More Related Content
More from Fdgalgjadg Fhaldfad
More from Fdgalgjadg Fhaldfad (20)
Makaleler ii 109
- 2.
www.atsizcilar.com Sayfa 2
BÖLÜM 1: BÜYÜK ADAMLAR
BÜYÜK ADAM
Millete ve vatana bağlılık bakımından birkaç türlü vatandaş vardır. Bunların başında kahramanlar
gelir. Hiçbir karşılık beklemeden kendisini her zaman millet ve vatan uğrunda harcayabilenler,
kahraman vatandaşlardır. Bu birinci sınıfın sayısı oldukça azdır.
İkinci sınıfı iyi vatandaşlar teşkil eder. Bunlar tek başlarına ve her zaman kendilerini kendi istekleriyle
feda edemeseler bile, iyi bir ad bırakmak pahasına kendilerini feda edebilen kimselerdir. Mukaddes
vazifeler için, ülküler için kendilerini harcayan bu iyi vatandaşlar, yanlarında kendilerine benzeyenleri
gördükçe cesaretlenir ve birinci sınıfa yaklaşırlar.
Üçüncü sınıf, kendilerini feda edebilecek yaratılışta olmamakla beraber, başka her hususta
fedakârlığa katlanabilen, hatta kendisini feda etmek gerektiği zaman, bu fedakârlığa hiçbir arzu
duymadığı halde katlanan yani kaçmayı düşünmeyen vatandaşlardır.
Dördüncü sınıf, vatan ve millet için ancak başka bir kazanç karşılığında fedakârlık yapabilen, fakat
hiçbir zaman kan fedakârlığına girişemeyen ve kan fedâkârlığından kaçınmak için her çareye
başvuran, her hileyi yapan kötü bir sınıftır.
Bir de hainler vardır ki onlardan bahs etmeği lüzumsuz buluyorum. Okuyucular biraz hafızalarını
yormakla bunun birçok canlı örneğini bulabilirler.
Bir milletin yükselip alçalması, kendî içîndeki bu dört sınıfın çoğalıp azalmasıyla mebsuten
mütenasiptir. Milletin yükselmesinde baş rolü oynayan büyük adamlar ancak ilk iki sınıftan çıkmıştır.
Gerçekten büyük adam olanı ayırmak pek de kolay bir iş değildir. Çünkü şahsiyetleri tarafsız olarak
incelemeğe engel olan çok şeyler vardır. Bu engellerin başında propaganda gelir. Propaganda, kötüye
kullanıldığı zaman o kadar fena bir şeydir ki bazen büyük adamları değersiz kimseler olarak gösterdiği
gibi, bazen de alelade insanları büyük adam diye tanıtabilir. Hele tek taraflı propaganda nice
hakikatleri ortadan silmektedir. Bereket versin ki bir propaganda, asıl hakikatleri hiçbir zaman sonuna
kadar gizleyemiyor. Doğru olan şey ergeç ortaya çıkıyor.
Meselâ Osmanlı vezîr‐i âzamlarından Gedik Ahmet Paşa büyük fütuhat yapmış büyük bir vezîr gibi
gösterilir. Bu yanlış telâkki iyice yerleşmiş, hattâ şair Yahya Kemal, "Gedik Ahmet Paşaya Gazel" diye
güzel bir şiir bîle yazmıştır. Fakat hakikat hiç de böyle değildir. Gedik Ahmed'in fütuhatı diye
gösterilen şeyler, muhteşem ve yenilmez Osmanlı ordusuyla bazen savaşsız, bazen kısa bir savaşla
elde edilmiş ve küçücük devletlere karşı kazanılmış ucuz başarılardır.
Değersiz Gedik Ahmed haksız yere böyle şişirildiği gibi, İkinci Abdülhamid de haksız yere küçültülmüş;
müstebit, zalim, hatta hain gibi gösterilmiştir. Bu da îttihatçıların propagandası neticesidir. Halbuki
son zamanlarda yapılan bayı ciddi ve ilmi neşriyat Sultan Abdülhamid'in lehinedir. Henüz şahsiyetinin
değerini tam mânâsı ile bize bildirecek bir kitap yazılmamış olmakla beraber şimdiden şu hakikati
- 3.
www.atsizcilar.com Sayfa 3
kabul edebiliriz ki İttihatçıların idare edemeyerek 9‐10 yılda mahvettikleri İmparatorluğu 33 yıl
dağıtmadan tutabilmiş olmakla, Abdülhamid büyük bir iktidar sahibi olduğunu göstermiş ve
aleyhindeki neşriyatın haksız olduğunu ispat etmiştir. Hele kanlı oyunlara asla girmemesi de zalim
olduğu hakkındaki iddiaları çürütecek bir delildir. Bundan başka mevkiinin sorumluluğunu iyi kavramış
bir şahsiyetti, İstanbul'a yürüyen ve içinde muntazam kuvvetlerden çok Rumeli'nin türlü ırklara
mensup başıbozuk döküntüleri bulunan Hareket Ordusunu dağıtmak, Abdülhamit'in elinde idi. Fakat
saltanatını korumak için bile olsa bunu yapmadı. Paşaları, çok kuvvetli muhafız kıtalarırı Hareket
Ordusu üzerine sevk etmek için müsaade istemişler, fakat o, halife bulunmak dolayısıyla Müslümanı
Müslümana kırdıramayacağını söyleyerek bunu reddetmişti.
Gedik Ahmed'le ikinci Abdülhamid misalleri, tarihin birçok meşhurları üzerinde tatbîk olunursa
malûm telâkkilerden başka türlü sonuçlar alınacağı muhakkaktır. Bundan başka tarihteki şahıslardan
hangisinin büyük olduğunu araştırırken, zaman, muhit ve imkân şartlarını asla gözden kaçırmamak
icap eder. Yavuz Sultan Selim acaba Balkan savaşında padişah olsaydı ne yapabilirdi? Belki hiçbir şey
yapamaz, belki pek az şey yapardı. Fakat davranışları ve uğraşmaları ile büyük adam olduğunu her
halde ispat ederdi. Bundan dolayıdır ki büyüklüğü başarı derecesi ile ölçemeyiz. Başarı; zamanın,
yerin, muhitin, daha Önce o şartları hazırlayanların, biraz da tesadüf ve talihin işidir.
Osmanlı padişahlarından Genç Osman hemen hemen hiçbir şey yapmamıştır. Bununla beraber pek
büyük bir şahsiyettir. Çok mühim planları vardı. Şehid edilmeseydi bugünkü Türkiye'nin manzarası
bambaşka olacaktı.
O halde hangi şahsiyetlere büyük adam demelî? Bunun şartları şunlardır.
1‐ Büyük adam her şeyden önce iyi niyet sahibi adamdır. İcraatındaki âmiller cemiyetin yükselmesidir.
Kendisinin hiçbir menfaat kaygısı yoktur.
2‐ Büyük adam her devirde fazilet ve meziyet diye tanınan vasıfların birçoğuna birden malik olan
adamdır.
3‐ Büyük adam hususî hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir
rezil hiçbir zaman büyük değildir.
4‐ Mevkii için milleti feda eden değil, bilâkis gerektiği zaman millet uğrunda mevkiini, hatta hayatını
verebilen adam büyük adamdır.
5‐ Hakikatleri görebilen, acı hakikatlere cesaretle bakabilen, haksızlık bilmeyen adam büyük adamdır.
6‐ Sözü ile işi arasında tezat bulunmayan, riya ve hileden payı bulunmayan adam büyük adamdır.
7‐ Büyüklüğün şartlarından biri de zekâdır. Ahmaklardan büyük adam çıktığını tarih kaydetmemiştir.
8‐ Adam seçmesini,her işin ehlini bulmasını bilen adam büyük adamdır.
- 4.
www.atsizcilar.com Sayfa 4
9‐ Büyük adam olmak için ailevî şartlar da vardır. Her aileden büyük adam yetişmez. Soysuzlaşmış,
çürümüş, morfinman veya alkolik ailelerden büyük adam çıkmaz.
10‐ Büyük adam şeref hususunda çok titizdir. Verdiği sözden asla dönmez. Bu hususta Hindenburg'un
misali pek belâgatlidir: Mareşal Von Hindenburg, Almanya Cumhurbaşkanlığına seçileceği zaman, o
aralık Hollanda'da sürgün hayatı yaşayan Kayzer Wilhelm'den müsaade almış, subay çıkarken
imparatora sadık kalacağına dair ettiği yeminle Cumburbaşkanı olmak arasındaki ahlâkî bir tezat
görerek onun fikrini sormuştur. Hinderburg, Kayzer Wilhelm'in kendisini yemin şartlarından terbiye
etmesi üzerine Cumhurbaşkanlığını kabul etmîşti. Sözüne bu kadar sadık olan adam elbette büyük
adamdır.
11‐ Büyük adam sorumluluktan kaçmaz. Balkan savaşında Edirne'yi müdafaa eden merhum Şükrü
Paşa, kahramanca bir müdafaadan sonra esir düşünce, adı bütün dünyayı tuttuğu halde kendisini yine
sorumlu saymış, esaretten döndüğü zaman bizzat, müracaat ederek divanı harbe verilmesini
istemiştir. Şükrü Paşa da bunun için büyüktür.
Velhasıl büyük adam pek seyrek yetişir. Bir millet için büyük adam yetiştirmek ne kadar büyük bir
bahtiyarlıksa, yetiştirmemek de o kadar büyük bir felakettir. Bundan daha büyük ve korkunç olan
felâket ise alelâde adamları büyük sanacak kadar gafilleşmektir.
ÖZLEYİŞ, Mart 1947, Sayı:6
CİHAN TARİHİNİN EN BÜYÜK KAHRAMANI KÜR ŞAD
Yedinci asrın ilk yarısından Gök Türk Kağan sülâlesi arasındaki şahsî ihtiras ve entrikalar yüzünden
devlet parçalanmak tehlikesine maruz kalmış ve nihayet işe Çinin fesadı da karışarak Gök Türk
ülkesinin şark kısımları 630'da Çinin eline geçmişti. Bu arada Kieli Han da Çinliler için bulunmaz bir
nimet olduğundan Kieli Han ile ona tâbi olan bütün Türkleri Çine getirdiler. Parça parça Çine dağıtarak
milliyetlerini unutturmak, Çinlileştirmek siyasetini takip eltiler. Kieli Han esareti izzetinefsine
yediremeyerek kederinden 634 de öldü. Bunun üzerine esir Türklerden birkaçı da teessürlerinin
şiddetinden intihar ettiler. Çinlilerin Türk ırkını kökünden kurutmak üzere aldıkları tedbirleri gören Gök
Türk hükümdar sülâlesinden KÜR ŞAD Türk devletini yeniden diriltmek için 639 da gizli bir ihtilâl
cemiyeti kurdu. 40 Türk bu cemiyete girdi. Türk devletini yeniden kurmak iç Çin împaratorunu
öldürmeyi ve Çin sarayında esir bulunan Türk prenslerinden Holuku'yu Türkeli'ne Kağan ilân etmeyi
kararlaştırdılar. Geceleri şehri gezmek âdeti olan Çin İmparatorunu sokakta öldüreceklerdi. Fakat
ihtilâlin yapılacağı gece hava bozulduğundan İmparator Tay‐tsung sarayından dışarı çıkmadı. Kür Şad,
ihtilâl gecikirse farkına varılacağından çekinerek geceleyin împaratorun muhafızlarına saldırdı. Gayet
kahramanca ve çok sert bir çarpışma oldu. Türkler azlık olduklarından çekilmeye mecbur kaldılar.
İmparatorun ahırına hücum ederek en iyi atlara binip kaçtılar. Kür Şad bir ırmağı geçerken yakalandı
ve Öldürüldü. Bu işte dahli olmayan Holuku cenup vilâyetlerine sürüldü. Fakat imparatorluğun
merkezindeki bu hareket Çinlileri o kadar korkuttuk ki Türkler'i Çinlileştirmekten filân vazgeçerek
onları San ırmağın şimaline nakledip yalnız ismen kendilerine tâbi olmalarıyla iktifaya mecbur kaldılar,
Bu surette 681'deki Türk istiklâlinin tohumu atılmış oldu.
- 5.
www.atsizcilar.com Sayfa 5
Tarih, Kür Şad hakkında işte bu kadar söylüyor
Cihan tarihinde, bilhassa Türk tarihinde birçok kahramanlar görülmüştür. Bunlardan bazılarının ünü
dünyayı tutmuş, kimi büyük fütühat yapmış, kimi şanlı bir müdafaanın kahramanı olmuştur. Fakat
bununla beraber tarih en büyük kahramanlarını bile çok defa ufak tefek kusurlarını kaydetmiştir.
Meselâ son asırlarımızın kahramanlarından Fatih, Yavuz ve Kanuni o kadar büyük oldukları halde ne
kadar da küçüklükler yapmışlardır. Şanlı Fatihin sırf şehvet için yaptığı ahlâksızlar, kahraman Yavuzun
şahsi ikbal için işlediği cinayetler ve büyük Kanuni'nin kadınlara âlet olarak düştüğü büyük yanlışlıklar
olmasaydı hiç şüphesiz bunlar bizim gözümüzde daha büyük insanlar olacaklardı. Yine bazı
kahramanlar da gelmiştir ki önceleri büyük yararlık gösterip milleti yükselttikleri halde sonraları
fenalığa sefahate dalmışlar ve iyi namlarıyla birlikte hayatlarını da vererek bunu ödemişlerdir.
Kapağan Kağan buna iyi bir örnektir. Kür Şad'a gelince o bunların hiç birine benzemez. Kür Şad ne
büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununl a
beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz, birinci kahramanıdır. Tarihin herhangi bir yaprağına sıkışmış
bir kaç satarlık malumattan Kür Şad'ın büyük rolünü çıkarabilmek güçtür. Bunun için, büyük
şöhretlilerin yanında bazen ünsüzlerin de pek büyük fedakârlıklar yapabileceğini düşünmek lâzımdır.
Tarih, adını bile bilmediğimiz birçok kahramanlar yetiştirmiş olabilir. Irak cephesinde tek başına bir
İngiliz süvari alayıyla çarpışmak cesaretini gönlünde bulan topal bir Türk piyade neferi gibi bir millete
şan verecek erler bulunur. Fakat zaman ve mekân şartlarını da nazara dikkate alınca bunlardan hiç
birisinin Kür Şad'a yetişeceği teslim olunur. Arkasını kendi ordusuna veya ülkesine dayayınca, birkaç
misli düşmanla çarpışmak, herkes için olmasa bile yapılabilecek bir kahramanlıktır. Kendi menfaatini
milli menfaatle birleştirerek mevki ve şeref için kabadayılık edecek insanlar da çoktur. Fakat ne mevki
ne de şerefi düşünmeden, sırf millet için ve kendi kanı pahasına başkasını tahta çıkarmak üzere
çekilen kılıcın sahibine saygı ile baş eğmek lâzımdır.
Kür Şad, Kağan sülâlesindendi. Bu büyük kahramanlığı yaptıktan sonra kendisini Kağan oturtmak
isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi
feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile....
40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kırk kahramanın
yapacağı işlerden değildir. Düşmanlarla çevrili olan esirlerin kuvvei mâneviyesi hürlerinki gibi sağlam
değildir. Böyle olduğu halde bu büyük işe teşebbüs edebilmekle Kûr Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk
cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır. Onların bu hareketine çılgınlık
diyecek zavallılar bulunabilir. Çünkü kahramanlıktan nasibi bulunmayanlar ve hiç olmazsa
kahramanlığı takdir edecek kadar asil seciyeli olmayanlar için kahramanlık budalalıktır. Fakat mensup
bulunduğu milleti kurtarmak için hayatını harcayıp toprağa düşmek, kartal gibi göğe yükselmek
demektîr ki zahife gibi yerde sürünenler bunun mânâsını anlayamazlar.
Millet yolunda ölen Namık Kemal bir kahramandır. Şahsiyetini milli varlık içinde eriten Gök Alp da
öyledir. Türkistan'da miili şuuru uyandırmak için ölmek kararını veren ve Rus makinalısına yürüyen
Enver Paşa da belki onlardan daha büyük bir kahramandır. Fakat bunların hiçbiri Kür Şad gibi büyük
bir maksatla ve onunki kadar güç şartlar içinde olarak çarpışmamışlardır. Hükümdarlara sokakta
suikast yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedailer hiç
bir yerde çıkmamıştır, Kür Şad'ın bu hareketi hiçbir netice vermeden sönseydi bile yine o en büyük
kahraman sıfatına lâyık olacak ve bu hareketiyle torunları olan biz, bugünkü Türklere edebi bir şan ve
- 6.
www.atsizcilar.com Sayfa 6
şeref kazandırmış bulunacaktı. Halbuki bu misli görülmeyen kahramanlık Çinlileri o kadar korkuttu ki
onlar Çin'de esir bulunan bütün Türkleri bir an önce Türkeli'ne göndermekten başka bir şey
düşünmediler. Bu suretle, denilebilir ki, Türkleri esaretten kurtaran, Kür Şad'ın kahramanca saldırışı
olmasaydı Çinliler, tabii, Türkleri Çin'de alıkoyarak Çinlileştirmek siyasetinde muvaffak olacaklardı. Ve
belki de bugün yeryüzünde büyük Türk milleti bulunmayacaktı. Bir millete ileri atılış gücünü
verebilmek için Kür Şad gibi serden geçti yiğitler gerektir, Bu türlü gözünü daldan budaktan
sakınmayan erler boşu boşuna ölseler bile milletlerinin ruhuna soktukları duygu ile en müspet
neticeyi almış sayılabilir. Çünkü bunlar millet için birer örnek ve birer remiz olurlar.
Kür Şad ve 40 arkadaşının ölümünden beri 13 asır geçti. Bu 13 asırda Türk milleti ne savaşlar, ne
felâketler, nasıl korkunç hengâmeler, neler geçirdi; yalnız bir iki tanesi büyük ve sağlam milletleri
devirecek ne acı bozgunlar tattı. Fakat işte o millet dipdiri ve ayakta duruyor. Yine kim olursa olsun
dövüşe hazırdır. Denilebilir ki Türk milletine bu güç kaynağını veren şey ondaki Kür Şadlık ruhudur.
Kür Şad'ı kutlularsak Kür Şadlık ruhunu yüceltmiş oluruz.
Büyük geçmişinden ilham alan yüksek tahsil gençliğinin, büyüklerimiz için günler yapmasını bütün
samimiyetimle alkışlarken, büyük Namık Kemal'le büyük Gök Alp'ın ruhlarına, kendindeki büyüklükten
yalnız bir parçasını tevarüs ettirmiş olan en büyük Kür Şad için de ayrı bir gün yapmalarını, biraz daha
yaşlı bir arkadaş sıfatıyla, diler ve beklerim. Yüksek tahsil gençliği gibi Namık Kemal ve Gök Alp'ın
ruhunu pek çok ve Kür Şad'ın ruhunu biraz sevindiren yüksek duygulu bir kütleden bunu beklemek
hakkımızdır.
Kür Şad 639'da öldü. Beş yıl sonra yani 1939 da, onun ölümünün tam 1300. yılında büyük bir Kür Şad
günü için şimdiden hazırlık yapılsa, onun hayatı için bir piyes yazılsa ve büyük adına Üniversite
meydanında tek parçalı sade bir taşla kırık bir kılıçtan ibaret bir âbide dikilse nasıl olur? Üniversite bir
ilim ocağıdır. Fakat şunu unutmamalıdır ki bir millette önce kahramanlar yetişir, ondan sonra şâirler
gelir, âlimlerse daha sonra meydana çıkar. Üniversite bir ilim yeri, Kür Şad da ömründe ok ve kılıçtan
başka bir şey kullanmamış bir asker olabilir. Lâkin şunu da kabul etmek lâzımdır ki arkadaşım Orhan
Şâik'in dediği gibi:
En yüksek eserler kılıçla ve düşman kanıyla yazılmış olanlardır.
KOPUZ, 1939, Sayı: 3
EN BÜYÜK TÜRK KAHRAMANI KÜRŞAD
Türk tarihi, dünyanın en hamasi şiiri, Türk kahramanları da o şiirin berceste mısralarıdır. Bir zafer
şebrâhını dolduran heykeller gibi 26 asrı süsleyen bu ölmezler tümeni arasında bir teki bir millete
şeref verecek ne büyük fâniler gelip geçti. Tanrının Türk Tanrısı olduğuna, mavi gökle kara toprak
arasındaki insan oğullarının yalnız Türklerden ibaret bulunduğuna, kendi ırklarının başkalarına hâkim
olarak yaratıldığına inanan atalarımız için kahramanlık bir tabiat, fazilet bir huydu...
Şimdi büyük adını saygı ile andığımız Kür Şad o kahramanlıkla faziletin şahıslanmış örneği olan büyük
Türk kahramanıdır.
- 7.
www.atsizcilar.com Sayfa 7
Milli ıstırapların şahlandığı ve şahsi ıstıraba karıştığı son yıllarda,ölmezler tümeninin zafer ve Şeref
şehrâhında hayalen çok dolaştım. Yarı masallaşmış çehresiyle Alp Er Tunga'dan, kahraman kadın
Tomıris'ten bağlıyarak Pilevne kahramanı Gazi Osman Paşa'ya, Edirne kahramanı Şükrü Paşa'ya ve
kurtuluş savaşının meçhul fakat meşhur şehidine kadar bütün ölmezlerin önünden ihtiramla geçtim.
Eskiden olduğu gibi yine Kûr Şad'ı hepsinden büyük buldum. Çünkü o birçok büyüklerde görülen bazı
küçüklüklerden uzak, birçok büyüklerde rastlanan menfaat duygusundan sıyrılmış, bazı büyüklerde
bulunan yanlış hareketlerden beride kalmış kaya gibi aşılmaz bir devdi.
Kür Şad, tarihimizde alevlerin, ışıkların, mehtapların ve yanardağların yanında gerçi parlamasıyla
sönmesi bir olmuş geçici bir şahap gibidir. Fakat o geçici ışık tarihin gidişini değiştirmiş, kısa
aydınlığında bize en büyük hakikati görebilecek fırsatı vermiştir. Bu hakikat ezeli ve ebedî
kahramanlıktır.
Tarih acayip bir ihtiyardır. Bazılarına tam hakkını verir. Bazı değersizlerden çok bahseder. Bazı
büyükleri hiç anmaz. Bazılarından da yalnız bir kaç kelime söyler. Kür Şad bu sonuncularındandır.
Onun hakkında bütün bildiğimiz; Türk milletini kurtarmak ve esir olan yeğenini Türk kağanı yapmak
için kendisi gibi esir 40 arkadaşıyla birlikte Çin imparatorunun sarayına saldırdığı, fakat pek nispetsiz
bir savaştan sonra can ve baş verdiğidir.
Bu muhteşem saldırışın muhteşem kahramanlarını bilip tanısaydık ne hoş olurdu! Adlarını bile
bilmediğimiz bu örneksiz fedailer acaba nasıl insanlardı? Kaç yaşlarında idiler? Hangileri hangi
savaşlardan arta kalmışlardı? Anaları, babaları yaşıyor mu idi? Çocukları var mıydı? Seviyorlar mıydı?
Karıları, sevgilileriyle son defa neler konuşmuşlar, neler düşünmüşlerdi? Yazık, hiçbirini bilmiyoruz.
Bildiğimiz yalnız şu:
Yanardağ ruhlu, çelik iradeli kahraman Kür Şad... Bozkurt hanedânından yani kağanlar soyundan
olduğu halde yeğenini tahta çıkararak Türk milletini diriltmek için kılıca sarılan Kür Şad.. Bu nispetsiz
çarpışmada zaferi sağlayacak tek yola giderek, yani düşmanın kalbine saldırarak ruh ve irade kuvveti
kadar muhakeme gücüne de sahip olduğunu belirten Kür Şad... Başarılamayan bir ihtilâle rağmen
düşmanın yüreğine korku ve dehşet salarak ırkı mahvolmadan kurtaran Kür Şad... Sonra onun 40 şanlı
arkadaşı..
Bir hareketin değeri, verdiği sonuca göre ele alınırsa Kür Şad'ın hareketi Türklüğü yok olmaktan
kurtardığı için Kür Şad büyüktür. Yapanın fedakârlığı ve kahramanlığı ile ölçülürse Kür Şad yine
büyüktür. Velhasıl o çok büyüktür. Hiçbir kıskançlığın erişemeyeceği kadar büyük...
Biz, bugünün Türkçüleri bu "kaybolmuş güneş"imizi 13 asrın karanlıklarından çekip çıkararak başımıza
taç ettik. Şimdi o, büyük yarınımızı aydınlatıyor. Onun boşa gitmemiş okları 13 asrın ötesinden bize 41
kahramanın selâmlarını getiriyor. Ve onların ruhları kendilerine doğru çelik ve kan tufanlarıyla
yapılacak büyük bir yürüyüşü bekliyor.
1300 yıl önce dökülen Kür Şad'ın kanı ırkımızı yabancılar arasında erimekten kurtarmıştı. Bugün de
onun hâtırası Türklük ruhunu eriyip sönmekten kurtaracaktır. Vaktiyle onun at koşturduğu yerlerdeki
- 8.
www.atsizcilar.com Sayfa 8
meçhul mezarlardan bize gelen sesler "dâha ne kadar bekleyeceğiz?" diye sorarken bizim yayladan
"yakında geleceğiz" diye yükselen haykırışlar onlara karşılık veriyor...
Sefil ihtirasların ve baykuş seslerinin söndüğü yarın ki Türkeli'nde Kür Şad için ulu bir anıt
düşünüyorum. Gösterişsiz, sade fakat metin, kayadan bir anıt... O anıtın önünde Kür Şad'a ve
arkadaşlarına saygı olarak börk ve çizme giymiş, kılıç ve sadak takmış Türk gençlerinin, birbirine
perçinlenmiş sarp bir yığın gibi dik adımlarla geçit resmi yaptığını düşünüyor ve 1300 yıllık gençler
olan Kür Şadla arkadaşlarının da, yaralarından hâlâ dinmeyen kanlar sızdığı halde, kendilerine çevrilen
başlara gülümseyerek selâm aldıklarını görür gibi oluyorum...
KÜRŞAD,1947,Sayı: 1
ÇAĞRI BEĞ
Türkiye devletinin kuruluşunda çok büyük payı olan bu kahraman Oğuz beği, Mikâil Yabgu'nun büyük
oğlu, Selçuk Subaşı'nın da torunudur. Mikail Yabgu büyük bir ihtimalle babası Selçuk Beğ'den önce
ölmüş, fakat tarihe Çağrı Beğ ve Tuğrul Beğ adında iki ateş parçası oğul bırakmıştır.
Hazar Kağanlığına bağlı olan Oğuzlar, On Birinci Yüzyıl başlarken bu kağanlığın dağılmaya yüz tutmuş
olması dolayısıyla dağınık bir halde bulunuyorlardı. Doğularında kuvvetli Karahanlı Hakanlığı,
güneylerinde daha kuvvetli Gazneliler İmparatorluğu vardı.
Oğuzların mühim bir kısmı Gazneliler'e tâbi olduğu halde Çağrı Beğ'le Tuğrul Beğ, Karahanlılar'ın Talas
valisi olan Yağan Tegin Mehmet Buğra Han'a bağlıydılar. Yağan Tegin, Talas ırmağı boyundaki Şelci
şehrini dirlik olarak Çağrı ve Tuğrul Beğlere vermişti. Yağan Tegin'den sonra Karahanlılar'ın
Semerkand ve Buhara valisi olan Ali Tegin'e tâbi oldular.
Fakat huzur içinde değillerdi. Bir yandan Karahanlı‐Gazneli rekabeti ve savaşları, Öte yandan kendi
aralarındaki düzensizlik ve birlik olmayışı, geleceklerine güvenle bakmalarına engel oluyordu. İktisadî
darlık içinde de bulunuyorlardı. Çağrı Beğ bu düzensizliği ve huzursuzluğu giderecek bir yol aradı.
Kendi buyruğundaki savaşçılarla Anadolu'ya geçerek Rumlarla çarpışmaya karar verdi. Bu savaş milli‐
dini bir ülkü ile, aynı zamanda iktisadi darlığa düşmekte bulunan Oğuzları doyurmak için yapılacaktı.
Bu savaş, gözü pek bir davranış olacaktı. Çünkü Maveraünnehir'den kalkarak Bizans'a gelmek için
Gazneliler İmparatorluğu'nun toprakları olan Horasan ve lrak‐ı Acem ülkelerinden geçmek
gerekiyordu.
Çağrı Beğ bu atılgan ve korkusuz yürüyüşü 1015'te yaptı. Kardeşi Tuğrul Beğ'i girilmesi güç çöllerde
bırakarak Harzem ile Buhara arasından Horasan'a girdi. Van gölünün güney bölgesinden Anadolu'ya
saldırdı. O zaman bu bölgede Vaspuragan adında, Bizans'a bağlı küçük bir Ermeni krallığı vardı.
Çağrı Beğ, 1015‐1016 yıllarında bu krallığa korkunç saldırışlar yaptı. Kral Seneharim'in ordularını
yendi. Ermeni kralı bu akınlardan o kadar yıldı ki krallığını Bizans'a bırakarak Anadolu'da kendisine
başka bir yer verilmesini istedi. Vaspurargan karşılığında kendisi Sivas bölgesi bağışlandı.
- 10.
www.atsizcilar.com Sayfa 10
yeniden Selçukluları kışkırtarak para ve silâh gönderince iş değişti. Çağrı Beğ, kardeşi Tuğrul Beğle
birlikte birkaç Gazneli kuvvetini yendi.
1038 Nisanında Gazneliler 30.000 kişilik seçme bir orduyla Selçuklular üzerine yürüyünce Oğuzlar
kendi aralarında ne yapacaklarını konuştular. Çağrı Beğ, Nişabur'a baskın yapmak gibi gayet cüretli bir
plan teklif ettiyse de Tuğrul beğ bunu tehlikeli bularak normal savaşı tercih etti.
1038 Haziranında Serhas civarındaki Telhab'da savaş başladı. Pek şiddetli ve hileli bir savaştan sonra
Gazne ordusu yok edildi. Serhas ve Merv yeniden alındı. Merv'de Ulu Camide yapılan bir toplantıda
Çağrı Beğ artık Gazneli sultanın himayesinde beğlik kurmaya razı olmayarak bağımsız devlet
kurulmasını ve içlerinden birinin hepsine başkan seçilerek "sultan" tanınmasını teklif etti. Bu teklif
kabul edildi ve Tuğrul Beğ başkan seçildi. Çağrı Beğ küçük kardeşine hiçbir zaman rakip olmak
istemedi. Tuğrul Beğ kısır olduğu için padişahlık nasıl olsa Çağn Beğ koluna geçecekti.
1038 Temmuzunda Çağrı Beğ, Herat'ı işgal etti.
Ekimde 50.000 kişilik Gazneli ordusu Selçuklulara karşı yürüyüşe geçti. Kasımda Belh'e girdi. Fakat
Gazneli Sultan Mesud, Selçuklular tarafından Horasan padişahı ilân edileceği hakkında bir söylenti
duymuştu. Kara, soğuğa, insan ve hayvan kaybına bakmadan ilerliyordu. Çağrı Beğ de bu durumdan
faydalanmak istiyerek Gazneliler ordusunun gerisine düşecek şekilde harekete başladı. Sultan Mesud
bunu duyunca Börü Tegin'i bırakarak geri döndü (12 Ocak 1039). Belh'e çekildi.
Çağrı Beğ Şubatta Nişabur'a gelerek Tuğrul Beğ tarafından karşılandı. Burada 40 gün kaldı. Şehrin
büyükleri birer birer ziyaret ederek hoş geldin dediler. Tuğrul Beğ'in oturduğu tahtan yanına konulan
süslü bir sedirin üzerinde oturuyordu. Fakat Nişaburlulara Tuğrul Beğ kadar iyi davranmak niyetinde
değildi. Çünkü Sultan Mesud taraftarlarının propagandasıyla Nişabur emirlerinin ve şeyhlerinin
ahaliye Selçuklular aleyhinde söz söylediğini ve camilerde açıkça beddua ettiklerini işitmişti.
Gazneliler'le Selçuklular arasında yapılan savaşlar İran‐Türkistan‐Çin pazarı olan Nişabur'un ticaretini
felce uğrattığından bundan şikayetçi olan tüccarlar da Oğuzlar aleyhine yürütülen Gazne ordularına
maddi yardımlarda bulunmuşlardı. Bundan dolayı Çağrı Beğ ve buyruğundaki beğler Tuğrul Beğ'e
başvurarak Selçuklu‐Gazneli savaşlarının kesin bir sonuca bağlanmamış olması dolayısıyla, hâlâ zengin
ticaret eşyasına malik bulunan şehrin yağmasına izin rica ettiler. Tuğrul Beğ razı olmayınca
hoşnutsuzluklarını gizlemediler. Uzun tartışmalardan bir sonuç çıkmayınca Tuğrul Beğ bıçağını
çekerek Çağrı Beğ'e: "Yağmada direnirsen kendimi öldürürüm" dedi ve bıçağı yüreğine götürdü. Çağrı,
bıçağı yakalayarak yağmadan vazgeçeceğine söz verip intiharı önledi. Tuğrul Beğ de ona 500.000
dirhem ve birçok hediye verilmesini emretti. Martta Çağrı Beğ, Nişabur'dan ayrılarak Serhas'a
yöneldi.
Çağrı Beğ, Gazneli Sultan Mesud'un kesin sonuçlu bir saldırı yapacağını bildiği için o da tedbirli
davranıyor, onun hareketlerini güçleştirmek için geçeceği yerleri yakıp yıkıyordu.
6 Nisan 1039'da Aliabad ovasında Sultan Mesut ve Çağrı Beğ kuvvetleri çarpıştılar. Çağrı Beğ, üstün
kuvvetler karşısında çekilmeye mecbur oldu.
- 11.
www.atsizcilar.com Sayfa 11
15 Mayıs 1039'da Sultan Mesud 100.000 kişilik görülmemiş bir orduyla Belh'ten hareket etti. Bu ordu
çok kuvvetli idi. Fakat beslenmesi güç ve hareketi de ağırdı.
Çağrı beğ bu yürüyüşü öğrendiği zaman Serhas'ta idi. Kardeşine ve bütün akrabalarına durumu
bildirdi. Hepsi kuvvetlerini birleştirdiler. Ordular ancak 20.000 kadar atlıdan mürekkepti. Bir bölümü
zırhlı ve son derece mükemmel silâhlı, büyük çoğunluğu da çevik, hızlı, şiddetle ok atan hafif
süvarilerdi.
Gazneliler ordusunu aç bırakmak için Horasan'daki açık şehirleri yıktılar, ekinleri yaktılar, ağaçları
kestiler.
Oğuz beğleri Serhas'ta bir savaş meclisi kurarak Gazneli Mesud'un büyük ordusuyla çarpışıp
çarpışmamak meselesi üzerinde konuştular. Türlü düşünceler ileri sürüldü. En son konuşan Çağrı
Beğ'in ağırlıkları uzakta bulundurarak son derece şiddetle çarpışmak fikri kabul olundu.
1039 Haziranında, ilerleyen ağır Gazneli ordusuyla Selçuklular arasında bir sıra savaşlar başladı. Bu
savaşlarda Oğuz‐Türkmen ordusunun ruhunu Çağrı Beğ teşkil ediyordu. Selçuklular kesin sonuçlu
savaşa giremeyerek yıpratma taktiğini kullanıyordu.
Haziran sonunda iki taraf da iyice yorulmuştu. Gazneliler'in yolladığı bir elçi, bu sebeple barışa yol açtı
ve iki taraf da, savaşa daha iyi hazırlanmak gizli düşüncesiyle barışa yanaştı.
Bununla beraber barış yapılır yapılmaz iki tarafın hazırlığı da başlamıştı. 1039 Kasımında Gazneli
Sultan Mesud 100.000'i aşan mükemmel ordusuyla hızla harekete geçti.Oğuzlar Baverd'de toplanıp
birleştiler Selçuklular stratejik bir baskına uğrayıp yok olmaktan güç kurtuldular. Sultan Mesud onları
yakalayamayınca yiyecek güçlüğü yüzünden yürüyüşü durdurup Nişabur'a döndü. (Ocak 1040)
Gazneliler'in Selçuklular üzerine kesin yürüyüşü 3 Mayıs 1040'ta başladı. Gazneliler ordusu büyük su
sıkıntısı içinde yürüyordu. 21 Mayıs 1040'ta ilk çarpışma oldu. Selçuklular, Çağrı Beğ'in
başkomutanlığında 16.000 seçme askerdi. 23 Mayıs 1040 cuma günü Dendânekan ovasında yapılan
büyük meydan savaşı Selçukluların tam zaferiyle bitti.
Çağrı Beğ, Sultan Mesud'un karargâhına gelerek onun tahtına oturdu. Mal ve doyumlukları
askerlerine dağıttı. Ancak kazanılan zaferin büyüklüğünü o da gereği gibi kavramamıştı. Sultan
Mesud'dan hâlâ çekiniyordu. Netekim ordusuna Sultan Mesud'un, askerlerini toplayarak geri
dönmesi ihtimaline karşı Selçuk ordusunu saf halinde topladı. Düzüne koyarak bekledi. Yiyip içmek
zaruri ihtiyaç zamanları müstesna olmak üzere bütün ordusunu üç gün üç gece at üzerinde, elde silâh
bekletti. Bu tedbir pek de boşuna değildi. Çünkü büyük Gazne ordusunun ölü tutsakları çıkarılınca
çölde dağılmış olan yine 40‐50 bin kişisi kalıyordu ki Selçuklu ordusundan kat kat üstündü. Bunların
bir iki konak ilerde toparlanıvermeleri yine büyük bir tehlike yaratabilirdi. Fakat bu tehlike doğmadı.
Çağrı Beğ, Sultan Mesud'un bitkin bir halde Mervrûd'a düştüğünü ve yanında hiç kuvvet kalmadığını
öğrendikten sonradır ki üç gündür at üstünde beklettiği ordusuna dinlenme buyruğunu verdi.
- 12.
www.atsizcilar.com Sayfa 12
Cağrı Beğ bundan sonra imparatorluğun doğu bölgesi olan Horasan'ın hâkimi olarak kalmış ve
ölünceye kadar bu mevkiini muhafaza etmiştir. 1060'ta 70 yaşında olduğu halde öldü. Merv'e
gömüldü. Alp Arslan, Yakutu, Kavurt, Süleyman adındaki oğullarından Alp Arslan, onun yerine
Horasan valisi oldu.
ORKUN,1962,Sayı:9
NAMIK KEMÂL
Yakın tarihimizin en büyük şahsiyeti olan Namık Kemal hakkında şimdiye kadar yazılan eserlerde
birbirine pek aykırı düşenler ileri sürülmüştür. Büyük bir adam hakkında, birbirine benzemeyen
mütalâalar yürütülmesi tabii ise de vatana hizmet etmiş, milliyet uğruna çalışmış, millet ve hürriyet
için her cefaya katlanmış yüksek ahlâklı bir insanı bu meziyetlerinin zıddı ile görmek tamamıyla hususi
maksatlarla hareket etmekten başka bir şey değildir.
Namık Kemal için yazılmış eserlerin en büyükleri tarih sırasıyla Sadettin Nüzhet, Doktor Rıza Nur ve
Necip Fazıl tarafından kaleme alınmıştır, Maarif Vekâletinin para ile ve ısmarlama olarak yazdırdığı
sonuncusunun hiçbir ilmi değeri yoktur. Kaynakları arasında Rıza Nur'un kitabı alınmadığı halde onun
bir kopyası olduğu anlaşılan, fakat içinde ilmi ve ciddi bir fikir ve mütalaaya rastlanmayan bu eserin
müellifi de esasen Namık Kemal hakkında ilmi bir monografi yazacak salâhiyette değildir.
Sadettin Nüzhet ve Doktor Rıza Nur'un eserleri ise iki ayrı bakımla kaleme alınmıştır. Rıza Nur'un
eserinde Namık Kemal hakkında ileri sürülen düşünceler ekseriyetin fikirlerine uygundur. Yani Namık
Kemalin yurtseverliği, yüksek şairliği, milliyetçiliği, ahlâki büyüklüğü kabul edilmektedir. Sadettin
Nüzhet ise Namık Kemal'de bazı meziyetler kabul etmekle birlikte onun milliyetseverliğini ve
ülkücülüğünü tanımakta, üstelik Namık Kemal'in Arnavutluğunu ileri sürmektedir.
Çok iyi tanıdığım Sadettin Nüzhet'in bu fikirlerinde samimi olmadığını biliyorum. Onun hangi hayat
endişesiyle, ne gibi düşünce ve kaygılarla böyle yazdığına da vâkıfım. Sadettin Nüzhet, Namık Kemal
hakkındaki bu yanlış fikirlerini bugün de müdafaa ediyorsa bunun sebebi bir defa okun yaydan çıkmış
olması, yiğitliğe leke sürmemek kaygısıdır. Şahsiyata dökülmemek için onun Namık Kemal'e zoraki
düşmanlık göstermesindeki sebepleri saymayacağım. Fakat onun bu yanlış hareketi birçok zihinleri
bulandırdığı için bunlara cevap vereceğim. Türk olmayan veya yabancı ülkülere bulaşmış bazı kimseler
Sadettin Nüzhet'in fikirlerini senet ettikleri için Sadettin Nüzhet, bilmeyerek ve istemeyerek de
kötülük yapmış demektir.
1‐ Namık Kemal'e yapılan hücumların başında, onun Arnavutluğu hakkındaki iddia gelir. Bunun başlıca
iki sebebi var: Namık Kemal'in annesinin babası olan Abdüllâtif Paşa'nın Koniçeli olması ve Namık
Kemal'in "Tâkib" adlı eserinde "Bendeniz Arnavud'um ama o kadar ciğerden hoşlanmam. Harâbâtın
her sayfasında ise bir ciğer mazmuna tesadüf ettikçe kendimi Bahçe Kapısında Süslünün lokantasında
zannediyorum da gönlüme istikrah geliyor" demesi...
2‐ Bu iki zayıf delille Namık Kemal'i Arnavut yapmak için insanın muhakkak kötü bir niyeti olması
lâzımdır. Çünkü annesinin babası Arnavut olmakla bir kimsenin Arnavut olması icap etmez.
- 13.
www.atsizcilar.com Sayfa 13
Ambriyoloği ilmine göre o adamda ancak % 25 Arnavut kanı var demektir. Eğer Namık Kemal'in anne
babası hakikaten Arnavut ise Namık Kemal'de dörtte bir nispetinde ve kültürünün tamamıyla Türk
olmasını bir yana bırakarak Namık Kemal'e Arnavutluk kondurmak ne gülünçtür! Kaldı ki anne
babasının Arnavutluğu da kat'i değildir, bir ihtimaldir. Çünkü Koniçeliler Arnavut değildir. Bu,
İstanbul'daki Koniçelilerden sorulup öğrenilebilir. Doktor Rıza Nur," Namık Kemal" adlı eserini
yazarken Koniçelilerin ırkı hakkında araştırmalar yapmış ve İstanbul'da da benim araştırmamı
istemişti. Yaptığımız araştırmalara göre "Koniçe" kelimesinin Sırpça, Rumca ve Arnavutça olmadığını,
Koniçelerin kendilerini Türk saydıkları, aralarında bozuk bir Rumca, Selânik şivesine benzeyen bozuk
bir Türkçe ve çarşıda kısmen Arnavutça konuştuklarını öğrenmiştik.
Bu muhtemel % 25 gayr‐i Türklüğe karşı Namık Kemal'in babası tarafından sağlam bir Türk şeceresi
vardır ki inkâr olunamayacak kadar kuvvetlidir. Namık Kemal'in bilinen ilk dedesi Konyalı Bekir Ağa,
onun oğlu Sadrâzam ve şehit Topal Osman Paşâ, onun oğlu Derya Kaptanı ve Üçüncü Sultan Ahmed'in
damadı şair ve hattat Râtib Ahmed Paşa, onun oğlu beğlerbeğilik rütbesi almış olan ve Üçüncü
Mustafa'ya mabeyinci olan Şemseddin beğ, onun oğlu ve Namık Kemal'in babası da İkinci
Abdülhamid'in başmüneccimi Mustafa Âsım Beğdir. Görülüyor ki Namık Kemal 250 yıllık aristokrat ve
vatana hizmet etmiş bir aileye mensuptur. Üçüncü Sultan Ahmed'in kızı Ayşe Sultanla evlenen Râtib
Ahmed Paşanın 10 tane oğlu vardır. Bunlar herhalde bir zevceden değildir. Eğer Namık Kemal`in
dedesi Şemseddin Beğ, Ayşe Sultan'dan doğmuşsa Namık Kemal kısmen de Osmanlı hanedanına
mensup demektir. Okuyuculara kolaylık olsun diye Namık Kemal'in şeceresini liste halinde
gösteriyorum. Yanlarındaki tarihler ölüm tarihleridir:
Bazıları Topal Osman Paşa'nın babası olan Konyalı Bekir Ağa'yı mevsuk saymıyorlar. Tarihi hiç bir
kayıtta bu isme rastlanmıyor diyorlar. Olabilir. Fakat ailenin hususi sicillerinde bu ismin pekâlâ mahfuz
kalmış olması mûmkündür. Böyle olmasaydı Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem, "Namık Kemal adlı
kitabında Konyalı Bekir Ağa'yı zikretmezdi. Konyalı Bekir Ağa uydurma bir isim olsa bile Topal Osman
Paşa'nın Türklüğü aleyhinde hiç bir delil yoktur. Eski tercümeihal kitaplarında Türk'ten başka ırklara
mensup olanların asıl milliyetleri daima zikrolunduğu halde Topal Osman Paşa hakkında böyle biç bir
- 14.
www.atsizcilar.com Sayfa 14
kayıt yoktur. Türklüğü aleyhinde hiç bir kayıt olmayan bir Osmanlı Paşasını Türk saymamak kötü
niyetten başka bir şey göstermez.
Namık Kemal'in "Bendeniz Arnavud'um ama o kadar ciğerden hoşlanmam" demesi ise apaçık bir
alaydır. Bu söz, o zaman Namık Kemal'le arası açık olan Ziya Paşayı tezyif için söylenmiştir. Ziya
Paşanın annesi Arnavut'tur. Namık Kemal burada Ziya Paşanın "Harâbât"ını tenkit ederek Ziya Paşa
için bir telmih. ve kinayede bulunmuştur, Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem, Edebiyat Fakültesinde
benim hocamdı. Tam bir Osmanlı olan Ali Ekrem'de Türklük asabiyeti yoktu. Ailelerinde hakikaten bir
Arnavutluk olsaydı bunu, biz talebe ile, çok hususi ve samimi konuşan Ali Ekrem'in ağzından elbette
işitirdik. Halbuki, biz onun ağzından aksini duyduk.
Görülüyor ki Namık Kemal'in Arnavutluğu, son zamanlarda Türk düşmanları tarafından Ömer
Seyfettin'in Çerkezliği, Abdülhak Hâmid'in Araplığı, Ziya Gök Alp'ın Kürtlüğü ve Osman Gazinin
Rumluğu kabilinden bir yalandır.
3‐ Namık Kemal'in padişahtan para aldığı hakkındaki sözler de iftiradır. Namık Kemal Avrupa'da iken
Mustafa Fazıl Paşa'nın verdiği para ile geçinip mücadelesini yapıyordu. O para kesilince Türkiye'ye
döndü. Padişahtan para alan adam Türkiye'de otururdu.
Namık Kemal düşmanları onun Osmanlı hanedanına düşman olduğu halde onlardan memuriyet
almasını aleyhine bir delil diye kullanmak istiyorlar. Şunu açıkça bilmeliyiz ki Namık Kemal Osmanlı
hanedanına düşman değildi. Bilâkis o hanedanı seven ve sayan bir adamdı. Bu, tarihi eserlerinde pek
açık olarak görülür. O yalnız mutlakıyeti yıkıp yerine meşrutiyeti getirmek için padişahla çarpışmıştı.
Memuriyet almasına gelince bundan da tabii bir şey olamazdı. Çünkü nihayet kendi vatanına hizmet
ediyor ve hizmetine mukabil de yaşamak için milletinin parası demek olan maaş alıyordu. Namık
Kemal Rus çarına hizmet etmiyordu. Kendisine memuriyet veren adam nihayet bir Türk padişahıydı.
Nasıl, Osmanlı hanedanını yıkan Atatürk'ün Osmanlı devletinde bir general ve padişahın yaveri olması
onun aleyhine kaydolunacak bir nokta değilse mutlakıyetin düşmanı olan Namık Kemal'in de
padişahın bir mutasarrıftı olması onu asla küçültmez.
4‐ Namık Kemal milliyetçi değildir, Osmanlıcı ve İslâmcıdır diyorlar. Acaba 19. asır Türkiye'sinde
bugünkü gibi bir Türkçülük yapılabilir miydi? Her şeyi zaman ve muhitle ölçmek hak ve insaf icabı iken
neden Namık Kemal'in zamanı dikkate alınmadan tenkit olunuyor? Namık Kemal Osmanlıcı ve İslâm'a
idi. Fakat onun zamanının milliyetçiliği de ancak o şekilde yapılabilirdi. O kadar uluğladığımız, yakında
heykelini dikeceğimiz Fatih Sultan Mehmed de bugünkü mânâsı ile Türkçü değildi diye tenkit mi
edeceğiz? Bu gülünç iddialar demagojiden başka bir şey değildir. Unutmamalı ki Namık Kemal,
yurdumuza herkesin "Memâlik‐i Osmâniyye" dediği bir sırada "Türkistan" diyordu. Milletimiz için
birçok yerlerde "Türkler" tâbirini kullanmıştı. Bunlar onun şuurlu bir milliyetçi olduğunu göstermez
mi? Namık Kemal'in hakiki bir Türk milliyetperveri olduğuna bir delil daha vardır ki küçümsenemez:
Türkiye'deki komünistler neden daima Namık "Kemal'e saldırmışlardır? Herhalde kendilerinin tam
zıddı olduğu için... Namık Kemal en büyük milliyetçi olmasaydı Türklük ve vatan düşmanları ilk önce
ona saldırmazlardı.
Namık Kemal'in şairliği, bilginliği hakkındaki tenkitlere cevap vermeyeceğim. Bunlar asıl mevzua
temas etmez. Fakat şu kadar söylemeliyim ki Namık Kemal Osmanlı Türk edebiyatına bütün
- 15.
www.atsizcilar.com Sayfa 15
incelikleriyle vâkıftı. Öyle sanıyorum ki Osmanlı şairlerinin en ehemmiyetsizlerini bile dikkatle
okumuştu. 15. asır sonu tarihçilerinden meşhur Neşri'nin bir gazeline yaptığı nazire bunu gösterir.
Çünkü Neşri değersiz bir şairdi.
Büyük Namık Kemal'e yapılan hücumlar ya milliyetçiliği yıkmak yahut yaranmak için yapılıyor. Namık
Kemal'in belki tenkit olunacak tarafları vardır. Fakat bunlar ne komünistlerin, ne de dalkavukların
sürdükleri şeyler değildir.
Çınaraltı, 1942, Sayı: 22
ZİYA GÖKÂLP
Fikir tarihimizde birinci plânda yer alan şahsiyetler arasında Ziya Gökalp'in özel bir yeri vardır.
Diyarbakır'ın bu sakin yaratılışlı evlâdı, fikir tarihimizdeki bu mühim yerini, Türklüğe yaptığı büyük
hizmetlerle elde etmiştir.
Ziya Gökalp'in Türklüğe yaptığı büyük hizmet, Türk milliyetçiliği, yani Türkçülük alanındadır. Tarihin
uzak yüzyıllarından beri varolan, fakat Tanzimat'tan sonraki devirde hem devamlı, hem de daha
şuurlu bir mahiyet alan Türkçülüğü, ilk defa bir programa bağlayan Ziya Gökalp'tir.
Gökalp'in eserlerinin hemen hepsinde, bu büyük ülkünün izlerini bulmak mümkündür. Fakat
muhakkak ki, bu alandaki en mühim eseri, Türkçülüğün bir programa bağlandığı 'Türkçülüğün
Esasları" dır.
Ziya Gökalp'ten önceki Türkçüler, Türk milletinin bağlanacağı ülkünün Türkçülük olduğunu anlamışlar
ve bunu eserlerinde anlatmaya çalışmışlardı. Fakat bu büyük gerçeği millete mal edebilmiş oldukları
asla söylenemez. Gökalp ise, Türkiye tarihinin en buhranlı bir devrinde, birkaç arkadaşıyla birlikte
giriştikleri mücadele ile, Türk soyunun ülküsü olan Türkçülüğü geniş çevrelere yaymak imkânını
bulmuştur.
Gökalp, bu fikir mücadelesi sırasında, o vakitler bir vilâyetimiz olan Selanik'te çıkan Genç Kalemler
dergisinde yayınladığı meşhur Turan manzumesinin son beytinde, vatan kavramını şöyle
formülleştirmişti:
Vatan; ne Türkiye'dir Türkler'e, ne Türkistan, Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!.
Türk'ün büyük fikir adamı, hayatı boyunca, hem bu ülkünün yayılması yolunda uğraşmış, hem de
Türklük meselelerini hep bu ana fikir etrafında ele almış ve incelemiştir.
Ona göre Türk, bir milletin adıdır. Bir milletin bir dili ve bir tek ülküsü olur. Bazı Türk şubelerinin
Türkiye Türlüğünden ayrı bir dil ve kültüre sahip olmaya çalışmaları doğru değildir. Türklerin
birleşmeleri lâzımdır. Ancak, bu birleşme, bugün için sadece bir kültür birleşmesi olabilir.
- 16.
www.atsizcilar.com Sayfa 16
Gökalp, Türklük meselesini bu şekilde ortaya koyduktan sonra, milletimizin bu tek ülküsünün ne
olacağım tespite çalışmıştır. Değerli fikir adamımıza göre, Türk ülküsünü yakın ve uzak ülkü olmak
üzere ikiye ayırmak lâzımdır. Yakın ülkümüz, Oğuz veya Türkmen birliğidir. Çünkü, kültürce
birleşmeleri en kolay olan Türkler Oğuz Türkleridir. Türkiye Türkleri’nden başka Azerbaycan, İran ve
Harzem ülkelerinin Türkleri de Oğuz boyundandır.
Bu bakımdan, Türkçülüğün yakın ülküsü bu boydan olan Türklerin birleşmesi, yani Oğuz birliği veya
Türkmen birliğidir.
Uzak ülkümüz ise Turan'dır. Turan ülküsü, Turanlı kavimlerin birleşmesiyle meydana gelecek bir
kavimler karışımı değil, sadece Türkler’in birliğidir.
Ziya Gökalp'e göre "böyle bir birleşme mümkün müdür?" sorusunu sormak dahi lüzumsuzdur. Çünkü
bu bir ülküdür. Hem de Türkler’in ruhlarındaki heyecanı sonsuz bir dereceye ulaştıracak çok cazip bir
ülküdür. Türk milletini böyle büyüleyici ve coşturucu bir duygudan yoksun bırakmak asla doğru
değildir. Türkçülük fikrinin bu derece çabuk gelişmesinde en büyük sebep, Turan ülküsünün ruhlarda
ve gönüllerde yaktığı ateş ve büyük hamle gücüdür.
Turan ülküsü, bugün için bir hayal gibi görünmekle beraber, tarihte bir gerçektir. Çünkü Türkler
tarihte birkaç kere birleşmişlerdir.
Gökalp, bugünkü heyecan ve hamle kaynağı olan hayal ile tarihin gerçeğini birleştirerek şu sonuca
varmaktadır: Tarihte gerçek olan şeyler, gelecekte de gerçek olabilir!
Gökalp, Türk’ün bu büyük ülküsünü sadece bilim ve fikir eserlerinde ele almakla yetinmiş değildir.
Türklük ülküsünün Türk milletinin her seviyedeki fertleri ve toplulukları arasında yayılması için,
konuyu ilmî olmayan eserlerinde de çeşitli şekillerde işlemeye çalışmıştır.
Gökalp'in Türkçülük alanındaki en verimli ve sistemli eseri Türkçülüğün Esasları adlı kitabıdır. Bu
kitabın ikinci kısmında Türkçülük sekiz bölümde programlaştırılmış ve her bölümde o alanda yapılması
gerekli hususlar ana çizgileriyle tespit edilmiştir. Bu program yalnız kendi neslinin değil, sonraki
nesillerin aydınları üzerinde de büyük etkiler yapmıştır. Programdaki fikirlerden bazılarını uygulamak
isteyenler arasında Atatürk de vardır.
Türkçülüğün Esasları, Türklüğe ait meseleleri sadece ana çizgileriyle ortaya koyabilmiştir. Programda,
aradan geçen uzun zaman dolayısıyla eskiyen yerler de vardır. Fakat bu hususlar, Türkçülüğün
Esasları'nın bugün de Türk milliyetçiliğinin belli başlı kaynaklarından birisi bulunmak vasfını yok etmiş
değildir. Bu eserde bulunan eksikler, daha sonraki Türkçüler tarafından ele alınmış bulunduğu için,
Türklüğün bütün meseleleri bugün tespit edilmiş durumdadır. Eksiklik, bütün bu fikirlerin ve
meselelerin bir ana kitapta toplanmamış bulunmasıdır.
Ziya Gökalp, Türklüğü seven her Türk'ün her zaman saygı ile andığı fikir adamlarımızdan birisidir. Bu
saygı, onun Türklüğe fikir alanında yaptığı hizmetlerin eseri ve sonucudur. Her fikir adamında olduğu
gibi, elbette ki Ziya Gökalp'ta da tenkit edilecek tarafları vardır. Bu tenkidi, fikrin ciddî sınırlan içinde
- 17.
www.atsizcilar.com Sayfa 17
yapmak da elbette ki lâzımdır. Ancak, bu gibi tenkitlerin tek gayesinin Türkçülüğe ve ilme hizmet
olması gerekir.
Gökalp'i, bu şekilde tenkit etmiş fikir adamlarımız vardır. Bu suretle onlar da hem Türklüğe, hem de
ilme hizmet etmişlerdir. Ancak bu hizmetin yanında bir de büyük fikir adamımızı küçük düşürmek için
yapılan tenkitler bulunmaktadır.
Bu gibiler, Gökalp düşmanlığının eserleridir.
Gökalp düşmanlığı, fikir adamımızın şahsından çok milliyetçiliğine karşıdır. Türkçülük ülküsüne
düşman olanlar, bu ülküyü zayıflatmak için Türk milliyetçiliğinin en büyük şahsiyetlerinden birisi
bulunan Ziya Gökalp'i hırpalama taktiğinden hiç ayrılmamışlardır.
Gökalp’e düşmanlık edenlerin büyük çoğunluğu yerli kızıllardır. Bu düşmanlığın iki sebebi vardır.
Birincisi, Gökalp'in eserleriyle, Türkün manevî gücünü ayakta tutmasıdır. Türkiye'de Türkçülük
varoldukça, kızılların memleketimizi Moskof pençesine atmak gayretleri elbette ki gerçekleşemez,
ikincisi ise, büyük fikir adamımızın, Turancılık ülküsünün de en büyük siması bulunmasıdır. Türkiye
dışındaki Türklerin hürriyetlerine ve bağımsızlıklarına kavuşması dâvası olan Turancılık gerçekleşirse,
bu yerli kızılların manevî vatanları olan Rusya'nın, pençesindeki en verimli toprakları elinden kaçırmak
suretiyle yarı yarıya çökmesi olacaktır. İşte, kızılların Gökalp düşmanlığının sebepleri bunlardır. Ancak,
bu düşmanlığın bu açık sebepleriyle değil, birtakım süslü tüllere büründürülmek suretiyle yapıldığını
unutmamak lâzımdır. Fakat Gökalp o kadar kuvvetlidir ki, yıllardan beri devam ettirilen yıkıcı
kampanyaya rağmen dimdik ayakta durmaktadır.
Ziya Gökalp'in, Türkçülüğün Esasları'ndan başka 'Türk Türesi", "Türk Medeniyeti Tarihî", "Türkleşmek,
İslâmlaşmak, Muasırlaşmak" adlı fikrî ve ilmî eserleri vardır. Manzumeleri ise "Kızılelma", "Altın Işık"
ve 'Yeni Hayat" isimli kitaplarında toplanmıştır.
Bir çok mühim makaleleri dergi sayfalarında kalmıştır. Bu yazılarının en ehemmiyetlileri Küçük
Mecmua ile Yeni Mecmua'dadır.
Damadı Ali Nüzhet Göksel taraflından yayımlanan Ziya Gökalp ve Malta Mektupları adlı eserde, büyük
Türkçü’nün Malta'dan kızlarına gönderdiği mektuplar yayımlanmıştır. Fevziye Abdullah Tansel
tarafından hazırlanan Ziya Gökalp Külliyatı: I. Şiirler ve Halk Masalları'nda da değerli fikir adamımızın
bütün manzum eserleri toplanmıştır.
Gökalp'in Yarınki Türkiye'nin Hedefleri adlı eserinin tenkitli bir basımı da, genç fikir adamlarımızdan
Dr. Hikmet Tanyu tarafından, bir önsöz ilâvesiyle yayımlanmıştır. Yine Dr. Hikmet Tanyu tarafından
hazırlanan, fakat henüz basılmamış bulunan Ziya Gökalp ve Türkçülük adlı mühim eserde büyük
Türkçünün Türkçülüğe ait bütün yazıları toplanmıştır.
ORKUN, 1962, Sayı: 1
- 18.
www.atsizcilar.com Sayfa 18
M. ÂKİF
Âkif, şair, vatanperver ve karakter adamı olmak bakımından mühimdir. Şairliğine kimse itiraz edemez.
Onun oldukça bol manzum eserleri arasında öyle parçalar vardır ki Türk edebiyatı tarihinde ölmez
mısralar arasına girmiştir.
Vatanperverliği, tam ve tezatsız bir vatanperverliktir. Akif, sözle vatanperver olduğu halde fiille bunu
tekzip edenlerden değildi, Vatanperverane şiirler yazdığı halde en sefil bir namert ve en rezil asker
kaçağı hayatı yaşılanlar henüz aramızda bulunduğu için Akif'in vatanperverliği yüksek bir değer
kazanır.
Karakter adamı olmak bakımından ise Âkif eşsizdir. O, daima bulunduğu kabın şeklini alan bir mayi
veya cıvık bir halita değil; şeklini sıcakta, soğukta, borada, kasırgada muhafaza eden katı bir cisimdir.
İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü
idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü İslamcılıkda o idi. Esasen İslâmcılık Osmanlı Türklerinin
mefkuresiydi, On dördüncü asırdan beri, Türklerden başka hiçbir Müslüman millet, ne Âraplar, ne
Acemler, ne de Hintliler İslâmcılık mefkuresi görmüş değillerdi. Bir Osmanlı şairi olan Âkif'te milli
mefkure kemaline ermiş, fakat yeni bir milli mefkurenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı
görünmüştür.
Mazide yaşayanların fikir ve mefkureleri bize aykırı gelse bile onların zaman ve mekân şartları içinde
mütalaa ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz.
Çanakkale şehitleri için yazdığı şiir kâfidir. Başka söz istemez...
Akif inandı, dönmedi ve öyle öldü.
Kızıllelma, 1947, Sayı: 9
RIZA NUR
Türkçülük ülküsünün bugünkü en büyük şahsiyeti Rıza Nur artık "Dünkü şahsiyet" oldu. 63 yıllık çetin
ve metin bir hayattan sonra vatan toprağına karışırken onu son defa selamlayanlar dinmiş bir kasırga
için duyulan neyse onu duydular.
Rıza Nur 1879'da Sinop’ta doğdu. 1902'de askerî tıbbiyeden yüzbaşı olarak çıktı ve Gülhane’ye asistan
alındı. 1903'te kolağalığına terfi etti. 1905'te Gülhane’ye muallim muavini (doçent), 1907de askerî
tıbbiyeye cerrahî profesörü oldu. 1908'de binbaşılığa terfi etti. Aynı yıl meşrutiyetin ilânı üzerine
Sinop mebusu oldu. Biraz sonra, İttihatçılara muhalefet ettiği için dersi lağvedilerek muallimlikten
çıkarıldı. 1909'da yine aynı sebepten dolayı rütbesi tasfiye edilip kolağalığına indirildi. 1910'da
askerlikten istifa etti. Balkan savaşında silâh altına alınıp yaralılara baktı, aynı zamanda tıp
fakültesinde morg müdürlüğüne tayin edildi. Daha sonra İttihatçılara karşı pek şiddetli
muhalefetinden dolayı memleket dışına sürüldü. Rıza Nur sekiz yıl dışarıda, gurbette yaşadı.
- 19.
www.atsizcilar.com Sayfa 19
Mütareke olunca vatan savaşına koştu. İlk Millet Meclisine Sinop mebusu seçildiği gibi, Ankara'da ilk
hükümeti kuranlar arasında da bulundu. 1920'de Ankara hükümetinin ilk Maarif Vekili olarak
hizmetler etti. Aynı yıl Hariciye Vekâletinin de Vekilliğini yaptı. Yine aynı yılın sonunda Rusya’ya
gönderilen fevkalâde murahhas heyeti âzalığı dolayısıyla Maarif Vekâletinden istifa etti, 1921'de
Sıhhiye Vekili oldu. Sakarya meydan savaşının buhranlı günlerinde cephe gerisinde bulunarak pek
iptidai vasıtalarla kurduğu seyyar hastanelerde bizzat yaralıları tedavi etti. Operatörlükte usta bir
doktor olduğu için pek çok Türk yaralısının hayatını kurtardı. 1922'de Ukrayna’ya gönderilen
fevkalâde murahhas heyeti reisliğine tayin olundu. Döndükten sonra tekrar Sıhhiye vekâletine seçildi
ve bu yıl içinde üç defa Hariciye Vekâleti vekilliğini de yaptı, 1923'te Sıhhiye Vekilliği uhdesinde
kalmak üzere Lozan konferansına ikinci murahhas olarak gitti. Lozan müzakerelerinde bilgisi, zekâsı ve
metaneti ile pek büyük hizmetlerde bulundu. Hattâ Venizelos’la olan meşhur bir münakaşasında
Venizelos’un bayılmasına sebep oldu. Lozan barışı imzalandıktan sonra Türkiye’ye dönüp ikinci Millet
meclisine yine Sinop’tan mebus seçildi ve Tıp Fakültesi kendisine fahrî profesörlük unvanını verdi.
1926'da, ilkkânunda mebusluğu bırakıp Paris’e gitti, 1926'dan 1938'e kadar on iki yıl gurbette yaşadı.
İlk yıllarını Paris’te, son yıllarını daha ucuz bir memleket olan İskenderiye’de geçirdi. Bu müddet
zarfında Türkbilik Revüsü adlı yıllık bir Türkiyat dergisi neşrederek ilmî araştırmalarının sonuçlarını
yaydı. 1938'de Türkiye’ye dönüp Taksimde bir kira apartmanında oturmağa başladı. Bu üç odalı
mütevazı dairede dört yıl kadar yaşadı.
Merhum Refik Saydam’ın yardımıyla tedahülde kalmış olan üç yıllık tekaüt maaşını aldıktan sonra
Tanrıdağ dergisini çıkararak memlekete son bir hizmet daha yapmak istedi. Bu iş onu fazla yordu ve
çok üzdü. Diğer bir takım hâdiseler de buna eklenince ölüm kendisine daha çabuk geldi. 7 Eylülü 8
Eylüle bağlayan gece, gece yarısından beş dakika sonra kendisinde bir fenalık duyarak uyandı. Aynı
apartmanda oturan ahbabı doktor Semih Sümerman hemen gelerek bir iğne yaptıysa da iş işten
geçmişti. Ağzından kan geliyordu. Gece yarısını yirmi dakika geçerken artık Rıza Nur yaşamıyordu.
Onun hakikî dostları ölümünü pek geç haber aldılar. Biz, 8 Eylülde kendisine Beyoğlu hastanesinin bir
kıyısında tabuta konmuş olarak bulduğumuz zaman şaşırdık. Yanında kimse yoktu. Onu bir kalabalığın
ortasında mı bulacağımızı umuyorduk, bilmem. Çok hazin ve çok manalı bir yalnızlığın içinde Rıza Nur,
ertesi günü ikindiye kadar orada yattı. Belki bu, onun toprak üzerindeki ilk rahat yatışıydı. Ömrünün
yirmi yılı, yani üçte biri gurbette geçen Rıza Nur, hapislere atılan Rıza Nur belki artık dinlenecekti.
9 Eylül günü öğleden sonra Beyoğlu hastanesine tek tük vefalı kalp sahipleri gelmeğe başladı. Rıza
Nur’un yaşıt akranları arasında birkaç üniversite ve lise talebesi de bulunuyordu. Çoğu birbirini
tanımayan bu insanlar burada hangi duygu ile birleşmişlerdi? Şu iki Azerbaycanlı ve şu tek Türkistanlı
burada ne arıyordu? Burada resmiyet ve gösteriş bağları yoktu. Burada bir tek bağ vardı. Oda Türk
ırkının ve kanının bağı idi. Manzaranın en hazin tarafı bir takım yaşlı insanların gelip hissiz ve
mütevekkil beklemeleri idi. Türk milletinin tevazuuna pek yakışan asker kumaşından elbise giymiş
olan yarbay rütbesindeki şu ak saçlı askerî doktor kimdi? Niçin bu kadar sessiz ve durgundu? Rıza
Nur’un eski bir dostu olduğunu bildiğim şu yaşlı eczacı ne zaman gelmişti ve neden onun sükûtu en
belâgatlı bir hitabet kadar tesirliydi? Burada her şey hazindi. Doktor Mazhar Osman’ın büyük bir
değerbilirlikle gönderdiği çelenk, dışarı Türkleri’nin çelengi, Ülkü ve Arkadaş Basımevleri sahiplerinin
sessizce gelişleri, liseli, üniversiteli, Güzel Sanatlı, eski elçi, eski başkonsolos, eski paşa, profesör bana
- 20.
www.atsizcilar.com Sayfa 20
hep hazin ve manalı geliyordu. Daha tanımadığım birçok dostları bu hazin manzaraya daha çok hüzün
katıyordu. Gençler Rıza Nur’un tabutunu Türk bayrağına sardılar.
Teşvikiye camisinden Harbiye’ye kadar eller üstünde gelen Rıza Nur’un bütün hayatında olduğu gibi
ölümünden sonra da yüreği mi kanıyordu? Değilse tabuttan aşağı sızan o kan damlaları neydi? Tulgalı
on polis tabutun iki yanında yürüyor, Riyaseti Cumhur yaveri ve İstanbul Valisi de arkasından
geliyordu. Bu hazin alay Harbiye’ye kadar yavaş yavaş geldi. Sonra mezara doğru hızlı bir gidiş başladı.
Cenaze arabasının arkasından giden iki otobüs ve birkaç otomobil, Peyami Safa’nın bahsettiği iki üç
mangayı götürürken yanlış bir tesadüfle Beyazıt’ta toplanmış olan diğer bir iki manga da orada
boşuna beklediler. O "makberin yolunu gösteren tabut, yürüyen bir heykel olan tabut, o dilsiz ve sağır
hatip" arkasında bir avuç insanla mezara doğru koşuyordu.
Hiç bir gömme töreni bu kadar sade ve samimî olmamıştır. O gün hafızaların seslerinde yanık bir eda
mı vardı, göğün bulutlu ve serin havası mı elemliydi? Her halde bir başkalık gönüllere kadar işliyordu.
Mezar kapanırken oradakilerin hepsinin gözleri yaşlıydı. Etrafta çevre çevre kardeşi, Ebüzziyade Velid,
Avukat Mehmet Ali, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Hilmi Ziya, Peyami Safa, eski Sivas mebusu Rasim, Avukat
İffet, İsmet Rasin, Azerbaycanlı Sadık ve Ali Ekber, Türkistanlı İlhan, Ülkü Basımevi sahibi Muharrem,
Arkadaş Basımevi sahibi Şemseddin, Doktor Mustafa Hakkı Akansel, Doktor İzzettin Şadan, eski elçi
Tevfik Kâmil, Şeyhislâm zade Muhtar, eczacı Vedat, eski başkonsolos Fahrettin Hayri Beyler; edebiyat,
tıp, mimarî ve lise talebeleri, tanımadığım vefakâr arkadaşlar ve gençler, nihayet oradaki tek kadın
Tolunay Atsız, sessiz duruyorlardı. Mezar kapandıktan sonra o yaşlı dost, o candan insan irticalen
"Büyük Türk Rıza Nur, bütün hayatında dimdik kalan, kanaatlerini her yerde açıkça söyleyerek
nikbetlere katlanan büyük Türk Rıza Nur, Türk milletinin nuru Rıza Nur" için ne güzel sözler söyledi.
Bugünkü tenhalıktan yarın bu kabri bir ziyaretgâh haline getirecek kalabalıklar doğacağını anlattı.
Sonra gökten birkaç damla yağmur düştü ve biz, ölen değil, vatan topraklarına karışan Rıza Nuru
orada yalnız bıraktık.
Çınaraltı, 19 Eylül 1942, Sayı: 52
BÜYÜK TÜRKÇÜ RIZA NUR (*)
Doktor, siyaset ve devlet adamı, tarihçi ve Türkçü olarak Türk tarihinde ileri bir yeri olan Rıza Nur'un
en kuvvetli cephesi Türkçülüğüdür. Doktor olarak, bilhassa Kurtuluş Savaşında, milletine değerli
hizmetler yapan, sünnetçiliği ilmî bir şekle koyarak bu alanda orijinal eserler veren; geniş halk yığını
ve gençler için yazdığı büyük Türk Tarihi'yle Türkiye'de milliyetçilik, Türkçülük ve ırkçılık duygu ve
düşüncelerini alevlendiren; Lozan'da ikinci murahhas olarak Baş murahhas İsmet Paşa'nın dediği gibi
en büyük hizmeti yapan ve ondan sonraki bütün çalışmasını Türklüğe, Türkçülüğe veren ve ömründe
en büyük övüncünün Türk yaratılmak olduğunu söyleyen Doktor Rıza Nur, meziyetleri ve eksikleri ile
birlikte büyük çapta bir adamdı. Eski Türkler gibi hususî meclislerinde ince ve güler yüzlü, devlet ve
millet işlerinde sert ve müsamahasızdı. Maddî ve manevî birçok hizmetleri arasında, yaptığı tesirin
büyüklüğü ve genişliği bakımından, en üstünü, bazıları tarafından ilmî olmadığı ileri sürülen Türk
tarihidir. Rıza Nur o büyük ve dağınık Türk tarihini bilginlik taslamak için değil, Türklüğe faydalı olmak,
milleti uyandırmak, maziyi sevdirmek için yazmıştı. Kitap bu bakımdan vazifesini fazlasıyla yapmıştır.
Bu satırların sahibi de o büyük "Türk Tarihi"nden feyz alanların biridir. O büyük tarihi okuyanların
- 21.
www.atsizcilar.com Sayfa 21
aklında, belki hiçbir tarihî hâdise kalmıyor, fakat Türklük sevgisi ve şuuru, Türk ırkının üstünlüğü
duygusu silinmez bir şekilde yer ediyordu.
Bu küçük kitap büyük bir adamı Türk gençliğine iyice tanıtmak, onlara bir örnek ve millî bir borcu
ödemek için yazılmıştır. Millete hizmet edenleri tanıtmak, onları manen yaşatmak demektir. Bir
millet, kendine hizmet edenleri manen ne kadar çok yaşatırsa, o kadar çok yaşamağa hak kazanmış
olur.
Beni tanıyanların iyi bildiği "Zamansızlık" gibi güç şartlar altında yazdığım bu eseri, artık Tanrı'nın
esirgenliğine bırakmış olduğumuz Doktor Rıza Nur'un büyük hâtırasına sunuyorum.
11 Temmuz 1943, Maltepe
(*) Bu yazı, Atsız'ın hazırlamakta olduğu "Rıza Nur" hakkındaki eserden alınmıştır.
RIZA NUR'UN HAYATI
AİLESİ
Rıza Nur'un baba tarafı en aşağı 200 yıldan beri Sinop'ta oturan ve "İmamoğlu" adını taşıyan bir aileye
mensuptur. Rıza Nur'un bilinen ilk atası Sinoplu Hacı İbrahim'dir. Bunun oğlu Sinop Kalesi dizdarı
Mustafa aynı zamanda Sinop'taki Hisar camisinin imamı olduğu için bu aile adı onlara yâdigâr
kalmıştır. Bu İmam Mustafa tarafından yazılıp nesilden nesile Rıza Nur'a kadar gelen bir yazmada,
1189, 1200, 1212, 1213 Hicri tarihleri vardır, Bu tarihlerde Mustafa'nın imam olduğu anlaşılmaktadır.
Bu imam aynı zamanda Sinop'ta yazıcılık ve hekimlik de yaparmış.
Rıza Nur'un baytar binbaşısı olan amcası Bağdat'ta ölmüş, babası Mahmud ise, 20 yaşında askere
çağırılıp Tersaneye alınmış, İstanbul'da kundura fabrikasına verilmiş, o zamanın usulünce 10 yıl
askerlikten sonra subay yapmışlarsa da istifa edip Sinop'a gelmiş kunduracılık etmişti. O zamana
kadar ayakkabı olarak yalnız yemeni kullanan Sinoplular kundura giymeğe böylelikle alışmışlardı.
Mahmud, kemikli, sarı saçlı, mavi gözlü, güzel yüzlü bir adamdı. Okur yazardı. Pek dindardı.Namazı hiç
bırakmaz, her cuma akşamı Kur'an okur du.
Rıza Nur'un ana tarafi da yine Sinoplu ve Zarflıoğlu denen bir alieye mensuptu. Rıza Nurun annesi
olan Hâcere Hanımın babası"25 kadar yelkenliye sahip, zengin bir adamdı. Rusya ile Sinop ve İstanbul
arasında nakliyat yapardı. Fakat bir firtınada bütün gemileriyle birlikte battı. Kara saçlı bir kadın olan
Hâcere Hanım da hiç bir namazını bırakmayan akıllı ve işgüzar bir kadındı.
ÇOCUKLUĞU
Rıza Nur, İmamoğullarından Mahmud ile Zarflıoğullarında Hâcere'nin dört çocuğunun ilki olarak 30
Ağustos 1879'da Sinop'ta doğdu. Adı, yalnız "Rıza" idi. "Nur" adını sonra Tıbbiye'de kendisine o
- 22.
www.atsizcilar.com Sayfa 22
zamanın modasınca mahlas olarak koymuştur. Rıza Nur, baba ve ana cihetinden Sinoplu ve Türk olup
soyunda hiçbir yabancılık yoktur. Dindar ve namuslu insanlar olan babasından ve anasından dini
fazilet telkinleri alarak büyüdü. Anasının Rıza Nur üzerindeki tesiri pek büyüktü.. Anasını çok severdi.
Onun sözlerini, ögütlerini ölünceye kadar unutmamıştır.
Dört yaşında iken Sinop'taki Kapan ilkokuluna (ibtidai mektebine) başladı. Sarıklı Hoca Ahmed Efendi,
Rıza Nur'u çok sever, oğlunu İstanbul'a gotürüp okutması için babası Mahmud Efendiyi teşvik ederdi.
İlkokulu bitirdikten sonra Alâaddin Camisi avlusundaki mülkiye rüşdiyesine girdi. (O zaman rüşdiyeler
ilkokulla ortaokul arasındaki ikinci derecede okullardı). Bu iki okulda Rıza Nur, sınıfın ilerisinde
bulunmakla beraber çalışkan değildi. Kuşa meraklıydı. Kafesler, kapancalar ökseler yapar, saka, iskete,
filürye tutardı. Evde on, on beş tane kafesi vardı. Fakat babası, Rıza Nur'a çok dikkat eder,
yaramazlığını haylazlığa vardırmasına engel olurdu. Her gün okul dönüşünde 10 satır güzel yazı meşk
ettirirdi. Bu Rıza Nur'a çok sıkıntı vermekle beraber, yazısının güzel olmasını sağlamıştır. Sonraları
Tıbbiye'de acele not tutmak ve daha sonra da birçok yazı ve makaleyi çabuk çabuk yazmak dolayısıyla
Rıza Nur'un yazısı biraz bozulmuşsa da yine işlek bir yazısı vardı.
Bir gün Rüşdiye öğretmeni olan sarıklı hoca, sınıfa kızdı. "Yirmi kişilik sınıfın bütün öğrencilerini
falakaya yatırıp birer birer dövdü. Fakat sıra Rıza Nur'a gelince, isyan etti. "İnsan dayak yemez, hayvan
dayak yer" diyerek kitaplarını alıp okuldan kaçtı. Fakat bir yandan da babasından korkuyordu. Babası
üç gün sonra işi tatlıya bağladı. Rıza Nur'un ısrarına rağmen: "Seni hocan istiyor; okumazsa yazık olur
diyor" sözleriyle onu tekrar okula götürüp meseleyi kapattı. 12 yaşında rüşdiyeden çıkarken Rıza Nur
on dersin her birinden birer kitap mükâfat almıştı.
Rüşdiyede okurken kürek çekmesini, yüzmesini, ata binmesini pek güzel öğrenmişti. Avcılığı ve atıcılığı
da severdi. Ama anası, babası "kazâ çıkarırsın" diye ona tüfek vermezlerdi. Cuma günleri "Meydan
Eteği" denilen kale dışındaki düzlükte top oynanır,at yarışları yapılırdı. Bunu yaşlı adamlar yapardı.
Rıza Nur bunları seyreder ve heveslenirdi.
Bu sırada bir eğlencesi de "Battal Gazi", "Kan Kelesi" ve buna benzer kitapları okumaktı.Bunları çok
sever, "bir na'rada bin kâfiri yere serdi", "kılıcını çekip tek başına.düşman ordusuna girdi" cümleleri ni
okuduğu zaman büyük bir heyecana kapılır, kahramanlık duyguları uyanır, kendisi de öyle isterdi
RIZA NUR İSTANBUL'DA
Sinop'taki rüşdiyeyi bitirdikten sonra, babası Rıza Nur'u getirerek halasının yanına bıraktı. Rıza Nur'un
halasının kocası, yani Rıza Nur'un eniştesi Şehremaneti mühendislerinden Hüsnü Beğdi. Bu
mühendisin dayısı olan bir albay (miralay) askeri rüşdiyelerin nâzırı idi. Bu albay, Rıza Nur'u
Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesine yazdırdı. Şimdi Adli Tıp müessesesi olan bu okulda 500 kadar öğrenci
vardı.Rıza Nur, ilk hususi imtihanda sınıfın birincisi oldu. Okuduğu Battal Gazilerin ve o gibi kitapların
tesiriyle süvari subayı olmak istiyordu. Babası ise atalarının tesiriyle doktor yapmak istiyordu. Çünkü,
Rıza Nur'un ataları ocak halinde bir nevi halk hekimliği yaparlardı. Rıza Nur bir oldu bitti yapmak
isteyerek, iki yıl okuduktan sonra çıktığı Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesinden sonra Çengelköy'ündeki
Kuleli Harbiye idadisine (Lisesine) yazıldı. Fakat babasının ısrarlarına dayanamayarak oradan çıkıp
onun yanındaki Tıbbiye İdadisine girdi. Bu okul üç sınıflı idi. Bütün öğrencileri 600 kadar olan Tıbbiye
İdadisinde sınıflar 200 kişilikti. Rıza Nur sınıfın ilerisinde idi.Fakat burada haylaz ve haşarı oldu. Yalnız
- 23.
www.atsizcilar.com Sayfa 23
imtihan zamanlarında birkaç gün çalışırdı. Bütün günü kavga, dövüşle geçiriyordu.Güreşe de heves
etmişti.Güreşler yapıyordu.
Tıbbiye idadisinin talebesi doktor ve baytar olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Yani idadiyi bitirdikten sonra
Baytar Mektebine girecek talebe de burada okurdu.Bu iki takım talebe birbirine düşmandı. İkide bir
toplu olarak çetin dövüşler yaparlardı. Bazen usturpa ve muştalarla yapılan ve temeli kahramanlık
dâvası olan bu dövüşlerde Rıza Nur'un fikri hayatında bir değişiklik oldu: Bir gün bir öğrencide Namık
Kemal'in bir şiirini görmüş okumuş ve derhal büyük bir tesir altında kalmıştı. Rıza Nur bu şiire âdeta
bayılmıştı. Derhal Namık Kemal'in öteki şiirlerini de aramağa başlamıştı. Yazma birtakım şiirlerini ve
Celâleddin Harzemşah, Cezmi, Rüya, Gelibolu gibi nesirlerini buldu. Bunları okudukça Namık Kemal'e
hayranlığı arttı. Hürriyet aşkı ve istipdat düşmanlığı gönlünde yer etti. Bu eserleri gizli okuyup
birbirine verirlerdi.
O sırada Tıbbiye İdadisinde Muhtar adında ve teğmen (mülâzim) rütbesinde bir Fransızca öğretmen
muavini vardı. Derslerinde kapalı olarak hürriyet sevgisi vermeğe çalışırdı. Rıza Nur'un çok hoşuna
gittiğinden onu Türkçe olarak yazdı. Filibe'de, Selânikli Hilmi tarafından çıkarılan "Emniyet" adındaki
gazeteye yolladı. Bu yazı o gâzetede Sinoplu Rıza" imzasıyla çıktı. Bu yazı Rıza Nur'un ilk yazısıdır.
Onun basılması ve arkadaşları tarafından beğenilmesi Rıza Nur'un pek boşuna gitti.
Yine Mülâzım Muhtar Efendi, bir gün Chateaubriant'ın "Atala" adlı eserinden bahsetti. Rıza
Nur,Beyoğlu kitapçılarından bu eseri bulduysa da
anlayama dı.O zaman kendisine bu kitabın Recaizade Ekrem Bey tarafından yapılmış bir tercümesi
olduğunu söylediler. Onu da buldu. Bu tercüme ile ve kamusla aylarca uğraşarak eseri söktü.Çok
hoşuna gitmişti. Atala'nın tesiriyle olacak, idadiyi bitirip tatil zamanında Sinob'a gittiği zaman
"Zeytinlik" denilen yerde "Şüküfe‐i Muhabbet" adında edebi bir nesir yazdı.O zaman 18 yaşlarında idi.
1895'te Tıbbiye Mektebine girdi. Sınıfları 180 kişiydi. Askeri Tıbbiye'nin eskiden beri talebe arasında
yaşılan kuvvetli gelenekleri vardı. Yeni gelen sınıfın her talebesine yukarı sınıflardan bir talebenin
gelip fazilet, hürriyet severlik, istibdat düşmanlığı, talebe arasında kardeşlik, yukarı sınıflara itaat
dersleri vermesi de bu gelenekler arasıda idi. Rıza Nur'a yukarı sınıflardan Nâzım adında bir öğrenci
gelmiş, bunları söylemişti. Bu sözler Rıza Nur'da büyük bir tesir yaptı ve talebe arasındaki siyasi
teşkilâta girmesine sebep oldu.
Askeri Tıbbiye ilk önce külhanbeylik, yani şövalyelik, sonra edebiyat ve felsefe, nihayet
hürriyetseverlik çağının ateşli zamanıydı. Askeri Tıbbiyeliler para toplayarak Paris'e, Mısır'a,
Cenevre'ye hürriyet için çalışanlara gönderirlerdi. O vakit o memleketlerde yaşılan hürriyetperverlerin
bastıkları yazıları Galata'daki Fransız Postahanesi vasıtasıyla getirterek her yere dağıtırlardı.
Tıbbiyeye girince Rıza Nur'un haşarılığı, haylazlığı kalmadı. Çok uslu, sessiz ve çalışkan oldu. Teneffüs
zamanlarında ve geceleyin subay gelip yasak edinceye kadar yatakta bile hep okuyordu. Şahsi
kusurlarını düzeltmek için nefsiyle mücadeleye başladı. İrade kuvvetiyle birkaç ayda bunlardan
kurtuldu. Artık bütün kusurları ve fazlalıkları atmıştı. Hatta gülmeği bile unutmuştu. Tıbbiyeden
çıkıncaya kadar belki bir defa bile gülmediği gibi fazla gülenlerden de tiksinir olmuştu.
- 24.
www.atsizcilar.com Sayfa 24
Askeri Tıbbiyede daima siyasetle meşguldü. Siirle de uğraşmaya başlayıp arzuyla bir iki şiir yazdı. Bir
tanesini "Malûmat" gazetesine verdi. Bastılar. Fakat şiir için kültürün çok lâzım olduğunu anlayarak
bir yandan derslerine, bir yandan da edebiyat ve felsefe kitaplarına düştü. İlk önce Abdülhak Hâmid,
Naci gibi son devir Türk şairlerini; sonra da Fransız klâsikleri ve Goethe, Sehiller, Shakespeare ve
Byron'un fransızcaya tercümelerini okudu. Bilhassa tatil zamanlarında Sinop'ta iken kırlara, kıyılara
çekilir, bu eserleri okurdu. İlk önce lügatla okuyordu. Sonra Fransızcayı adamakıllı öğrendi. Lamark,
Darwin, Buchner, Hekel, Schopenhaur gibi filozofları da okudu. Rıza Nur siyasi ve edebi çalışmaların
tıp tahsiline engel olduğunu görünce artık yalnız dersleriyle uğraşmağa karar vermişti. Bu sıralarda
Askeri Tıbbiyenin dahiliye zabitlerinden Arap Sabri adında ve Mülâzım (teğmen) rütbesinde bir Zenci,
Rıza Nur'u çağırtarak: "Siyasetle uğraştığını mektep idaresi biliyor, seni sürgün edecekler. Halbuki
millete hizmet edebilecek bir talebesin. Sonra sana yazık olur" dedi. Rıza Nur, dahiliye zabıtına
teşekkür ederek ayrıldı, tedbir aldı. Birkaç gün sonra idare heyeti dersaneyi ve yatakhaneyi basıp Rıza
Nur un dolaplarını aradıkları zaman bir şey bulamadılar. Yalnız Fransızca bir gramer kitabının içinde
Santo Briyan'ın İstanbul'a geldiği zaman yazmış olduğu,padişahların zulmünden bahseden bir parçayı
buldular. Müdür bu Fransızcayı dahiliye subaylarından Binbaşı Hüsnü Beğe vererek ne olduğunu
sordu. Hüsnü Beğ, derse ait olduğunu söyleyerek. Rıza Nur'u kurtardı.
Rıza Nur siyasi faaliyetten çekilince derslerine sarıldı. Sınıfının çavuşlarındandı. Çalışkanlığı, fazileti,
dünyaya aldırış etmemesi yüzünden arkadaşları ona "Diyojen" diyorlardı. Derslerini Paris Tıp
Fakültesinde okutulan Fransızca kitaplardan takip ediyordu. Fakat son sınıflarda bu aralıksız ve çetin
çalışmadan hasta düştü. Çok zayıftı. Babası da eskisi kadar para gönderemediğinden her istediği kitabı
alamıyordu.O zaman: "İlerde param olursa kitap bulamayanlar için bir kütüphane yapayım" diye
ahdetmişti. Sinop'taki kütüphaneyi bu yüzden yapmıştır. Son sınıfta tez olarak o zaman kadar
yazılmamış bir şey hazırlamak istiyordu. "Hitan" aklına geldi. Bunu yazdı. Doktor olunca. büyültüp
eser halinde neşretmiştir.
RIZA NUR'UN GÜLHANE'DE ASİSTANLIĞI
27 Kasım 1901'de Askeri Tıbbiye'den yüzbaşılıkla mezun olarak doktor çıktı. Tıbbiyedeki dersler çok
nazari idi.Gülhane hastahanesinde staj yaparak ameli tıp öğreneceklerdi. O zaman Gülhane'ye Alman
profesörler getirmişlerdi.
Rıza Nur'un, Tıbbiye idadisinde 200 kişi, Askeri Tıbbiyenin ilk sınıfında 180 kişi olan sınıfı döküle
döküle azalmış, 67 kişi doktor çıkmıştı.
27 Şubat 1902 de Gülhane'ye başladı. Orada Alman profesörlerinin yanında doktorluğa fevkalâde
çalıştığı gibi Fransızca konuşan bir ailenin yanında pansiyon kalarak Fransızca pratiğini de ilerletti.
Çünkü o zamana kadar Fransızcayı iyice öğrenmiş olduğu halde konuşma pratiği yoktu. Bu müddet
için de hem Fransızca konuşmasını ilerletti, hem de yılın sonunda Alman profesörlerden "pekiyi"
derecede diploma aldı.Alman profesörler, bu yüksek başarısından dolayı Rıza Nur'u dört beş
arkadaşıyla birlikte yanlarına asistan aldılar. Halbuki Serasker Kapısı (yeni Genelkurmay Başkanlığı ve
Millî Savunma Bakanlığı yerinde olan makam) kurra ile Rıza Nur'u Basra'ya, Altıncı Orduya bağlı 46.
alayın 3. taburuna tayin etti. Ortaya tuhaf bir durum çıktı. Profesörler Rıza Nur'u vermediler; Serasker
Kapısı da Basra'ya tayin etmekte direndi. Altı aylık çekişmeden sonra profesörlerin dediği oldu.
- 25.
www.atsizcilar.com Sayfa 25
Fakat bir yıl sonra Serasker Kapısı,Rıza Nur'u Yemen'e tayin etti. Yine çekişme oldu. Nihayet Alman
elçisi Von Bieberstein bir cuma selâmlığında huzura çıkarak "Rıza Nur hastahaneye lâzımdır" diyerek
onu orada bıraktırdı. Bu vak'a birçoklarınca tuhaf görüldü. "Rıza Nur kim oluyor ki Alman elçisi onun
için huzura çıkıyor" dediler.
Rıza Nur artık gece gündüz hastanede idi. Cuma günleri bile çıkmıyordu. Tıbbın bütün şubelerinde,
bilhassa profesör Deike'nin yanında lâboratuvar ve teşrihi marazide çalışıyordu. Doktorluğa ait umimi
bilgisini kuvvetlendirdikten sonra ihtisas yapmak üzere cerrahi kısmına girdi ve operatörlükte ilerdi.
Rıza Nur,Alman profesörlerinin yanında iki yıl asistanlık ettikten sonra doçent oldu. Artık kendi
kendine ameliyatlar yapmaya ve ders vermeye başladı. Daha Tıbbiye de talebe iken başladığı '' Fenni
Hitan'' adlı eserini bitirmişti.Bu eser henüz basıldığı halde duyulmuş, orijinal olduğundan tıp âleminin
dikkatini çekmişti. Padişahın başhekimi Said Paşa da işitmişti. Gülhane'ye bir telgraf çekerek Rıza
Nur'u Yıldızda, Yenimahalle'deki evine çağırttı. Kitabı ve Rıza Nur'un hazırlamış olduğu sünnet âletleri
koleksiyonunu görerek beğendi.
Bir müddet sonra yine telgrafla Rıza Nur'u istetti. Bu eserden ve âletlerden padişaha bahsettiğini,
padişahın bunları görmek istediğini, iyi bir yazı ile eseri yazdırıp âletleri de kadife bir kutuya koyarak
getirmesini söyledi. Rıza Nur 15 altın vererek eseri iyi bir hattata yazdırdı. Bir de kadife kutu yaptırıp
âletleri koydu; Said Paşaya götürdü.
Başhekim, bir gün sonra Rıza Nur'u telgrafla Yıldız sarayına çağırdı. Rıza Nur, Said Paşanın odasına
girdi. Yanında Sultan Abdülhamid'in başmusabihi Zenci Nadir Ağa ile başka birisi, bir de Said Paşanın
muavini bir doktor binbaşı vardı.Orada Said Paşa, Rıza Nur'a, eserinin Sultan Abdülhamid tarafından
beğenildiğini, bu yüzden kendisinin sol kolağalığa ( kıdemsiz önyüzbaşılığa) terfi edildiğini ve kitabının
basılmasına irade çıktığını bildirdi (6 Haziran 1903). Fakat Rıza Nur, eseri yine kolay kolay bastıramadı.
Çünkü Serasker Kapısı matbaası kitabı basmadı. Kitabı Maarif Nezaretine (=Milli Eğitim Bakanlığına)
verip oradaki sansürden izin almaya mecbur oldu. Birkaç ay da böylece uğraştıktan sonra adından
"Nur"u kaldırıp yalnız "Rıza" adıyla kitabını bastırabildi (1905). Bu eser, Gülbane Hastahanesi Dış
Hastalıklar Muallimi olan Alman Profesör Miralay (= Albay) Witing tarafından Almancaya da çevrildi.
RIZA NUR ZİBEFCEDE 1903 Kasımında Rıza Nur'u o zamanki Türk‐Sırp sınırı üzerindeki Zibefce
gümrüğüne bakteriyolog olarak tayin ettiler. Bu köy Belgrad‐Selânik demiryolu üzerinde idi.
Makedonya'daki Türk askerleri için Bulgaristan'dan gelen ve Niş yolu ile sınırımıza giren unlara
Bulgarların veba mikrobu ve zehir kattıkları hakkında Padişaha bir haber geldiğinden Mabeyin,
Serasker Kapısından oraya çabucak gönderilmek üzere bir bakteriyolog istemiş, Serasker Kapısı da
Profesör Deike'nin muavini olarak lâboratuvarda vermişti. Rıza Nur, Rüsumat Emini Nazif Paşaya
başvurarak bakteriyoloji ile toksikolojinin iki ayrı iş olduğunu, bundan dolayı kendisinin ancak veba
mikrobu arayabileceğini, zehir arıyamayacağını söyledi. Cahil bir adam olan Rüsumat Emini Nazif
Paşa, Rıza Nur'u dikkatle dinledikten sonra: "Git, ikisini de yaparsın" dedi. Bunun üzerine Rıza Nur bu
işler için gereken âletleri istedi. Paşa buna da: "Git, arkandan göndeririz" diye cevap verdi. Belli idi ki
Rıza Nur'u başında savıyordu. Çünkü istediği âletlerin ne olduğunu sormamıştı.
- 26.
www.atsizcilar.com Sayfa 26
Birkaç gün sonra Rıza Nur yine Sirkecideki Rüsumat dairesine giderek âletleri istedi. Paşa, yine
başından savacak şekilde cevaplar verdi. En sonunda Rıza Nur kendisinin büyük bir sorumluluk altına
gireceğini, mikroskop olmadan mikropları, eğer varsa, göremeyeceğini söyledi. Pek bilgisiz olan
Rüsumat Emini buna karşı: "Gözünü dört aç, mikrobu görürsün,diye cevap verince Rıza Nur az kalsın
ağlayacaktı.Çare olmadığını görünce nihayet mikroskopsuz, âletsiz olarak Zibefce'ye hareket
etti.Burası bir istasyon yapısı ile bir büfeden, üç beş de barakamsı evden yapma bir dağ köyü idi. O
barakalarda gümrük memurları oturuyordu.Açıkta kalan Rıza Nur İsviçreli olan istasyon şefinden
müsaade alarak istasyonun kömür deposunda yattı. Kürekle kömürleri bir yana iterek bir yataklık yer
açtı ve İstanbul'dan getirmiş olduğu şiltesini oraya serip uyudu.Birkaç gün sonra gümrük memurları
için yapılmış apartman tarzında kâgir bir yapı olduğunu öğrendi. Daha bitmemiş olan bu yapıda
kömürlükle ölçülemeyecek kadar iyi ve güzel odalar vardı. Rıza Nur boş bir odada yatmak için gümrük
memurundan izin istedi. Fakat Gümrük memuru bu izni vermedi. Bunun üzerine Rıza Nur subaylığı ele
aldı. Bir adama yüklettiği bavul ve yatağı ile birlikte kılıcını eline alarak kapıyı kırdı. Odayı işgâl ederek
üzerine kilit vurdu, yerleşti. Bunun üzerine Rıza Nur'u oradan çıkarmaya çalıştılar. Çıkaramayınca
Selânik Rüsumat Müdürlüğüne yazdılar. Orası da Rıza Nurun muhakkak çıkmasını istedi Bunun
üzerine Rıza Nur 12 Kasım 1903'te Rüsumat Emanetine, 17 Aralık 1903'te Selânik Rüsumat Nezaretine
( Umum Müdürlüğüne) mektuplar yazarak hem âlet, hem de yatacak yer gösterilmesini istedi. Rıza
Nur'u girdiği yerden çıkaramadılar. Fakat unları muayene için de hiçbir âlet filân gelmedi. Unlar
birikmişti. Geçirmek için gümrük Rıza Nur'dan rapor istiyordu. Rıza Nur: "Mikroskop olmadan
muayene edemem" diyordu. Sonunda, un tüccarları şikayet ettiler. Unlar raporsuz geçti. Ne veba
çıktı, ne de zehirlenme oldu.
Zibefce'ye tren geldikçe gümrük salonunda Rıza Nur da bulunurdu. Bir takım Sırp ve Bulgar
köylülerinin çarıklarındaki bağ yerine elektrik tellerinin, bellerinde de kemer yerine yine elektrik
tellerinin bulunması bir gün Rıza Nur'un dikkatini çekti. Onları iyice muayene ettirince birkaçının
eşyası arasında paket paket güherçile, birkaç tane elektrik kömürü, bir tanesinin üzerinde de dinamit
çıktı.Rıza Nur bunları toplayarak raporunu yazıp Üsküp'e gönderdi. Üsküp'teki incelemeler ve sorgular
bu heriflerin Üsküp'te bir camiyi ve demiryolunu atacaklarını ortaya çıkardı.
Yine bir gün gümrük kolcusu ile gayet güzel bir Türkçe ile konuşan, kendisinin Komanova'lı olduğunu
ve Üsküp'teki Türk okulunda okuduğunu söyleyen, Türkleri sevdiğinden bahseden genç bir Sırp'ın
boyunbağında, üstünde Sırp Kıralı Petro'nun resmi olan bir iğne bulunduğunu gördü. Sırp'a "Türkleri
seviyorsun da Sırp Kralı göğsünde ne arıyor" diye sorunca, genç Sırp, hemen iğneyi yere atıp çiğnedi,
kırdı ve: "Ben farkına varmadan otel hizmetçisi koymuş" dedi. Fakat iki gün sonra Selânik'teki Hüseyin
Hilmi Paşadan telgraflar yağmaya başladı. O vakit Makedonya'da Avrupalı subaylar idaresinde
jandarma yapılmış, orada tuhaf bir idare kurulmuştu. Bu idarenin başında Hüseyin Hilmi Paşa
bulunuyordu. Rıza Nur'un sorgusu üzerine, Sırp Kralının resmi bulunan boyunbağı iğnesini yere atıp
çiğneyerek kıran genç Sırp bu idareye: Bir Türk polisi Sırp Kralının resmini çiğnedi" diye şikâyet
etmişti. Askeri üniformasının üstünde sivil kaput taşıyan Rıza Nur'u polis memuru sanmıştı. Bereket
versin, Zibefce'deki polis memuru, Sırp ile o hâdisenin geçtiği gün vazife ile köylere gitmişti.Cevapta
bu yazıldı da mesele durdu.
Rıza Nur 6 ay kadar Zibefce'de kaldı. Hemen hemen hiçbir iş görmüyordu. Buradan bir kazancı
olmuştu.Bulgar ve Sırp komitalarının içyüzünü görüp gözü açılmıştı. Fakat kendi haline kalsa yıllarca
burada kalacağını anladığından, 20 Nisan 1904tarihi trene atlayınca Selânik'e indi. Gerçi bu işi kendi