SlideShare a Scribd company logo
MEHMET AKİF
VE
İSTİKLAL RUHU
"2021 İstiklal Marşı Yılı"
Hazırlayan
Ahmet TÜRKAN
27 Aralık 2020
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
HAYATI
HAZİN BİR CENAZE TÖRENİ
MEHMET AKİF ERSOY 'UN OĞLU EMİN'İN YÜREK BURKAN
HİKAYESİ
28 ŞUBAT GENERALLERİ MEHMED ÂKİF’E NİÇİN SALDIRMIŞLARDI?
TARİH TEKERRÜR MÜ EDİYOR
MİLLİ ŞAİR'İN TORUNU
SAFAHAT’TAN
GİRİŞ
Mehmet Akif’i anlamak için yaşadığı çağın din anlayışındaki yanlışlıklar, çarpıklıklar ve bu
konularda yazmış olduğu eserlerde dile getirdiği eleştirel yaklaşımlara bir göz atmak lazım
gelmektedir. Mehmet Akif bir şairden çok bir fikir adamıdır ve içinde bulunduğu durumu en
yalın hali ile şiire dökerek anlatmak istemiştir. Şiire olan istidadının duyguları ve fikirleri ile
birleşmesi ile Mehmet Akif ve Safahat olarak karşımıza çıkmıştır. Asrın İdrakine Dini
söyletmek düşüncesinin temelinde bu yatmaktadır. Mehmet Akif’in şiirlerinden de anlaşıldığı
üzere doğu ve batıda pek çok yerleri gezmiş be bu izlenimlerinin şiirlerinde yansıtmıştır.
Vatan ve bayrak aşkı içinde dolu dolu yaşadığı dini, milli istiklal aşkı onun kahraman
ordumuza hediye ettiği İstiklal Marşı ile doruğa ulaşmıştır. 2021 yılının TBMM tarafından
“İstiklal Marşı Yılı” olarak kabul edilmesi hasebi ile okuyucularımız için bu yazımızı
hazırlayıp sunmaktan büyük bir onur duyuyorum.
Anahtar Kelimeler: 2021 İstiklal Marşı Yılı, Mehmet Akif, Safahat
HAYATI
Şevval 1290’da (Aralık 1873) İstanbul Fatih’te Sarıgüzel’de doğdu. Babası, küçük yaşta tahsil
için Arnavutluk’un İpek kazası Şuşisa köyünden İstanbul’a gelmiş, “temiz” mânasına gelen
adının önüne temizlik ve titizliği dolayısıyla ayrıca “Temiz” sıfatı eklenerek anılan, Fâtih
Medresesi müderrislerinden Mehmed Tâhir Efendi, annesi aslen Buharalı olup Tokat’a
yerleşmiş bir aileden Emine Şerîfe Hanım’dır. Emîr Buhârî mahalle mektebinde ilk
öğrenimine başlayan Âkif burada iki yıl okuduktan sonra Fâtih Muvakkithânesi’nin yanındaki
ibtidâî mektebine yazıldı (1879). Safahat’ta, “Hem babam hem hocamdır, ne biliyorsam
kendisinden öğrendim” diyerek tanıttığı babası o yıl kendisine Arapça öğretmeye başlamıştı.
Aynı zamanda Mühürdar Emin Paşa’nın oğulları İbnülemin Mahmud Kemal ve Ahmed
Tevfik’in özel hocaları olan Tâhir Efendi derslerini yazın Emin Paşa’nın Yakacık’taki
köşkünde sürdürmekteydi. Ailece köşkün bir dairesinde kaldıklarından Âkif de bir taraftan bu
derslere katılmakta, diğer taraftan iki kardeşle arkadaşlık yapmakta ve kardeşlerin büyüğü
Mahmud Kemal ile birlikte manzumeler yazmaya çalışmaktaydı.
Fâtih Merkez Rüşdiyesi’nden mezun olan Mehmed Âkif (1885) Mülkiye
Mektebi’nin idâdî kısmına yazıldı. Edebiyat hocalığını Muallim Nâci’nin yaptığı bu okulun
üç yıllık ilk dönemini tamamlayıp yüksek kısmının birinci sınıfında okurken babasının vefatı
üzerine (1888) daha kısa yoldan meslek sahibi olarak hayata atılmak için o sırada yeni açılmış
olan Mülkiye Baytar Mektebi’ne girdi (1889). Aynı yıl çıkan büyük Fatih yangınında evleri
yanmasına rağmen Mehmed Âkif bu sıkıntılar arasında okulunu birincilikle bitirdi (1893).
Mektep yıllarında sporla, bilhassa güreşle meşgul oldu ve son iki senede şiire olan ilgisini
arttırdı. Mezuniyetinin ardından Ziraat Nezâreti Umûr-ı Baytâriyye ve Islâh-ı Hayvânât umum
müfettiş muavinliğiyle memuriyet hayatına başladı. Görev yeri İstanbul olmakla birlikte önce
Edirne’de, daha sonra Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinde dolaşarak bulaşıcı hayvan
hastalıklarıyla ilgili çalışmalar yaptı. Bir ara ordunun ihtiyacını karşılamak için gerekli
alımları yapmak üzere Şam ve civarında dolaştı. Bu seyahatlerde köylüyü de yakından tanıma
imkânını elde eden, halkın dert ve meseleleri hakkında doğrudan bilgi sahibi olan Mehmed
Âkif’in tesbit ve tahlilleri şiirlerine realist ve canlı tablolar halinde aksetmiş, çözüm
tekliflerinin isabetli olmasını sağlamıştır. Sekiz on yaşlarında iken başladığı ve zaman zaman
ara verdiği hâfızlığı da kendi kendine çalışarak bu sıralarda tamamladı. İstanbul’da bulunduğu
yıllarda memuriyeti yanında Halkalı Ziraat Mektebi ile (1906) Çiftlik Makinist Mektebi’nde
(1907) kitâbet-i resmiyye hocalığı yaptı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Ebül‘ulâ
Zeynelâbidîn (Ebül‘ulâ Mardin) ve Eşref Edip’le (Fergan) birlikte devrin ilim ve fikir
hayatında önemli yeri ve tesiri olan, hemen hemen bütün şiir ve yazılarının çıkacağı Sırât-ı
Müstakîm mecmuasını başyazarlığını da yaparak yayımlamaya başladı (27 Ağustos 1908).
Aynı yıl İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Şubesi’nde Osmanlı edebiyatı müderrisliğine tayin
edildi. Dönemin aydınları arasında Arapça’yı en iyi bilenlerden olan Âkif, bir taraftan
da İttihat ve Terakkî’nin Şehzadebaşı Kulübü’nde cemiyetin Hey’et-i İlmiyye üyesi
olarak Muʿallaḳāt ve Lâmiyyetü’l-ʿArab gibi eserleri okutup Arap edebiyatı ve tercüme usulü
dersleri verdi. Dârüledeb adlı bir özel okulda da fahrî hocalık yaptı. Baytar Mekteb-i Âlîsi
Me’zûnîni Cemiyeti başkanlığında bulundu (1910). Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’nde
Türkçe-edebiyat muallimi oldu (1914).
Mehmed Âkif, Balkan Savaşı sırasında kurulan ve ileriki yıllarda Millî Mücadele’nin
teşkilâtlanmasında önemli rol alacak olan Müdâfaa-i Milliyye Cemiyeti’ne bağlı Hey’et-i
Tenvîriyye’ye (Hey’et-i İrşâdiyye) katıldı. Burada halkı edebiyat yoluyla uyandırmak ve
aydınlatmak için Abdülhak Hâmid, Recâizâde Mahmud Ekrem, Süleyman Nazif, Hüseyin
Cahit (Yalçın), Mehmed Emin, Abdülaziz Çâvîş, Cenab Şahabeddin ve Hüseyin Kâzım
Kadri’yle beraber heyetin kâtib-i umûmîsi olarak çalıştı. Süleyman Nazif, bu çalışmalar
esnasında heyetin başkanı olan Recâizâde’nin, Âkif’in sanatını ve seciyesini takdir ederek ona
milletin millî bir destana ihtiyacı bulunduğunu, bunu ise ancak kendisinin yazabileceğini
söylediğini nakletmektedir. Nitekim Mehmed Âkif, Balkan savaşları sonunda memleketin
içine düştüğü vahim durum karşısında yeise düşmemek, birlikten ayrılmamak ve orduya
yardım gibi konularda Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye camilerinde metinlerini bu sırada
adı Sebîlürreşâd olarak değişen dergisinde yayımladığı vaazlar vermiş ve Hakkın
Sesleri’ndeki şiirleri yazmıştır.
Haksızlıklara tahammül edemeyen şair, müdürünün haksız yere vazifesinden alınması üzerine
memuriyetten istifa etti (11 Mayıs 1913). Bu yılın sonunda, İttihat ve Terakkî’nin merkez-i
umûmî üyesi olan, aynı zamanda şiir ve yazılarıyla İttihatçılar’ın fikir babası sayılan Ziya
Gökalp’in ileri sürdüğü kavmiyetçi düşüncelere ve aynı merkeze bağlı yazar ve aydınların din
karşıtı yayınlarına karşı çıkmasının hükümet tarafından tasvip edilmediğinin bildirilmesi
üzerine İstanbul Dârülfünunu’ndaki görevinden de ayrılmak zorunda kaldı. Çıkarmakta
olduğu Sebîlürreşâd da aynı sebeplerle İttihatçı hükümetler tarafından birkaç kere
kapatılmıştır.
Mehmed Âkif, 1914 yılı başlarında Abbas Halim Paşa’nın maddî desteğiyle Mısır ve
Medine’ye iki aylık bir seyahate çıktı (Safahat: Beşinci Kitap: Hâtıralar’daki “el-Uksur’da”
şiiri bu seyahatin mahsulüdür). Harbiye Nezâreti tarafından istihbarat çalışmaları yapmak
üzere kurulmuş olan Teşkîlât-ı Mahsûsa’nın verdiği görevle 1914 yılı sonlarında Berlin’e
gitti. Batı’yı yakından tanımasına imkân veren ve üç ay kadar süren bu gezi sırasında
Almanlar’a karşı savaşırken esir düşmüş İngiliz, Fransız ve Rus tebaası müslüman askerlerin
kamplarını ziyaret etti. Onlara savaştan sonra bağımsızlıklarını kazanmak için faaliyet
göstermeyi telkin eden konuşmalar yaptı (Hâtıralar kitabındaki “Berlin Hâtıraları” adlı uzun
manzumesi bu gezinin intibalarıyla yazılmıştır). Aynı teşkilâtın verdiği diğer bir görevle,
Arabistan’da başlayan Şerîf Hüseyin isyanına karşı devlete bağlı kabilelerin desteğinin
devamını sağlamak amacıyla teşkilât başkanı Eşref Sencer’in (Kuşçubaşı) idaresindeki bir
heyetle Necid bölgesine (Riyad) gitti (Mayıs-Ekim 1915). Bu seyahatin devamında ikinci defa
ziyaret ettiği Medine ve Ravza-i Mutahhara’nın uyandırdığı duygularla, Cenab Şahabeddin ve
Süleyman Nazif gibi edebiyatçıların bir şaheser olarak nitelediği “Necid Çöllerinden
Medine’ye” manzumesini kaleme aldı.
1918 Temmuzunda Mekke Emîri Şerîf Ali Haydar Paşa’nın daveti üzerine İzmirli İsmail
Hakkı Bey’le birlikte Lübnan’da (Âliye) bulundu. Dönüşünde şeyhülislâmlığa bağlı dinî-
akademik bir kuruluş olan Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’nin başkâtipliğine tayin edilen
Mehmed Âkif (Ağustos 1918) daha sonra kuruluşun aslî üyesi oldu (Ocak 1920).
Müessesenin yayın organı olan Cerîde-i İlmiyye’nin idaresini de üstlendi. Bu arada İstanbul
Dârülfünunu’nda Maarif Nezâreti’ne bağlı olarak kurulan Kāmûs-ı Arabî Heyeti üyeleri
arasında yer aldı. I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanması, ağır mütareke
şartları ve yurdun işgaliyle Yunanlılar’ın İzmir’e çıkması üzerine başlayan Millî
Mücadele hareketine fiilen katılma kararıyla 1920 Şubatında Balıkesir’e giden Mehmed Âkif
burada Kuvâ-yi Milliyeciler’le görüştü. Zağanos Paşa Camii ile çeşitli yerlerde halkı birliğe
davet ve direnmeye teşvik maksadıyla vaaz ve konuşmalar yaptı. Bu sırada İstanbul’da
yüksek maaşlı bir görevde bulunmasına rağmen Balıkesir’e, oradan döndükten sonra da
Ankara’ya gitmeye karar vermesi onun vatan severliğinin açık bir göstergesidir. Ayrıca halkın
sevip saydığı bir müslüman aydın sıfatıyla Millî Mücadele’ye katılması, bu hareketin
İttihatçılar’ın yeni bir macerası olduğu şeklindeki şüpheyi büyük ölçüde gidererek Kurtuluş
Savaşı çalışmalarına önemli bir güç katmıştır. Nitekim bu sebeple ona “Millî Mücadele’nin
mânevî lideri” sıfatı verilmiştir. Balıkesir’den İstanbul’a gelmesinin ardından işgal altında
çalışmanın daha da zorlaşıp sansürün gitgide şiddetlenmesi yanında Ankara’dan Hey’et-i
Temsîliyye adına gelen davet üzerine on iki yaşındaki büyük oğlu Emin’i de yanına alıp 10
Nisan 1920’de gizlice yola çıktı. Ali Şükrü Bey’le buluşarak Geyve’ye ulaştı. Buradan Büyük
Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü Ankara’ya vardı (24 Nisan 1920). Hacı Bayram
Camii’ndeki ilk vaazının ardından vazifesinden izinsiz ayrıldığı gerekçesiyle Dârü’l-
hikmeti’l-İslâmiyye’deki görevinden azledildi. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal
Paşa’nın teklifi üzerine Burdur mebusu seçildi (5 Haziran 1920). Haberi olmadan en yüksek
oyu alarak Biga’dan da seçilmesine rağmen daha önce Burdur mebusluğunu kabul ettiğinden
mecliste bu sıfatla bulundu. Zaman zaman Eskişehir, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon,
Antalya, Konya, Kastamonu gibi şehirlerde halka ve diğer bazı mebuslarla beraber cephelerde
askerlere hitaben Millî Mücadele’yi teşvik eden konuşma ve vaazlarını sürdürdü. Bunların en
önemlisi meclis kararıyla gittiği Kastamonu’da Nasrullah Camii’ndeki ünlü vaazıdır. Bu vaaz,
son derece ihatalı bir bakışla dünyanın siyasî vaziyetini tahlil edip Sevr Antlaşması’nın bizim
için nasıl bir felâket olacağını izah eden, onu yırtıp atmayı ve Batılı sömürgecilerin karşısına
iman ve silâhla dikilmeyi hayatî bir mecburiyet olarak telkin edip Millî Mücadele’yi büyük
bir heyecanla teşvik eden önemli bir belgedir. Bu vaaz ve diğer konuşmalar, Âkif’in
İstanbul’dan ayrılırken arkasından gelmesini söylediği Eşref Edip’in Kastamonu’da tekrar
çıkardığı (25 Kasım) Sebîlürreşâd’ın üç sayısıyla (sy. 464-466) Ankara’da neşredilen (3
Şubat 1921) ilk sayısında yayımlanmıştır. Ayrıca bu sayılar ve risâle haline getirilen vaazlar
birkaç defa basılarak Anadolu’nun her tarafına ve cephelere dağıtılmıştır.
1920 yılının son aylarında Erkân-ı Harbiyye Riyâseti’nin isteğiyle Maarif Vekâleti millî marş
güftesi için bir yarışma açtı. Yarışmaya 700’den fazla şiir gelmesine rağmen nitelikli bir
manzume bulunamayınca konulan maddî mükâfat sebebiyle yarışmaya katılmayan Mehmed
Âkif’in de bir marş yazması ısrarla istendi. Mükâfat şartının kaldırılması üzerine Âkif şiirini
tamamlayarak teslim etti. Meclisin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda okunan şiir ittifakla
İstiklâl Marşı güftesi olarak kabul edildi (bk. İSTİKLÂL MARŞI). Ancak meclis kararı
olduğu için kazanana verilmesi zaruri hale gelmiş bulunan nakdî mükâfat Âkif tarafından
alınıp Dârü’l-mesâî adlı bir hayır cemiyetine bağışlanmıştır.
İSTİKLAL MARŞI
Kahraman Ordumuza
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım,
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda.
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder, varsa taşım,
Her cerihamdan, İlahî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruhumücerret gibi yerden naaşım,
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl.
Taceddin Dergahı
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının ardından Büyük Millet Meclisi’nin aldığı seçim
kararı üzerine yeniden teşekkül eden ikinci dönemde muhalefet grubuna mensup diğer millet
vekilleri gibi Mehmed Âkif de aday gösterilmedi. Ekim 1923’te Abbas Halim Paşa’nın daveti
üzerine Mısır’a giden Âkif’in bu daveti kabulünde, kazanılan Millî Mücadele’den sonra ümit
ettiği İslâm birliği ve bu birlikte Türkiye’nin önemli rol oynaması idealinin
gerçekleşememesinin doğurduğu hayal kırıklığının büyük tesiri olmuştur. İki yıl kışları
Mısır’da geçirip yazları Türkiye’ye döndüyse de 1925’in sonundan itibaren sürekli Mısır’da
kaldı. Bunda da hak kazandığı emekli maaşının bağlanmamasından doğan geçim sıkıntısı ve
hükümetin muhalif kabul ettiği birçok fikir ve siyaset adamı arasında kendisinin de polis
takibine alınmasının ağırına gitmiş olması önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu yılın başında
çıkan Şeyh Said isyanı vesilesiyle hükümet muhalifler üzerine baskı kurmuş,
aralarında Sebîlürreşâd’ın da yer aldığı pek çok dergi ve gazeteyi kapatarak sahiplerini ve
bazı yazarlarını İstiklâl mahkemelerine sevketmiş bulunuyordu.
Mehmet Akif Mısır’da
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bütçe müzakereleri sırasında alınan bir karar üzerine (21
Şubat 1925) Diyanet İşleri Reisliği, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri için Elmalılı Muhammed
Hamdi’ye, tercümesi için de Mehmed Âkif’e teklifte bulundu. Âkif, yapılacak çalışmanın dinî
ve ilmî sorumluluğunu düşünerek uzun bir tereddütten sonra tercüme yerine meâl denilmesi
ve Elmalılı M. Hamdi’nin hazırlayacağı tefsirle birlikte basılması şartıyla teklifi kabul etti.
1926-1929 yılları arasında yoğun bir mesai sarfedip tercümeyi bitirdiyse de vefatına kadar
üzerinde çalışmaya devam etti. Ancak ezanın kanun zoruyla Türkçe okutulduğu o yıllarda
namazların da devlet zoruyla Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle kıldırılacağı endişesini
taşıdığından yaptığı anlaşmayı feshedip avans olarak aldığı bir miktar parayı geri verdi ve
çalışmasını teslim etmedi. Âkif’in, hastalanarak Mısır’dan Türkiye’ye geldiği sırada geri
dönmediği takdirde tercümenin yakılmasını vasiyet ettiği ve yıllar sonra (1961) vasiyetin
Kahire’de yerine getirildiği anlaşılmaktadır (bk. MEHMED İHSAN EFENDİ).
Mehmed Âkif’in Mısır yıllarında Kur’an meâlinden sonraki en önemli meşguliyeti,
Kahire’deki el-Câmiatü’l-Mısriyye’nin Edebiyat Fakültesi’nde Türk dili ve edebiyatı dersleri
vermesi oldu (1929-1936). On yıldan fazla süren Mısır dönemi geçim sıkıntısı yanında eşinin
müzmin bir asabî rahatsızlığa müptelâ olması, başı boş kalan çocuklarını arzu ettiği gibi
yetiştirememesi, vatan hasreti, İslâm âleminin perişan halinin kendisinde doğurduğu büyük
ıstıraplarla geçti. Kahire’de bulunduğu yıllarda Mehmed Âkif, kendisini daima himaye eden
Abbas Halim Paşa ile ailesi ve orada tahsilde bulunan Türk talebelerle teselli bulmaya
çalıştı. Abdülvehhâb Azzâm gibi Mısırlı ilim ve fikir adamlarıyla dostluklar kurdu. Bu arada
1933 yılı sonlarında Safahat’ın yedinci ve son kitabı olan Gölgeler’i Kahire’de bastırdı.
1935’te rahatsızlanan Mehmed Âkif, hava değişimi için bir aylığına Lübnan’a ve o sırada
Fransız idaresinde bulunan Antakya’ya gitti. Hastalığının ağırlaşması üzerine 17 Haziran
1936’da İstanbul’a döndü. Nişantaşı Sağlık Yurdu’nda tedavi gördükten sonra yaz
aylarında Said Halim Paşa’nın Alemdağ’daki Baltacı Çiftliği’nde oğlu Prens Halim tarafından
misafir edildi. Son günlerini de aynı ailenin Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda kendisine
ayırdığı dairede geçirdi ve orada vefat etti (27 Aralık 1936). Resmî şahıs ve makamların ilgi
göstermediği İstiklâl Marşı şairinin cenazesi, Beyazıt Camii’nden üniversite gençliğinin ve
halkın katıldığı büyük bir cemaatle Edirnekapı Mezarlığı’nda dostu Babanzâde Ahmed
Naim’in kabrinin yanında toprağa verildi. 1960 yılındaki yol inşaatı sebebiyle her iki
mezar Süleyman Nazif’in kabriyle birlikte Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mehmed Âkif
yılı olarak ilân edilen vefatının ellinci senesinde (1986) Kültür Bakanlığı tarafından kabrinin
üzerine yeni bir lahit yaptırıldı.
Âkif’in ölümü üzerine yakın dostlarından Fatin Gökmen, “Çıktı kırklar bir ağızdan dediler
târîhin / İçimizden vatanın şairi Âkif gitti”; Yusuf Cemil Ararat da, “Cevherîn târîhi ahlâfa
eder keşf-i nikāb / Âh gitti tercümân-ı efsah-i Ümmü’l-Kitâb” beyitlerini tarih düşürmüşlerdir.
Mehmed Âkif’in yetişme yıllarında şahsiyetinin teşekkülünde rolü bulunan kişilerin başında
kendisine ilk dinî bilgileri veren, Arapça’sının, fıkıh ve akaid bilgilerinin gelişmesine yardım
eden babası Tâhir Efendi gelmektedir. Ayrıca “Abdülhamid devrinin hürriyetperver
şahsiyetlerinden” Fâtih Merkez Rüşdiyesi’nde Türkçe muallimi Mehmed Kadri Efendi,
hâfızlık hocası Mehmed Râsim Efendi (Arap Hoca), Mes̱ nevî ve Gülistân derslerini takip
ederek Farsça’sını ilerlettiği mesnevîhan Mehmed Esad Dede, Arapça hocaları olarak
kendisinden Müberred’in el-Kâmil’ini okuduğu Hersekli Ali Fehmi Efendi
ile Muʿallaḳāt hocası Hâlis Efendi zikredilmelidir. Bu arada ders ve müzakere arkadaşları
Mehmed Şevket ve Babanzâde Ahmed Naim ile daha Baytar Mektebi’nde talebeyken
kendisini klasik eserleri okuyacak kadar Fransızca’sını ilerletmeye ve Batı edebiyatını takip
etmeye yönelten Ispartalı Hakkı Bey, memuriyetinin ilk yıllarında yanında bulunarak
Fransızca çalıştığı Baytar Miralay İbrâhim Bey sayılabilir. Doğu ve Batı edebiyatlarından
zengin bir birikimi olan Âkif’in okudukları arasında çoğu yazıldığı dillerden olmak
üzere Muʿallaḳāt, Dîvân-ı Ḥâfıẓ, Gülistân, Mes̱ nevî, Fuzûlî Divanı gibi eserlerle
Doğu’dan İbnü’l-Fârız, Feyzî-i Hindî, Muhammed İkbal; Batı’dan W. Shakespeare, Milton,
Victor Hugo, Ernest Renan, Anatole France, Alfred de Musset, Lamartine, J. J. Rousseau,
Alphonse Daudet, Emile Zola, Alexandre Dumas Fils, Sienkiewicz gibi şair ve yazarların
eserleri vardır.
İçindeki en eski şiiri 1904 tarihli olan Safahat ile tanınan Mehmed Âkif’in bu tarihten çok
daha önce şiir yazdığı, yayımlanmış ve yayımlanmamış pek çok manzumesinin bulunduğu
bilinmektedir. Âkif’in bugün elde bulunan ilk şiiri, Halkalı Baytar Mektebi’ndeki öğrenciliği
sırasında kaleme aldığı (1892) “Destur” başlıklı bir terkibibend parçasıdır. Hazîne-i
Fünûn, Mekteb, Resimli Gazete gibi bazı dergilerde, dostlarına yazdığı mektuplarda ve şahsî
hâtıralarda rastlanan ilk şiirlerinin genellikle Ziyâ Paşa, Muallim Nâci ve Abdülhak
Hâmid tesirinde olduğu görülmektedir. Gerek bunlar gerekse Safahat’ın ilk kitabında yer alan
benzer şiirleri, Âkif’in bu yıllarda şiirde yapı bakımından değişik şekil arayışları içinde
olduğunu, muhteva bakımından Ziyâ Paşa ve Abdülhak Hâmid’de görüldüğü gibi birtakım
metafizik meselelere meylettiğini göstermektedir. Bir ara Recâizâde Mahmud
Ekrem ve Tevfik Fikret gibi tabiat tasvirlerine merak sardığı da kendi ifadesinden
anlaşılmaktadır. Yayımlanmış en eski şiirlerinden biri, hâfızlığını tamamladığı sırada yazdığı
ve hayatı boyunca bağlı kalacağı, ahlâk ve seciyenin temelini teşkil eden Kur’ân-ı Kerîm
hakkındaki manzumesi olup 1895’te “Kur’an’a Hitap” başlığıyla Mekteb mecmuasında
çıkmıştır.
İbret alınmaz her gün okuruz ezbere de;
Bir ibret aranmaz mı ayetlerde ?
Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına
Ya açar bakarız nazm-ı celilin yaprağına
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne teze mezara okunmak, ne fal bakmak için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne duvarlara asılmak, ne el sürülmemek için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne tezhip, ne sülüs, ne hat yazmak için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne tapınak, ne nutuk, ne vaaz dini için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne meslek kaygıları ne kariyer hesapları için
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne erkeği yüceltmek, ne kadını aşağılamak için
Ne Araba paye vermek, ne Acemi hor görmek için
Şiir yayımlamadığı 1901-1908 yılları arasında geçen sürede sanatta takip edeceği yol
hakkında önemli kararlar vermiş olmalı ki o zamana kadar sevdiği ve taklit ettiği tarzı
bırakarak hayalden uzak, yalnız içinde yaşadığı toplumun meselelerine çözüm arayan bir şiiri
benimsemiş, hatta eski şiirlerinin elinde kalanlarını ortadan kaldırmıştır. Bu
görüşünü Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitabında, “Budur cihanda benim en beğendiğim
meslek / Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek” mısralarıyla açıklar. Böylece şiirde
hayalperestliği reddetmiş, ancak buna tepki olan Batı tarzı parnasyen şiiri de
benimsememiştir. Gerçekleri dile getiren, takdir ettiği Batılı yazarların roman sanatındaki
realist/natüralist anlayışını yansıtan bir şiir tarzını tercih etmiş ve Türk şiirinde toplum
meselelerine en çok eğilen şair olmuştur. Âkif’in şairliği üzerinde tartışıp tereddüt edenler,
manzumeci olduğunu ileri sürenler, onun manzum hikâyelerini ve gerçekten ahlâkî öğüt veren
didaktik şiirlerini örnek gösterirler. Ancak bütünüyle incelendiğinde şiirinin didaktik
olmaktan ibaret kalmadığı görülür. Aslında sanatkâr ruhlu, şair yaratılışlı bir insan olan Âkif,
yaşadığı toplumun bir ölüm kalım savaşı içinde bulunduğu gerçeğinden hareketle toplumdan
yana, ahlâkçı ve idealist bir yolu seçmiştir. Bu ikilem dikkate alındığında en toplumsal
özellikteki şiirlerinde bile yer yer lirizme ve bir çeşit mistisizme yükseldiği görülmektedir.
Özellikle son yıllarında Mısır’da iç kırıklığı, vatan hasreti, yalnızlık ve hastalık gibi bedbin
duygularla yüklü olarak yazdığı Gölgeler kitabındaki şiirlerin lirik vasfı öncekilere göre daha
da yüksektir.
Mehmed Âkif’in makaleleri ve tercüme yazıları gibi Safahat’taki şiirlerinin çoğu da Sırât-ı
Müstakîm ve Sebîlürreşâd dergilerinde yayımlanmıştır. Onun ilk Safahat’tan beri takip ettiği
yol dikkate alındığında şiirinde muhtevanın ön plana çıktığı belli olur.
Bununla beraber sanatkâr mizacıyla şiirlerinin formunu ve estetik yapısını da ihmal etmediği
görülmektedir. Daha ilk Safahat’ta nazımda ulaştığı rahatlık ve ustalık, onun bu yıllara
gelinceye kadar uzun bir şiir tecrübesi geçirdiğini ortaya koymaktadır. Bilhassa bu kitabındaki
şiirlerinin nazım tekniği üzerinde kendisinden önce Edebiyât-ı Cedîde şairlerinin denedikleri,
şekille muhteva arasında estetik bir uyum sağlamak için başvurdukları formları başarıyla
uygulamıştır. Aynı şiir içinde konunun ve duyguların değişmesine göre veznin, nazım
şeklinin, hatta dil ve üslûbun da değişmesi bu denemelerden bazılarıdır. Özellikle manzum
hikâyelerde bu teknik daha da belirgindir: Tasvirlerde aruzun tempolu vezinlerine, daha eski
ve sanatkârane bir dile ve sentaks bakımından beyitlerde tamamlanan cümlelere mukabil aynı
şiirin tahkiye bölümünde daha hareketli vezinlerin, daha sade ve konuşma diline yakın bir
dilin ve anjambmanların kullanılması gibi. Tevfik Fikret’le başlayan, aruzun imâlesiz, ârızasız
kullanılması çığırı da Mehmed Âkif’in şiirleriyle zirveye ulaşır. En metafizik meselelerden
sokaktaki insanın konuşmasına kadar çok rahat bir Türkçe, o zamana kadar uygulanmamış bir
şekilde Âkif’in şiirleriyle aruzun hemen her kalıbında ifadesini bulmuştur.
Aktif bir siyaset ve ideoloji adamı olmayan Âkif İslâmî an‘aneye uygun, danışmaya ve
hürriyete dayalı meşrutî bir rejim taraftarıdır. Bu yönüyle II. Abdülhamid’in sıkı yönetiminin
aleyhinde bulunmuş, ancak 1908’den önce dönemin aydınları arasında yaygın olan gizli
komite faaliyetleriyle bir ilişkisi olmamıştır. Ayrıca Meşrutiyet’in ilânından kısa bir süre
sonra Fatin Hoca (Gökmen) tarafından İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne kaydedilirken üyelerin
cemiyetin bütün kararlarına kayıtsız şartsız uyacakları şeklindeki yemin cümlesinin
değiştirilmesini şart koşması onun seciyesini ortaya koyan en dikkat çekici anekdotlardan
biridir. Ancak bu üyeliği de İttihat ve Terakkî’nin Şehzadebaşı İlmiye Mahfili’nde bir süre
Arap edebiyatı dersleri vermekten ibaret kalmış, cemiyetin maceracı iç ve dış siyasetiyle
İslâm’a karşı çıkan aydınların tesiri altında hareket etmesi üzerine kısa süre sonra muhalefete
geçmiştir.
Mehmed Âkif’in en verimli şiir ve yayım faaliyetinin görüldüğü 1908-1922 arası Osmanlı
Devleti’nin en buhranlı, siyasî istikrarsızlığın ve savaşların en yoğun olduğu bir dönemdir.
Aydınların bu buhranı aşmak için gösterdikleri gayretlerin ürünü olan ve II. Meşrutiyet’in
ardından gelişme alanı bulan siyasî ve ideolojik akımlar arasında Âkif, adına
sonraları İslâmcılık denilen cereyanın içinde yer almıştır. Çocukluğundan beri aile muhitinde,
mekteplerde, arkadaş çevresinde tam bir İslâm kültürüyle beslenmiş, inancı, ahlâkı ve
yaşayışıyla İslâm’dan tâviz vermemiş olan Mehmed Âkif, İslâm’ın ruhuna aykırı olmamak
şartıyla diğer fikir sahipleriyle iş birliği yapabilecek bir karakter göstermiştir. Safahat’ta
“kavmiyet” ve “milliyet” kavramlarını birbirinden ayırmış, bunlardan “ırkçılık” mânasını
verdiği ilkine İslâm’a aykırı olduğu ve devletin parçalanmasına sebebiyet vereceği için karşı
çıkmıştır. Âkif vatan toprağına, bayrağa, milletinin faziletlerine, diline, sanatına son derece
bağlı bir insandır. Süleymaniye Kürsüsü’nde vâizin “Kendi mâhiyyet-i rûhiyyeniz olsun
kılavuz” derken vurguladığı ruhî mahiyet, parçanın bütününe göre milletin mânevî
cevherinden başka bir şey değildir. Mehmed Âkif’in, ülkeyi idare eden hükümetlerin
siyasetlerini çok defa tasvip etmediği halde onların verdiği millî vazifeleri kabul etmesi veya
memleket çeşitli sıkıntılar içindeyken aleyhlerinde açık, sert ve yıpratıcı bir muhalefete
girişmemesi bu bağlılığının tezahürüdür. İttihat ve Terakkî hükümetine ve İstiklâl Savaşı’ndan
sonra uğradığı mağduriyete rağmen Mısır’da iken Ankara hükümetine karşı takındığı olgun
tavır bu anlayışının örneğidir. Ayrıca Batı’da gelişmekte olan bilim ve tekniğin yanında pek
çok ahlâkî davranışın da hayranı olan Âkif siyasî İslâmcılar arasında kendine mahsus bir
terkibin sahibi olarak görünmektedir.
İlk Safahat’ta daha ziyade “Tevhid yahut Feryat” şiirinde olduğu gibi metafizik duyguların
veya “Durmayalım” ve “Dirvas”ta görüldüğü gibi bazı dinî hikmetlerin didaktik ifadeleriyle
“Hasta”, “Küfe”, “Meyhane”de olduğu gibi sosyal dertler yer almaktadır. Ancak daha sonraki
tarihleri taşıyan “Acem Şahı”, “İstibdat” ile bilhassa “Köse İmam” şiirlerinde siyasî, fikrî
meseleler de işlenmeye başlanmıştır. Bunların kuvvetli bir İslâmî ideal haline dönüşmesi, II.
Meşrutiyet’in ardından siyasî akımların ve toplumun genel yapısındaki ahlâkî bozulmanın
tehlikeli bir hal alması üzerinedir. “Süleymaniye Kürsüsünde” şiiri, böyle bir tehlikeye karşı
İslâm milletlerinin uyanması ve bir birlik teşkil etmesi felsefesine dayanan uzun bir manzume
olarak ortaya çıkar. Türk ve İslâm ülkelerini dolaşmış, müslümanları her bakımdan uyandırma
gayreti içinde otantik bir şahsiyet olan Sibiryalı Abdürreşid İbrahim’i temsil eden vâiz,
kürsüde bir taraftan İslâm’a ilgisiz hatta karşı olan aydınları tenkit ederken daha acı
tenkitlerini, hicivlerini birçok bakımdan bilgisiz ve geri kalmış müslümanlar için yapmıştır.
Mehmed Âkif’in itikad dışında bir dünya nizamı olarak ele aldığı İslâm’ı daima çağındaki
meselelere en isabetli çözümler üretecek şekilde takdim etmesi dikkati çekmektedir. Dinin
cevherinde olan ebedîlik dünün, bugünün olduğu kadar yarının insanına da hitap etmeyi
gerektirir. “Böyle gördük dedemizden” demenin mânası yoktur. “Doğrudan doğruya
Kur’an’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” mısraları bu konudaki
kanaatlerini ifade eden bir formüldür. Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitabında fikirlerini
sistemleştiren Âkif daha sonra bu sistemin yaşama tarzı, ahlâk, insanın kendi çevresiyle ve
başka insanlarla olan ilişkileri, ilim ve teknik karşısındaki tavrı gibi teferruata inen meselelere
çeşitli vesilelerle çözüm getirmeye çalışır. Bazan doğrudan doğruya Kur’an ve hadis gibi
dinin temel kaynaklarından hareket ederek bazan da yine bu temellere dayanıp daha çok kendi
döneminin problemleriyle iç içe bir ifade tekniği kullanmıştır. İlkine Hakkın
Sesleri ve Hâtıralar’daki âyet ve hadislerin serbest tefsirleri, ikincilere de Fatih
Kürsüsünde ve Âsım ile Hâtıralar’daki “Berlin Hâtıraları” örnek olabilir. Âkif’in
İslâmcılığının esasını inançta, emir ve nehiylerde kaynağını İslâm’dan alan bir hayat tarzı ile
çağdaş medeniyetin İslâm’a aykırı olmayan güzelliklerinin telifi teşkil eder.
Doğu ve Batı mûsikisine ciddi derecede ilgi duyan, ney üfleyen, yüzme, taş atma (bir çeşit
gülle atma), güreş ve uzun yürüyüş gibi sporlara meraklı, hoşsohbet, çevresindekilerle
şakalaşmayı seven, zeki ve nüktedan bir insan olan Mehmed Âkif, kendisini yakından tanıyan
dostları arasında verdiği sözleri her şartta tutmasıyla tanınan bir kişidir. Nitekim Baytar
Mektebi’nde okurken bir arkadaşı ile, birinin önce ölmesi halinde diğerinin onun çocuklarına
bakacağına dair sözleşmeleri buna örnektir. Yirmi yıl sonra Âkif, geçim sıkıntısı içindeyken
bile sözüne sadık kalarak vefat eden arkadaşının çocuklarını evine almış ve kendi evlâtlarıyla
birlikte okutup yetiştirmiştir. Ayrıca yazdıklarıyla hayatı arasında tam bir uyum vardır ve
buna aykırı davranışları affetmeyen bir karakter âbidesi olarak bilinir. Mehmed Âkif’in, şiirini
ve sanatını çok takdir etmesine rağmen daha sonra “Târîh-i Kadîm” ve “Târîh-i Kadîm’e
Zeyl” manzumeleriyle dinî ve insanî değerlere saldıran Tevfik Fikret’i, “Berlin Hâtıraları”nın
doksan sekiz mısralık bölümünde (metni için bk. SR, 25 Ağustos 1334, sy. 367; “Safahat
Dışında Kalmış Şiirler”, Safahat [nşr. M. Ertuğrul Düzdağ], İstanbul 1987, s. 531-534)
şiddetle eleştirmekten çekinmemesi de bu özelliğinin açık bir göstergesidir.
Eserleri. A) Manzum Eserleri. Mehmed Âkif’in sağlığında yedi ayrı kitap halinde bazıları
birkaç defa basılan, ölümünden sonra tek cilt olarak yayımlanan ve tamamı aruzla yazılmış
11.240 mısralık 108 manzumeden ibaret külliyatının genel adı Safahat’tır. Birinci kitabın
dışında diğerlerinin ayrıca birer adı da bulunmaktadır.
1. Safahat: Birinci Kitap (İstanbul 1329). Bazıları İslâm tarihinden alınmış vak‘alar üzerine
kurulmuş, çoğu sosyal dertleri konu edinen kırk dört şiirden oluşur. Bunlardan “Tevhid yahut
Feryad”, “Ezanlar”, “Cânan Yurdu”, “İstiğrak”, “Hasbihal” mistik ve felsefî konularda
yazılmış lirik şiirlerdir.
2. Safahat: İkinci Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (İstanbul 1330). Âkif’in İslâm dünyası,
müslümanlar ve İslâm ideali konusundaki fikirlerini yansıtan 1002 mısralık tek bir
manzumedir.
3. Safahat: Üçüncü Kitap: Hakkın Sesleri (İstanbul 1331). Balkan savaşlarındaki
mağlûbiyetler sebebiyle çekilen ıstırapların dile getirildiği on şiirden oluşur. Bu şiirlerin
sekizi bazı âyetlere, biri bir hadise dayanılarak yazılmıştır. Sonuncusu “Pek Hazin Bir Mevlid
Gecesi” başlığını taşıyan on mısralık bir şiirdir.
4. Safahat: Dördüncü Kitap: Fatih Kürsüsünde (İstanbul 1332). 1692 mısralık tek bir
manzumedir. İslâm’da çalışmanın ve terakkinin önemiyle kader-irade meselesi üzerinde
durulan şiirin ilk yarısında İslâm dünyasının perişanlığı tembelliğine, kurtuluşu da çalışmasına
bağlanmaktadır.
5. Safahat: Beşinci Kitap: Hâtıralar (İstanbul 1335). On şiirden meydana gelen kitaptaki ilk
yedi şiirin dördü âyetlerin, ikisi hadislerin açıklaması olup bunlar arasında yer alan “Uyan”
başlıklı manzume bütün müslümanları ikaz eden bir sesleniştir. Sondaki üç uzun manzume ise
şairin Mısır, Berlin ve Medine seyahatlerinin intibalarından yola çıkarak İslâm dünyasının
dertlerini dile getirdiği fikrî ve lirik şiirlerdir. Bunlardan “Necid Çöllerinden Medine’ye” adlı
şiir için Cenab Şahabeddin, “Bir hadisedir, bundan sonra Âkif’e erişilemez” demiş, Süleyman
Nazif de bildiği Şark ve Garp lisanlarında bu kadar güzel, pürüzsüz ve kusursuz şiir
okumadığını, bunu yazmak için Âkif kadar şair olmanın yetmeyeceğini, onun kadar da dindar
olunması gerektiğini, hiçbir sanatkârın bu şiirin benzerini yazamayacağını ifade etmiştir.
6. Safahat: Altıncı Kitap: Âsım (İstanbul 1342). 2292 mısralık tek bir manzumeden meydana
gelir. Memleketin içtimaî ve ahlâkî dertleri hakkındaki bu manzumenin tamamına yakın
bölümü, Mehmed Âkif’in eserlerinde canlandırdığı en önemli tip olan ve müslüman halkın
iman ve irfanını temsil eden muhafazakâr ve tenkitçi Köse İmam ile yenilikçi ve müsamahalı
Hocazâde (Mehmed Âkif), hakperest ve heyecanlı bir genç olan Âsım (Köse İmam’ın oğlu)
arasında geçen konuşmalardır. Şairin “Çanakkale Şehidlerine” adıyla bilinen ünlü şiiri de
diyalogun bir parçasıdır.
7. Safahat: Yedinci Kitap: Gölgeler (Mısır 1352/1933). Mehmed Âkif’in eski harflerle
Kahire’de bastırdığı, bir kısmı daha önce yazılmış kırk bir şiirinden meydana gelen son
kitabıdır. Buradaki bazı şiirler, gerçekleşmeyen bir idealin verdiği üzüntü ile vatandan uzak
ve işgal edilmiş bir İslâm diyarında yalnızlık hâlet-i rûhiyesinin doğurduğu kırgınlıktan
kaynaklanan tevekkül ve teslimiyetin mistik duygularıyla kaleme alınmıştır. Kitaptaki son şiir
olan 208 mısralık “Sanatkâr” adlı manzume, Âkif’in bütün Safahat’ı boyunca göstermediği
şahsiyetinin en mühim tarafı olan sanatkâr ruhunu ortaya koyar ve hayal kırıklıklarını, acılar
içinde geçen ömrünü, İslâm dünyasının yürek yakan halini içli bir dille mısralara
döker. Safahat’ı teşkil eden yedi kitap, Mehmed Âkif’in sağlığında onun tashihinden geçerek
sonuncusu hariç birkaç defa eski harflerle basılmıştır (geniş bilgi için bk. TDEA, VII, 406).
Eserin tamamını ilk defa yeni harflerle Ömer Rıza Doğrul, devrin siyasetine uygun
düşmeyeceği mülâhazasıyla yapılan birkaç çıkarma ile neşretmiştir (İstanbul 1943). Bu
haliyle 1973 yılına kadar yedi defa basılan Safahat yedinci baskısından itibaren M. Ertuğrul
Düzdağ tarafından tamamıyla gözden geçirilip tashih edilerek yayımlanmıştır. Safahat, eski
ve yeni harflerle bir şiir kitabı olarak Türkiye’de en çok basılan eser olduğu gibi birçok dinî
halk kitabının ulaştığı baskı sayısını da aşmıştır (ayrıca bk. SAFAHAT).
Mehmed Âkif’in gerek 1908’den önce gençlik devrinde gerek sonraki yıllarda yazdığı,
ancak Safahat’a almadığı, kendi ifadesiyle “Safahat hacminde” şiirleri olduğu bilinmektedir.
Önemli bir kısmını bizzat kendisinin yok ettiği bu şiirlerden devrin dergilerinde ve dostlarına
yazdığı mektuplarda kalmış veya bazı kişilerin hâtıralarıyla ortaya çıkmış olanları birkaç bin
mısraı bulmaktadır. Bunların önemli bir kısmı M. Ertuğrul Düzdağ’ın
hazırladığı Safahat neşirlerine eklenmiştir (bk. s. 485-551). Mehmed Âkif, Millî
Mücadele’den sonra “İkinci Âsım”, “Haccetü’l-Vedâ”, “Selâhaddîn-i Eyyûbî” (manzum
piyes), “İslâm Tarihinden Menkıbeler”, “Çocuk ve Mektep Şiirleri” gibi bazı eserler yazmak
istediğini dostlarına söylemişse de bunları gerçekleştirememiştir.
Âkif’in bazı şiirleri daha sağlığında Arapça’ya tercüme edilmeye başlanmıştır. 1932 yılında
Mısır’da çıkan el-Maʿrife dergisinde “İstiklâl Marşı” ile “Bülbül” şiirleri Arapça’larıyla
birlikte yayımlanmış, bunları “Çanakkale Şehidlerine” ile “el-Uksur’da” şiirleri takip etmiştir.
Yakın arkadaşı Abdülvehhâb Azzâm, “Kör Neyzen” ile “Küfe” şiirini mensur olarak (er-
Risâle), “Süleymaniye Kürsüsünde”nin bazı bölümlerini de nazmen (es̱ -S̱ eḳāfe, sy. 312, s. 35)
tercüme etmiştir. Son Osmanlı şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu şair
İbrâhim Sabri, Âkif’in vefatından on yıl kadar sonra Gölgeler’i manzum olarak Arapça’ya
çevirmiştir (eẓ-Ẓılâl min dîvâni Ṣafaḥât li’ş-şâʿiri’t-Türkî el-kebîr Muḥammed ʿÂkif, Kahire,
ts.). Ekmeleddin İhsanoğlu iki şiirini eş-Şiʿr dergisinde Arapça neşretmiştir. Mehmed Âkif
hakkında Arapça bir monografi hazırlayan Abdüsselâm Abdülazîz Fehmî, Mekke’de
yayımladığı kitabında “el-Uksur’da” ile “Necid Çöllerinden Medine’ye” şiirlerinin tamamına
yakınını ve incelemesine konu aldığı bazı parçaları kısmen manzum olarak Arapça’ya
çevirmiştir. Yaşayan Arap şairlerinden aynı zamanda Türkçe divanı da bulunan Hüseyin
Mücîb el-Mısrî, “Çanakkale Şehidlerine” adlı şiiri nazmen Arapça’ya tercüme etmiştir (metni
için bk. İslâmî Edebiyat, sy. 8 [İstanbul 1990] s. 24-25). Cemal Muhtar da “İstiklâl Marşı” ile
(MÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 3, İstanbul 1985, s. 15-18) “Âsım” ve “Hâtıralar”dan
küçük birer parçayı (İslâmî Edebiyat, sy. 7 [1990], s. 26-27) Arapça’ya aktarmıştır.
Mûsikiyle yakın ilgisi olan Mehmed Âkif’in bazı şiirleri sanatkâr dostları tarafından
bestelenmiştir. Ali Rıfat Çağatay, Zeki Üngör, Ahmet Yekta Madran, Muallim İsmail Hakkı,
M. Zâti Arca, Kâzım Uz, Mustafa Sunar, İsmail Zühtü tarafından bestelenen “İstiklâl
Marşı”nın dışında Ali Rıfat Çağatay “Ordunun Duası”, “Köse İmam”, “Bülbül”; Sadettin
Kaynak “Çanakkale Şehidlerine”; Şerif İçli “Ezelden Âşinanım”; Ali Nihat Karamemişoğlu
“Lâmekânlarda mısın?”; Ali Kemal Belviranlı “Allah’a Dayan Sa‘ye Sarıl” gibi
manzumelerini bestelemiş olup notaları eldedir.
B) Mensur Eserleri. Telifleri. a) Tefsirler. Mehmed Âkif’in on sekizi manzum olan
ve Safahat’a alınmış bulunan elli yedi tefsir yazısının tamamı Sebîlürreşâd’ın 183. sayısından
itibaren muhtelif nüshalarında “Tefsîr-i Şerif” başlığı altında yayımlanmıştır. Bunlar, dönemin
güncel meseleleriyle ilgili âyetlerin ele alındığı yazılardan meydana gelmektedir (listesi için
bk. Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, s. 156). Dergide “Hadîs-i Şerif” başlığı altında çıkan dört
yazısı da günün meselelerine çözüm olabilecek hadislere dayalı makalelerdir. İlk defa Ömer
Rıza Doğrul tarafından Kur’an’dan Âyetler adıyla, bazı müdahale ve eklemelerle kitap haline
getirilen bu yazılar arasında makale ve vaazlarından da seçmeler yer almıştır (İstanbul 1944).
1976’da dikkatsizce yapılmış ikinci baskısı yanında Ömer Rıza Doğrul’un neşrinden aynen
aktarılarak gerçekleştirilmiş bir baskısı daha bulunmaktadır (nşr. Suat Zühtü Özalp, Ankara
1968). Sadece tefsir yazılarının Abdulkerim ve Nuran Abdulkadiroğlu
tarafından Sebîlürreşâd’dan aktarılarak hazırlanmış bir baskısı ise Diyanet İşleri Başkanlığı
yayınları arasında neşredilmiştir (Mehmed Âkif’in Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri: Mev’iza ve
Hutbeleri, Ankara 1991). b) Vaazlar. Mevâiz-i Dîniyye: Birinci Kısım (İstanbul 1328).
Mehmed Âkif’in bu vaazı, İttihad ve Terakkî Hey’et-i İlmiyyesi âzası iken Şehzadebaşı
Kulübü’nde yaptığı “İttihad Yaşatır, Yükseltir, Tefrika Yakar, Öldürür” başlıklı konuşmasının
metni olarak önce Sırât-ı Müstakîm’de çıkmış, ardından bu kitabın içinde tekrar
yayımlanmıştır (s. 54-60). Balkan Savaşı sırasında Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye camilerinde
yaptığı vaazlar ise Sırât-ı Müstakîm’de neşredilmiştir (IX/230-232 [20 Şubat 1913], s. 6, 11).
Balıkesir Zağanos Paşa Camii ile (metni için bk. İzmir’e Doğru, Balıkesir, 1 Şubat 1920, sy.
24; SR, 12 Şubat 1920, sy. 458) Kastamonu Nasrullah Paşa Camii’ndeki vaazı Sebîlürreşâd’ın
Kastamonu’da basılan 464. sayısında çıkmış, gördüğü rağbet dolayısıyla bu sayı birkaç defa
bastırılarak Anadolu’ya ve cephelere gönderilmiştir. Ayrıca el-Cezîre Kumandanı Nihad Paşa
tarafından müstakil bir risâle halinde neşredilip (Diyarbekir 1337) bölgenin Elaziz,
Diyarbekir, Bitlis ve Van gibi belli başlı vilâyetlerinde ve cephelerdeki askerlere dağıtılmıştır.
Mehmed Âkif’in Kastamonu’da bulunduğu süre içinde civar kaza ve köylerde yaptığı
konuşmaların özetlerini de Eşref Edip kaydedip derginin 465-467. sayılarında yayımlamıştır.
Bazıları yeni yazıyla birkaç defa basılan bu sekiz vaazın ilki hariç diğerleri, Abdulkerim ve
Nuran Abdulkadiroğlu tarafından hazırlanan ve yukarıda adı geçen eserin ikinci kısmında
yeni yazıya aktarılmıştır. c) Makaleler. Mehmed Âkif’in cemiyet, edebiyat ve fikir bahisleri
etrafında makale, sohbet ve hâtıra şeklinde kaleme alıp Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd’da
“Hasbihal”, “Edebiyat Bahisleri”, “Eski Hâtıralar”, Letâif-i Arab’dan” başlıkları altında
neşrettiği elli yazıdan ibaret olup Abdulkerim ve Nuran Abdulkadiroğlu tarafından Mehmed
Âkif Ersoy’un Makaleleri adıyla yayımlanmıştır (Ankara 1987). Halen elli kadar mektubu
neşredilmiş olan Âkif’in birkaç yüz mektubunun daha özel ellerde bulunduğu tahmin
edilmektedir. Mahir İz’e yazdıklarını Kubbealtı Akademi Mecmuası’nda Uğur Derman
neşretmiş, bunlar başka yerde çıkan birkaç mektupla beraber İsmail Hakkı Şengüler’in
derlediği külliyata da alınmıştır.
Tercümeleri. Tesbit edilebildiği kadarıyla 1908’den önce Resimli Gazete ile Servet-i
Fünûn’da yayımlanmış ve ayrıca basılmamış olanların dışında kalan çevirileri
tamamen Sebîlürreşâd ve Sırât-ı Müstakîm’deki yazılardır (bir liste için bk. Düzdağ, Mehmed
Âkif Ersoy, s. 157-159). Bunlardan bir kısmı sağlığında kitap haline getirilmiştir.
1. Müslüman Kadını (İstanbul 1325). Kāsım Emîn’in İslâm’ın kadına bakışını eleştirerek bu
konuda Batı ölçülerine göre köklü reformlar yapılmasını teklif ettiği Taḥrîrü’l-merʾe adlı
eserine yapılan tenkitlere el-Merʾetü’l-cedîde kitabıyla verdiği cevaplara karşı Ferîd
Vecdî’nin yazdığı el-Merʾetü’l-müslime adlı reddiyenin (Kahire 1319) tercümesidir. Eser
Mahmut Çamdibi tarafından sadeleştirilerek yeniden yayımlanmıştır (İstanbul 1972).
2. Hanoto’nun Hücumuna Karşı Şeyh Muhammed Abduh’un İslâm’ı Müdafaası (İstanbul
1331). Fransız siyaset adamı ve tarihçisi Gabriel Hanotaux’nun Paris’te le
Journal gazetesinde çıkan ve İslâm’a hücum eden makalesine karşı Mısır’da çıkan el-
Müʾeyyed gazetesinde Muhammed Abduh’un neşrettiği cevapların tercümesinden meydana
gelmektedir. Mehmed Âkif risâlenin başına Hanotaux’nun yazısını da çevirerek ilâve etmiştir.
Risâle İsmail Hakkı Şengüler’in yayımladığı külliyata alınmıştır.
3. İslâmlaşmak (İstanbul 1337). Said Halim Paşa’nın Fransızca kaleme aldığı bu
risâle Sebîlürreşâd’da Mehmed Âkif tarafından Türkçe’ye çevrilerek neşredilmiş, daha sonra
paşanın diğer altı risâlesiyle birlikte Buhranlarımız adlı kitapta da yayımlanmıştır (İstanbul
1335-1338).
4. İslâm’da Teşkîlât-ı Siyâsiyye. Said Halim Paşa’nın Malta’da sürgünde bulunduğu sırada
Fransızca yazdığı eser, devrin özelliği sebebiyle “Millî Hâkimiyet” bölümü hariç Âkif
tarafından tercüme edilerek Sebîlürreşâd’da neşredilmiştir (XIX, sy. 493-496, 498, 500, 501).
Müstakil olarak neşri bulunmayan risâle, tercüme edilmemiş bölümü de eklenerek M.
Ertuğrul Düzdağ tarafından yayıma hazırlanan Buhranlarımız ve Son Eserleri adlı çalışmaya
alınmıştır (İstanbul 1991).
5. İçkinin Hayât-ı Beşerde Açtığı Rahneler (Ankara 1339). Abdülaziz Çâvîş’in bu küçük
risâlesi de Umûr-i Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti tarafından Mehmed Âkif’e tercüme ettirilerek
bastırılmıştır. Ferhat Koca eseri sadeleştirip İçkinin Zararları İçkinin Hayat-ı Beşerde Açtığı
Rahneler adıyla yeniden yayımlamıştır (İstanbul 2003).
6. Anglikan Kilisesine Cevap (İstanbul 1339 r./1341). Anglikan kilisesinin şeyhülislâmlık
makamına sorduğu İslâm dininin mahiyeti, hayat ve insan düşüncesi üzerindeki etkileri,
zamanımızın çeşitli bunalımlarını tedavisi, dünyayı çekip çeviren siyasî ve mânevî güçlere
karşı tutumu gibi önemli sorulara Abdülaziz Çâvîş’in verdiği Arapça cevapların
tercümesinden meydana gelmiştir. Önemi dolayısıyla Büyük Millet Meclisi Umûr-i Şer‘iyye
ve Evkaf Vekâleti tarafından bastırılan kitabı Süleyman Ateş sadeleştirerek yeniden
neşretmiştir (Ankara 1974).
Mehmed Âkif’in Ferîd Vecdî, Muhammed Abduh, Azmzâde Refik, Şeyh Şiblî Nu‘mânî,
Abdülaziz Çâvîş ve Said Halim Paşa’dan yaptığı tefrika halinde kalmış tercümeleri de İsmail
Hakkı Şengüler’in hazırladığı külliyat içine alınmıştır. Fevziye Abdullah
Tansel, Maarif mecmuasında (Mayıs-Ağustos 1895) Sâdî imzasıyla yayımlanan “Mebâhis-i
İlm-i Servet” başlıklı yazı dizisinin de Mehmed Âkif’e ait olduğunu ileri sürmektedir (bk.
bibl.). Mehmed Âkif’in İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Şubesi’nde verdiği derslerin, bir
kısmı Sırât-ı Müstakîm’de neşredilmiş notları “Dârülfünûn Dersleri Kavâid-i Edebiyye”
başlığıyla, ders notlarını formalar halinde haftalık olarak tefrika etmek üzere
çıkarılan Dârülfünûn adlı bir dergide neşredilmişse de (İstanbul 1329, II, nr. 50 [16 Nisan])
elde sadece on altı sayfalık ilk forması bulunmaktadır. Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’nin
beşinci ve altıncı sınıflarında okuttuğu derslerin notları dört forma halinde “Edebiyat
Dersleri” adıyla yayımlanmış görünmekteyse de henüz elde edilememiştir.
Mehmed Âkif’in bütün eserleri İsmail Hakkı Şengüler tarafından yayıma hazırlanmış ve son
tashihleri M. Ertuğrul Düzdağ eliyle yapılarak on ciltlik Mehmed Âkif Külliyatı içinde
toplanmıştır. Bu külliyatın dökümü şöyledir: I-IV: Karşı sayfalara açıklamaları konulmak
suretiyle Safahat’ın tamamı ile Safahat dışında kalmış bir kısım şiirleri; V: Makaleler ve
Tercümeler; VI-VIII: Tercümeler; IX: Tefsîr-i Şerif, Hutbe, Vaaz ve Mektuplar; X: Hayatı,
Seciyesi, İdeali, Sanatı ve Eserleri’ne Dair Yazıların Derlemeleri.
Sanatı yanında karakter ve seciyesi, millî meselelerdeki hassasiyet ve gayreti, yakın tarihte
oynadığı önemli roller ve halkın gönlündeki yeri dolayısıyla Mehmed Âkif şiirlere, romanlara,
film ve dizilere konu olmuştur. Bunlardan ilki kendisini çok yakından tanıyan Mithat Cemal
Kuntay’ın kaleme aldığı, 1980’lerde dizi film haline getirilen Üç İstanbul adlı romandır
(İstanbul 1938). Eserin önde gelen kahramanları arasında bir karakter âbidesi olarak Mehmed
Âkif’e “Şair Mehmed Râif” adıyla yer verilmiştir. Tarık Buğra’nın, Millî Mücadele
Ankara’sındaki gerçek vatan severlerle şahsî menfaatlerini öne çıkaran sahtekârların
mücadelesini ele alan Firavun İmanı adlı romanının (İstanbul 1976) kahramanlarından biri de
Mehmed Âkif’tir. Vefatının ellinci yılı dolayısıyla yapılan faaliyetler sırasında Mehmed
Âkif’le ilgili birkaç belgesel film de çekilmiştir. . (İslam Ansiklopedisi…M. Ertuğrul
Düzdağ…M. Orhan Okay)
HAZİN BİR CENAZE TÖRENİ
Takvimler 27 Aralık 1936’ yı gösteriyordu. İslam ve istiklâl şairinin tabutu
Beyazıt Camii önüne getirildi. İstanbul her zamanki kalabalıklığını yaşıyordu. Caddeler araba,
kaldırımlar insan seli...
Bir otomobil yaklaştı. Bagajında çıplak bir tabut vardı. Dört hamal cenazeyi musallaya
bıraktı. Biraz sonra cenazenin Mehmet Akif olduğu anlaşıldı.
Sağlığında karnını doyurduğu lokantacı, bir Kâbe örtüsü getirip tabutu örttü.
Üniversite öğrencileri Akif'in cenazesinin Beyazıt Camisi önüne geldiğini duymuşlardı. Bir
anda anfiler boşaldı, öğrenciler akın akın gelmeye başladılar. Edebiyat Fakültesinden, öteki
fakültelerden üniversite öğrencileri... Bir sancak bulmuşlardı, tabutun üstüne örttüler.
Üniversite idaresi Ankara’dan aldığı talimat üzerine gençleri bu “rejim muhalifi, mürteci”
şairin cenazesine katılmamaları için uyarmıştı halbuki. Öğrenciler, rejimin emrini takmadılar.
CHP iktidardı, dindarların unvanı resmi dilde ve CHP medyasında "gerici, mürteci, yobaz" dı.
"Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı;
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı!" diyen şairin unvanı da mürteciydi tabiki...
Akif'in cenaze namazı kılındıktan sonra FATİHA ile birlikte omuzlandı.
Beyazıt'tan Edirnekapı'ya omuzlarda götürüldü.
Devlet büyüklerine ve devrin etkili kişilerine bu muhteşem uğurlamaya katılmak nasip
olmadı.
Asım'ın nesli, Akif'i Edirnekapı Şehitliğine getirip çok sevdiği arkadaşı Babanzade Ahmet
Naim'in yanına defnetti.
Allah rahmet eylesin.
Rabbim mekanını cennet, ruhunu şâd eylesin. (Ali Erkan KAVAKLI)
MEHMET AKİF ERSOY 'UN OĞLU EMİN'İN YÜREK BURKAN HİKAYESİ
Yıl 1966 sonları. Bir öğle sonrası odamdayım. Kapımıza bir adam geldi. Adı Emin Ersoy idi.
Merhum Akif’in oğlu. ”Sizi biri görmek istiyor.” dediler. “Buyursun.” dedim. İçeri tıraşı
uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve
hafif bükük bir boyunla: ”Bendeniz Mehmet Akif’in oğluyum.” dedi.
Bir anda ne olduğumu şaşırdım. Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak
istercesine:
”Oooo buyurun buyurun, nasılsınız?” türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım.
O, tavrını bozmadı:
“Rahatsız etmeyeyim. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim.” dedi.
Gökler mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak
bullak oldum Tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkartıp uzattım. O bükük boynuyla:
”Siz ne münasip görürseniz.” dedi.
Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. ”Durun bakalım neyimiz
varmış!” gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, fazla bir şey de yoktu.
Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı.
“Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim.” dedi ve çıktı. Aradan bir ay geçti geçmedi;
gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme:
Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu. (Çetin
Altan)
.
28 ŞUBAT GENERALLERİMEHMED ÂKİF’E NİÇİN
SALDIRMIŞLARDI?
Cumhuriyet döneminde fikirlerinden dolayı en çok hakaret uğrayan, yazdığı İstiklâl
Marşı’ndan dolayı Kemalist oligarşinin askerî bürokrasisi ve “elit” lerince her darbe öncesi
“mürteciliği” gündeme getirilen, Türkiye’nin, Türk ülkesinin İstiklâl Marşı Şairi Mehmed
Âkif’e saldırıların arka plânında Kemalist /Atatürkçü zihniyetin “egemenlik” egosu yatıyor.
Millet iradesine vesayet koyan 28 Şubat darbecilerinden koyu Atatürkçü Tabip Tuğgeneral
Yalçın Işımer'in sözleri Âkif düşmanlığını açığa vurarak, Âkif’in Atatürkçü devlete karşı
potansiyel bir tehdit meselesi olabileceğini aşikâr ediyordu:
“Mehmet Âkif denen adam Arap hayranı. İstiklâl Marşı’nın yazarı olması dışında ülkeye ne
faydası olduğu gerçekten tartışılır. Cumhuriyet ilân edilip devrimler birbiri ardına yapılmaya
başlayınca Mısır'a kaçtı. Tam bir devrim karşıtı... Onun düşünce evreni Bedir Savaşı’nın
ötesine gidememiş. Kur’an’ı Türkçe’ye çevirmedi. Atatürk'ün ricasını yerine getirmedi diye
onu aziz kılanlar, şimdilerde Mehmet Akif Üniversitesi kurma çabasındalar. O üniversiteden
çıkan kafalar, bilinmelidir ki El Ezher kafalı adamlar olacaktır. Arap milliyetçiliğinin adamı
olacaklardır. Arap'ın adamı olacaklar. Arap'ın adamı olmak adamlık değildir. Ulusun adamı
olmak yakışır adam olacak adama. Bu adamlara 'adam sen de' demeyeceğiz. Son zamanlarda,
Atatürk’e… dil uzatanları bir şekilde belleyeceğiz.” (Câmideki Şair Mehmed Âkif, D.
Mehmet Doğan, s.164-165) Ayrıca bkz. (28 Eylül 1999 tarihli gazeteler)
Darbeci general Işımer Âkif düşmanlığında bununla kalmaz, “Bedir şehitleri ile Çanakkale
şehitlerini gayr-ı ilmî bir şekilde mukayese eder. “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi...”
mısraına hakarette bulunuyor: “Bedir Savaşı'nda 500 kişiyle çarpışan 250 bedevî Arap’la,
dünya uluslarına karşı destanlar yazan Mehmetçiği bir tutuyor da ‘o kadar şanlı idi’ diyor.
Onun düşünce evreni, Bedir Savaşı'nın ötesine gidememiş.” (D.Mehmet Doğan’ın a.g.e.
s.166)
Daha da ileri giderek “Niçin seni bekliyor Atatürk” değil de, “Seni bekliyor Peygamber” dedi
diyerek Âkif’i “Arapçılıkla” suçluyor. Atatürkçü general Işımer ve benzerlerinin “Arabın
adamı olmak” sözüyle Hz. Peygamberimize hakaret ettiği yüzlerine söylenmelidir. Âkif’i,
Müslüman kimliğinden dolayı başta CHP’liler olmak üzere bütün Atatürkçüler sevmezler. Bu
tavırlarıyla Âkif’in şahsında İslâmî değerlere sahip çıkan millete karşı olduklarını da
göstermiş oluyorlar.
“Devrimci Cumhuriyetin” canlandırılmasını isteyen yine 28 Şubatçı general Doğu Silâhçıoğlu
da 21 Şubat 2008'de Cumhuriyet gazetesindeki yazısında Âkif’e kötü sözler sarfediyor ve
evvelce puta tapan Arapların, Müslüman olduktan sonra, Şaman inancındaki Türklere
soykırım uygulayıp onları Müslüman olmaya zorladıklarını, sonra İslâm'ı gönüllü olarak
kabul ettiler yalanını uydurduklarını iddia ediyor. “Şeriatçı ümmetçi” dediği Âkif’e türlü
yaftalar yapıştırdıktan sonra, İstiklâl Marşı’na hakaret ediyor: “İstiklâl Marşı metnine Hak,
ezan, cennet, îman gibi sözcükleri ustalıkla yerleştirdiğini, bir tek Türk sözcüğü için yer
bulamamış bir ümmetçi…”
DARBECİ GENERAL: “ÂKİF ÜMMETÇİ, NİHAL ATSIZ TÜRKÇÜDÜR”
Milliyetçiler ve dindar kitleler arasında derin bir anlayış farkı olduğunu savunan Kemalist
general Silahçıoğlu adı geçen gazete de Âkif’e hakaretini şu şenî sözlerle sürdürüyor:
“Bu fark Türk milliyetçisi Nihal Atsız'la, şeriat ümmetçisi Mehmet Âkif'in düşünce
yapısındaki fark kadardı. Ümmetçi Mehmet Âkif'in yeni ardılları, onun Türk Arapsız
yaşayamaz. Kim ki yaşar der delidir! ‘Arabın Türk ise, hem sağ gözü hem sağ elidir!’
dizelerinde belirttiği yoldan giderlerken, beraberlerindeki milliyetçiler gerçekleri
göremediler” diyerek hayıflanıyor ve ardından Âkif’in “Cumhuriyet’i benimsemediğini”
söylüyor:
“Emperyalizme karşı kazanılan zaferin üzerine kurulan Kemalist cumhuriyeti kendisine ne
kadar yabancı hissetmiş olmalı ki, onun ‘şerrinden’ ülkesini terk ederek ‘darülislâm’ olarak
seçtiği Mısır’a göç edecek. Âkif, ulusal kurtuluş savaşına İstiklâl Marşı ile katılıyor ama,
cumhuriyeti görmüyor, göremiyor, benimsemiyor. Cumhuriyetin kurucusu ondan Kur’ân’ı
Türkçe’ye çevirmesini istiyor. O, ‘küfre hizmet’ saydığı için olacak ki reddediyor.”
(Cumhuriyet Gazetesi, 21 Şubat 2008)
İki özüre sahip, yâni hem darbeci, hem Atatürkçü olmakla malul olan general, Atsız’ın zaten
ârızalı olan Türk milliyetçiliği fikrini Âkif’a karşı kullanıyor ve millet çocukları arasında
tefrika çıkartıyor. Cehâletinden olacak milliyetçiliği de bilmiyor ve kendi Kemalist aklınca
milliyetçilikle dindarlığın birbirini tekzip eden, bir araya gelemez bir düşünce olduğunu
sanıyor.
Sual şu: Mehmed Âkif’in ve İstiklâl Marşı’nın Müslümanla aynı mânaya gelen Türk
milletiyle bir ve bütün olduğu tartışılmaz bir gerçek. Peki, 28 Şubat generalleri nasıl bir
“ulustan” yanadırlar?
Hülâsa, Âkif için Kemalist rejim bâtıl bir sitemdir. O, Türkiye İslâm Cumhuriyeti dâvâsı olan
bir şahsiyetti. Atatürkçü Cumhuriyet yandaşları, Âkif’in milletçe sevilmesini
“hegemonyalarına” karşı olarak görüyorlar. Silahçıoğlu gibi Kemalist generallerin, Türk’ü
ümmetin temsilcisi hâdimülharameyn ve hilafet sahibi olarak gören Âkif’i sevmeleri mümkün
değildir. (Ahmet Doğan İlbey)
TARİH TEKERRÜR MÜ EDİYOR
İstiklal Marşımızın söz yazarı Mehmet Akif Ersoy, şiir kategorisinde kıssadan hisse babında
kaleme aldığı sözlerle yakın veya uzak tarihimizde meydana gelmiş önemli olayların
günümüzde veya sonrasında yeniden gerçekleşebileceğini belirterek ibret ve tedbir alınması
konusunda uyarı ve ikazda bulunduğu mısralarında bakın ne diyor?
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
" Tarih" i " tekerrür " diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Çok yakın tarihimizde, 17 yıl önce gerçekleştirilen 28 Şubat postmodern darbesinin
günümüze yansımaları, toplumda siyasal sosyal ve ekonomi alanlarında yaptığı tahribat ve
zararlar, devlet sisteminde ve ulusal güvenliğimizde yarattığı travmalar günümüze kadar
çokça dile getirildi eleştirildi. Darbeyi gerçekleştirdiği iddiasıyla halen dönemin Genelkurmay
Başkanı, kuvvet komutanları, MGK Genel Sekreteri dahil olmak üzere üst düzeyde 103 sanık
REFAH-YOL hükümetini zor ve cebir kullanmak suretiyle antidemokratik bir şekilde
iktidardan uzaklaştırmak suçlaması ile Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi''nde ağırlaştırılmış
müebbet hapis cezası istemiyle tutuksuz olarak yargılanıyorlar.
28 Ekim 2014 tarihinde ilgili mahkemede, darbeyi deşifre ederek, BÇG darbe belgesini
devletin en üst katlarına devlet hiyerarşisi içinde ulaştıran bir devlet görevlisi olarak müşteki-
tanık sıfatıyla verdiğim 8 saatlik ifademde, BÇG ve EMASYA PROTOKOLÜ"nün yasadışı
olduğunu belgeleri ile kanıtladığımı düşünüyorum.
Ayrıca duruşmada kamuoyunda 15 yıldan günümüze tartışılan 28 Şubat darbesinin arkasında
örtülü olarak ABD"nin açık olarak da İsrail"in olduğuna yönelik açık kaynaklardan elde
edilmiş iddia ve belgeleri de mahkemeye sundum.
17 Ocak 1997,tarihinde, cunta tarafından Cumhurbaşkanı Demirel"e Genelkurmay"da verilen
brifing de, 54 maddelik REFAH-YOL iktidarının sakıncalı irticai icraatlarını içerdiği iddia
edilen bir dosya araştırılması için verilmişti. Bu dosya içinde en çok dikkatimi çeken 53.
madde olmuştu. Bu madde ile darbeciler"'' Gelişmiş G -7 ülkelerine karşı "''Müslüman
sekizler olarak isimlendirilen ekonomik birlik kurma projesini irticai bir tehdit olarak
değerlendirmişlerdi.
Erbakan"ın kurulmasına öncülük ettiği D-8 İslam İşbirliği Örgütü''nün kurulma kararı 22
Ekim 1996 yılında gerçekleştirilen, Kalkınmada İşbirliği Konferansı''nda alınmıştı. 5 Haziran
1997 İstanbul Deklarasyonu ile kuruluşun resmen ilan edilmesi sonrasında, deklarasyona imza
atan Müslüman ülkelerin liderlerinin büyük bir bölümünün iktidarlarını ve hayatlarını şüpheli
bir biçimde kaybetmeleri bu örgütün kurulmasından rahatsız olan Batı"nın örtülü istihbarat
operasyonlarının devreye girdiğine işaret ediyor.
Pakistan Başbakanı Navaz Şerif, Bangladeş Başbakanı Şeyh Hasina, Endonezya Başkanı
Suarta, Türkiye Başbakanı Necmettin Erbakan DARBELER" le iktidarlarını kaybettiler. İran
Cumhurbaşkanı Rafsancani seçimle, Malezya Başbakanı Mahattir Muhammed ekonomik kriz
sonrası iktidardan uzaklaştırıldılar. Nijerya adına imza atan Enerji Bakanı suikastla öldürüldü,
D-8 kuruluşuna sıcak bakmayan Mısır Devlet Başkanı yerine Başbakan Kemal Kanzuri''yi
göndermişti o da kısa süre içinde koltuğunu kaybetti.
ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher"in Ankara Büyükelçiliği''ne gönderdiği kriptolu
ulusal güvenlik belgesinin içeriği oldukça ilginç, bu belgeye göre, ABD 15 Ekim"de REFAH-
YOL iktidarının gitmesi için örtülü olarak düğmeye basmış görünüyor.
ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher imzası ile Ankara ABD Büyükelçiliği''ne gereği
için, Beyrut, Moskova, Atina ve Sofya elçiliklerine de bilgi için gönderilen ulusal güvenlik
belgesini Başbakan Erbakan kamuoyuna açıklamıştı. Belgeden yapılan alıntılarda, Refahyol
iktidarı ile ilgili değerlendirme ve iktidardan düşürme yöntemine yer verilen kripto yazıda, ilk
yorum koalisyonun büyük ortağı ile ilgili olarak yapılıyor: Türk hükümetinin milli
eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan"ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı"dan
ayırıp, Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirmesinden dolayı derin endişe
içerisindedir. Kanaatimizce, Türkiye"nin İran, Libya, Irak, Nijerya ve Sudan ile bağlarını
kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu bizim milli menfaatlerimize aykırıdır,
düşmancadır.
İkinci yorum koalisyonun küçük ortağı DYP ile ilgili. DYP Erbakan"ın radikal İslami
söylemlerini ılımlaştırmada başarılı olamadığına göre, kendisinin RP ile koalisyonu verimsiz
görünmektedir. Biz inanıyoruz ki Tansu Çiller"in koalisyondan çekilmesi Erbakan"ı düşürür
ve ülkeyi genel seçimlere götürür. Sonuç kesin olmamakla beraber RP büyük ihtimalle
seçimlerden daha güçlü çıkacaktır. Türkiye, birleşik devletlerin anahtar stratejik ortağı olarak
kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız,
bizim milli menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir. Türk askeriyesi bu sonucu elde etmeye
doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki aksiyon
ve planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum.
Çevik Bir"in 2002 tarihinde İsrail"li stratejist ve siyaset bilimci Martin Sherman"la birlikte
yazdıkları makale sanki bir itiraf niteliğinde. "'' Anayasa"dan aldığı yetkiyle Türkiye"de laik
Cumhuriyeti Korumakla yükümlü ordu Erbakan"a açıkça dedi ki; Ülkenin yüzünü İslam"a
dönmesini ve İsrail-Türkiye ilişkilerinin tehlikeye atılmasını izlemeyeceğiz. Erbakan kontrol
altında tutuldu. Türkiye ve İsrail MGK baskısıyla İslam"cı Erbakan istifasını sundu.
ABD, 17 yıl önce Türkiye"nin dış politikada yüzünü Batı"dan Doğu"ya çevirmesini 8
Müslüman ülkenin ekonomik işbirliği çerçevesinde tamamen barışçıl amaçlarla oluşturduğu
işbirliği örgütünü, kendi milli menfaatleri açısından bir tehdit ve düşmanca olarak nitelemişti.
Yeni Türkiye"nin Ortadoğu ve Dünya"da bağımsız bir dış politika hedeflemesi, dünyanın her
bölgesinde emperyalist ülkelerce ezilen mağdur ve mazlum ülke insanlarına ve ülkelere sahip
çıkılması, Ortadoğu ve dünyada sözü geçen bir ülke olması, KÜRT-TÜRK kardeşliğini
pekiştiren çözüm sürecinin yarattığı olumlu psikolojik etkinin Ortadoğu"ya taşınması
sonrasında ülkemizde, yaratılmak istenen kaos, istikrarsızlık ve iç çatışma ortamının ve yeni
bir terör ikliminin yaratılmasına yönelik, asker ve güvenlik güçlerine karşı maskeli suikast ve
infazların arkasındaki azmettiricileri çok açık ve belirgin değil mi?(Bülent Orakoğlu-
Yenişafak)
2021 'İSTİKLAL MARŞI YILI' OLUYOR
TBMM Genel Kurulunda, TBMM Başkanı Şentop ve 5 siyasi partinin imzasıyla sunulan
ortak önergeyle, 2021'in "İstiklal Marşı Yılı" olması kararlaştırıldı.
TBMM Genel Kurulunda, Meclis Başkanı Mustafa Şentop'un ilk imza sahibi olduğu ve AK
Parti, CHP, HDP, MHP ve İYİ Parti'nin imzasının yer aldığı önergeyle, 2021 yılının "İstiklal
Marşı Yılı" olmasını içeren düzenleme kabul edildi.
Türkiye Çevre Ajansının Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
Teklifi'nin görüşmeleri sırasında, Meclis Başkanı Şentop ile AK Parti, CHP, HDP, MHP ve
İYİ Parti ortak önerge verdi. Yapılan oylamada önerge kabul edildi. Bu kapsamda İstiklal
Marşı'nın Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü Hakkında Kanun'a
geçici madde eklenmesini içeren düzenleme kanun teklifine eklendi.
Düzenlemeyle 2021, "İstiklal Marşı yılı" olacak. 2021 yılı boyunca bütün kamu kurum ve
kuruluşları tarafından İstiklal Marşı'nın anlamını ve Kurtuluş Savaşı'nın önemini anlatmak
amacıyla halkın ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla İstiklal Marşı'nın kabulü ve
Mehmet Akif Ersoy'u anma etkinlikleri düzenlenecek.
"İstiklal Marşı dünyaya meydan okuyan bir direnişin destanı"
Önergenin gerekçesinde, İstiklal Marşı'nın, büyük şair ve dava adamı Mehmet Akif Ersoy'un,
Anadolu'nun dört bir yanında devam eden Milli Mücadele'nin ruhunu ve kararlılığını yansıtan
ve aynı zamanda o büyük mücadeleye coşku ve heyecan kazandıran abidevi eseri olduğu
belirtildi.
İstiklal Marşı'nın zalime, işgalciye ve sömürgeciye boyun eğmeyen ve dünyaya meydan
okuyan bir direnişin destanı olduğu vurgulanan gerekçede, Mehmet Akif Ersoy'un
mısralarının, Milli Mücadele'nin ruhunu temsil eden, sadece lafzıyla değil manası ve
hakikatiyle her an yaşayan bir coşku ve heyecanı yansıttığını ifade edildi.
Bugün yediden yetmişe herkesin aynı inanç ve heyecanla okuduğu, ezberlediği ve haykırdığı
İstiklal Marşı'nın her mısrasında tarih, medeniyetin ortak değerleri, vatan ve bayrak aşkının
bulunduğuna işaret edilen gerekçede, "100 yıl önce kaleme alınan ve şairi merhum Akif'in
kahraman ordumuza ithaf ettiği bu marş, milletimizin tüm fertlerinin aynı heyecan ve imanla
verdiği İstiklal Harbi'nin manifestosudur. Varlığımıza ve birliğimize yönelik her tehdit
karşısında, 'nazlı' ve 'şanlı' hilalin altında toplanmaya hazır milletimizin ortak vicdanı, yüreği
ve iradesidir." denildi.
"İstiklal Marşı'nın anlam ve öneminin hatırlanması için özel etkinlikler"
Mehmet Akif Ersoy tarafından Şubat 1921'de kaleme alınan İstiklal Marşı'nın, İstiklal
Harbi'nin devam ettiği günlerde, TBMM'nin 1. Dönemi'nde, 2. Yasama Yılı'nın, 1 Mart 1921
tarihli birinci birleşiminde TBMM Genel Kurulunda ilk kez okunduğu hatırlatılan gerekçede,
milli marşın bu tarihten 11 gün sonra, 12 Mart 1921'de icra edilen altıncı birleşimde ise
TBMM Genel Kurulu tarafından "ekseriyet-i azime ile" resmi İstiklal Marşı olarak kabul
edildiği belirtildi.
Gerekçede, 2021'in, İstiklal Marşı'nın yazılmasının ve TBMM tarafından kabul edilmesinin
100. yılı olduğuna dikkat çekilerek önergeyle İstiklal Marşı'nın Kabul Edildiği Günü ve
Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü Hakkında Kanun'a bir geçici madde eklenmesi suretiyle
2021 yılının İstiklal Marşı yılı olarak ilan edilmesinin öngörüldüğü ifade edildi. Gerekçede,
şunlar kaydedildi:
"Kanuna eklenmesi öngörülen geçici maddeyle Milli Mücadele'nin başlangıcının ve
TBMM'nin açılışının 100. yılının akabinde, İstiklal Marşı'nın kabul edilmesinin 100. yılına
denk gelen 2021 boyunca düzenlenecek özel etkinliklerle İstiklal Marşı'nın anlam ve
öneminin hatırlanması, ayrıca İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy'un ve kurtuluş mücadelemizde
görev alarak Türkiye'yi bize vatan kılan şehit ve gazilerimizin yad edilmesi
amaçlanmaktadır."(A.A.)
MİLLİ ŞAİR'İN TORUNU 2021'İN 'İSTİKLAL MARŞI YILI' OLMASINI
MEMNUNİYETLE KARŞILADI
Türk milletinin bağımsızlık mücadelesinin simgesi İstiklal Marşı'nı yazan "Milli Şair"
Mehmet Akif Ersoy'un torunu Selma Ersoy Argon, 2021'in "İstiklal Marşı Yılı" olmasını
içeren düzenlemenin kabul edilmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
TBMM Genel Kurulunda, Meclis Başkanı Mustafa Şentop'un ilk imza sahibi olduğu ve AK
Parti, CHP, HDP, MHP ve İYİ Parti'nin imzasının yer aldığı önergeyle 2021 yılının "İstiklal
Marşı Yılı" olmasını içeren düzenleme kabul edildi. Bu kapsamda, İstiklal Marşı'nın Kabul
Edildiği Günü ve Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü Hakkında Kanun'a geçici madde
eklenmesini içeren düzenleme kanun teklifine eklendi.
Düzenlemeyle 2021 yılı boyunca bütün kamu kurum ve kuruluşları tarafından İstiklal
Marşı'nın anlamını ve Kurtuluş Savaşı'nın önemini anlatmak amacıyla halkın ve sivil toplum
kuruluşlarının katılımıyla İstiklal Marşı'nın kabulü ve Mehmet Akif Ersoy'u anma etkinlikleri
düzenlenecek.
"Milli Şair" Mehmet Akif Ersoy'un torunu Selma Ersoy Argon, 2021'in "İstiklal Marşı
Yılı" olmasını içeren düzenlemenin kabul edilmesine ilişkin AA muhabirine değerlendirmede
bulundu.
2021'in İstiklal Marşı Yılı kabul edildiğini büyük bir mutlulukla öğrendiğini dile getiren
Argon, Cumhrubaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük
Ödülleri kapsamında 2018 yılında verdiği "2018 Yılı Vefa Ödülü"yla ödülüyle başlayan ve
devletin Mehmet Akif Ersoy'a olan bağını güçlendiren sevgi ve ilgisine teşekkür etti.
Ödül töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 20-27 Aralık tarihlerinin Mehmet Akif Ersoy
Haftası ilan edilmesi ricasında bulunduklarını aktaran Argon, şöyle konuştu:
"Sağ olsunlar ilgi ve takdirleriyle bu yönetmelik de karara bağlandı, çıktı ve hafta ilan edildi.
Sebilürreşad ailesiyle birlikte uzun zamandır gayret ettiğimiz mücadele meyvesini verdi. Tam
da anma haftasında 'Gazi Meclis'imizden mutlu haber geldi. Bu sabah 2021 yılı İstiklal Marşı
Yılı ilan edildi. Tabii ki bu içime müthiş bir sevinç verdi, kalbim sevindi. Çünkü hakikaten
İstiklal Marşı'mızın 100'üncü yılı. Bir şeyler olması gerekiyordu. Takdir ettiler, sağ olsunlar.
Çok mutlu oldum. Hamdolsun. Devletimizin ve Cumhurbaşkanımızın ilgi ve sevgileriyle
Sebilürreşad ailemizle bunu başardık. Sebilürreşad Derneği ve Akif dostlarına teşekkür
ediyorum. Dergimiz 6 senedir yeniden yayında ve yoluna devam ediyor."
Argon, "Mehmet Akif'in ailesi olarak başından beri ilgi ve takdirleriyle destek aldığımız
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'a, TBMM Başkanımız Mustafa Şentop'un samimi
gayretlerine, Meclisimizdeki tüm siyasi partilerin temsilcilerine ve genel başkanlarına, başta
Sebilürreşad ailem olmak üzere Safahat ve dedemin hayat hikayesini filmleriyle
etkinlikleriyle hizmet vermiş tüm resmi ve sivil kurumlarına, kalbimden en derin sevgi ve
şükranlarımı arz ediyorum." dedi.
"İstiklal Marşımız, 'tek vatan, tek millet, tek bayrak ve tek devlet' şiarının sesidir"
İsitklal Marşı Yılı dolayısıyla gerçekleştirilecek etkinliklere, bilhassa Ankara'da düzenlenecek
törenlere katılmak istediğini dile getiren Argon, "Orada olmayı canı gönülden diliyorum.
Çünkü dedemin ruhu bir nevi Ankara'da atıyor. Tacettin Dergahı'nda attığı gibi Millet
Meclisinde de atıyor. Dedem namına bana verilen o güzel vefa ödülünü Gazi Meclisimizde
yapılan köşede sergilenmesi için vereceğim. Cumhurbaşkanımızdan rica etmiştim. Büyük bir
tevazuyla kabul etti. O vefa ödülünün yeri orasıdır. Orada sergilenecek, her gelen görecek."
ifadelerini kullandı.
Selma Ersoy Argon, TBMM'nin, milli iradenin sözü, sesi ve demokrasinin adresi olduğunu
belirterek, "İstiklal Marşı hepimizin birlik ve dirlik içinde buluştuğunun resmidir, sesidir.
İstiklalin tek şemsiyesinin TBMM olduğunun kabulü anlamındadır. Sevindiricidir, bizi bir
arada tutan ruhtur. İstiklal Marşımız milletimizin özüdür. 'Tek vatan, tek millet, tek bayrak ve
tek devlet' şiarının şiiridir, sesidir. Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırtmasın." diye
konuştu.
Büyük bir vatanseverdi
Mehmet Akif Ersoy'u "Büyük bir vatanseverdi." diye tanımlayan Argon, "Dedem, vatanı,
milleti, bayrağı, ezanı, Allah ve Peygamber yolunda gitmesiyle büyük bir ahlak abidesidir.
Samimi bir insandır. Kan bağı olmamın dışında bütün milletimizin dedesidir." dedi.
Ersoy'un şiirlerini topladığı "Safahat"ın sadece bir şiir kitabı değil, Ersoy'un hayatının
belgeseli olduğunu ifade eden Argon, şunları söyledi:
"Her zaman 'Ne gördüysem onu yazdım, hayalle yoktur benim işim.' demiş. İleriyi gören,
çağının ötesinde bir insandı. Safahat iyi okunduğu ve anlaşıldığı zaman bize gerçekleri anlatır,
çarpıcıdır. İstiklal Marşı'nı, 'Artık o benim değildir, milletime aittir.' diyerek Safahat'a
koymamıştır. Safahat'ın iyi okunmasını ve anlaşılmasını ve hatta okullarda ders kitabı olarak
okutulmasını çok arzu ediyorum. Çünkü geçmişimiz de geleceğimiz de Safahat'tadır. Allah
gani gani rahmet eylesin hem dedeme hem de bütün şehitlerimize."
Gönüllerde çok güzel bir iz bıraktı
Argon, Ersoy'un gönüllere yerleştiğini belirterek, "Müthiş bir iz bıraktı. Tüm İslam aleminde
tanındığı yabancı ülkelerde de çok tanınıyor. Kiev'e, Bakü'ye gittik. Zaten Azerbaycan'da çok
tanınıyor, seviliyor. Nereye gittiysek orada tanıyorlar. İnsan gurur duyuyor, tüyleri ürperiyor.
Gönüllerde çok güzel bir iz bıraktı. Çünkü hiç bencilce davranmayan vatan sevdalısı bir
insandı. Vatanı ve bayrağı için hep gönlünden verdi. Geldiler çok çalıştılar, bu güzel vatanı
bize emanet ettiler ve gönüllerde yer alarak gittiler." şeklinde konuştu.
Mehmet Akif Ersoy Anma Haftası dolayısıyla herkese teşekkür eden Argon, "Onlar anıldıkça
yaşayan insanlar. Andıkça her zaman kalbimizdeler. Her zaman fikirleriyle varlıklarıyla
canlılar." ifadesini kullandı. (A.A.)
SAFAHAT’TAN
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre .
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
ASIM
Kardeşim Fuad Şemsî’ye
Bu eser, bir muhâvereden ibârettir ki Harb-i Umûmî içinde, ve Fâtih yangınından evvel,
Hocazâde’nin Sarıgüzel’deki evinde geçer. Eşhâs-ı muhâvere şunlardır:
HOCAZÂDE : Merhum Hoca Tâhir Efendi’nin oğlu.
KÖSE İMAM : Merhum Hoca Tâhir Efendi’nin şâkirdlerinden .
ÂSIM : Köse İmam’ın oğlu.
EMİN : Hocazâde’nin oğlu.
– Vay hocam! Vay gözümün nûru efendim, buyurun!
Hangi rüzgârdır atan sizleri?.. Lütfen oturun.
Mütehassirdik efendim, ne inâyet! Ne kerem!
Öpmedik affediniz...
– Çok yaşa... Lâkin... Veremem.
– Bütün İstanbul’un ağzında gezen elleriniz,
Bize nâz etmese olmaz mı, efendim? Veriniz.
– Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni!
Ayda, âlemde bir olsun aramazsın Köse’ni.
Bu herif öldü mü, sağ kaldı mı, derler de ayol,
Baba dostuysam eğer kalkıp ararlar bir yol.
Yoksa yaşlanmaya görsün, adamın hâli yaman...
Ne fenâ günlere kaldık, aman Allâh’ım aman!
“Nesl-i hâzır” denilen şey pek acâib bir şey:
Hoca rahmetliye bak, oğluna bak, hey gidi hey!..
– Amma tekdîr ediyorsun, canım ilkin adamı...
Bir selâm ver bakalım; böyle Selâmsız’dan mı?
– Selâmun aleyküm.
– Aleyküm selâm...
Barıştık, yüzün gülsün artık, İmam.
– Hele dur, öfkemi tekmilleyeyim...
– Tekmille!
Zâten eksik bir o kalmıştı: Hudâyî sille...
– Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz, döveriz...
Gül biter aşk ile vurduk mu...
– İnandım, câiz...
– Pek cılız çıktı bu “câiz”, demek îmânın yok?
– Dayak “Âmentü”ye girdiyse, benim karnım tok,
Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında!
– Hele!
– Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle,
Fark olunmazdı Kızanlık’taki güllüklerden!
Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden?
Dur ki çay demleyelim, nargile gelsin, kerem et!
– Söyle gelsin, hadi, zahmetse de...
– Hâşâ, rahmet.
– Enfiyen var ya?
– Tabî’î!
– Çekilir boydan mı?
– Burun aldatmaya kâfî.
– Bu nedir? Cerman mı?
– Karışık.
– Neyse, zârurette pek a’lâ gidecek.
Hocazâdem, bakalım, bir de bizimkinden çek.
– Yerli mahsûlüne benzer mi desem?..
– Kendisidir.
– Sen de tiryâki değilsin ya, pek a’lâ yetişir.
– Baban olsaydı da görseydi, işin vardı.
– Neyi?
– Çektiğin murdarı.
– Sevmezdi, evet, böyle şeyi.
– Neydi rahmetlide, lâkin, o temizlik, vay vay!
Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdûmu da...
– Ay!
Şu babamdan nerem eksik, hadi, göster bakayım?
– Ama hiddetleneceksen ne suyum var, ne sayım!
Yok, eğer mum gibi dosdoğru cevâb istersen:
Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen.
– Ne nezâketli beyan: Hay gidi mum, tıpkı odun!
– Böyle hiddetlenecektin, neye râzî oldun?
– Oldum amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı...
“Selâmun aleyküm behey kör kadı!”
Seni çok sözlü dedin, yetmedi; tekdîr ettin,
Yine az geldi...
– Hayır, söylemedim, söylettin.
– Başladın şimdi de tahkîre ... Kızılmaz mı Hoca?
– Zübbelik yok!
– O ne? Ben zübbe miyim?
– Oldukça.
– Vâkıâ çok severim, her ne desen aldırmam;
Bu, fakat hazmolunur parça değil.. Pîr ol İmam!
– Sen de pîr ol.
– Ama kızdım.
– Ne tuhaf şeysin be:
Bir sözümden kızıyorsun.
– Kime derler zübbe?
– Sana derler.
– Niye?
– Hem benzemedin merhûma;
Hem neden benzemedin, dersen, efendim, sorma,
O ne hiddet, o ne şiddet! Çalışıp benzesene!
İlme vakfettiği dirsek babanın: Elli sene.
– Biz de az çok pala sürttük...
– Sana câhil demedik;
Yalınız zübbe dedik... Bak yine baktın dik dik.
Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden?
Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden?
İpek’in köylüsü, ümmî, yarı vahşî bir adam...
– Bâri yamyam de! Ne mâni’ ki, evet, ak yamyam!
– Dinle oğlum!..
– Ne nezâhet bu Hocam? Hayrânım!
– Lâfı ağzımda bıraktın be kuzum, dur be canım...
– Cümle bitseydi, emînim ki, dedem gitmişti...
Dar yetiştim!
– Ne o, sırtlan da mı olduk şimdi?
– Neyse bahsinde devam et bakalım...
– İşte baban,
Bir şey öğrenmedi elbette o ümmî babadan.
Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi.
Zât-ı devletleri, lâkin azıcık çöplendi.
Sen duâ et babadan topladığın mîrâsa,
Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa.
– Üç satır hem de, İlâhî, ne tükenmez irfan!
– Hadi üç yüz satır olsun mütehammilse kafan..
Hoca’nın kâ’bına yükselmen için dağlar var.
– Tırmanırsam?
– Hadi tırman, bakalım, işte duvar.
– Göreceksin,
– Bu bacaklarla mı?
– Hay hay!
– Belli!
Yaşınız kaçtı paşam, elli mi?
– Yoktur elli.
– Aştınız kırkı ya?
– Kırk altıyı bulduk.
– A’lâ...
Yüzü bulsan, yine “Hâlâ mı bu mektub, hâlâ!”
Arzı olmazsa hayâtın ne çıkar tûlünden?
Hani kırk altı yılın eldeki mahsûlünden?
Hangi bir fende teâlî edebildin, evlât?
Hangi san’atte rüsûhun göze çarpar? Anlat!
Ulemâdan mı sayıldın, fukahâdan mı?
– Hayır.
– Ya siyâsî mi nesin? Kendine bir meslek ayır!
– Şâirim.
– Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!
Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.
– Afedersin onu!
– İmkânı yok etmem, ne demek!
Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?
Âh, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse’ne,
Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.
– Ama pek hırpaladın şi’ri...
– Evet hırpaladım:
Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,
Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.
“Şuarâ ” dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh ,
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekrûh .
Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri .
Bu sıkılmazlara “Medh et!” diye, mangır sunarak,
Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!
Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu;
Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:
Sürdüler Türk’e “Tasavvuf” diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi “hakîkat” kusuyor Sıdkı Dayı!
Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab;
Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.
Git o “Dîvan” mı, ne karn’ağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi “Sandıkburnu”! (*1)
Beni söyletme, neler var daha!
– Tekmilleyiver! ...
Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi’ri sever.
– Vâkıâ “İnne mine’ş-şi’ri...” büyük bir ni’met;
Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet. (*2)
Ben ki Attâr ile Sa’dî’yi okur, hem severim;
Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.
Hem senin şi’re müdâfi’ çıkışın ma’nâsız:
Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız:
Kimi mevlidci diyor...
– Ah, olabilsem, nerde!
Yetişilmez ki, Süleyman Dede yükseklerde.
– Kimi bid’âtçi diyor... Duyduğum en çok bunlar.
– Daha var mıydı, İmam?
– Var ya, unuttum: Baytar .
– Keşke baytarlık edeydim...
– Yine et mümkünse.
– Yapamam.
– Belki yapardın be...
– Unuttum be Köse.
– Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lâzımmış;
Beni dinler misin evlâd? Yine kâbilse çalış:
Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar,
Bize insan hekiminden daha lâzım baytar.
– Hele bir çek bakalım!
– Sen de bizimkinden çek.
– Hani çay gelmedi yâhu?
– Ay, unuttuk, gerçek.
– Gitme seslen yalınız, nerde Emin, yok mu?
– Emin!
Nerdesin? Baksana, çay demleyeceklerdi demin...
– Demlemişler, baba.
– Sen gelsene, oğlum, buraya...
El öperlerdi unuttun mu?
– Hayır.
– Oldu mu ya?
– Demin öptüm, baba...
– Öptün mü, git öyleyse hadi.
Hele yâ Rabbi şükür, çay da nihâyet geldi.
Şeker istersen eğer bulduralım?
– Dört yüz mü?
– Aldığım yok, yaşasın İzmir’in a’lâ üzümü;
Hem ucuz, hem daha lezzetli.
– Çekirdeksiz de.
– Buyurun!
– Başla canım, var mı merâsim bizde?
– Hocam, evvelce üzüm çiğnenecek, üstüne çay...
İçelim aşkına rindân-ı Hudâ’nın!
– Hay hay!
* * *
– Hoca keşfet bakayım, şimdi bu harbin sonunu?
– Onu Allah bilir amma, acaba var mı sonu?
– Ne demek! Nâ-mütenâhî mi bu? Elbette biter;
Tarafeynin biri ancak deyiversin ki: Yeter.
– Aklım ermezse de evlâd, bu işin bitmesine,
İki şeyden biri lâzım...
– O nedir?
– Dinlesene:
İngiliz yok mu, o hâin, ya doyup patlamalı;
Yâhud aç kalmalıdır... Yoksa bizim fal kapalı.
Açma sen şimdi o yaprakları, oğlum beni sor:
Başımın derdi büyük, çâresi yok... Olsa da zor.
– Çâresiz derd olamaz, söyle Hocam, dinliyorum?
– Bir değil...
– Tut ki bin olmuş, ne demek, mecbûrum.
Sana hizmet, babamın rûhuna rahmettir, ayol!
– Hocazâdem, bilirim hepsini, berhurdâr ol.
Oğlanın hâlini evvelce mi açsam?.. Lâkin,
Komşunun derdi dururken bunu açmak çirkin.
– Oğlanın hâli nedir, söyle? Merâk etmedeyim...
– Hele dursun da o, ilkin şunu bir nakledeyim:
Mütekâid paşalardan biri, üç beş sene var,
Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar.
Kimde az çok getirir bir satılık mal varsa,
Kapatıp yaptı beleşten sekiz ev, dört arsa...
Herifin hâli bidâyette zararsızcaydı;
Son zamanlarda, ne olduysa, namazdan caydı.
Ne cemâ’atte, ne mescidde, bugün komşu paşa.
– Olağan şey, sofuluk çıkmadı, besbelli başa.
– Derken incelmeye, gencelmeye kalkıştı...
– Aman!
– Ne aman dinledi, gittikçe, hovardam, ne zaman.
Saç sakal tuttu ne hikmetse acâib bir renk;
Kalafatlandı bıyıklar, iki batman , bir denk!
Çehre allıklı sabunlarla mücellâ her gün;
Fes yıkık, kelle çıkık, kaş yılışık, göz süzgün;
İğne, boncuk, yakalık, tasma, yular... Hepsi tamam;
Koçyiğit sanki bunak!
– Sen de mi şâirdin İmam?
– Kuşkulandım paşadan, gizlice gittim hanıma;
Dedim: Örtün de kızım, gel bakalım, gel yanıma!
Zevcinin tavrı acâibleşiyor zannederim,
Sen ne dersin buna bilmem, bana sor, bak ne derim:
İşçiniz, sofracınız var mı?
– Evet.
– Kim?
– Eleni.
– Şimdi sav.
– Hiç mi sebepsiz?
– A kızım, dinle beni:
Böyle şeylerde sebep, hikmet aranmaz... Çabucak
Savabilmektedir iş... Yoksa rezâlet çıkacak:
Paşa azmış...
– Acabâ üstüme gül koklar mı?
– Onu bilmem, gülü koklar mı kocan, yoklar mı?
Beni söyletme kızım, git de hemen sav karıyı.
* * *
Çok zaman geçmedi, gördüm ki bizim soytarıyı,
Geliyor “İlmühaber yaz!” diye, neymiş bakalım?
– Bir izinnâme.
– İzinnâme mi? Hay hay, lâzım...
Evlenen hangisi? Beyler mi, kerîmen mi, paşa?
– Onların vakti değil.
– Kim ya?
– Benim.
– Sen mi? Yaşa!
Tam da vaktin, hani gün geçmeye gelmez, davran!
– Hoca eğlenme hemen yazmana bak, işte paran!
– Ay o murdar kâğıdın pek mi büyük hâtırı ki,
Beni ürker diye tutmuş sayıyorsun bir... iki?..
Kaç paran varsa büküp katla da, indir cebine,
Yazamam nâfile.
– Elbet yazacaksın, sana ne?
– Hiç adam hâline bakmaz mı be? İnsâf azıcık!
– Çok şükür hâlime... Nem var? Yüzüm ak, alnım açık..
İyi bak sen bana bir kerre!
– Hayır, kendin bak;
Bence bir kellen açık, bir de sakal diplerin ak...
– Ama sen halt ediyorsun! Sakalımdan size ne?
– Ne mi? Ondan beleş eğlence mi var seyredene?
Gülüyor kahvede el, çarşıda bakkal, çakkal;
Olma beyhûde, ağızlardaki bir parmak bal;
Çatlasan sofracı Rum’dan karı olmaz adama.
– Kim haber verdi bileydim?..
– Ne bunak şeysin ama!
Kim haber verdi, nedir? Sormaya var mıydı lüzum?
Yediğin herzeyi kör gördü, sağır duydu kuzum.
Söyletir çarçabuk insan, meğer olsun pek alık,
Boşboğaz şey, o senin yosma sakal, hasba kılık!
– Artık elverdi İmam, kellemi kızdırma da yaz.
– Bana bak: Hiçbir imam böyle rezâlet yazamaz.
– Ay, rezâlet de diyor sünnete!
– Sünnet mi?
– Ya ne?
– Öyle şey yok...
– Ne demek!
– Dinle, be hey dîvâne:
Öyle sünnet denemez, her zaman, evlenmek için;
Vakt olur, sünneti geç, vâcib olur erkek için;
Vakt olur, sünnet olur...
– Söylediğim çıktı, tamam!
– Vakt olur, bir de bakarsın ki, olur böyle: Haram.
– Kimseden dinlememiştim bu senin fetvâyı...
Ne tuhaf!
– Sende tuhaflık, kısa kes da’vâyı.
Çoluğun var, çocuğun var, haremin nâmuslu;
Yaşın altmış beşi bulmuş, otur artık uslu.
Neren eksik, be adam, böyle ne var çıldıracak?
Karı derdiyle yıkılmaz bu kadar yıllık ocak.
– O nasıl söz? Ben ocak yıkmaya evlenmiyorum.
– Hiç o seksen kapı gezmiş, o kaşarlanmış Rum,
Sofracıyken seni koymuş da bu cânım kılığa,
Hanımım derse, dökülmez mi ki fındıkçılığa?
Karı kıvrak, paşa hazretleri, şallak mallak;
Biri hakkıyle edepsiz, biri şartınca salak;
Evelallah döneceksin çabucak maskaraya;
Vuracaksın iki üç dalgada baştan karaya!
Artık evler gidiyor cilveyi kırdıkça madam...
Oynasın kumda çocuklar!
– Ne vazîfen, be adam?
Avukattan da beter, ay ne kadar herze-vekîl !
– Defol ordan!
– Hadi yaz kâğdımı!
– Yazmam be, çekil!
– Yazacaksın!
– Yıkıl ordan, sana yok ilmühaber;
Meğer emretmeli rü’yâma girip Peygamber.
– Yazma sittin sene, pampin, yap elinden geleni;
Yedi gün sonra duyarsın: Hanım olmuş Eleni!
* * *
– Hocazâdem, sözü çıksın da nihâyet herifin,
Bana kah kah diye gülsün mü? Nasılmış keyfin!
– Akdi kim yaptı?
– Açıkgöz mü ararsın ki? Dolu...
Yalınız gösteren olsun: Paranın nerde yolu.
O değil, şimdi asıl çattı belânın büyüğü:
Haber aldım, karı kandırmış o sersem hödüğü,
Alıyormuş bütün emlâkini.
– Gerçek mi?
– Evet.
Buna bir çâre düşün, gitmesin evler, kerem et!
O çocuklar ne olur sonra?
– Perîşan. Ya hanım?
– O da rahmetli anamdan daha safmış be canım!
Söyledim söyledim aldırmadı “vurdum duymaz”!
Sonra mel’un karı kurnaz mı, hakîkat kurnaz;
Herif eşşek mi dedin, eşhedü-bi’llâh eşşek;
Ağzı karnındaki uçkur düğümünden gevşek!
Bir kırıtsın, iki dil döksün o fettan kahbe;
Çâre yok, salyası sarkıp diyecek: Verdim be!
Hanım akşam, bize gelmişti namazdan sonra...
Yolda bîçâre şaşırmış, hadi girmiş çamura.
Ne kıyâfet, ne hazin manzara, görsen yavrum!
Kendi ağlar, kızı ağlar... Ne deyim bilmiyorum.
Ciğerim sızladı baktım da, fakat fâide ne?
Kaderin cilvesi, kurbân olayım halledene!
Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak;
Yüreğin hisli mi, işkencedesin, tâli’e bak!
Şimdi, oğlum, herifin hacrine bir çâre!
– Kolay.
– Süfehâdan sayabilsek?
– Sayacaksın, hay hay.
Bir adamı mâlini isrâf ile etmişse heder,
Ona hükkâm-ı Şerîat “Süfehâdandır” der.
Sâde-dil , ebleh olup, kâr ederim, vehmiyle,
Ahz ü i’tâya çıkıp aldanan eşhâsa bile,
“Sühefâ” nâmını vermekte, evet, Şer -i Şerîf.
Gelelim mes’elenin halline: Mâdem bu herif,
Kendi infâkına muhtâc olan evlâdlarının,
Cümlesinden geçerek, derdine bir pis karının,
Heder etmekte bütün mâlini... Elbet ya bunak;
Yâhud aldanmaya gâyetle müsâid avanak.
İki sârette de hâkim bunu hacretse, eder.
Şimdi lâzım gelen ancak size bir ilmühaber.
İhtiyar hey’eti, muhtar, hepiniz toplanınız;
Yazınız çarçabuk... Etraflıca olsun yalınız;
Sonra, hiç beklemeden gönderiniz mahkemeye.
– İş mühim... Korkarım etraflı yazılmazsa diye,
Şunu sen yazsana oğlum?
– Bakarız dur da biraz...
Daha a’lâsı mı: Ben söyleyeyim, kendin yaz..
İmam üslûbuna uydurması artık senden!
Hadi bir Besmele çek, başlıyalım istersen.
Hele ilkin takıver gözlüğü.
– Hay hay takayım,
Yalınız, sen bana bir parça kâğat ver bakayım.
– Hokka ister mi?
– Divit var ya.
– Peki, işte kâğat.
Evvelâ ortaya bir “Hû” mu atarlar? Hadi at,
Başla: “Bâdî-i”
– Evet, “İlmühaber oldur ki”
– “Mahallemizde” çabuk yaz!
– Şaşırmayım, dur ki!
– “Filân sokakta”
– Yavaş söyle, oldu.
– “Kâin olan
Filânca hânede... sâkin... filânca oğlu... filân...”
Düşünme! “Her ne kadar”
– Oldu, söyle sen...
– “Ma’tûh”
– Peki!
– “Değilse de”
– Lâkin, kalem kırıldı be, tûh!
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl
Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl

More Related Content

What's hot

Tasavvuf edebi̇yatı
Tasavvuf edebi̇yatıTasavvuf edebi̇yatı
Tasavvuf edebi̇yatı
umitbozkurt
 
Ali̇ özbey
Ali̇ özbeyAli̇ özbey
Ali̇ özbeyhafize
 
Milli edebiyat-donemi
Milli edebiyat-donemiMilli edebiyat-donemi
Milli edebiyat-donemi
Emrah Doğan
 
ULUSLARARASI M. H. ŞEHRİYAR ANISINA EDEBİ KONGRE BİLDİRİ TOPLUSU KİTABI
ULUSLARARASI M. H. ŞEHRİYAR ANISINA EDEBİ KONGRE BİLDİRİ TOPLUSU KİTABIULUSLARARASI M. H. ŞEHRİYAR ANISINA EDEBİ KONGRE BİLDİRİ TOPLUSU KİTABI
ULUSLARARASI M. H. ŞEHRİYAR ANISINA EDEBİ KONGRE BİLDİRİ TOPLUSU KİTABI
Shabnam Golkarian
 
Gezi yazısı eserler
Gezi yazısı eserlerGezi yazısı eserler
Gezi yazısı eserler
Esramirici
 
Geçiş dönemi eserleri
Geçiş dönemi eserleriGeçiş dönemi eserleri
Geçiş dönemi eserlerimerveyorulmaz
 
Emin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLUEmin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLU
ozerfurkan
 
Tanzimat Edebiyati
Tanzimat EdebiyatiTanzimat Edebiyati
Tanzimat Edebiyatiderslopedi
 
Saf şi̇i̇r anlayişi
Saf şi̇i̇r anlayişi Saf şi̇i̇r anlayişi
Saf şi̇i̇r anlayişi
seymaserbetci
 
Mi̇lli̇ edebi̇yat dönemi̇ şi̇i̇r 3. sunum
Mi̇lli̇ edebi̇yat dönemi̇ şi̇i̇r 3. sunumMi̇lli̇ edebi̇yat dönemi̇ şi̇i̇r 3. sunum
Mi̇lli̇ edebi̇yat dönemi̇ şi̇i̇r 3. sunum
Mümin Yılmaz
 
şEyda sunu
şEyda sunuşEyda sunu
şEyda sunu
seydaylcin
 
1968 âli bibliyografyası 113
1968 âli bibliyografyası 1131968 âli bibliyografyası 113
1968 âli bibliyografyası 113
Fdgalgjadg Fhaldfad
 
Fecr i ati edebiyatı
Fecr i ati edebiyatıFecr i ati edebiyatı
Fecr i ati edebiyatıslayturk
 
Grafik sanatcisi karikaturist faruk cagla'nin eserlerinin incelenmesi - yuk...
Grafik sanatcisi   karikaturist faruk cagla'nin eserlerinin incelenmesi - yuk...Grafik sanatcisi   karikaturist faruk cagla'nin eserlerinin incelenmesi - yuk...
Grafik sanatcisi karikaturist faruk cagla'nin eserlerinin incelenmesi - yuk...
ErdemALA
 
Orhan Veli̇ Kanik ve Sabahatti̇n Ali̇
Orhan Veli̇ Kanik ve Sabahatti̇n Ali̇Orhan Veli̇ Kanik ve Sabahatti̇n Ali̇
Orhan Veli̇ Kanik ve Sabahatti̇n Ali̇
dilaybulut
 
19080 SONRASI TÜRK ŞİİRİ
19080 SONRASI TÜRK ŞİİRİ19080 SONRASI TÜRK ŞİİRİ
19080 SONRASI TÜRK ŞİİRİ
Ali Sarıoğlu
 

What's hot (17)

Tasavvuf edebi̇yatı
Tasavvuf edebi̇yatıTasavvuf edebi̇yatı
Tasavvuf edebi̇yatı
 
Ali̇ özbey
Ali̇ özbeyAli̇ özbey
Ali̇ özbey
 
Milli edebiyat-donemi
Milli edebiyat-donemiMilli edebiyat-donemi
Milli edebiyat-donemi
 
Oğuzhan özdemir
Oğuzhan özdemirOğuzhan özdemir
Oğuzhan özdemir
 
ULUSLARARASI M. H. ŞEHRİYAR ANISINA EDEBİ KONGRE BİLDİRİ TOPLUSU KİTABI
ULUSLARARASI M. H. ŞEHRİYAR ANISINA EDEBİ KONGRE BİLDİRİ TOPLUSU KİTABIULUSLARARASI M. H. ŞEHRİYAR ANISINA EDEBİ KONGRE BİLDİRİ TOPLUSU KİTABI
ULUSLARARASI M. H. ŞEHRİYAR ANISINA EDEBİ KONGRE BİLDİRİ TOPLUSU KİTABI
 
Gezi yazısı eserler
Gezi yazısı eserlerGezi yazısı eserler
Gezi yazısı eserler
 
Geçiş dönemi eserleri
Geçiş dönemi eserleriGeçiş dönemi eserleri
Geçiş dönemi eserleri
 
Emin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLUEmin Bülent SERDAROĞLU
Emin Bülent SERDAROĞLU
 
Tanzimat Edebiyati
Tanzimat EdebiyatiTanzimat Edebiyati
Tanzimat Edebiyati
 
Saf şi̇i̇r anlayişi
Saf şi̇i̇r anlayişi Saf şi̇i̇r anlayişi
Saf şi̇i̇r anlayişi
 
Mi̇lli̇ edebi̇yat dönemi̇ şi̇i̇r 3. sunum
Mi̇lli̇ edebi̇yat dönemi̇ şi̇i̇r 3. sunumMi̇lli̇ edebi̇yat dönemi̇ şi̇i̇r 3. sunum
Mi̇lli̇ edebi̇yat dönemi̇ şi̇i̇r 3. sunum
 
şEyda sunu
şEyda sunuşEyda sunu
şEyda sunu
 
1968 âli bibliyografyası 113
1968 âli bibliyografyası 1131968 âli bibliyografyası 113
1968 âli bibliyografyası 113
 
Fecr i ati edebiyatı
Fecr i ati edebiyatıFecr i ati edebiyatı
Fecr i ati edebiyatı
 
Grafik sanatcisi karikaturist faruk cagla'nin eserlerinin incelenmesi - yuk...
Grafik sanatcisi   karikaturist faruk cagla'nin eserlerinin incelenmesi - yuk...Grafik sanatcisi   karikaturist faruk cagla'nin eserlerinin incelenmesi - yuk...
Grafik sanatcisi karikaturist faruk cagla'nin eserlerinin incelenmesi - yuk...
 
Orhan Veli̇ Kanik ve Sabahatti̇n Ali̇
Orhan Veli̇ Kanik ve Sabahatti̇n Ali̇Orhan Veli̇ Kanik ve Sabahatti̇n Ali̇
Orhan Veli̇ Kanik ve Sabahatti̇n Ali̇
 
19080 SONRASI TÜRK ŞİİRİ
19080 SONRASI TÜRK ŞİİRİ19080 SONRASI TÜRK ŞİİRİ
19080 SONRASI TÜRK ŞİİRİ
 

Similar to Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl

RECAİZADE MAHMUT EKREM.pptx
RECAİZADE MAHMUT EKREM.pptxRECAİZADE MAHMUT EKREM.pptx
RECAİZADE MAHMUT EKREM.pptx
Ceren85
 
Emin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğluEmin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğluozerfurkan
 
Necip Fazıl Kısakürek'in Hayatı ve Eserleri
Necip Fazıl Kısakürek'in Hayatı ve EserleriNecip Fazıl Kısakürek'in Hayatı ve Eserleri
Necip Fazıl Kısakürek'in Hayatı ve EserleriSalih Temiz Erbaa
 
Dîvân i i̇lâhîyât
Dîvân i i̇lâhîyâtDîvân i i̇lâhîyât
Dîvân i i̇lâhîyâtMuhammed Emin
 
Ömer Seyfetti̇n’in_Hayati Ve Eserleri̇İlginizi Çekebilecek Sunumlar_akademiks...
Ömer Seyfetti̇n’in_Hayati Ve Eserleri̇İlginizi Çekebilecek Sunumlar_akademiks...Ömer Seyfetti̇n’in_Hayati Ve Eserleri̇İlginizi Çekebilecek Sunumlar_akademiks...
Ömer Seyfetti̇n’in_Hayati Ve Eserleri̇İlginizi Çekebilecek Sunumlar_akademiks...
mertsavasir
 
mehmet akif ersoy.pdf
mehmet akif ersoy.pdfmehmet akif ersoy.pdf
mehmet akif ersoy.pdf
ZeynepGirgin1
 
1980 sonrası türk şiiri
1980 sonrası türk şiiri1980 sonrası türk şiiri
1980 sonrası türk şiirislayturk
 
Ahmet Haşim Edebiyat Ödevi
Ahmet Haşim Edebiyat ÖdeviAhmet Haşim Edebiyat Ödevi
Ahmet Haşim Edebiyat Ödevi
enesfurkan
 
Resit Hanadan
Resit HanadanResit Hanadan
Resit Hanadan
Ramadan ŞANLI
 
Halk Edebiyati
Halk EdebiyatiHalk Edebiyati
Halk Edebiyatiderslopedi
 
120110112225555
120110112225555120110112225555
120110112225555srdr8
 
1980 Sonrası Türk Şiiri
1980 Sonrası Türk Şiiri1980 Sonrası Türk Şiiri
1980 Sonrası Türk Şiiriİlhan Gül
 
1914 kuşaği (çalli)
1914 kuşaği (çalli)1914 kuşaği (çalli)
1914 kuşaği (çalli)
filizkaragozoglu
 

Similar to Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl (15)

RECAİZADE MAHMUT EKREM.pptx
RECAİZADE MAHMUT EKREM.pptxRECAİZADE MAHMUT EKREM.pptx
RECAİZADE MAHMUT EKREM.pptx
 
Emin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğluEmin bülent serdaroğlu
Emin bülent serdaroğlu
 
Necip Fazıl Kısakürek'in Hayatı ve Eserleri
Necip Fazıl Kısakürek'in Hayatı ve EserleriNecip Fazıl Kısakürek'in Hayatı ve Eserleri
Necip Fazıl Kısakürek'in Hayatı ve Eserleri
 
Dîvân i i̇lâhîyât
Dîvân i i̇lâhîyâtDîvân i i̇lâhîyât
Dîvân i i̇lâhîyât
 
Ömer Seyfetti̇n’in_Hayati Ve Eserleri̇İlginizi Çekebilecek Sunumlar_akademiks...
Ömer Seyfetti̇n’in_Hayati Ve Eserleri̇İlginizi Çekebilecek Sunumlar_akademiks...Ömer Seyfetti̇n’in_Hayati Ve Eserleri̇İlginizi Çekebilecek Sunumlar_akademiks...
Ömer Seyfetti̇n’in_Hayati Ve Eserleri̇İlginizi Çekebilecek Sunumlar_akademiks...
 
mehmet akif ersoy.pdf
mehmet akif ersoy.pdfmehmet akif ersoy.pdf
mehmet akif ersoy.pdf
 
1980 sonrası türk şiiri
1980 sonrası türk şiiri1980 sonrası türk şiiri
1980 sonrası türk şiiri
 
Ahmet Haşim Edebiyat Ödevi
Ahmet Haşim Edebiyat ÖdeviAhmet Haşim Edebiyat Ödevi
Ahmet Haşim Edebiyat Ödevi
 
Resit Hanadan
Resit HanadanResit Hanadan
Resit Hanadan
 
Halk Edebiyati
Halk EdebiyatiHalk Edebiyati
Halk Edebiyati
 
Yahya kemal beyatli
Yahya kemal beyatliYahya kemal beyatli
Yahya kemal beyatli
 
Sunu1
Sunu1Sunu1
Sunu1
 
120110112225555
120110112225555120110112225555
120110112225555
 
1980 Sonrası Türk Şiiri
1980 Sonrası Türk Şiiri1980 Sonrası Türk Şiiri
1980 Sonrası Türk Şiiri
 
1914 kuşaği (çalli)
1914 kuşaği (çalli)1914 kuşaği (çalli)
1914 kuşaği (çalli)
 

More from Ahmet Türkan

Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.
Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.
Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.
Ahmet Türkan
 
UNUTULMAZ SÖZLER.pptx
UNUTULMAZ SÖZLER.pptxUNUTULMAZ SÖZLER.pptx
UNUTULMAZ SÖZLER.pptx
Ahmet Türkan
 
HAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdf
HAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdfHAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdf
HAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdf
Ahmet Türkan
 
MEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdf
MEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdfMEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdf
MEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdf
Ahmet Türkan
 
TARIK BİN ZİYAD.pdf
TARIK BİN ZİYAD.pdfTARIK BİN ZİYAD.pdf
TARIK BİN ZİYAD.pdf
Ahmet Türkan
 
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdfDİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
Ahmet Türkan
 
GÖNÜLDEN NAĞMELER.pdf
GÖNÜLDEN NAĞMELER.pdfGÖNÜLDEN NAĞMELER.pdf
GÖNÜLDEN NAĞMELER.pdf
Ahmet Türkan
 
OSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdf
OSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdfOSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdf
OSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdf
Ahmet Türkan
 
ANNEM BABAM.pdf
ANNEM BABAM.pdfANNEM BABAM.pdf
ANNEM BABAM.pdf
Ahmet Türkan
 
KENDİ GİBİ OLMAK.pdf
KENDİ GİBİ OLMAK.pdfKENDİ GİBİ OLMAK.pdf
KENDİ GİBİ OLMAK.pdf
Ahmet Türkan
 
HAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdf
HAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdfHAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdf
HAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdf
Ahmet Türkan
 
AİLE OLMAK.pdf
AİLE OLMAK.pdfAİLE OLMAK.pdf
AİLE OLMAK.pdf
Ahmet Türkan
 
AŞKA GİDEN YOL.pptx
AŞKA GİDEN YOL.pptxAŞKA GİDEN YOL.pptx
AŞKA GİDEN YOL.pptx
Ahmet Türkan
 
HAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdf
HAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdfHAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdf
HAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdf
Ahmet Türkan
 
İŞ AHLAKI.pdf
İŞ AHLAKI.pdfİŞ AHLAKI.pdf
İŞ AHLAKI.pdf
Ahmet Türkan
 
GECIM DUNYASI E- KITAP.pdf
GECIM DUNYASI E- KITAP.pdfGECIM DUNYASI E- KITAP.pdf
GECIM DUNYASI E- KITAP.pdf
Ahmet Türkan
 
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdfÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdf
Ahmet Türkan
 
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdfÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdf
Ahmet Türkan
 
HABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdf
HABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdfHABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdf
HABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdf
Ahmet Türkan
 
EVLİLİK HAYALİ.pdf
EVLİLİK HAYALİ.pdfEVLİLİK HAYALİ.pdf
EVLİLİK HAYALİ.pdf
Ahmet Türkan
 

More from Ahmet Türkan (20)

Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.
Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.
Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.
 
UNUTULMAZ SÖZLER.pptx
UNUTULMAZ SÖZLER.pptxUNUTULMAZ SÖZLER.pptx
UNUTULMAZ SÖZLER.pptx
 
HAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdf
HAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdfHAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdf
HAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdf
 
MEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdf
MEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdfMEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdf
MEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdf
 
TARIK BİN ZİYAD.pdf
TARIK BİN ZİYAD.pdfTARIK BİN ZİYAD.pdf
TARIK BİN ZİYAD.pdf
 
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdfDİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
 
GÖNÜLDEN NAĞMELER.pdf
GÖNÜLDEN NAĞMELER.pdfGÖNÜLDEN NAĞMELER.pdf
GÖNÜLDEN NAĞMELER.pdf
 
OSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdf
OSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdfOSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdf
OSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdf
 
ANNEM BABAM.pdf
ANNEM BABAM.pdfANNEM BABAM.pdf
ANNEM BABAM.pdf
 
KENDİ GİBİ OLMAK.pdf
KENDİ GİBİ OLMAK.pdfKENDİ GİBİ OLMAK.pdf
KENDİ GİBİ OLMAK.pdf
 
HAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdf
HAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdfHAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdf
HAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdf
 
AİLE OLMAK.pdf
AİLE OLMAK.pdfAİLE OLMAK.pdf
AİLE OLMAK.pdf
 
AŞKA GİDEN YOL.pptx
AŞKA GİDEN YOL.pptxAŞKA GİDEN YOL.pptx
AŞKA GİDEN YOL.pptx
 
HAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdf
HAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdfHAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdf
HAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdf
 
İŞ AHLAKI.pdf
İŞ AHLAKI.pdfİŞ AHLAKI.pdf
İŞ AHLAKI.pdf
 
GECIM DUNYASI E- KITAP.pdf
GECIM DUNYASI E- KITAP.pdfGECIM DUNYASI E- KITAP.pdf
GECIM DUNYASI E- KITAP.pdf
 
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdfÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdf
 
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdfÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdf
 
HABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdf
HABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdfHABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdf
HABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdf
 
EVLİLİK HAYALİ.pdf
EVLİLİK HAYALİ.pdfEVLİLİK HAYALİ.pdf
EVLİLİK HAYALİ.pdf
 

Mehmet akif ve_istiklal_ruhu_2021_istikl

  • 1. MEHMET AKİF VE İSTİKLAL RUHU "2021 İstiklal Marşı Yılı" Hazırlayan Ahmet TÜRKAN 27 Aralık 2020
  • 2.
  • 3.
  • 4. İÇİNDEKİLER GİRİŞ HAYATI HAZİN BİR CENAZE TÖRENİ MEHMET AKİF ERSOY 'UN OĞLU EMİN'İN YÜREK BURKAN HİKAYESİ 28 ŞUBAT GENERALLERİ MEHMED ÂKİF’E NİÇİN SALDIRMIŞLARDI? TARİH TEKERRÜR MÜ EDİYOR MİLLİ ŞAİR'İN TORUNU SAFAHAT’TAN
  • 5. GİRİŞ Mehmet Akif’i anlamak için yaşadığı çağın din anlayışındaki yanlışlıklar, çarpıklıklar ve bu konularda yazmış olduğu eserlerde dile getirdiği eleştirel yaklaşımlara bir göz atmak lazım gelmektedir. Mehmet Akif bir şairden çok bir fikir adamıdır ve içinde bulunduğu durumu en yalın hali ile şiire dökerek anlatmak istemiştir. Şiire olan istidadının duyguları ve fikirleri ile birleşmesi ile Mehmet Akif ve Safahat olarak karşımıza çıkmıştır. Asrın İdrakine Dini söyletmek düşüncesinin temelinde bu yatmaktadır. Mehmet Akif’in şiirlerinden de anlaşıldığı üzere doğu ve batıda pek çok yerleri gezmiş be bu izlenimlerinin şiirlerinde yansıtmıştır. Vatan ve bayrak aşkı içinde dolu dolu yaşadığı dini, milli istiklal aşkı onun kahraman ordumuza hediye ettiği İstiklal Marşı ile doruğa ulaşmıştır. 2021 yılının TBMM tarafından “İstiklal Marşı Yılı” olarak kabul edilmesi hasebi ile okuyucularımız için bu yazımızı hazırlayıp sunmaktan büyük bir onur duyuyorum. Anahtar Kelimeler: 2021 İstiklal Marşı Yılı, Mehmet Akif, Safahat HAYATI Şevval 1290’da (Aralık 1873) İstanbul Fatih’te Sarıgüzel’de doğdu. Babası, küçük yaşta tahsil için Arnavutluk’un İpek kazası Şuşisa köyünden İstanbul’a gelmiş, “temiz” mânasına gelen adının önüne temizlik ve titizliği dolayısıyla ayrıca “Temiz” sıfatı eklenerek anılan, Fâtih Medresesi müderrislerinden Mehmed Tâhir Efendi, annesi aslen Buharalı olup Tokat’a yerleşmiş bir aileden Emine Şerîfe Hanım’dır. Emîr Buhârî mahalle mektebinde ilk öğrenimine başlayan Âkif burada iki yıl okuduktan sonra Fâtih Muvakkithânesi’nin yanındaki ibtidâî mektebine yazıldı (1879). Safahat’ta, “Hem babam hem hocamdır, ne biliyorsam kendisinden öğrendim” diyerek tanıttığı babası o yıl kendisine Arapça öğretmeye başlamıştı. Aynı zamanda Mühürdar Emin Paşa’nın oğulları İbnülemin Mahmud Kemal ve Ahmed Tevfik’in özel hocaları olan Tâhir Efendi derslerini yazın Emin Paşa’nın Yakacık’taki köşkünde sürdürmekteydi. Ailece köşkün bir dairesinde kaldıklarından Âkif de bir taraftan bu derslere katılmakta, diğer taraftan iki kardeşle arkadaşlık yapmakta ve kardeşlerin büyüğü Mahmud Kemal ile birlikte manzumeler yazmaya çalışmaktaydı. Fâtih Merkez Rüşdiyesi’nden mezun olan Mehmed Âkif (1885) Mülkiye Mektebi’nin idâdî kısmına yazıldı. Edebiyat hocalığını Muallim Nâci’nin yaptığı bu okulun üç yıllık ilk dönemini tamamlayıp yüksek kısmının birinci sınıfında okurken babasının vefatı üzerine (1888) daha kısa yoldan meslek sahibi olarak hayata atılmak için o sırada yeni açılmış olan Mülkiye Baytar Mektebi’ne girdi (1889). Aynı yıl çıkan büyük Fatih yangınında evleri yanmasına rağmen Mehmed Âkif bu sıkıntılar arasında okulunu birincilikle bitirdi (1893). Mektep yıllarında sporla, bilhassa güreşle meşgul oldu ve son iki senede şiire olan ilgisini arttırdı. Mezuniyetinin ardından Ziraat Nezâreti Umûr-ı Baytâriyye ve Islâh-ı Hayvânât umum müfettiş muavinliğiyle memuriyet hayatına başladı. Görev yeri İstanbul olmakla birlikte önce Edirne’de, daha sonra Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinde dolaşarak bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla ilgili çalışmalar yaptı. Bir ara ordunun ihtiyacını karşılamak için gerekli alımları yapmak üzere Şam ve civarında dolaştı. Bu seyahatlerde köylüyü de yakından tanıma imkânını elde eden, halkın dert ve meseleleri hakkında doğrudan bilgi sahibi olan Mehmed Âkif’in tesbit ve tahlilleri şiirlerine realist ve canlı tablolar halinde aksetmiş, çözüm tekliflerinin isabetli olmasını sağlamıştır. Sekiz on yaşlarında iken başladığı ve zaman zaman ara verdiği hâfızlığı da kendi kendine çalışarak bu sıralarda tamamladı. İstanbul’da bulunduğu yıllarda memuriyeti yanında Halkalı Ziraat Mektebi ile (1906) Çiftlik Makinist Mektebi’nde (1907) kitâbet-i resmiyye hocalığı yaptı. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Ebül‘ulâ Zeynelâbidîn (Ebül‘ulâ Mardin) ve Eşref Edip’le (Fergan) birlikte devrin ilim ve fikir
  • 6. hayatında önemli yeri ve tesiri olan, hemen hemen bütün şiir ve yazılarının çıkacağı Sırât-ı Müstakîm mecmuasını başyazarlığını da yaparak yayımlamaya başladı (27 Ağustos 1908). Aynı yıl İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Şubesi’nde Osmanlı edebiyatı müderrisliğine tayin edildi. Dönemin aydınları arasında Arapça’yı en iyi bilenlerden olan Âkif, bir taraftan da İttihat ve Terakkî’nin Şehzadebaşı Kulübü’nde cemiyetin Hey’et-i İlmiyye üyesi olarak Muʿallaḳāt ve Lâmiyyetü’l-ʿArab gibi eserleri okutup Arap edebiyatı ve tercüme usulü dersleri verdi. Dârüledeb adlı bir özel okulda da fahrî hocalık yaptı. Baytar Mekteb-i Âlîsi Me’zûnîni Cemiyeti başkanlığında bulundu (1910). Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’nde Türkçe-edebiyat muallimi oldu (1914). Mehmed Âkif, Balkan Savaşı sırasında kurulan ve ileriki yıllarda Millî Mücadele’nin teşkilâtlanmasında önemli rol alacak olan Müdâfaa-i Milliyye Cemiyeti’ne bağlı Hey’et-i Tenvîriyye’ye (Hey’et-i İrşâdiyye) katıldı. Burada halkı edebiyat yoluyla uyandırmak ve aydınlatmak için Abdülhak Hâmid, Recâizâde Mahmud Ekrem, Süleyman Nazif, Hüseyin Cahit (Yalçın), Mehmed Emin, Abdülaziz Çâvîş, Cenab Şahabeddin ve Hüseyin Kâzım Kadri’yle beraber heyetin kâtib-i umûmîsi olarak çalıştı. Süleyman Nazif, bu çalışmalar esnasında heyetin başkanı olan Recâizâde’nin, Âkif’in sanatını ve seciyesini takdir ederek ona milletin millî bir destana ihtiyacı bulunduğunu, bunu ise ancak kendisinin yazabileceğini söylediğini nakletmektedir. Nitekim Mehmed Âkif, Balkan savaşları sonunda memleketin içine düştüğü vahim durum karşısında yeise düşmemek, birlikten ayrılmamak ve orduya yardım gibi konularda Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye camilerinde metinlerini bu sırada adı Sebîlürreşâd olarak değişen dergisinde yayımladığı vaazlar vermiş ve Hakkın Sesleri’ndeki şiirleri yazmıştır. Haksızlıklara tahammül edemeyen şair, müdürünün haksız yere vazifesinden alınması üzerine memuriyetten istifa etti (11 Mayıs 1913). Bu yılın sonunda, İttihat ve Terakkî’nin merkez-i umûmî üyesi olan, aynı zamanda şiir ve yazılarıyla İttihatçılar’ın fikir babası sayılan Ziya Gökalp’in ileri sürdüğü kavmiyetçi düşüncelere ve aynı merkeze bağlı yazar ve aydınların din karşıtı yayınlarına karşı çıkmasının hükümet tarafından tasvip edilmediğinin bildirilmesi üzerine İstanbul Dârülfünunu’ndaki görevinden de ayrılmak zorunda kaldı. Çıkarmakta olduğu Sebîlürreşâd da aynı sebeplerle İttihatçı hükümetler tarafından birkaç kere kapatılmıştır. Mehmed Âkif, 1914 yılı başlarında Abbas Halim Paşa’nın maddî desteğiyle Mısır ve Medine’ye iki aylık bir seyahate çıktı (Safahat: Beşinci Kitap: Hâtıralar’daki “el-Uksur’da” şiiri bu seyahatin mahsulüdür). Harbiye Nezâreti tarafından istihbarat çalışmaları yapmak üzere kurulmuş olan Teşkîlât-ı Mahsûsa’nın verdiği görevle 1914 yılı sonlarında Berlin’e gitti. Batı’yı yakından tanımasına imkân veren ve üç ay kadar süren bu gezi sırasında Almanlar’a karşı savaşırken esir düşmüş İngiliz, Fransız ve Rus tebaası müslüman askerlerin kamplarını ziyaret etti. Onlara savaştan sonra bağımsızlıklarını kazanmak için faaliyet göstermeyi telkin eden konuşmalar yaptı (Hâtıralar kitabındaki “Berlin Hâtıraları” adlı uzun manzumesi bu gezinin intibalarıyla yazılmıştır). Aynı teşkilâtın verdiği diğer bir görevle, Arabistan’da başlayan Şerîf Hüseyin isyanına karşı devlete bağlı kabilelerin desteğinin devamını sağlamak amacıyla teşkilât başkanı Eşref Sencer’in (Kuşçubaşı) idaresindeki bir heyetle Necid bölgesine (Riyad) gitti (Mayıs-Ekim 1915). Bu seyahatin devamında ikinci defa ziyaret ettiği Medine ve Ravza-i Mutahhara’nın uyandırdığı duygularla, Cenab Şahabeddin ve Süleyman Nazif gibi edebiyatçıların bir şaheser olarak nitelediği “Necid Çöllerinden Medine’ye” manzumesini kaleme aldı. 1918 Temmuzunda Mekke Emîri Şerîf Ali Haydar Paşa’nın daveti üzerine İzmirli İsmail Hakkı Bey’le birlikte Lübnan’da (Âliye) bulundu. Dönüşünde şeyhülislâmlığa bağlı dinî-
  • 7. akademik bir kuruluş olan Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye’nin başkâtipliğine tayin edilen Mehmed Âkif (Ağustos 1918) daha sonra kuruluşun aslî üyesi oldu (Ocak 1920). Müessesenin yayın organı olan Cerîde-i İlmiyye’nin idaresini de üstlendi. Bu arada İstanbul Dârülfünunu’nda Maarif Nezâreti’ne bağlı olarak kurulan Kāmûs-ı Arabî Heyeti üyeleri arasında yer aldı. I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanması, ağır mütareke şartları ve yurdun işgaliyle Yunanlılar’ın İzmir’e çıkması üzerine başlayan Millî Mücadele hareketine fiilen katılma kararıyla 1920 Şubatında Balıkesir’e giden Mehmed Âkif burada Kuvâ-yi Milliyeciler’le görüştü. Zağanos Paşa Camii ile çeşitli yerlerde halkı birliğe davet ve direnmeye teşvik maksadıyla vaaz ve konuşmalar yaptı. Bu sırada İstanbul’da yüksek maaşlı bir görevde bulunmasına rağmen Balıkesir’e, oradan döndükten sonra da Ankara’ya gitmeye karar vermesi onun vatan severliğinin açık bir göstergesidir. Ayrıca halkın sevip saydığı bir müslüman aydın sıfatıyla Millî Mücadele’ye katılması, bu hareketin İttihatçılar’ın yeni bir macerası olduğu şeklindeki şüpheyi büyük ölçüde gidererek Kurtuluş Savaşı çalışmalarına önemli bir güç katmıştır. Nitekim bu sebeple ona “Millî Mücadele’nin mânevî lideri” sıfatı verilmiştir. Balıkesir’den İstanbul’a gelmesinin ardından işgal altında çalışmanın daha da zorlaşıp sansürün gitgide şiddetlenmesi yanında Ankara’dan Hey’et-i Temsîliyye adına gelen davet üzerine on iki yaşındaki büyük oğlu Emin’i de yanına alıp 10 Nisan 1920’de gizlice yola çıktı. Ali Şükrü Bey’le buluşarak Geyve’ye ulaştı. Buradan Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü Ankara’ya vardı (24 Nisan 1920). Hacı Bayram Camii’ndeki ilk vaazının ardından vazifesinden izinsiz ayrıldığı gerekçesiyle Dârü’l- hikmeti’l-İslâmiyye’deki görevinden azledildi. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi üzerine Burdur mebusu seçildi (5 Haziran 1920). Haberi olmadan en yüksek oyu alarak Biga’dan da seçilmesine rağmen daha önce Burdur mebusluğunu kabul ettiğinden mecliste bu sıfatla bulundu. Zaman zaman Eskişehir, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya, Konya, Kastamonu gibi şehirlerde halka ve diğer bazı mebuslarla beraber cephelerde askerlere hitaben Millî Mücadele’yi teşvik eden konuşma ve vaazlarını sürdürdü. Bunların en önemlisi meclis kararıyla gittiği Kastamonu’da Nasrullah Camii’ndeki ünlü vaazıdır. Bu vaaz, son derece ihatalı bir bakışla dünyanın siyasî vaziyetini tahlil edip Sevr Antlaşması’nın bizim için nasıl bir felâket olacağını izah eden, onu yırtıp atmayı ve Batılı sömürgecilerin karşısına iman ve silâhla dikilmeyi hayatî bir mecburiyet olarak telkin edip Millî Mücadele’yi büyük bir heyecanla teşvik eden önemli bir belgedir. Bu vaaz ve diğer konuşmalar, Âkif’in İstanbul’dan ayrılırken arkasından gelmesini söylediği Eşref Edip’in Kastamonu’da tekrar çıkardığı (25 Kasım) Sebîlürreşâd’ın üç sayısıyla (sy. 464-466) Ankara’da neşredilen (3 Şubat 1921) ilk sayısında yayımlanmıştır. Ayrıca bu sayılar ve risâle haline getirilen vaazlar birkaç defa basılarak Anadolu’nun her tarafına ve cephelere dağıtılmıştır. 1920 yılının son aylarında Erkân-ı Harbiyye Riyâseti’nin isteğiyle Maarif Vekâleti millî marş güftesi için bir yarışma açtı. Yarışmaya 700’den fazla şiir gelmesine rağmen nitelikli bir manzume bulunamayınca konulan maddî mükâfat sebebiyle yarışmaya katılmayan Mehmed Âkif’in de bir marş yazması ısrarla istendi. Mükâfat şartının kaldırılması üzerine Âkif şiirini tamamlayarak teslim etti. Meclisin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda okunan şiir ittifakla İstiklâl Marşı güftesi olarak kabul edildi (bk. İSTİKLÂL MARŞI). Ancak meclis kararı olduğu için kazanana verilmesi zaruri hale gelmiş bulunan nakdî mükâfat Âkif tarafından alınıp Dârü’l-mesâî adlı bir hayır cemiyetine bağışlanmıştır.
  • 8. İSTİKLAL MARŞI Kahraman Ordumuza Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak. Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet, bu celal? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal... Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım, Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım. Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım, Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, “Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın, Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk'ın, Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın. Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı, Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı, Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda. Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
  • 9. Ruhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli, Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli. O zaman vecd ile bin secde eder, varsa taşım, Her cerihamdan, İlahî, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır ruhumücerret gibi yerden naaşım, O zaman yükselerek arşa değer belki başım. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal. Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl.
  • 10. Taceddin Dergahı Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasının ardından Büyük Millet Meclisi’nin aldığı seçim kararı üzerine yeniden teşekkül eden ikinci dönemde muhalefet grubuna mensup diğer millet vekilleri gibi Mehmed Âkif de aday gösterilmedi. Ekim 1923’te Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a giden Âkif’in bu daveti kabulünde, kazanılan Millî Mücadele’den sonra ümit ettiği İslâm birliği ve bu birlikte Türkiye’nin önemli rol oynaması idealinin gerçekleşememesinin doğurduğu hayal kırıklığının büyük tesiri olmuştur. İki yıl kışları Mısır’da geçirip yazları Türkiye’ye döndüyse de 1925’in sonundan itibaren sürekli Mısır’da kaldı. Bunda da hak kazandığı emekli maaşının bağlanmamasından doğan geçim sıkıntısı ve hükümetin muhalif kabul ettiği birçok fikir ve siyaset adamı arasında kendisinin de polis takibine alınmasının ağırına gitmiş olması önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu yılın başında çıkan Şeyh Said isyanı vesilesiyle hükümet muhalifler üzerine baskı kurmuş, aralarında Sebîlürreşâd’ın da yer aldığı pek çok dergi ve gazeteyi kapatarak sahiplerini ve bazı yazarlarını İstiklâl mahkemelerine sevketmiş bulunuyordu. Mehmet Akif Mısır’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bütçe müzakereleri sırasında alınan bir karar üzerine (21 Şubat 1925) Diyanet İşleri Reisliği, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri için Elmalılı Muhammed Hamdi’ye, tercümesi için de Mehmed Âkif’e teklifte bulundu. Âkif, yapılacak çalışmanın dinî
  • 11. ve ilmî sorumluluğunu düşünerek uzun bir tereddütten sonra tercüme yerine meâl denilmesi ve Elmalılı M. Hamdi’nin hazırlayacağı tefsirle birlikte basılması şartıyla teklifi kabul etti. 1926-1929 yılları arasında yoğun bir mesai sarfedip tercümeyi bitirdiyse de vefatına kadar üzerinde çalışmaya devam etti. Ancak ezanın kanun zoruyla Türkçe okutulduğu o yıllarda namazların da devlet zoruyla Kur’an’ın Türkçe tercümesiyle kıldırılacağı endişesini taşıdığından yaptığı anlaşmayı feshedip avans olarak aldığı bir miktar parayı geri verdi ve çalışmasını teslim etmedi. Âkif’in, hastalanarak Mısır’dan Türkiye’ye geldiği sırada geri dönmediği takdirde tercümenin yakılmasını vasiyet ettiği ve yıllar sonra (1961) vasiyetin Kahire’de yerine getirildiği anlaşılmaktadır (bk. MEHMED İHSAN EFENDİ). Mehmed Âkif’in Mısır yıllarında Kur’an meâlinden sonraki en önemli meşguliyeti, Kahire’deki el-Câmiatü’l-Mısriyye’nin Edebiyat Fakültesi’nde Türk dili ve edebiyatı dersleri vermesi oldu (1929-1936). On yıldan fazla süren Mısır dönemi geçim sıkıntısı yanında eşinin müzmin bir asabî rahatsızlığa müptelâ olması, başı boş kalan çocuklarını arzu ettiği gibi yetiştirememesi, vatan hasreti, İslâm âleminin perişan halinin kendisinde doğurduğu büyük ıstıraplarla geçti. Kahire’de bulunduğu yıllarda Mehmed Âkif, kendisini daima himaye eden Abbas Halim Paşa ile ailesi ve orada tahsilde bulunan Türk talebelerle teselli bulmaya çalıştı. Abdülvehhâb Azzâm gibi Mısırlı ilim ve fikir adamlarıyla dostluklar kurdu. Bu arada 1933 yılı sonlarında Safahat’ın yedinci ve son kitabı olan Gölgeler’i Kahire’de bastırdı. 1935’te rahatsızlanan Mehmed Âkif, hava değişimi için bir aylığına Lübnan’a ve o sırada Fransız idaresinde bulunan Antakya’ya gitti. Hastalığının ağırlaşması üzerine 17 Haziran 1936’da İstanbul’a döndü. Nişantaşı Sağlık Yurdu’nda tedavi gördükten sonra yaz aylarında Said Halim Paşa’nın Alemdağ’daki Baltacı Çiftliği’nde oğlu Prens Halim tarafından misafir edildi. Son günlerini de aynı ailenin Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda kendisine ayırdığı dairede geçirdi ve orada vefat etti (27 Aralık 1936). Resmî şahıs ve makamların ilgi göstermediği İstiklâl Marşı şairinin cenazesi, Beyazıt Camii’nden üniversite gençliğinin ve halkın katıldığı büyük bir cemaatle Edirnekapı Mezarlığı’nda dostu Babanzâde Ahmed Naim’in kabrinin yanında toprağa verildi. 1960 yılındaki yol inşaatı sebebiyle her iki mezar Süleyman Nazif’in kabriyle birlikte Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mehmed Âkif yılı olarak ilân edilen vefatının ellinci senesinde (1986) Kültür Bakanlığı tarafından kabrinin üzerine yeni bir lahit yaptırıldı. Âkif’in ölümü üzerine yakın dostlarından Fatin Gökmen, “Çıktı kırklar bir ağızdan dediler târîhin / İçimizden vatanın şairi Âkif gitti”; Yusuf Cemil Ararat da, “Cevherîn târîhi ahlâfa eder keşf-i nikāb / Âh gitti tercümân-ı efsah-i Ümmü’l-Kitâb” beyitlerini tarih düşürmüşlerdir. Mehmed Âkif’in yetişme yıllarında şahsiyetinin teşekkülünde rolü bulunan kişilerin başında kendisine ilk dinî bilgileri veren, Arapça’sının, fıkıh ve akaid bilgilerinin gelişmesine yardım eden babası Tâhir Efendi gelmektedir. Ayrıca “Abdülhamid devrinin hürriyetperver şahsiyetlerinden” Fâtih Merkez Rüşdiyesi’nde Türkçe muallimi Mehmed Kadri Efendi, hâfızlık hocası Mehmed Râsim Efendi (Arap Hoca), Mes̱ nevî ve Gülistân derslerini takip ederek Farsça’sını ilerlettiği mesnevîhan Mehmed Esad Dede, Arapça hocaları olarak kendisinden Müberred’in el-Kâmil’ini okuduğu Hersekli Ali Fehmi Efendi ile Muʿallaḳāt hocası Hâlis Efendi zikredilmelidir. Bu arada ders ve müzakere arkadaşları Mehmed Şevket ve Babanzâde Ahmed Naim ile daha Baytar Mektebi’nde talebeyken kendisini klasik eserleri okuyacak kadar Fransızca’sını ilerletmeye ve Batı edebiyatını takip etmeye yönelten Ispartalı Hakkı Bey, memuriyetinin ilk yıllarında yanında bulunarak Fransızca çalıştığı Baytar Miralay İbrâhim Bey sayılabilir. Doğu ve Batı edebiyatlarından zengin bir birikimi olan Âkif’in okudukları arasında çoğu yazıldığı dillerden olmak üzere Muʿallaḳāt, Dîvân-ı Ḥâfıẓ, Gülistân, Mes̱ nevî, Fuzûlî Divanı gibi eserlerle
  • 12. Doğu’dan İbnü’l-Fârız, Feyzî-i Hindî, Muhammed İkbal; Batı’dan W. Shakespeare, Milton, Victor Hugo, Ernest Renan, Anatole France, Alfred de Musset, Lamartine, J. J. Rousseau, Alphonse Daudet, Emile Zola, Alexandre Dumas Fils, Sienkiewicz gibi şair ve yazarların eserleri vardır. İçindeki en eski şiiri 1904 tarihli olan Safahat ile tanınan Mehmed Âkif’in bu tarihten çok daha önce şiir yazdığı, yayımlanmış ve yayımlanmamış pek çok manzumesinin bulunduğu bilinmektedir. Âkif’in bugün elde bulunan ilk şiiri, Halkalı Baytar Mektebi’ndeki öğrenciliği sırasında kaleme aldığı (1892) “Destur” başlıklı bir terkibibend parçasıdır. Hazîne-i Fünûn, Mekteb, Resimli Gazete gibi bazı dergilerde, dostlarına yazdığı mektuplarda ve şahsî hâtıralarda rastlanan ilk şiirlerinin genellikle Ziyâ Paşa, Muallim Nâci ve Abdülhak Hâmid tesirinde olduğu görülmektedir. Gerek bunlar gerekse Safahat’ın ilk kitabında yer alan benzer şiirleri, Âkif’in bu yıllarda şiirde yapı bakımından değişik şekil arayışları içinde olduğunu, muhteva bakımından Ziyâ Paşa ve Abdülhak Hâmid’de görüldüğü gibi birtakım metafizik meselelere meylettiğini göstermektedir. Bir ara Recâizâde Mahmud Ekrem ve Tevfik Fikret gibi tabiat tasvirlerine merak sardığı da kendi ifadesinden anlaşılmaktadır. Yayımlanmış en eski şiirlerinden biri, hâfızlığını tamamladığı sırada yazdığı ve hayatı boyunca bağlı kalacağı, ahlâk ve seciyenin temelini teşkil eden Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki manzumesi olup 1895’te “Kur’an’a Hitap” başlığıyla Mekteb mecmuasında çıkmıştır. İbret alınmaz her gün okuruz ezbere de; Bir ibret aranmaz mı ayetlerde ? Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına Ya açar bakarız nazm-ı celilin yaprağına İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin Ne teze mezara okunmak, ne fal bakmak için İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin Ne duvarlara asılmak, ne el sürülmemek için İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin Ne tezhip, ne sülüs, ne hat yazmak için İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin Ne tapınak, ne nutuk, ne vaaz dini için İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin Ne meslek kaygıları ne kariyer hesapları için İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin Ne erkeği yüceltmek, ne kadını aşağılamak için Ne Araba paye vermek, ne Acemi hor görmek için
  • 13. Şiir yayımlamadığı 1901-1908 yılları arasında geçen sürede sanatta takip edeceği yol hakkında önemli kararlar vermiş olmalı ki o zamana kadar sevdiği ve taklit ettiği tarzı bırakarak hayalden uzak, yalnız içinde yaşadığı toplumun meselelerine çözüm arayan bir şiiri benimsemiş, hatta eski şiirlerinin elinde kalanlarını ortadan kaldırmıştır. Bu görüşünü Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitabında, “Budur cihanda benim en beğendiğim meslek / Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek” mısralarıyla açıklar. Böylece şiirde hayalperestliği reddetmiş, ancak buna tepki olan Batı tarzı parnasyen şiiri de benimsememiştir. Gerçekleri dile getiren, takdir ettiği Batılı yazarların roman sanatındaki realist/natüralist anlayışını yansıtan bir şiir tarzını tercih etmiş ve Türk şiirinde toplum meselelerine en çok eğilen şair olmuştur. Âkif’in şairliği üzerinde tartışıp tereddüt edenler, manzumeci olduğunu ileri sürenler, onun manzum hikâyelerini ve gerçekten ahlâkî öğüt veren didaktik şiirlerini örnek gösterirler. Ancak bütünüyle incelendiğinde şiirinin didaktik olmaktan ibaret kalmadığı görülür. Aslında sanatkâr ruhlu, şair yaratılışlı bir insan olan Âkif, yaşadığı toplumun bir ölüm kalım savaşı içinde bulunduğu gerçeğinden hareketle toplumdan yana, ahlâkçı ve idealist bir yolu seçmiştir. Bu ikilem dikkate alındığında en toplumsal özellikteki şiirlerinde bile yer yer lirizme ve bir çeşit mistisizme yükseldiği görülmektedir. Özellikle son yıllarında Mısır’da iç kırıklığı, vatan hasreti, yalnızlık ve hastalık gibi bedbin duygularla yüklü olarak yazdığı Gölgeler kitabındaki şiirlerin lirik vasfı öncekilere göre daha da yüksektir. Mehmed Âkif’in makaleleri ve tercüme yazıları gibi Safahat’taki şiirlerinin çoğu da Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd dergilerinde yayımlanmıştır. Onun ilk Safahat’tan beri takip ettiği yol dikkate alındığında şiirinde muhtevanın ön plana çıktığı belli olur.
  • 14. Bununla beraber sanatkâr mizacıyla şiirlerinin formunu ve estetik yapısını da ihmal etmediği görülmektedir. Daha ilk Safahat’ta nazımda ulaştığı rahatlık ve ustalık, onun bu yıllara gelinceye kadar uzun bir şiir tecrübesi geçirdiğini ortaya koymaktadır. Bilhassa bu kitabındaki şiirlerinin nazım tekniği üzerinde kendisinden önce Edebiyât-ı Cedîde şairlerinin denedikleri, şekille muhteva arasında estetik bir uyum sağlamak için başvurdukları formları başarıyla uygulamıştır. Aynı şiir içinde konunun ve duyguların değişmesine göre veznin, nazım şeklinin, hatta dil ve üslûbun da değişmesi bu denemelerden bazılarıdır. Özellikle manzum hikâyelerde bu teknik daha da belirgindir: Tasvirlerde aruzun tempolu vezinlerine, daha eski ve sanatkârane bir dile ve sentaks bakımından beyitlerde tamamlanan cümlelere mukabil aynı şiirin tahkiye bölümünde daha hareketli vezinlerin, daha sade ve konuşma diline yakın bir dilin ve anjambmanların kullanılması gibi. Tevfik Fikret’le başlayan, aruzun imâlesiz, ârızasız kullanılması çığırı da Mehmed Âkif’in şiirleriyle zirveye ulaşır. En metafizik meselelerden sokaktaki insanın konuşmasına kadar çok rahat bir Türkçe, o zamana kadar uygulanmamış bir şekilde Âkif’in şiirleriyle aruzun hemen her kalıbında ifadesini bulmuştur. Aktif bir siyaset ve ideoloji adamı olmayan Âkif İslâmî an‘aneye uygun, danışmaya ve hürriyete dayalı meşrutî bir rejim taraftarıdır. Bu yönüyle II. Abdülhamid’in sıkı yönetiminin aleyhinde bulunmuş, ancak 1908’den önce dönemin aydınları arasında yaygın olan gizli komite faaliyetleriyle bir ilişkisi olmamıştır. Ayrıca Meşrutiyet’in ilânından kısa bir süre
  • 15. sonra Fatin Hoca (Gökmen) tarafından İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne kaydedilirken üyelerin cemiyetin bütün kararlarına kayıtsız şartsız uyacakları şeklindeki yemin cümlesinin değiştirilmesini şart koşması onun seciyesini ortaya koyan en dikkat çekici anekdotlardan biridir. Ancak bu üyeliği de İttihat ve Terakkî’nin Şehzadebaşı İlmiye Mahfili’nde bir süre Arap edebiyatı dersleri vermekten ibaret kalmış, cemiyetin maceracı iç ve dış siyasetiyle İslâm’a karşı çıkan aydınların tesiri altında hareket etmesi üzerine kısa süre sonra muhalefete geçmiştir. Mehmed Âkif’in en verimli şiir ve yayım faaliyetinin görüldüğü 1908-1922 arası Osmanlı Devleti’nin en buhranlı, siyasî istikrarsızlığın ve savaşların en yoğun olduğu bir dönemdir. Aydınların bu buhranı aşmak için gösterdikleri gayretlerin ürünü olan ve II. Meşrutiyet’in ardından gelişme alanı bulan siyasî ve ideolojik akımlar arasında Âkif, adına sonraları İslâmcılık denilen cereyanın içinde yer almıştır. Çocukluğundan beri aile muhitinde, mekteplerde, arkadaş çevresinde tam bir İslâm kültürüyle beslenmiş, inancı, ahlâkı ve yaşayışıyla İslâm’dan tâviz vermemiş olan Mehmed Âkif, İslâm’ın ruhuna aykırı olmamak şartıyla diğer fikir sahipleriyle iş birliği yapabilecek bir karakter göstermiştir. Safahat’ta “kavmiyet” ve “milliyet” kavramlarını birbirinden ayırmış, bunlardan “ırkçılık” mânasını verdiği ilkine İslâm’a aykırı olduğu ve devletin parçalanmasına sebebiyet vereceği için karşı çıkmıştır. Âkif vatan toprağına, bayrağa, milletinin faziletlerine, diline, sanatına son derece bağlı bir insandır. Süleymaniye Kürsüsü’nde vâizin “Kendi mâhiyyet-i rûhiyyeniz olsun kılavuz” derken vurguladığı ruhî mahiyet, parçanın bütününe göre milletin mânevî cevherinden başka bir şey değildir. Mehmed Âkif’in, ülkeyi idare eden hükümetlerin siyasetlerini çok defa tasvip etmediği halde onların verdiği millî vazifeleri kabul etmesi veya memleket çeşitli sıkıntılar içindeyken aleyhlerinde açık, sert ve yıpratıcı bir muhalefete girişmemesi bu bağlılığının tezahürüdür. İttihat ve Terakkî hükümetine ve İstiklâl Savaşı’ndan sonra uğradığı mağduriyete rağmen Mısır’da iken Ankara hükümetine karşı takındığı olgun tavır bu anlayışının örneğidir. Ayrıca Batı’da gelişmekte olan bilim ve tekniğin yanında pek çok ahlâkî davranışın da hayranı olan Âkif siyasî İslâmcılar arasında kendine mahsus bir terkibin sahibi olarak görünmektedir. İlk Safahat’ta daha ziyade “Tevhid yahut Feryat” şiirinde olduğu gibi metafizik duyguların veya “Durmayalım” ve “Dirvas”ta görüldüğü gibi bazı dinî hikmetlerin didaktik ifadeleriyle “Hasta”, “Küfe”, “Meyhane”de olduğu gibi sosyal dertler yer almaktadır. Ancak daha sonraki tarihleri taşıyan “Acem Şahı”, “İstibdat” ile bilhassa “Köse İmam” şiirlerinde siyasî, fikrî meseleler de işlenmeye başlanmıştır. Bunların kuvvetli bir İslâmî ideal haline dönüşmesi, II. Meşrutiyet’in ardından siyasî akımların ve toplumun genel yapısındaki ahlâkî bozulmanın tehlikeli bir hal alması üzerinedir. “Süleymaniye Kürsüsünde” şiiri, böyle bir tehlikeye karşı İslâm milletlerinin uyanması ve bir birlik teşkil etmesi felsefesine dayanan uzun bir manzume olarak ortaya çıkar. Türk ve İslâm ülkelerini dolaşmış, müslümanları her bakımdan uyandırma gayreti içinde otantik bir şahsiyet olan Sibiryalı Abdürreşid İbrahim’i temsil eden vâiz, kürsüde bir taraftan İslâm’a ilgisiz hatta karşı olan aydınları tenkit ederken daha acı tenkitlerini, hicivlerini birçok bakımdan bilgisiz ve geri kalmış müslümanlar için yapmıştır. Mehmed Âkif’in itikad dışında bir dünya nizamı olarak ele aldığı İslâm’ı daima çağındaki meselelere en isabetli çözümler üretecek şekilde takdim etmesi dikkati çekmektedir. Dinin cevherinde olan ebedîlik dünün, bugünün olduğu kadar yarının insanına da hitap etmeyi gerektirir. “Böyle gördük dedemizden” demenin mânası yoktur. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” mısraları bu konudaki kanaatlerini ifade eden bir formüldür. Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitabında fikirlerini sistemleştiren Âkif daha sonra bu sistemin yaşama tarzı, ahlâk, insanın kendi çevresiyle ve
  • 16. başka insanlarla olan ilişkileri, ilim ve teknik karşısındaki tavrı gibi teferruata inen meselelere çeşitli vesilelerle çözüm getirmeye çalışır. Bazan doğrudan doğruya Kur’an ve hadis gibi dinin temel kaynaklarından hareket ederek bazan da yine bu temellere dayanıp daha çok kendi döneminin problemleriyle iç içe bir ifade tekniği kullanmıştır. İlkine Hakkın Sesleri ve Hâtıralar’daki âyet ve hadislerin serbest tefsirleri, ikincilere de Fatih Kürsüsünde ve Âsım ile Hâtıralar’daki “Berlin Hâtıraları” örnek olabilir. Âkif’in İslâmcılığının esasını inançta, emir ve nehiylerde kaynağını İslâm’dan alan bir hayat tarzı ile çağdaş medeniyetin İslâm’a aykırı olmayan güzelliklerinin telifi teşkil eder. Doğu ve Batı mûsikisine ciddi derecede ilgi duyan, ney üfleyen, yüzme, taş atma (bir çeşit gülle atma), güreş ve uzun yürüyüş gibi sporlara meraklı, hoşsohbet, çevresindekilerle şakalaşmayı seven, zeki ve nüktedan bir insan olan Mehmed Âkif, kendisini yakından tanıyan dostları arasında verdiği sözleri her şartta tutmasıyla tanınan bir kişidir. Nitekim Baytar Mektebi’nde okurken bir arkadaşı ile, birinin önce ölmesi halinde diğerinin onun çocuklarına bakacağına dair sözleşmeleri buna örnektir. Yirmi yıl sonra Âkif, geçim sıkıntısı içindeyken bile sözüne sadık kalarak vefat eden arkadaşının çocuklarını evine almış ve kendi evlâtlarıyla birlikte okutup yetiştirmiştir. Ayrıca yazdıklarıyla hayatı arasında tam bir uyum vardır ve buna aykırı davranışları affetmeyen bir karakter âbidesi olarak bilinir. Mehmed Âkif’in, şiirini ve sanatını çok takdir etmesine rağmen daha sonra “Târîh-i Kadîm” ve “Târîh-i Kadîm’e Zeyl” manzumeleriyle dinî ve insanî değerlere saldıran Tevfik Fikret’i, “Berlin Hâtıraları”nın doksan sekiz mısralık bölümünde (metni için bk. SR, 25 Ağustos 1334, sy. 367; “Safahat Dışında Kalmış Şiirler”, Safahat [nşr. M. Ertuğrul Düzdağ], İstanbul 1987, s. 531-534) şiddetle eleştirmekten çekinmemesi de bu özelliğinin açık bir göstergesidir. Eserleri. A) Manzum Eserleri. Mehmed Âkif’in sağlığında yedi ayrı kitap halinde bazıları birkaç defa basılan, ölümünden sonra tek cilt olarak yayımlanan ve tamamı aruzla yazılmış 11.240 mısralık 108 manzumeden ibaret külliyatının genel adı Safahat’tır. Birinci kitabın dışında diğerlerinin ayrıca birer adı da bulunmaktadır. 1. Safahat: Birinci Kitap (İstanbul 1329). Bazıları İslâm tarihinden alınmış vak‘alar üzerine kurulmuş, çoğu sosyal dertleri konu edinen kırk dört şiirden oluşur. Bunlardan “Tevhid yahut Feryad”, “Ezanlar”, “Cânan Yurdu”, “İstiğrak”, “Hasbihal” mistik ve felsefî konularda yazılmış lirik şiirlerdir.
  • 17. 2. Safahat: İkinci Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (İstanbul 1330). Âkif’in İslâm dünyası, müslümanlar ve İslâm ideali konusundaki fikirlerini yansıtan 1002 mısralık tek bir manzumedir. 3. Safahat: Üçüncü Kitap: Hakkın Sesleri (İstanbul 1331). Balkan savaşlarındaki mağlûbiyetler sebebiyle çekilen ıstırapların dile getirildiği on şiirden oluşur. Bu şiirlerin sekizi bazı âyetlere, biri bir hadise dayanılarak yazılmıştır. Sonuncusu “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” başlığını taşıyan on mısralık bir şiirdir. 4. Safahat: Dördüncü Kitap: Fatih Kürsüsünde (İstanbul 1332). 1692 mısralık tek bir manzumedir. İslâm’da çalışmanın ve terakkinin önemiyle kader-irade meselesi üzerinde durulan şiirin ilk yarısında İslâm dünyasının perişanlığı tembelliğine, kurtuluşu da çalışmasına bağlanmaktadır. 5. Safahat: Beşinci Kitap: Hâtıralar (İstanbul 1335). On şiirden meydana gelen kitaptaki ilk yedi şiirin dördü âyetlerin, ikisi hadislerin açıklaması olup bunlar arasında yer alan “Uyan” başlıklı manzume bütün müslümanları ikaz eden bir sesleniştir. Sondaki üç uzun manzume ise şairin Mısır, Berlin ve Medine seyahatlerinin intibalarından yola çıkarak İslâm dünyasının dertlerini dile getirdiği fikrî ve lirik şiirlerdir. Bunlardan “Necid Çöllerinden Medine’ye” adlı şiir için Cenab Şahabeddin, “Bir hadisedir, bundan sonra Âkif’e erişilemez” demiş, Süleyman Nazif de bildiği Şark ve Garp lisanlarında bu kadar güzel, pürüzsüz ve kusursuz şiir okumadığını, bunu yazmak için Âkif kadar şair olmanın yetmeyeceğini, onun kadar da dindar olunması gerektiğini, hiçbir sanatkârın bu şiirin benzerini yazamayacağını ifade etmiştir. 6. Safahat: Altıncı Kitap: Âsım (İstanbul 1342). 2292 mısralık tek bir manzumeden meydana gelir. Memleketin içtimaî ve ahlâkî dertleri hakkındaki bu manzumenin tamamına yakın bölümü, Mehmed Âkif’in eserlerinde canlandırdığı en önemli tip olan ve müslüman halkın iman ve irfanını temsil eden muhafazakâr ve tenkitçi Köse İmam ile yenilikçi ve müsamahalı Hocazâde (Mehmed Âkif), hakperest ve heyecanlı bir genç olan Âsım (Köse İmam’ın oğlu) arasında geçen konuşmalardır. Şairin “Çanakkale Şehidlerine” adıyla bilinen ünlü şiiri de diyalogun bir parçasıdır. 7. Safahat: Yedinci Kitap: Gölgeler (Mısır 1352/1933). Mehmed Âkif’in eski harflerle Kahire’de bastırdığı, bir kısmı daha önce yazılmış kırk bir şiirinden meydana gelen son kitabıdır. Buradaki bazı şiirler, gerçekleşmeyen bir idealin verdiği üzüntü ile vatandan uzak ve işgal edilmiş bir İslâm diyarında yalnızlık hâlet-i rûhiyesinin doğurduğu kırgınlıktan kaynaklanan tevekkül ve teslimiyetin mistik duygularıyla kaleme alınmıştır. Kitaptaki son şiir olan 208 mısralık “Sanatkâr” adlı manzume, Âkif’in bütün Safahat’ı boyunca göstermediği şahsiyetinin en mühim tarafı olan sanatkâr ruhunu ortaya koyar ve hayal kırıklıklarını, acılar içinde geçen ömrünü, İslâm dünyasının yürek yakan halini içli bir dille mısralara döker. Safahat’ı teşkil eden yedi kitap, Mehmed Âkif’in sağlığında onun tashihinden geçerek sonuncusu hariç birkaç defa eski harflerle basılmıştır (geniş bilgi için bk. TDEA, VII, 406). Eserin tamamını ilk defa yeni harflerle Ömer Rıza Doğrul, devrin siyasetine uygun düşmeyeceği mülâhazasıyla yapılan birkaç çıkarma ile neşretmiştir (İstanbul 1943). Bu haliyle 1973 yılına kadar yedi defa basılan Safahat yedinci baskısından itibaren M. Ertuğrul Düzdağ tarafından tamamıyla gözden geçirilip tashih edilerek yayımlanmıştır. Safahat, eski ve yeni harflerle bir şiir kitabı olarak Türkiye’de en çok basılan eser olduğu gibi birçok dinî halk kitabının ulaştığı baskı sayısını da aşmıştır (ayrıca bk. SAFAHAT). Mehmed Âkif’in gerek 1908’den önce gençlik devrinde gerek sonraki yıllarda yazdığı, ancak Safahat’a almadığı, kendi ifadesiyle “Safahat hacminde” şiirleri olduğu bilinmektedir.
  • 18. Önemli bir kısmını bizzat kendisinin yok ettiği bu şiirlerden devrin dergilerinde ve dostlarına yazdığı mektuplarda kalmış veya bazı kişilerin hâtıralarıyla ortaya çıkmış olanları birkaç bin mısraı bulmaktadır. Bunların önemli bir kısmı M. Ertuğrul Düzdağ’ın hazırladığı Safahat neşirlerine eklenmiştir (bk. s. 485-551). Mehmed Âkif, Millî Mücadele’den sonra “İkinci Âsım”, “Haccetü’l-Vedâ”, “Selâhaddîn-i Eyyûbî” (manzum piyes), “İslâm Tarihinden Menkıbeler”, “Çocuk ve Mektep Şiirleri” gibi bazı eserler yazmak istediğini dostlarına söylemişse de bunları gerçekleştirememiştir. Âkif’in bazı şiirleri daha sağlığında Arapça’ya tercüme edilmeye başlanmıştır. 1932 yılında Mısır’da çıkan el-Maʿrife dergisinde “İstiklâl Marşı” ile “Bülbül” şiirleri Arapça’larıyla birlikte yayımlanmış, bunları “Çanakkale Şehidlerine” ile “el-Uksur’da” şiirleri takip etmiştir. Yakın arkadaşı Abdülvehhâb Azzâm, “Kör Neyzen” ile “Küfe” şiirini mensur olarak (er- Risâle), “Süleymaniye Kürsüsünde”nin bazı bölümlerini de nazmen (es̱ -S̱ eḳāfe, sy. 312, s. 35) tercüme etmiştir. Son Osmanlı şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu şair İbrâhim Sabri, Âkif’in vefatından on yıl kadar sonra Gölgeler’i manzum olarak Arapça’ya çevirmiştir (eẓ-Ẓılâl min dîvâni Ṣafaḥât li’ş-şâʿiri’t-Türkî el-kebîr Muḥammed ʿÂkif, Kahire, ts.). Ekmeleddin İhsanoğlu iki şiirini eş-Şiʿr dergisinde Arapça neşretmiştir. Mehmed Âkif hakkında Arapça bir monografi hazırlayan Abdüsselâm Abdülazîz Fehmî, Mekke’de yayımladığı kitabında “el-Uksur’da” ile “Necid Çöllerinden Medine’ye” şiirlerinin tamamına yakınını ve incelemesine konu aldığı bazı parçaları kısmen manzum olarak Arapça’ya çevirmiştir. Yaşayan Arap şairlerinden aynı zamanda Türkçe divanı da bulunan Hüseyin Mücîb el-Mısrî, “Çanakkale Şehidlerine” adlı şiiri nazmen Arapça’ya tercüme etmiştir (metni için bk. İslâmî Edebiyat, sy. 8 [İstanbul 1990] s. 24-25). Cemal Muhtar da “İstiklâl Marşı” ile (MÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 3, İstanbul 1985, s. 15-18) “Âsım” ve “Hâtıralar”dan küçük birer parçayı (İslâmî Edebiyat, sy. 7 [1990], s. 26-27) Arapça’ya aktarmıştır. Mûsikiyle yakın ilgisi olan Mehmed Âkif’in bazı şiirleri sanatkâr dostları tarafından bestelenmiştir. Ali Rıfat Çağatay, Zeki Üngör, Ahmet Yekta Madran, Muallim İsmail Hakkı, M. Zâti Arca, Kâzım Uz, Mustafa Sunar, İsmail Zühtü tarafından bestelenen “İstiklâl Marşı”nın dışında Ali Rıfat Çağatay “Ordunun Duası”, “Köse İmam”, “Bülbül”; Sadettin Kaynak “Çanakkale Şehidlerine”; Şerif İçli “Ezelden Âşinanım”; Ali Nihat Karamemişoğlu “Lâmekânlarda mısın?”; Ali Kemal Belviranlı “Allah’a Dayan Sa‘ye Sarıl” gibi manzumelerini bestelemiş olup notaları eldedir. B) Mensur Eserleri. Telifleri. a) Tefsirler. Mehmed Âkif’in on sekizi manzum olan ve Safahat’a alınmış bulunan elli yedi tefsir yazısının tamamı Sebîlürreşâd’ın 183. sayısından itibaren muhtelif nüshalarında “Tefsîr-i Şerif” başlığı altında yayımlanmıştır. Bunlar, dönemin güncel meseleleriyle ilgili âyetlerin ele alındığı yazılardan meydana gelmektedir (listesi için bk. Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, s. 156). Dergide “Hadîs-i Şerif” başlığı altında çıkan dört yazısı da günün meselelerine çözüm olabilecek hadislere dayalı makalelerdir. İlk defa Ömer Rıza Doğrul tarafından Kur’an’dan Âyetler adıyla, bazı müdahale ve eklemelerle kitap haline getirilen bu yazılar arasında makale ve vaazlarından da seçmeler yer almıştır (İstanbul 1944). 1976’da dikkatsizce yapılmış ikinci baskısı yanında Ömer Rıza Doğrul’un neşrinden aynen aktarılarak gerçekleştirilmiş bir baskısı daha bulunmaktadır (nşr. Suat Zühtü Özalp, Ankara 1968). Sadece tefsir yazılarının Abdulkerim ve Nuran Abdulkadiroğlu tarafından Sebîlürreşâd’dan aktarılarak hazırlanmış bir baskısı ise Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında neşredilmiştir (Mehmed Âkif’in Kur’an-ı Kerim’i Tefsiri: Mev’iza ve Hutbeleri, Ankara 1991). b) Vaazlar. Mevâiz-i Dîniyye: Birinci Kısım (İstanbul 1328). Mehmed Âkif’in bu vaazı, İttihad ve Terakkî Hey’et-i İlmiyyesi âzası iken Şehzadebaşı Kulübü’nde yaptığı “İttihad Yaşatır, Yükseltir, Tefrika Yakar, Öldürür” başlıklı konuşmasının
  • 19. metni olarak önce Sırât-ı Müstakîm’de çıkmış, ardından bu kitabın içinde tekrar yayımlanmıştır (s. 54-60). Balkan Savaşı sırasında Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye camilerinde yaptığı vaazlar ise Sırât-ı Müstakîm’de neşredilmiştir (IX/230-232 [20 Şubat 1913], s. 6, 11). Balıkesir Zağanos Paşa Camii ile (metni için bk. İzmir’e Doğru, Balıkesir, 1 Şubat 1920, sy. 24; SR, 12 Şubat 1920, sy. 458) Kastamonu Nasrullah Paşa Camii’ndeki vaazı Sebîlürreşâd’ın Kastamonu’da basılan 464. sayısında çıkmış, gördüğü rağbet dolayısıyla bu sayı birkaç defa bastırılarak Anadolu’ya ve cephelere gönderilmiştir. Ayrıca el-Cezîre Kumandanı Nihad Paşa tarafından müstakil bir risâle halinde neşredilip (Diyarbekir 1337) bölgenin Elaziz, Diyarbekir, Bitlis ve Van gibi belli başlı vilâyetlerinde ve cephelerdeki askerlere dağıtılmıştır. Mehmed Âkif’in Kastamonu’da bulunduğu süre içinde civar kaza ve köylerde yaptığı konuşmaların özetlerini de Eşref Edip kaydedip derginin 465-467. sayılarında yayımlamıştır. Bazıları yeni yazıyla birkaç defa basılan bu sekiz vaazın ilki hariç diğerleri, Abdulkerim ve Nuran Abdulkadiroğlu tarafından hazırlanan ve yukarıda adı geçen eserin ikinci kısmında yeni yazıya aktarılmıştır. c) Makaleler. Mehmed Âkif’in cemiyet, edebiyat ve fikir bahisleri etrafında makale, sohbet ve hâtıra şeklinde kaleme alıp Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd’da “Hasbihal”, “Edebiyat Bahisleri”, “Eski Hâtıralar”, Letâif-i Arab’dan” başlıkları altında neşrettiği elli yazıdan ibaret olup Abdulkerim ve Nuran Abdulkadiroğlu tarafından Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri adıyla yayımlanmıştır (Ankara 1987). Halen elli kadar mektubu neşredilmiş olan Âkif’in birkaç yüz mektubunun daha özel ellerde bulunduğu tahmin edilmektedir. Mahir İz’e yazdıklarını Kubbealtı Akademi Mecmuası’nda Uğur Derman neşretmiş, bunlar başka yerde çıkan birkaç mektupla beraber İsmail Hakkı Şengüler’in derlediği külliyata da alınmıştır. Tercümeleri. Tesbit edilebildiği kadarıyla 1908’den önce Resimli Gazete ile Servet-i Fünûn’da yayımlanmış ve ayrıca basılmamış olanların dışında kalan çevirileri tamamen Sebîlürreşâd ve Sırât-ı Müstakîm’deki yazılardır (bir liste için bk. Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, s. 157-159). Bunlardan bir kısmı sağlığında kitap haline getirilmiştir. 1. Müslüman Kadını (İstanbul 1325). Kāsım Emîn’in İslâm’ın kadına bakışını eleştirerek bu konuda Batı ölçülerine göre köklü reformlar yapılmasını teklif ettiği Taḥrîrü’l-merʾe adlı eserine yapılan tenkitlere el-Merʾetü’l-cedîde kitabıyla verdiği cevaplara karşı Ferîd Vecdî’nin yazdığı el-Merʾetü’l-müslime adlı reddiyenin (Kahire 1319) tercümesidir. Eser Mahmut Çamdibi tarafından sadeleştirilerek yeniden yayımlanmıştır (İstanbul 1972). 2. Hanoto’nun Hücumuna Karşı Şeyh Muhammed Abduh’un İslâm’ı Müdafaası (İstanbul 1331). Fransız siyaset adamı ve tarihçisi Gabriel Hanotaux’nun Paris’te le Journal gazetesinde çıkan ve İslâm’a hücum eden makalesine karşı Mısır’da çıkan el- Müʾeyyed gazetesinde Muhammed Abduh’un neşrettiği cevapların tercümesinden meydana gelmektedir. Mehmed Âkif risâlenin başına Hanotaux’nun yazısını da çevirerek ilâve etmiştir. Risâle İsmail Hakkı Şengüler’in yayımladığı külliyata alınmıştır. 3. İslâmlaşmak (İstanbul 1337). Said Halim Paşa’nın Fransızca kaleme aldığı bu risâle Sebîlürreşâd’da Mehmed Âkif tarafından Türkçe’ye çevrilerek neşredilmiş, daha sonra paşanın diğer altı risâlesiyle birlikte Buhranlarımız adlı kitapta da yayımlanmıştır (İstanbul 1335-1338). 4. İslâm’da Teşkîlât-ı Siyâsiyye. Said Halim Paşa’nın Malta’da sürgünde bulunduğu sırada Fransızca yazdığı eser, devrin özelliği sebebiyle “Millî Hâkimiyet” bölümü hariç Âkif tarafından tercüme edilerek Sebîlürreşâd’da neşredilmiştir (XIX, sy. 493-496, 498, 500, 501). Müstakil olarak neşri bulunmayan risâle, tercüme edilmemiş bölümü de eklenerek M.
  • 20. Ertuğrul Düzdağ tarafından yayıma hazırlanan Buhranlarımız ve Son Eserleri adlı çalışmaya alınmıştır (İstanbul 1991). 5. İçkinin Hayât-ı Beşerde Açtığı Rahneler (Ankara 1339). Abdülaziz Çâvîş’in bu küçük risâlesi de Umûr-i Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti tarafından Mehmed Âkif’e tercüme ettirilerek bastırılmıştır. Ferhat Koca eseri sadeleştirip İçkinin Zararları İçkinin Hayat-ı Beşerde Açtığı Rahneler adıyla yeniden yayımlamıştır (İstanbul 2003). 6. Anglikan Kilisesine Cevap (İstanbul 1339 r./1341). Anglikan kilisesinin şeyhülislâmlık makamına sorduğu İslâm dininin mahiyeti, hayat ve insan düşüncesi üzerindeki etkileri, zamanımızın çeşitli bunalımlarını tedavisi, dünyayı çekip çeviren siyasî ve mânevî güçlere karşı tutumu gibi önemli sorulara Abdülaziz Çâvîş’in verdiği Arapça cevapların tercümesinden meydana gelmiştir. Önemi dolayısıyla Büyük Millet Meclisi Umûr-i Şer‘iyye ve Evkaf Vekâleti tarafından bastırılan kitabı Süleyman Ateş sadeleştirerek yeniden neşretmiştir (Ankara 1974). Mehmed Âkif’in Ferîd Vecdî, Muhammed Abduh, Azmzâde Refik, Şeyh Şiblî Nu‘mânî, Abdülaziz Çâvîş ve Said Halim Paşa’dan yaptığı tefrika halinde kalmış tercümeleri de İsmail Hakkı Şengüler’in hazırladığı külliyat içine alınmıştır. Fevziye Abdullah Tansel, Maarif mecmuasında (Mayıs-Ağustos 1895) Sâdî imzasıyla yayımlanan “Mebâhis-i İlm-i Servet” başlıklı yazı dizisinin de Mehmed Âkif’e ait olduğunu ileri sürmektedir (bk. bibl.). Mehmed Âkif’in İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Şubesi’nde verdiği derslerin, bir kısmı Sırât-ı Müstakîm’de neşredilmiş notları “Dârülfünûn Dersleri Kavâid-i Edebiyye” başlığıyla, ders notlarını formalar halinde haftalık olarak tefrika etmek üzere çıkarılan Dârülfünûn adlı bir dergide neşredilmişse de (İstanbul 1329, II, nr. 50 [16 Nisan]) elde sadece on altı sayfalık ilk forması bulunmaktadır. Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’nin beşinci ve altıncı sınıflarında okuttuğu derslerin notları dört forma halinde “Edebiyat Dersleri” adıyla yayımlanmış görünmekteyse de henüz elde edilememiştir. Mehmed Âkif’in bütün eserleri İsmail Hakkı Şengüler tarafından yayıma hazırlanmış ve son tashihleri M. Ertuğrul Düzdağ eliyle yapılarak on ciltlik Mehmed Âkif Külliyatı içinde toplanmıştır. Bu külliyatın dökümü şöyledir: I-IV: Karşı sayfalara açıklamaları konulmak suretiyle Safahat’ın tamamı ile Safahat dışında kalmış bir kısım şiirleri; V: Makaleler ve Tercümeler; VI-VIII: Tercümeler; IX: Tefsîr-i Şerif, Hutbe, Vaaz ve Mektuplar; X: Hayatı, Seciyesi, İdeali, Sanatı ve Eserleri’ne Dair Yazıların Derlemeleri. Sanatı yanında karakter ve seciyesi, millî meselelerdeki hassasiyet ve gayreti, yakın tarihte oynadığı önemli roller ve halkın gönlündeki yeri dolayısıyla Mehmed Âkif şiirlere, romanlara, film ve dizilere konu olmuştur. Bunlardan ilki kendisini çok yakından tanıyan Mithat Cemal Kuntay’ın kaleme aldığı, 1980’lerde dizi film haline getirilen Üç İstanbul adlı romandır (İstanbul 1938). Eserin önde gelen kahramanları arasında bir karakter âbidesi olarak Mehmed Âkif’e “Şair Mehmed Râif” adıyla yer verilmiştir. Tarık Buğra’nın, Millî Mücadele Ankara’sındaki gerçek vatan severlerle şahsî menfaatlerini öne çıkaran sahtekârların mücadelesini ele alan Firavun İmanı adlı romanının (İstanbul 1976) kahramanlarından biri de Mehmed Âkif’tir. Vefatının ellinci yılı dolayısıyla yapılan faaliyetler sırasında Mehmed Âkif’le ilgili birkaç belgesel film de çekilmiştir. . (İslam Ansiklopedisi…M. Ertuğrul Düzdağ…M. Orhan Okay)
  • 21.
  • 22. HAZİN BİR CENAZE TÖRENİ Takvimler 27 Aralık 1936’ yı gösteriyordu. İslam ve istiklâl şairinin tabutu Beyazıt Camii önüne getirildi. İstanbul her zamanki kalabalıklığını yaşıyordu. Caddeler araba, kaldırımlar insan seli... Bir otomobil yaklaştı. Bagajında çıplak bir tabut vardı. Dört hamal cenazeyi musallaya bıraktı. Biraz sonra cenazenin Mehmet Akif olduğu anlaşıldı. Sağlığında karnını doyurduğu lokantacı, bir Kâbe örtüsü getirip tabutu örttü. Üniversite öğrencileri Akif'in cenazesinin Beyazıt Camisi önüne geldiğini duymuşlardı. Bir anda anfiler boşaldı, öğrenciler akın akın gelmeye başladılar. Edebiyat Fakültesinden, öteki fakültelerden üniversite öğrencileri... Bir sancak bulmuşlardı, tabutun üstüne örttüler. Üniversite idaresi Ankara’dan aldığı talimat üzerine gençleri bu “rejim muhalifi, mürteci” şairin cenazesine katılmamaları için uyarmıştı halbuki. Öğrenciler, rejimin emrini takmadılar. CHP iktidardı, dindarların unvanı resmi dilde ve CHP medyasında "gerici, mürteci, yobaz" dı. "Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı; Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı!" diyen şairin unvanı da mürteciydi tabiki... Akif'in cenaze namazı kılındıktan sonra FATİHA ile birlikte omuzlandı. Beyazıt'tan Edirnekapı'ya omuzlarda götürüldü. Devlet büyüklerine ve devrin etkili kişilerine bu muhteşem uğurlamaya katılmak nasip olmadı. Asım'ın nesli, Akif'i Edirnekapı Şehitliğine getirip çok sevdiği arkadaşı Babanzade Ahmet Naim'in yanına defnetti. Allah rahmet eylesin. Rabbim mekanını cennet, ruhunu şâd eylesin. (Ali Erkan KAVAKLI)
  • 23. MEHMET AKİF ERSOY 'UN OĞLU EMİN'İN YÜREK BURKAN HİKAYESİ Yıl 1966 sonları. Bir öğle sonrası odamdayım. Kapımıza bir adam geldi. Adı Emin Ersoy idi. Merhum Akif’in oğlu. ”Sizi biri görmek istiyor.” dediler. “Buyursun.” dedim. İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla: ”Bendeniz Mehmet Akif’in oğluyum.” dedi. Bir anda ne olduğumu şaşırdım. Nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine: ”Oooo buyurun buyurun, nasılsınız?” türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O, tavrını bozmadı: “Rahatsız etmeyeyim. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim.” dedi. Gökler mi tepeme yıkıldı, yer mi yarıldı da ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum Tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkartıp uzattım. O bükük boynuyla: ”Siz ne münasip görürseniz.” dedi. Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. ”Durun bakalım neyimiz varmış!” gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, fazla bir şey de yoktu. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı. “Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim.” dedi ve çıktı. Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu. (Çetin Altan)
  • 24.
  • 25. . 28 ŞUBAT GENERALLERİMEHMED ÂKİF’E NİÇİN SALDIRMIŞLARDI? Cumhuriyet döneminde fikirlerinden dolayı en çok hakaret uğrayan, yazdığı İstiklâl Marşı’ndan dolayı Kemalist oligarşinin askerî bürokrasisi ve “elit” lerince her darbe öncesi “mürteciliği” gündeme getirilen, Türkiye’nin, Türk ülkesinin İstiklâl Marşı Şairi Mehmed Âkif’e saldırıların arka plânında Kemalist /Atatürkçü zihniyetin “egemenlik” egosu yatıyor. Millet iradesine vesayet koyan 28 Şubat darbecilerinden koyu Atatürkçü Tabip Tuğgeneral Yalçın Işımer'in sözleri Âkif düşmanlığını açığa vurarak, Âkif’in Atatürkçü devlete karşı potansiyel bir tehdit meselesi olabileceğini aşikâr ediyordu: “Mehmet Âkif denen adam Arap hayranı. İstiklâl Marşı’nın yazarı olması dışında ülkeye ne faydası olduğu gerçekten tartışılır. Cumhuriyet ilân edilip devrimler birbiri ardına yapılmaya başlayınca Mısır'a kaçtı. Tam bir devrim karşıtı... Onun düşünce evreni Bedir Savaşı’nın ötesine gidememiş. Kur’an’ı Türkçe’ye çevirmedi. Atatürk'ün ricasını yerine getirmedi diye onu aziz kılanlar, şimdilerde Mehmet Akif Üniversitesi kurma çabasındalar. O üniversiteden çıkan kafalar, bilinmelidir ki El Ezher kafalı adamlar olacaktır. Arap milliyetçiliğinin adamı olacaklardır. Arap'ın adamı olacaklar. Arap'ın adamı olmak adamlık değildir. Ulusun adamı olmak yakışır adam olacak adama. Bu adamlara 'adam sen de' demeyeceğiz. Son zamanlarda, Atatürk’e… dil uzatanları bir şekilde belleyeceğiz.” (Câmideki Şair Mehmed Âkif, D. Mehmet Doğan, s.164-165) Ayrıca bkz. (28 Eylül 1999 tarihli gazeteler) Darbeci general Işımer Âkif düşmanlığında bununla kalmaz, “Bedir şehitleri ile Çanakkale şehitlerini gayr-ı ilmî bir şekilde mukayese eder. “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi...” mısraına hakarette bulunuyor: “Bedir Savaşı'nda 500 kişiyle çarpışan 250 bedevî Arap’la, dünya uluslarına karşı destanlar yazan Mehmetçiği bir tutuyor da ‘o kadar şanlı idi’ diyor. Onun düşünce evreni, Bedir Savaşı'nın ötesine gidememiş.” (D.Mehmet Doğan’ın a.g.e. s.166) Daha da ileri giderek “Niçin seni bekliyor Atatürk” değil de, “Seni bekliyor Peygamber” dedi diyerek Âkif’i “Arapçılıkla” suçluyor. Atatürkçü general Işımer ve benzerlerinin “Arabın adamı olmak” sözüyle Hz. Peygamberimize hakaret ettiği yüzlerine söylenmelidir. Âkif’i, Müslüman kimliğinden dolayı başta CHP’liler olmak üzere bütün Atatürkçüler sevmezler. Bu tavırlarıyla Âkif’in şahsında İslâmî değerlere sahip çıkan millete karşı olduklarını da göstermiş oluyorlar. “Devrimci Cumhuriyetin” canlandırılmasını isteyen yine 28 Şubatçı general Doğu Silâhçıoğlu da 21 Şubat 2008'de Cumhuriyet gazetesindeki yazısında Âkif’e kötü sözler sarfediyor ve evvelce puta tapan Arapların, Müslüman olduktan sonra, Şaman inancındaki Türklere soykırım uygulayıp onları Müslüman olmaya zorladıklarını, sonra İslâm'ı gönüllü olarak kabul ettiler yalanını uydurduklarını iddia ediyor. “Şeriatçı ümmetçi” dediği Âkif’e türlü yaftalar yapıştırdıktan sonra, İstiklâl Marşı’na hakaret ediyor: “İstiklâl Marşı metnine Hak, ezan, cennet, îman gibi sözcükleri ustalıkla yerleştirdiğini, bir tek Türk sözcüğü için yer bulamamış bir ümmetçi…” DARBECİ GENERAL: “ÂKİF ÜMMETÇİ, NİHAL ATSIZ TÜRKÇÜDÜR” Milliyetçiler ve dindar kitleler arasında derin bir anlayış farkı olduğunu savunan Kemalist general Silahçıoğlu adı geçen gazete de Âkif’e hakaretini şu şenî sözlerle sürdürüyor:
  • 26. “Bu fark Türk milliyetçisi Nihal Atsız'la, şeriat ümmetçisi Mehmet Âkif'in düşünce yapısındaki fark kadardı. Ümmetçi Mehmet Âkif'in yeni ardılları, onun Türk Arapsız yaşayamaz. Kim ki yaşar der delidir! ‘Arabın Türk ise, hem sağ gözü hem sağ elidir!’ dizelerinde belirttiği yoldan giderlerken, beraberlerindeki milliyetçiler gerçekleri göremediler” diyerek hayıflanıyor ve ardından Âkif’in “Cumhuriyet’i benimsemediğini” söylüyor: “Emperyalizme karşı kazanılan zaferin üzerine kurulan Kemalist cumhuriyeti kendisine ne kadar yabancı hissetmiş olmalı ki, onun ‘şerrinden’ ülkesini terk ederek ‘darülislâm’ olarak seçtiği Mısır’a göç edecek. Âkif, ulusal kurtuluş savaşına İstiklâl Marşı ile katılıyor ama, cumhuriyeti görmüyor, göremiyor, benimsemiyor. Cumhuriyetin kurucusu ondan Kur’ân’ı Türkçe’ye çevirmesini istiyor. O, ‘küfre hizmet’ saydığı için olacak ki reddediyor.” (Cumhuriyet Gazetesi, 21 Şubat 2008) İki özüre sahip, yâni hem darbeci, hem Atatürkçü olmakla malul olan general, Atsız’ın zaten ârızalı olan Türk milliyetçiliği fikrini Âkif’a karşı kullanıyor ve millet çocukları arasında tefrika çıkartıyor. Cehâletinden olacak milliyetçiliği de bilmiyor ve kendi Kemalist aklınca milliyetçilikle dindarlığın birbirini tekzip eden, bir araya gelemez bir düşünce olduğunu sanıyor. Sual şu: Mehmed Âkif’in ve İstiklâl Marşı’nın Müslümanla aynı mânaya gelen Türk milletiyle bir ve bütün olduğu tartışılmaz bir gerçek. Peki, 28 Şubat generalleri nasıl bir “ulustan” yanadırlar? Hülâsa, Âkif için Kemalist rejim bâtıl bir sitemdir. O, Türkiye İslâm Cumhuriyeti dâvâsı olan bir şahsiyetti. Atatürkçü Cumhuriyet yandaşları, Âkif’in milletçe sevilmesini “hegemonyalarına” karşı olarak görüyorlar. Silahçıoğlu gibi Kemalist generallerin, Türk’ü ümmetin temsilcisi hâdimülharameyn ve hilafet sahibi olarak gören Âkif’i sevmeleri mümkün değildir. (Ahmet Doğan İlbey) TARİH TEKERRÜR MÜ EDİYOR İstiklal Marşımızın söz yazarı Mehmet Akif Ersoy, şiir kategorisinde kıssadan hisse babında kaleme aldığı sözlerle yakın veya uzak tarihimizde meydana gelmiş önemli olayların günümüzde veya sonrasında yeniden gerçekleşebileceğini belirterek ibret ve tedbir alınması konusunda uyarı ve ikazda bulunduğu mısralarında bakın ne diyor? Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? " Tarih" i " tekerrür " diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Çok yakın tarihimizde, 17 yıl önce gerçekleştirilen 28 Şubat postmodern darbesinin günümüze yansımaları, toplumda siyasal sosyal ve ekonomi alanlarında yaptığı tahribat ve zararlar, devlet sisteminde ve ulusal güvenliğimizde yarattığı travmalar günümüze kadar çokça dile getirildi eleştirildi. Darbeyi gerçekleştirdiği iddiasıyla halen dönemin Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları, MGK Genel Sekreteri dahil olmak üzere üst düzeyde 103 sanık REFAH-YOL hükümetini zor ve cebir kullanmak suretiyle antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırmak suçlaması ile Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi''nde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle tutuksuz olarak yargılanıyorlar. 28 Ekim 2014 tarihinde ilgili mahkemede, darbeyi deşifre ederek, BÇG darbe belgesini devletin en üst katlarına devlet hiyerarşisi içinde ulaştıran bir devlet görevlisi olarak müşteki-
  • 27. tanık sıfatıyla verdiğim 8 saatlik ifademde, BÇG ve EMASYA PROTOKOLÜ"nün yasadışı olduğunu belgeleri ile kanıtladığımı düşünüyorum. Ayrıca duruşmada kamuoyunda 15 yıldan günümüze tartışılan 28 Şubat darbesinin arkasında örtülü olarak ABD"nin açık olarak da İsrail"in olduğuna yönelik açık kaynaklardan elde edilmiş iddia ve belgeleri de mahkemeye sundum. 17 Ocak 1997,tarihinde, cunta tarafından Cumhurbaşkanı Demirel"e Genelkurmay"da verilen brifing de, 54 maddelik REFAH-YOL iktidarının sakıncalı irticai icraatlarını içerdiği iddia edilen bir dosya araştırılması için verilmişti. Bu dosya içinde en çok dikkatimi çeken 53. madde olmuştu. Bu madde ile darbeciler"'' Gelişmiş G -7 ülkelerine karşı "''Müslüman sekizler olarak isimlendirilen ekonomik birlik kurma projesini irticai bir tehdit olarak değerlendirmişlerdi. Erbakan"ın kurulmasına öncülük ettiği D-8 İslam İşbirliği Örgütü''nün kurulma kararı 22 Ekim 1996 yılında gerçekleştirilen, Kalkınmada İşbirliği Konferansı''nda alınmıştı. 5 Haziran 1997 İstanbul Deklarasyonu ile kuruluşun resmen ilan edilmesi sonrasında, deklarasyona imza atan Müslüman ülkelerin liderlerinin büyük bir bölümünün iktidarlarını ve hayatlarını şüpheli bir biçimde kaybetmeleri bu örgütün kurulmasından rahatsız olan Batı"nın örtülü istihbarat operasyonlarının devreye girdiğine işaret ediyor. Pakistan Başbakanı Navaz Şerif, Bangladeş Başbakanı Şeyh Hasina, Endonezya Başkanı Suarta, Türkiye Başbakanı Necmettin Erbakan DARBELER" le iktidarlarını kaybettiler. İran Cumhurbaşkanı Rafsancani seçimle, Malezya Başbakanı Mahattir Muhammed ekonomik kriz sonrası iktidardan uzaklaştırıldılar. Nijerya adına imza atan Enerji Bakanı suikastla öldürüldü, D-8 kuruluşuna sıcak bakmayan Mısır Devlet Başkanı yerine Başbakan Kemal Kanzuri''yi göndermişti o da kısa süre içinde koltuğunu kaybetti. ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher"in Ankara Büyükelçiliği''ne gönderdiği kriptolu ulusal güvenlik belgesinin içeriği oldukça ilginç, bu belgeye göre, ABD 15 Ekim"de REFAH- YOL iktidarının gitmesi için örtülü olarak düğmeye basmış görünüyor. ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher imzası ile Ankara ABD Büyükelçiliği''ne gereği için, Beyrut, Moskova, Atina ve Sofya elçiliklerine de bilgi için gönderilen ulusal güvenlik belgesini Başbakan Erbakan kamuoyuna açıklamıştı. Belgeden yapılan alıntılarda, Refahyol iktidarı ile ilgili değerlendirme ve iktidardan düşürme yöntemine yer verilen kripto yazıda, ilk yorum koalisyonun büyük ortağı ile ilgili olarak yapılıyor: Türk hükümetinin milli eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan"ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı"dan ayırıp, Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce, Türkiye"nin İran, Libya, Irak, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır. İkinci yorum koalisyonun küçük ortağı DYP ile ilgili. DYP Erbakan"ın radikal İslami söylemlerini ılımlaştırmada başarılı olamadığına göre, kendisinin RP ile koalisyonu verimsiz görünmektedir. Biz inanıyoruz ki Tansu Çiller"in koalisyondan çekilmesi Erbakan"ı düşürür ve ülkeyi genel seçimlere götürür. Sonuç kesin olmamakla beraber RP büyük ihtimalle seçimlerden daha güçlü çıkacaktır. Türkiye, birleşik devletlerin anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim milli menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir. Türk askeriyesi bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki aksiyon ve planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum.
  • 28. Çevik Bir"in 2002 tarihinde İsrail"li stratejist ve siyaset bilimci Martin Sherman"la birlikte yazdıkları makale sanki bir itiraf niteliğinde. "'' Anayasa"dan aldığı yetkiyle Türkiye"de laik Cumhuriyeti Korumakla yükümlü ordu Erbakan"a açıkça dedi ki; Ülkenin yüzünü İslam"a dönmesini ve İsrail-Türkiye ilişkilerinin tehlikeye atılmasını izlemeyeceğiz. Erbakan kontrol altında tutuldu. Türkiye ve İsrail MGK baskısıyla İslam"cı Erbakan istifasını sundu. ABD, 17 yıl önce Türkiye"nin dış politikada yüzünü Batı"dan Doğu"ya çevirmesini 8 Müslüman ülkenin ekonomik işbirliği çerçevesinde tamamen barışçıl amaçlarla oluşturduğu işbirliği örgütünü, kendi milli menfaatleri açısından bir tehdit ve düşmanca olarak nitelemişti. Yeni Türkiye"nin Ortadoğu ve Dünya"da bağımsız bir dış politika hedeflemesi, dünyanın her bölgesinde emperyalist ülkelerce ezilen mağdur ve mazlum ülke insanlarına ve ülkelere sahip çıkılması, Ortadoğu ve dünyada sözü geçen bir ülke olması, KÜRT-TÜRK kardeşliğini pekiştiren çözüm sürecinin yarattığı olumlu psikolojik etkinin Ortadoğu"ya taşınması sonrasında ülkemizde, yaratılmak istenen kaos, istikrarsızlık ve iç çatışma ortamının ve yeni bir terör ikliminin yaratılmasına yönelik, asker ve güvenlik güçlerine karşı maskeli suikast ve infazların arkasındaki azmettiricileri çok açık ve belirgin değil mi?(Bülent Orakoğlu- Yenişafak)
  • 29. 2021 'İSTİKLAL MARŞI YILI' OLUYOR TBMM Genel Kurulunda, TBMM Başkanı Şentop ve 5 siyasi partinin imzasıyla sunulan ortak önergeyle, 2021'in "İstiklal Marşı Yılı" olması kararlaştırıldı. TBMM Genel Kurulunda, Meclis Başkanı Mustafa Şentop'un ilk imza sahibi olduğu ve AK Parti, CHP, HDP, MHP ve İYİ Parti'nin imzasının yer aldığı önergeyle, 2021 yılının "İstiklal Marşı Yılı" olmasını içeren düzenleme kabul edildi. Türkiye Çevre Ajansının Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'nin görüşmeleri sırasında, Meclis Başkanı Şentop ile AK Parti, CHP, HDP, MHP ve İYİ Parti ortak önerge verdi. Yapılan oylamada önerge kabul edildi. Bu kapsamda İstiklal Marşı'nın Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü Hakkında Kanun'a geçici madde eklenmesini içeren düzenleme kanun teklifine eklendi. Düzenlemeyle 2021, "İstiklal Marşı yılı" olacak. 2021 yılı boyunca bütün kamu kurum ve kuruluşları tarafından İstiklal Marşı'nın anlamını ve Kurtuluş Savaşı'nın önemini anlatmak amacıyla halkın ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla İstiklal Marşı'nın kabulü ve Mehmet Akif Ersoy'u anma etkinlikleri düzenlenecek. "İstiklal Marşı dünyaya meydan okuyan bir direnişin destanı" Önergenin gerekçesinde, İstiklal Marşı'nın, büyük şair ve dava adamı Mehmet Akif Ersoy'un, Anadolu'nun dört bir yanında devam eden Milli Mücadele'nin ruhunu ve kararlılığını yansıtan ve aynı zamanda o büyük mücadeleye coşku ve heyecan kazandıran abidevi eseri olduğu belirtildi. İstiklal Marşı'nın zalime, işgalciye ve sömürgeciye boyun eğmeyen ve dünyaya meydan okuyan bir direnişin destanı olduğu vurgulanan gerekçede, Mehmet Akif Ersoy'un mısralarının, Milli Mücadele'nin ruhunu temsil eden, sadece lafzıyla değil manası ve hakikatiyle her an yaşayan bir coşku ve heyecanı yansıttığını ifade edildi.
  • 30. Bugün yediden yetmişe herkesin aynı inanç ve heyecanla okuduğu, ezberlediği ve haykırdığı İstiklal Marşı'nın her mısrasında tarih, medeniyetin ortak değerleri, vatan ve bayrak aşkının bulunduğuna işaret edilen gerekçede, "100 yıl önce kaleme alınan ve şairi merhum Akif'in kahraman ordumuza ithaf ettiği bu marş, milletimizin tüm fertlerinin aynı heyecan ve imanla verdiği İstiklal Harbi'nin manifestosudur. Varlığımıza ve birliğimize yönelik her tehdit karşısında, 'nazlı' ve 'şanlı' hilalin altında toplanmaya hazır milletimizin ortak vicdanı, yüreği ve iradesidir." denildi. "İstiklal Marşı'nın anlam ve öneminin hatırlanması için özel etkinlikler" Mehmet Akif Ersoy tarafından Şubat 1921'de kaleme alınan İstiklal Marşı'nın, İstiklal Harbi'nin devam ettiği günlerde, TBMM'nin 1. Dönemi'nde, 2. Yasama Yılı'nın, 1 Mart 1921 tarihli birinci birleşiminde TBMM Genel Kurulunda ilk kez okunduğu hatırlatılan gerekçede, milli marşın bu tarihten 11 gün sonra, 12 Mart 1921'de icra edilen altıncı birleşimde ise TBMM Genel Kurulu tarafından "ekseriyet-i azime ile" resmi İstiklal Marşı olarak kabul edildiği belirtildi. Gerekçede, 2021'in, İstiklal Marşı'nın yazılmasının ve TBMM tarafından kabul edilmesinin 100. yılı olduğuna dikkat çekilerek önergeyle İstiklal Marşı'nın Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü Hakkında Kanun'a bir geçici madde eklenmesi suretiyle 2021 yılının İstiklal Marşı yılı olarak ilan edilmesinin öngörüldüğü ifade edildi. Gerekçede, şunlar kaydedildi: "Kanuna eklenmesi öngörülen geçici maddeyle Milli Mücadele'nin başlangıcının ve TBMM'nin açılışının 100. yılının akabinde, İstiklal Marşı'nın kabul edilmesinin 100. yılına denk gelen 2021 boyunca düzenlenecek özel etkinliklerle İstiklal Marşı'nın anlam ve öneminin hatırlanması, ayrıca İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy'un ve kurtuluş mücadelemizde görev alarak Türkiye'yi bize vatan kılan şehit ve gazilerimizin yad edilmesi amaçlanmaktadır."(A.A.) MİLLİ ŞAİR'İN TORUNU 2021'İN 'İSTİKLAL MARŞI YILI' OLMASINI MEMNUNİYETLE KARŞILADI Türk milletinin bağımsızlık mücadelesinin simgesi İstiklal Marşı'nı yazan "Milli Şair" Mehmet Akif Ersoy'un torunu Selma Ersoy Argon, 2021'in "İstiklal Marşı Yılı" olmasını içeren düzenlemenin kabul edilmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
  • 31. TBMM Genel Kurulunda, Meclis Başkanı Mustafa Şentop'un ilk imza sahibi olduğu ve AK Parti, CHP, HDP, MHP ve İYİ Parti'nin imzasının yer aldığı önergeyle 2021 yılının "İstiklal Marşı Yılı" olmasını içeren düzenleme kabul edildi. Bu kapsamda, İstiklal Marşı'nın Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif Ersoy'u Anma Günü Hakkında Kanun'a geçici madde eklenmesini içeren düzenleme kanun teklifine eklendi. Düzenlemeyle 2021 yılı boyunca bütün kamu kurum ve kuruluşları tarafından İstiklal Marşı'nın anlamını ve Kurtuluş Savaşı'nın önemini anlatmak amacıyla halkın ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla İstiklal Marşı'nın kabulü ve Mehmet Akif Ersoy'u anma etkinlikleri düzenlenecek. "Milli Şair" Mehmet Akif Ersoy'un torunu Selma Ersoy Argon, 2021'in "İstiklal Marşı Yılı" olmasını içeren düzenlemenin kabul edilmesine ilişkin AA muhabirine değerlendirmede bulundu. 2021'in İstiklal Marşı Yılı kabul edildiğini büyük bir mutlulukla öğrendiğini dile getiren Argon, Cumhrubaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri kapsamında 2018 yılında verdiği "2018 Yılı Vefa Ödülü"yla ödülüyle başlayan ve devletin Mehmet Akif Ersoy'a olan bağını güçlendiren sevgi ve ilgisine teşekkür etti. Ödül töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 20-27 Aralık tarihlerinin Mehmet Akif Ersoy Haftası ilan edilmesi ricasında bulunduklarını aktaran Argon, şöyle konuştu: "Sağ olsunlar ilgi ve takdirleriyle bu yönetmelik de karara bağlandı, çıktı ve hafta ilan edildi. Sebilürreşad ailesiyle birlikte uzun zamandır gayret ettiğimiz mücadele meyvesini verdi. Tam da anma haftasında 'Gazi Meclis'imizden mutlu haber geldi. Bu sabah 2021 yılı İstiklal Marşı Yılı ilan edildi. Tabii ki bu içime müthiş bir sevinç verdi, kalbim sevindi. Çünkü hakikaten İstiklal Marşı'mızın 100'üncü yılı. Bir şeyler olması gerekiyordu. Takdir ettiler, sağ olsunlar. Çok mutlu oldum. Hamdolsun. Devletimizin ve Cumhurbaşkanımızın ilgi ve sevgileriyle Sebilürreşad ailemizle bunu başardık. Sebilürreşad Derneği ve Akif dostlarına teşekkür ediyorum. Dergimiz 6 senedir yeniden yayında ve yoluna devam ediyor."
  • 32. Argon, "Mehmet Akif'in ailesi olarak başından beri ilgi ve takdirleriyle destek aldığımız Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'a, TBMM Başkanımız Mustafa Şentop'un samimi gayretlerine, Meclisimizdeki tüm siyasi partilerin temsilcilerine ve genel başkanlarına, başta Sebilürreşad ailem olmak üzere Safahat ve dedemin hayat hikayesini filmleriyle etkinlikleriyle hizmet vermiş tüm resmi ve sivil kurumlarına, kalbimden en derin sevgi ve şükranlarımı arz ediyorum." dedi. "İstiklal Marşımız, 'tek vatan, tek millet, tek bayrak ve tek devlet' şiarının sesidir" İsitklal Marşı Yılı dolayısıyla gerçekleştirilecek etkinliklere, bilhassa Ankara'da düzenlenecek törenlere katılmak istediğini dile getiren Argon, "Orada olmayı canı gönülden diliyorum. Çünkü dedemin ruhu bir nevi Ankara'da atıyor. Tacettin Dergahı'nda attığı gibi Millet Meclisinde de atıyor. Dedem namına bana verilen o güzel vefa ödülünü Gazi Meclisimizde yapılan köşede sergilenmesi için vereceğim. Cumhurbaşkanımızdan rica etmiştim. Büyük bir tevazuyla kabul etti. O vefa ödülünün yeri orasıdır. Orada sergilenecek, her gelen görecek." ifadelerini kullandı. Selma Ersoy Argon, TBMM'nin, milli iradenin sözü, sesi ve demokrasinin adresi olduğunu belirterek, "İstiklal Marşı hepimizin birlik ve dirlik içinde buluştuğunun resmidir, sesidir. İstiklalin tek şemsiyesinin TBMM olduğunun kabulü anlamındadır. Sevindiricidir, bizi bir arada tutan ruhtur. İstiklal Marşımız milletimizin özüdür. 'Tek vatan, tek millet, tek bayrak ve tek devlet' şiarının şiiridir, sesidir. Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırtmasın." diye konuştu. Büyük bir vatanseverdi Mehmet Akif Ersoy'u "Büyük bir vatanseverdi." diye tanımlayan Argon, "Dedem, vatanı, milleti, bayrağı, ezanı, Allah ve Peygamber yolunda gitmesiyle büyük bir ahlak abidesidir. Samimi bir insandır. Kan bağı olmamın dışında bütün milletimizin dedesidir." dedi. Ersoy'un şiirlerini topladığı "Safahat"ın sadece bir şiir kitabı değil, Ersoy'un hayatının belgeseli olduğunu ifade eden Argon, şunları söyledi: "Her zaman 'Ne gördüysem onu yazdım, hayalle yoktur benim işim.' demiş. İleriyi gören, çağının ötesinde bir insandı. Safahat iyi okunduğu ve anlaşıldığı zaman bize gerçekleri anlatır, çarpıcıdır. İstiklal Marşı'nı, 'Artık o benim değildir, milletime aittir.' diyerek Safahat'a koymamıştır. Safahat'ın iyi okunmasını ve anlaşılmasını ve hatta okullarda ders kitabı olarak okutulmasını çok arzu ediyorum. Çünkü geçmişimiz de geleceğimiz de Safahat'tadır. Allah gani gani rahmet eylesin hem dedeme hem de bütün şehitlerimize." Gönüllerde çok güzel bir iz bıraktı Argon, Ersoy'un gönüllere yerleştiğini belirterek, "Müthiş bir iz bıraktı. Tüm İslam aleminde tanındığı yabancı ülkelerde de çok tanınıyor. Kiev'e, Bakü'ye gittik. Zaten Azerbaycan'da çok tanınıyor, seviliyor. Nereye gittiysek orada tanıyorlar. İnsan gurur duyuyor, tüyleri ürperiyor. Gönüllerde çok güzel bir iz bıraktı. Çünkü hiç bencilce davranmayan vatan sevdalısı bir insandı. Vatanı ve bayrağı için hep gönlünden verdi. Geldiler çok çalıştılar, bu güzel vatanı bize emanet ettiler ve gönüllerde yer alarak gittiler." şeklinde konuştu.
  • 33. Mehmet Akif Ersoy Anma Haftası dolayısıyla herkese teşekkür eden Argon, "Onlar anıldıkça yaşayan insanlar. Andıkça her zaman kalbimizdeler. Her zaman fikirleriyle varlıklarıyla canlılar." ifadesini kullandı. (A.A.) SAFAHAT’TAN ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!” Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ! Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl, Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl, Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz. Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb, Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ; Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
  • 34. Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre . Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler... Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm. Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ; Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi; “O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi. Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor; Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi... Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... Seni ancak ebediyyetler eder istîâb. “Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına; Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
  • 35. Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber. ASIM Kardeşim Fuad Şemsî’ye Bu eser, bir muhâvereden ibârettir ki Harb-i Umûmî içinde, ve Fâtih yangınından evvel, Hocazâde’nin Sarıgüzel’deki evinde geçer. Eşhâs-ı muhâvere şunlardır: HOCAZÂDE : Merhum Hoca Tâhir Efendi’nin oğlu. KÖSE İMAM : Merhum Hoca Tâhir Efendi’nin şâkirdlerinden . ÂSIM : Köse İmam’ın oğlu. EMİN : Hocazâde’nin oğlu. – Vay hocam! Vay gözümün nûru efendim, buyurun! Hangi rüzgârdır atan sizleri?.. Lütfen oturun. Mütehassirdik efendim, ne inâyet! Ne kerem! Öpmedik affediniz... – Çok yaşa... Lâkin... Veremem. – Bütün İstanbul’un ağzında gezen elleriniz, Bize nâz etmese olmaz mı, efendim? Veriniz. – Döktüğün dillere bittim, seni çok sözlü seni! Ayda, âlemde bir olsun aramazsın Köse’ni. Bu herif öldü mü, sağ kaldı mı, derler de ayol, Baba dostuysam eğer kalkıp ararlar bir yol. Yoksa yaşlanmaya görsün, adamın hâli yaman...
  • 36. Ne fenâ günlere kaldık, aman Allâh’ım aman! “Nesl-i hâzır” denilen şey pek acâib bir şey: Hoca rahmetliye bak, oğluna bak, hey gidi hey!.. – Amma tekdîr ediyorsun, canım ilkin adamı... Bir selâm ver bakalım; böyle Selâmsız’dan mı? – Selâmun aleyküm. – Aleyküm selâm... Barıştık, yüzün gülsün artık, İmam. – Hele dur, öfkemi tekmilleyeyim... – Tekmille! Zâten eksik bir o kalmıştı: Hudâyî sille... – Sanki dövsem ne yaparsın? Hocayız biz, döveriz... Gül biter aşk ile vurduk mu... – İnandım, câiz... – Pek cılız çıktı bu “câiz”, demek îmânın yok? – Dayak “Âmentü”ye girdiyse, benim karnım tok, Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında! – Hele! – Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle, Fark olunmazdı Kızanlık’taki güllüklerden! Bu dayak faslı da aç karnına bilmem nerden? Dur ki çay demleyelim, nargile gelsin, kerem et! – Söyle gelsin, hadi, zahmetse de... – Hâşâ, rahmet. – Enfiyen var ya? – Tabî’î! – Çekilir boydan mı? – Burun aldatmaya kâfî. – Bu nedir? Cerman mı? – Karışık. – Neyse, zârurette pek a’lâ gidecek. Hocazâdem, bakalım, bir de bizimkinden çek. – Yerli mahsûlüne benzer mi desem?.. – Kendisidir. – Sen de tiryâki değilsin ya, pek a’lâ yetişir. – Baban olsaydı da görseydi, işin vardı. – Neyi? – Çektiğin murdarı. – Sevmezdi, evet, böyle şeyi. – Neydi rahmetlide, lâkin, o temizlik, vay vay! Azıcık benzemiş olsaydı ya mahdûmu da... – Ay! Şu babamdan nerem eksik, hadi, göster bakayım? – Ama hiddetleneceksen ne suyum var, ne sayım! Yok, eğer mum gibi dosdoğru cevâb istersen: Babanın kestiği tırnak bile olmazsın sen. – Ne nezâketli beyan: Hay gidi mum, tıpkı odun! – Böyle hiddetlenecektin, neye râzî oldun? – Oldum amma bu kadar doğrunun olmaz ki tadı... “Selâmun aleyküm behey kör kadı!”
  • 37. Seni çok sözlü dedin, yetmedi; tekdîr ettin, Yine az geldi... – Hayır, söylemedim, söylettin. – Başladın şimdi de tahkîre ... Kızılmaz mı Hoca? – Zübbelik yok! – O ne? Ben zübbe miyim? – Oldukça. – Vâkıâ çok severim, her ne desen aldırmam; Bu, fakat hazmolunur parça değil.. Pîr ol İmam! – Sen de pîr ol. – Ama kızdım. – Ne tuhaf şeysin be: Bir sözümden kızıyorsun. – Kime derler zübbe? – Sana derler. – Niye? – Hem benzemedin merhûma; Hem neden benzemedin, dersen, efendim, sorma, O ne hiddet, o ne şiddet! Çalışıp benzesene! İlme vakfettiği dirsek babanın: Elli sene. – Biz de az çok pala sürttük... – Sana câhil demedik; Yalınız zübbe dedik... Bak yine baktın dik dik. Hoca rahmetli yetişmişti, düşün hem, nereden? Kimin oğluydu baban? Kimdi unuttun mu deden? İpek’in köylüsü, ümmî, yarı vahşî bir adam... – Bâri yamyam de! Ne mâni’ ki, evet, ak yamyam! – Dinle oğlum!.. – Ne nezâhet bu Hocam? Hayrânım! – Lâfı ağzımda bıraktın be kuzum, dur be canım... – Cümle bitseydi, emînim ki, dedem gitmişti... Dar yetiştim! – Ne o, sırtlan da mı olduk şimdi? – Neyse bahsinde devam et bakalım... – İşte baban, Bir şey öğrenmedi elbette o ümmî babadan. Ne kazanmışsa, bütün, kendi kazanmış, kendi. Zât-ı devletleri, lâkin azıcık çöplendi. Sen duâ et babadan topladığın mîrâsa, Hep onun himmetidir üç satır ilmin varsa. – Üç satır hem de, İlâhî, ne tükenmez irfan! – Hadi üç yüz satır olsun mütehammilse kafan.. Hoca’nın kâ’bına yükselmen için dağlar var. – Tırmanırsam? – Hadi tırman, bakalım, işte duvar. – Göreceksin, – Bu bacaklarla mı? – Hay hay! – Belli! Yaşınız kaçtı paşam, elli mi?
  • 38. – Yoktur elli. – Aştınız kırkı ya? – Kırk altıyı bulduk. – A’lâ... Yüzü bulsan, yine “Hâlâ mı bu mektub, hâlâ!” Arzı olmazsa hayâtın ne çıkar tûlünden? Hani kırk altı yılın eldeki mahsûlünden? Hangi bir fende teâlî edebildin, evlât? Hangi san’atte rüsûhun göze çarpar? Anlat! Ulemâdan mı sayıldın, fukahâdan mı? – Hayır. – Ya siyâsî mi nesin? Kendine bir meslek ayır! – Şâirim. – Olmaz olaydın: O ne yüzler karası! Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası. – Afedersin onu! – İmkânı yok etmem, ne demek! Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek? Âh, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse’ne, Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene. – Ama pek hırpaladın şi’ri... – Evet hırpaladım: Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım, Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim. “Şuarâ ” dendi mi, birdenbire oynar sinirim. İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh , O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekrûh . Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri... Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri . Bu sıkılmazlara “Medh et!” diye, mangır sunarak, Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak! Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu; Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu: Sürdüler Türk’e “Tasavvuf” diye olgun şırayı; Muttasıl şimdi “hakîkat” kusuyor Sıdkı Dayı! Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab; Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab. Git o “Dîvan” mı, ne karn’ağrısıdır, aç da onu, Kokla bir kerre, kokar mis gibi “Sandıkburnu”! (*1) Beni söyletme, neler var daha! – Tekmilleyiver! ... Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi’ri sever. – Vâkıâ “İnne mine’ş-şi’ri...” büyük bir ni’met; Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet. (*2) Ben ki Attâr ile Sa’dî’yi okur, hem severim; Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim. Hem senin şi’re müdâfi’ çıkışın ma’nâsız: Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız: Kimi mevlidci diyor... – Ah, olabilsem, nerde!
  • 39. Yetişilmez ki, Süleyman Dede yükseklerde. – Kimi bid’âtçi diyor... Duyduğum en çok bunlar. – Daha var mıydı, İmam? – Var ya, unuttum: Baytar . – Keşke baytarlık edeydim... – Yine et mümkünse. – Yapamam. – Belki yapardın be... – Unuttum be Köse. – Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lâzımmış; Beni dinler misin evlâd? Yine kâbilse çalış: Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar, Bize insan hekiminden daha lâzım baytar. – Hele bir çek bakalım! – Sen de bizimkinden çek. – Hani çay gelmedi yâhu? – Ay, unuttuk, gerçek. – Gitme seslen yalınız, nerde Emin, yok mu? – Emin! Nerdesin? Baksana, çay demleyeceklerdi demin... – Demlemişler, baba. – Sen gelsene, oğlum, buraya... El öperlerdi unuttun mu? – Hayır. – Oldu mu ya? – Demin öptüm, baba... – Öptün mü, git öyleyse hadi. Hele yâ Rabbi şükür, çay da nihâyet geldi. Şeker istersen eğer bulduralım? – Dört yüz mü? – Aldığım yok, yaşasın İzmir’in a’lâ üzümü; Hem ucuz, hem daha lezzetli. – Çekirdeksiz de. – Buyurun! – Başla canım, var mı merâsim bizde? – Hocam, evvelce üzüm çiğnenecek, üstüne çay... İçelim aşkına rindân-ı Hudâ’nın! – Hay hay! * * * – Hoca keşfet bakayım, şimdi bu harbin sonunu? – Onu Allah bilir amma, acaba var mı sonu? – Ne demek! Nâ-mütenâhî mi bu? Elbette biter; Tarafeynin biri ancak deyiversin ki: Yeter. – Aklım ermezse de evlâd, bu işin bitmesine, İki şeyden biri lâzım... – O nedir? – Dinlesene: İngiliz yok mu, o hâin, ya doyup patlamalı;
  • 40. Yâhud aç kalmalıdır... Yoksa bizim fal kapalı. Açma sen şimdi o yaprakları, oğlum beni sor: Başımın derdi büyük, çâresi yok... Olsa da zor. – Çâresiz derd olamaz, söyle Hocam, dinliyorum? – Bir değil... – Tut ki bin olmuş, ne demek, mecbûrum. Sana hizmet, babamın rûhuna rahmettir, ayol! – Hocazâdem, bilirim hepsini, berhurdâr ol. Oğlanın hâlini evvelce mi açsam?.. Lâkin, Komşunun derdi dururken bunu açmak çirkin. – Oğlanın hâli nedir, söyle? Merâk etmedeyim... – Hele dursun da o, ilkin şunu bir nakledeyim: Mütekâid paşalardan biri, üç beş sene var, Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar. Kimde az çok getirir bir satılık mal varsa, Kapatıp yaptı beleşten sekiz ev, dört arsa... Herifin hâli bidâyette zararsızcaydı; Son zamanlarda, ne olduysa, namazdan caydı. Ne cemâ’atte, ne mescidde, bugün komşu paşa. – Olağan şey, sofuluk çıkmadı, besbelli başa. – Derken incelmeye, gencelmeye kalkıştı... – Aman! – Ne aman dinledi, gittikçe, hovardam, ne zaman. Saç sakal tuttu ne hikmetse acâib bir renk; Kalafatlandı bıyıklar, iki batman , bir denk! Çehre allıklı sabunlarla mücellâ her gün; Fes yıkık, kelle çıkık, kaş yılışık, göz süzgün; İğne, boncuk, yakalık, tasma, yular... Hepsi tamam; Koçyiğit sanki bunak! – Sen de mi şâirdin İmam? – Kuşkulandım paşadan, gizlice gittim hanıma; Dedim: Örtün de kızım, gel bakalım, gel yanıma! Zevcinin tavrı acâibleşiyor zannederim, Sen ne dersin buna bilmem, bana sor, bak ne derim: İşçiniz, sofracınız var mı? – Evet. – Kim? – Eleni. – Şimdi sav. – Hiç mi sebepsiz? – A kızım, dinle beni: Böyle şeylerde sebep, hikmet aranmaz... Çabucak Savabilmektedir iş... Yoksa rezâlet çıkacak: Paşa azmış... – Acabâ üstüme gül koklar mı? – Onu bilmem, gülü koklar mı kocan, yoklar mı? Beni söyletme kızım, git de hemen sav karıyı. * * *
  • 41. Çok zaman geçmedi, gördüm ki bizim soytarıyı, Geliyor “İlmühaber yaz!” diye, neymiş bakalım? – Bir izinnâme. – İzinnâme mi? Hay hay, lâzım... Evlenen hangisi? Beyler mi, kerîmen mi, paşa? – Onların vakti değil. – Kim ya? – Benim. – Sen mi? Yaşa! Tam da vaktin, hani gün geçmeye gelmez, davran! – Hoca eğlenme hemen yazmana bak, işte paran! – Ay o murdar kâğıdın pek mi büyük hâtırı ki, Beni ürker diye tutmuş sayıyorsun bir... iki?.. Kaç paran varsa büküp katla da, indir cebine, Yazamam nâfile. – Elbet yazacaksın, sana ne? – Hiç adam hâline bakmaz mı be? İnsâf azıcık! – Çok şükür hâlime... Nem var? Yüzüm ak, alnım açık.. İyi bak sen bana bir kerre! – Hayır, kendin bak; Bence bir kellen açık, bir de sakal diplerin ak... – Ama sen halt ediyorsun! Sakalımdan size ne? – Ne mi? Ondan beleş eğlence mi var seyredene? Gülüyor kahvede el, çarşıda bakkal, çakkal; Olma beyhûde, ağızlardaki bir parmak bal; Çatlasan sofracı Rum’dan karı olmaz adama. – Kim haber verdi bileydim?.. – Ne bunak şeysin ama! Kim haber verdi, nedir? Sormaya var mıydı lüzum? Yediğin herzeyi kör gördü, sağır duydu kuzum. Söyletir çarçabuk insan, meğer olsun pek alık, Boşboğaz şey, o senin yosma sakal, hasba kılık! – Artık elverdi İmam, kellemi kızdırma da yaz. – Bana bak: Hiçbir imam böyle rezâlet yazamaz. – Ay, rezâlet de diyor sünnete! – Sünnet mi? – Ya ne? – Öyle şey yok... – Ne demek! – Dinle, be hey dîvâne: Öyle sünnet denemez, her zaman, evlenmek için; Vakt olur, sünneti geç, vâcib olur erkek için; Vakt olur, sünnet olur... – Söylediğim çıktı, tamam! – Vakt olur, bir de bakarsın ki, olur böyle: Haram. – Kimseden dinlememiştim bu senin fetvâyı... Ne tuhaf! – Sende tuhaflık, kısa kes da’vâyı. Çoluğun var, çocuğun var, haremin nâmuslu; Yaşın altmış beşi bulmuş, otur artık uslu.
  • 42. Neren eksik, be adam, böyle ne var çıldıracak? Karı derdiyle yıkılmaz bu kadar yıllık ocak. – O nasıl söz? Ben ocak yıkmaya evlenmiyorum. – Hiç o seksen kapı gezmiş, o kaşarlanmış Rum, Sofracıyken seni koymuş da bu cânım kılığa, Hanımım derse, dökülmez mi ki fındıkçılığa? Karı kıvrak, paşa hazretleri, şallak mallak; Biri hakkıyle edepsiz, biri şartınca salak; Evelallah döneceksin çabucak maskaraya; Vuracaksın iki üç dalgada baştan karaya! Artık evler gidiyor cilveyi kırdıkça madam... Oynasın kumda çocuklar! – Ne vazîfen, be adam? Avukattan da beter, ay ne kadar herze-vekîl ! – Defol ordan! – Hadi yaz kâğdımı! – Yazmam be, çekil! – Yazacaksın! – Yıkıl ordan, sana yok ilmühaber; Meğer emretmeli rü’yâma girip Peygamber. – Yazma sittin sene, pampin, yap elinden geleni; Yedi gün sonra duyarsın: Hanım olmuş Eleni! * * * – Hocazâdem, sözü çıksın da nihâyet herifin, Bana kah kah diye gülsün mü? Nasılmış keyfin! – Akdi kim yaptı? – Açıkgöz mü ararsın ki? Dolu... Yalınız gösteren olsun: Paranın nerde yolu. O değil, şimdi asıl çattı belânın büyüğü: Haber aldım, karı kandırmış o sersem hödüğü, Alıyormuş bütün emlâkini. – Gerçek mi? – Evet. Buna bir çâre düşün, gitmesin evler, kerem et! O çocuklar ne olur sonra? – Perîşan. Ya hanım? – O da rahmetli anamdan daha safmış be canım! Söyledim söyledim aldırmadı “vurdum duymaz”! Sonra mel’un karı kurnaz mı, hakîkat kurnaz; Herif eşşek mi dedin, eşhedü-bi’llâh eşşek; Ağzı karnındaki uçkur düğümünden gevşek! Bir kırıtsın, iki dil döksün o fettan kahbe; Çâre yok, salyası sarkıp diyecek: Verdim be! Hanım akşam, bize gelmişti namazdan sonra... Yolda bîçâre şaşırmış, hadi girmiş çamura. Ne kıyâfet, ne hazin manzara, görsen yavrum! Kendi ağlar, kızı ağlar... Ne deyim bilmiyorum.
  • 43. Ciğerim sızladı baktım da, fakat fâide ne? Kaderin cilvesi, kurbân olayım halledene! Gamsız insanlara eğlence gelirmiş yaşamak; Yüreğin hisli mi, işkencedesin, tâli’e bak! Şimdi, oğlum, herifin hacrine bir çâre! – Kolay. – Süfehâdan sayabilsek? – Sayacaksın, hay hay. Bir adamı mâlini isrâf ile etmişse heder, Ona hükkâm-ı Şerîat “Süfehâdandır” der. Sâde-dil , ebleh olup, kâr ederim, vehmiyle, Ahz ü i’tâya çıkıp aldanan eşhâsa bile, “Sühefâ” nâmını vermekte, evet, Şer -i Şerîf. Gelelim mes’elenin halline: Mâdem bu herif, Kendi infâkına muhtâc olan evlâdlarının, Cümlesinden geçerek, derdine bir pis karının, Heder etmekte bütün mâlini... Elbet ya bunak; Yâhud aldanmaya gâyetle müsâid avanak. İki sârette de hâkim bunu hacretse, eder. Şimdi lâzım gelen ancak size bir ilmühaber. İhtiyar hey’eti, muhtar, hepiniz toplanınız; Yazınız çarçabuk... Etraflıca olsun yalınız; Sonra, hiç beklemeden gönderiniz mahkemeye. – İş mühim... Korkarım etraflı yazılmazsa diye, Şunu sen yazsana oğlum? – Bakarız dur da biraz... Daha a’lâsı mı: Ben söyleyeyim, kendin yaz.. İmam üslûbuna uydurması artık senden! Hadi bir Besmele çek, başlıyalım istersen. Hele ilkin takıver gözlüğü. – Hay hay takayım, Yalınız, sen bana bir parça kâğat ver bakayım. – Hokka ister mi? – Divit var ya. – Peki, işte kâğat. Evvelâ ortaya bir “Hû” mu atarlar? Hadi at, Başla: “Bâdî-i” – Evet, “İlmühaber oldur ki” – “Mahallemizde” çabuk yaz! – Şaşırmayım, dur ki! – “Filân sokakta” – Yavaş söyle, oldu. – “Kâin olan Filânca hânede... sâkin... filânca oğlu... filân...” Düşünme! “Her ne kadar” – Oldu, söyle sen... – “Ma’tûh” – Peki! – “Değilse de” – Lâkin, kalem kırıldı be, tûh!