2. SELANİĞİN KURULUŞU
Ege Denizi’nin güzeller güzeli, dilber kenti Selanik, M.Ö. 315
yılında bugün Thermi denen bölgede kurulmuştu.
Selanik, adını Mekodonya’lı Büyük İskender'in kız kardeşi
Thessaloniki'den almıştır.
İskender'in babası Philip, Tesalya’da kazandığı zaferden sonra
doğan kızına bu ismi vermişti.
Thessaloniki Büyük İskender’in komutanlarında biri olan
Cassender ile evliydi. İskender ölünce bu komutan diğerleri ile
taht mücadelesi sürdürürken, Selaniği kurmuş ve yeni kentin,
karısının adı ile anılmasını istemişti..
3. SELANİĞİN FETHİ
Türkler bu şehrin ismini Türkçeye uyarlayarak, hep Selanik
olarak anmışlardır ve bundan böyle hep öyle anılacaktır.
Selanik, İstanbul’un fethinden 25 yıl önce, 1430 tarihinde
Padişah II. Murat'ın yönettiği bir Osmanlı Ordusu tarafından
ele geçirilmişti.
15. Yüzyıl boyunca kente Anadolu'dan getirilen çok sayıda
Türk boyları yerleşti, böylece artık tam bir Türk kenti olarak
yaşamını gönenç ve onur içinde sürdürdü.
Selanik 500 yıla yakın bir süre boyunca bir Osmanlı şehri
olarak kaldı.
4. Evliya Çelebi Selanik’te (1668)
Evliya Çelebi, Selanik hakkında şunları yazar:
«Evvelâ Akdeniz'in Rumeli kıyısında uzunluğu, 100 mil bir körfezin
batı tarafı nihayetinde bulunup, o körfezin bir kumsal pak limanı
kenarında, iç kalesi topraklı ve kayalı yüksek tepe üzerinde üçgen
şekilli, şeddadi beyaz taş sağlam bir hisar, dayanıklı bir surdur.
Şanlı eski bir kaledir ki öyle bir mamur şehrin, Akdeniz kıyısında
benzeri yoktur.
Kalenin deniz kıyısında 3 mil, kara tarafında 3 mil eni bulunmaktadır.
Şehrin kuzeyinde Hortaç Dağı, batı yakasında Yenice-i Vardar,
doğusunda kara ve güneyinde körfez bulunmaktadır.»
5. HORTAÇ DAĞI
Soyadı kanunundan sonra, Anne
tarafından Dedemiz Halil Bey,
İzmir’de
«HORTAÇ» Soyadını almıştı.
Böylece Hortaç Dağı, ailemizin
soyadı olarak, Ege’nin bu yakasında
kuşaklar boyu yaşayacak.
6. SELANİK ŞEHRİ
Dağların eteğinden, sahile yaklaştıkça uygar ve çağdaş
görünümlü Selanik, zamanının en gelişmiş şehircilik yapıtları ve
baş eserleriyle doluydu.
Deniz kıyısı, kordon boyunca, kentli yaşamının her türlü kültür
ve eğlentisini bulmak mümkündü.
Balkan ulaşım projesi demiryolu inşaatı ile Selanik’ 1871–1888
arasında demiryolu ile Üsküp ve Belgrat‘a,
1891–1894 yılları arasında, Dedeağaç–Edirne yoluyla
İstanbul’a bağlanmış durumdaydı.
Artık, Sirkeci Garından trene binip rahat bir yolculuktan sonra
Selaniğe varılabiliyordu.
7. SELANİK ŞEHRİ
Neresinden bakarsanız bakın, nereye giderseniz gidin, Selanik
bir Müslüman kentiydi ve Osmanlı’nın göz bebeği idi.
Şehrin Merkezinde, Türkler’in «Hortacı Süleyman Efendi»
dedikleri Camii ve Şadırvan Mahallesine bakan yönünde ise
zaptiye Binası bulunmaktaydı.
Burada manifatura, zücaciye, şekerci ve helvacı, zahire
dükkânları ve esnafı yer alır ve Müslüman halk alışverişini
genellikle buradan yapardı.
Dağların eteğinden, sahile yaklaştıkça uygar ve çağdaş
görünümlü Selanik, zamanının en gelişmiş şehircilik yapıtları
ve baş eserleriyle doluydu.
8. SELANİK ŞEHRİ
Selanik’te Müslüman halkın yaşadığı 45 den fazla mahalle
bulunmaktaydı. Bunların tamamının Türkçe ilginç isimleri vardı.
Örneğin; Hacı Mümin (Köşk), Suluca, Kale, Divan, Orta Mescit,
Eski Camii Şerifi ya da Camii Atik, İki Şerife (Gazi Hüseyin Bey),
Mes'ud Hasan, Astracı, Tarakçı, Mu'id Allaeddin (Çınarlı), Musa
Baba, Yakub Paşa, Eski Saray, İshak Paşa, Pinti Hasan gibi.
Bu yerleşimlerden biri olan ve eski kayıtlarda, «Koca Kasım
Paşa» Mahallesi’nin, Islahhane Caddesi üzerinde iki katlı,
cumbalı güzel bir ev vardı.
1870 yılından önce Rodos’lu Müderris Hacı Mehmet tarafından
yaptırılmıştı ve tipik bir Türk eviydi.
9. KOCA KASIM MAHALLESİ
1880 yılına gelindiğinde, Koca Kasım Paşa Mahallesinde birbirine yakın
sokaklarda yaşayan, iki Ali Rıza Bey vardı.
Bunlardan birincisi, babası Selanik ilkokulu öğretmenlerinden Kırmızı Hafız
sanıyla anılan, Ahmet Efendinin oğlu Ali Rıza Bey idi.
Hacı Sofu ailesinden, Feyzullah Ağanın kızı Zübeyde Hanım ile evliydi.
Ali Rıza Bey, Selanik Evkaf kâtipliğinde ve gümrük memurluğunda
bulunmuş, 1876'da Selanik Asâkir–i Millîye taburunda görev almış, daha
sonra da serbest ticaret yapmağa başlamıştı.
Diğer Ali Rıza Bey ise; ayni yaşlarda, iki üç sokak yukarıda, beyaz badanalı
ve cumbalı büyük bir evde oturan, “Süslü Ali Rıza” Beydi.
Her iki ailenin ilk büyük yangında evleri yanmış, daha sonra bu mahalleye
gelip yerleşmişlerdi.
10. SÜSLÜ ALİ RİZA BEY
Süslü Ali Rıza beyin asıl ünü ve tanınmışlığı, başındaki fesin yanında takılı
duran, yaz kış hiç eksik olmayan, gül ve karanfil gibi çiçeklerinden geliyordu.
Dalgalı saçları arasından, kulak üstünden yüzüne doğru sarkıttığı ve sapları
fesin içine doğru takılı duran çiçekler gün boyu taze dururdu.
Mahallede günün bu modasına uyan ve ondan özenen birçok mahalle
delikanlısı da kulak üstü fese takılı, çiçek takıp dolaşırdı. Ancak hemen
hepsinin çiçeği, daha öğlene varmadan sararıp solar, hatta dökülürdü.
süslü Ali Rıza Bey, ününü sağlayan çiçeklerini taze tutmak için, uzun kestiği
çiçeklerin saplarını fes altına soktuğu küçük bir esans şişesinin içine
koyduğu ıslak bir pamuk ile sağlıyordu.
Çiçeğin sapı her daim su içinde bulunduğundan solmuyor, fesini de hiçbir
zaman ve hiçbir yerde başından çıkarmadığı için, kimse işin gizemine
eremiyordu.
11. 20. YY. SELANİK ŞEHRİ
19. yüzyılın bitmesine 20 yıl kala, iki Ali Rıza beyin birbirine
yakın tarihlerde birer erkek çocukları dünyaya geldi.
Birinin adı Mustafa idi, çakır mavi gözleriyle dikkati çekiyordu.
Onun bir Ulusun kaderini belirleyecek, Ulu önder olacağını kim
nereden bilebilirdi ki.
Diğer oğlanın adını ise Halil koydular, sarı kıvırcık saçları ve ela
gözleri ile şimdiden babası süslü Ali Rıza Bey’i andırıyordu, her
iki aile de çok mutluydular.
Çocuklar, önceleri bahçelerde, sonra da sokak aralarında
askercilik ve çelik–çomak oynayarak, çember çevirip, birdirbir
atlayarak, büyüyüp gidiyorlardı.
12. SELANİK’Lİ MUSTAFA VE HALİL
Süreç akıp gidiyor, her iki Ali Rıza Bey’in çocukları
okula devam ediyorlardı. Mustafa Askeri okulu
seçmişti.
20. Yüzyıla girerken Osmanlı Devleti, politik, sosyal ve
ekonomik birçok sorun ile uğraşıyordu.
Selanik’te filizlenen özgürlükçü akımlar ve yenilikçi
hareketler, Osmanlı Payitahtını sarsar bir hal almıştı.
Ayrıca modernleşme yolunda adımlar atılıyor ve
Avrupa’daki tüm gelişmeler yakından izleniyordu..
13. SELANİK’Lİ MUSTAFA VE HALİL
Mustafa Kemal'in ve Halil’in biraz da haşarı geçen,
gençlik günlerinde, birbirlerinden habersiz değildiler.
Ne de olsa bir mahallenin çocuklarıydılar, ayni
yaştaydılar, çocuklukları ve ilk gençlik yılları benzer
mekânlarda geçmekteydi.
Yani, Beyaz Kule ve onun çevresinde. Olimpos,
Kristal, Jünyo gazinolarında yahut ayın sonlarına
doğru daha iç sokaklardaki, örneğin Yorgo'nun
meyhanesinde kafa çekerken, düşüncelerini özgürce
14. Bir ulusun kaderi
1900 yılına gelindiğinde Mustafa ve Halil 20 yaşına gelmişlerdi.
Mustafa Kemal, harp Okuluna girmişti. Dersleri iyi ve çok
başarılıydı.
Süslü Ali Rıza Beyin oğlu Halil ise okulu bitirir bitirmez,
babasının muhallebici dükkânında çalışmağa başladı.
Halil güçlü kuvvetli, yakışıklı bir delikanlıydı, artık eve geç gelir,
yemek sonrası da dışarı çıkar olmuştu, bu arada ateş bacayı
sardı.
Aşkın sınırsız ve benzersiz gücü savaş filan dinlemiyordu.
Yukarı Mahallede oturan Muzaffer adında bir genç kıza âşık
olmuştu ve iki genç birbirlerini çok seviyorlardı.
15. Selaniğin Kaybı
1912'de Balkan Savaşları sonunda Selanik, Yunanistan
yönetimine geçmişti.
Osmanlı Orduları şehri, o dönemin koşulları ve yapılan
antlaşmalar gereği, Yunan çetelerine savaşmadan, şehirdeki
Türklerin can güvenliğinin sağlanması koşuluyla bıraktılar.
Ancak Yunan çeteleri şehri teslim aldıkları günün gecesi kentte
yaşayan pek çok Türk’ü, aralarında Osmanlı askerleri de
bulunmak üzere öldürdüler.
Şehrin simgesi olan Osmanlı'ların yüzyıllar boyu koruyup
kolladığı, Beyaz Kule sembolik bir vaftiz işleminden geçerek
kutsandı.
16. Anadolu’ya Doğan Güneş
İzmir’in işgali haberi karabasan gibi geldi çöktü, keder, hüzün ve
elem her yanı sardı.
Bu bardağı taşıran son damlaydı. Ancak bir süre sonra talihin
rüzgârı dönecek, Anadolu’daki, teheyyüç, hezeyan, tepki, etki
yerini coşkuya bırakacaktı.
Anadolu’nun ve Türk Milletinin bahtı kara yazgısı, mukadderatı
bir Selanik’li tarafından değiştirilecekti.
Mustafa kemal, Samsundan Anadolu’ya çıkarken, Halil bey,
Balkan savaşlarına katılmıştı.
Savaş bitince Selaniğe dönmüş ve çok sevdiği atlarına
kavuşarak, Faytonculuk yapmağa başlamıştı.
17. Faytonumun Atları
Halil Bey’in süslü bir faytonu, biri “doru”, diğeri “anlı sakar” iki atı
vardı. Onları hiç yormazdı, gerekmeden yokuşa vurmazdı.
Akşamları iş bitip faytoncu ahırlarına gittiğinde koşumlarını itina
ile çözer, atları sular ve yemlerdi.
Bıkmadan usanmadan tımarlarını yapar, ayrıca sık sık
nalbanda götürür, nallarını kontrol ettirir, mıhı gevşeyenleri
onartır, sık sık nal çaktırırdı.
Koşumların bakımı da ayrı bir işti ve deneyim isterdi. Deri ve
kaytan saraciyeleri sık sık yağlar, bakım ve onarımlarını yapar
sonra düzgünce duvardaki yerlerine asardı.
Ahırların temizliğini seyislere bırakmaz, tertemiz tutardı.
18. Anadolu’ya Doğan Güneş
26 Ağustos 1922 de Mustafa Kemal Kocatepe'den, Büyük
Taarruzu başlattı.
Kısa sürede, 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Başkumandanlık
Meydan Savaşı'nın kazanmasının ardından, 01 Eylül 1922 de
Gazi Mustafa Kemal'in, “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!”
emri ile 9 Eylül 1922 günü Mustafa Kemal’in Orduları İzmir’e
girdiler.
Artık Türk Orduları muzafferdi ve Yunanlılar her cephede
bozguna uğruyor, büyük heveslerle geldikleri Anadolu
topraklarından kovularak «Geldikleri gibi gidiyorlardı».
19. LOZAN ANTLAŞMASI
Lozan barış görüşmeleri, 11 Kasım 1922 tarihinde, İsviçre’nin
Lausanne, şehrinde başladı ve 8 ay sürdü.
Türkiye'de yaşayan ve Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı
olan herkes eşit ve aynı haklara sahip olacaktı.
Antlaşmada Türkiye'de yaşayan Hıristiyan kökenli Rum ve
Ermeniler ile Museviler azınlık olarak tanımlanmış; mal, mülk ve
ibadet hakları güvence altına alınmıştı.
Bu Antlaşma ile ayrıca Türkiye ile Yunanistan arasında nüfus
mübadelesi yapılmasına karar verilmiş, bunun sonucunda 1924
yılında yaklaşık bir milyon Hıristiyan–Rum Yunanistan'a, beş
yüz bin Müslüman Türk de Türkiye'ye göç edecekti.
20. Zorunlu Göç
Kurtuluş savaşı sonrası, 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan
«Mübadele Anlaşması» gereği bura halkları, Yüzlerce yıldır
yaşadıkları topraklarından zorunlu olarak, göç ettirildiler.
O yüz binler, köhne vapurlarla arkalarından bir mendil sallayan
biri olmadan yola çıkarıldılar. Her birinin ayrı bir öyküsü vardı.
«Kaptan yol verdikçe köhne vapur inliyor, yolcular için için
ağlıyordu. Yolcuların yürekleri doğdukları toprakları terk
etmenin acısıyla biraz daha dağlanıyordu.»
Kavala, Selanik, Preveze, Sakız, Limni, Midilli ve Girit’ten
gemilere binenler; kimi kara bulutlara, kimi de sevince
boğularak yol aldılar.
21. Halil Bey ve ailesi, Selanik’ten göç etme kararını mübadele
öncesi vermişti ve hazırlıklara başladılar.
Akraba, eş ve dostların çoğu Anadolu’ya göçmüştü..
Kırk yıllık varlıklar satılmış, denkler yapılmış yola çıkılma anı
gelmişti.
Genellikle İzmir’e gitmişti eş dost. Karar kılındı, İzmir’e göç
edilecekti.
Edilecekti de ne nasıl olacaktı? Kurulu düzen bozulacaktı?
Faytonlar, atlar, arabalar ne olacaktı?
Geçim, düzen, düzenek nasıl sağlanacaktı?
22. Büyük oğlan Mehmet büyümüş ona da bir fayton alınmıştı,
O da sabah akşam Selanik sokaklarında at koşturup, kırbaç
sallayıp, tekerlek döndürüyordu.
Atlardan arabalardan vazgeçmek olmazdı. Onları da beraber
götürmenin bir yolu bulunmalıydı.
Halil Bey evi satılığa çıkardı, zaten oturulacak bir hali
kalmamıştı. Ev büyük diye, Türkiye’den gelen bir Rum aile de
buraya yerleştirilmişti.
Koskoca ev yok pahasına elden gitti, mübadele karşılığın
Anadolu’dan bir ev verilecekti belki ama nerde? Ne zaman? Hiç
belli değildi.
23. Anavatan’a Doğru
Sevkiyat günü gelip çatmıştı, takvimler 5 Mayıs 1924 tarihini
gösteriyordu. Halil ile Mehmet sabah erkenden kalktılar, abdest
alıp doğruca, Rotonta’daki Hortacı Süleyman Efendi Camii’ne
gittiler ve sabah namazını kıldılar,.
Sonra ahırlara gidip atları arabalara koştular, han çalışanları,
Rumu, Türkü gözyaşlarını tutamadı, sarıldılar, sarmaştılar.
Sonra eve gelip eşyaları, denkleri, sepetleri, bohçaları ve
kırmızı kadifeli kızların çeyiz sandığını faytonlara yüklediler,
çoluk çocuk eşyaların üzerine bindi. Rabia, küçük Hatice’yi
kucağına aldı, Kadriye henüz 2,5 yaşında idi.
24. Zorunlu Göç
Limanda hummalı bir faaliyet vardı, göçmenler, itişe kakışa
vapura binmeğe çalışıyorlardı.
Geminin adı; “Bahri Cedid” idi. Oldukça düzgün bir gemi
sayılırdı, Kıç tarafından kırmızı Türk bayrağı dalgalanıyordu.
Önce çocuklar bindi, seyir güvertesine doluştular. Sıra atlara ve
arabalara gelmişti.
Atlar huzursuzdu, başlarına gelecekleri anlamış gibiydiler.
Palanlar çözüldü atlar boşaltıldı, arabanın oklarını yukarı doğru
katladılar.
25. Zorunlu Göç
Mehmet sıkı sıkı dizginlerine sarılıp doru atı tutuyordu.
Burunlarını, kulaklarını, anlını okşayarak sakinleştirdi.
Yukarıdan vinçten ucunda kalın kayışları olan bir sapan sarktı.,
kasıklarına doğru yanaştırdılar, kemerleri takıp sıkıladılar, sonra
üsteki halkalara vincin kancalarını taktılar. makara sarılıp
halatlar gerilice doru at birden havalandı ve öylece boşlukta
kaldı.
Önce sıçrayıp kurtulmak istedi fakat ipler gerilmişti, yavaş yavaş
yükseldi. Güverteden izleyenler için çok garip bir manzaraydı,
koskoca at dört ayağı açık vaziyette havada yükseliyordu.
26. Mübadele Atları
Mehmet sıkı sıkı dizginlerine sarılıp doru atı tutuyordu.
Burunlarını, kulaklarını, anlını okşayarak sakinleştirdi.
Yukarıdan vinçten ucunda kalın kayışları olan bir sapan sarktı.,
kasıklarına doğru yanaştırdılar, kemerleri takıp sıkıladılar, sonra
üsteki halkalara vincin kancalarını taktılar. makara sarılıp
halatlar gerilice doru at birden havalandı ve öylece boşlukta
kaldı.
Güverteden izleyenler için çok garip bir manzaraydı, koskoca at
dört ayağı açık vaziyette havada yükseliyordu.
Atların ardından faytonlar da gemiye yüklendiler.
27. Selanik’ten Ayrılış
Vapurun palamarları çözüldü, motorların gümbürtüsü arttı,
bacasından siyah dumanlar yükseldi, koca siyah bordo yavaş
yavaş rıhtımdan ayrılmağa başladı, sanki rıhtım gemiden
uzaklaşıyordu.
Vapur çoğunlukla Balkanların her yanından gelen göçerler ile
doluydu.
Ancak bu yolcular, bu topraklarda doğdukları büyüdükleri,
köklerinin atalarının mezarının bulunduğu için bu yerlere geri
dönemiyeceklerdi.
28. Umuda Yolculuk
Bin yılların mukadderatı, bahtı, alınyazısı, çoluk, çocuk, yaşlı,
genç, hasta sağlam, sakat bu göçerlerle dolu gemideydi sanki.
Daha niceleri gidip gelecekti iki yakadan, bölük pörçük
adalardan, Girit’ten, Rodos’tan, Serez’den, Yenice’den,
Gümülcine’den Kavala’dan.
Gemi ağır ağır yol alıyordu, belki umuda, belki yeni bir yaşama.
Hiçbir kargaşa yoktu, insanlar belirlenmiş kaderlerini
kabullenmişler gibi gelmişlerini, geçmişlerini ve geleceklerini
Ege’nin köpüklü dalgalarına bırakmışlardı.
Kamarada, güvertede, ambarlarda yatanlar şikâyetçi değildiler
hallerinden.
29. Ege’nin İncisi izmir
Yolculuk iki günden fazla sürdü, derken karşıdan mor dağlar
göründü, adım adım yaklaştı, büyüdü.
İzmir Körfezine girdiler, deniz süt beyaz mavi karışımı bir renk
almıştı, iki kıyı birbirine giderek yaklaştı.
Artık herkes güverteye dolmuş, daha önce hiç görmedikleri
dağlara tepelere bakıyorlardı.
Nihayet heybetli bir dağın doruğunda Çatalkaya göründü.
Her bir tepenin bir öyküsü vardı, ortak bir kültürden
anlatılagelen bu göç de bir düş müydü, yoksa bir mitin
başlangıcı mıydı?
Yeni bir söylence olarak mı kalacaktı?
30. İzmir’e Geliş
Bahri Cedid, bir kader yolculuğunu daha tamamlayıp kordon
boyunda rıhtıma yanaştı.
Aşağısı başka bir kıyametti, atlar, arabalar, develer, katırlar, bir
curcuna bir hay huydur gidiyordu..
Pür telaş gemiden inildi, yükler, eşyalar bir kenara yığıldı.
Halil ve Mehmet koşuştular, atların sağ salim yere ayak
basmasını sağladılar.
Atlar sakindi, iklim, rüzgâr, esinti, Kordon Selaniğin benzeriydi
ama evler, binalar, mimari, tabela yazıları her şey farklıydı.
Her boyda Türk bayrağı, hemen her binada gururla
dalgalanıyordu.
31. Mübadilleri önce adı karantina olan semtte yolladılar, aşılar,
sözde muayeneler, kontroller yapıldı, sonra doğru muhaceret
çadırlarına.
Kimin ne yapacağı, nereye gideceği pek belli değildi. Zaten
büyük İzmir yangını sonra her şey yanmış yakılmış hatta
oturacak ev bile kalmamıştı.
Bizimkileri Basmahane tren Garının biraz ilerisinde Aziziye
Semtinde, bilenen adı sinekli olan dere kıyısındaki çadırlara
yolladılar. Nüfusa göre bir çadır tahsis edildi..
Gece olunca buraya neden ”Sinekli” dendiğini daha iyi anladılar.
32. Yeni Bir Yaşam
Erkenden kalkıp, atları koştular, arabaları bir kontrolden
geçirdikten sonra işe koyuldular. Allahtan öyle bir işleri vardı ki
kazanç hemen hazırdı. Ya işi gücü, yeri yurdu olmayanlar! Yeri
yurdu denince, Halil’in yüreği daraldı bu böyle olamazdı.
çocukları vardı, aile böyle çadır içinde kalınamazdı.
Büyük İzmir Yangının külleri henüz duruyordu. Kömürleşmiş,
yıkkın binalar, yarı ayakta duvarlar, yanmış ahşapların kat kat
olmuş, katran gibi kalıntıları. Bir yandan hummalı bir faaliyet ile
enkaz toplanıyor, temizleniyor, yerine yeni cumhuriyetin, kaderi
gibi her şey yenileniyor, yeniden yaşam buluyordu.
Tıpkı göç eden insanların, yeşeren umutları gibi.
33. Yeni Bir Yaşam
Basmahane Garına yakın, Kemerköprü’nün hemen başında,
dereye bakan bir ahır ve tavla vardı. Onlarla anlaştı, arabalara
atlara yer bulmuştu.
Etrafı kolaçan ederken derenin bu yanında, bahçeler içinde
satılık bir ev gördüler.
Bu taş evi satın aldılar ve hemen yerleştiler.
Ev iki katlı cumbalıydı, giriş katında koca bir mutfak ve büyükçe
sayılacak bir oda vardı.
Merdivenler, yerler ve tavanlar hep ahşaptı, üst katta iki oda ve
ortada cumbaya açılan bir sofa vardı. En üst katta ise gemici
merdiveni ile çıkılan, çinko kaplı kocaman bir de taraça.
34. İzmir’in Faytonları
İzmir’in faytonlarla ilişkisi, yabancı yerleşimciler ile başlamıştır.
Atçılık, yetiştiricilik, han, kervan, sürücü, tamirci, üretici. Araba
imalatı, marangozluk, demircilik, nalbantlık, dericilik, pirinç
metal işleme, yem yemlik gibi birçok bilgi ve beceri ve imalatı
gerektiren faytonculuk bu altyapıları ile birlikte gelişmişti.
Şehrin ılıman iklimi, kar yağmayışı nedeni ile kullanılan fayton
çeşitleri; Victoria, landon ve visa vis modelleridir.
Biz İzmirliler bunlara karaço diyoruz. Belki de renk ve
körüklerinin siyah olmasından.
Faytonlar her dönemde şehrin simgesi ve görselliği, güzelliği ve
saygınlığı vardı ve olmaya devam edecek.
35. Selaniğe Özlem
24 Kasım 1934 tarihinde kabul edilen bir kanunla da Mustafa
Kemal’e T.B.M.M. tarafından “Atatürk” soyadı verildi.
Bu yasaya en çok sevinenlerden birisi de Halil Beydi. Doğruca
Vilayete, Nüfus Müdürlüğü’ne koştu.
Halil sunulan seçeneklerin hiçbirini dikkate almadan “Hortaç”
soyadını istedi. Çocukluğu, gençliği Selaniğin Hortaç Dağları,
Hortaç suyu ve Camisi ile iç içe geçmişti.
Nüfus memuru, Hortaç soyadını hemen onayladı.
Artık, Selanikli Faytoncu Halil Ağa lakabı tarihe karışmış, Halil
Hortaç ve Ailesi Türkiye Cumhuriyetinin özgür birer
vatandaşıydılar.
36. Neredesin Bre Atam!
Diğer yandan Halil Beyi önlenemez bir Mustafa Kemal sevgisi
ve hasreti sarmıştı. Mustafa Kemal Atatürk’ü görmek için yanıp
tutuşuyordu.
Ne de olsa mahalle ve çocukluk arkadaşıydılar, onun yurt
mücadelesini ve Türkiye Cumhuriyetini kuruşunu heyecan ve
gururla izlemişlerdi.
Ama artık o bir kurtarıcı, bir milletim öğüncü, tüm dünyanın
tanıdığı bir Reisi Cumhurdu.
Atatürk’ün Kordon’da bir evi vardı. İzmir’e gelişlerinde, hep bu
evde kaldı ve birçok tarihi kararı da bu evde aldı.
Halil Hortaç faytonuyla bu evin önünden geçerken onu anardı.
37. Atatürk İzmir’de
Atatürk, 22 Haziran 1934'te İzmir'e geldi, yanında İran Şahı
Rıza Şah Pehlevi de vardı.
24 Haziran 1934 günü Balıkesir'e gitmek üzere Basmahane
Garına hareket ettiler.
Halil Hortaç, Atatürk’ün İzmir’e geldiğini duymuştu, o gün
Gardan yolcu almak için geldiğinde, Atatürk ve beraberindeki
heyetin gelmekte olduğunu gördü veFaytonu Meydanın yanında
bir kenara çekti.
Atatürk’ü ve Şahı getiren araba Gazi Bulvarından göründü, üstü
açık büyük bir otomobildi, arka koltukta Şah ve Ata birlikte
oturmaktaydılar.
38. Atatürk İzmir’de
Halil dizginler elinde faytonun üstündeydi, bir ara Büyük Ata ile
adeta göz göze geldiler.
Mustafa Kemal, onu tanıdı ve doğruldu. İleri doğru eğildi, sanki
arabayı durduracaktı.
Halil’in kalbi gümbür gümbür atıyordu, birlikte nice günler
geçirmişler, kaç kez onu sırmalı subay elbiseleri ile evine getirip
götürdüğü Selanik günlerini anımsadı. Her seferinde ona sarılır;
“Nasılsın bre! Koca Halil?” Der, hal hatır sorardı.
Gözleri yaşları, göz pınarlarında doldu. Atatürk otomobili
durduramadı, Halden anla dercesine başını eğdi ve eski gençlik
ve mahalle arkadaşını başıyla selamladı.
39. Fayton’a veda
Halil Hortaç, 1942 yıllarında Faytonculuğu bıraktı ve
atlarını da satıp emekli oldu.
Ancak atları arabaları her zaman kollar onlarla ve
yaptığı işle gurur duyardı.
Büyük oğlu Mehmet Hortaç, İzmir’de faytonculuğu
uzun yıllar sürdürmeye devam etti.
Böylece Hortaç ailesinin, Selanik’ten başlayan
faytonculuk yaşamı, iki kuşak boyunca 50 yıldan fazla
devam etti.
40. İzmir’in Faytonları
İzmir, Kordonu ve Faytonları ile ünlü bir kenttir.
Faytoncuları, şehrin ve mahallelerin düzenini sağlamakta da
hünerliydiler.
Her ne kadar aralarında, bıçkın ve külhani tipler olsa da meslek
eskileri taşkınlığa ve sululuğa aman vermez, onlar da
büyüklerine saygıda kusur etmezlerdi.
Ne de olsa bu mesleğin köklü bir raconu vardı.
Kısacası dünyanın bu en eski mesleği olan faytonculuk,
ailemizin geçim kaynağı, İzmir’in süsü ve simgesiydi.
İzmir’in Faytonları sonsuza dek bu kentin kimliğinde yer alacak.
41. İzmir Kimliğinde Faytonun Yeri
Karantinalı Despina
Bir gül takıp da sevdalı her gece saçlarına
Çıktı mı deprem sanırdın 'kara kız' kantosuna
Titreşir kadehler camlar kırılır alkışlardan
Muammer Bey'in gözdesi Karantina'lı Despina
Çapkın gülüşü şöyle faytona binişi Kordelia'dan
Ne kadar başkaydı her kadından her bakımdan
Sınırsız bir mutlulukta uyuturdu Muammer Bey'i
Ustalıkla damıttığı o tantanalı aşklarından
Attila İlhan
42. 1907 yılı İzmir fayton Tarifesi
Mevkii Ücret (Para)
Hükümetten; Basmaneye 16
İkiçeşmeliğe 20
Kemere 24
Puntaya 24
Karataşa 10
Karantina köprüsü 19
Göztepe 38
Halkapınar 38
Dolaşmak için istikra(Kiralama)Olunan karaçoların beher saati
30 Para. Azimet ve avdet (gidiş- dönüş) pazarlığında %25 tenzil
edilecek ve karaçocu yarım saat bekleyecektir.
67. Fayton’un mitolojik söylencesi
Aslında Fayton’nun Ege mitolojileri içinde bir destansı öyküsü var.
Güneş Tanrısı Helios’un oğlu Phaeton bir gün üvey babasını ziyaret ederek
ondan güneş arabasını kullanmak için izin alır.
Phaeton’un sürdüğü araba şimşek gibi fırlar kapıdan. Atlar sürücülerinin
acemi olduğunu hemen anlar. Phaeton da korku içindedir. Heyecandan
dizginleri bırakıverir..
Atlar, bunun üzerine doğu rüzgârını geçerek hızla Yeryüzüne inmeye başlar.
Arabanın güneşten getirdiği sıcaklık yüzünden Helikon, Parnassos ve
Olympos tepeleri tutuşur. Vadileri ateşler sarar. Irmaklar buhar olur.
Bunun üzerine Zeus eline hemen yanında duran yıldırımı alıp, Phaeton’a
doğru fırlatır. Yıldırım, Phaeton’a çarpar ve delikanlı arabadan düşüp
Eridanos Irmağı’nın sularına gömülür.