1. Haziran 2016
Enderun Fen ve Anadolu Lisesi Yerel Süreli Yayını Sayı : 13
Enderun Edebiyat Sokağı | Endülüs Kütüphaneleri | Cahit Zarifoğlu/Sultan | Vurdular, Çıktık Oyundan/Filistin | Erteleme Hastalığı
Paylaşmaya hazır mısınız | Enstrüman Eğitimi | Rachel Corrie | Yetim Dünya | Büyük Adamlar, Cesur Yürekler
İnfografik: İnsanî Yardımda Öncü Ülke: Türkiye | Röportaj : Hattat Fatih Özkafa | Şiir Tahlili : Akıncı Türküleri
Yeni Duyu Organımız: Sosyal Medya | Yanımdaki Düşman | Geç Kalmış Sözler
Hattat Fatih Özkafa Cahit Zarifoğlu Yetim Dünya Rachel CorrieKitap Hazinesi, Endülüs Kütüphanesi
Ne yazık ki dünya medeniyetine örnek olan böyle
bir milletten bize ulaşan eserler, baykuşların ve
kargaların mekânı olan harap binaların duvarları
arasında perişan oldular.
“Zulüm bizdense ben
bizden değilim.”
“Şunu söyleyebilirim
ki Filistinlilerin kahir
ekseriyeti Gandhi’nin
şiddet dışı direnişini
uygulamaktadır.”
“Hat sanatı, zarif ve estetik
bir sanattır. Hat sanatının
gönlü ve ruhu işleyen bir yanı
olmakla birlikte hat, gönül
işçiliğinin temel olduğu bir
sanat dalıdır.”
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
Barışın ölümle, savaşın
doğumla arasında
olduğunu bilenler var.
2. Özel Enderun Fen ve Anadolu Liseleri
YAYIN TÜRÜ
Yerel süreli yayın.
Dönemde bir yayınlanır.
Ücretsizdir.
İMTİYAZ SAHİBİ
Özel Enderun
Fen ve Anadolu Liseleri Adına
Said TURGUT
Okul Müdürü
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Öznur Özgür İÇ
Fen Lisesi Müdür Yardımcısı
YAYIN KOORDİNATÖRÜ
Said AYDOĞAN
Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni
EDİTÖR
Merve KÜÇÜK
Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni
GRAFİK-TASARIM
Emre YALDIZ
YAZIŞMA ADRESİ
Kayacık Araplar Mh.
Ataç Sk. No:1
Karatay/KONYA
ELEKTRONİK POSTA
enderunlisesi@gmail.com
WEB
www.gencegitim.com.tr
TEL
0.332 237 81 08
BASKI
Eroğlu Ofset
Selçuk V.D. 3360160642
Matbaacılar Sitesi Yayın Cd.
No:19 Karatay/KONYA
Tel: 0.332 342 08 31
Basım Haziran 2016
10
8
12
11
14
17
16
19
18
22
26
24
28
27
29
33
32
36
34
37
38 40
39 41 42
Haziran 2016
Enderun Fen ve Anadolu Lisesi Yerel Süreli Yayını Sayı : 13
Endülüs Kütüphaneleri | Cahit Zarifoğlu/Sultan | Vurdular, Çıktık Oyundan/Filistin | Enstrüman Eğitimi | Erteleme Hastalığı
Rachel Corrie | Yetim Dünya | Büyük Adamlar, Cesur Yürekler | İnfografik: İnsanî Yardımda Öncü Ülke: Türkiye
Röportaj : Hattat Fatih Özkafa | Şiir Tahlili : Akıncı Türküleri | Enderun Edebiyat Sokağı
Yeni Duyu Organımız: Sosyal Medya | Yanımdaki Düşman | Geç Kalmış Sözler
Hattat Fatih Özkafa Cahit Zarifoğlu Yetim Dünya Rachel CorrieKitap Hazinesi, Endülüs Kütüphanesi
Ne yazık ki dünya medeniyetine örnek olan böyle
bir milletten bize ulaşan eserler, baykuşların ve
kargaların mekânı olan harap binaların duvarları
arasında perişan oldular.
“Zulüm bizdense ben
bizden değilim.”
“Şunu söyleyebilirim
ki Filistinlilerin kahir
ekseriyeti Gandhi’nin
şiddet dışı direnişini
uygulamaktadır.”
“Hat sanatı, zarif ve estetik
bir sanattır. Hat sanatının
gönlü ve ruhu işleyen bir yanı
olmakla birlikte hat, gönül
işçiliğinin temel olduğu bir
sanat dalıdır.”
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
Barışın ölümle, savaşın
doğumla arasında
olduğunu bilenler var.
3. Söze Başlarken, Es-selam!
Edebi, bir hayat tarzı olarak benimseyen Enderun Liseleri bu gayenin
geniş tabana yayılması için edebiyatı ve okumayı bir çıkar yol olarak
görmektedir.
Amacımız; nezaketi, iyiliği ve hak adına mücadeleyi ilkin kendi nefsimizde
anlamaya çalışmak ve ardından sizlerle paylaşmak.
Bu ilke doğrultusunda yazılarımız; kimi zaman barışa ulaşamamış
çocukların hayatlarını, kimi zaman hayal ile hakikatin arasına
sıkışmış bir insanın yalnızlığını, kimi zaman da bir çocuğun bayram
sabahındaki neşesini içermektedir.
Sabırla yeşeren derviş meşrep gençlerimizin ve öğretmen
arkadaşlarımızın Konya topraklarından yükselen medeniyet
çınarına bir damla su olmak için yaptığı çalışmaları sizlerle
paylaşmak adına çıkardığımız Enderun mektebi’nin bahar
rüzgârları gibi siz değerli okuyucularımızın gönlüne serinlik
vereceğini ümit ediyoruz.
Said AYDOĞAN
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
MEKTEP
Gençliğe Hitabe
Paylaşmaya Hazır mısınız?
Horoz Şekeri
Muzaffer Olmak
Kitap ve İnsan
Endülüs Kütüphaneleri
Son Dalga
Sultan
Vurdular, Çıktık Oyundan
Enstrüman Eğitimi
Erteleme Hastalığı
Rachel Corrie
Yetim Dünya
Büyük Adamlar, Cesur Yürekler
Ölü Şehir
Tut Ellerimden
İnsanî Yardımda Öncü Ülke: Türkiye
Kazanan Olmak İstiyorum
İnsan ve Sorumluluk
Röportaj : Hattat Fatih Özkafa
Sevgili Arkadaşım
Şiir Tahlili : Akıncı Türküleri
Edebiyat Sokağı
Yeni Duyu Organımız
Yanımdaki Düşman
Geç Kalmış Sözler
Kitap Tahlili
Necip Fazıl Kısakürek
Öznur Özgür İç
Benginur Çelik
Ali İhsan Şencan
Said Aydoğan
Merve Küçük
Merve Hilal Dadacı
Cahit Zarifoğlu
Fatma Özlem Urgan
Salih Toprak
Seda Ferlibaş
Fatma Nur Ertürk
Arife Nur Urgan
Tuba Arıkan
Lamia Betül Çakır
Sudanur İçli
Hale Reyhan Kurter
Halim Selvi
Mehmet Ali Öztürk
Enderun Soruyor
Amine Busem Kandaş
Fenise Görey
Mehmet Fikri Tok
Sosyal Medya
Ahmet Şamil Süslü
Rana Süheyla Çağlayan
Mavi Kuş, Kürt Mantolu Madonna,
Osmancık
4
7
8
10
12
14
17
18
19
20
21
22
24
27
28
29
30
32
33
34
36
37
38
39
40
41
42
MEKTEPTEN
İÇİNDEKİLER
4. İŞTE BÜTÜN MESELEM, HER MESELENİN BAŞI
BEN BİR GENÇ ARIYORUM, GENÇLİKTE KÖPRÜBAŞI
NECİP FAZILIN GENÇLERİ GENÇLERİN NECİP FAZILI
5. Bir gençlik!
Bir gençlik!
Bir gençlik...
“Zaman bendedir ve mekân bana
emanettir!” şuurunda bir gençlik...
Devlet ve milletinin yedi asırlık haya-
tında dört devre…
Birincisi iki buçuk asır… Aşk, vecd,
fetih ve hakimiyet…
İkincisi üç asır… Kaba softa ve ham
yobaz elinde sefalet ve hezimet…
Üçüncüsü bir asır… Allah'ın Kur'an'da
“belhüm adal" dediği hayvandan aşağı
taklitçilere ve batı dünyasına esaret…
Ya dördüncüsü?
Son yarım asır!.. İşgal ordularının bile
yapamayacağı bir cinayetle, madde
plânında kurtarıldıktan sonra ruh
plânında ebedî helâke mahkumiyet…
İşte tarihinde böyle dört devre bu-
lunduğunu gören, bunları; yükseltici
aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü
taklitçilik ve öldürücü küfür diye
yaftalayan ve şimdi, evet şimdi...
Beşinci devrenin kapısı önünde nur
infilakı yeni bir şafak fışkırışını gözle-
yen bir gençlik...
Gökleri çökertecek ve son moda kur-
bağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay”
hale getirecek bir nida kopararak
"mukaddes emaneti ne yaptınız?" diye
meydan yerine çıkacağı günü kollayan
bir gençlik...
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin,
ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâva-
cısı bir gençlik...
Halka değil, Hakk'a inanan; meclisi-
nin duvarında "Hakimiyet Hakk'ındır"
düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti
bu inanışta bulan ve halis hürriyeti
Hakka kölelikte bulan bir gençlik...
Emekçiye, “Benim sana acıdığım ve
yardımcı olduğum kadar sen kendine
acıyamaz ve yardımcı olamazsın! Ama
sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla,
kendi kendine hakkı ezmekte ve en
zalim patronlardan daha zalim istis-
marcılara yakanı kaptırmakta başı boş
bırakılamazsın!”diyecek.
Kapitaliste ise “Allah buyruğunu ve
Resûl emrini kalbinin ve kasanın ka-
pısına kazımadıkça serbest nefes bile
alamazsın!” ihtarını edecek... Kökü
ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aş-
kına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine,
irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...
Bir buçuk asırdır türlü buhranlar için-
de yanıp kavrulan ve bunca keşfine
rağmen başını yarasalar gibi taştan
taşa çalarak kurtuluşunu arayan Batı
adamının bulamadığı, Türk'ün de yine
bir buçuk asırdır işte bu hasta Batı
adamında bulduğunu sandığı şeyi, o
mübarek oluş sırrını, her sistem ve
mezhebe, ortada ne kadar illet varsa
tedavisinin ve ne kadar cennet hayali
varsa hakikatinin İslâm'da olduğunu
gösterecek ve bu tavırla yurduna, İs-
lâm âlemine ve bütün insanlığa model
teşkil edecek bir gençlik...
“Kim var?” diye seslenilince, sağına
ve soluna bakınmadan fert fert “Ben
varım!” cevabını verici, her ferdi “be-
nim olmadığım yerde kimse yoktur!”
fikrini benimseyici bir dâva ahlâkına
kaynak bir gençlik...
Can taşıma liyakatini, canların canı
uğrunda can vermeyi cana minnet
sayacak kadar gözü kara ve o nispette
usule, stratejiye uygun bir gençlik...
Büyük bir tasavvuf adamının ben-
zetişiyle, zifiri karanlıkta, ak sütün
içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü
keskin ve gerçek kahramanlık made-
niyle sahtesini ayırt etmekte kuyumcu
ustası bir gençlik...
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz
profesörü, yalancı ders kitabı, çıkart-
ma kâğıdı şehri, müzahrefat kanalı
sokağı, demagog politikacısı, mümin
zindanı mabedi, temeli yıkık ailesi,
ve hâsılı, güya kendisini yetiştirecek
bütün cemiyet müesseselerinden
aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip
atabilecek, kendi öz talim ve terbiye-
sine memur vasıtalara kadar nefsini
koruyabilecek, tek başına onlara karşı
durabilecek, destanlık bir meydan
savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka
kazanmakla vazifeli bir gençlik...
Annesi, babası, ninesi ve dedesi de
içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün
eski mümin nesillerden hiçbirini be-
ğenmeyecek, onlara "siz güneşi ceple-
rinizde kaybetmiş marka Müslüman-
larısınız! Gerçek Müslüman olsaydınız
bu hallerden hiçbiri başınıza gelmez-
di!" diyecek ve gerçek Müslümanlığın
"ne idüğü"nü ve "nasıl"ını her haliyle
gösterecek bir gençlik...
Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü
suyu hürmetine yarattığı Sevgilisi'nin
âlemleri bütün yıldızlarıyla manto gibi
saran mukaddes eteğine tutunacak,
O'ndan başka hiçbir tutamak, daya-
nak, sığınak tanımayacak ve O'nun
düşmanlarını ancak kubur farelerine
lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir
gençlik...
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizle-
rini karşımda görüyorum. Şekillen-
mesi, billurlaşması için otuz küsur
yıldır, devrim bazı kodamanların viski
çektiği kamıştan borularla ciğerimden
kalemime kan çekerek yırtındığım,
kıvrandığım ve zindanlarda süründü-
ğüm bu gençlik karşısında, uykusuz,
susuz, ekmeksiz, başımı secdeye
mıhlayıp bir ömür Allah'a hamd etme
makamındayım.
Genç adam! Bundan böyle senden
beklediğim şudur: Tabutumu öz
ellerinle musalla taşına koyarken,
Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva
taşını da gediğine koymayı unutma ve
bunu tek vasiyetim bil!
Allahın selâmı üzerine olsun...
Surda bir gedik açtık; mukaddes mi
mukaddes,
Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan
esersen es!
Gençliğe Hitabe
Necip Fazıl KISAKÜREK
6. Fuzûli
Gül, kokusunu
Rasûlullah’ın yanağından aldığı için
bu kokuyu her an yayarak O’nu anlatır.(sav)
Şebnem-i gül-zâr-ı ruhsârı
Rasûlullah’dır
Neşr-i ıtrıyla kılur
her dem anı is’âr gül
Gül, kokusunu
Rasûlullah’ın yanağından aldığı için
bu kokuyu her an yayarak O’nu anlatır.(sav)
Şebnem-i gül-zâr-ı ruhsârı
Rasûlullah’dır
Neşr-i ıtrıyla kılur
her dem anı is’âr gül Fotoğraf:EmreYaldız
6 Enderun Mektebi
7. 7Enderun Mektebi
Belki de hayatın anlamı bu tek kelimede
gizli: Paylaşmak...
Bir dilim ekmeği, bir yudum suyu, bir
nefes havayı...
Paylaşmak...
Üzüntülerimizi, dertlerimizi, sevinçle-
rimizi...
Acılarımızın azalması, mutluluklarımızın
artması için paylaşmak hayatı...
Paylaşmak; dünyayı, yeryüzünü, ağaç-
ları, kuşları, buram buram bereket ko-
kan toprağı...
Yolu sevgiden geçen bütün insanlarla
aynı sofrayı paylaşmak. Bir dağ başı
yalnızlığında rüzgârın elini sıkmak on-
larla ve güneşin tebessümünü birlikte
karşılamak.
Çiçekleri paylaşmak. Yeni açmış bir
gülün yaprağındaki masum katreciklere
bûse kondurmak bütün insanlarla.
Ve duyguları paylaşmak. Duyguların
gönüllerde açan çiçekleri olan şiirleri
paylaşmak. Şiirlerin beyaz köpüklerin-
de yıkamak paylaşmaya korktuğumuz
bütün yanlışları. Dostumuzun kalbine
gidecek bir yol bulamıyorsak, şiirin ba-
samaklarından gökyüzüne çıkıp güneş
ışıklarıyla birlikte inmek kalbine.
Sihirli sepetimize bütün yıldızları top-
layıp sevdiğimiz insanın saçlarına tak-
mak.
Yani, paylaşmak gökkuşağını.
Paylaşmak yıldızları.
Ve dünyanın bütün çiçeklerini paylaş-
mak. Çiçeklerin rengârenk dünyasında,
onlarla birlikte boyamak solmaya yüz
tutmuş düşlerimizi. Hayal kırıklıkların-
dan ümit merdivenleri kurmak hayatın
kalbine.
Bir avuç gül tohumu serpmek gökyüzü-
ne, ve gökkuşağında açan gülleri der-
mek yeryüzüne.
Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerimde ve gö-
nüllerimizin sevgilisi Peygamberimizin
hadislerinde, değişik vesilelerle Müslü-
manların Allah için çarpan gönüllerinde
dostluğu, sevgiyi, barışı paylaşmak.
Kur’an-ı Kerim'in en çok üzerinde dur-
duğu ve teşvik ettiği hususlardandır
paylaşma. Allah'ın verdiği rızkı, ömrü,
nefesi ve hatta hayatı paylaşmak.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen
Peygamber Efendimizin eğitim ve gö-
zetiminde yetişen İslam'ın ilk kuşağı
Sahabe işte paylaşma ve yardımlaşma-
nın en güzel örnekleri. Öyle ki Kur’an-ı
Kerim, onların bu örnek tutumunu öv-
mekte.
Gönül dünyasında herkese yer veren
Rahmet elçisi, yoksulların geçimiyle
bizzat ilgilenen, imkânları nispetinde
onların bakımını sağlayan, kendisinde
yoksa diğer Müslümanları buna teşvik
eden sevgililer Sevgilisi.
En güzel Ahlak örneği…
Onunla birlikte olanın sadece gözü değil
gönlü de doymuş. Kardeşini kendine
tercih etme anlayışının adıdır paylaş-
mak.
Gün geçtikçe yozlaşan değerlere inat
insanlığı canlı tutmak; erdemi, özve-
riyi, mala değil insana verilen değeri
görmek.
Öyle ki, Medineli Sahabîler, sırf iman-
larından dolayı, her şeylerini bırakarak
Mekke'yi terk etmek zorunda kalan
Mekkeli kardeşleri ile bütün imkânlarını
paylaşmışlar.
Ve bundan dolayıdır ki ‘Ensar' adını al-
mışlar.
Ensar, bu yardımı, çok zengin olduk-
larından değil Kur’an’ın ifadesiyle, kar-
deşlerini kendilerine tercih ettikleri için
paylaşmışlar.
Allah rızasını, mal sevgisine tercih et-
meye, dahası sevdanın odağına Allah'ı
koymaya dayanır paylaşmak.
Bazen verecek bir şey bulamadığında
güzel bir sözü ve hatta bir tebessümü
paylaşmak.
Paylaşmak…
Umut dolu yarınları, düşleri ve acıları.
Paylaşmak…
Bir kuşun kanadında gizli sırrı, bir arının
balındaki şifayı.
Paylaşmak…
Aynı evin çatısını, en gizli sırları, sevgi
ve saygıyı.
Kısaca:
“Paylaşmaya hazır mısınız hayatı?”
Paylaşmaya Hazır mısınız?
Öznur Özgür İç
Enderun Mektebi Genel Yayın Yönetmeni / Enderun Fen Lisesi Müdür Yardımcısı
8. 8 Enderun Mektebi
Yağmurlu bir mart sabahında
insanlarla göz göze gelmekten
bile kaçınarak çaresizlik içinde
ilerlemeye çalışıyordum.
İnsanlarla göz göze gelmekten
kaçıyordum; çünkü bana
suçlayıcı ve acıyan gözlerle
baktıkları hissine kapılmıştım.
Bu benim kuruntumdu hem
nereden bilebilirlerdi ki işten
atıldığımı, cebimde beş kuruş
bile olmadığını? Alnımda
yazmıyordu ya! Bir yandan su
birikintilerine basmamak içtin
çaba gösterirken diğer yandan
da “Ben şimdi ne yapacağım?”
diye mırıldanıyordum. Nereden
bulacaktım yeni bir iş? Bulana
kadar nasıl bakacaktım beni
evde bekleyen dört boğaza?
Dalgınlıkla önümdeki su
birikintisini fark edemediğimi
ayakkabımın su almaya
başladığı kaç zaman sonra
anladım. Hemen sağa çekilsem
de çoktan ıslanmıştım. Zaten
ayakkabı zor dayanıyordu bir
de ben böyle suların içinde
gezersem iki güne kadar daha
büyük delikler açılırdı. “Dikkat
yahu!” diye söylenirken bu
ayakkabıların bana kaç yıldır
yoldaş olduğu; ayakkabılar, bir
keresualdıdiyehemengevşeyip
kendini koyuvermeyeceği fikri
geldi aklıma. Gülümsedim!
Tek tük insanın dolandığı
sahilde bir bank bulmak
çok da zor olmadı. Hemen
oturup sırtımı yasladım.
Elimdeki poşeti de yanıma
bıraktım. Ne sağa ne de
sola dimdik karşıya denize
baktım. Yağmur ve fırtınanın
olduğu bu günde denizin
sakin olması beklenemezdi.
Deniz; dalgalarını acımasızca
kıyıya vururken toprakla
da birleşip ortaya çıkardığı
toprak kokusuyla insana
rahatlık hissi veriyordu. Birkaç
dakika dalıp gittim bu huzurlu
sessizliğin içine. Gözüm
denizi ve karşıki kıyıyı tarıyor,
zihnimde onlarca sıkıntı ve
dert birbirlerini geçmek için
adeta yarışıyorlardı. Tüm
bunlar belli belirsiz devam edip
gitmekteydi.
Düşünecek başka şey
yokmuş gibi İstanbul'un
nasıl tezatlıklar içeren bir
şehir olduğu düşüncesi ele
geçirdi aklımı. Bir tarafta
gökdelenler boy gösterirken
diğer tarafta gecekondular, bir
tarafta zenginlik, sefa, eğlence
hâkimken diğer tarafta sefalet
diz boyuydu. En azılı suçlularla
birlikte en masum insanları
da içinde barındırıyordu bu
şehir. Peki ya ben, ben kimdim,
neresindeydim bu şehrin?
Hiçbir işte dikiş tutturamamış,
kıt kanaat bile geçinemeyen,
bırakın gelecekle ilgili hayaller
kurmayı yarın eve nasıl ekmek
götüreceğini bilemeyen,
sürekli evdeki üç çocuğunun
ve karısının gözlerindeki açlığı
görmeye mahkûm bir adam!
Boğuluyormuşum gibi bir hisse
kapılınca derin derin nefes
almaya çalıştım. Aldığım hava
sanki ciğerlerime ulaşamıyor
soluk borusunun bir yerinde
tıkanıyordu. Başımı gökyüzüne
çevirip ne vardı sanki bugün
biraz güneş yüzü görseydik diye
sitem ettim. Gökyüzü gri, deniz
gri… Başımı nereye çevirsem
bu renge rast geliyordum sanki.
Ruh halimi yansıtırcasına tüm
dünya griye boyanmış gibiydi.
“Abi bi' peçete vereyim mi?”
Gözlerimi diktiğim denizden
ayırıp yanımda duran esmer
ufak tefek oğlana çevirdim.
Çocuğun üstünde yırtık
yazlık bir gömlek, yamalı
bir pantolon… Onun bu
haline acıyıp elimi daldırdım
cebime. Elime birkaç bozuk
para çarpınca sevinçle
çekip çıkardım. Pek fazla
değildi elbette ama eli boş
yollasam vicdanımın sesini
susturamazdım. İki peçete
parası verip bir peçete alarak
yolladım çocuğu.
Çocuğa karşı bir yakınlık
duymuştum.
Sanki geçmişimden gelen yirmi
beş yıl önceki çocuktu! Böyle
bir mart günü aralıksız yağan
yağmurun altında trafiğin
içinde mendil satmaya uğraşan
bir çocuğun hayali dolandı
zihnimde. Görüntü net olmasa
da o gün çocuğun yaşadığı
soğuğu iliklerime kadar
hissettim. Ceketimin önünü
iliklerken yirmi beş yıl önceki
o çocuğun hiç değişmeden
bugün de aynı açlığı, soğuğu
ve çaresizliği yaşadığını
gördüm üzülerek. Yirmi beş
yıl öncesinden bugüne her
şey değişmişti. Çevrem, işim…
Ben bile değişmiştim. Boyum
uzamıştı mesela. Pek olmasa
da birkaç kilo bile almıştım.
Evlenmiştim üstelik çocuklarım
bile vardı.
Yıllara meydan okuyan tek
bir şey vardı değişmeyen:
Çaresizlik hissi! Bu his
doğduğumdan beri yakamı
bırakmamış ikinci bir deri gibi
durmuştu üzerimde.
Kolay bir çocukluğum
olmamıştı. Aslına bakılırsa
ben çocukluk denilebilecek
bir şey yaşadığımdan bile
emin değilim. Kendimi ve
hayatı tanımaya başladığımda
y e t i m h a n e d e y d i m .
Horoz Şekeri
9. 9Enderun Mektebi
Buraya ne zaman geldiğimi bilmiyordum. Annemi ve babamı hiç tanımamıştım. Hayatta olup olmadıklarından bile
haberim yoktu. Nedense hep ölmüş olduklarını düşünürdüm. Beni öylesine bırakıp gittiklerini değil de bir kazada
ölmüş olduklarını buraya geldiğimi. Beni bırakmaları için başka bir sebep gelmiyordu aklıma. Öyle ki onlar için
yetimhanenin bahçesine iki kazık dikip kendimce mezar yapmıştım. Her gün oraya gidip dua ederdim.
Biraz büyüyünce yetimhane dayanılmaz gelmeye başladı. Orada bulunan kimseyi sevmiyor hiç kimseyle
anlaşamıyordum. Kavgaların baş elemanıydım. Yetimhanenin belalı çocuğu…
Günün birinde bir yolunu bulup kaçtım yetimhaneden. Birkaç sefer deneyip de başaramadığımı bir gece ansızın
başardım. İstanbul'un karanlık ve tenha sokakları arasında buluverdim kendimi. Aylar boyu sokaklarda yatıp kalktıktan
sonra kirli sakallı kötü bakışlı bir adam alıp götürdü beni ev bile denemeyecek bir yere. Adını bile hatırlayamadığım
adamın beni götürdüğü o köhne yeri belli belirsiz hatırlayınca acı acı gülümsedim. Nasıl kalmıştım onca yıl orada?
Gerçi bugün kaldığım evin de oradan pek bir farkı yoktu. Belki de tek fark içinde sevginin olmasıydı.
İçimden kendimi azarlayıp beynimin en ücra köşelerinde kalan tozlanmış raflarına tekrar
uzattım elimi. O adam sayesinde artık kalacak bir yerim vardı. Zaten sabahtan
akşama kadar mendil satmaktaydım. Mendiller bitene kadar korkumdan o köhne
yere geri dönemezdim. Gelince de o gün kazandığım tüm parayı küçücük
avuçlarıma doldurup masaya, bırakırdım. Sonra bir köşeye kıvrılıp uyumaya
çalışırdım. Rahat mı değil mi aramadan bir yere kıvrıl. Ertesi sabah
yine elimde mendillerle kalabalık caddelere çıkardım.
Burada da fazla barınamadım bir gece tüydüm.
Cesaretimi toplayıp ikinci kez kaçtım bu yerlerden.
Ondan sonra da en çok yaptığım, en iyi bildiğim iş oldu
kaçmak. Cüzdan çal, kaç. Ekmek al, parasını ödemeden
kaç. Sürekli kaçarak arkama dönüp bakmaya fırsatım
olmadan yaşadım ben. Aklımda dolanan tek düşünce
bugün karnımı nasıl doyuracağımdı. Dönüp bakma
fırsatı bulduğumda ise geriye sadece hatırlamak
istemediğim bir çocukluk kalmıştı. Geçmişi kaybettik
bari geleceği elimizde tutalım diyerek zar zor bir işe
girdim, evlendim. Mini mini üç çocuğum oldu onlara
çok güzel bir çocukluk yaşatacağıma dair söz verdim
kendime. Hiçbir şeyden eksik kalmamaları için çalışıp
durdum.
İşten çıkarıldım eve ekmek götüremediğim zamanlar oldu
yılmadım yenisini buldum çalıştım. Yetmedi ek iş bulup d a h a
çok çalıştım. Hiçbir zaman sefaletimizi belli etmeden her şey yolundaymış
gibi davrandım. Bugün de öyle yapıyorum. İşsiz kaldığımı ne karım ne çocuklarım biliyor. Nereden
bilecekler ki? Yine güler yüzle eve gidip kapıyı çalacağım. Çocuklar yine koşarak gelip bana kapıyı
açacaklar. Boynuma sarıldıklarında çocukken diğerlerinde görüp imrendiğim ama almanın hiçbir
zaman nasip olmadığı horoz şekerlerinden vereceğim onlara. Neşeyle elimden alıp paketini yırtarak yemeye
başlayacaklar. Nermin yine çocuklara yemekten önce şeker verdiğim için kızacak. “Parayı bu şekerler için neden
harcıyorsun?” diye soracak.
Bir çocuğun şeker yemeden büyümesinin verdiği boşluğu en iyi bilen biri olarak kendi çocuklarımı böyle büyütürsem
çocukken kendime verdiğim sözü tutmamış olurum. Günün birinde bir çocuğun elinde yine horoz şekeri görmüştüm
ve canım çekmişti. Bu şekereler sürekli karşıma çıkıyordu ama ben tadını bilmiyordum. Kendime şöyle demiştim o gün:
Büyüyünce bir sürü para kazanıp bir kamyon horoz şekeri alacağım.
Yüzüme geniş bir gülümsemenin yayılmasına engel olamadım. Çocukluk işte. Şimdilerde o horoz şekerinden kat be kat
güzel, değişik renkte ve tatlarda şekerler üretilmişti. Horoz şekeri diye bir şekerin varlığından haberi bile yoktu şimdiki
neslin. Yeni çıkan şekerlerden hiçbiri ağzımda horoz şekerinin bıraktığı tadı bırakamamıştı. Belki çocukluktan beri horoz
şekerinin hayalini kurduğum için böyle olmuştu.
Kendi düşüncelerime o kadar dalmışım ki dakikalardır gözlerimin mendil satan çocukta olduğunu fark edememişim. Bir
etrafta dolanıp elindeki mendilleri canla başla satmaya uğraşan çocuğa bir de yanımda duran poşete baktım. O an da
aklımdan şimşek hızıyla “Acaba hayatında hiç horoz şekeri yemiş midir?” sorusu geçti. Cevabı her ne olursa olsun çocuğa
seslenip elimle yanıma gelmesini işaret edince koştura koştura yanıma geldi. Poşetten aldığım şekeri çocuğa uzatınca
gözlerini iri iri açıp “Bu ne?” diye sordu. Gülümseyerek “Şeker.” dedim. Alması için ona uzatınca kararsız gözlerle çocuğun
bana baktığını gördüm. “Senin.” dediğimde başını iki yana sallayıp “Alamam. Ahmet görürse onun da canı çeker sonra.” Dedi.
O an boğazıma bir yumru oturdu. Güçlükle “Ahmet'i de çağır. Burada bir tane daha şeker var.” dedim. Yine koştura koştura
gidip az ötedeki kendisi gibi çelimsiz olan arkadaşını çağırdı. Yanıma geldiklerinde ikisine birden uzattım şekerleri. Kısa bir an
birbirleriyle bakıştıktan sonra kaparcasına aldılar elimden.
Banktaki boş yerleri gösterdiğimde biri sağıma öteki soluma kuruldu. Şekerleri hevesle açıp yemeye başladıkları an içimde
küçüklüğümde beliren istek canlanıverdi. Poşette kalan son şekeri de alıp bende küçükler gibi açıp yemeye koyuldum.
Bana her zaman buruk bir mutluluk veren şekerin tadını almaya başladığımda ne bugün işten çıkarıldığım, ne de eve şeker
dahi götüremeyeceğim gerçeği kaldı aklımda. Çocuklarıma aldığım şekeri burada oturmuş üç sokak çocuğu beraber yiyorduk.
Vicdanım yeni bir işe girdiğimde onlara daha bir sürü horoz şekeri alabileceğimi ama bu çocukların şekeri bırakın ekmek bile
bulamayacakları günlerinin olacağını söylüyordu.
Hayat zordu, acıydı. Ama bu hayatı tatlılaştırmanın elbet bir yolu vardı. Herkese göre bu yol farklıydı. Bana göre de horoz
şekeriydi.
Benginur Çelik
FL/10-A
10. Merkezi düşüncesinde maddenin yer aldığı,
bilimsel gelişmelerle insanlığa hizmet
değil zulmet veren Batı, medeniyetle geç
tanışmış ancak gelinen noktada ise diğer
dünya toplumlarına nazaran daha medeni
bir toplum haline gelmiştir. Başlarına çöp
düşecek tehlikesi ile şemsiyeyi, yerdeki
çöplere basmamak için topuklu ayakkabıyı
icat eden Avrupa, medeni gelişimini
sonradan geliştirerek Mehmet Akif’in:
“Sizin işiniz bizim dinimiz gibi bizim işimiz
de sizin dininiz gibi…” sözüne nasıl mazhar
olabilmiştir de Avrupa, bugün nasıl oldu
da dünyevi medeniyetin zirvesine hızlı bir
tırmanışa geçebilmiştir?
Peki ya birkaç asır önce birçok farklı
milletten insanların kardeşçe yaşadığı
Osmanlı torunları neden bugünlerde birbirini
kırıp, kan davası gütmekte. İşte bunları
düşündükten sonra aklınıza gelecek olan
“Biz bu durumdan nasıl kurtulabiliriz?”
sorusuna kanaatimce şu üç ilkede cevap
bulabiliriz.
Bunlardan ilki “ihya”dır. Öncelikle Ümmet-i
Muhammed’e karşı vazifemizden sonrada
tüm cihana İslamiyet’in eşsiz güzelliğini
taşıyan Osmanlı torunu olmamızdan ötürü
bu konu üzerine eğilip irdeleyip idrak
edilmelidir.
İhya nedir?
Sözlük anlamı dirilmek, canlanmaktır. Ancak
asıl idrak edilmesi gereken nokta nasıl
uygulanacağıdır.
İhya zahir ile batının harmanlanmasıyla
mümkündür. İhya bir alanda olmaz, aksine
helal dairesinde her alanda olur. Ancak
unutulmamalıdır ki yapılan her türlü ihya
İttihad-ı İslam uğrunda yapılmalıdır.
Bunlardan ikincisi “sebat”tır.
Sebat nedir?
İhyayı destekleyen önemli ikiliden birisi
sebattır. Kelime olarak yerinde durmak,
kararlı olmak, manalarına gelir.
İman ve İslamiyet’e hizmette, Allaha ibadet
ve itaatte sabit ve kararlı olmaktır. Sebat bir
histir bizim hayalimize ve hedefimize olan
bağlılığımız da bir sebattır.
Bunlardan üçüncüsü “metanet”tir.
Metanet nedir?
İhyayı destekleyen ikiliden birisi de
metanettir. Kelime olarak sağlamlık, kavilik,
dayanıklı olmak manasındadır. Art niyetli
kuvvetlere karşı durmak da bir metanettir.
Hak uğruna metanetli olmak da önemli bir
ahlaktır. Yani dirençli, özgüvenli, kararlı olup
sabırlaferdivazifelerimiziyerinegetirmeliyiz.
Ve bütün bunları yaparken olumsuz sonuç
alındığında asla pes edilmemelidir çünkü
Allah’ın nazarında önemli olan şey gayrettir.
Gayretlerimiz safi ise muvaffak olmuşuz
demektir.
Nifak ve ayrılıktan kurtulup adalet içerisinde
ve birlikte kardeşçe yaşadığımız bir İslam
topluluğu oluşturmak bunların birbiri içindeki
uyumuyla mümkündür.
MUZAFFER OLMAK
Ali İhsan ŞENCAN
AL/10-C
PEKI YA BIRKAÇ ASIR ÖNCE BIRÇOK FARKLI MILLETTEN INSANLARIN KARDEŞÇE YAŞADIĞI
OSMANLI TORUNLARI NEDEN BUGÜNLERDE BIRBIRINI KIRIP, KAN DAVASI GÜTMEKTE.
İŞTE BUNLARI DÜŞÜNDÜKTEN SONRA AKLINIZA GELECEK OLAN “BIZ BU DURUMDAN
NASIL KURTULABILIRIZ?” SORUSUNA KANAATIMCE ŞU ÜÇ ILKEDE CEVAP BULABILIRIZ.
10 Enderun Mektebi
11. Her kitap insanlığa ev sahipliği yapan bir evrendir.
Güzele, aydınlığa ve medeniyete çağrı mektubudur.
Bir yanda ufuk penceresi olurken diğer yanda zihni ve
gönlü ilmek ilmek işleyen bir nakkaştır.
Kitap, kimi zaman vatan toprağına ilim,
irfan ve sevgi tohumu olurken kimi zaman da
gölgesinde kadim bir geçmişi ve
geleceği inşa edecek bir nesli barındıran
ulu bir çınar oluverir.
Beyaz bir güvercin gibi
kanatlarını açarak
anne şefkatiyle sizi bağrına basıp
anlaşılmak için size önsözünü sunar.
Said AYDOĞAN
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
11Enderun Mektebi
12. KİTAP VE
Varlıkların içinde akıl melekesiyle öne çıkan insan,
yaratılmışlarınenşereflisiolarakkendinelutfedilen
akıl nispetince belli görevleri üstlenip yeryüzüne
indirilmiş, ömür diye adlandırdığımız sayılı
nefes bitene kadar da yaşamını anlamlandırmak
durumunda kalmıştır.
Allah (c.c.), insana görevlerini yerine getirsin
ve “Beni” tanısın diye iki rehber vermiştir: Bu
rehberlerden biri akıl, diğeri ise kitaptır.
İnsan aklını kitapla aydınlatarak kendinin, evrenin,
yaşamın ve yaşantıların idrakine varır, bulunduğu
zamana göre de kendini yeniler. Zihin ve gönül,
sözü edilen ıslahatı gerçekleşirken de ne akıl
ne de kitap kendi başına yeterli olmayacaktır.
Akıl, kendi başına, külli iradenin kudretini
anlayamayacağı gibi aklın idrakine sunulmamış
kitap da anlaşılamamış olmasıyla istenen veya
beklenen yeniliği gerçekleştiremeyecektir. Gelinen
noktada ise kitap ve aklın birlikte çalışması
zorunluluğundan “OKUMA” eylemi meydana gelir.
Okumak, insanın içinde yer aldığı sosyo-kültürel
hayatı keşfetme, tecrübe etme, değiştirme ve
anlamlaştırma eylemlerini gerçekleştirebileceği
verimli bir eylemdir.
12 Enderun Mektebi
13. İnsanlığın ve toplumun gelişmesinin ve
yükselmesinin ancak okumayla olabileceğini
düşünen Cemil Meriç: “Okumak bir insanlık
ödevidir.” sözüyle insanı ve okuma eylemini
medeniyetin merkezine çeker.
Buradan hareketle okumayan toplum, yardıma
muhtaç kör ve sağır bir insandan farksızdır. Kim
o toplumun veya insanın elinden tutarsa insan
veya toplum da onun izinden gitmeye mecburdur.
Keza bu mecburiyetin bir de bedeli olacaktır. Hal
böyle iken okuma eyleminden uzak kalıp gönlünü,
zihnini ve düşünce dünyasını aç bırakarak kimin
elinden tuttuğunu kimin arkasından gittiğini ve
nasıl bir bedel ödeyeceğini bilemeyen insanın veya
toplumun acınacak hale düşmemesi imkânsızdır.
Tanzimat şairlerinden Şinasi: “Olmuş insana
taassup bir onulmaz illet.” ifadesiyle bu acınası
durumun sebebini okumamaya bağlamıştır. Bugün
İslam coğrafyasının çekmiş olduğu sıkıntıların
temelinde okumamak ve buna bağlı olarak da milli
ve manevi değerlerine bağlı küresel çapta yeterli
adam yetiştirememek vardır.
Kaybedilen her zamanın hesabını Batı’nın halen
Müslüman olamayışındaki mesuliyetin vebalini de
düşünerek hepimizi okumaya davet ediyorum.
İNSAN
Said AYDOĞAN
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
13Enderun Mektebi
14. 14 Enderun Mektebi
Endülüs’te saltanat süren
Ümeyyeoğullarının meliklerinin çoğu,
aldıkları eğitim gereği, ilim ziyneti
ve olgunluğu ile donanmış, her biri,
saltanatlarıdönemindezuhuredenfazilet
ve ilim sahibi kişilerin çokluğuyla iftihar
edip bu bilginleri artırmak hususunda
ömür harcarlardı. İçlerinden pek çok
kimse bu amaçla Asya kıtalarına seyahat
eder, oralarda şöhrete kavuşan faziletli
kişilerden ilim ve sanat öğrenmeye gayret
gösterirlerdi.
Devlet tarafından Mısır, Şam, Bağdat,
Hicaz taraflarına gönderilen birtakım
hüsn-i hat sanatkârı da o bölgede
yazılan ilmî eserleri ele geçirerek
düzenleyip, Endülüs’e gönderirlerdi. Bu
nedenle Endülüs’te “kitap hazineleri”
adı verilen kütüphanelerde sayısız
kitaplar mevcuttu. Yalnız Melik
III. Abdurrahman’ın sarayındaki
kütüphanede 600.000 kitabın toplanmış
olduğu bilinmektedir.
Endülüs’te bu tür yetmiş adet
kütüphanenin bulunduğu görülmüştür.
Bu kütüphanelerden her biri, ilim
öğrenmeye çalışan öğrencilere fevkalâde
bir düzen ve usulle sunulmuştu.
Endülüs’te her dalda âlimler yetişmiştir.
Bunlardan bazıları: Edebiyatta: Mağribi,
İbni Baytar, İbni Haddat, İbni Ammar,
İbnül—Ebras, İbni Asım vb. Tıpta:Ebu’l—
Kasım Halef b. Abbas, ‘et—Ta’ri f isimli
cerrahiye ait meşhur eseri vardır. Cerrahi
aletlerinin ilk mu’cididir. Astronomide:
Ebu Abdillah Muhammed, İbni Rüşt, İbni
Samh İbni Salt vb.
Kral Ferdinand Gırnata’yı işgal ettiğinde 1
milyondan fazla Arapça kitabın bağnazlık
ateşiyle yakıldığı ve Avrupa’daki
kütüphanelerin düzenlenmesinin ancak
900 (1494-95) yıllarında başladığı
ilim adamlarının çalışmalarıyla ortaya
çıkmıştır. Bir Fransız tarihçi: “Ne yazık ki
dünya medeniyetine örnek olan böyle bir
milletten bize ulaşan eserler, baykuşların
ve kargaların mekânı olan harap binaların
duvarları arasında perişan oldular.”
demiştir.
Körce, ahmakça bir bağnazlığın, cahilce
bir inadın milliyet rekabeti ve din
düşmanlığı o “Millet-i Beyzâ”nın adını
hatıralardan çıkacak biçimde kine
bulamış olmasına nazaran İspanyol
tarihçilerinden Conde’nin , “Gırnata’nın
istilası anında 1 milyondan fazla nefis
kitaplar, Kur’an zannıyla merasimle
yakıldı” demesi mübalağadan uzaktır.
Tarihçi Flechier de övgüyle söz ettiği
Tuleytula Piskoposunun üstün gayreti
nedeniyle yalnız Gırnata’da kendi
kuruyası eliyle 5000’den fazla tezhipli
ve ciltli Kur’ân-ı Kerîm’i ateşe atmış
olduğunu övgüyle yazmıştır. Bu piskopos
bizzat 80.000 cilt el yazması Arapça eseri
yakmıştır. Bu tarihçi kitabın haşiyesinde
Endülüs halkının bin zahmet ve külfetle
bu musibetten kurtardıkları kitaplar
olduğunu zikretmektedir.
ENDÜLÜS
KÜTÜPHANELERİ
15. 15Enderun Mektebi
İfrîkıyeli tarihçi Leon da kendisinin
Ifrîkiye’de misafir bulunduğu evin
sahibi olan Endülüs’lü bir müslümanın
Gırnata’dan Fas’a geçişinde bizzat
3000’den fazla kitabı geçirmiş olduğunu
tarihinde yazmıştır. Ne yazık ki 943
(1536) yılı başında meşhur Kral Şarlken’in
askeri Tunus şehrini yağma ettiklerinde,
eski düşmanlığın ve yobazlığın eseri
olarak Arapça hat ile yazılmış ne kadar
kitap bulunmuş ise bunların hepsi ateşe
atılmıştır. Halbuki Avrupa, Endülüs’e
çok şey borçluydu, ilmi ve sanatı orada
tanımıştı. Tıp, Kimya, Astronomi,
Biyoloji, Coğrafya vb. ilimleri Kurtuba
ve Gırnata medreselerinde tahsil eden
binlerce Avrupalı talebe, bu ilimleri kendi
ülkelerine aktarmışlardı.
KAYNAKLAR: Ziya Paşa, Endülüs Tarihi /
Sabahaddin Altunhilal, Büyük Bir Medeniyetin Acı Sonu
Merve KÜÇÜK
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
O meşhur Rönesans’ın, dolayısıyla
bugünkü Avrupa ilim ve tekniğinin
temelinde Endülüs Medeniyeti
yatmaktadır. O devirde, Avrupa Endülüs
içinhiçbirşeyifadeetmezdiama,Endülüs
Avrupa’nın her şeyi idi.
Fransız fizikçi Pierre Curie “Endülüs’ten
bize otuz kitap kaldı. Atomu
parçalayabildik, eğer yakılan bir milyon
kitabın yarısı elimize ulaşmış olsaydı,
bugün çoktan uzayda galaksiler arasında
seyahat ediyor olacaktık” demiştir.
Endülüs İslam Medeniyeti’nin çöküşü,
Hıristiyan Avrupa’nın kıyamete kadar
silinmeyecek olan bir yüz karasıdır.
Zîrâ bu çöküş, sadece bir vatanın işgali
değildir. Avrupa’daki orta çağ karanlığına
ışıktutmuşbirmilletinbütündeğerleriyle
birlikte toptan imhasıdır.
16. 16 Enderun Mektebi
Bu fotoğraf bana Mutasavvıf Ömer Tuğrul İnançer’in ustası ile ilgili
söylediği şu cümleyi hatırlattı: “Ustamın her dediğini yapamadım,
ama hiçbir dediğini unutmadım.” Mesleğime başladığım ilk günlerde
duyduğum bu cümle epeyce düşündürmüştü beni. Acaba tecrübeleriyle
bana destek olacak mesleğimi öğretecek bir ustam olacak mı
diye sormuştum kendi kendime. Meslek hayatımın birinci yılını
tamamlamak üzere olduğum şu günler beni sorularımın cevaplarına
ulaştırdı.
Belki yıllar sonra Usta’mla karşılaştığımda ona her dediğini yaptığımı
söyleyemem ama hiçbir söylediğini unutmayacağımdan eminim.
Çünkü vefa bunu gerektirir.
Usta’ma…
Merve KÜÇÜK
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Fotoğraf : Tuba Arıkan
17. SON DALGA
Biten günün ardından çiçeklerini toplayan çiçekçi, bir an önce eve
dönmek için acele eden insanlar, yavaş yavaş sesleri kesilen kuş-
lar ve Üsküdar’a çöken sakinlik. Dalgalar güneşin batmasıyla çıkan
rüzgârla beraber deniz köpürüp, yükselirken, kayaların üzerinde
oturan bir adam acınası bir ifade ile denizi izliyordu. Sanki bir daha
hiç göremeyeceği sevgilisine bakıyor gibiydi. Gözünü bir an dahi
kırpmadan denizi izleyen bu adam o kayadan hemen hemen hiç ay-
rılmazdı. İnsanlar onu burada görmeye alışmış, kimileri deli oldu-
ğunu düşünüyor, kimileri dertli diyor kimileri de mecnundur deyip
geçiyordu. O adam ise insanların ne dediğini umursamadan öylece
oturmaya devam ediyordu. Uzaktan bakınca yaşlı görünen kır saçlı
adam henüz kırklarındaydı. Yaşadıkları mıdır bilmem bu adamın
saçlarına ak düşüren. Kır saçlı bu adamın neden orada öylece otur-
duğunu kimse sormamış daha doğrusu cesaret edememişti. Her
gün orada oturup denize bakan bu adam dalgaları sayıyordu. Öm-
ründe bir kerecik yüzü gülemeyen bu adam, sanki dalgalarda ken-
dini buluyordu. Her dalga ona bir acısını hatırlatıyor o anını sanki
yaşatıyor ve acısını hafifletiyordu. İşte kendini dalgalarda bulabilen
bu adam yine acısını yaşıyordu. Ama bu acı sanki bir başkaydı. Bu
gün bir başka bakıyordu gözleri denize. Her dalgada acısının dindi-
ğini hissedip rahatlayan bu adam bugün acısının dindiğini hissede-
miyor gibiydi. Yine kendini dalgalara bıraktı.
İşte ileriden gelen bir dalga onu gençliğine götürdü. Dertsiz
olduğu zamanlarda babasının çalışmak zorunda bıraktırdığı bir
inşaattaydı. Her zamanki gibi taşları taşırken birden kolonun sağ-
lam olmayan yeri yıkılmış ve sağ bacağına düşmüştü. Bilinçsiz olan
diğer çalışanlar, uygunsuz biçimde yardım etmeye çalışınca baca-
ğından olmuştu. Hüzünlü bakışlarını dalgalardan çekip olmayan
bacağına çevirdi. Kaybettirdiği bacağı aynı zamanda onu işinden
de etmişti. Bulunduğu şehirde iş bulamayınca karısı ve oğlu ile
İstanbul’a taşınmaya karar verdi. Çolak kalmanın zorluğu dışında
hayatı yolundaydı. Lakin sınavı daha bitmemişti. Daha ileride ne
acılar görecekti kim bilir. Tekrar dalgalara çevirdi başını ve kendi-
ni yine dalgalara bıraktı. İleriden gelen büyük bir dalga ona yine
bir acısını getirdi. İş bulamadığı için taşınmak zorunda kaldığı bu
şehir daha başındayken ona iki acı yaşatmıştı. İstanbul’a gelirken
yolda bir kaza olmuş, karısı ve oğlunu oracıkta yitirmişti. Kaza ken-
di dikkatsizliği yüzündendi. Kendisi sağ kurtuldu fakat sağ kalmak
istemediği her halinden belliydi. Genç yaşında yaşadığı bu acı onu
perişan etti. Lakin yine de yaşamaya devam etti. Canının iki par-
çası gitse de, kalanlarla yaşamayı öğrendi. Her ne kadar bu kaza-
nın sebebi kendi dikkatsizliği olsa da bununla yüzleşmeye cesaret
edemedi ve bundan İstanbul’u suçladı. Sanki İstanbul olmasaydı
ailesi yaşayacakmış gibi İstanbul’dan nefret etti. Çekip gitmek istedi
lakin acısının, derdinin dermanını İstanbul’da buldu. Her ne kadar
ailesinin ölümünden İstanbul’u suçlasa da, bu şehre kin tutsa da,
yine yarasını İstanbul’a sardırdı. İşsiz kaldığı gibi şehirde kimsesi
de kalmayan bu adamın acısıyla tatlısıyla her şeyi İstanbul olmuştu.
Lakin sınavı bitmemiş olacak ki yine rahata eremedi. Sanki deniz
acısını anlamış gibi bir anda yükselmeye başladı.
Uzaktan gelen bir dalga daha. Bu seferki dalga ona babasının ölüm
haberini getirmişti. Yine kendini dalgalarda bulduğu bir günün so-
nunda son parasıyla aldığı harabeden pek de farkı olmayan evine
gitmişti. Eve girerken kapıdaki zarftan anlamıştı yine bir acının ge-
lip kendisini bulduğunu. Annesinden gelen bu mektupta babasının
vefat ettiği yazıyordu.
Bir ölüm daha. Dayanacak gücü kalmamış, yaşamak için sebep
dahi bulamaz hale gelmişti. Onu her şeye rağmen hayata bağlayan,
derdine derman olan İstanbul’u olmasa belki de acılara dayanamaz-
dı. Babasının ölümünden sonra daha da perişan olsa da İstanbul
için yaşamayı seçen bu adam yine dalgalara bırakarak İstanbul’u
derdine derman etti. Hala ayaktaydı. Kaybedecek bir şeyinin kal-
madığını düşünüyordu.
Ve gelen son dalga. Bütün umudunu kıran, artık derman olunama-
yacak bir yara açan dalga. Yine eve giderken onu karşılayan mek-
tupta bu sefer annesinin babasının ölüme dayanamayıp yatağa düş-
tüğü ve oğlunun yanında olmasını istediği yazıyordu. Uzun uzun
denize baktı. Büyük bir özlem ile havayı içine çekti. Kaybedecek
bir şeyinin kalmadığını düşünürken İstanbul... Bugün dertlerinin
dermanıyla, İstanbul’uyla son günüydü. Bugün İstanbul’a veda,
dermanına veda, kendisini hayatta tutan tek dayanağa, tüm umut-
larına, sığındığı limana, kokusu huzur dolu şehre ve her dalgasında
kendini bulduğu şehre veda. İstanbul’a veda. Gözyaşlarının boğazın
tuzlu suyuyla bir olmasına izin verdi. Uzunca bir süre ağladı. Ken-
dini hazırlıyordu sanki. İstanbulsuz dayanamayacağını, gücünün
yaşamaya yetmeyeceğini bilse de gitmek zorundaydı. Gitme vakti
geldi çattı. Ayağa kalkmaya hazırlanırken izlendiğini hissetti. Te-
dirgin bir şekilde arkasını döndüğü zaman henüz 9-10 yaşlarında
bir çocuğun onu izlediğini gördü. Çocuk olduğu yerde merakla ona
bakıyor ve gülümsüyordu. İnsanlardan uzun süredir uzak durdu-
ğu için bunu yadırgadı ve başka birisine bakıyor olabilir mi diye
etrafına bakındı. Kendisinden başka kimsenin olmadığını görünce
akşamüstü bu çocuğun neden burada dikilip kendisine baktığını
merak etti. Ayağa kalkıp yanına gitti. Çocuk önce davrandı ve me-
rakla: “Amca seni hep görüyorum sen burada ne yapıyorsun?” diye
sordu. Adam uzun zamandır kimseyle konuşmadığı için bir an zor-
lansa da cevap verdi: “Dalgaları sayıyorum evlat” dedi. Çocuk çok
şaşırmış olacak ki gözleri kocaman açıldı. Adam onun bu haline
tebessüm etti. O an çok uzun zamandır gülmediğini fark etti. Ço-
cuk şaşkınlığını yendikten sonra sordu: “Kaç tane saydın amca?”
diye sordu. Adam döndü ve denize baktı. Çocuğa döndü ve eğildi.
Çocukla aynı hizaya gelince elini omzuna koydu ve: “Geçen geçti.
Şu an sadece bir tane. O da İstanbul’a veda...”
Merve Hilal DADACI
AL/10-E
17Enderun Mektebi
18. 18 Enderun Mektebi
Merve KÜÇÜK
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
İslam Harflerine Aktaran:
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat boş geçti
Geri kalan korkulu
Her adımım dolu olsa
İşe yaramaz katında
Biliyorum
Bağışlanmamı diliyorum
SULTAN
Cahit Zarifoglu-
19. VURDULAR,
ÇIKTIK OYUNDAN
Belki de ilk defa heyecan ve umut dolu
bir sabaha uyanmıştı Filistinli çocuklar.
Kanlı ve çirkin bir savaşın sürdüğü
bu günlerde adeta bayram sevinci
yaşıyorlardı. Bunun nedeni ise hain
İsrail askerlerinin gazabına uğramadan
sağ salim gelmesi beklenen yardım
tırıydı. Bu tırın Filistin halkı için anlamı
büyüktü. Çeşitli oyuncaklar, renkli
şekerler, çikolatalar ve daha çocuklar
için pek çok güzel şey... Sonuç itibari ile
daha çocuktu onlar Filistinli veya değil.
Gülmek, eğlenmek, oyunlar oynamak,
renkli şekerler, çikolatalar yemek onların
en büyük hakkıydı. Ne kadar mümkünse
tabi...
Büyük küçük, çoluk çocuk, herkes
heyecan içinde gelecek olan tırı
bekliyordu. Akşama kadar tırın yolu
gözlenmişti. Gün batımına doğru tır
görünmüştü. Çocukların gözündeki o
muhteşem sevinç görülmeye değerdi.
Onlar için gün yeni doğmuştu. Heyecan
içinde tırın açılmasını ve kendileri
için gelen hediyelerin verilmesini
bekliyorlardı. Tüm çocuklar için bir şeyler
vardı tırda. Hepsi sırayla kendilerine
verilecek hediyeleri alıp sevinçle
ailelerinin yanına koşuyordu. Ahed ve
arkadaşları da kendileri için verilecek
hediyeleri sabırsızca bekliyorlardı. Sıra
Ahed’e gelmişti. Ahed’e verilen hediye
uzun zamandır istediği şey olan toptu.
Bu onu çok mutlu etmişti. Bir an önce
arkadaşlarıyla maç yapmak istiyordu.
Arkadaşları ve kardeşleri de güzel
oyuncaklarına kavuşmuşlardı. Onlar
aldıkları hediyelerin sevinciyle, zamanın
nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Saat
baya geç olmuştu. Oyun oynamak için
sabahı beklemek zorundaydılar. Ahed
de topunu yanından hiç ayıramadan
sabahın olmasını bekliyordu. Sabah
olunca topunu da alıp arkadaşlarıyla
maç yapacaktı. Onlarla sevincini
paylaşacaktı.
Gece heyecandan uyuyamamıştı.
Sabah erkenden yataktan kalktı,
hızlıca üstünü giyinerek annesinin
yanına koştu. Bir an önce
arkadaşlarının yanına gitmek
için izin aldı. Sevinçten
aç olduğunu bile
hissetmemişti.
S ı r a y l a
arkadaşlarını
çağırdı ve birlikte
meydanda toplandılar. Maç
yapmak için sahile gitmenin
iyi bir fikir olacağını düşünerek sahil
kenarına indiler. Gelen tır ve aldıkları
hediyeler sayesinde çok mutlu olan
Ahed, Zekeriya, Muhammed ve İsmail
adeta savaşın, bombaların içinde
olduklarını unutmuşlardı. Özgürce gülüp
eğleniyorlardı. Topa bir o vuruyordu bir
diğeri. Mutlulukları görülmeye değerdi.
Uzun zamandır yaşayamadıkları
mutluluğu yaşıyorlardı.
Ve bir ses... Bu mutluluğu, çocukluğu
bitirecek,bukısacıkanıyokedecekacıbir
ses. Anlamamışlardı önce ne olduğunu.
Acaba çok sevdikleri toplarının patlama
sesi miydi bu? Bir topun patlaması
canlarını bu kadar çok yakar mıydı?
Hepsinin o gülen gözlerinden yaşlar
dökülüvermişti. O anda hepsi yere
yığılıverdi. Küçücük bedenleri bir yerde
topları bir yerde öylece kalakaldılar.
Zaman durmuştu adeta, denize, havaya,
gökyüzüne bir hüzün çökmüştü. Kimin
aklı alırdı ki böyle bir şeyi. Az önce top
koşturan masum minikler, şu an her
şeyden habersiz öylece yatıyorlardı
yerde. O sesler, gülüşmeler asla
duyulmayacak, geri gelmeyecekti. Yine
olan çocuklara olmuş, gözü yaşlı anne
ve babalar kalmıştı geriye. Oysaki bu ânı
ne kadar çok beklemişlerdi? Heyecanla
başladıkları oyunları acıyla sona erdi.
Maçın skoru dört minik bedendi.
Diyecek pek de bir şey yoktu. Ahed
Zekeriya. Muhammed ve ismail’in
bedenleri o topun parçaları gibi toprağın
üzerine serpilmişti. Ve dünya yine
sessizdi.
2014 Ramazanı’ydı,
UNUTMADIK!
Fatma Özlem URGAN
AL/10-B
“Sizin de
içinizde
koşmaya
hâlâ devam
ediyorlar
mı?”
19Enderun Mektebi
20. 20 Enderun Mektebi
ENSTRÜMAN
EĞİTİMİBilindiği üzere enstrümanların yapımıyla ve icrasıyla ilgilenen
insan sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Bu nedenle halk
eğitim merkezleri, belediyeler ve özel kurumlar bu konu
üzerinde hassasiyetle durmaktadırlar. Yıllık veya aylık kurlar
başlatarak enstrüman öğrenimi konusunda katılımcılara en iyi
desteği sağlamaya çalışmaktadırlar. Böylece hem bireylerin
gereksinimlerinin karşılanması hem de kültürümüze ait
güzelliklerin nesilden nesile aktarılması amaçlanmaktadır.
Türkiye, farklı kültürlerin bir arada bulunduğu Doğu ve Batı’nın tam
orta noktasında etkileşim alanında bulunmaktadır. Dolayısıyla da
farklı türde enstrümanlar kullanılmasıyla zengin bir müzik kültürü
oluşmuştur. Odak nokta olmanın da getirdiği kültürel zenginliğin
topluma yansıması her ne kadar kutuplaşma gibi algılansa
da toplum mutlaka bir noktada birleşmektedir. Örneğin Batı
kültürüne ait enstrümanlar olan gitar, keman, viyola, viyolonsel
ve yan flütle öz kültürümüze ait eserler seslendirilebilmektedir.
Bu, elbette bireylerin becerileriyle olmaktadır.
Enstrüman çalmanın her meslekte ve uğraşta olduğu gibi kendine
mahsus zorlukları vardır. Bu zorluklar kişileri bazı soruları sormaya
itmiştir. Çokça sorulan sorulardan olan “Ben ne kadar zamanda
öğrenirim” veya “öğrenmem kaç ay sürer ” gibi soruların cevabı
görecelidir ve tamamen bireyin yeteneği ile ilgilidir. Yetenek ise
Allah’ın (c.c.) insanlara bahşettiği bir güzellik, insanın şükretmesi
için bir sebeptir.
Bir insan enstrüman öğrenirken teoriyi bilmese bile becerisiyle
öğrenmek istediği enstrümanı kolaylıkla öğrenebilir. Müziksel
tabirle “kulaktan” tek nota bile bilmeden enstrüman çalabilen
kişi sayısı azımsanmayacak kadar fazladır. Ancak bu demek
değildir ki hiç teori olmadan her enstrüman öğrenilebilir. Halk
ozanlarımızın çoğu ya hiç nota bilmemektedir ya da ihtiyaç ve
merak doğrultusunda nota öğrenmişlerdir. Burada dikkat edilecek
husus, enstrüman öğretiminin nota bilmeden zor öğrenilecek
olmasıdır. Türk müziğimizde “Meşk” (görerek hafızaya alma)
bugün kullanılsa da temel nota bilgileri olmadan öğrenme
gerçekleşmemiştir. Aynı zamanda nota öğretimi ile alınacak olan
mesafe de diğer tekniklere göre daha uzundur.
Enstrüman öğrenirken teori (nota bilgisi) olmadan, kısa süreli
ve çabucak gelip geçecek bir heves gibi çalışmamak gerekir.
Çalışmalar disiplinli ve sürekli olmalıdır. Aksi takdirde haftada
1 saat veya günde 10-15 dakikayla enstrüman öğrenilmesi
ancak kişi çok yetenekliyse mümkündür. Belli yerlere gelmiş
ve dinlediğimizde gönlümüzü titreten sanatçılarımız, günde
en az 6 ila 8 saat enstrümanıyla ve sanatıyla ilgilenmiştir. Bu
çalışmalarında elbette birden fazla kaynak ve müzik türünden
faydalanmışlardır. Böylece sanatçı kimliklerini kazanmışlardır.
Enstrüman öğretiminde gruplar şeklinde toplu olarak dersler
icra edilecek ise yaş ve fiziki gelişime göre ilkokul, ortaokul ve
lise seviye grupları oluşturulmalıdır. Bu şekilde çok daha verimli
sonuçlar elde edilebilir. Aksi takdirde öğrenim süreleri
oldukça uzar veya bireyler arasında öğrenim açısından
ciddi farklar oluşur. Bunun sonucunda enstrüman
öğretimi yapan kurslar açıldıktan kısa bir süre sonra
yeterli öğrenci bulamayıp kapanma noktasına
gelmektedir.
Okulumuzda enstrüman öğretimi ve sosyal
kulüp işleyişi, idarecisinden öğretmenine tüm
birimleriyle profesyonel düşünülmektedir.
Bu doğrultuda hedefimiz Enderun Liseleri
öğrencilerinin enstrüman çalabilme
becerisi kazanmış, öz kültürümüzün en
güzel örneklerini sergileyebilecekleri
ve nesilden nesle aktarabilecekleri bir
uğraşlarının olmasıdır.
Hedeflerimiz doğrultusunda,
öğrencilerimize ilk olarak severek öğrenim
metodu uygulanmaktadır. Öğrenme süresini
de ciddi ölçüde kısaltan bu metod aynı
zamanda kalıcılık da sağlamaktadır. Enstrüman
öğretimi gençlerimizin sosyalleşmesine,
akademik başarısının artmasına, dil ve okuma
becerilerinin gelişmesine katkı sağlamaktadır. Bahsi
geçen konular göz önünde bulundurularak enstrüman
öğretimi çalışmalarının sürdürülmesi gerektiğine
inanıyoruz.
Salih TOPRAK
Müzik Öğretmeni
21. Her insanın
günlük işlerinde
görevlerini ertelediği, “daha
sonra yaparım” düşüncesi ile ileri bir
zamana attığı mutlaka olmuştur. Bu davranış
birkaç kez tekrarlandığında sorun oluşturmaz;
fakat ertelemek yaşam felsefemiz olmaya
başladıysa hem ruh sağlığımız hem de
kariyerimiz tehlikede olabilir. Eğer
işlerimizi çeşitli nedenlerle “sonra
hallederim” diyerek erteliyorsak,
görevlerimizi, ödevlerimizi son dakikalarda
yetiştirmeye çalışıyorsak ‘erteleme hastası’
olabiliriz.
Ertelemek; kısa süreli bir doping gibidir.
İnsanlar bu davranışı zararsız, hatta yardımcı
gibi görürler. Sorumluluk bilinci kısa süreliğine
devredışıkaldığıiçin,insanakısasürelimutluluk
verir. Birey sorumluluk hissetmez, eğleneceği,
canının istediği aktivitelerde bulunur. Fakat
ileri attığı tarih yaklaştıkça kendini huzursuz ve
mutsuz hissetmeye başlar. Ayrıca zamanında
tamamlamadığı görevi bir başarısızlık,
düzensizlik olarak algılamaya başlar. Uzun
vadede bu erteleme insana olumsuz etkilerle
dönmektedir. Bu durum ise yapılması gereken
görevler için motivasyonu düşürür; ikinci,
üçüncü ertelemeleri beraberinde getirir. Sonuç
olarak birey erteleme ve huzursuzluk arasında
dolanan bir kısır döngüye girer. Motivasyon
düşmesi ise erteleyen insanlarda hem
yapılan işin verimliliğinin azalmasına neden
olmaktadır hem de bireylerin artan stresle
birlikte ruhsal sağlıklarını bozmaktadır.(Tice &
Baumeister, 1997). Bu yüzden ertelemeyi göze
alan birey kısa süreli mutluluk karşısında, uzun
vadeli stresi ve yapacağı işteki performansın
düşmesini göze almalıdır.
Neden Erteleriz?
Duygusal olarak iyi hissetme isteği: Genelde
insanlar hatalarından ders alıp, hatalarını
gözden geçirirler. Fakat erteleme hastalığı
olan kişilerde; erteleme davranışının getirdiği
sonuç bir zarar olarak görülmez. Ertelemekten
zarar görse bile devam etmek ister. Onları bu
davranışa iten güçlü bir neden de duygularıdır.
Erteleme hastalarının odakları genel olarak
kendilerini iyi hissetmeye yoğunlaşmıştır, iyi
hissetmek için kendilerine zarar veren erteleme
davranışlarına devam ederler (Sirois, 2004).
Bu noktada ertelemek kısa süreli rahatlama
getirdiği için, ertelemek onlar için kurtarıcı bir
davranış olmaya başlar.
Gelecekteki ‘Ben’i abartma: Erteleyen insanın
en büyük yanılgısı ise şu anda hazır olmadığı
işe, gelecek bir zamanda duygusal olarak
kendisini hazır hissedeceği yanılgısıdır.
“Gelecekte hazır olacağım” düşüncesi kişinin
kendisini rahatlatmasını sağlar. Sorumluluk
duygusunun şu anda verdiği duygusal ağırlık,
erteleyen kişinin düşüncesinin aksine daha ağır
olacaktır. Çünkü erteleme davranışı halihazırda
telaş gibi bir duyguyu da aşılamaktadır. Bu
yüzden kişi şimdi olduğu gibi ileride de görevini
yerine getirmek için hazır olmayacaktır.
Yetiştirilme biçimimiz: Erteleme davranışının
temeline baktığımızda, bu durumun insanın
sahip olduğu alışkanlıklardan kaynaklandığını
görüyoruz. Alışkanlıklar ise bizim çocukluktan
beri nasıl yetiştirildiğimiz ile çok ilgili.
Araştırmalar sert ve kontrolcü (otoriter)
ebeveynlerin çocuklarında hayatını düzene
sokma becerilerinin düşük olduğunu gösteriyor
(Bulgan, 2016).
Lise yıllarında “erteleme hastalığı” Lise
yıllarında erteleme davranışının sonuçları
ise akademik başarıdaki düşüşlerle
gözlemlenebiliyor. Üniversiteye hazırlanan
öğrenci,başarılıolmakiçinbirçokkonuyubilmek
ve bu konular üzerine pratik yapmak zorundadır.
Bu başarı döngüsü ise uzun süreli azmin
ve sabrın bir ürünü olabilir. Eğer öğrencinin
düzenli çalışma alışkanlığı yok, ödevlerini ve
çalışmayı sık sık erteliyor, sınavlara son gün
çalışıyorsa; erteleme davranışının tuzağına
düşmüş olabilir. Ertelemek öğrencilerde;
stres ve yan ürünü olan birçok rahatsızlığı
getirebilmektedir. Bu dönemlerde öğrencilerin
hareketliliği ve oryantasyon becerileri dikkate
alınarak rehberlik etmek, erteleme davranışını
zayıflatmak için en doğru çözümdür.
Öneriler
İşlerinizi küçük parçalara ayırın: Eğer işiniz
veya ödeviniz gözünüzü korkutuyorsa, küçük
parçalara ayırın. Küçük parçalara bölünmüş
ödeviniz size daha yapılabilir görünecektir.
Fakat bu tasarınızı mutlaka kâğıda dökün, her
bir küçük parçasını hallettiğinizde o görevin
üzerini çizin.
Yardım alın: Eğer işinize yardım edecek veya
bu süreçte size rehberlik edecek birisi varsa
mutlaka yardımını isteyin. Grupla çalışmak
bireyde erteleme davranışını unutturan etkili
yöntemlerden biridir.
İşleriniz için bireysel “son tarihler” belirleyin:
İşleriniz ve ödevlerinizin teslim tarihleri çok
ileride bile olsa bunlar için kendinize uygun
son tarihler belirleyin. Hatta bu tarihler için
telefonunuza hatırlatıcı alarmlar kurun.
Yazının gücüne inanın: Ajanda veya
not defteri tutmak sadece çok yoğun insanların
işi değildir. Eğer hayatınızı bir düzene sokmak
istiyorsanız aklınızdaki planları yazıya geçirin.
Her gün yapacağınız işlerin bir listesini yapın
ve gün sonunda ne kadarını uyguladığınıza
göre kendinize 10 üzerinden bir puan verin.
Not tutmak erteleme hastalığınızı süreç olarak
gözler önüne sereceği için, ertelemeyi bırakıp
bırakmadığınızı buradan görebilirsiniz.
Duygularınızı yönetin: Yukarıda
bahsettiğimiz gibi erteleme davranışında
duygular çok önemlidir. Sorumluluk almak
yerine eğleneceği bir aktivitede bulunmak
herkesin kulağına hoş gelir. Bu kısa süreli
mutluluğun etkisine kapılmamak için,
ödevinizin veya işinizin olumlu ve değerli
bir yanını bulup kendinize bunu tekrar edin.
Unutmayın, her yokuşun çıkışı zordur, fakat inişi
kolay ve eğlencelidir. Kısa süreli mutluluklar
için uzun vadeli huzurunuzu kaçırmayın.
Kendinizi affedin: Erteleme
davranışını azaltan belki de en etkili yöntem
kendine karşı affedici olmaktır (Wohl, Psychyl,
& Bennett, 2010) Çünkü insanı erteleme
davranışına ikinci, üçüncü kez ve defalarca
iten sorumluluğun altında yaşadığı strestir.
Bir kez ertelemiş olabilirsiniz, fakat bunun için
kendinizi suçlamayın. Suçluluk yerine daha
işlevsel çözümler bulun.
ERTELEME
HASTALIĞI
Seda FERLİBAŞ
Psikolog
21Enderun Mektebi
22. 22 Enderun Mektebi
“Dünyada böyle bir zulmün kıyamet
koparmadan gerçekleştirilebileceğine
inanamıyorum. Dünyanın böyle korkunç bir
hâle gelmesine göz yumuşumuza tanıklık
etmek canımı yakıyor, geçmişte de yaktığı
gibi.”
“Zulüm bizdense ben bizden değilim.”
“Şunu söyleyebilirim ki Filistinlilerin kahir
ekseriyeti Gandhi’nin şiddet dışı direnişini
uygulamaktadır.”
Rachel Aliene Corrie (d. 10 Nisan 1979 - ö.
16 Mart 2003) ISM (International Solidarity
Movement-Uluslararası Dayanışma Örgütü)
gönüllüsü ABD’li bir barış aktivistidir. Gazze
Şeridi’nin güneyinde Refah’ta İsrail Savunma
Kuvvetlerine (İSK) bağlı zırhlı bir buldozer
tarafından öldürülmüştür. Son sınıfta
okulunun tayiniyle Refah-Olympia kardeş
şehir projesi kapsamında Gazze’ye gittiğinde
İkinci İntifada sürmekteydi. Gazze’deyken
İsrail Ordusu’nun Filistinliler’in evlerinin
yıkılmasına şiddet dışı eylemlerle engel
olmaya çalışan ISM aktivistleriyle tanıştı.
Gazze’ye geleli henüz iki ay olmamıştı ki,16
Mart 2003 tarihinde iki İsrail buldozerine
karşı 8 ISM aktivistinin 3 saatlik direnişi
sonrasında öldürüldü. Ölümü öncesinde
üzerinde parlak, fosforlu, turuncu bir
yelek vardı ve megafon kullanıyordu.
Öldürüldüğü esnada Filistin’deyken tanıştığı
dostu eczacı Samir Nasrallah’ın ailesinin
evini yıkmaya çalışan İsrail buldozerinin
karşısında duruyordu. Buldozer tarafından
iki kez çiğnenmesi sonucu kafatası kırıldı,
kaburgaları parçalandı ve akciğerleri delindi .
“Buradayım çünkü, dünyanın dört bir yanında
çocuklar acı çekiyor ve her gün 40.000
kişi açlık nedeniyle hayatını kaybediyor.
Buradayım çünkü, ölen insanların çoğu
çocuk.’’
Rachel Corrie’nin anısına My Name Is
Rachel Corrie (Ben adım Rachel Corrie)
isimli tiyatro ve The Skies are Weeping
(Gökyüzü Ağlıyor) isimli kantat tertip edildi.
2008 yılında Corrie’nin yazıları derlenerek
Let Me Stand Alone (Bırakın Tek Başıma
Direneyim) başlığı altında yayımlandı ve
başlangıcı şöyleydi: “Dünyayı daha iyi bir yer
haline getirmenin yollarını arayan genç bir
kadının olgunlaşmasının penceresinden…”
RACHELCORRİE
YAŞAMI
Corrie 10 Nisan 1979 tarihinde dünyaya
gelmiştir. Olympia, Washington’da
büyümüştür. Sigorta yöneticisi olan Craig
Corrie ve Cindy Corrie’nin en küçük evladıdır.
Cindy, ailesini şöyle tarif etmiştir: “Ortalama
bir Amerikalı, ekonomide liberal, siyasette
muhafazakâr, orta sınıf bir aile.”
Corrie, Capital High School’dan mezun
oluşunu müteakip birkaç sanat dersi de
aldığı Olympia’daki The Evergreen State
a Corps (Washington Devlet Muhafaza
Kolordusu)’da bir sene gönüllü olarak çalıştı.
Corrie ayrıca üç sene boyunca her hafta akıl
hastalarını ziyaret etti.
Evergreen State College’da okuduğu
esnada “Olympians for Peace and Solidarity
(Olympialılar için Barış ve Dayanışma)”
isimli yerel bir örgütte barış aktiviteleri
düzenleyerek kendini barışa adamıştır.
Corrie daha sonra Batı Şeria ve Gazze’de
İsrail ordusunun politikalarına karşı şiddet
dışı eylemlerle karşı koymaya çalışan
International Solidarity Movement (ISM)
(Uluslararası Dayanışma Örgütü)’a dahil
oldu.
23. Corrie Refah’tayken İsrail Savunma
Kuvvetlerincekullanılanzırhlıbuldozerlerinev
yıkımlarını engellemek için canlı kalkan oldu.
Refah’taki ev yıkımları İsrail kuvvetlerine
göre askeri amaçlar için uygulanan genel bir
stratejiydi. İnsan hakları örgütlerine göre ise
bir “toplu cezalandırma” metodundan başka
bir şey değildi.
Filistin militanları, Filistin sakinleri ile
İsrail kontrol kuleleri arasındaki çadırlarda
kalan uluslararası kişilerin çapraz ateş
altında kalmalarından endişe ettiklerini
ifade ediyorlardı. Birtakım sakinler de
genç aktivistlerin ajan olabileceklerinden
şüpheliydiler. Zamanla ISM üyeleri Filistinli
ailelerce misafir edilerek barınmaları
ve yemekleri Filistinli aileler tarafından
tedarik edilmeye başlandı. Buna rağmen
Corrie öldürülmeden önceki günlerde,
içinde ISM üyeleri hakkındaki yalan yanlış
bilgilerin bulunduğu bir belge Refah’ta
dolaşmaya başladı. Belgedeki “Onlar kim?
Niye buradalar? Onların buraya gelmesini
kim istedi?” gibi sorular ISM aktivislerini
hayal kırıklığına uğrattı ve endişelendirdi.
Corrie’nin öldürüldüğü sabah aktivistler
bu belgenin etkilerini ortadan kaldırmanın
yollarını aramaya başladılar. Aktivistlerden
biri:“Hepimiz buradaki rolümüzün çok pasif
olduğunu düşünüyoruz. Yaptığımız şey
sadece İsrail ordusunu geciktirmek.
”14 Mart 2003’te Middle East Broadcasting
Center’a (Ortadoğu Yayın Merkezi) verdiği
bir röportajda Corrie şunları söylemiştir:
İnsanların yaşama
kabiliyetlerinin sistematik
bir şekilde yıkılmasına
şahitlik ediyormuşum gibi
hissediyorum. İnsanlarla
akşam yemeğine oturuyorum
ve bazen şunun farkına varıyorum:
Kocaman bir askeri makine bizi kuşatmış
ve bu makine, birlikte yemek yediğim
insanları öldürmeye çalışıyor.
Derleyen:
Fatma Nur ERTÜRK
AL/10-A
23Enderun Mektebi
24. YETİİiM
DÜNYABatmakta olan güneşin son ışıkları odayı doldururken Hanne, camın hemen
önündeki sandalyeye oturmuş, boş gözlerle dışarıyı gözlüyor ve geçmek
bilmeyen titremesini birazcık olsun dindirebilmek adına sırtındaki battaniyeye
sımsıkı sarınıyordu. Genzini yakan tuzlu suyun tadını hala hissedebilen küçük
kız, bir yandan annesi için endişelenirken bir yandan da aklına gelen bütün
duaları ardı ardına sıralıyor ve kalbinin korkuyla teklemesine engel olamıyordu.
Güneşin batmasıyla odaya hâkim olan karanlık gözlerini acıtmaya başladığında
kapı açıldı ve odayı bir çift ayak sesi doldurdu. Sesler üzerine oturduğu yerden
fırlayan küçük kız, yönünü adımların sahiplerine çevirdi. Karşısında, karanlıktan
dolayı yüzlerini tam olarak seçemese de uzun boylu ve sıska bir adam ile kısa
boylu fakat oldukça kilolu bir bayan duruyordu. Adam, elini hemen kenardaki
düğmeye dokundurarak odanın aydınlanmasını sağladı. Işığın etkisiyle
gelenlerin yüzlerini seçebilen Hanne, karşısındaki kadının bir saat önce onu
bu odaya getiren kadınla aynı kişi olduğunu fark etti. Merak, korku ve hüzünle
harmanlanmış duygular içerisinde kadının konuşmasını beklemeye başladı.
Kadının da, adamın da Hanne’nin sıyrıklarla bezeli güzel yüzüne tam olarak
bakamayıp, bakışlarını kaçırmalarıyla geçen birkaç saniyenin ardından, kadın
küçük kıza doğru tereddütlü bir adım attı. Kadının adım atmasıyla, Hanne’nin
korku ve endişeden titreyen ellerinin kadının ellerini bulması ve cevap
bekleyen bakışlarını kadının yüzüne dikmesi bir oldu. Gözlerinin içine umutla
bakan yavrucağa, kötü bir haber verecek olmak kadına ruhu bedeninden
sökülüyormuş gibi hissettiriyordu. Bu hisle boğazı kuruyan kadın, ellerini
Hanne’nin omuzlarına koydu ve yavaşça konuştu:
“Ne yazık ki bottan sağ çıkan bir tek sen varsın yavrum.”
Kadının ağzından çıkan kelimeleri bir an için algılayamayan Hanne, çocuk
kalbini saran ağır sızıyla titredi. Bakışlarını kadının gözlerine dikti ve ağlamak
üzere olduğunu haber veren çatallaşmış sesiyle, “Annem?” dedi.
Kızın gözlerinden yuvarlanan inci tanelerine dayanamayan kadın, Hanne’yi
usulca kendisine çekti ve sımsıkı sarılarak “Maalesef.” dedi. Hanne’nin acı
dolu çığlığı ve hıçkırıkları odayı doldururken, küçük kız bugün, bu hale nasıl
geldiğini düşünmeye başladı.
Savaş başladığında henüz dört yaşındaydı, her aile gibi onun ailesi de ona kötü
şeyler olduğunu hissettirmemeye çalışsa da savaş kötü şeyleri hissettirmenin
yanında, bire bir yaşatan bir şeydi. Ki yaşatmıştı da.
Savaş başlayalı bir yıl dolmadan tüm akrabaları ve komşuları ülkeyi terk
etmiş, bulundukları bölgede anne-babası ile bir başlarına kalmışlardı. Diş
hekimi olan babası kaçıp gitmektense kalıp ölmeyi yeğlemiş ve muhaliflere
katılmıştı. Babasının muhaliflere katılmasıyla, tüm aile bir sığınağa taşınmış,
O burada kalan diğer çocuklarla eğitim alırken, annesi yaralıları tedavi etmiş,
genç kızlara eğitim vermişti. Bir an olsun boş durmamışlardı. Onun yaşındaki
çocuklar kuş sesleriyle büyüyüp çimlere ayak basarken o,top-tüfek sesleriyle,
molozlara ayak basarak büyümüştü. Vatanını terk etmek bir an olsun aklından
geçmemişti. 2 ay öncesinde babasını kaybedene kadar da geçmeyecekti.
Babası bir çatışmada şehit olduktan sonra, annesi ile birbirlerini koruma
sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalmışlardı. Ne yazık ki savaş, üzerinize
sorumluluk yüklerken yaşınızı ya da cinsiyetinizi umursamıyordu. Hanne de, 9
yaşındaki bir çocuğa göre, bu sorumluluğu en iyi şekilde üstlenmiş ve güçlerinin
yetemediğini fark ettiği anda annesine gitme fikrini açmıştı fakat annesi
bu fikre pek sıcak bakmamıştı. Bu olayın üzerinden bir ay geçmeden
sığınakları Ruslara ait bir bombanın üzerine düşmesiyle yok olunca
annesi kendiliğinden ikna olmuştu ve Türkiye’ye gelmişlerdi. Amaçları,
Türkiye’den Avrupa’ya geçmek ve orada yeni bir hayata başlamaktı. Tek
sorun, Avrupa’ya geçerken hangi yolu kullanacaklarıydı. Bindikleri
bot başından beri onu huzursuz etse de, annesi en kolay yolun
bu olduğunu düşündüğü için Hanne annesine karşı çıkmamıştı.
Bedenini saran pişmanlık duygusuyla bir kez daha hıçkırıklara
boğulan küçük kız, en başta annesine karşı çıkmış olmayı
diledi.
Ve şimdi, bulunduğu odada bir başına, yapayalnızdı.
Sahip olduğu tek insanı da kaybetmişti. Bedenini ve
ruhunu sarmalayan korkuyla daha da titredi. Allah’tan
başka kimsesi kalmamıştı. Zorla da olsa gözyaşlarını
sildi ve kadına bakarak “Şimdi ne olacak?” diye
sordu. Kızın güçlü duruşuna hayranlıkla bakan kadın,
kafasındaki cümleleri toparladı ve konuşmaya başladı.
Kadın konuştukça titremesi artan Hanne, yavaşça
gözlerini kapattı ve belki de hayatının en samimi
duasını o an yaptı: “Allah’ım, bana yardım et…”
****
Telefonun tiz sesi odada yankılandığında, Hanne koltuğuna
oturmuş, bakışlarını batmakta olan güneşi görmesini
sağlayan pencereye çevirmiş bir şekilde düşünüyordu.
Tamı tamına otuz yıl önce, tıpkı bulunduğu oda gibi bir
odada oturmuş, batan güneşi izlemiş ve düşüncelere dalmıştı.
Bugünün, o günden tek farkı, o henüz bilmese de, kötü şeyler
barındırmıyor olmasıydı.
Yönünü pencereden masaya çeviren Hanne, çevik bir hareketle telefonu
cevapladı. Kısa bir konuşmanın ardından, hiç beklemeden oturduğu yerden
kalkmış ve kapıya yönelmişti. Arayan Ahzab’dı. Misafirlerinin geldiğini
haber veriyordu Ahzab. Bir yandan ceketini giyerken, bir yandan da
koşturan Hane, misafirlerine bir an önce kavuşmak için sabırsızlanıyordu.
Lobiye ulaştığı anda görüş açısına ilk olarak pembe ayakkabılar giymiş,
minik bir çift ayak girdi. Minik ayaklar hızla Hanne’e yöneldi ve kollarını
açmasıyla kucağına atladı. Kızına sımsıkı sarılan Hanen, küçük kızının mis
kokulu saçlarından bir nefes çekti ve yönünü Ahzab’a, biricik dostuna,
yardımcısına, kocasına çevirdi. O, odaya girdiğinde Ahzab ve oğlu da
ayağa kalkmıştı. Hızlı adımlarla bu sefer Ahzab’a yönelen Hanne’in gözü,
bir an için eşinin aksayan ayağına takıldı. Bu aksaklık, savaştan kalan bir
izdi. Bir anı. Bir savaşta bulundum, savaştım ve hayatta kaldım diyen bir
anı. Kollarının arasına eşi ve oğlunun da girmesiyle Hanne, derin bir nefes
aldı ve şükretti.
Otuz yıl önce, ailesini tamamen kaybetmişti. Ama bu, kendisine yeni bir
aile kuramayacağı anlamına gelmezdi. Savaş 10 yıl önce bitmişti ve pek
çok insan gibi o da, ülkesine geri dönmüştü. Ve terk ederken yanında
sadece annesi olan bu ülkeye, başarılı bir mimar, bir eş ve bir anne olarak
dönmüştü. Koca bir ülkeyi yeniden inşa etmek kolay değildi, fakat imkânsız
da değildi. On yıl içinde elinden gelenin en iyisini yapmak için çalışmış,
başta tüm Suriye şehitleri anısına inşa edilen şehitlik olmak üzere, çoğu
projenin sorumluluğunu üstlenmişti. Yaptığı her projede, savaşın açtığı
yaraların biraz biraz kapandığını fark etse de, kapanmayan tek bir yarası
vardı. Evlatlarına, ailesine, yaşadığı şehre her baktığında, göğsünü yakan
bir yara. Savaşla yüz yüze gelen her insanın taşıdığına inandığı bir yara…
Hanne; barışın ölümüyle, savaşın doğumu arasında saliseler olduğunu
bilenlerdendi. Bunun bilinciyle, kolları arasındaki ailesine baktı ve her
zaman ki duasını yineledi: “Allah’ım, bana yardım et...”
Arife Nur URGAN - AL/10-B
24 Enderun Mektebi
27. 27Enderun Mektebi
Tuba ARIKAN
Kimya Öğretmeni
Evet zordun, bazen değil çoğu zaman gereğinden fazla zordun.
Sürekli savaşmak gerekiyordu seninle. Üzerine gelindikçe
saldırıyordun, mağlup olmayı değil galibiyeti severdin.
Kimsenin ayağının takılmasına, yoruldum bir dakika dinlenmem
gerek demesine, bırakıyorum savaşmayı imasında bulunma lüksüne
sahip olmaması kadar zorluydun.
Şanslılar ve şanssızlar diye ayırıyordun içinde bulundurduklarını.
Şanssızlar olarak nitelendirdiğin grubun tek kabahati o şanslı çocuk
var ya hani, o doğuştan şanslı olan, doğduğu gün hayatı belli olan o
şanslı çocuk, evet o çocuğun yerinde olamamaktı. Kimsenin yaşına,
cinsine, nerden gelip nereye gittiğine bakmadın bile. Şanssızsın
dedin ve ismini koydun o çocuğun. Şanssız olan o çocuk işte, doğdu
ve başladı hayat sancısı. O çocuk; sürekli savaşmak, mücadele
etmek, tek başına sana yenilmemek zorunda kalan çocuk… Sınavı
ağır olan o çocuk birde Müslümansa sancısı ikiye katlanmıştı. Ona
sorulmadan omuz boyu kadar yük yüklenen çocuk…
Büyük adamlarımızın büyük oyunlarının bedelini
ödeyecekti artık değil mi? Masalar kuran ve piyonları ile birlikte
kararlar alan adamlarımıza, söz söylemeye hakkı olmadan
kabullenmeliydi her şeyi. Söz sahibi olabilmesi için günahkâr olmalı,
kabul görülmesi ve değerli olması için dünya kadar hırsları olmalı ve
vicdanını kâlû belâda “Evet, sen bizim Rabbimizsin’’ dedikten sonra
bir kenara koymuş olmalıydı.
Hayatı başladı zorluklarla. İnancı uğruna savaşmaya
başladı daha ilk oyuncağını bile alamadan. Kararlar verildi kendi
adına, yaşadığı ülkesi, ailesi adına. Anne, baba, kardeş kavramlarını
ve bunların anlamlarını yaşıtları ile birlikte öğrendi ama verdiği
değerler hep farklı oldu; belki de çok vakti yoktu, küseceği, seni
sevmiyorum diye nazlanacağı!
Zamanla hayatındaki her şey daha değerli oldu onun için. Küçük
yaşta yaşıtlarından fazla yaşıyordu, farklı yaşıyordu çünkü. Önce
komşuları değerlendi onun için, kaybetti çoğunu. Sıra kendi ailesine
gelmişti. Babası artık daha değerliydi, göremedi belki bir daha.
Abisi değerliydi artık babası olmuştu, onun yerini almıştı belki de.
Kaybedildi yine değerlisi. Değer verdiği her şey
teker teker gidiyordu. Sorguladı bir süre, evet yaşından
büyük işler yapıyordu, sorguluyordu. Sahilde koşarken “Neden
çocuklar savaşların hedefi oluyor?’’ diye sorguluyordu. “
Çocukları küçük kurşunlarla öldürürler değil mi anne?’’ diye
soruyordu annesine yaşıtları çarpım tablosunu ezberlemeye
çalışırken!
Yine de pes etmedi küçük bedeni, son değerlileri kalmıştı yanında.
Elinden tuttu annesinin her şeye rağmen. Titredi küçük yüreği,
Dünya’ya fazla gelen, kabul görmeyen yüreği, cansız bedeninin
sahile vuracağını bildiği o tekneye adım atarken. Annesi de bir
kahramandı ona göre, kafa tutuyordu elinde kocaman silahlar olan
asker abilere. Aslında çevresindeki çoğu insan kahramandı onun
için, içinde yaşadığı zaman örümcek adamı, süpermanı kahraman
seçerken. Vazgeçmedi çünkü onun kahramanları yürüdükleri yolda
devam etmekten.
Liderinin kızı Esma vazgeçmedi mesela, düğün gününün öğle
vaktinde davasını savunmaktan hiç korkmadan yürüdü Rabia
Caddesine. Vazgeçmedi yine 10 yaşındaki Filistinli kardeşi gözaltına
alınan abisinin akıbetini sormak için askerlere kafa tutarken.
Evet, zordun bazıları için. Hesaplar yaptı içinde yaşattığın büyük
adamlar sürekli. Fakat şunu unuttu değil mi büyük adamların,
yaptıkları hesaplar üzerinde, onların hesaplarından da üstün olan
bir hesap vardı.
Şimdi büyük adam hesapların geride kaç yetim, kaç öksüz, kaç
çaresiz kadın ve ne kadar yaşayan enkaz bıraktı biliyor musun?
Küçük bedenin kadar sorgulayabiliyor musun?
BÜYÜK ADAMLARCESUR YÜREKLER
ve
28. 28 Enderun Mektebi
ÖLÜ ŞEHİR
Kış bütün soğukluğuyla gelmişti. Hava kararmaya başlayınca
caddedeki insan sayısı giderek artıyordu. Sanki bir anda bütün binalar
tahliye edilmiş gibi herkes dışarıya çıkıyordu. Bir koşuşturmaca
başlıyor, hayat yeniden canlanıyordu. Kimileri bir yere yetişmenin
telaşında, kimileri ise bir günün daha bitiyor olmasının mutluluğunu
yaşıyordu. İnsanlar akın akın cadde boyunca yürüyorlar ama bir
noktaya gelince taşa çarpan dalga gibi o noktanın yanından hızla
uzaklaşıyorlardı. İnsanların kaçtığı bu yerde neyin olduğunu merak
edip biraz yaklaştım. Yerde hiçbir şeyi, soğuğu, havanın kararmak
üzere olmasını, hasta olmayı umursamadan yatan küçük bir çocuk
vardı. Kimsedeonuumursamıyordu,yanlarındagezdirdikleriköpekleri
kadar bile değeri yoktu o çocuğun bu insanların gözünde. Çocuk
tedirgin görünüyordu. Yattığı kaldırım taşını bile sahiplenememişti.
İnsanlar söyledikleriyle, bakışlarıyla ona buraya ait olmadığını o kadar
çok belli etmişlerdi ki herkesten korkuyordu.
Bir süre o çocuğu ve yanından geçenleri izledim. Sonra yanından
geçen bir bayanı durdurdum ve bayana:
-Yerde üşüyen, hasta ve ağlayan bu çocuğu görmüyor musunuz?
Görüyorsanız neden yardım etmiyorsunuz ?” dedim.
Kadın şaşırdı, dönüp çocuğa acımasız bakışlar attıktan sonra bana:
-Ben bir anneyim ve nasıl kendi çocuklarımı bırakıp gitmiyorsam bu
çocuğun annesi de onu bırakmasaymış. Ayrıca bu hasta çocuğu eve
götürüp kendi çocuklarımı da hasta mı edeyim, dedi.
İlk bakışta gayet mantıklı bir cevaptı sonuçta bu kadın bir anneydi…
Anne; vicdanlı, yardımsever, çocuklarına örnek olan kişi demek değil
midir? Peki ya bu kadının yetiştirdiği çocuklar ne kadar yardımsever
olabilir? Zaten kendisine o çocuğun annesi olmasını değil sadece
onunla ilgilenmesini ya da bir ihtiyacını gidermesini istemiştim. Bu
kadını çok umursamayarak çocuğun yanından geçmekte olan, iyi
giyimli, havalı bir adamın yanında durdum.
Yanından geçtiğiniz bu çocuğu görmüyor musunuz? dedim.
Adam kafasını çevirip çocuğa baktı sonra bana dönüp:
-Ben ihtiyaç sahiplerine, ülkemizde bulunan bu mültecilere gerekli
yardımı dernekler aracılığıyla yapıyorum; daha ne yapabilirim ki? dedi
ve gitti.
Yardım yapmak sadece maddi yönden olan bir şey değildir. Ki artık
insanlar maddiyat dışında hiçbir şeyin olamayacağını düşündükleri
için yardımlarını da öyle yapıyorlar. Derneklere, yardım toplayanlara
tonlarca para vermek yerine sokakta gördükleri bu küçük çocuklara
gülümseseler, güzel baksalar, nasıl olduklarını sorsalar bu çocuğa
daha çok yardım yapmış olurlar.
Gelip geçen insanların yardım etmelerini sağlamaya çalışmaktan
vazgeçip ben bu çocuğa yardım etmek için yanına gittim. Yanına
iyice yaklaştığımı görünce hızla kalkıp benden uzaklaştı. Ağlamaktan
şişmiş gözleri, kızarmış burnu ve yanaklarıyla bana korkarak baktı. Ve
daha fazla dayanmayıp ileride kaldırımın ortasında duran iri gövdeli,
geniş yapraklarıyla kuşlara yuva olan ağacın altına gitti. Uzaktan
bakınca ağaç sanki o çocuğa sahip çıkmak istercesine etrafını
kapatmış, dalları perde görevini üstlenmişti.
Köşe de küçük bir park, parkın önünde boyası dökülmüş, “Köfteci”
yazısının kenarları havaya kalkmış, lastikleri inmiş bir arabadan 2
köfte alıp, o çocuğun sığındığı ağacın altına oturdum. Çocuk sanki
geldiğimi fark etmemiş gibiydi. Bir süre uyanır mı ki diye sessizce
bekledim. Etraftan gelen bu gürültüye rağmen nasıl uyuduğuna
şaşırıyordum.
Karanlık iyice çökünce ve hava soğukluğuna uzaktan gelen bir
melodi gibi rüzgârla eşlik edinceye kadar bende öylece oturdum.
Sonra çocuk uyandı. Aslında hiç uyumuş muydu yoksa orada
öylece yatıyor muydu bilmiyorum. Elimdeki sıcaklığını yitirmiş, ilk
alındığındaki gibi lezzetli olmayan ekmeği çocuğa uzattım. Tereddüt
etti, etrafına bakındı, sonra karnından gelen gurultulara karşı daha
fazla direnemedi ve ekmeği alıp büyük bir iştahla yemeğe başladı.
Sanki fırından yeni çıkan bir ekmeği, muhteşem soslarla hazırlanmış
mükemmel bir yemeği yiyordu. Bense elimdeki ekmekle tebessüm
ederek, dünya da ne kadar çok insanın olduğunu ama insanlığın da
ne kadar az olduğunu düşünerek onu izliyordum.
Lamia Betül ÇAKIR
AL/10-B
29. Sana herkesten farklı bir şey soruyorum bugün
İyi misin değil de nasılsın mesela
Yalnız mısın değil de kim var yanında
Doğuştan mı bu yalnızlığın
Yoksa hayat mı aldı kendini
İçi dolu bildiğin kalabalıklar
susların çığlığıyla tenhaya mı büründü
Ne kadar uzatırsam sana fani ellerimi
Başım öne eğilir susar insaniyetim
Ne zaman bir toprak yığıntısı görsem
Ellerim açılır konuşur zikrim
Yokluk cehennemi andırır
Gözlerimi kapatınca üşür bedenim
Beynine sarkaç gibi vuruyor mu sorular
Neler yaşayacağınla ilgili
Sana herkesten farklı bir şey soruyorum bugün
Neredesin değil de evde misin mesela
Okuyor musun değil de neler oluyor okulda
Limanının bir baba olmaması rüzgar estirir mi
Annenin bir melek olması hüner mi
Sorduğum için istiyorum affetmeni
İki ele tutulan ellerin şimdi tek mi
Sana herkesten farklı bir şey yazıyorum bugün
Hayaller değil olacakları hayatta
Susma ağla
İçindeki sıkıntı gözlerindeki yağmurla gider bilirim
Yüreğin buruk küçücük bir yetim
Senin kalbin koskoca etrafın zifiri
Denedin mi hiçbir yabancıyı sevmeyi
Mutsuzluğun ham maddesini taşırsın bilirim
Bu yük çok ağır sana yetimim
Mutluluk bir sende mi yok sanırsın
Şu dünyaya bir bak utanırsın
Bana bu ev sessiz sana dünya
Bayramlar çocuklar içindir güya
Alacak yok güzel bir urba
Verecek yok küçücük bir deva
Sana herkesten farklı bir şey veriyorum bugün
Bağış değil de yüreğimi mesela
Sana herkesten farklı bir şey sunuyorum bugün
Azık değil de yanımda bir sofra
Sana herkesten farklı bir şey söylüyorum bugün
Yalnız değilsin ben varım küçüğüm
Tut
Ellerimden
Sudenur İÇLİ
AL/9-D
29Enderun Mektebi
30. 2005 2005 2005
2013 2012 2012
2013 2014 2015
T Ü R K
Gerçekleşen Güneydo-
ğu Asya depreminden
sonra, Türkiye deprem
yaşayan ülkelere mil-
yonlarca dolar değe-
rinde para yardımında
bulunmuştur.
Afrika’da yaşanan ku-
raklığa yardımcı olmak
için, Afrika’daki bazı
ülkelere 200-500 bin
dolar gönderilmiştir.
Pakistan’da deprem
olduktan sonra, Türkiye
para ve ilaç göndere-
rek, fırın yaptırarak ve
hastane kurarak
çeslitli yardımlarda
bulunmuştur.
Somali’de yaşanan
kuraklık ve açlıktan
sonra Türk Kızılayı
bölgeye hava ve deniz
yoluyla 34 bin ton in-
sani yardım malzemesi
ulaştırdı.
2012’de Suriye’den
gelen mültecilere
979 milyon
39 bin dolar bütçe
ayrılmıştır.
2012 yılı toplam yardım
3 milyar 436 milyon dolar
olarak belirlenmiştir. Türki-
ye’nin yardım ettiği ülkeler
: Suriye, Mısır, Afganistan,
Kırgızistan, Somali, Sudan,
Tunus, Filistin, Kazakistan
ve Bosna Hersek
Filipinler’de yaşanan
tayfun sebebiyle Tür-
kiye’den bölgeye 424
çadır, 5.125 battaniye
ve 550 mutfak seti
gönderildi
2014 Küresel İnsani
Yardım Raporu’na göre
Türkiiye’nin en çok ulus-
lararası insani yardım
yapan üçüncü ülke
olduğu belirlendi.
Türkiye, İsrail’in saldı-
rılarına maruz kalan
Gazze halkına 1.5 mil-
yon dolarlık acil ilaç ve
tıbbi yardım malzemesi
ulaştırdı.
T Ü R K
İ n s a n î Y a r d ı m d aİ n s a n î Y a r d ı m d a
31. 2006 2006 2008
2011 2010 2008
2015 2016
Sudan’da iç savaşı
nedeniyle ortaya çıkan
insani krizler sırasında
halka yardımcı olmak
için para bağışı
Filistin, Irak, Lübnan
ve Suriye’ye hem para
hem de ilaç alanında
yardımcı olunmuştur.
9 Afrika ülkesıne top-
lam 3.500.000 dolar
yardım yapılmıştır.
Japonya’da yaşanan
Tsunami’den sonra
Japonya ve Rusya’da
Tsunami’den etkilenen
bölgelere yardım
gönderilmiştir.
Arnavutluk, Afganistan
ve Kazakistan’da yaşa-
nan sel felaketlerinde
bu ülkelere yardım
gönderilmiştir.
Kongo Cumhurriyeti’n-
deki silahlı çatışma-
lardan sonra evlerini
kaybedenler için para
yardımı yapılmıştır.
2015 yılında Türkiye’nin
18 bin Suriyeli’ye
yardım ettiği
belirlenmiştir.
Türkiye’nin insani yardım-
larda her zaman önde giden
bir ülke olması nedeniyle
bu yıl ilk defa düzenlenecek
olan Dünya İnsani Yardım-
lar Zirvesi’nin Istanbul’da
yapılması bekleniyor.
Derleyen: Hale Reyhan Kurter AL/10-B
İnfografik: Emre Yaldız
Ö n c ü Ü l k e :
İ Y Eİ Y E
Ö n c ü Ü l k e :
32. “İyi bir savaş, kötü bir barış hiç olmamıştır” der Benjamin Franklin.
Ne var ki uluslar hep kendi bağımsızlık mücadelesini kazandıkları
savaşlarla övünürler. Çünkü bağımsızlığa giden yol bedel ödemek-
ten geçer.
Savaş, sadece bir kelimedir. İnsanların o kelimeye yüklediği anlam
ise gerçek olgudur. Barış da böyledir. Savaşa savaş, barışa barış
demek sadece kavramlarla alakalıdır. Savaşa asıl anlamını yükle-
yen zaman geçtikten sonra akılda bıraktıklarıdır. Ancak günümüzde
savaşlar normalliğin ötesine geçerek “Savaş mı? Barış mı?” değil;
“Zalim mi? Mazlum mu?” taraflarını yansıtmaktadır diyebiliriz.
Birileri, “Savaşı desteklememekle beraber kesinlikle gerekli oldu-
ğunu düşünüyorum. Bugüne kadar gereksiz diye adlandırılabilece-
ğimiz savaşlar olmakla beraber kendi milletim ve dinim adına rahat
bir şekilde diyebiliriz ki iyi ki savaşmışız. Savaşmamış, boyun eğmiş
olsak neler olurdu? Savaş olmadan galibiyet de olmaz. Galibiyetler
için savaşları göze almak gerekir.” düşüncesinde olabilirler. Bence
hiçbirimiz “vicdan”ımızla savaşmadıkça gerçek savaşı kazanama-
yız. Barışı bulmaya çalışmadıkça vicdani savaşı hiç kazanamayız.
Barışı elde edemeyiz. Savaş ve barış zıt anlamlı değil eş anlamlıdır.
Her savaş sonrasında bir barış her barış öncesinde bir savaş vardır.
Yani bu bir süreçtir. Günümüzde savaş=barış kazanmak stratejiy-
le, fikirle, ilimle olmalıdır.
Hiçbir mücadele durduk yerde kazanılmıyor. Mustafa Kemal “Ulu-
sun yaşamı tehlike ile karşı karşıya kalmadıkça, savaş bir cinayet-
tir.” derken aslında esas misyonunun “Yurtta sulh, cihanda sulh”
olduğunu anlatmak ister dünya milletlerine. Aslında gelişmiş(!)
ülkelerin silah(sız)lanma girişimleri bir teknolojik gereksinimden
değil, bir tedirginlik ve güvensizlik sorunundan kaynaklanmaktadır.
Kendini korumak için yaratılan terör algısı sanal ve gerçek arasın-
da sanrılar gören şizofren bir psikolojiden başka bir şey değildir.
Bir de buna dost arama yerine “düşman üretme” algısı da eklendi
mi varın siz düşünün içinde yaşadığınız hayatı. Edmund Burke’nin
haykırmak istediğini duyan hiç olmayacak mı? “Savaş; yüreklilik de-
ğil, korkaklıktır.” Özgürleştirilmiş(!) ülkeler, bombaların gölgesinde
yaşamlar, ana-babasız çocuklar, Aylan bebekler, göçler, mülteci
sorunları, ambargolar, salgın hastalıklar, garip hayatlar… Filistin,
Irak, Afganistan, Bosna, Mısır, Suriye… diğer tarafta kandan para
kazananlar…
Resim çok acı. Yunan tarihçi Herodot MÖ 5. yüzyılda bu günün
resmini yüzyıllar öncesi çizmiş, anlayan var mı? “Barışta evlatlar
babalarını, savaşta babalar evlatlarını toprağa verirler.”
Jean Paul Sartre de bu resmi tekrar boyamış: “Savaşı zenginler
çıkarır, yoksullar ölür” demiş. Savaş her zaman kötüdür. Kötü bir
şeyi, bir amaç uğruna yapmak, onu haklı kılar mı? Barış ise her za-
man iyidir? Barış, büyük toplumların ve korkularını yenmiş ulusların
becerisidir. İnsanlar ruhundaki kaos ve cehennemi, din ve inanç,
dil, ırk ve ideoloji arası savaşlara dönüştürerek dünyaya taşıyorlar.
Aslında tüm savaşlar bir iç savaştır, çünkü tüm insanlar kardeştir.
Barış yaşanılası gerçek bir hayattır. Antik çağ tiyatro yazarı Aeschy-
lus “Savaşta verilen ilk kayıp, gerçektir.” demiştir.
“Kazanan Olmak” istiyorum diyorsan kazanan taraf ol. Barış içinde
yaşamak, toplumu güçlendirdiği gibi, hayatı da kolaylaştırır. Savaş
yerine barışı seçmek hayatı ve güzellikleri seçmektir. Savaşta ka-
zanan taraf yoktur. Gerçek başarılar barış ortamında yeşerir, güç-
lenir. Barış içinde yaşamak son derece önemli bir ihtiyaçtır. İnsan-
lar barış ortamında daima huzurlu ve mutlu olur. Savaş ise insanı
huzursuz ve mutsuz eder. Avusturyalı romancı Stefan Zweig gibi
haykırsak karanlık bulutlara bakarak! “Birisi barışı başlatmalı, tıpkı
savaşı başlattığı gibi.”
“KAZANAN OLMAK”
İSTİYORUM!
“Birisi barışı başlatmalı,
tıpkı savaşı başlattığı gibi.”
Halim SELVİ
Felsefe Öğretmeni
32 Enderun Mektebi
33. 33Enderun Mektebi
“Çoban yatmazsa, sürüye kurt girmez”
İNSAN VE SORUMLULUK
(Atasözü)
Eğitim sadece okuma yazma ya da bilgi öğrenmekle
olmaz. Sorumluluk denilen ve insanı ömür boyunca
kuşatan iradelerimizi özne yapan gizli bir gücümüz
vardır.
Çok küçük yaşlardan itibaren büyüklerimizin bize
verdiği küçük vazifelerle ortaya konulan bu irade
zamanla insanoğlu için bir bilinç haline gelir. Bu
bilinç “Sorumluluk Bilinci” olarak adlandırılır. Bir
de yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da
sorumlu olduğumuz hükmünü söylesem!
Bireysel olarak da sorumluluk duygusu aşılanan
insan aklın başa gelmesi ve kendinin farkına varması
ile toplumsal olarak tezahür eden bir eyleme
dönüşen sorumluluk dinen ve fıkhen bir imtihana
dönüşür. Bu durumu izah etmek ve herkes için
anlaşılması çok kolay bir süreç başlar sonrasında.
Her insan öncelikle kendisi ile ilgili sorumluluklara
sahip olacaktır; zira kişi kendisi için yerine getirmesi
gereken sorumlulukları yerine getirmedikçe,
topluma karşı olan sorumluluklarını da gerektiği
gibi yerine getiremeyecektir. Yani kendisine hayrı
olmayanın başkasına hayırlı olmasını beklemek pek
de doğru bir davranış değildir. “Bazı ebeveynler
“Aman çocuğum yorulmasın, aman bu küçük
yaşta zarar görmesin.” Tarzı yaklaşımlarla koruyucu
veli kimliğine bürünmektedir. Bu koruyucu hal ve
hareketler çocuğunun psikolojisine doğrudan zarar
verir, çocuk bunların zararını hemen görmese de
ilerleyen yıllarda görecektir.
Sorumluluklarımızı yerine getirmenin faydaları
saymakla bitmez. Sorumlu bireyler içinde yaşadığı
toplumun kalkınmasını, ilerlemesini ve refah içinde
yaşamasını sağlar. Bunun için de sorumluluk
bilincine sahip bireyler yetiştirmek temel gayemiz
olmalıdır. Her birey, üzerine düşen vazifeleri yaparsa,
birilerinin gereğinden fazla fedakârlık göstermesine
veya birilerinin zarar görmesine gerek kalmaz.
Sorumluluk duygusu, bilinci her zaman ve herkesi
kuşatan bir irade olduğu için yaşamı devam
ettirmenin şartlarından biridir, temel ihtiyaçtır. Bu
ihtiyaç her canlının hayatta kalmasını sağlayan
hayat-memat merkezli bir bilinçtir. Bu bağlamda bir
kıssadan hisse kabilinden olması için aklımda kaldığı
kadarıyla yıllar önce dinlediğim bir hikâye paylaşmak
istiyorum:
“Vaktiyle her türlü maddi imkâna sahip olmasına
rağmen, can sıkıntısından, hayatın yaşanmaya
değmez olduğundan yakınan bir prens vardı.
Kardeşleri, arkadaşları gezer, ava gider, eğlenirken
o odasına kapanır, sürekli düşünürdü. Oğlunun bu
haline hükümdar babası çok üzülüyordu. Bir gün
hükümdar ülkesinin en bilge kişisini sarayına çağırtıp
ona oğlunun durumunu anlattı ve buna bir çözüm
bulmasını istedi. Bunun için bilgeye bir hafta süre
verdi. Bir hafta içinde bir çözüm bulamazsa bu
durumun hayatına mal olabileceğini de hatırlattı.
Yaşlı bilge birkaç gün düşündü, aklına hiçbir çözüm
gelmedi. Bu nedenle canını kurtarmak için ülkeyi
terk etmeye karar verdi. Üzgün ve dalgın bir şekilde
ülkeyi terk ederken, bir köyün yakınında koyunlarını,
keçilerini otlatan küçük yaşta bir çobanla sohbet
etti. Küçük çoban yaşlı bilgeye "Amca şu hayvanlara
biraz göz kulak oluver de, ben de şu görünen köyden
azık alıp geleyim, bugün azık almayı unutmuşum."
dedi. Bilge bu teklifi kabul etti.
Bilge, kafası karşılaştığı olaylarla meşgul bir halde
hayvanlara göz kulak olurken, bir kuzu kenarında
oynamakta olduğu uçurumdan aşağı yuvarlanıverdi.
Çobana verdiği sözü tutabilmek için kuzuyu kendisi
kurtarmaya karar verdi. Bu amaçla uçurumun dibine
indi. Önce kuzuyu sırtına bağladı, sonra tırmanmaya
başladı. Birkaç tırmanma başarısızlıkla sonuçlandı.
Bilge yılmadı, uğraştı, didindi, zorlandı; ama sonunda
kuzuyu yukarı çıkarmayı başardı.
Küçük dostuna verdiği sözü tutabilmek, bunun için
de kuzuyu uçurumdan çıkarmak bir süre kafasını
öyle meşgul etti ki, kendini bu işe o kadar verdi ki,
başından geçmekte olan olayı, canını kurtarabilmek
için ülkeyi terk etmekte olduğunu unuttu.
Bu durum onun kafasında bir şimşeğin çakmasına
vesile oldu ve şöyle düşündü: "Bir kimse ciddi
olarak bir işle meşgul olur, bir girişimde bulunur
bunu başarı ile sonuçlandırmak arzusu benliğini tam
olarak kaplarsa, o kimse için can sıkıntısı diye bir şey
söz konusu olamaz." Bu gerçek, hükümdarın oğlu
için de geçerlidir. Bilge, kaçma fikrinden vazgeçip
hemen geri döndü ve hükümdarın huzuruna çıkarak
şu çözümü sundu: "Efendim, eğer oğlunuzun can
sıkıntısından kurtulmasını hayata bağlanmasını
istiyorsanız ona bir sorumluluk yükleyin, zaman
geçirebileceği bir meşguliyet verin. Can sıkıntısının,
yaşamaktan şikâyet etmesinin sebebi başıboşluktur.
Oğlunuza yükleyeceğiniz sorumluluk ne derece ciddi,
sonucu ne derece ağır olursa, oğlunuz o derece can
sıkıntısından kurtulacak, yaşam mücadelesi ve azmi
o derece artacaktır.
Sorumluluktan beri duran kişi tembeldir.
Unutulmamalı ki kavunun güzeli dibi koklanılarak,
gümüşün iyisi zemine sürtülerek anlaşılıyorsa yani
bir icraat ile ortaya çıkarılıyorsa varlıkların en şereflisi
olan insan da bir iş üstünde anlaşılır demektir.
Bu bağlamda Hz. Peygamber’in durumu çok net
olarak belirten Müslim’in Ebû Saîd (radıyallahu
anh.)’tan naklettiği bir hadisle yazımızı bitirelim:
"İçinizden her kim kötü bir şey görürse, onu eliyle
gidersin, buna gücü yetmezse diliyle önlesin, buna
da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzt etsin ki, bu
imanın en zayıf noktasıdır."
Mehmet Ali ÖZTÜRK
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni