizgisi de budur.
Böyle olunca ittihat ve Terakki vakıasını Abdül-hamid'e olduğu kadar, hattâ
biraz daha fazlasiyle Vahidüddin'e bağlamak doğru olur.
Đtalya tarihinde büyük bir rol oynayan (Karbonarö»lerin, başlangıçta, eski bir
taş kömürü ocağında toplanmış üç beş kişiden meydana gelmesi gibi, Đttihat ve
Terakki, protoplazmasını 1889 yılında, «Tıbbiyye-i Şâhane»nin kuytu bir
köşesinde kurar. Đlk gönüllüleri, çocuk denilebilecek yaşta, (romantik) ve
satıhçı beş adet delikanlıdır. Ohri'li ibrahim Temo, Arapkir'li Abdullah Cevdet
(ileride dinsiz içtihat gazetesi sahibi), Diyarbakırlı Đshak Sükûtî, Kafkaslı
Mehmed Raşid ve Bakûlü Hüseyin zade Ali... Bunlar, 1889 yılının 21 Mayıs günü
Tıbbiyye'nin izbe bir noktasına çekilirler ve bağlarını koparmaya başladıkları
Kur'ân yerine bilmem ne üzerine and içip, Kızıl Sultan (!) ve rejimine karşı
hareket fikri etrafında birleşirler ve bu birliğin ilk hücresini Örerler. Đlk
isim de «Ittihad-ı Osmanî»dir-
Henüz tamamiyle iptidaî, hattâ, nazarî ve edebî, en doğrusu hayalî ve (fantezik)
safhada bulunan bu topluluk üzerinde ilk kıymet hükmü şudur:
Bunlardan en kuvvetli ve şiddetlisi, daima olduğu gibi, anavatan dışı, Makedonya
havasının yuğurduğu, suyun öte yanından bir tip, öbür ikisi de aynı şekilde,
Moskof kültür gübresi içinde boy atmış insanlar ve yalnız ikisi Anadolu
çocuğu... Başta Abdullah Cevdet isimli (hakikatte Adüvullah Cevret) olmak Üzere
işte bu iki Anadolu genci de, bütün kök alâkalarını kesmiş veya kesmek üzere iki
ters bünye Örneği...
Bunlardan Abdullah Cevdet isimlisi, Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit'le beraber,
hattâ onların Önünde ve onlara fikir rehberliği edercesine memlekette Đlk
mütaamz, saldırgan küfür bayrağını açandır. Doktor (D'uzi)nin «Đslâm; Tarihi»
isimli zehir çanağı kitabını Türkçeye çevirip nice körpe vicdanları kurutan ve
kendi gibi birkaç tıbbiyeliyi, imânlarını kaybetmek yüzünden intihara sürüklemiş
olan lânetli...
Ben Abdullah Cevdet'i dinsiz «îçtihad»ı çıkardığı demlerde 19 - 20 yaşlarında
bir genç iken tanıdım. Henüz edebî şöhretimin başlarındaydım. Cağaloğlunda,
Yerebatan taraflarında, üzerinde Đranı tâlık hatla «Đçtihat», ayrıca da
Fransızca «Idjitihat» yazılı iş yeri ve apartmanında... Süleyman Nazif'in «o
suretten hayayı dest-i Hak (Allah'ın eli) tırnakla yırtmıştır!» dediği menhus ve
çiçek bozuğu çehresini görür görmez midem bulandı ve ondan sonra her müşahede
bende bu ruhî mide bulantısını teyid etti. Ekferin bana hayranlığı o
mertebedeydi ki, bu yeni şairin fotoğrafını «Đçtihad»ın kapağına koyuyor ve beni
Türklerin (Bodler)i diye takdim ediyordu. Fakat bü övmeler sonradan ayniyle
Allahsız Nurullah Ataç tarafından da olduğu gibi bana zerrece tesir etmiyor ve
aradaki ruh ve dünya görüşü farkı yüzünden bu esfel tiplere ısınamıyordum.
Ruh hasisliğiyle bir arada madde cimriliğiyle maruf, Allah ve Resul düşmanı
Abdullah Cevdet, bir kenarda unutulmuş ve hakkı verilmemiş bir insan, bütün
inkılâpların ilk tebşircisi bir mütefekkir olduğunu zanneder ve ufunet dolu
içini çekerek şöyle derdi:
«— ittihat ve Terakki'yi kuran, benim! Abdülhamid'e karşı ilk hareket bayrağını
açan benim. Sonra Đttihatçılar iktidara geçince unutulan ve bir köşede bırakılan
da benim! Ha! Mustafa Kemal'in bütün inkılâpları benden kopya olduğu hâlde
(henüz Abdullah Cevdet'in şiddetle taraftar olduğu yeni harf inkılâbı
olmamıştı), onca da takdire mazhar olamayan, benim!»
Böylece, Đttihat ve Terakki'yi kuranlardan (prototipik - baş örneklik) bir
mahiyet, dâvanın içyüzünü izaha yeter.
Đlk teşekkül aylarca ve yeni mensuplarına rağmen (fantezi) plânında kaldıktan
sonra, birden, o sırada Avrupada bulunan birinin eline düşüverdi ve bu yoldan,
âdeta Avrupada merkezleşmenin bedava nimetine erdi.
Avrupada bulunan biri, ittihatçıların bir ara büyük hürriyet mücahidi
tanıdıkları, sonra da belki haklı olarak yerin dibine batırdıkları, frenkvâri
kesilmiş sütbeyaz sakallı, meşhur Ahmed Rıza... Meşrutiyetten sonra Ayan
(Senato) reisliğine getirilecek olan bu ihtiras ve menfaat kumkuması, o
hengâmede Bursa Ziraat Mektebi Müdürüdür ve Bursanın «Nilüfer» gazetesinde
makaleler neşretmekte ve resmî günler Đkinci Abdülhamid hakkında (tıpkı Servet-i
Fünun'da Tevfik Fikret'in yaptığı gibi) en yakası açılmamış medhiyeler,
dalkavuknâmeler yayınlamaktadır, işte bu Ahmed Rıza, 1889'da Pany sergisi
münasebetiyle oraya gitmiş ve Fransa'dan Abdülhamid'e ıslahat lâyihaları
yağdırmaya başlamıştır. Maksadı, bir ayağının emniyette bulunduğu bir diyardan
yükselttiği tatli-sert nidalarla Hükümdarın dikkat nazarını çekmek, bu yoldan
mümkün olursa paye kapmak, olmazsa «Hürriyet Kahramanlığı» safına geçmektir.
Abdülhamid'in hatıralarında, «ingiliz Ali Beyin oğlu» diye gösterdiği, anne
tarafındansa büsbütün yabancı bir kan taşıyan Ahmed Rıza, Paris'teki
faaliyetiyle, çekirdek kuruluşun toy delikanlılarını büyüleyiverdi. Đlk kadroya
katılanlardan Ahmed Verdânî, Doktor Nâzım, Ali Zühtü isimli gençler, hükûmetin
dikkat nazarlarını üzerlerine çekecek nümayişlere girişip Paris'e sıvışmak
zorunda kalınca Ahmed. Rıza'nın eteklerine yapıştılar ve bu, evvelâ Özenti,
sonra meccani, daha sonra sahte kahramanı, cemiyetlerinin ilk kafası makamına
oturttular, «Đttihat ve Terakki» ismi, işte o sıralarda, Paris'le Đstanbul arası
haberleşmeler sonunda takıldı-
Ahmed Rıza, Fransız «akılcılık» mezhebinin kurucularından (Ogüst Kont)a
kapılanmış, onu peygamber saymış, onun (pozitivizm - müspetçilik) felsefesini
din kabul etmiş ve aklı putlaştırmiş bulunuyordu. Bir mecliste, Allaha
inanmadığı ileri sürülünce şöyle demişti:
«— Đnanmamak olur mu? Benim de inandığım, bağlandığım bir hakikat var:
(pozitivizm), akıl, müspet görüş mezhebindenim ben. Akla iman ediyorum!»
Đşte, bu, dörtte üç kan frenk Ahmed Rıza, Frengistanda tohumunu atmaya başlayan
cemiyeti ilk defa olarak isimlendirdi, yâni vaftiz etti. (Pozitivizm)in remzi
olan (Ordre et Progres - Nizam ve Terakki) tâbirini öne sürerek... Gençler bu
tâbir üzerinde küçük bir ameliyat yaptılar ve (Ordre) kelimesini, birlik
mânâsına gelen (Union) lâfziyle değiş tirerek (Union et Progres - Itthat ve
Terakki)yi kelimeleştirdiler. Böylece cemiyet, frenk düşüncesinin frenk
tâbirinden doğma klişesini Ttirkçeye çevirmekle isimlendirilmiş oldu.
Kuruluşundan iki yıl sonra âzası 12'ye varmış olarak Đstanbul'un Edirnekapisı
dışındaki Mithat Paşa bağında gizli ve (romantik) toplantılar yapan (fantezik)
teşekkül, kısa zaman içinde, Đzmir ve Şam taraflarında, kendisine denk havalar
ve insanlar buldu. Bilhassa yüksek tahsil sınıfından gençler ve genç zabitler
arasında maya tutmaya başlayan bu yeni dâva (!) Ahmed Rıza'nın Paris'te
yayınlamaya başladığı «Meşveret» gazetesiyle (1895) gözleri büsbütün üzerine
çeker oldu. Artık, kayıtlı olsun olmasın, aydın geçinen herkeste cemiyete doğru
bir temayül... Âdeta moda zevki... Bu vasatı, saraya ve Abdülha mid'e karşı,
için için, alttan alta köpürten içtimaî zü'mrelerse malûm... Başta Yahudiler,
dönmeler ve masonlar, bütün bir köksüzlük dünyası...
Cemiyetin ilk beyannamesini Abdullah Cevdet kaleme alıyor; Avrupayla
muhabereleri de Galatatadaki Fransız postahânesi ve Harbiye muallimlerinden (!)
(Toustim) Paşa idare ediyor. Aynı mektebin öğretmenlerinden Çürüksulu Ahmed Bey
de (ileride paşa), bu frenk asıllı, Türk dostu (!) paşayla elele... Cemiyet,
Avrupa ve Mısır taraflarında üslenir ve Türkiyede kıvılcımlanırken artık sarayca
malûm hâle geliyor ve «Kızıl Sultan» dedikleri marazı merhamet abidesinin
ödenekli sürgünleriyle bu kahramanlar, âdeta işsizlik ve meteliksizlikten
kurtarılmış olarak imparatorluğun köşe ve bucaklarına nefyedilmeye
başlanıyorlar. Fakat bu tedbir, yanına bol gıda maddeleri bırakılarak azgın
kediyi çuval içinde öbür mahalleye aktarmaktan başka bir şeye yaramîyor; ve aç
kediler bir taraftan çoğalırken, bir taraftan da atıldıkları yerlerden dönüp
tekrar evin çatı arasında veya bodrum katında toplanmaya devam ediyorlar.
Bütün endüstrilerini Abdülhamid'in müsamaha ve merhamet zaafına dayayan
Đttihatçılar, kendilerine göre, bonmarşe arslanı şeklinde, dişi kesmez ve
pençesi yırtmaz bir padişah aramaya başlıyorlar. Küstahlık ve gözükaralıkları o
hâle gelmiştir!.
Sırada üç şehzade var:
Đrade ve dayatma kabiliyeti, pelteyi beton gösterecek kadar zaif, veliaht Mehmed
Reşad Efendi...
Her ân bir buhrandan ötekine geçen Yusuf Izzeddin Efendi...
Üçüncü veliahd yerinde, yaşı 40'a merdiven dayamış Çengelköyü sırtlarında iri ve
sık ağaçlardan bir hisar arkasına çekilmiş, taht üzerinde istekli ve ümitli
görünmeyen Mehmed Vahidüddin Efendi...
Yusuf Đzzeddin Efendiyi bir kalem atıyorlar; Vahidüddin Efendiyi, vakar ve
nefsini korumakta gösterdiği dikkat yüzünden ve ayrıca büyük ağabeyi ile
aralarındaki karşılıklı sevgi bakımından «Abdülhamid-i sâni'nin sânisi» diye
vasıflandırıyorlar ve olanca ümitlerini, kendileri için biçilmiş kaftan, Sultan
Reşad'a bağlıyorlar. Ve harekete geçiyorlar. Mehmed Reşad Efendi Mevlevîdir. Ne
yapmalı ? Beyoğlu (Yüksek Kaldırım) Mevlevi Tekkesi şeyhini elde edip onun
vasıtasiyle Veliaht'a hulul etmeli!.. O devirde Mevlevîlik zorlu bir kapı
olmadığı gibi şeyhini elde etmek de zor olmuyor. Reşad Efendinin karşısına çıkıp
«hürriyet, müsavat, adalet» kem-küm ediyorlar ama, o biçilmiş kaftan, pelte
seciyede, kendilerini anlayacak ve destekleyecek kadar bir hamle ve karar
iktidarı bulamıyorlar.
Padişahlığında boyuna tekrarlamak üzere, Mehmd Reşad Efendinin her hâdise
karşısında tavrı şu dört kelimeye sığmaktadır:
— Memnun oldum, mahzuz oldum.
Hemen kararı veriyorlar:
— Yusuf Đzzeddinde iş yok! Vahidüddin habisin biri! Reşad ise destekçimiz değil,
ancak biz iktidara geçtikten sonra padişahımız olabilir. 'Mumla arasak
bulamıyacağımız bir padişah.'...
Ve 1897 yılının ortalarında Abdülhamid'e karşı bir darbe kararını veriyorlar.
Yüksek Kaldırımdaki Mevlevi Tekkesinin şeyhi Abdülkadir Efendi, henüz taslak
hâlindeki bu ihtilâl heveslilerini o kadar tutuyor ki, kudretli padişah ve Ulu
Hakan Abdülhamid Han'ın murakebe pençesi altındaki Yıldız Sarayına kadar sızıyor
ve orada bâzı silâhşorların, Sultanı devirme işinde yardımını istemeyedek
teşebbüsten çekinmiyor. Onun da gayesi, Osmanlı tahtının üzerinde Mevlevi
külahını görmek...
Kararı Paris'e, Ahmed Rıza'ya uçuruyorlar. Gelen cevap, gözü karalıktan başka
bir esas ve usul tanımayan cakacı yavru horozları çıldırtıyor:
— Ya hareket muvaffak olamazsa bizim Fransa'da hâlimiz nice olur? Fransa
Hükûmeti hepimizi hudut dışı etmez mi?
Al sana, Đstanbul merkeziyle Paris mihrakı arasında bir kopuş...
Đstanbul'da Hacı (!) Ahmed Beyin reisliğindeki Umumî Merkez, Ahmed Rıza'nın
cemiyetten ihracına karar veriyor; derken bir jurnal üzerine hepsi birden
tutulup saraya dolduruluyor ve oradan darağacına gönderilmek yerine ödenekli
sürgün âlemine çıkarılıyorlar. îlk umumî merkez de böylece, kendi kendisine
kapanıyor ve Đttihat ve Terakkinin ilk devresi nihayete eriyor.
Temo soyadını taşıyan, suyun öte tarafına bağlı, ilk müessislerden Đbrahim,
Romanya ve Bulgaristan'da; Ahmed Rıza, Doktor Nâzım ve kumpanyaları Fransa'da;
şu bu, Đsviçre'de; filân falan Mısırda üslenmeye ve mihraklaşmaya baksın!.,. 21
Aralık 1896 tarihinde Đsviçre'nin Cenevre şehrinde «Osmanlı Đhtilâl Fırkası»
kuruluyor. Aynı mayadan ve Đstanbul Merkezinin düşmesi üzerine daha canlı
hareket edilmesini isteyenlerden bir grup... Artık içerideki kundak tepelenip
söndürülmüş, yanık lekeli bir bez parçası halindedir ve kendilerince bütün ümit,
vatanın pencerelerinden seyrettikleri Batı ve Şimal rüzgârlarının savurduğu
kıvılcımlardadır. Bu kıvılcımlar, vatanı yakmak için Haçlılar Dünyasında ateş
üfleyen, kafa kağıtlarında «Müslüman» ve «Türk» yazılı insanların nefesleri...
Đsviçrede kurulan «Osmanlı Đhtilâl Fırkası»nın ilk işi ermenilerle münasebet
kurmak, onlardan destek istemek ve Müslümanların Halifesi ve Türklerin
padişahına ortaklaşa bir suikast tertibi fikrinde birleşmek oldu. Đhtilâl
Fırkası, önce hedefini ve dâvasını açıklayıcı bir beyânname yayınlayacak,
peşinden Ermeniler Istanbuldaki Türk fedaîlerine bomba verecekler... Sonradan
bomba verilmesi işinin Tuna boyunda bir noktada yapılması düşünüldü ve bombaları
Đbrahim Temo'nun teslim alıp dilediği yere sevketmesi kararlaştırıldı. Doğrudan
doğruya Türk düş-manlariyle Türk ismi altında Türklük düşmanlarının bu temasına,
Zarifyan isimli Ermeni aracılık ediyordu.
Fakat mahut hedef ve dâva beyannamesinin neşrine rağmen Türk düşmanı Ermenilerle
Türklük düşmanı sözde Türkler anlaşamadılar, bomba alış verişini yapamadılar;
böylece Đslamların Halifesi ve Türklerin padişahını bombalamak şerefi (!) yalnız
Ermenilere kaldı.
Đşte ihtilâl beyannamesinden birkaç parça:
Osmanlılar! Biliriz ki, kudurmuş bir köpeği gebertmek farzdır! Đşte bugüne kadar
kan dökmekten sakınmış olan «Osmanlı Đhtilâl Fırkası» artık zalimlerin haddini
silâhla bildirmeye ve mazlumların intikamını almaya iyice karar verdi!
Zabıta güruhu ve asker takımı yolumuzu kesmeye kalkışırsa aramızı ancak Ölüm
ayırabilecektir. Evet, öleceğiz, öldüreceğiz, keseceğiz, biçeceğiz, yakacağız,
yıkacağız! Hiç kimseden pervamız yok!
O canavar Padişahın «Yıldız»ını söndürecek ve külünü semaya doğru savuracak olan
(dinamit)ler bile elde, belde hazırdır. Halkın selâmeti, herhangi noktayı
gösterirse oraya atılacaktır.
«Ya hak, ya ölüm!» diyerek «Meclis-i Mebusan»ı açtırmak ve şu zalim hükümeti
kökünden söküp atmak üzere biz işe sellemehüssellâm başlayacağız, bildiriyoruz!
(Mühür) Đhtilâl Fırkası. Ya hak, ya Ölüm!
O sıralarda Avrupadaki faaliyet içinde, meşhur Doktor Kadri Raşit Paşaya kadar
nice mâruf şahıslar arasında, Tunalı Hilmi ve büyük edip Süleyman Nazif'i de
görüyoruz. Bu Tunalı Hilmi, 20 yıl sonra Đttihatçıların çökerteceği imparatorluk
enkazından birkaçını kurtarabilmek, yâni Đttihatçı pisliğini temizlemek
gayesiyle başlayacak olan Đstiklâl Harbi ve peşinden Cumhuriyet devresi ilk
meb'usları arasında yer bulacak; zavallı Süleyman Nazif ise, yardım ettiği
tarafın yıktığı vatan harabesi önünde, îstanbulun işgali günü, dillere destan
«Kara Bir Gün» yazısını kaleme alacaktır.
Vahidüddin, Çengelköyündeki köşkünde, sessiz hıçkırıklarla Boğazı seyrede
dursun!...
Büyük hâdiseler herkesçe bilindiği, küçükleri büyükleri doğurma bakımından kök
değerlerine rağmen hafıza ve hatıralarda yaşayamadığı için onları yaya takip
ederken öbürlerinin üzerinden (füze) hıziyle geçmeyi tercih ediyoruz.
Đttihat ve Terakki'nin büyük hâdiseler çığırı, 19'uncu Asrın son yıllariyle 20
nci Asrın ilk seneleri arasındadır ve cemiyetin, büyük aksiyon merkezini
Selanikte kurmasiyle başlar ve Đstanbul üzerine sevkettiği, beyaz keçe külâhlı
fedailer ve Hareket Ordusiyle sona erer. Ahmed Rıza yine sahnededir ve onunla
beraber bazı isimler destanlaşmakta... Enverler, Niyaziler, Talâtlar, bu son
çığrın son perdelerinde sahneye çıkarlar; ve dağda ardına taktığı bir geyikle
hürriyet avına çıkan, fakat eceli sahneye çıkmasına müsaade etmediği için
kartpostallarda sembolleşen palabıyık Niyazi Bey müstesna, daha nice yeni aktör
ve figüranla beraber, Đmparatorluğun Çöküşüne kadar tam 10 yıl sahnede kalırlar.
Selanik devresinde Đttihat ve Terakki (bir aralık Terakki ve Đttihat) ağız
yerine tabanca namlusundan başka bir iş âleti tanımayan ve her kapıyı açıcı
maymuncuğu silâhta bulan bir eşkıya ocağıdır. Ocağa bu ruh sinince de artık
eski, sözde fikircilere hiçbir rol kalmamıştır. Meselâ: Enver'in fevkalâdelik
vasıfları arasında en hayran olunan nokta, onun, ismini, tabancayla, nokta
nokta, hedef tahtasına yazabildiğidir.
Bütün fikirleri, beyaz keçe külahlara siyah ibrişimle işledikleri «ya hürriyet,
ya Ölüm.» dövizinden ibaret...
Selanik devresinde ocağa sindirilen bu ruh, öyle tılsımlıdır ki, hepsinde,
bugünün futbol heyecanına benzer ve umumiyetle kaatil çetelerinde görülür bir
cinayet vecdi, hüküm sürmektedir.
Abdülhamid'in paşasını Selanik'te, telgrafhaneden çıkarken yere sererler, daha
nicelerini, nişan tâlimi yaparcasına kurşunlarlar ve ileride, Đstanbul'da, köprü
üstünde ve umumî meydanlarda, bir kurşunda susturacakları gazetecilere doğru,
boyuna tabanca (egzersiz)i yapmakta devam ederler. Bu ruhu; en tesirli
atışlarına düşman yerine dindaş ve yurttaşlarını hedef tutmak ruhunu, maya
tutturmaya başladıkları zabit tipine aşılamaya bakarlar.
Çoğu, deli vecdi içinde çırpınan ve saralı bir şeytan cezbesi yaşayan genç
Đttihatçıların ideal diye anladıkları ve kolayca yaydıkları ruh haleti, işte
yalınız ve yalınız, bu cana kıyma kültür ve sanatına dayanır. Đttihat ve Terakki
şekavet ocağının gide gide nihayet varabildiği biricik mezhep ruhiyatı, şehvet
halinde bir cinayet cezbesi ve bu cezbenin âyin zevki olmuştur.
yirminci Asır başlarında iyice billûrlaşmaya başlayan bu manzaraya karşı Ulu
Hakan Abdülhamid Hânın yapacağı, Selâniği mâna bakımından berhava etmek, bütün
elebaşlarını toplayıp vaktiyle Mithat Paşayı Brindizi'ye ve sonra Cidde'ye
taşıyan «Đzzeddin» vapuru yerine köhne «Tir-i Müjgân» gemisine doldurmak ve
Selanik açıklarında topa tutarak batırmaktı.
Yazık ki, Ulu Hakan'da her şey var, fakat bu ruh yoktu... O kadar yoktu ki, aynı
ruhu Đttihatçılardan karşılık alarak kopya etmeyi adetâ tenezzül sayıyordu.
Netice:
Zıpladılar, hopladılar, bağırdılar, çağırdılar, öldürdüler, yaktılar, Mabeyne
telgraf üstüne telgraf yağdırdılar, hop dediler, höt dediler ve Meşrutiyeti ilân
ettirdiler.
Meclis-i Mebusanda, Ahmed Riza'nın reislik kürsüsü yanında, o anda ve
karşılarında duran Abdülhamid'e hakaret ettiler, onu hürriyeti boğmuş ve milleti
hor görmüş olmakla suçladılar. Buna da tahammül ve tevekkül gösteren Padişahı
devirebilmek için, nihayet, hilelerin en denisine başvurdular, 31 Mart
ayaklanmasını tertiplediler. Karşı oldukları dâvayı -şeriat- kökünden kaldırma
yolunu açmak ve bu işin bahanesini bulmak için askerleri bizzat «şeriat
istiyoruz diye ayaklanın!» şeklinde kışkırttılar ve kışkırtıcının Abdülhamid
olduğunu ilân ettiler. Masum ve cahil neferleri «Şeriat de Şeriat!» diye
sokaklara ve meydanlara döktüler. Bunların büyük kısmını Ayasofya meydanına
kümelendirip oradaki Mebusan Meclisini (Cumhuriyetin 10'uncu yıl dönümünde yanan
Adliye Sarayı) basmaya, bazı mebusları öldürmeye, her şeyi kırıp dökmeye ve
yağmalamaya kadar dürtüklediler. Sonra Đstanbul üzerine çapulcu alaylarından,
ismine «Hareket Ordusu» dedikleri bir güruhu yürüttüler, bu ordunun neferlerini
«Padişahı kurtarmaya gidiyoruz!» diye kandırdılar. Ayan ve Mebusan'i birleştirip
«Millî Meclis» namiyle topladıkları heyete, Said Paşa gribi Abdülhamid'in eski
bendelerinden, fakat sıkışınca her defa bir ecnebi sefaretine sığınacak kadar
bedbaht ve seciyesiz bir adamı reis seçtirdiler; ve tahttan devirme kararını
işte bu orkestra şefinin kaldırdığı değnek ve gösterdiği notaya göre, keman,
borazan, davul, ilân etti-
Đşin en hazin tarafı, Tanzimattan beri gelen çizgi boyunca her gün biraz daha
belli olarak bütün dâva şeriatı kaldırmaktan ibaretken işi yine Şeriata uydurmak
gibi münafıkça bir hünerden vaz geçemediler ve hal'in fetvasını Şeyhülislâm
makamındaki «Şeyhülinkâr»dan kopardılar. Bu, ebedler boyu yüzü kara adam,
Abdülhamid gibi hastalık derecesinde bir dindarı, şeriat hükümlerini bozmak ve
kitaplarını yakmak, israf ve zulüm (!) göstermiş olmakla suçladı ve «hal'Đ caiz
olur mu?» sualine «elcevap: olur!» hükmünü bastı; ve kumandanlarının hassa
kuvvetleriyle karşı durma teklifine «hayır, benim yüzümden tek damla müslüman
kanı akmasına razı olamam!» diyen Ulu Hakan Abdülhamid Han tahttan al aşağı
edildi.
Bundan böyle ittihat ve Terakkiyi, 1918 mütarekesi günlerine kadar, felâket
kuşları halinde memleket semalarından geçen hadiseler katarı içinde takip
edebiliriz.
Gösterdiğimiz gibi, Abdülhamid'i, sırf merhamet ve hayata saygı damarını maden
gibi istismar etmek sayesinde devirdiler. Ve Abdülhamid'in «en ince yufkadan
daha ince ve yumuşak» diye vasıflandırdığı, 65'lik Mehmed Reşad Efendiyi,
Osmanlı tahtına, cansız bir eşya şeklinde oturttular. Böylece, 14 yıl sonra
müzeden bile kovulacak olan Osmanlı taht ve hükümdarının artık müze eşyası
telâkki edilmeye başlandığı çığırı açmış oldular.
SULTAN MEHMED REŞAD
Đkinci Abdülhamid gece yarısı Selâniğe, Yahudi (Alâtini) köşküne gönderilirken,
millet temsilcilerinden olmak iddiasındaki bir heyet; Mehmed Reşad Efendinin
huzuruna çıktı ve ona, millet iradesiyle müslümanların halifesi ve Türklerin
padişahı olduğunu bildirdi.
Hayatı süresince abdestsiz gezmemiş, bütün Osmanoğulları gibi din alâkasını asla
zayıflatmamış, tek damla içki içmemiş, her türlü haramdan kaçınmış,
ihtiyarlığına dek süren şehzadeliğinde hiç bir kere politika ve dalavere ateşine
el uzatmamış, yalnız tarih ve mesnevi okumuş, fakat Đç âlemini dış dünyaya
nakşetmek cehdinden yoksun yaşamış, yağmur suyundan temiz, ama temizleme fikir
ve enerjisinden mahrum, bu mavi gözlü, beyaz tenli, pembe yüzlü, ak sakallı,
esaret çapında tevekkül ve teslimiyet heykeli ihtiyar, heyete kelimesi
kelimesine, Önceden düzenlediği şu cevabı veriyor:
«— Otuz üç yıldır itidalimî muhafaza ettim. Bu müddet zarfında milletimin
selâmet ve saadetine dua ettim. Mademki millet beni istiyor; bu hizmeti
teşekkürle kabul ederim. Benim birinci emelim Şer'i-i Şerif ve Kanun-u Esası
mucibînce icra-yı hükûmet etmektir. Milletimin arzu ve amalinden zerrece inhiraf
etmem. Cenab-ı Hak muvaffakiyet ihsan ederse bahtiyarım.»
Abdülhamid devrini gizlice kötüleme ve itidal gösterilmesi çok zor bir zaman
olarak belirtme yoliyle Đttihatçılara bir nevi avans mahiyetindeki bu kof ve boş
sözler; her şey şeriatı yıkmaya doğru giderken, hem şeriatı gaye kabul ettiğini
söylemek, hem karşısındakilere gayesi sanki 'oymuş gibi davranmak ve vatan
hizmetini şeriatte olduğu kadar «Kanun-u Esasi»de görmek, üstelik millet arzu ve
emellerinden dönmeyeceğine işaret etmekle de millet yerine geçen ittihatçıları
tatmin etmeye bakmak noktasından, sinsi bir üslûp içinde tezat ve zaafların en
hazinini çerçeveler ve sultanlıkla sultanın ne hale düşürüldüğüne en veciz
misali verir.
O zamanki Harbiye Nezareti (Şimdiki Universite)nin önünde sıraya dizildikleri
Resne taburları millî (Arnavut) kılığıyla yeni padişahı selâmlarken meydanı
dolduran her renk ve çizgi, mevhum hürriyet noktası etrafında bütün bir
kozmopolitlik ve gaflet dünyasını resmetmektedir.
Sahneyi gözleriyle gören tarihçi Ahmet Refik'in bana anlattığı bir müşahedeye
göre halktan biri yanındakine soruyor:
— Kim bu hürriyet?
Öbürü cevap veriyor:
— Yeni padişahımız, efendimiz!
Kimse farkında değildir ki, bu yenisi (hürriyet), gelmiş ve geleceklerin en
zalimi olacak, asla tahtından indirilemeyecek ve her devrin putu olarak elden
ele devredilip gidecektir.
Maddî ve manevî şekavet ocağı Đttihat ve Terakki devresi üzerindeki
görüşlerimizi kendi gözlüğümüzden tesbit ederken bizzat Mehmed Vahidüddin'in
Ölçülerini dile getirdiğimizi, adetâ onu konuşturduğumuzu sanıyoruz.
Denilebilir ki, Mehmed Vahidüddin, Đkinci Abdülhamid Han'dan başlıyarak Sultan
Reşad'a kadar belirttiğimiz bütün kıymet hükümlerinde, üslûp ve tahlil farkıyle
ortağımızdır. Bu ortaklığı göstermekte de, hayatının son devresi olan îtalyada,
(San Remo)da, bugün hayatta bulunmayan eski nazır ve askerlerden birine
söylediği sözler şahittir. Rahmetli Paşanın, ismiyle ortaya çıkmak istemeyen
oğlunda gördüğümüz not defterinde, Vahidüddin'e ait şu cümleler vardır:
«— Büyük biraderim Abdülhamid Hân Hazretleri Yavuz Sultan Selim'den sonra
gelseydi Osmanlı padişahları arasında en üstün mertebeyi ibraz eder ve devleti,
iç ve dış düşmanlarına karşı en muhkem ve salâbetli bünyeye kavuştururdu. Bu
mânâyı, bana, kendi öz ağziyle de îma ve ifade ettiği olmuştur. Fakat en nazik
ve tehlikeli devrede geldi, 33 sene bütün felâketlere ve maziden kalma dertlere
karşı koymayı bildi, hastayı ölümden korudu ama, ayrıca müstakil bir sıhhat ve
saadet getiremedi. Onu, kan akıtmaya asla müsait olmayan dindar mizacı yüzünden
Đttihat ve Terakki yıktı ve zaten sıra icabı, Abdülmecid oğulları arasında en
halim selim, şefik, refik, mütevekkil, mütehammil, iradece zaif ve siyasetçe
hafif olanını buldu. Ona tac giydirdi ve onu başına tâç eyledi. Böylece, 600
yıllık devleti 6 yılda harcama yoluna girdi ve 9 yılda çökertti- Tarihimizi.
yahudilerin, masonların, dönmelerin âleti olarak millete onlardan daha büyük
fenalık edebilmiş, haricî ve dahilî hiçbir düşman mevcut değildir.»
Kelime kelime Sultan Vahidüddin'in dudaklarından dökülen bu Gözleri aynen tesbit
ettikten sonra, onun son cümlesindeki büyük hakikati ele alalım.
Đttihat ve Terakki, bütün büyük kedamanlariyle doğrudan doğruya mason ve gizli
Yahudi kurmayı-r?n sevk ve idaresine yön tutmuş ve yol almış bir tevekküldür.
Beynelmilel gizli Yahudi kurmayı, Abdülhamid gibi, islâm birliği ve Türk
bütünlüğü bakımından en tehlikeli şahsiyet saydığı bir hükümdara, murakabesiz
Batı taklitçisi ve talihsiz hürriyet nâracısı toy gençlerden ibaret Đttihatçılar
vasıtasiyle en büyük darbeyi indirdikten sonra, onları yapayalnız ve
Đmparatorluğu batırmakta serbest bırakmış, Trablus ve Balkan felâketleri
arkasından da Đtilâf manzumesi (Đngiltere, Fransa, Rusya ve sonunda Amerika)
tarafını tutarak, bu defa aynı ittihatçıları Türk vataniyle beraber yok etmek
taktiğini gütmüştür. Bütün bunlar olurken de ittihat ve Terakki Komitesinde
şuur, (matador)un tuttuğu kırmızı beze hücum eden azgın boğanınkinden
farksızdır. Đttihat ve Terakki, hiçbir şeyin farkına varmadan, daha doğrusu
farkına varmasına meydan verilmeden yahudinin oyuncağı olmuştur.
Komitenin evvelâ yahudi âleti ve peşinden kurbanı olmasındaki temel teşhis,
girift köklere bağlı olarak Öyle yerindedir -ki, îttihatçılarca iktidara
geçildikten bir müddet sonra rejimlerine (ideoloji) tedarik etmek için baş
vurulan Türkçülük bile, doğrudan doğruya yahudi eseri olmasa da, vasatını ya
hudilerin hazırladığı ve rol almasını kolaylaştırdığı bir iştir.
Oldukça cins bir fikir adamı olarak yaratıldıktan sonra dünyalar arası büyük
muhasebede ölüm dönemecini kivrılamayan ve inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya
Gökalp, itilâmın içinden değil, sadece Đslâmın yerini almak üzere icat ettiği
Türkçülük yolunda ne büyük bir yahudi himayesi göreceğinden veya yahudilere ne
zengin bir istismar sahası açtığından gafildi.
Tek hırsi, Kur'anda Allah'ın lanetlediği yahudinin hıncını almak ve şevketli
îslâm temsilcisi Türk'ü bu bakımdan yıkmak olan korkunç seciye, elbette ki onu
devirmeye doğru her harekete kredi açacak ve her türlü yardım (plasman)ını
yapacaktı. Nitekim bu bakımdan yıkmak olan korkunç seciye, elbette ki hem ucuz
tarafından, hem de tahrifçilik yoliyle kaptıran yahudi filozof (Emil
Durkaym)dır. Ondan sonra da aynı dâva etrafında yükseltilen vecd seslerinde
(Yeni Turan - Halide Edip) ve kurulan teşekküllerde (Türk Ocağı), çoğu Türklükle
alâkasız ve Anadolu mayası dışında tipler vardır. Süleyman Nazif'in Şu (espri)si
ne kadar yerindedir:
«— (Ci, cı, cü, cu), Türkçede meslek edatlarıdır. Kahveci, arabacı, kömürcü,
sabuncu, gibi. Nasıl kahveci kahve, arabacı araba, kömürcü kömür, sabuncu da
sabun demek değilse, Türkçülerin de çoğu Türk değildir.'»
Türkçülük vecdinde Halide Edib Adıvar gibi bir yahudı dönmesinin sanat
önderliğine kalkışması ve her biri Türk sınırları dışına bağlı ve yabancı
kültürlü (çoğu Moskof Kültüründen) şahısların dâvaya üşüşmesi herşeyi izaha
yeter.
Afallamış, iyice afallatılmış gerçek Türk unsurunun, devlette olduğu gibi,
afallamada da (1) numaralı adamı Sultan Reşad, işte, belki kuvvetli bir din bağı
ve ahlâk saffeti içinde, bütün bu işlerin daha nice siyasî ve askerî intihar
hareketleriyle beraber, kor, sağır ve dilsiz tuğrasıdır. Şekillendirdiği zaman
ve mekân çerçevesi bakımından da, bütün bu inceliklerin belirtilmesinde
vesile...
Artık 50 sini aşmış bulunan Vahidüddin ise, biraz sonra gözden geçireceğimiz,
veliahtlık ve bir ân evvel taht'a kavuşma emeli içinde, vezirleri «3 tuğdan 3
tüye inen» Đmparatorluğun açık izmihlal gidişi onunde bütün kanını içine
akıtmaktadır. Aynı not defterinden;
«— Sabahlara kadar uykusuz, Devlet-i Ebed Müddetin pek yakında zeval bulacağı
kaygısiyle kıvranmakta ve önümdeki yarı deli Veliahte (Yusuf Izzeddin) bakıp
büsbütün hayıflanmaktaydım.»
Trablus-u Garp tecavüzü ile Balkan Harbi Allah tarafından, Abdülhamid'i
devirmenin ve ondan mahrum -kalmanın iki ağır ukubetidir.
Ukubetlerin ukubeti Dünya Savaşı ise son idam hükmü...
Trablus-u Garp tecavüzü, hürriyet ilân edilir edilmez devlet bünyesine kuvvet
yerine ne müthiş bir zaaf geldiğinin ve artık Đmparatorlukta Şimalî Afrikayı
koruyabilecek bir güç ve bütünlük kalmadığının makarnacı Đtalyanlar tarafından
bile keşfedildiğini ve hemen istismar vesilesi yapıldığını, yani Meşrutiyet
inkılâbına Türk'ü diriltici değil, Öldürücü gözle bakıldığını gösterir. Demek
ki, Osmanlı Đmparatorluğu mevzuunda Avrupanın kolladığı dem hulul etmiş, vâde
dolmuştur.
Balkan Muharebesi ise, o zamanki Fransız (Đllüstrasyon) mecmuasının kapağında
çıkmış ve 38" yıl sonra «Büyük Doğu»da kopyası yayınlanmış korkunç bir
fotoğrafın dilinden şudur:
— Kumanda heyeti ve zabit sınıfına işleyen politika zehiri yüzünden ordunun
bozulmasiyle, aç bîilâç, silâhsız ve çarıksız Anadolu arslanının dünkü
karakulakları (sağır sırtlan, uyuz çakal, topal köstebek gibi arslan dalkavuğu
süflî hayvanlar) karşısında verdiği acı ve haysiyetsiz bozgun...
Merzıfonlu Kara Mustafa'nın Viyana Önlerinde verdiği ve Peygamber Sancağının
bile düşman eline-düşmek üzere bulunduğu ve ancak birkaç iman hamiyetlisi
tarafından kurtarılabildiği ve artık hezimet çığrımızı açtığı büyük bozgundan
başlayarak bütün bozgunlarımız içinde en feciî ve belki toplayıcısı olan Balkan
mağlûbiyeti sonunda, elimizden-gelebilen tek şey, kendi kendimizi namussuz ilân
ederek numune mekteplerinde şarkılar söylemek olmuştur. Aynen:
1328 de Türk namusu lekelendi, of!
; Of, of!... Ah, ah!...
Acaba bu dünyada namusunun lekelendiğini mektep çocuklarına şarkılarla ilâm
ettiren bir rejim görülmüş müdür?
Balkan Harbinden önce ittihatçılara karşı zabitlerden kurulu bir «Halâskâran -
Kurtarıcılar» grubu peydahlanmıştır ki, kibrit aşevi gibi çakıp sönmüş, fakat
bir aralık Komiteyi sarsar ve iktidardan uzaklaşmaya zorlar gibi olmuştur. Đşte
bu hengâmede Đttihatçılar, bir kere çürütmüş bulundukları ordunun feci
âkibetinden kendilerini sorumlu tutmamak ve arkasından Babıâli baskınına
davranmakla, çifte suç altındadırlar: Evvelâ, bizzat hazırladıkları felâket
deminde garip bir manevrayla ortadan silinivermek, sonra da her şeyin kaybolduğu
anda ortaya çıkıp yeni felâketlere zemin açmak...
Babıâli baskını, devlet kuvvetini, ihtiyar ve şapşal sadrâzamın bileklerindeki
güce kadar inmiş görmekten gelen bir nefs emniyeti içinde, birkaç deli
tarafından başarılmış, gözükaralikta olduğu kadar akılsızlıkta da misilsiz bir
harekettir. Fakat memleketin o zamanki şartlarına göre, en büyük aklın da
içinden çıkamayacağı şekilde dâhice... Düşünün ki, o sırada sadrâzam odasının
arka tarafında talim etmekte olan bir bölüğe, camları kırıp verilecek bir emir,
baskını hemen durdurabilir ve dâhice hareketi aptalca bir neticeye
bağlayabilirdi. Ağzını açar gibi olan Harbiye Nâzırı yerlere serilmiş, tiril
tiril titreyen sadrâzama istifası yazdırılmış ve hemen saraya koşularak yeni
kabine yüksek tasdike sunuluvermiştir. Daima ve her şeyden memnun ve mahzuz
Sultan Reşad'ın bir imzası ve herşey olup bitti!
Umumî Harp hemen hemen kapıya gelmiştir. Merkezî ittifakın (Almanya, Avusturya-
Macaristan, Đtalya) karşısına muhiti Đtilâf (Đngiltere, Fransa, Rusya) dikilmiş
ve bir harp kopacak olursa başta Amerika bulunmak üzere, küçüklü büyüklü bütün
dünya devletlerinin itilâf kuvvetleri safında yer alacağı belli olmuştur.
Dünya, Batı medeniyeti bünyesinin metabolizma ihtilâline ve temsilciler arasında
Anglo-Saksonlar ve Franklardan Germenlere doğru el değiştirme mücadelesine
sürüklenmektedir. Baş müessir olan bu ruhî sebebin yanında da dış bahane,
Đngiliz - Alman sinaî ve iktisadî rekabetidir. 19'uncu Asrın ikinci yarısında
başlayan ve gitgide gelişen Batı buhranı, Avrupalıda, kendi öz icadı müsbet
bilgi âletlerini ruhî bir müeyyide etrafında toplayamamak, onlara hakim olamamak
şeklinde başlamış ve sosyalizma; peşinden komünizma ile de, yeni keşiflerin
getirdiği yeni dertler şeklinde beslenmekte devam etmiştir. Bu yeni keşiflerin
başında, Dünya Savaşından sonra putlaştırılmaya kadar götürülecek olan makine
vardır, içtimaî sınıfların aralarını açan, hünerli cemiyetlere yepyeni istihsal
sahaları ve onunla beraber yepyeni istihlâk pazarları gösteren, böylece bambaşka
bir politika dünyası doğuran makine, bir iç ve dış tahrip âleti halinde gemi
azıya alınca, bütün dâva, onu en iyi kullanacak topluluğa ve o topluluğun
üstünlük iddiasına kalmış ve işte kıyamet bundan kopmuştur.
Hâlâ aynı dert üzerinde çırpınan ve ne Birinci, ne de Đkinci Dünya Harbleriyle
urunu kusabilen insanlık bu muazzam ruhî, içtimaî, sınaî ve iktisadi problemi
yaşarken Türkiye'de manzara nedir?
Daha harp başlamadan mağlûp tarafın belli olduğu yöne doğru kayan, o yönün sert
kumanda, şatafatlı üniforma, bal peteğinden daha intizamlı ordu hendesesine
(Alman Ordusu) dışından âşık ve top-yekûn dünyadan gafil, üç beş gözükara elinde
zaman ve mekân dışı bir vatan...
Sarayın manzarası ise gaflet üstüne gaflet arzetmekte... Üç-beş gözükara elinde,
dünyadan, dünyanın nereye gittiğinden habersiz, zaman ve mekân dışı vatanda, bu
halden de gafil, bütün saatleri durmuş ve hacmi satıhlışmış bir saray...
«Edebiyat-ı Cedide»nin romanda nispeten en haysiyetli temsilcisi Halid Ziya
Uşaklıgil, Mabeyn Başkâtibi bulunduğu o sıralarda gördüklerini anlatırken, her
şeyden evvel, haşmetli Topkapıdan gılzetli piç mimarî (Barok) ve (Rokoko) ya
düşmüş olan sarayı, dışından olsun, görür gibidir:
«— Ne zaman deniz cihetinden bakılsa, insanda, Avrupanin Önde ve makbul üslûp
şartları dairesinde vücuda getirilmiş, vakur, ciddi kâşânelerinden ziyade
şekerlemeci camekânlarını süsleyen yapma pastaların ifratla büyütülerek
dondurulmuş bir örneğî tesirini uyandıran Dolmabahçe...»
Gerçekten haysiyet ve şahsiyet sahibi bir görüş...
Bundan sonra Halid Ziya, «Saray ve Ötesi» ilmiyle kaleme aldığı hatıralarında
«zâlim, korkaklığına rağmen her tehlikeye göğüs gerecek kadar gözüpek bir
padişahı, ancak kendi mevcudiyeti ve emniyeti için işgal ettiği tahtından söküp
kopararak menfaya gönderen bir zümre tarafından başkâtip sıfatiyle gönderilmiş
adam...»
Đşte saray, işte onun dışından daha şahsiyetsiz ve kudretsiz olduğu meydanda
bulunan içi; ve işte başkâtibini bile Đttihatçıların gönderdiği «memnun oldum,
mahzuz oldum!.» tekerlemecisi bîçare Sultan Mehmed Reşad...
VELĐAHTLIK
Bütün bu hallerin tam bir tahlil ve terkibini yapabilecek kafada olmasa bile
seziş bakımından kötülüğünü hissettiği ve acısını çektiği muhakkak bulunan
Mehmed Vahidüddin Efendi, o sıralarda her hareketine hâkim bir telâş içindedir:
Veliahtlık telâşı...
Bu telâş nedendir ? Mahvolmaya doğru giden «Devlet-i Aliyye»yi kurtarabilmek
için kendisini lüzumlu görmesinden ve bu sebeple bir ân evvel taht'a ulaşmak
Üzere öne geçmek istemesinden mi, yoksa sadece nefs hırsına uyarak «Taht-ı âli-
baht»a kurulmayı arzulamasından mı?
Bu iki ihtimalden herhangi birini gerçekleştirici tarihî bir vesikaya malik
değiliz. Her ikisi de olabilir; ve ikinci ihtimal, tarihin en büyük mazlumları
arasında müsabaka açılsa, her halde dereceye girmesi muhakkak olan Vahidüddin'i
büyük vatan dostu olmak vasfından düşürmez. Tahtı nefsi için isteyen bile, her
halde üstünde uyumak için değil, bir şey yapmak için ister.
Kaldı ki, Osmanlı tahtının o hengâmede belirttiği iğneli fıçı manzarası, onu
cazip kılmaktan çok uzak; ayrıca Vahidüddin tarafından ileride söylenen sözler
ruhunu ve muradını ifadede pek açık olduğuna göre, ondaki veliahtlık telâşına
vatan kaygısından başka mâna verilemez.
Vahidüddin'in veliahtlık telâşı, önünde bulunan asıl veliaht Yusuf Đzzeddin
Efendiden geliyordu. Abdülâziz'in büyük oğlu Yusuf Đzzeddin, Abdülmecid'in küçük
oğlu Vahidüddin ile arka arkaya, sıra sıraya gelmiş bulunuyorlar. Đkinci
Mahmud'un iki oğlu Abdülmecid ve Abdülâziz kollarından gelenler arasındaki
çekişme ayrıca malûm ve Abdülâziz'den sonra üç hükümdar boyunca hep Abdülmecid
oğullarının hüküm sürdüğü, ortada...
Đşte Mehmed Vahidüddin de, üç ağabeyi sırasınca devam eden, Abdülmecid oğulları
gidişinin kendisinde birdenbire tıkanmasından ve araya Yusuf Đzzeddin gibi bir
akıl hastasının girmesinden fevkalâde kaygıya düşmüş bulunuyordu.
Gerçekten vatan kaygısına bağlanabilecek olan his ve onun türlü tezahürlerine
dair Halid Ziya'nın anlattıkları içinde, evvelâ şehzadelere ait şu ruh haleti
vardır:
«— Bunların hepsi gece yataklarına girince tavanda çizilen ihtimallere bakarak
kendilerinden evvel gelenleri sayarlar; ve sabahleyin gözleri güneşin ipek kumaş
perdeler arasından sızan ışıklarını yöklayarak, acaba bu gece kaç tanesi
eksildi, diye soruş tururlardı.»
Daha sonra veliahtlığın şartları:
«— Veliaht olmak ve zamanı gelince bütün memleketi ayaklarının altında görmek
için iki şart lâzımdi: Ekber (en büyük) ve erşed (en olgun) olmak...»
Bundan sonra Halit Ziya hikâyeye geçer: «— Gözönünde iki ekber vardı: Abdülâziz
oğlu Yusuf Đzzeddin ve Abdülmecid oğlu Vahidüddin... ve resmen tek bir veliaht
olmak lâzımgelir. Bu ikinin en büyüğü olan Yusuf Đzzeddin... O da böyle
düşünüyordu. Fakat Vahidüddin bu fikirde değildi. Onun hususî ve şahsî
düşüncelerine göre veliaht iki olmalıydı.
Bunu, zamanın padişahından, hükümetinden başlayarak en küçük ferde kadar herkes
bilmeli, tanımalıydı. Hususiyle veliaht olan zat bunu kabul etmeliydi. Bu
iddiayı ilk günden öne sürdü ve ilk günden, asıl veliahtın, sinirli,, buhranlı,
tehevvürlü (öfkeli) karşı durmasiyle çarpıştı.»
Böylece, Vahidüddin'in, kendisine gelinceye kadar ilk defa olmak üzere,
veliahtlık dâvasında ortaya yeni bir tez atmış olduğu meydana çıkıyor. Acaba bu
teziyle Vahidüddin şu gerektirici sebeplere kadar düşünmüş müdür:
— Veliaht, ileride birinden biri tercih mevzuu teşkil etmek üzere iki olmalıdır.
Bunun, yaş farkı gibi kuru bir kemmiyet imtiyaziyle başa geçmeye sed çekici ve
keyfiyet ölçüsünü davet edici bir fazilet olmasından başka, namzetler arasında
ehliyet yarışı ve nefs murakabesi bakımından da büyük faydası vardır. Böyle bir
usul (monarşi) içinde bir nevi demokrasi Ölçüsü olur.
Veliahtın iki olması fikri doğrudan doğruya Vahidüddine ait olduğuna göre bu
fikri yukarıdaki inceliklerden mahrum görmek haksızlık olur. Zira sırf Şahıs
mülâhazasiyle böyle bir fikir hiçbir kıymet ifade etmez. Eğer Vahidüddin sıradan
ve düşük vasıflı bir insansa ikinci veliaht olmakla hiçbir şey sağlayamaz;
sıranın öndekine ve sonra kendisine gelmesi icap eder. Yok, eğer Vahidüddin
ikinci veliahtlığı istemekle, rakibine ait bazı menfî ve kendisine mahsus müspet
tarafları muhasebe ettirmek istiyorsa o halde hakikat kendi kendisine ortaya
çıkıyor ve bu istek sadece hakkın tecellisine yardım ediyor demektir ki, o zaman
da kimsenin söz söylemeye mecali kalmaz ve yukarıdaki gerektirici sebepler kendi
kendilerine meydana gelir.
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin
50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin

More Related Content

What's hot

Canakkale zaferi-1206294749108947-5
Canakkale zaferi-1206294749108947-5Canakkale zaferi-1206294749108947-5
Canakkale zaferi-1206294749108947-5melike_demir
 
Canakkale Zaferi
Canakkale ZaferiCanakkale Zaferi
Canakkale Zaferiguest469830
 
Manzume Ve Siir
Manzume Ve SiirManzume Ve Siir
Manzume Ve Siirderslopedi
 
Nazım hikmet2
Nazım hikmet2Nazım hikmet2
Nazım hikmet2duygu135
 
Abdullah ziya kozanoglu hilal vd hac
Abdullah ziya kozanoglu   hilal vd hacAbdullah ziya kozanoglu   hilal vd hac
Abdullah ziya kozanoglu hilal vd hacAli Doğan
 
1966 kemalpaşaoğlu'nun eserleri 31 [yazdırma]
1966 kemalpaşaoğlu'nun eserleri 31 [yazdırma]1966 kemalpaşaoğlu'nun eserleri 31 [yazdırma]
1966 kemalpaşaoğlu'nun eserleri 31 [yazdırma]Fdgalgjadg Fhaldfad
 
Nazim hi̇kmet ran
Nazim hi̇kmet ranNazim hi̇kmet ran
Nazim hi̇kmet ranmervecatkin
 
Kemal Reisin Hayatı Ve TüRk Denizciligine KatkıLarı
Kemal Reisin Hayatı Ve TüRk Denizciligine KatkıLarıKemal Reisin Hayatı Ve TüRk Denizciligine KatkıLarı
Kemal Reisin Hayatı Ve TüRk Denizciligine KatkıLarıAhmet Türkan
 
Lafı GediğIne Koyanlar
Lafı GediğIne KoyanlarLafı GediğIne Koyanlar
Lafı GediğIne KoyanlarTayfun Turkalp
 
Edebiyat bilgisi 3
Edebiyat bilgisi 3Edebiyat bilgisi 3
Edebiyat bilgisi 3Rauf Erdem
 
çanakkale sunusu
çanakkale sunusuçanakkale sunusu
çanakkale sunusuguest392825
 
Tarihte Lafi Gedige Oturtanlar Dunya
Tarihte Lafi Gedige Oturtanlar DunyaTarihte Lafi Gedige Oturtanlar Dunya
Tarihte Lafi Gedige Oturtanlar DunyaMesut Karakas
 
1972 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler ii 137
1972 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler ii 1371972 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler ii 137
1972 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler ii 137Fdgalgjadg Fhaldfad
 
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134Fdgalgjadg Fhaldfad
 

What's hot (19)

Nazım+hik..
Nazım+hik..Nazım+hik..
Nazım+hik..
 
Canakkale zaferi-1206294749108947-5
Canakkale zaferi-1206294749108947-5Canakkale zaferi-1206294749108947-5
Canakkale zaferi-1206294749108947-5
 
Canakkale Zaferi
Canakkale ZaferiCanakkale Zaferi
Canakkale Zaferi
 
Manzume Ve Siir
Manzume Ve SiirManzume Ve Siir
Manzume Ve Siir
 
Nazım hikmet2
Nazım hikmet2Nazım hikmet2
Nazım hikmet2
 
Abdullah ziya kozanoglu hilal vd hac
Abdullah ziya kozanoglu   hilal vd hacAbdullah ziya kozanoglu   hilal vd hac
Abdullah ziya kozanoglu hilal vd hac
 
Diziler ikinci yayin
Diziler ikinci yayinDiziler ikinci yayin
Diziler ikinci yayin
 
1966 kemalpaşaoğlu'nun eserleri 31 [yazdırma]
1966 kemalpaşaoğlu'nun eserleri 31 [yazdırma]1966 kemalpaşaoğlu'nun eserleri 31 [yazdırma]
1966 kemalpaşaoğlu'nun eserleri 31 [yazdırma]
 
Nazim hi̇kmet ran
Nazim hi̇kmet ranNazim hi̇kmet ran
Nazim hi̇kmet ran
 
Hikmet damlalari
Hikmet damlalariHikmet damlalari
Hikmet damlalari
 
Kemal Reisin Hayatı Ve TüRk Denizciligine KatkıLarı
Kemal Reisin Hayatı Ve TüRk Denizciligine KatkıLarıKemal Reisin Hayatı Ve TüRk Denizciligine KatkıLarı
Kemal Reisin Hayatı Ve TüRk Denizciligine KatkıLarı
 
Sanata izin
Sanata izinSanata izin
Sanata izin
 
Lafı GediğIne Koyanlar
Lafı GediğIne KoyanlarLafı GediğIne Koyanlar
Lafı GediğIne Koyanlar
 
Edebiyat bilgisi 3
Edebiyat bilgisi 3Edebiyat bilgisi 3
Edebiyat bilgisi 3
 
çanakkale sunusu
çanakkale sunusuçanakkale sunusu
çanakkale sunusu
 
Tarihte Lafi Gedige Oturtanlar Dunya
Tarihte Lafi Gedige Oturtanlar DunyaTarihte Lafi Gedige Oturtanlar Dunya
Tarihte Lafi Gedige Oturtanlar Dunya
 
1972 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler ii 137
1972 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler ii 1371972 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler ii 137
1972 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler ii 137
 
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134
Türkçülüğe karşı haçlı seferleri 134
 
Musahiplik
Musahiplik Musahiplik
Musahiplik
 

Similar to 50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin

Sofyadan İstanbula Genç Cumhuriyete Yolculuk.pdf
Sofyadan İstanbula Genç Cumhuriyete Yolculuk.pdfSofyadan İstanbula Genç Cumhuriyete Yolculuk.pdf
Sofyadan İstanbula Genç Cumhuriyete Yolculuk.pdfEnverAykol1
 
Çağatay Uluçay - Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları - horozz.net
Çağatay Uluçay - Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları - horozz.netÇağatay Uluçay - Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları - horozz.net
Çağatay Uluçay - Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları - horozz.netAdnan Dan
 
Dede korkut sunumu
Dede korkut sunumuDede korkut sunumu
Dede korkut sunumuAhmet Kilic
 
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...Erdin Hasdemir
 
A special album of davetname
A special album of davetnameA special album of davetname
A special album of davetnamebeyazarifakbas
 
A beszelö köntös konusan kaftan
A beszelö köntös   konusan kaftanA beszelö köntös   konusan kaftan
A beszelö köntös konusan kaftanSavaş Erdoğan
 
İvo andriç drina köprüsü
İvo andriç  drina köprüsüİvo andriç  drina köprüsü
İvo andriç drina köprüsüSezai Akçin
 
Nazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet RanNazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet RanUmutcan
 
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adamAvrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adamChp Aydın
 
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdfDİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdfAhmet Türkan
 
Dede korkut
Dede korkutDede korkut
Dede korkutkumukcan
 
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber OrtaylıSon İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylımenemenazdacorba
 
Izmir'in faytonlari
Izmir'in faytonlariIzmir'in faytonlari
Izmir'in faytonlariVural Yigit
 
İmam gazali kimya-i saâdet
İmam gazali   kimya-i saâdetİmam gazali   kimya-i saâdet
İmam gazali kimya-i saâdetSelçuk Sarıcı
 
Emin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLUEmin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLUozerfurkan
 
Emin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğluEmin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğluozerfurkan
 

Similar to 50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin (20)

Sofyadan İstanbula Genç Cumhuriyete Yolculuk.pdf
Sofyadan İstanbula Genç Cumhuriyete Yolculuk.pdfSofyadan İstanbula Genç Cumhuriyete Yolculuk.pdf
Sofyadan İstanbula Genç Cumhuriyete Yolculuk.pdf
 
Çağatay Uluçay - Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları - horozz.net
Çağatay Uluçay - Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları - horozz.netÇağatay Uluçay - Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları - horozz.net
Çağatay Uluçay - Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları - horozz.net
 
DEDEKORKUT (1).pdf
DEDEKORKUT (1).pdfDEDEKORKUT (1).pdf
DEDEKORKUT (1).pdf
 
Dede korkut sunumu
Dede korkut sunumuDede korkut sunumu
Dede korkut sunumu
 
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...
Yıldırım'dan Dünyaya Armağan CUMALIKIZIK ( A Present From Yıldırım to the Wor...
 
A special album of davetname
A special album of davetnameA special album of davetname
A special album of davetname
 
A beszelö köntös konusan kaftan
A beszelö köntös   konusan kaftanA beszelö köntös   konusan kaftan
A beszelö köntös konusan kaftan
 
İvo andriç drina köprüsü
İvo andriç  drina köprüsüİvo andriç  drina köprüsü
İvo andriç drina köprüsü
 
Nazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet RanNazım Hikmet Ran
Nazım Hikmet Ran
 
Avrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adamAvrupa ile asya arasindaki adam
Avrupa ile asya arasindaki adam
 
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdfDİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
 
Dede korkut
Dede korkutDede korkut
Dede korkut
 
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber OrtaylıSon İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
 
Izmir'in faytonlari
Izmir'in faytonlariIzmir'in faytonlari
Izmir'in faytonlari
 
7.SINIF YAZI TÜRLERİ.pptx
7.SINIF YAZI TÜRLERİ.pptx7.SINIF YAZI TÜRLERİ.pptx
7.SINIF YAZI TÜRLERİ.pptx
 
İmam gazali kimya-i saâdet
İmam gazali   kimya-i saâdetİmam gazali   kimya-i saâdet
İmam gazali kimya-i saâdet
 
Oğuzhan özdemir
Oğuzhan özdemirOğuzhan özdemir
Oğuzhan özdemir
 
Emin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLUEmin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLU
 
Emin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğluEmin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğlu
 
Yahya kemal beyatli
Yahya kemal beyatliYahya kemal beyatli
Yahya kemal beyatli
 

More from Fdgalgjadg Fhaldfad

Milli unsurların hakimiyeti çerçevesinde atsız ve serdengeçti nin şiirlerinde...
Milli unsurların hakimiyeti çerçevesinde atsız ve serdengeçti nin şiirlerinde...Milli unsurların hakimiyeti çerçevesinde atsız ve serdengeçti nin şiirlerinde...
Milli unsurların hakimiyeti çerçevesinde atsız ve serdengeçti nin şiirlerinde...Fdgalgjadg Fhaldfad
 
Hüseyin namık orkun eski türk yazıtları
Hüseyin namık orkun    eski türk yazıtlarıHüseyin namık orkun    eski türk yazıtları
Hüseyin namık orkun eski türk yazıtlarıFdgalgjadg Fhaldfad
 
1961 ordinaryüs'ün fahiş yanlışları 6
1961 ordinaryüs'ün fahiş yanlışları 61961 ordinaryüs'ün fahiş yanlışları 6
1961 ordinaryüs'ün fahiş yanlışları 6Fdgalgjadg Fhaldfad
 
1961 osman (bayburtlu), tevârih i cedîd-i mir'at-ı cihan 28
1961 osman (bayburtlu), tevârih i cedîd-i mir'at-ı cihan 281961 osman (bayburtlu), tevârih i cedîd-i mir'at-ı cihan 28
1961 osman (bayburtlu), tevârih i cedîd-i mir'at-ı cihan 28Fdgalgjadg Fhaldfad
 
1961 osmanlı tarihine ait takvimler 55
1961 osmanlı tarihine ait takvimler 551961 osmanlı tarihine ait takvimler 55
1961 osmanlı tarihine ait takvimler 55Fdgalgjadg Fhaldfad
 
1966 birgili mehmed efendi bibliyografyası 89 [yazdırma]
1966 birgili mehmed efendi bibliyografyası 89 [yazdırma]1966 birgili mehmed efendi bibliyografyası 89 [yazdırma]
1966 birgili mehmed efendi bibliyografyası 89 [yazdırma]Fdgalgjadg Fhaldfad
 
1967 istanbul kütüphanelerine göre ebussuud bibliyografyası 62
1967 istanbul kütüphanelerine göre ebussuud bibliyografyası 621967 istanbul kütüphanelerine göre ebussuud bibliyografyası 62
1967 istanbul kütüphanelerine göre ebussuud bibliyografyası 62Fdgalgjadg Fhaldfad
 
1971 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler i 146
1971 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler i 1461971 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler i 146
1971 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler i 146Fdgalgjadg Fhaldfad
 
Türkçülük akiminda din olgusu üzerine aykiri bir yaklaşim 165
Türkçülük akiminda din olgusu üzerine aykiri bir yaklaşim 165Türkçülük akiminda din olgusu üzerine aykiri bir yaklaşim 165
Türkçülük akiminda din olgusu üzerine aykiri bir yaklaşim 165Fdgalgjadg Fhaldfad
 
Istanbul kütüphanelerinde tanınmamış osmanlı tarihleri 35
Istanbul kütüphanelerinde tanınmamış osmanlı tarihleri 35Istanbul kütüphanelerinde tanınmamış osmanlı tarihleri 35
Istanbul kütüphanelerinde tanınmamış osmanlı tarihleri 35Fdgalgjadg Fhaldfad
 
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92Fdgalgjadg Fhaldfad
 
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28Fdgalgjadg Fhaldfad
 

More from Fdgalgjadg Fhaldfad (20)

1949 osmanlı tarihleri i 377
1949 osmanlı tarihleri i 3771949 osmanlı tarihleri i 377
1949 osmanlı tarihleri i 377
 
Milli unsurların hakimiyeti çerçevesinde atsız ve serdengeçti nin şiirlerinde...
Milli unsurların hakimiyeti çerçevesinde atsız ve serdengeçti nin şiirlerinde...Milli unsurların hakimiyeti çerçevesinde atsız ve serdengeçti nin şiirlerinde...
Milli unsurların hakimiyeti çerçevesinde atsız ve serdengeçti nin şiirlerinde...
 
Kenan ali-fuat-turkgeldi
Kenan ali-fuat-turkgeldiKenan ali-fuat-turkgeldi
Kenan ali-fuat-turkgeldi
 
1958 deli kurt 142
1958 deli kurt 1421958 deli kurt 142
1958 deli kurt 142
 
Hüseyin namık orkun eski türk yazıtları
Hüseyin namık orkun    eski türk yazıtlarıHüseyin namık orkun    eski türk yazıtları
Hüseyin namık orkun eski türk yazıtları
 
1959 z vitamini 46
1959 z vitamini 461959 z vitamini 46
1959 z vitamini 46
 
1961 ordinaryüs'ün fahiş yanlışları 6
1961 ordinaryüs'ün fahiş yanlışları 61961 ordinaryüs'ün fahiş yanlışları 6
1961 ordinaryüs'ün fahiş yanlışları 6
 
1961 osman (bayburtlu), tevârih i cedîd-i mir'at-ı cihan 28
1961 osman (bayburtlu), tevârih i cedîd-i mir'at-ı cihan 281961 osman (bayburtlu), tevârih i cedîd-i mir'at-ı cihan 28
1961 osman (bayburtlu), tevârih i cedîd-i mir'at-ı cihan 28
 
1961 osmanlı tarihine ait takvimler 55
1961 osmanlı tarihine ait takvimler 551961 osmanlı tarihine ait takvimler 55
1961 osmanlı tarihine ait takvimler 55
 
1966 birgili mehmed efendi bibliyografyası 89 [yazdırma]
1966 birgili mehmed efendi bibliyografyası 89 [yazdırma]1966 birgili mehmed efendi bibliyografyası 89 [yazdırma]
1966 birgili mehmed efendi bibliyografyası 89 [yazdırma]
 
1967 istanbul kütüphanelerine göre ebussuud bibliyografyası 62
1967 istanbul kütüphanelerine göre ebussuud bibliyografyası 621967 istanbul kütüphanelerine göre ebussuud bibliyografyası 62
1967 istanbul kütüphanelerine göre ebussuud bibliyografyası 62
 
1968 âli bibliyografyası 113
1968 âli bibliyografyası 1131968 âli bibliyografyası 113
1968 âli bibliyografyası 113
 
1971 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler i 146
1971 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler i 1461971 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler i 146
1971 evliya çelebi seyahatnâmesi'nden seçmeler i 146
 
1972 ruh adam 168
1972 ruh adam 1681972 ruh adam 168
1972 ruh adam 168
 
Türkçülük akiminda din olgusu üzerine aykiri bir yaklaşim 165
Türkçülük akiminda din olgusu üzerine aykiri bir yaklaşim 165Türkçülük akiminda din olgusu üzerine aykiri bir yaklaşim 165
Türkçülük akiminda din olgusu üzerine aykiri bir yaklaşim 165
 
Istanbul kütüphanelerinde tanınmamış osmanlı tarihleri 35
Istanbul kütüphanelerinde tanınmamış osmanlı tarihleri 35Istanbul kütüphanelerinde tanınmamış osmanlı tarihleri 35
Istanbul kütüphanelerinde tanınmamış osmanlı tarihleri 35
 
Makaleler i 153
Makaleler i 153Makaleler i 153
Makaleler i 153
 
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
Murat uzunalioğlu nihal atsız biyografisi ve mektupları 92
 
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28
 
Makaleler ii 109
Makaleler ii 109Makaleler ii 109
Makaleler ii 109
 

50943910 necip-fazıl-kısakurek-vatan hainidegil-buyukvatandostuvahiduddin

  • 1. Necip Fazıl Kısakürek Vatan Haini değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin NECĐP FAZIL KISAKÜREK Vatan haini değil, büyük vatan dostu, Sultan 6 ncı Mehmed Vahidüddin TAKDĐM Bu eser, 6-7 yıl önce bir gazetede tefrika edildi, peşinden kitap halinde çıktı; ve ne gazetede, ne de kitap olarak yayınlanmasından herhangi bir takibe uğradı. Fakat bir müddet sonra nereden ve nasıl geldiği belirsiz bir tepki neticesi, Vahidüddin'i temize çıkarmak Atatürk'e hakaret sayıldı, kitap toplatıldı ve mahkemeye iletildi. Mahkeme, müellifinin kendisini savunmaya bile lüzum görmediği, bu bakımdan hâkim huzurunda boy göstermeye ihtiyaç hissetmediği, dünya görüşümüze aykırı «bilirkişi»lerin de bir ağızdan suçsuz bulduğu bu eser
  • 2. hakkında bedahet üslûbiyle beraet kararı verdi. Fakat hüküm Temyizce bozuldu ve tam da mahkûmiyetin eşiğine sürüldüğümüz bir anda, Af Kanunu işi kurtardı. Şimdi eseri tekrar neşrederken şu üç ölçüye dayanıyoruz: 1 — Bir şeyi övmek, onun zıddını yermek değildir. Gündüzü medhetmekle geceyi zemmetmiş olmak manası alınamaz. En iptidaî ve sadece hissiyle hareket eden bir toplulukta bile, hukuk anlayışı olarak böyle bir abese yer bulunamaz. 2 — Eğer gündüzü medhedenin ruhunda geceye karşı ayrıca ve gizli bir nefret varsa, bu nefret açığa vurulmadıkça ve dışından bir Đşarete kavuşmadıkça sadece kimsenin el uzatamayacağı bir vicdan meselesi olarak kalır ve hiçbir türlü suçlandırılamaz. 3 — Kaldı ki, eserde bu nokta da ele alınmış ve Vahidüddin ile Atatürk arasında bir muhasebe yapılmaya kadar gidilmiş ve herhangi bir vehim tefsirine de imkân kalmaması için, hüküm, 226 nci sahîfede, yeni bir ilâve olarak verilmiştir. Bu bakımlardan eserimizi, hem belirttiği tarihî dâvaya dayanak olmak, hem de memleketimizde kanuna riayet diye bir şey bulunup bulunmadığını göstermek gibi iki başlı hizmet gayesiyle ve rahat gönülle neşrediyor ve her şeyi Hakka ve hak duygusuna ısmarlıyoruz. N.F.K. KÖŞK Yirmi yaşlarında var, yoktum. Birkaç yıldır Beylerbeyinde oturuyorduk. Beylerbeyi ile Çengelköyü arasındaki iki yanı çınarlı Yalılar Boyu Caddesine bakınırdım. O zamanlar toprak, şimdi asfalt bu yolun üstünde, akşamları, Havuzbaşına kadar yürümek, oradan Çengelköyü istikametine sarkmak, iskeleyi geçip Kuleli'ye doğru uzanmak en büyük zevkimdi. Çengelköyü iskelesinden hafif bir yokuşla sahil yoluna çıkınca, sağda, dik bir geçidin ulaştırdığı sed üzerinde sık bir ağaçlık ve ortasına düşen, saray ufağı, yayvan, beyaz, ahşap bir köşk... Vahidüddin Efendi köşkü... Pancurları kapalı bu köşkde hiçbir hayat eseri yok... Şehzadeliğinde sahibi, son Osmanlı Padişahı Altıncı Mehmed Vahidüddin birkaç yıl evvel bir Đngiliz harp gemisine atlayarak, Boğazın ve Marmaranın sulariyle beraber vatanını bırakıp gitmiştir. Artık o herkesin gözünde bir vatan haini... Vatan haini sanılan bu, 36 ncı ve sonuncu Osmanlı Đmparatorunun şehzadelik köşküne her nazar atışımda, içime, akşamın alacalığiyle beraber ayrı bir loşluk çökerdi. O tarihten 30 küsur yıl sonra yazacağım «Canım Đstanbul» şiirinden içime yerleşmeye başlayan ilk gölgeler: Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; Servi, endamlı servi, ahirete perdelik... Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at; Pırlantadan kubbeler, belld bir milyar kırat... Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; Her nakışta o mâna: öleceğiz, ne çare?... Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet; Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet. Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği. Oynak sular yalının alt katına misafir; Yeni dünyadan mahzun resimde eski sefir-Ker akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar, Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar. Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi? Cumbalı odalarda inletir «Kâtibim»!... Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler... Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu. Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından; Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
  • 3. Birkaç parçasını aldığımız bu şiir, olanca kâşaneleri ve harabeleri, şenlikleri ve matemleri, saadetleri ve belâlariyle, Đstanbul'un, son Padişah Vahidüddin zamanında bağladığı son mânalardan örülüdür. Akşam üstü, Çengelköyü sırtlarından hayal meyal görünen Topkapı Sarayına uzanınız! Kulak kesilecek olursanız, Sarayın dar ve karanlık koridorlarında koşan ve rastgele kapıları yumruklayan Deli Mustafa'nın çığlıklarını duyarsınız: — Osman gel, Osman gel, beni bu saltanat yükünden kurtar! Hacı Bektaş-ı Velî'nin sırtını sıvazlayıp: — ismin Yeniçeri olsun! Devlete mübarek ol! Dediği büyük idealin askeri döne dolaşa, Türklerin Padişahı ve müslümanların Halifesi Genç Osman'ı, uyuz bir at sırtında, hamam oğlanları gibi baldırlarını çimdikleye çimdikleye Yedikule surlarına götürecek, hayalarını sıkarak bayıltacak ve narin boynundan iple boğacak kadar alçalmıştır. Merzifonlu Kara Mustafa'nın Viyana önünde verdiği korkunç bozgun... istanbul'a doğru yol boyunca at Ölüleri, kavuklar, sorguçlar, çadır yıkıntıları, top arabaları ve sancaklar... Kâinatın Efendisine ait mukaddes liva, ancak ve güç- belâ kurtarılabilmiştir. O gün bugün, sonsuz ve perişan müdafaa çığırı... Din Ölçülerindeki hikmetleri anlamayan ve kapkara nefsine uydurmaya bakan kapkara mizaç mânasına ham yobaz ve kaba softa elinde, eşya ve hâdiselere dikkat etmekten ve bu aziz şuuru dine bağlamaktan âciz bir cemiyet... Her ân istanbul'a doğru kırpıla kırpıla eritilen imparatorluk; ve nihayet, tek çare diye, anlamaksızın düşmanı taklit etmekten başka yol bulamamış politikacılar... Topyekûn sahte kahramanlar ve sırmalı cüceler geçidi Tanzimat; ve Rus Çarının vasıflandırdığı Tanzimat tipi: «Hasta Adam!» Nihayetin nihayeti olarak da, bir devrin «ebed-müddet» sıfatlı devletini, tam paylaşılacağı anda 33 yıl ayakta tuttuktan sonra tahttan indirilişiyle beraber başlayan ve temelinden çöküşüne şahit olan büyük atabey, Ulu Hakan Đkinci Abdülhamid Han... Peşinden, devlet yıkıcı ve millet uçurucu büyük kasırgayı kendi zamanında görmeye memur, ezelî tevekkül ve ebedi teslimiyet örneği ikinci ağabey, Sultan Reşad... Onun da peşinden... Ah, bu köşkün düşündürdükleri! Beylerbeyi ile Kuleli arasındaki yol, yaprak hışırtılariyle karışık inilti sesleri veren bütün bir tarih berzahı... Beylerbeyi ile Havuzbaşı arasındaki Yalılar Boyu Caddesi, gözümde, eski Đstanbul aristokrasisinin son renk ve çizgilerinden bir takım seyrek hayaletlerin görünüp siliniverdiği esrarlı bir dehlizdi. Hâlâ, dik ve kolalı yakası ve kırmızı kravatından vaz geçmemiş, fakat fes yerine başına gülünç bir kasket oturtmuş eski haremağasi; hızlı yürüyecek olsa mafsal yerlerinden kırılıp dökülecekmiş gibi ağır ağır sürüklenen, sapı fildişi bastonlu ve fantezi yeleği altın köstekli, ihtiyar meşrutiyet emeklisi; ecinnilere karıktığına hükmettirici, vakur olduğu kadar ürkek bir edaya bürülü, başında siyah türban, sırtında siyah manto ve ayaklarında siyah bebe iskarpin, geçmiş zaman hanımefendisi... Yalılar Boyu Caddesinde, işte her biri, Öbürü kaybolduktan sonra uzun arayla beliren seyrek hayaletler... Bugün üzerinde, işporta malı kübik çatıların (ye -ye) sesleriyle hırıldadığı, mini etekli kızlar ve favorili delikanlıların sel gibi şırıldadığı ve arsız otobüsler ve dolmuşların zırıldadığı bu yollarda, 40 yıl önce, artık batmakta olan mazi güneşinin son akisleri... Đşte, Beylerbeyi camiine bitişik Đsmail Paşa yalısı, plânı Londra Güzel Sanatlar Akademisinde gösterilen meşhur Hasip Paşa yalısı, Mısırlıların köşkü, eski muharrirlerden Şeyh Muhsin-i Fâni'nin yalısı, filân, falan... Ve nihayet Çengelköyü iskelesinin ilerisindeki setde Vahidüddin Efendi köşkü... Bir zamanlar Vahidüddin Efendi köşkünün kısım kısım kiraya verileceğini haber almış ve köşkü gezmeye gitmiştim: Nasılsa kaldırılamamış, kaçırılamamış birkaç billur avize... Güneşi, tâ Abdülmecid devrine kadar maziyi kurcalayıcı bir menşurdan geçiren renkli camlar... Tavanlarda rutubetten küherçele pamuklarının peçelediği nakışlar... Yaldız çitah, ipekten kâğıtları kabaran duvarlar... Ve birdenbire, uzaklardan Abdülmecid devrinde, Kırım Harbi zamanında, Sardunyalı, Fransız ve Đngiliz üç süvari zabitinin cins atları üzerinde, cicili bicili elbiseleriyle yanyana,
  • 4. Selimiye kışlasına doğru yürüyüşünü hayal ettiren bir nağme ; görünmez bir noktadaki şarkılı duvar saatinden bir marş... Pirinçten, küflü ve soluk tokmaklarını çevirip girdiğim her odada, öne doğru hafif eğik duruşu, dışından ziyade içini seyreden gözleri, burun üstüne iliştirme gözlüğü ve düşük kır bıyıklariyle o vardı. Bir koltuğa oturmuş, sağ elini koltuğun kenar yerine dayamış, odaya birinin girmesini bekliyordu. Kapısının açılmasını beklediği oda, tarihti!... Şehzade Vahidüddin Efendinin, dantelâlı besleme önlükleri gibi âdi ve şımarık, Avrupahnın «piç mimarî» dediği (Barok-Rokoko) bozması saraylara (Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarıyle, Mecidiye Kasrı vesaire) nispetle Boğazın, kuytu bir köşesinde, bir sed üzerinde, sık ağaçlarla gizlenmiş bu soylu ahşap köşkü bana o kadar şahsiyetli ve manalı göründü ki, ismi «vatan haini»ne çıkarılmış olan talihsiz hükümdarın, tam da Đmparatorluk çökerken yıkık saltanat tahtına geçirilmek üzere doldurduğu çileli hayatı, köşe ve bucak, her çizgi ve renkten okur gibi oldum. Sanki o, evvelâ, türlü faciaları içinde Osmanlı tahtını uzaktan seyretmek, sonra da bu tahttan top-yekûn iç ve dış intikamların alınacağı gün, üzerine geçip tek başına hedef teşkil etmek üzere bu kuytu noktaya itilmişti. ABDÜLMECÎD Vahidüddin, Birinci Dünya Savaşının son bulduğu 1918'de, tam 57 yaşında son Osmanlı padişahı olarak taht'a geçtiğine göre, doğumu Abdülmecid devrinin son demlerinde... 1 Şubat 1861... Abdülmecid devri, yani Fransızların (la belle epoque — güzel çığır) dediği, Batı medeniyetinin en pırıltılı hengâmesi... Biraz evvel Sardunyalı, Fransız ve Đngiliz üç süvari zabiti halinde tablolaştirdığımız cicili bicili üniforma bütün Avrupaya hâkim... Rugan çekme potinler üstünde suhıyali dar pantolon ve ipek yakalı, kuyruklu ceket içinde ve silindir şapka altındaki Avrupa sivili de aynı huzur ve muvazene tablosundan bir örnek... Garbın, henüz büyük buhranından uzak bulunduğu, kapitalist devletlerin geri milletleri sömürmekten başka bir şey düşünmediği, birikmiş büyük Batı sermayelerinin de Doğu istikametinde kendilerine mahreç aradığı bir dünya manzarası... Sosyalizma henüz bir fikir, bir nazariye, bir (antitez), bir hayal mahiyetinde... Komünizma, «Đlmî Sosyalizma» veya «Alman Kollektivizması» isimleriyle (Karl Marks) ve (Engels)in ellerinde yoğurulmaktaysa da, henüz o da (kakofoni - bed seda) olmaktan ileriye geçebilmiş değil... Birkaç yıl sonra toplanacak olan Birinci (Enternasyonal) ve onu takip edici (Manifest Komünist — Komünist Beyannamesi), kahve falında Batı cemiyetinin Ölümünü gören bir falcılıktan daha ileri bir gerçeklik belirtmeyici bir hazırlık sayılıyor ve sadece tehlikeli bir fantazya biliniyor. Batı medeniyetinin, balları akan çatlamış bir incir gibi en olgun ve ağız sulandırıcı hengâmesinde şaşkın Türkiye'yi Abdülmecid'den daha canlı kim remzlendirebilir? Çengelköyündeki Vahidüddin Efendi köşkünün düşündürdükleri arasında dokunduğumuz Tanzimat devresi garip bir vitrindir. Su ile zeytinyağı gibi daima biri, üstte kalan ve asla birbirine işleyemeyon tezatlar vitrini... Bu vitrinin baş eşyası, tepesinde bir sorguç parıldayan limon kabuğu fesli, göğsü sırma sırma nakış, uzun setreli, daracık pantolonlu ve rugan çekme potinli genç Padişah Abdülmecid... Mağrur kavuk, mahzun şalvar ve mahcup çstik pabuç, bakın, yarım asrı bulmaz bir süre içinde yerlerini nelere bırakıyor?... Sade o kadar mı?... Kimsenin, kayıkla Sarayburnu önlerine geçip, Topkapı Sarayına bitişik Bağdat Köşküyle, ona birkaç adım mesafede Mecidiye Kasrını kıyaslamaya niyeti yok, veya anlayışı müsait değil... Gerçekten, artık kandilleri kararmaya başlayan Doğu kubbesiyle, içinden renk renk sihirbaz ışıkları fışkıran Batı çatısı arasındaki soyluluk ve gerçeklik farkını, birbiriyle omuz omuza, bu iki binadan daha açık, hiçbir şey belirtemez. Đçine kapanık, sağır, derinliğine manalı ve en asıl vekar çizgileriyle mühürlü şahsiyet âbidesi Topkapı Sarayı yanında (Barok - Rokoko) kusmuğu, şahsiyetsizlik kümesi Mecidiye Kasrı, ne arıyor? Kısa bir zaman sonra, dünya çapında mâbed Süleymaniye Camiine bitiştirecekleri gecekondularla, deniz kumundan, çingene
  • 5. bohçası, elvan elvan menevişli (kübik) artığı sefertası apartmanlar, ilk yüzsüzlük dersini Mecidiye Kasrından, yahut onu kuranların ruhundan mı aldılar? Açıkça görülmektedir ki, yüce sanatkâr Mimar Sinan, yerini, iskambil kâğıtlariyle kat kat ev çıkanlara bırakmıştır ve bu yeni evin yıkılması için, kuvvetli bir rüzgâr değil, hafif bir soluk kâfidir. Abdülmecid çığırında meydana çıkmaya başlayan bu bitkinlik hâlinin tam bir bitiş ve tükeniş noktasına çatacağı ân, acaba hangi devir olacak ve sultana isabet edecektir? Ve o sultan, aynı cereyana kapılıp bu bitiş ve tükenişi gerçekleştirmekte ayrıca, az veya çok, müessir mi olacak, yoksa her şey olup bittikten sonra, hâdiseler üzerinde tek sorumluluğu olmaksızın, seyahatten dönen babanın, kaza kurbanı, cenaze dolu evini teslim alması gibi, sabır ve tahammülde kahramanlık üstü kahramanlık isteyen bir vaziyete katlanmak zorunda mı kalacaktır? Sual budur ve eserimizin ilk harfinden sonuncusuna kadar her bahsin içindeki mâna rüzgârı yalnız bu sual istikametinde esmektedir. Biz, artık alafrangalığın başladığı 1839 devletiyle ondan 3 asır evvelki devlet arasındaki farkı, Topkapı Sarayına karşılık Mecidiye Kasrı, kâşaneye mukabil kümes saymakta devam edelim. Tanzimattan 79 yıl ilerisine doğru kısa bir muhasebe: Aynayla ışık aksettirircesine alafrangalığın tam bir nüfuz halinde ruhuna işlediği ilk padişah, Abdülmecid... Osmanlı hanedan sülâlesi, hemen hemen kendisinden kopmak üzere bulunan ve damdan dama kaçırılarak hayatı ve nesli kurtarılan ikinci Mahmud'un büyük oğlu... ikinci Mahmud, bir vuruşta Yeniçeriliği kaldırmış, yunanlılık ve Hıristiyanlık çıkarına hizmet ettiği sabit olan Patrik Grigoryos'u Fener'deki Patrikhane kapısında astırıvermiştir. Böyleyken, henüz yeni ordu ve devlet mayasını tutturamayan ve bir nevi boşlukta kalan ikinci Mahmud, Navarin'de donanması mahvolduktan ve Hünkâr Đskelesi Muahedesiyle adetâ Moskof himâyesi altına girdikten sonra, kendi öz valisi Mehmed Ali Paşa ordusuna karşı duramayacak kadar zayıf... Mısır fâtihi Yavuz Sultan Selim neslinden gelen ve o nesli yürütmekte son kalan, ikinci Mahmud'un haline bakın ki, ordusu, anavatan Anadolu'nun cenubunda, Nizip ovasında, kendi Öz valisine mağlûp olur ve o sırada Türk ordusunda mütehassıs olarak bulunan Prusyalı yüzbaşı (Molteke), istikbalin (Büyük Molteke)si, tam taarruz zamanı ordu kumandanının müneccimbaşıdan haber beklediğini duyunca kaputunu sırtına geçirip «böyle bir orduda çalışamam!» diye, basar, gider! Devletin, kendi öz valisini Moskoflara şikâyet edecek ve «beni memurumdan kurtar!» diye el açıp, tarihî düşmanından yardım isteyecek kadar alçaldığı hengâmede, Đkinci Mahmud, Nizip bozgunu haberini almadan kızkardeşi Esma Sultanın Çamlıca'daki köşkünde öldü. 31 yıl ve 16 gün padişahlık etmiş ve Osmanlı Devletinin en nâzik dönüm noktasında birtakım manasız ve fikirsiz şiddetlerden başka bir şey gösterememiş, husûsiyle etraflı bir dünya muhasebesine uzak kalmış olan ikinci Mahmud, ölüm tarihi 1255 yılında, 1 seneden beri müthiş bir iç burkuntusuna, korkunç bir ruh darlığına uğramış bulunuyordu. Yerinde duramıyor, koltuğuna yerleşemiyor, atına sıçrayamıyor ve imparatorluğunun çöküş çatırdilariyle sarsıldığı bir demde, Topkapı Sarayının boğuk pencerelerinden Çamlıca sırtlarının (akşam güneşini aksettirici camlarına bakıp gizli gizli ağlıyordu. Osmanlı Đmparatorluğunun ciğeri üstündeki yara, ikinci Mahmud'un ciğerlerine sirayet etmiş, ciğerlerinde oyuk oyuk çukurlar açmıştı. Doktorların tavsiyesi: — Ciğer ufunetine uğramış bulunuyorsunuz! Çamlıca taraflarında bir hava değişimi yapmanız uygun olur! Ve Çamlıca'da, kızkardeşi Esma Sultanın kasrında, Avrupalı bir doktorun verdiği ilâç sonu 3 saat uyku... Uykunun peşinden biraz yemek isteği ve üstüste içilen iki çubuk tütün... Vay; Padişah iyi mi oluyor? Sarayda bir telâş.. bir kaynaşma, bir şevk, bir sevinç... Fakat bütün bunlar yalancı alâmetler... Kurbanlar kesiliyor, veba yüzünden karantinada bekletilen 200 hacı salıveriliyor, borçtan hapsedilmiş insanların hesapları tasfiye edilerek kendilerine zindan kapıları açılıyor, gece havaî fişekler atılıp istanbul semaları parıltıya boğuluyor, fakat ertesi günü
  • 6. birdenbire ağırlaşacak ve ruhunu teslim edecek olan Đkinci Mahmud'un âkibeti değiştirilemiyor. Öyle ki, Đkinci Mahmud can çekişirken, artık iyi olduğu zannıyla şenlikler, bağırmalar, çağırmalar, atlamalar ve zıplamalar devamdadır. Cenaze, türbesi sonradan yapılmak üzere, Çemberlitaşta, yanında Đkinci Abdülhamid de bulunacak olan yere doğru götürülürken, Divanyolu boyunca sıralı halk avaz avaz bağırıyor: —. Padişahım; bizi bırakıp da nereye gidiyorsun? Bu çığlık, Abdülmecid, Abdülâziz, Murad, Abdülhamid, Reşat ve Vahidüddin'ler boyunca Osmanlı Đmparatorluğunun girdiği Sırat Köprüsü çığırını belirten ne hazin bir mâna ihtizaz eder. 1255 sayılı yıl... ikinci Mahmud'un öldüğü, Abdülmecid'in tahta çıktığı ve Tanzimat Fermanının Gülhane Meydanında okunduğu netameli sene... Şairin ' Bir, iki; iki delik Abdülmecid oldu melik Diye tarih düşürdüğü, Türk tarihini ikiye bölücü meşhur 1839 yılı... Abdülmecid 16 yaşında, yeni bulûğa ermiş bir delikanlıdır; ve babasından miras, aynı ciğer yarasının narin ve nahif vücudunda istidadını taşımakta, fakat beyninde şuur ve ıstırabını duymamaktadır,. Đkinci Abdülhamid devrine kadar padişahlarca duyulmayacak, ondan sonra Sultan Reşad'da tam bir idrâk kütlüğüne çarpacak, arkasından son Osmanlı padişahı 6. Sultan Mehmed Vahidüddin'in ruhunda,. oldukça derin, fakat sesi çıkmaz ve eseri görülmez şekilde yuvalanacak olan büyük acı... Abdülmecid bu acıya en yabancı mikyasta, kollarını Avrupalılık ve alafrangahlığa açtı ve 20 küsur yıl, maddede ve mânada, ciğerlerindeki oyukları derinleştirici bir hayat sürmekten ileriye geçemedi. Tarihçi (Angelhard)ın «Türkiye ve Tanzimat» isimli eserinde «Avrupa'yı hoşnud etmeye çalışmaktan başka politikası yoktu!» diyerek şahsiyetsizliğini tesbit ettiği Mustafa Reşit Paşa, yalnız isminin başına îttihatçılarca eklenmiş gülünç sıfatla Büyük Reşit Paşa elinde, genç ve toy Abdülmecid, taht'a çıktığı sene, teftişsiz ve murakabesiz, tahlilsiz ve muhasebesiz alafrangalık rotasını imzalayan ilk kaptan oldu. Eski ve her tarafından su alan devlet gemisini bu defa kayalıklara sürmek ve maddî-manevî Batı ; sermayesine borçlanmak marifetinî, hiçbir şeyin farkında olmayarak temsil etti. Sahte inkılâpçıların dürtüşiyle getirdiği yeniliklerin başında, Batı kasasına ilk defa el açmak ve yine ilk defa kâğıt para çıkararak yerli iktisat nizamını altüst etmek vardır. Türk'ü tasfiye etmek üzere kendi kendisini Batının cellâdı yerine koyan Moskof âlemine karşı, bu âlemin fazla gelişmesine razı olmayan ve daima Türkün inkırazını hedef tutan Avrupanın sığıntısı rolünü kabullendi ve ittifaklarına girdi ve ancak bu yolla Moskoflara karşı durabilmenin başarısına (!) erdi. istanbul ve Üsküdar sokaklarında, Đngiliz, Fransız ve Đtalyan üniformalarının sırmalı cümbüş lerine meydan açtı ve (la belle epoque — güzel çığır) ikliminin bütün renk ve çizgilerine bürünmeye can attı. Bu can atışın ilk tezahürü, vereme müstait Padışahın kadın ve içki iptilâsıdır. Sarayburnu ile Haydarpaşa arasını dolduracak mikyasta denize atılan paralar, şehzade ve sultan düğünlerinde 1001 gece masallarını karartıcı debdebe ve ona göre Đsraf... Kızkardeşinin dillere destan ziyafetlerinde, kafes arkasından, yarı bellerinden yukarısı çırılçıplak sefarethane madamlarını seyretmeler... Đslâm Halifesi ve Osmanh Padişahı olarak ilk defa Frenklerin nişanlarını kabul etmeler ve göğsünde murassa (Lejyon d'Önör) nişanı, Fransız Sefarethanesinde baloya katılmalar... Hâsılı, altında ve karanlığında vatan cüsseli bir hasta yatan semadan,, güneş, ay ve yıldız yerine türlü sun'î ve havaî Avrupa fişeklerinin sahte ve aldatıcı ışık serpintileri... Kilise ihtilâflarını o türlü- himayelerle idare etti ki, «Şark Meselesi» muharriri Avrupalı, şöyle konuşmak zorunda kaldı: «- Halifenin Hıristiyan kiliselerinin banisi (kurucusu) olduğunu görmek, doğrusu garip manzara!...» Kırk yaşını doldurmadan otuz çocuğu oldu. Bunlardan 23 üncüsü Mehmed Vahidüddin... îlk iki kızdan sonra üçüncüsü Sultan Murad, beşincisi Abdülhamid, sekizincisi Mehmed Reşat...
  • 7. 23 üncü çocuk Mehmed Vahidüddin henüz «Baba!» diyebilecek çağa erişmeden Abdülmecid, veremden ve sefaletten öldü. Đnhitat günlerindeki Roma'yı kıskandıracak kadar muhteşem bir ziyafetten sonra gaseyan, yatağa düşüş, Beşiktaş'taki Ihlamur Köşküne kapanış ve bu defa kan kusarak 25 Haziran 1881 de ruhunu teslim ediş... Son şehzadesi Mehmed Vahidüddin henüz 4 aylıktır. ABDÜLAZĐZ Abdülmecid'in son yılları, istanbul halkı için derin bir inkisar devresi... Sultan Mahmud'un arkasından «bizi bırakıp da nereye gidiyorsun?» diye bağıran halk haklı çıkmıştır. Gülhane meydanında, bal-mumundan müze mankenlerine benzeyen murassam fakat içi boş vezir elbiseleri, dâvalarını koruyamaz olmuş ulema sarıkları, plânlarını çok iyi kavrayıcı sefir üniformaları, zift renkli ve maksatlı ruhanî kılıkları ve olanca tepkisi bu hallere aval aval bakmaktan ibaret halk yığınlarının çeşit çeşit kıyafetleri karşısında okunan 1839 fermanından, bitik bir Padişahtan başka bir şey kalmamıştır. Asırlar boyunca ne Haçlı Seferleri, ne de cepheden toslamalarla, dize getirilemeyen vatan, şimdi içinden tedariklenme taklit ajanlarının yaydığı mikroplar yüzünden hasta edilmiş ve bitik hâle getirilmiştir. Bütün bu hesapsız ve anlayışsız gidişin haşmetlû kuklası Padişah da, ayniyle Đmparatorluğuna eş, kadın ve içki elinde bitik.... Sadrâzamına yazdığı «Hatt-ı Hümayun»unda da, israflarını ve hesapsızlıklarını itiraf edecek kadar gafil... Öyle ki, aslında ne olduğu biraz sonra görülecek olan Veliaht Abdülâziz Efendi, bir pehlivan edasıyle caddelere çıktığı veya ciritte at koşturduğu zaman halk onu,> maddî adelelerine bakıp ruh adelelerine de mâlik sanmakta ve istikbalin kurtarıcısı sıfatiyle alkışlamaktadır. Abdülâziz, yaşça Abdülmecid'den pek az farklı olarak taht'a geçer geçmez, Sadrâzam Kıbrıslı Mehmed Paşaya bir «Hatt-ı Hümayun» göndererek herkesi ve her şeyi yerli yerinde ibka ettiğini bildirdi. 1255 (1839) ve 1272 fermanları etrafında herkes ve her şey yerli yerinde sabit... Đbka ve devam siyaseti... Yeni padişahın söyleyecek yeni bir şeyi olmadığı ve ruhunda, kollarındaki adelelere eş bir kuvvet taşımadığı, ilk «Hatt»ından bellidir. Bu Hat şöyle biter: «— Tebaamın asayiş ve refahı hakkında olan arzu-yu şahanem istisna kabul etmeyeceğinden edyan Ve akvam-ı muhtelif eden (başka din ve ırktan) bulunanları dahi cümleten taraf-i hümayunumdan adalet ve himmet ve hüsn-ü halleri emrinde dikkat-i mütesaviye (eşit dikkat) göreceklerdir. Cenab-i Hakkın mülkümüze ihsan buyurmuş olduğu eshab-ı azime-i servet (zenginlik sebepleri) ve samanın tevessu- u tedricisi ki, sâye-i makderetvâye-î saltanatımızda cümlenin saadet-i halini mücin olacak terakkiyat-ı sahihadır. Onların ve Devlet-i Aliyyemizin îstiklâl kaziye-i mühimmesinin (ehemmiyetli ölçü) indimizde itirafkâr olduğunu dahi tekrar ederim, Hazreti Fey yaz-ı Mutlak, Habib-i Ekremi hürmetine cümlemizi muvaffak buyura; âmin!» Malî buhran son haddinde... Karadağ meselesi kangrenleşmekte... Hersek ayaklanmakta... Avrupa, işe her ân daha keskin bir el atma tavriyle gerginleşmekte... Lûtfi Tarihine göre Abdülâziz'in ilk işleri şunlar: Valide Sultana bin kese maaş tahsisi... Şehzadelerin her ay «Hazine-i Hassamdan aldıkları 4190 altının (bugünkü parayla 3 milyon lira), sultan maaşları gibi Maliyeye yükletilmesi... Cülusunun üçüncü gününde Eyüb'de Hazreti Halid Türbesinde kılıç kuşanan Abdülâziz, üç yıl evvel dünyaya gelip de doğumu gizli tutulan oğlu Izzeddin Efendinin haberini «Hatt-ı Hümayun» ile ilân etti. Eski bir âdet gereğince doğumu gizlenen çocuk Eyüb'de bir evde saklı tutulmaktaydı. Eski Tanzimat paşalarının şu, bu makamlara getirilmesi ve şuna bu kadar, buna şu kadar bin kuruş tahsisler... Abdülmecid'in delice israflarından üzgün ve bezgin halk, yeni Padişahtan müteassıp bir tasarruf davranışı beklerken, aksine, onu selefinden daha savurucu görmekle küçük dilini yutacak hale geldi.
  • 8. Bu esnada (1862) Londra istikrazı... Bu parayla güya eski istikrazın başarısızlığı giderilecek ve kâğıt paralar ortadan kaldırılacaktı. Kâğıt para mevcudu 13 milyon lira değerinde... «Kaime» isimli bu parayı, birkaç milyon eksiğiyle ancak karşılayabilecek bir miktar istikraz edilebildi. 500 milyon yerine yalınız 200 milyon frank... O da, yüzde altmışı esham olmak üzere, senede yüzde altı faizli ve yüzde iki amortismana ve öz kaynaklarımızın verimine el koyucu mahiyette... Tütün, tuz, damga ve patent inhisarı Avrupalıda... «Düyun-u Umumiye»nin başlangıcı... Abdülâziz'in devlet ağacına aşı yapmak yerine onu kökünden zehirlemek mânasına en büyük marifeti, Abdülmecid'den başlayan Osmanlı borcunu tam 300 milyon altına çıkarmak oldu. Bugünün parasiyle -en aşağı 200.000.000.000 — (ikiyüz milyar) lira... Bu dâvada dikkat edilecek en ince nokta; sosyalizma ve peşinden komünizmanın tezgahlanmakta cîduğu, Batı kapitalizmasının en Üstün ve kudreti) derecesine vardığı ve topyekun Doğuyu sömürmek ve mamul eşyasına istihlâk pazarı bulmak için kendisine mahreç aradığı o devirde, doğrudan doğruya Osmanlı Đmparatorluğuna yönelinmiş olmasıdır. Batı, böylece bir gün, işi ordularına havale etmek ve son ameliyatı yapmak üzere, vatanımıza, zahirde besleyici,, hakikatte öldürücü bir kan vererek içinden hissedar oluyor ve Türk ülkesinde bu emeline yardımcı zümreyi de tahta mankenler gibi usta bir marangoz eliyle yontmuş bulunuyordu. Tanzimat mamulü bütün sahte inkılâpçılar... Bu dâvanın kolayca ökseye oturtulacak padişahı olarak da, iyi yürekli, sâf kalbli, fevkalâde haysiyetli, büyük çapta şeref duygulu, fakat kuş beyinli Abdülaziz'den daha uygunu bulunamazdı. «Ulu Hakan Đkinci Abdülhamid Han» isimli eserimizde Vahiduddin'in büyük ağabeyine ait çocukluk, gençlik ve şehzadelik iklimini çizerken temas ettiğimiz noktalara bu defa başka bir üslûpla ve bazı yerlerde ayniyle dokunmak zorundayız. Kaldı ki, Mehmed Vahiduddin'in çocukluk, gençlik ve şehzadelik dünyasına bir de olgunluk merhalesi halinde ikinci Abdülhamid ve Mehmed Reşad çığırları bindiğine göre çizgiyi başlangıç noktasından yürütmeliyiz., Elverir ki, sözlerimiz tekrar değil, tekrir belirtsin... Avrupalı, Türkiye'yi topuğundan saçına kadar borçlandırdıktan sonra, alacaklarının tahsili bahanesiyle memleket verimlerine el uzatıcı (Dette Publique Ottomane — Osmanlı Halk Borcu) isimli bir müessise kurup Türkiyeyi hacz altına almak ve ileride siyasî ve askerî müdahale sebebi olarak iktisadi hegemonya altında tutmak politikasını gütmekteydi. Đşte «Düyun-u Umumiye»nin gerçek ve biricik mânası!... «Düyun-u Umumiye» ile at başı yürüyen «Mekteb-i Sultanî» isimli Galatasaray Lisesi de, körükörüne Batılılık ve Batıcılık cereyanının ocağı ve bu cereyana bağlı çeyrek münevverleri yetiştirme tezgâhı... Bir de aynı dâvanın memleket içi sarraflığına memur, devlet bankası selâhiyetinde (Banque Emperiale Ottomane — Bank-ı Osmanî-yi Şahane), yâni Osmanlı Bankası... Bir Yahudi üçgeni kuran bu müesseseler arasındaki iş ahengi ve birbirine pas verme dehâsı o kadar parlaktı ki, Batılılaşma gayesinin hamur teknesi «Mekteb-i Sultanî»den birincilik ve ikincilikle çıkanlar, emin ve sadık müridler (!) sıfatiyle öbürlerine imtihansız kabul edilirlerdi. Devlet borcu olarak 300 milyon altına yükseldiğini kaydettiğimiz (astronomik) meblâğ, Đkinci Abdülhamid'e ait eserimizde, resmî kaynaklara göre 150 milyon ingiliz lirasıdır; bu rakamın, bazı gizli imtiyazlar, yollar ve hususî teşebbüslerle 300 milyona çıkarıldığı Üzerinde de iddialar mevcuttur. Bizim rolümüz, hâdiselerin «şu kadar mı, bu kadar mı?» şeklinde basit kemmiyet cephelerine ait ayrıntılı tahkikler olmadığı, sadece emin malûmlara bağlı yeni bir fikir terkibinden ibaret bulunduğu için, esas bakımından asgarî kemmiyetin de değiştiremiyeceği kıymet hükmünü şoylece mahyalaştirabiliriz: 150 milyon Đngiliz lirası, yahut 300 milyon Türk altınından ibaret o zamanki devlet borcu, bugünün ölçüleriyle biri en aşağı 100, öbürü 200 milyar lira olarak büyük mali iflâs ve iktisadî esareti ilân etmeye bol bol kâfidir! Abdülâziz Hanın, Bizans ruhlu mabeyn erkânı tarafından, nasıl elleri suyla bağlanan bir padişah olduğunu, Đkinci Abdülhamid'e ait eserimizde tablolaştırmıştık. Annesi Pertevniyal Kadın Efendinin «arslanım, arslanım!» diye üstüne titrediği ve hakkında başka bir vasıf tanımadığı Sultan Abdülâziz, Öfkelenip kükrediği zaman Đstanbul'un kaldırım taşlarını bile ürpertecek çapta
  • 9. dışından gürültülü mizacına rağmen, muhteşem bir sirk atı kadar da seyislerinin emrine bağlı bir insandı. Şu kadar ki, bu sanatkâr seyisler, muhteşem sirk atını kamçıyla değil, yerlere kapanarak eğilip kalkmalariyle idare ediyorlardı. Padişahın dışından hâkim, içinden mahkûm bu seciyesi de, 5 - 10 yıl içinde tereddiye giden Tanzimat hareketinin, Frenk eliyle çizilmiş, yağlı boya levhasında bir şehamet heykelidir. Abdülâziz'in, Batı kapitalistlerine borçlanarak yaptırdığı saraylar ve satın aldığı donanma üzerindeki kıymet hükmü yine öbür eserimizde billûrlaştırılmıştır. Hiçbir şahsiyet ve mimarî kıymeti olmayan ve Avrupalının, padişahları millî dâva sahalarından kaçırıcı bir nevi tevkifhaneye benzeyen saraylarla, lâfta dünya ikincisi, hakikatteyse bir deniz kuvvetinin üç esası unsuru (materyal), (personel) ve (muharrik kuvvet) bakımlarından sıfırın altında bir donanma... Abdülâziz'in bütün canını ve malını verdiği bu donanma, tahttan indirileceği zaman sarayını kuşatan ve toplarını pencerelerine diken ilk kuvvet olacak ve «donanmam, donanmam!» diye kendisini pencereden pencereye atıcı Padişah, âdeta hesapsızlık ve fikirsizliğin sonu hâlinde îlâhî bir ceza olarak bu manzarayı görür görmez yere yıkılacaktır. Öz bünye içinden çıkmayıp, kediye arslan pençesi takarcasına illetli vücuda kaynaştırmak istenilen ve hem kendi değeri, hem de kullanılma kabiliyeti bakımından şahane bir yalandan ibaret olan bir donanma... Bu donanma, o günden bugünedek sürüp giden (Felix Culpa — Mes'ut Cinayet)lerin ilklerindendir. Mehmed Vahidüddin Efendinin çocukluğunu ve hangi dâvayla beslenerek büyümekte olduğunu belirten bir iklim olarak çizdiğimiz bu tablo, tarih muhasebemizin can damarını gösterir ve ötesine ait bütün oluş veya olamayışların şifresini çözer. Abdülâziz'in, desterelenen tahtı üzerinden annesinin «arslanim, arslanım!» çığlıklarıyla bir salhane hayvanı gibi devrildiği güne kadar köpüren hâdiseleri artık kısa ve kaba çizgilerle Özleştirebiliriz: Bir türlü kökü kurutulamayan kaimeler yüzünden 4 misli kıymetlenen altın ve pahalılaşan hayat... «Nân-ı aziz» isimli ekmeğin okkası 110 ve francala- 140 paraya çıkıyor. (Bugüne kıyasla yine ne bereket, değil mi?)... Yunan meselesi ve (Mavro Kordıato) ile başlayan ve o günden beri Đstanbul'u kollayan Megalo îdea); Sultan 6. Mehmed Vahidüddin zamanında tam patlak verecek ve yarını asırlık hesabını bu Padişaha yükleyecek olan köklü dâva... Türkün evi alevler içinde yanarken yukarı katta satranç oynarcasına girişilen komik işler, teşrifat oyunları ve bir nevi, Batı asalet unvanlarına denk rütbe hesapları... Vezir, bâlâ, ûlâ evveli, ûlâ sânisi, mütemayiz ve nihayet sayıya dökülüp dördüncüde biten unvanlar... Bu unvanları taşıyanlara «devletin efendim!»den başlayıp «gayretlû efendim!» tâbirinde biten hitap şekilleri... Ve daha nice payeler ve Mecidî nişanına ek Osmanî nişanı... Bazı kişilere verilen dört murassa, Osmanî nişanının bedeli on bin altın... Padişah bu nişaniyle öylesine mağrur ki, kendisi batış devrinin sultanıyken Bursa'ya gidip devlet kurucusu yüce Osman'ın sandukasına onlardan birini asmaktan çekinmiyor; yâni devlete ismini veren Gazı Sultanın sanki mükâfatlandırıcısı mevkiine geçiyor! Galata'da Sandıkçı Rizeli Sofu Baba isminde birinin eski çırağı Mehmed Ali, evvelâ damad, derken sadrâzam olduktan sonra Abdülâziz'in iradesiyle Mabeyn Müşürlüğü, Seraskerlik, Kapudan-ı Deryalık, Tophane ve Sıhhiye Nazırlıkları, bir de Hazine-i Hassa Nazırlığını aynı zamanda ve nefsinde topluyor. Karadağ ve Bosna Hersek meselelerinin arkasından Moskofların sevk ve idaresi altında (panislâvizm - Đslâv Birliği) davası... Sadece bu ölçüyle delik deşik, yırtık pırtık Avrupa Türkiyesi... Kan ve ateş içinde bir âlem... Girit ihtilâlini de katarsanız, Avrupa; Türkiyesinin Akdenizdeki cenubundan baş layıp şimaline kıvrılan ve Karadeniz boyunca ilerleyen bir kıskaç içinde boğmaya çalıştıkları eski «Devlet-i Ebed Müddet»... Mısır valilerinin «hidiv» ünvaniyle değiştirilen ve ona göre imtiyaz üstüne imtiyaza boğulan yeni makamları... Artık babadan oğula bir miras malı halindeki bu makamın Đmparatorluk dışına kaydırılması için vezirlere yedirilen korkunç servetler... Hidiv îsmail Paşanın altınlariyle dolmayan cep kalmıyor ve bu hal o kadar tabî sayılıyor ki, vezirler bu işe «kapı yoldaşı muamelesi» tâbirini lâyık görüyorlar. Öbür taraftan da kardeşi Đsmail Paşayı kıskanan Prens Mustafa Fazıl'ın sadece nefsanî bir hınç olarak giriştiği sözde ilk hürriyet mücadelesi;
  • 10. ve içinde Namık Kemal'in de bulunduğu «Genç Osmanlılar» partisini himaye etmesi ve Namık Kemal ile Ziya Paşayı Avrupaya kaçırıp desteklemesi... Sahte kahramanlarımız, Prens Mustafa Fazıl Babıâli ile anlaşır anlaşmaz bir paçavra gibi gurbet illerinde sokağa atılacak ve onlar da ileride «affı şhhane»ye sığınıp vatana döneceklerdir. Politikada, edebiyatta, ilimde, teknikte ve top-yekûn fikirde korkunç bir sathîlik, sığlık, şahsiyetsizlik... Nihayet dünyanın en ibretli ve gülünçlüğü bakımından zevkli temaşası olarak, Osmanlı padişahlarının 32 ncisi, fakat giriştiği işin birincisi sıfatiyle Avrupaya seyahat... Beraberinde yeğenleri Şehzade Murad ve Abdülhamid Efendiler, oğlu Yusuf Đzzeddin, Niş'te hıristîyan ölecek olan Fuad Paşa olduğu halde, Paris'in (Elize) ve Londra'nın (Bukingam) Sarayında boy göstermeler... Bu, kökü Şarklı, dalları da sun'î ve takma Garp meyveli garip adam Muhterem Süleyman'ın torunu, öyle mi?.,. Avrupalı bu yeni Türk'ü hayret Ve istihzalı bir nezaketle seyretmekte ve ona kafesteki avına mahsus bir hürmet göstermektedir. Şehzade Vahidüddin Efendi henüz bulûğa ermemiş bir çocuk olduğu için seyahat kadrosunun dışındadır ama, bu ziyareti iade edecek olan Üçüncü Napolyon ve amcasının (plâtonik) bir aşkla bağlı bulunduğu Imparatoriçe (Ojeni) ye yapılacak devlet bütçesi çapında şenlikleri görecektir. Memurların altı aydır maaş alamadığı bir zaman ve mekânda Beykoz kasriyle Dolmabahçe arasını Ören havaî fişekler Abdülâziz'e bu işin daha fazla devam edemiyeceğini nasıl ihtar etsin?... Abdülmecid'in büyük oğlu Sultan Murad'a nasip olan birkaç aylık saltanat, en küçük kardeşi Şehzâde Vahidüddin Efendiyi henüz düşünmeye başladığı demlerde yakalar. Bulûğ çağlarında ve yaşı 15 sularındayken... Delikanlılığın eşiğindeki bu genç adamla taht arasında Abdülhamid, Mehmed Reşad ve Yusuf Đzzeddin Efendilerden ibaret birkaç kademe vardır. Bu sıralarda Vahidüddin Efendi, zaif, nahif, hastalıklı bir genç namzedi... Hastalıktan hastalığa aktarma yoliyle geçen genç Şehzade, denilebilir ki, bu haliyle devletin en sadık timsali... Mehmed Vahidüddin Efendinin, çocukla delikanlı arası bu devresinde, hayat, düşünce, zevk ve temayüllerine ait fazla birşey bilmiyoruz. Padişahlığında Mabeyn Başkâtibi Ali Fuad Türkgeldi'ye defalarca söylediğine göre (Görap işittiklerim — Fuad Türkgeldi) onun çocukluk ve gençliği türlü hastalıklar içinde geçmiştir. Osmanlı tahtına birkaç basamak uzaklıktaki Şehzade, bu yüzden lâyıkiyle okumaya, ciddî bir tahsil görmeye bile imkân bulamamıştır. Hasret çektiği ilim ve kemâli, padişahlığında ve en olgun zamanında dile getirebilen ve nefsini eksik görebilen bir insanın gerçek kültür mânasına, hattâ ilimden öteye ne büyük bir fazilet belirttiği meydandadır. Đlmiyle böbürlenenler değil, bilgide noksanını itiraf edenlerdir ki, en çok bilenlerdir. Şehzade Mehmed Vahidüddin Efendi, Sultan Murad devrinde, sarayının, canfes perdeleri hafif soluk penceresinden, nekahat baygınlığı içinde, Boğazın ürperen sularını seyrede dursun... Koca imparatorluk, (4) numaralı mason Mithat Paşa ve benzerleri elinde, padişah elbisesi biçimli deli gömleği tarafından temsil edilmekte; ve işte alafranga hükümdar Abdülmecid Hânın en büyük oğlu Sultan Murad, Osmanlı halife ve padişahları arasında (1) numaralı mason olarak da, yahudilik ve kozmopolitlik kütüğüne kaydedilmiş bulunmaktadır. Şehzadeliğinde işi gücü köşk yaptırıp yıktırmak, sonra tekrar yaptırıp yine yıktırmakla geçen, böylece huzur ve muvazaa sahibi olamayan Sultan Murad'ın bir merasim ânında ne türlü akıl dışı hareketler gösterdiği, cinnetini akılsız padişah isteklilerinin bile gîzleyemez olduğu ve meydâna, her şeye ve nice istismarcıya rağmen, kendi kendisine, bomboş bir taht çıktığı, nöbeti mutlaka sıra bekleyene bırakmak zorunda kalındığı, basit malûmlardan... Böyle oldu ve veliaht Abdülhamid Efendi, kısa zamanda göstereceği «Ulu Hakan» vasfına doğru, yıkılışı 33 yıl durdurmak üzere 34 üncü padişah olarak taht'a geçti. Bu arada Mithat Paşanın, veliaht köşküne gidip-Abdülhamid Efendi ile görüştüğü, pazarlığa giriştiği ve «Kanun-i Esası» mevzuunda ondan söz aldığı gibi rivayetler, sadece Abdülhamid düşmanlarının-değersiz ve seviyesiz martavallarından ibarettir.
  • 11. Ulu Hakan Đkinci Abdülhamid Hân gözümüzde-apayrı ve hususî bir mevzu teşkil ettiğine, kalemimizin bağlı olduğu en büyük tarih (tez)ini heykelleştirdiğine ve eserini ayrıca verdiğimiz ve vermekte devam edeceğimiz büyük ve merkez şahsiyet makamında bulunduğuna göre, Sultan Vahidüddin vesilesiyle yeniden ele alınarak ve nokta nokta tesbit edilmek ihtiyacının üstündedir. Böyle olunca şimdi yapacağımız, Ulu Hakanın şahsiyet ve eserini bir kaç sahifelik dar kadro içinde ve kalın çizgilerle pırıldatmaya çalışıp Vahidüddin'i yetiştiren ve onun ruhunu örgüleştiren vasatı, yine Vahidüddin cephesinden belirtmektir. ikinci Abdülhamid Hân'ın cülûsiyle taht nöbetinde üçüncülüğe geçen Vahidüddin, bütün şahsiyettini 15 yaşından 48 yaşına kadar 33 yıl beklediği ve bu arada gençliğini, olgunluğunu, hattâ ihtiyarlık" başlangıcını idrak etiği «D'evr-i Hamîdî» içinde idrak etmiştir. Her şeyden evvel kaydedelim ki, birçok kaynağın haber verdiği gibi, ikinci Abdülhamid'in en fazla sevdiği kardeşi, hattâ topyekûn şehzadeler arasında en ziyade benimsediği yakını, Mehmed Vahidüddin Efendidir. Ulu Hakan, Şehzade Mehmed Vahidüddin Efendide kendisine madde benzerliği içinde büyük bir mânâ benzerliği buluyor ve onu sık sık huzuruna çağırıp arzularını soruyor ve içli dışlı sohbetine muhatap kılıyordu. Bu mânâ yakınlığının müşterek temel çizgisi, din alâkası ve Đslâmiyet bağlılığı... Kolayca ve rahatça iddia edilebilir ki, 36 Türk Padişahının içinde en dindarı, vecd ve haşyette en ilerisi, mutlaka Abdulhamid, peşinden de gösterilmesi mümkün üç isim varsa mutlaka aralarına girecek olan Vahidüddin'dir. Bu hususîliği, doğrudan doğruya mevzuumuzun içinde bir laboratuar katiyetiyle tesbit etmek borcumuz olsun... Sıhhî vaziyetindeki zaiflik ve nahiflik boyuna devam eden Mehmed Vahidüddin Efendi, büyük ağabeyinin devrinde yine türlü uzvî rahatsızlıklar içinde gidip gelirken, ruh yönünden en huzurlu çığrını yaşar. Zira imparatorluğun, iç ve dış saiklerle tam bir uçurum kenarına itildiği hengâmede onu düşmekten koruyabilecek sanatkâr eli görmektedir. Bu, Ulu Hakan Abdülhamid Hân'dır. Đşte Abdülhamid'in iradesine zıt ve meşhur Rus Sefiri (Ignatyef)den daha fazla Moskof emellerine yol açarcasına Mithat Paşa hediyesi olarak gelen «93» isimli Türk - Rus Harbi!.. Bütün Avrupayı hâlimize güldüren «Haliç Konferansı» içinde 101 pare top sesiyle ilân ettikleri, sahte kahramanlar marifeti sahte Meşrutiyet... îçinde Avrupa, (emperyalizm) ajanlığı, kozmopolitlik, masonluk ve yahudilik tuzaklarının mayın tarlası gibi kümelendiği ve «Devleti Aliyye»yi parçalama gayesinden başka hiçbir işe yaramaz hiziplerin yuvalandığı ilk meclis... Ve Ulu Hakanın ilk ulu iradesi: — Bu millet henüz kendi ruhunu Avrupa mamulü hürriyet nizamı içinde temsil ettirmenin rüşdüne ermemiştir! Meclisi feshediyorum! Fesih iradesinin ruhu bundan ibaret... Abdülhamid'i, tamamiyle arzu ve iradesi dışında girişilen Birinci Meşrutiyet teşebbüsü ve Türk - Rus Harbi neticesinde ilk felâketler savulduktan ve nisbî bir sükûn gerçekleştikten sonraki 31 yıllık hâkim devresinde şöylece özleştirebiliriz: SĐYASÎ DEHÂ 37 yıl ilerideki Birinci Dünya Harbini pişirmeye doğru giden Đngiliz - Alman rekabetinden en büyük faydayı sağlama ve Türkiyeyi kuşatıcı tehditler önünde daima birini öbürünün karşısına çıkarma dehâsı... Bu dehâ, Alman Birliğinin kurucusu ve Türk düşmanı (Bismark)a en büyük darbeyi vuracak ve Kayzer Vilhelm'e «politika inceliklerini Abdülhamid'den öğrendim» dedirtecektir. Balkanlar, Girit, Mısır, Akabe, Hicaz ve Yemen mes'elelerini, her biri devlet bünyesini zehirleyici hâle gelmeden yatıştıran, uyuşturan, tesirsiz kılan ve bir gün topyekûn cebe indirilecekleri şartlar zeminini engellemeye doğru giden de aynı dehâ...
  • 12. ĐDARÎ DEHÂ En büyük değeri haber alma ölçüsüne bağlayan bu dehâ, hafiyelik teşkilâtını kurmakla, milleti birbirine düşürmek ve nefsânî ihtiraslarına hizmet etmek gibi hasis ve sefil bir gaye takip etmemiş, aksine, binbir gizli cereyanın çürütmeye çalıştığı devlet temellerindeki rahneleri tıkama vazifesini ilk defa metodlaştırmıştır. Bugünün «Millî Emniyet»inden tutunuz, Batının bütün (entelicens) teşekküllerindeki tohum Abdülhamid'indir. Onu hafiye kullanmakla suçlayanlar, kendisini devirdikten sonra sadece nefsânî hırsları uğrunda «Teşkilât-ı Mahsusa»yı kuranlardır. Aynı idarî dehânın yalnız liyakate değer verici, geliştirici ve yetiştirici prensipi, Abdülhamid devrinde üç büyük mareşal (Gazi Osman, Ahmed Muhtar ve Ethem Paşalar) ve Ahmed Cevdet, Abdurrahman Paşalar gibi dünya çapında ilim ve fikir adamları ve yedekte bekliyen bir sürü sadrâzam namzedinin toplanmasiyle sabittir. Ermeni ve Yahudilere, hususiyle masonlara karşı alınan köstekleyici tedbirler de, politika dehâsiyle içice idarî dehânın en parlak numunesi... ĐKTĐSADÎ DEHÂ Đlk işi saray masraflarını kısmak olan ve bu yüzden Galata bankerlerine borç etmemiş tek şehzade-olduğu için «Pinti Hamid» diye anılan büyük ahlâk ve tasarruf seciyesi ki, astronomik devlet borçlarını «Hazine-; Hassa»sı gelirinden ve «Kîse-i Hümayun»undan ödeyerek yüzde ikiye kadar düşürmüş ve saltanatı boyunca dışarıya tek kuruş borçlanmamıştır. Hamidiye sularına kadar züccaciye, halı, kumaş sahalarında nice tesis ve daha nice Đçtimaî yardım çatısı onun eseri... Büyük tren yolu siyaseti, (Selanik - Đstanbul, Selanik - Manastır, Đzmir - Kasaba) hatlarından sonra, iki muazzam demiryoliyle, onda, siyasî ve iktisadî dehânın en yüksek derecesini kaydeder. Biri, Đngiliz tehlikesine karşı mukabil Alman tehdidini diken Anadolu - Bağdat, öbürü de Đslâm Birliği idealinin yolunu ve yönünü gösterici ve Moskof'undan îngilizine kadar her tarafı apıştırıcı, 2000 kilometrelik Hicaz şimendüferi... Abdülhamid'in saltanatı çerçevesinde hâdiselerden süzdüğümüz vasıflar, birkaç şubede daha belirtilmek ihtiyacındadır: HARSI ÖLÇÜ Doğu ruhu içinde Batının olanca müspet bilgilerini devşirmek, ve benimsemek, bünyeye maletmek lüzumuna inanan Abdülhamid, memlekette ilk defa, birçok vilâyete şâmil olarak sanayi mektepleri zincirini halkalamış ve sonu «şahane» sıfatiyle mühürlenen bütün yüksek tahsil ocaklarını kurmuştur. ASKERÎ ÖLÇÜ Ömründe; tek harp veren (1597 - 1313 Yunan Harbi) Abdülhamid, onda da geniş bir seferberliğe girişmek telâş ve zilletine düşmeksizin biricik Rumeli ordusiyle ve en kısa zamanda Atina kapılarına dayanmış ve Yunanlıları susta durdurtup «düvel- i muazzama» ağabeylerinden imdat isteme vaziyetine getirmiştir. Ayrıca, «Düyun-u Umumiye» borcunun büyük kısmiyle satın alınıp hiçbir işe yaramıyan ve durduğu yerde devlet bütçesini kemiren ıskarta donanmanın (materyel), (personel) ve muharrik kuvvet zaafını kestirip onu Halic'e tıkamak ve bütün kuvveti kara ordusuna vermekle, sevk ve idare dışı umumî görüş kıymeti olarak üstün askerlik anlayışını ispat etmiştir. Halbuki bu nokta, vatan kurtarıcılığı yerine ona vatan hainliğini isnada kadar gittikleri yerdir. Abdülhamid, düşmanlarına karşı nerede zayıf ve nerede kuvvetli olacağını derinden derine kestiriyor, ona göre askerî bir plân takip ediyor, zahiri ve aldatıcı süslerden kaçınıyordu. Saraydan idare edildiğini öne sürerek kötüledikleri nice askerî harekât ancak bu sayede muvaffak olmuş veya büyük bir hezimete inkılâp etmekten kurtulmuş ve topyekûn devlette olduğu gibi, bilhassa askerlikte en mühim başarı faktörü olan
  • 13. gizlilik, yine ve ancak bu sayede sağlanabilmiştir. «Devlet sırrı» şuuruna malik ve bu şuuru müessirleştirmiş bulunan en üstün Osmanlı hükümdarı Abdülhamid'-dir- ADLÎ ÖLÇÜ Adalet işlerine asla karışmayan, ondan Kur'ân emirlerine müdahale edercesine çekinen Abdülhamid, adlî ölçü bakımından yalnız hudutsuz ve tarihte eşsiz bir merhamet ve atıfetin temsilcisi olmuş ve 33 yıllık hükümdarlığı içinde kaatil bir haremağasından başka hiç bir ferdin idam hükmünü imzalamamış gerisini hep ebedî hapis ve sürgüne çevirmekle yetinmiştir. Abdülhamid'in, hürriyet yalaniyle gelen Makedonya çapulcularının karşısına Hassa Ordusu ile çıkmamasında ve «benim yüzümden tek damla Müslüman kanı akıtılmasına razı değilim!» demesindeki sebep de onun bu merhamet ve tevekkül cephesine bağlı ve belki tenkidi kabil biricik zaafıdır. Ermeni icadı «Kızıl Sultan» tabiriyle, yeni doğmuş çocukların beynini salata yapıp yercesine kan içiciliği dillere destan edilen bu mazlum tâcidar, hakikatte, karınca ezmekten bile sakınan velî mizaçlı bir merhamet felçlisidir Ve hakkında köpürtülen yalanların tam ve kâmil zıddıdır. Memleketin en vicdanlı adliyecilerinden kurulu yüksek mahkemenin idam hükmünü, yine memleketin en üstün şahsiyetlerine mütalâa ettirip hemen hepsi ve bilhassa Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa tarafından «mutlaka idamı şarttır!» reyini aldığı hâlde kararı bozup Mithat Paşayı Taife sürmekle kalan, sonra da asla mecbur olmadığı bu af ve atıfet hareketine karşı «Mithat Paşayı boğdurdu!» iftirasını çeken Abdülhamid, bu bahiste de çapı hayale sığmaz bir âbidedir. «Hürriyet Şehidi» tabiriyle hem Mithat Paşada, hem de Namık Kemal'de mukaddes şehitlik vasfını yerin dibine geçirenler bilmelidir ki, Abdülhamid'in bunlara verdiği ceza valilik ve mutasarrıflıkla beraber ayda yüzlerce altın «Ihsan-ı şahane»den başka bir şey olmamış, ve o devirde sürgünlük bir nevi kazanç endüstrisi hâline getirilmiştir. Bundan sonra Abdülhamid'i ruh ve mizaç noktasından da kıymet hükmüne bağlayıp son hâdiseler içinde çerçevelemek, o devrin mâna iklimi boyunca 48 yaşına kadar ilerliyen Mehmed Vahidüddin Efendi Üzerindeki tesirleri hesaplamak ve artık kahramanımızı evelâ ikinci ve sonra doğrudan doğruya veliaht sıfatiyle sahneye davet edici meşrutiyet çığırına yeni bir fasıl açarak girmek icap ediyor. VEHĐMLÎ ABDÜLHAMÎD Deliliğe yakın bir vehim baskısı altında gösterdikleri Abdülhamid'de bu hususiyet, bütün hile ve yıkıcı tertipleri hayal edebilen bir zekâ ifadesi olduğu içindir ki, baş meziyetlerinden biri iken, düşmanlarının işine gelmemiş ve aşağılık bir illet diye öne sürülmüştür. Vehimli olduğu muhakkak bulunan, fakat asla onun pençesinde zebun hale gelmeyen ve hayâl kuvveti yoliyle kararını riyazi müşahededen sonra veren Ulu Hakan, bu haliyle filozof (Bergson) un «Đbda Edici Hayal» Ölçüsüne en canlı misaldir. Hayal zekânın ta kendisi, en üstün tecelli şekli ve kumandandan moda bulucusuna kadar her iş şubeyine gerekli olduğuna, hatâ Allahı bulmakta biricik melekeyi belirttiğine göre «Vehimli Abdülhamid» yaftasının hakikatte ne büyük bir meziyet ifade ettiği kendi kendisine zahirdir. «Vehimli Abdülhamid» olmasaydı, Đmparatorluk 33 yıl değil, 3 yıl bile dayanamazdı. Nitekim ondan sonra da ancak 10 yıl dayanabildi. Allah ve Resulüne her türlü mikyas üstü imanı müstesna, yine filozof (Dekart)ın «sistemli şüphe»si bütün devlet işlerinde ve şahıs münasebetlerinde, Abdülhamid'deki tecellisini kimsede bulamamıştır. , DĐNDAR ABDÜLHAMÎD Daha önce dokunduğumuz ve 36 padişah arasında en parlağı olarak gösterdiğimiz bu nokta Abdülhamid'de öylesine derindir ki, bir Avrupalıya «Đslâma en küçük, zerrece aykırılık mevzuunda kabul edebileceği hiçbir tâviz hayal edilemez!» sözünü söyletmiştir. Abdülhamid bütün hayatı süresince, susarken, konuşurken, iş görürken ve uyurken yalınız Allahını ve milletini düşünmüştür.
  • 14. MÜTEFEKKĐR ABDÜLHAMĐD Hiçbir zaman derinliğine ve üstün bir irfanla besli bir fikir adamı olmamasına rağmen gayet derin bir seziş plânında bütün sahte inkılâpları ve kahramanları anlayan ve bu köksüz gidişi engelleyen ve işte bu yüzden sayısız düşman kazanan, milli ruh köküne bağlı, felâket devresinde ilk ve son devlet reisi... ŞAHSÎYLE ABDÜLHAMÎD Daima eldivenli, daima temiz, aşırı derecede edep ve terbiye sahibi, ölüm yatağında bile doktoruna giyinip de çıkan, odasına bir hademe girince ayağa kalktığını belli etmemek için masasından bir kâğıt alıyormuş gibi hareket edecek kadar Allah'a mahviyet gösteren, şahane heybetiyle de Alman veliahtını apıştıran, en ileri Avrupalıdan daha gerçek Avrupalı ve en üstün şarklıdan daha üstün şarklı, esrarı çözülememiş ve mânası güme getirilmiş yüce Halife ve Ulu Hakan... Đşte Mehmed Vahidüddin Efendi, 15 yaşından başlayarak 48 yaşına kadar böyle bir tâcidarin inkıraz durdurucu havası içinde yaşadı, en sevgili ağabey olarak birdenbire vatanı topyekun çöküntüye götürmek üzere Ulu Hakan'ı deviren îttihad ve Terakki Đsimli eşkiya ocağı ve onun kukla padişahı Sultan Reşad devresine, inkıraz gerçekleştikten sonra taht'a. çağrılmak gibi bir kader şartı altında girdi. ÇÖKÜŞE DOĞRU ÎTTĐHAD ve TERAKKĐ MAHUD cemiyet... Đttihat ve Terakki... Tanzimatla başlayan deri üstü Batı kopyacılığı ve ucuz inkılâpçılık hareketinin işi gözükaralığa ve komiteciliğe dökmüş şekli... Tahlilsiz, teftişsiz, muayenesiz, murakabesiz, Batı Kültürüne dışından sürtünmüş ve Batının işporta malı mefhumlarına (hürriyet, adalet, müsavat) kapılanmış maceracı çeyrek aydınların şekavet ocağı... Abdülaziz devrinde kurulan ve sahası çok dar kalan «Genç Osmanlılar»ın peşinden, Abdülhamid zamanında tohumu atılıp fidanı gelişen ve ağacı yetişen ittihat ve Terakki, Ulu Hakan'ı devirdikten sonra 10 yıl içinde Đmparatorluğu inkıraza sürüklemek marifetini yerine getirir ve olanca vebalini 6. Mehmcd "Vahidüddin'in zaif ve nahif omuzlarına yığıp basar gider; silinir, kaybolur! Bu bakımdan, vatanın olduğu kadar 6. Mehmed Vahidüddin'in doğrudan doğruya kaatili Đttihat ve Terakki'dir; ve onun en az fenalığı, ancak merhameti yüzünden devirebildiği Đkinci Abdülhamid'e dokunmuştur. Đkinci Abdülhamid'a edilen fenalık (vatana edilen ayrı) ancak şahsîdir. Vahidüddin'in şahsına ise hiçbir şey yapılmadığı halde bu bedbaht zat, artık yıkılmış bulunan vatanın altında bırakılmak suretiyle belâların en büyüğüne çarptırılmıştır. Vahidüddin'i teşhis ve tesbit etmenin en ince çizgisi de budur. Böyle olunca ittihat ve Terakki vakıasını Abdül-hamid'e olduğu kadar, hattâ biraz daha fazlasiyle Vahidüddin'e bağlamak doğru olur. Đtalya tarihinde büyük bir rol oynayan (Karbonarö»lerin, başlangıçta, eski bir taş kömürü ocağında toplanmış üç beş kişiden meydana gelmesi gibi, Đttihat ve Terakki, protoplazmasını 1889 yılında, «Tıbbiyye-i Şâhane»nin kuytu bir köşesinde kurar. Đlk gönüllüleri, çocuk denilebilecek yaşta, (romantik) ve satıhçı beş adet delikanlıdır. Ohri'li ibrahim Temo, Arapkir'li Abdullah Cevdet (ileride dinsiz içtihat gazetesi sahibi), Diyarbakırlı Đshak Sükûtî, Kafkaslı Mehmed Raşid ve Bakûlü Hüseyin zade Ali... Bunlar, 1889 yılının 21 Mayıs günü Tıbbiyye'nin izbe bir noktasına çekilirler ve bağlarını koparmaya başladıkları Kur'ân yerine bilmem ne üzerine and içip, Kızıl Sultan (!) ve rejimine karşı hareket fikri etrafında birleşirler ve bu birliğin ilk hücresini Örerler. Đlk isim de «Ittihad-ı Osmanî»dir- Henüz tamamiyle iptidaî, hattâ, nazarî ve edebî, en doğrusu hayalî ve (fantezik) safhada bulunan bu topluluk üzerinde ilk kıymet hükmü şudur:
  • 15. Bunlardan en kuvvetli ve şiddetlisi, daima olduğu gibi, anavatan dışı, Makedonya havasının yuğurduğu, suyun öte yanından bir tip, öbür ikisi de aynı şekilde, Moskof kültür gübresi içinde boy atmış insanlar ve yalnız ikisi Anadolu çocuğu... Başta Abdullah Cevdet isimli (hakikatte Adüvullah Cevret) olmak Üzere işte bu iki Anadolu genci de, bütün kök alâkalarını kesmiş veya kesmek üzere iki ters bünye Örneği... Bunlardan Abdullah Cevdet isimlisi, Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit'le beraber, hattâ onların Önünde ve onlara fikir rehberliği edercesine memlekette Đlk mütaamz, saldırgan küfür bayrağını açandır. Doktor (D'uzi)nin «Đslâm; Tarihi» isimli zehir çanağı kitabını Türkçeye çevirip nice körpe vicdanları kurutan ve kendi gibi birkaç tıbbiyeliyi, imânlarını kaybetmek yüzünden intihara sürüklemiş olan lânetli... Ben Abdullah Cevdet'i dinsiz «îçtihad»ı çıkardığı demlerde 19 - 20 yaşlarında bir genç iken tanıdım. Henüz edebî şöhretimin başlarındaydım. Cağaloğlunda, Yerebatan taraflarında, üzerinde Đranı tâlık hatla «Đçtihat», ayrıca da Fransızca «Idjitihat» yazılı iş yeri ve apartmanında... Süleyman Nazif'in «o suretten hayayı dest-i Hak (Allah'ın eli) tırnakla yırtmıştır!» dediği menhus ve çiçek bozuğu çehresini görür görmez midem bulandı ve ondan sonra her müşahede bende bu ruhî mide bulantısını teyid etti. Ekferin bana hayranlığı o mertebedeydi ki, bu yeni şairin fotoğrafını «Đçtihad»ın kapağına koyuyor ve beni Türklerin (Bodler)i diye takdim ediyordu. Fakat bü övmeler sonradan ayniyle Allahsız Nurullah Ataç tarafından da olduğu gibi bana zerrece tesir etmiyor ve aradaki ruh ve dünya görüşü farkı yüzünden bu esfel tiplere ısınamıyordum. Ruh hasisliğiyle bir arada madde cimriliğiyle maruf, Allah ve Resul düşmanı Abdullah Cevdet, bir kenarda unutulmuş ve hakkı verilmemiş bir insan, bütün inkılâpların ilk tebşircisi bir mütefekkir olduğunu zanneder ve ufunet dolu içini çekerek şöyle derdi: «— ittihat ve Terakki'yi kuran, benim! Abdülhamid'e karşı ilk hareket bayrağını açan benim. Sonra Đttihatçılar iktidara geçince unutulan ve bir köşede bırakılan da benim! Ha! Mustafa Kemal'in bütün inkılâpları benden kopya olduğu hâlde (henüz Abdullah Cevdet'in şiddetle taraftar olduğu yeni harf inkılâbı olmamıştı), onca da takdire mazhar olamayan, benim!» Böylece, Đttihat ve Terakki'yi kuranlardan (prototipik - baş örneklik) bir mahiyet, dâvanın içyüzünü izaha yeter. Đlk teşekkül aylarca ve yeni mensuplarına rağmen (fantezi) plânında kaldıktan sonra, birden, o sırada Avrupada bulunan birinin eline düşüverdi ve bu yoldan, âdeta Avrupada merkezleşmenin bedava nimetine erdi. Avrupada bulunan biri, ittihatçıların bir ara büyük hürriyet mücahidi tanıdıkları, sonra da belki haklı olarak yerin dibine batırdıkları, frenkvâri kesilmiş sütbeyaz sakallı, meşhur Ahmed Rıza... Meşrutiyetten sonra Ayan (Senato) reisliğine getirilecek olan bu ihtiras ve menfaat kumkuması, o hengâmede Bursa Ziraat Mektebi Müdürüdür ve Bursanın «Nilüfer» gazetesinde makaleler neşretmekte ve resmî günler Đkinci Abdülhamid hakkında (tıpkı Servet-i Fünun'da Tevfik Fikret'in yaptığı gibi) en yakası açılmamış medhiyeler, dalkavuknâmeler yayınlamaktadır, işte bu Ahmed Rıza, 1889'da Pany sergisi münasebetiyle oraya gitmiş ve Fransa'dan Abdülhamid'e ıslahat lâyihaları yağdırmaya başlamıştır. Maksadı, bir ayağının emniyette bulunduğu bir diyardan yükselttiği tatli-sert nidalarla Hükümdarın dikkat nazarını çekmek, bu yoldan mümkün olursa paye kapmak, olmazsa «Hürriyet Kahramanlığı» safına geçmektir. Abdülhamid'in hatıralarında, «ingiliz Ali Beyin oğlu» diye gösterdiği, anne tarafındansa büsbütün yabancı bir kan taşıyan Ahmed Rıza, Paris'teki faaliyetiyle, çekirdek kuruluşun toy delikanlılarını büyüleyiverdi. Đlk kadroya katılanlardan Ahmed Verdânî, Doktor Nâzım, Ali Zühtü isimli gençler, hükûmetin dikkat nazarlarını üzerlerine çekecek nümayişlere girişip Paris'e sıvışmak zorunda kalınca Ahmed. Rıza'nın eteklerine yapıştılar ve bu, evvelâ Özenti, sonra meccani, daha sonra sahte kahramanı, cemiyetlerinin ilk kafası makamına oturttular, «Đttihat ve Terakki» ismi, işte o sıralarda, Paris'le Đstanbul arası haberleşmeler sonunda takıldı- Ahmed Rıza, Fransız «akılcılık» mezhebinin kurucularından (Ogüst Kont)a kapılanmış, onu peygamber saymış, onun (pozitivizm - müspetçilik) felsefesini
  • 16. din kabul etmiş ve aklı putlaştırmiş bulunuyordu. Bir mecliste, Allaha inanmadığı ileri sürülünce şöyle demişti: «— Đnanmamak olur mu? Benim de inandığım, bağlandığım bir hakikat var: (pozitivizm), akıl, müspet görüş mezhebindenim ben. Akla iman ediyorum!» Đşte, bu, dörtte üç kan frenk Ahmed Rıza, Frengistanda tohumunu atmaya başlayan cemiyeti ilk defa olarak isimlendirdi, yâni vaftiz etti. (Pozitivizm)in remzi olan (Ordre et Progres - Nizam ve Terakki) tâbirini öne sürerek... Gençler bu tâbir üzerinde küçük bir ameliyat yaptılar ve (Ordre) kelimesini, birlik mânâsına gelen (Union) lâfziyle değiş tirerek (Union et Progres - Itthat ve Terakki)yi kelimeleştirdiler. Böylece cemiyet, frenk düşüncesinin frenk tâbirinden doğma klişesini Ttirkçeye çevirmekle isimlendirilmiş oldu. Kuruluşundan iki yıl sonra âzası 12'ye varmış olarak Đstanbul'un Edirnekapisı dışındaki Mithat Paşa bağında gizli ve (romantik) toplantılar yapan (fantezik) teşekkül, kısa zaman içinde, Đzmir ve Şam taraflarında, kendisine denk havalar ve insanlar buldu. Bilhassa yüksek tahsil sınıfından gençler ve genç zabitler arasında maya tutmaya başlayan bu yeni dâva (!) Ahmed Rıza'nın Paris'te yayınlamaya başladığı «Meşveret» gazetesiyle (1895) gözleri büsbütün üzerine çeker oldu. Artık, kayıtlı olsun olmasın, aydın geçinen herkeste cemiyete doğru bir temayül... Âdeta moda zevki... Bu vasatı, saraya ve Abdülha mid'e karşı, için için, alttan alta köpürten içtimaî zü'mrelerse malûm... Başta Yahudiler, dönmeler ve masonlar, bütün bir köksüzlük dünyası... Cemiyetin ilk beyannamesini Abdullah Cevdet kaleme alıyor; Avrupayla muhabereleri de Galatatadaki Fransız postahânesi ve Harbiye muallimlerinden (!) (Toustim) Paşa idare ediyor. Aynı mektebin öğretmenlerinden Çürüksulu Ahmed Bey de (ileride paşa), bu frenk asıllı, Türk dostu (!) paşayla elele... Cemiyet, Avrupa ve Mısır taraflarında üslenir ve Türkiyede kıvılcımlanırken artık sarayca malûm hâle geliyor ve «Kızıl Sultan» dedikleri marazı merhamet abidesinin ödenekli sürgünleriyle bu kahramanlar, âdeta işsizlik ve meteliksizlikten kurtarılmış olarak imparatorluğun köşe ve bucaklarına nefyedilmeye başlanıyorlar. Fakat bu tedbir, yanına bol gıda maddeleri bırakılarak azgın kediyi çuval içinde öbür mahalleye aktarmaktan başka bir şeye yaramîyor; ve aç kediler bir taraftan çoğalırken, bir taraftan da atıldıkları yerlerden dönüp tekrar evin çatı arasında veya bodrum katında toplanmaya devam ediyorlar. Bütün endüstrilerini Abdülhamid'in müsamaha ve merhamet zaafına dayayan Đttihatçılar, kendilerine göre, bonmarşe arslanı şeklinde, dişi kesmez ve pençesi yırtmaz bir padişah aramaya başlıyorlar. Küstahlık ve gözükaralıkları o hâle gelmiştir!. Sırada üç şehzade var: Đrade ve dayatma kabiliyeti, pelteyi beton gösterecek kadar zaif, veliaht Mehmed Reşad Efendi... Her ân bir buhrandan ötekine geçen Yusuf Izzeddin Efendi... Üçüncü veliahd yerinde, yaşı 40'a merdiven dayamış Çengelköyü sırtlarında iri ve sık ağaçlardan bir hisar arkasına çekilmiş, taht üzerinde istekli ve ümitli görünmeyen Mehmed Vahidüddin Efendi... Yusuf Đzzeddin Efendiyi bir kalem atıyorlar; Vahidüddin Efendiyi, vakar ve nefsini korumakta gösterdiği dikkat yüzünden ve ayrıca büyük ağabeyi ile aralarındaki karşılıklı sevgi bakımından «Abdülhamid-i sâni'nin sânisi» diye vasıflandırıyorlar ve olanca ümitlerini, kendileri için biçilmiş kaftan, Sultan Reşad'a bağlıyorlar. Ve harekete geçiyorlar. Mehmed Reşad Efendi Mevlevîdir. Ne yapmalı ? Beyoğlu (Yüksek Kaldırım) Mevlevi Tekkesi şeyhini elde edip onun vasıtasiyle Veliaht'a hulul etmeli!.. O devirde Mevlevîlik zorlu bir kapı olmadığı gibi şeyhini elde etmek de zor olmuyor. Reşad Efendinin karşısına çıkıp «hürriyet, müsavat, adalet» kem-küm ediyorlar ama, o biçilmiş kaftan, pelte seciyede, kendilerini anlayacak ve destekleyecek kadar bir hamle ve karar iktidarı bulamıyorlar. Padişahlığında boyuna tekrarlamak üzere, Mehmd Reşad Efendinin her hâdise karşısında tavrı şu dört kelimeye sığmaktadır: — Memnun oldum, mahzuz oldum. Hemen kararı veriyorlar:
  • 17. — Yusuf Đzzeddinde iş yok! Vahidüddin habisin biri! Reşad ise destekçimiz değil, ancak biz iktidara geçtikten sonra padişahımız olabilir. 'Mumla arasak bulamıyacağımız bir padişah.'... Ve 1897 yılının ortalarında Abdülhamid'e karşı bir darbe kararını veriyorlar. Yüksek Kaldırımdaki Mevlevi Tekkesinin şeyhi Abdülkadir Efendi, henüz taslak hâlindeki bu ihtilâl heveslilerini o kadar tutuyor ki, kudretli padişah ve Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın murakebe pençesi altındaki Yıldız Sarayına kadar sızıyor ve orada bâzı silâhşorların, Sultanı devirme işinde yardımını istemeyedek teşebbüsten çekinmiyor. Onun da gayesi, Osmanlı tahtının üzerinde Mevlevi külahını görmek... Kararı Paris'e, Ahmed Rıza'ya uçuruyorlar. Gelen cevap, gözü karalıktan başka bir esas ve usul tanımayan cakacı yavru horozları çıldırtıyor: — Ya hareket muvaffak olamazsa bizim Fransa'da hâlimiz nice olur? Fransa Hükûmeti hepimizi hudut dışı etmez mi? Al sana, Đstanbul merkeziyle Paris mihrakı arasında bir kopuş... Đstanbul'da Hacı (!) Ahmed Beyin reisliğindeki Umumî Merkez, Ahmed Rıza'nın cemiyetten ihracına karar veriyor; derken bir jurnal üzerine hepsi birden tutulup saraya dolduruluyor ve oradan darağacına gönderilmek yerine ödenekli sürgün âlemine çıkarılıyorlar. îlk umumî merkez de böylece, kendi kendisine kapanıyor ve Đttihat ve Terakkinin ilk devresi nihayete eriyor. Temo soyadını taşıyan, suyun öte tarafına bağlı, ilk müessislerden Đbrahim, Romanya ve Bulgaristan'da; Ahmed Rıza, Doktor Nâzım ve kumpanyaları Fransa'da; şu bu, Đsviçre'de; filân falan Mısırda üslenmeye ve mihraklaşmaya baksın!.,. 21 Aralık 1896 tarihinde Đsviçre'nin Cenevre şehrinde «Osmanlı Đhtilâl Fırkası» kuruluyor. Aynı mayadan ve Đstanbul Merkezinin düşmesi üzerine daha canlı hareket edilmesini isteyenlerden bir grup... Artık içerideki kundak tepelenip söndürülmüş, yanık lekeli bir bez parçası halindedir ve kendilerince bütün ümit, vatanın pencerelerinden seyrettikleri Batı ve Şimal rüzgârlarının savurduğu kıvılcımlardadır. Bu kıvılcımlar, vatanı yakmak için Haçlılar Dünyasında ateş üfleyen, kafa kağıtlarında «Müslüman» ve «Türk» yazılı insanların nefesleri... Đsviçrede kurulan «Osmanlı Đhtilâl Fırkası»nın ilk işi ermenilerle münasebet kurmak, onlardan destek istemek ve Müslümanların Halifesi ve Türklerin padişahına ortaklaşa bir suikast tertibi fikrinde birleşmek oldu. Đhtilâl Fırkası, önce hedefini ve dâvasını açıklayıcı bir beyânname yayınlayacak, peşinden Ermeniler Istanbuldaki Türk fedaîlerine bomba verecekler... Sonradan bomba verilmesi işinin Tuna boyunda bir noktada yapılması düşünüldü ve bombaları Đbrahim Temo'nun teslim alıp dilediği yere sevketmesi kararlaştırıldı. Doğrudan doğruya Türk düş-manlariyle Türk ismi altında Türklük düşmanlarının bu temasına, Zarifyan isimli Ermeni aracılık ediyordu. Fakat mahut hedef ve dâva beyannamesinin neşrine rağmen Türk düşmanı Ermenilerle Türklük düşmanı sözde Türkler anlaşamadılar, bomba alış verişini yapamadılar; böylece Đslamların Halifesi ve Türklerin padişahını bombalamak şerefi (!) yalnız Ermenilere kaldı. Đşte ihtilâl beyannamesinden birkaç parça: Osmanlılar! Biliriz ki, kudurmuş bir köpeği gebertmek farzdır! Đşte bugüne kadar kan dökmekten sakınmış olan «Osmanlı Đhtilâl Fırkası» artık zalimlerin haddini silâhla bildirmeye ve mazlumların intikamını almaya iyice karar verdi! Zabıta güruhu ve asker takımı yolumuzu kesmeye kalkışırsa aramızı ancak Ölüm ayırabilecektir. Evet, öleceğiz, öldüreceğiz, keseceğiz, biçeceğiz, yakacağız, yıkacağız! Hiç kimseden pervamız yok! O canavar Padişahın «Yıldız»ını söndürecek ve külünü semaya doğru savuracak olan (dinamit)ler bile elde, belde hazırdır. Halkın selâmeti, herhangi noktayı gösterirse oraya atılacaktır. «Ya hak, ya ölüm!» diyerek «Meclis-i Mebusan»ı açtırmak ve şu zalim hükümeti kökünden söküp atmak üzere biz işe sellemehüssellâm başlayacağız, bildiriyoruz! (Mühür) Đhtilâl Fırkası. Ya hak, ya Ölüm! O sıralarda Avrupadaki faaliyet içinde, meşhur Doktor Kadri Raşit Paşaya kadar nice mâruf şahıslar arasında, Tunalı Hilmi ve büyük edip Süleyman Nazif'i de görüyoruz. Bu Tunalı Hilmi, 20 yıl sonra Đttihatçıların çökerteceği imparatorluk enkazından birkaçını kurtarabilmek, yâni Đttihatçı pisliğini temizlemek gayesiyle başlayacak olan Đstiklâl Harbi ve peşinden Cumhuriyet devresi ilk
  • 18. meb'usları arasında yer bulacak; zavallı Süleyman Nazif ise, yardım ettiği tarafın yıktığı vatan harabesi önünde, îstanbulun işgali günü, dillere destan «Kara Bir Gün» yazısını kaleme alacaktır. Vahidüddin, Çengelköyündeki köşkünde, sessiz hıçkırıklarla Boğazı seyrede dursun!... Büyük hâdiseler herkesçe bilindiği, küçükleri büyükleri doğurma bakımından kök değerlerine rağmen hafıza ve hatıralarda yaşayamadığı için onları yaya takip ederken öbürlerinin üzerinden (füze) hıziyle geçmeyi tercih ediyoruz. Đttihat ve Terakki'nin büyük hâdiseler çığırı, 19'uncu Asrın son yıllariyle 20 nci Asrın ilk seneleri arasındadır ve cemiyetin, büyük aksiyon merkezini Selanikte kurmasiyle başlar ve Đstanbul üzerine sevkettiği, beyaz keçe külâhlı fedailer ve Hareket Ordusiyle sona erer. Ahmed Rıza yine sahnededir ve onunla beraber bazı isimler destanlaşmakta... Enverler, Niyaziler, Talâtlar, bu son çığrın son perdelerinde sahneye çıkarlar; ve dağda ardına taktığı bir geyikle hürriyet avına çıkan, fakat eceli sahneye çıkmasına müsaade etmediği için kartpostallarda sembolleşen palabıyık Niyazi Bey müstesna, daha nice yeni aktör ve figüranla beraber, Đmparatorluğun Çöküşüne kadar tam 10 yıl sahnede kalırlar. Selanik devresinde Đttihat ve Terakki (bir aralık Terakki ve Đttihat) ağız yerine tabanca namlusundan başka bir iş âleti tanımayan ve her kapıyı açıcı maymuncuğu silâhta bulan bir eşkıya ocağıdır. Ocağa bu ruh sinince de artık eski, sözde fikircilere hiçbir rol kalmamıştır. Meselâ: Enver'in fevkalâdelik vasıfları arasında en hayran olunan nokta, onun, ismini, tabancayla, nokta nokta, hedef tahtasına yazabildiğidir. Bütün fikirleri, beyaz keçe külahlara siyah ibrişimle işledikleri «ya hürriyet, ya Ölüm.» dövizinden ibaret... Selanik devresinde ocağa sindirilen bu ruh, öyle tılsımlıdır ki, hepsinde, bugünün futbol heyecanına benzer ve umumiyetle kaatil çetelerinde görülür bir cinayet vecdi, hüküm sürmektedir. Abdülhamid'in paşasını Selanik'te, telgrafhaneden çıkarken yere sererler, daha nicelerini, nişan tâlimi yaparcasına kurşunlarlar ve ileride, Đstanbul'da, köprü üstünde ve umumî meydanlarda, bir kurşunda susturacakları gazetecilere doğru, boyuna tabanca (egzersiz)i yapmakta devam ederler. Bu ruhu; en tesirli atışlarına düşman yerine dindaş ve yurttaşlarını hedef tutmak ruhunu, maya tutturmaya başladıkları zabit tipine aşılamaya bakarlar. Çoğu, deli vecdi içinde çırpınan ve saralı bir şeytan cezbesi yaşayan genç Đttihatçıların ideal diye anladıkları ve kolayca yaydıkları ruh haleti, işte yalınız ve yalınız, bu cana kıyma kültür ve sanatına dayanır. Đttihat ve Terakki şekavet ocağının gide gide nihayet varabildiği biricik mezhep ruhiyatı, şehvet halinde bir cinayet cezbesi ve bu cezbenin âyin zevki olmuştur. yirminci Asır başlarında iyice billûrlaşmaya başlayan bu manzaraya karşı Ulu Hakan Abdülhamid Hânın yapacağı, Selâniği mâna bakımından berhava etmek, bütün elebaşlarını toplayıp vaktiyle Mithat Paşayı Brindizi'ye ve sonra Cidde'ye taşıyan «Đzzeddin» vapuru yerine köhne «Tir-i Müjgân» gemisine doldurmak ve Selanik açıklarında topa tutarak batırmaktı. Yazık ki, Ulu Hakan'da her şey var, fakat bu ruh yoktu... O kadar yoktu ki, aynı ruhu Đttihatçılardan karşılık alarak kopya etmeyi adetâ tenezzül sayıyordu. Netice: Zıpladılar, hopladılar, bağırdılar, çağırdılar, öldürdüler, yaktılar, Mabeyne telgraf üstüne telgraf yağdırdılar, hop dediler, höt dediler ve Meşrutiyeti ilân ettirdiler. Meclis-i Mebusanda, Ahmed Riza'nın reislik kürsüsü yanında, o anda ve karşılarında duran Abdülhamid'e hakaret ettiler, onu hürriyeti boğmuş ve milleti hor görmüş olmakla suçladılar. Buna da tahammül ve tevekkül gösteren Padişahı devirebilmek için, nihayet, hilelerin en denisine başvurdular, 31 Mart ayaklanmasını tertiplediler. Karşı oldukları dâvayı -şeriat- kökünden kaldırma yolunu açmak ve bu işin bahanesini bulmak için askerleri bizzat «şeriat istiyoruz diye ayaklanın!» şeklinde kışkırttılar ve kışkırtıcının Abdülhamid olduğunu ilân ettiler. Masum ve cahil neferleri «Şeriat de Şeriat!» diye sokaklara ve meydanlara döktüler. Bunların büyük kısmını Ayasofya meydanına kümelendirip oradaki Mebusan Meclisini (Cumhuriyetin 10'uncu yıl dönümünde yanan Adliye Sarayı) basmaya, bazı mebusları öldürmeye, her şeyi kırıp dökmeye ve
  • 19. yağmalamaya kadar dürtüklediler. Sonra Đstanbul üzerine çapulcu alaylarından, ismine «Hareket Ordusu» dedikleri bir güruhu yürüttüler, bu ordunun neferlerini «Padişahı kurtarmaya gidiyoruz!» diye kandırdılar. Ayan ve Mebusan'i birleştirip «Millî Meclis» namiyle topladıkları heyete, Said Paşa gribi Abdülhamid'in eski bendelerinden, fakat sıkışınca her defa bir ecnebi sefaretine sığınacak kadar bedbaht ve seciyesiz bir adamı reis seçtirdiler; ve tahttan devirme kararını işte bu orkestra şefinin kaldırdığı değnek ve gösterdiği notaya göre, keman, borazan, davul, ilân etti- Đşin en hazin tarafı, Tanzimattan beri gelen çizgi boyunca her gün biraz daha belli olarak bütün dâva şeriatı kaldırmaktan ibaretken işi yine Şeriata uydurmak gibi münafıkça bir hünerden vaz geçemediler ve hal'in fetvasını Şeyhülislâm makamındaki «Şeyhülinkâr»dan kopardılar. Bu, ebedler boyu yüzü kara adam, Abdülhamid gibi hastalık derecesinde bir dindarı, şeriat hükümlerini bozmak ve kitaplarını yakmak, israf ve zulüm (!) göstermiş olmakla suçladı ve «hal'Đ caiz olur mu?» sualine «elcevap: olur!» hükmünü bastı; ve kumandanlarının hassa kuvvetleriyle karşı durma teklifine «hayır, benim yüzümden tek damla müslüman kanı akmasına razı olamam!» diyen Ulu Hakan Abdülhamid Han tahttan al aşağı edildi. Bundan böyle ittihat ve Terakkiyi, 1918 mütarekesi günlerine kadar, felâket kuşları halinde memleket semalarından geçen hadiseler katarı içinde takip edebiliriz. Gösterdiğimiz gibi, Abdülhamid'i, sırf merhamet ve hayata saygı damarını maden gibi istismar etmek sayesinde devirdiler. Ve Abdülhamid'in «en ince yufkadan daha ince ve yumuşak» diye vasıflandırdığı, 65'lik Mehmed Reşad Efendiyi, Osmanlı tahtına, cansız bir eşya şeklinde oturttular. Böylece, 14 yıl sonra müzeden bile kovulacak olan Osmanlı taht ve hükümdarının artık müze eşyası telâkki edilmeye başlandığı çığırı açmış oldular. SULTAN MEHMED REŞAD Đkinci Abdülhamid gece yarısı Selâniğe, Yahudi (Alâtini) köşküne gönderilirken, millet temsilcilerinden olmak iddiasındaki bir heyet; Mehmed Reşad Efendinin huzuruna çıktı ve ona, millet iradesiyle müslümanların halifesi ve Türklerin padişahı olduğunu bildirdi. Hayatı süresince abdestsiz gezmemiş, bütün Osmanoğulları gibi din alâkasını asla zayıflatmamış, tek damla içki içmemiş, her türlü haramdan kaçınmış, ihtiyarlığına dek süren şehzadeliğinde hiç bir kere politika ve dalavere ateşine el uzatmamış, yalnız tarih ve mesnevi okumuş, fakat Đç âlemini dış dünyaya nakşetmek cehdinden yoksun yaşamış, yağmur suyundan temiz, ama temizleme fikir ve enerjisinden mahrum, bu mavi gözlü, beyaz tenli, pembe yüzlü, ak sakallı, esaret çapında tevekkül ve teslimiyet heykeli ihtiyar, heyete kelimesi kelimesine, Önceden düzenlediği şu cevabı veriyor: «— Otuz üç yıldır itidalimî muhafaza ettim. Bu müddet zarfında milletimin selâmet ve saadetine dua ettim. Mademki millet beni istiyor; bu hizmeti teşekkürle kabul ederim. Benim birinci emelim Şer'i-i Şerif ve Kanun-u Esası mucibînce icra-yı hükûmet etmektir. Milletimin arzu ve amalinden zerrece inhiraf etmem. Cenab-ı Hak muvaffakiyet ihsan ederse bahtiyarım.» Abdülhamid devrini gizlice kötüleme ve itidal gösterilmesi çok zor bir zaman olarak belirtme yoliyle Đttihatçılara bir nevi avans mahiyetindeki bu kof ve boş sözler; her şey şeriatı yıkmaya doğru giderken, hem şeriatı gaye kabul ettiğini söylemek, hem karşısındakilere gayesi sanki 'oymuş gibi davranmak ve vatan hizmetini şeriatte olduğu kadar «Kanun-u Esasi»de görmek, üstelik millet arzu ve emellerinden dönmeyeceğine işaret etmekle de millet yerine geçen ittihatçıları tatmin etmeye bakmak noktasından, sinsi bir üslûp içinde tezat ve zaafların en hazinini çerçeveler ve sultanlıkla sultanın ne hale düşürüldüğüne en veciz misali verir. O zamanki Harbiye Nezareti (Şimdiki Universite)nin önünde sıraya dizildikleri Resne taburları millî (Arnavut) kılığıyla yeni padişahı selâmlarken meydanı dolduran her renk ve çizgi, mevhum hürriyet noktası etrafında bütün bir kozmopolitlik ve gaflet dünyasını resmetmektedir.
  • 20. Sahneyi gözleriyle gören tarihçi Ahmet Refik'in bana anlattığı bir müşahedeye göre halktan biri yanındakine soruyor: — Kim bu hürriyet? Öbürü cevap veriyor: — Yeni padişahımız, efendimiz! Kimse farkında değildir ki, bu yenisi (hürriyet), gelmiş ve geleceklerin en zalimi olacak, asla tahtından indirilemeyecek ve her devrin putu olarak elden ele devredilip gidecektir. Maddî ve manevî şekavet ocağı Đttihat ve Terakki devresi üzerindeki görüşlerimizi kendi gözlüğümüzden tesbit ederken bizzat Mehmed Vahidüddin'in Ölçülerini dile getirdiğimizi, adetâ onu konuşturduğumuzu sanıyoruz. Denilebilir ki, Mehmed Vahidüddin, Đkinci Abdülhamid Han'dan başlıyarak Sultan Reşad'a kadar belirttiğimiz bütün kıymet hükümlerinde, üslûp ve tahlil farkıyle ortağımızdır. Bu ortaklığı göstermekte de, hayatının son devresi olan îtalyada, (San Remo)da, bugün hayatta bulunmayan eski nazır ve askerlerden birine söylediği sözler şahittir. Rahmetli Paşanın, ismiyle ortaya çıkmak istemeyen oğlunda gördüğümüz not defterinde, Vahidüddin'e ait şu cümleler vardır: «— Büyük biraderim Abdülhamid Hân Hazretleri Yavuz Sultan Selim'den sonra gelseydi Osmanlı padişahları arasında en üstün mertebeyi ibraz eder ve devleti, iç ve dış düşmanlarına karşı en muhkem ve salâbetli bünyeye kavuştururdu. Bu mânâyı, bana, kendi öz ağziyle de îma ve ifade ettiği olmuştur. Fakat en nazik ve tehlikeli devrede geldi, 33 sene bütün felâketlere ve maziden kalma dertlere karşı koymayı bildi, hastayı ölümden korudu ama, ayrıca müstakil bir sıhhat ve saadet getiremedi. Onu, kan akıtmaya asla müsait olmayan dindar mizacı yüzünden Đttihat ve Terakki yıktı ve zaten sıra icabı, Abdülmecid oğulları arasında en halim selim, şefik, refik, mütevekkil, mütehammil, iradece zaif ve siyasetçe hafif olanını buldu. Ona tac giydirdi ve onu başına tâç eyledi. Böylece, 600 yıllık devleti 6 yılda harcama yoluna girdi ve 9 yılda çökertti- Tarihimizi. yahudilerin, masonların, dönmelerin âleti olarak millete onlardan daha büyük fenalık edebilmiş, haricî ve dahilî hiçbir düşman mevcut değildir.» Kelime kelime Sultan Vahidüddin'in dudaklarından dökülen bu Gözleri aynen tesbit ettikten sonra, onun son cümlesindeki büyük hakikati ele alalım. Đttihat ve Terakki, bütün büyük kedamanlariyle doğrudan doğruya mason ve gizli Yahudi kurmayı-r?n sevk ve idaresine yön tutmuş ve yol almış bir tevekküldür. Beynelmilel gizli Yahudi kurmayı, Abdülhamid gibi, islâm birliği ve Türk bütünlüğü bakımından en tehlikeli şahsiyet saydığı bir hükümdara, murakabesiz Batı taklitçisi ve talihsiz hürriyet nâracısı toy gençlerden ibaret Đttihatçılar vasıtasiyle en büyük darbeyi indirdikten sonra, onları yapayalnız ve Đmparatorluğu batırmakta serbest bırakmış, Trablus ve Balkan felâketleri arkasından da Đtilâf manzumesi (Đngiltere, Fransa, Rusya ve sonunda Amerika) tarafını tutarak, bu defa aynı ittihatçıları Türk vataniyle beraber yok etmek taktiğini gütmüştür. Bütün bunlar olurken de ittihat ve Terakki Komitesinde şuur, (matador)un tuttuğu kırmızı beze hücum eden azgın boğanınkinden farksızdır. Đttihat ve Terakki, hiçbir şeyin farkına varmadan, daha doğrusu farkına varmasına meydan verilmeden yahudinin oyuncağı olmuştur. Komitenin evvelâ yahudi âleti ve peşinden kurbanı olmasındaki temel teşhis, girift köklere bağlı olarak Öyle yerindedir -ki, îttihatçılarca iktidara geçildikten bir müddet sonra rejimlerine (ideoloji) tedarik etmek için baş vurulan Türkçülük bile, doğrudan doğruya yahudi eseri olmasa da, vasatını ya hudilerin hazırladığı ve rol almasını kolaylaştırdığı bir iştir. Oldukça cins bir fikir adamı olarak yaratıldıktan sonra dünyalar arası büyük muhasebede ölüm dönemecini kivrılamayan ve inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya Gökalp, itilâmın içinden değil, sadece Đslâmın yerini almak üzere icat ettiği Türkçülük yolunda ne büyük bir yahudi himayesi göreceğinden veya yahudilere ne zengin bir istismar sahası açtığından gafildi. Tek hırsi, Kur'anda Allah'ın lanetlediği yahudinin hıncını almak ve şevketli îslâm temsilcisi Türk'ü bu bakımdan yıkmak olan korkunç seciye, elbette ki onu devirmeye doğru her harekete kredi açacak ve her türlü yardım (plasman)ını yapacaktı. Nitekim bu bakımdan yıkmak olan korkunç seciye, elbette ki hem ucuz tarafından, hem de tahrifçilik yoliyle kaptıran yahudi filozof (Emil Durkaym)dır. Ondan sonra da aynı dâva etrafında yükseltilen vecd seslerinde
  • 21. (Yeni Turan - Halide Edip) ve kurulan teşekküllerde (Türk Ocağı), çoğu Türklükle alâkasız ve Anadolu mayası dışında tipler vardır. Süleyman Nazif'in Şu (espri)si ne kadar yerindedir: «— (Ci, cı, cü, cu), Türkçede meslek edatlarıdır. Kahveci, arabacı, kömürcü, sabuncu, gibi. Nasıl kahveci kahve, arabacı araba, kömürcü kömür, sabuncu da sabun demek değilse, Türkçülerin de çoğu Türk değildir.'» Türkçülük vecdinde Halide Edib Adıvar gibi bir yahudı dönmesinin sanat önderliğine kalkışması ve her biri Türk sınırları dışına bağlı ve yabancı kültürlü (çoğu Moskof Kültüründen) şahısların dâvaya üşüşmesi herşeyi izaha yeter. Afallamış, iyice afallatılmış gerçek Türk unsurunun, devlette olduğu gibi, afallamada da (1) numaralı adamı Sultan Reşad, işte, belki kuvvetli bir din bağı ve ahlâk saffeti içinde, bütün bu işlerin daha nice siyasî ve askerî intihar hareketleriyle beraber, kor, sağır ve dilsiz tuğrasıdır. Şekillendirdiği zaman ve mekân çerçevesi bakımından da, bütün bu inceliklerin belirtilmesinde vesile... Artık 50 sini aşmış bulunan Vahidüddin ise, biraz sonra gözden geçireceğimiz, veliahtlık ve bir ân evvel taht'a kavuşma emeli içinde, vezirleri «3 tuğdan 3 tüye inen» Đmparatorluğun açık izmihlal gidişi onunde bütün kanını içine akıtmaktadır. Aynı not defterinden; «— Sabahlara kadar uykusuz, Devlet-i Ebed Müddetin pek yakında zeval bulacağı kaygısiyle kıvranmakta ve önümdeki yarı deli Veliahte (Yusuf Izzeddin) bakıp büsbütün hayıflanmaktaydım.» Trablus-u Garp tecavüzü ile Balkan Harbi Allah tarafından, Abdülhamid'i devirmenin ve ondan mahrum -kalmanın iki ağır ukubetidir. Ukubetlerin ukubeti Dünya Savaşı ise son idam hükmü... Trablus-u Garp tecavüzü, hürriyet ilân edilir edilmez devlet bünyesine kuvvet yerine ne müthiş bir zaaf geldiğinin ve artık Đmparatorlukta Şimalî Afrikayı koruyabilecek bir güç ve bütünlük kalmadığının makarnacı Đtalyanlar tarafından bile keşfedildiğini ve hemen istismar vesilesi yapıldığını, yani Meşrutiyet inkılâbına Türk'ü diriltici değil, Öldürücü gözle bakıldığını gösterir. Demek ki, Osmanlı Đmparatorluğu mevzuunda Avrupanın kolladığı dem hulul etmiş, vâde dolmuştur. Balkan Muharebesi ise, o zamanki Fransız (Đllüstrasyon) mecmuasının kapağında çıkmış ve 38" yıl sonra «Büyük Doğu»da kopyası yayınlanmış korkunç bir fotoğrafın dilinden şudur: — Kumanda heyeti ve zabit sınıfına işleyen politika zehiri yüzünden ordunun bozulmasiyle, aç bîilâç, silâhsız ve çarıksız Anadolu arslanının dünkü karakulakları (sağır sırtlan, uyuz çakal, topal köstebek gibi arslan dalkavuğu süflî hayvanlar) karşısında verdiği acı ve haysiyetsiz bozgun... Merzıfonlu Kara Mustafa'nın Viyana Önlerinde verdiği ve Peygamber Sancağının bile düşman eline-düşmek üzere bulunduğu ve ancak birkaç iman hamiyetlisi tarafından kurtarılabildiği ve artık hezimet çığrımızı açtığı büyük bozgundan başlayarak bütün bozgunlarımız içinde en feciî ve belki toplayıcısı olan Balkan mağlûbiyeti sonunda, elimizden-gelebilen tek şey, kendi kendimizi namussuz ilân ederek numune mekteplerinde şarkılar söylemek olmuştur. Aynen: 1328 de Türk namusu lekelendi, of! ; Of, of!... Ah, ah!... Acaba bu dünyada namusunun lekelendiğini mektep çocuklarına şarkılarla ilâm ettiren bir rejim görülmüş müdür? Balkan Harbinden önce ittihatçılara karşı zabitlerden kurulu bir «Halâskâran - Kurtarıcılar» grubu peydahlanmıştır ki, kibrit aşevi gibi çakıp sönmüş, fakat bir aralık Komiteyi sarsar ve iktidardan uzaklaşmaya zorlar gibi olmuştur. Đşte bu hengâmede Đttihatçılar, bir kere çürütmüş bulundukları ordunun feci âkibetinden kendilerini sorumlu tutmamak ve arkasından Babıâli baskınına davranmakla, çifte suç altındadırlar: Evvelâ, bizzat hazırladıkları felâket deminde garip bir manevrayla ortadan silinivermek, sonra da her şeyin kaybolduğu anda ortaya çıkıp yeni felâketlere zemin açmak... Babıâli baskını, devlet kuvvetini, ihtiyar ve şapşal sadrâzamın bileklerindeki güce kadar inmiş görmekten gelen bir nefs emniyeti içinde, birkaç deli tarafından başarılmış, gözükaralikta olduğu kadar akılsızlıkta da misilsiz bir
  • 22. harekettir. Fakat memleketin o zamanki şartlarına göre, en büyük aklın da içinden çıkamayacağı şekilde dâhice... Düşünün ki, o sırada sadrâzam odasının arka tarafında talim etmekte olan bir bölüğe, camları kırıp verilecek bir emir, baskını hemen durdurabilir ve dâhice hareketi aptalca bir neticeye bağlayabilirdi. Ağzını açar gibi olan Harbiye Nâzırı yerlere serilmiş, tiril tiril titreyen sadrâzama istifası yazdırılmış ve hemen saraya koşularak yeni kabine yüksek tasdike sunuluvermiştir. Daima ve her şeyden memnun ve mahzuz Sultan Reşad'ın bir imzası ve herşey olup bitti! Umumî Harp hemen hemen kapıya gelmiştir. Merkezî ittifakın (Almanya, Avusturya- Macaristan, Đtalya) karşısına muhiti Đtilâf (Đngiltere, Fransa, Rusya) dikilmiş ve bir harp kopacak olursa başta Amerika bulunmak üzere, küçüklü büyüklü bütün dünya devletlerinin itilâf kuvvetleri safında yer alacağı belli olmuştur. Dünya, Batı medeniyeti bünyesinin metabolizma ihtilâline ve temsilciler arasında Anglo-Saksonlar ve Franklardan Germenlere doğru el değiştirme mücadelesine sürüklenmektedir. Baş müessir olan bu ruhî sebebin yanında da dış bahane, Đngiliz - Alman sinaî ve iktisadî rekabetidir. 19'uncu Asrın ikinci yarısında başlayan ve gitgide gelişen Batı buhranı, Avrupalıda, kendi öz icadı müsbet bilgi âletlerini ruhî bir müeyyide etrafında toplayamamak, onlara hakim olamamak şeklinde başlamış ve sosyalizma; peşinden komünizma ile de, yeni keşiflerin getirdiği yeni dertler şeklinde beslenmekte devam etmiştir. Bu yeni keşiflerin başında, Dünya Savaşından sonra putlaştırılmaya kadar götürülecek olan makine vardır, içtimaî sınıfların aralarını açan, hünerli cemiyetlere yepyeni istihsal sahaları ve onunla beraber yepyeni istihlâk pazarları gösteren, böylece bambaşka bir politika dünyası doğuran makine, bir iç ve dış tahrip âleti halinde gemi azıya alınca, bütün dâva, onu en iyi kullanacak topluluğa ve o topluluğun üstünlük iddiasına kalmış ve işte kıyamet bundan kopmuştur. Hâlâ aynı dert üzerinde çırpınan ve ne Birinci, ne de Đkinci Dünya Harbleriyle urunu kusabilen insanlık bu muazzam ruhî, içtimaî, sınaî ve iktisadi problemi yaşarken Türkiye'de manzara nedir? Daha harp başlamadan mağlûp tarafın belli olduğu yöne doğru kayan, o yönün sert kumanda, şatafatlı üniforma, bal peteğinden daha intizamlı ordu hendesesine (Alman Ordusu) dışından âşık ve top-yekûn dünyadan gafil, üç beş gözükara elinde zaman ve mekân dışı bir vatan... Sarayın manzarası ise gaflet üstüne gaflet arzetmekte... Üç-beş gözükara elinde, dünyadan, dünyanın nereye gittiğinden habersiz, zaman ve mekân dışı vatanda, bu halden de gafil, bütün saatleri durmuş ve hacmi satıhlışmış bir saray... «Edebiyat-ı Cedide»nin romanda nispeten en haysiyetli temsilcisi Halid Ziya Uşaklıgil, Mabeyn Başkâtibi bulunduğu o sıralarda gördüklerini anlatırken, her şeyden evvel, haşmetli Topkapıdan gılzetli piç mimarî (Barok) ve (Rokoko) ya düşmüş olan sarayı, dışından olsun, görür gibidir: «— Ne zaman deniz cihetinden bakılsa, insanda, Avrupanin Önde ve makbul üslûp şartları dairesinde vücuda getirilmiş, vakur, ciddi kâşânelerinden ziyade şekerlemeci camekânlarını süsleyen yapma pastaların ifratla büyütülerek dondurulmuş bir örneğî tesirini uyandıran Dolmabahçe...» Gerçekten haysiyet ve şahsiyet sahibi bir görüş... Bundan sonra Halid Ziya, «Saray ve Ötesi» ilmiyle kaleme aldığı hatıralarında «zâlim, korkaklığına rağmen her tehlikeye göğüs gerecek kadar gözüpek bir padişahı, ancak kendi mevcudiyeti ve emniyeti için işgal ettiği tahtından söküp kopararak menfaya gönderen bir zümre tarafından başkâtip sıfatiyle gönderilmiş adam...» Đşte saray, işte onun dışından daha şahsiyetsiz ve kudretsiz olduğu meydanda bulunan içi; ve işte başkâtibini bile Đttihatçıların gönderdiği «memnun oldum, mahzuz oldum!.» tekerlemecisi bîçare Sultan Mehmed Reşad... VELĐAHTLIK Bütün bu hallerin tam bir tahlil ve terkibini yapabilecek kafada olmasa bile seziş bakımından kötülüğünü hissettiği ve acısını çektiği muhakkak bulunan Mehmed Vahidüddin Efendi, o sıralarda her hareketine hâkim bir telâş içindedir: Veliahtlık telâşı...
  • 23. Bu telâş nedendir ? Mahvolmaya doğru giden «Devlet-i Aliyye»yi kurtarabilmek için kendisini lüzumlu görmesinden ve bu sebeple bir ân evvel taht'a ulaşmak Üzere öne geçmek istemesinden mi, yoksa sadece nefs hırsına uyarak «Taht-ı âli- baht»a kurulmayı arzulamasından mı? Bu iki ihtimalden herhangi birini gerçekleştirici tarihî bir vesikaya malik değiliz. Her ikisi de olabilir; ve ikinci ihtimal, tarihin en büyük mazlumları arasında müsabaka açılsa, her halde dereceye girmesi muhakkak olan Vahidüddin'i büyük vatan dostu olmak vasfından düşürmez. Tahtı nefsi için isteyen bile, her halde üstünde uyumak için değil, bir şey yapmak için ister. Kaldı ki, Osmanlı tahtının o hengâmede belirttiği iğneli fıçı manzarası, onu cazip kılmaktan çok uzak; ayrıca Vahidüddin tarafından ileride söylenen sözler ruhunu ve muradını ifadede pek açık olduğuna göre, ondaki veliahtlık telâşına vatan kaygısından başka mâna verilemez. Vahidüddin'in veliahtlık telâşı, önünde bulunan asıl veliaht Yusuf Đzzeddin Efendiden geliyordu. Abdülâziz'in büyük oğlu Yusuf Đzzeddin, Abdülmecid'in küçük oğlu Vahidüddin ile arka arkaya, sıra sıraya gelmiş bulunuyorlar. Đkinci Mahmud'un iki oğlu Abdülmecid ve Abdülâziz kollarından gelenler arasındaki çekişme ayrıca malûm ve Abdülâziz'den sonra üç hükümdar boyunca hep Abdülmecid oğullarının hüküm sürdüğü, ortada... Đşte Mehmed Vahidüddin de, üç ağabeyi sırasınca devam eden, Abdülmecid oğulları gidişinin kendisinde birdenbire tıkanmasından ve araya Yusuf Đzzeddin gibi bir akıl hastasının girmesinden fevkalâde kaygıya düşmüş bulunuyordu. Gerçekten vatan kaygısına bağlanabilecek olan his ve onun türlü tezahürlerine dair Halid Ziya'nın anlattıkları içinde, evvelâ şehzadelere ait şu ruh haleti vardır: «— Bunların hepsi gece yataklarına girince tavanda çizilen ihtimallere bakarak kendilerinden evvel gelenleri sayarlar; ve sabahleyin gözleri güneşin ipek kumaş perdeler arasından sızan ışıklarını yöklayarak, acaba bu gece kaç tanesi eksildi, diye soruş tururlardı.» Daha sonra veliahtlığın şartları: «— Veliaht olmak ve zamanı gelince bütün memleketi ayaklarının altında görmek için iki şart lâzımdi: Ekber (en büyük) ve erşed (en olgun) olmak...» Bundan sonra Halit Ziya hikâyeye geçer: «— Gözönünde iki ekber vardı: Abdülâziz oğlu Yusuf Đzzeddin ve Abdülmecid oğlu Vahidüddin... ve resmen tek bir veliaht olmak lâzımgelir. Bu ikinin en büyüğü olan Yusuf Đzzeddin... O da böyle düşünüyordu. Fakat Vahidüddin bu fikirde değildi. Onun hususî ve şahsî düşüncelerine göre veliaht iki olmalıydı. Bunu, zamanın padişahından, hükümetinden başlayarak en küçük ferde kadar herkes bilmeli, tanımalıydı. Hususiyle veliaht olan zat bunu kabul etmeliydi. Bu iddiayı ilk günden öne sürdü ve ilk günden, asıl veliahtın, sinirli,, buhranlı, tehevvürlü (öfkeli) karşı durmasiyle çarpıştı.» Böylece, Vahidüddin'in, kendisine gelinceye kadar ilk defa olmak üzere, veliahtlık dâvasında ortaya yeni bir tez atmış olduğu meydana çıkıyor. Acaba bu teziyle Vahidüddin şu gerektirici sebeplere kadar düşünmüş müdür: — Veliaht, ileride birinden biri tercih mevzuu teşkil etmek üzere iki olmalıdır. Bunun, yaş farkı gibi kuru bir kemmiyet imtiyaziyle başa geçmeye sed çekici ve keyfiyet ölçüsünü davet edici bir fazilet olmasından başka, namzetler arasında ehliyet yarışı ve nefs murakabesi bakımından da büyük faydası vardır. Böyle bir usul (monarşi) içinde bir nevi demokrasi Ölçüsü olur. Veliahtın iki olması fikri doğrudan doğruya Vahidüddine ait olduğuna göre bu fikri yukarıdaki inceliklerden mahrum görmek haksızlık olur. Zira sırf Şahıs mülâhazasiyle böyle bir fikir hiçbir kıymet ifade etmez. Eğer Vahidüddin sıradan ve düşük vasıflı bir insansa ikinci veliaht olmakla hiçbir şey sağlayamaz; sıranın öndekine ve sonra kendisine gelmesi icap eder. Yok, eğer Vahidüddin ikinci veliahtlığı istemekle, rakibine ait bazı menfî ve kendisine mahsus müspet tarafları muhasebe ettirmek istiyorsa o halde hakikat kendi kendisine ortaya çıkıyor ve bu istek sadece hakkın tecellisine yardım ediyor demektir ki, o zaman da kimsenin söz söylemeye mecali kalmaz ve yukarıdaki gerektirici sebepler kendi kendilerine meydana gelir.