SlideShare a Scribd company logo
1 of 22
Download to read offline
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
          www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




          İBRAHİM OKUR                                 Nasıl din ile devlet birbirinden ayrılmışlarsa,
                                                bilim ile devlet de birbirinden ayrılmalıdır.
                                                                                     Paul Feyerabend1
                                                      Gen jokeyleri, koyuna insan, domatese sığır
                                                genlerini suni yöntemlerle iliştirmenin sonuçlarını
                                                Tanrı gibi görebildiklerini iddia etmektedir.
                                                       Prof. Abigail Salyers, Microbiological Review2

           KÜRESEL GÜÇ ODAKLARININ EMRİNE SOKULAN SAHTE BİLİM/
              NEO-DARWİNİZM GÜDÜMLÜ GENETİK MÜHENDİSLİĞİ

                                        İÇİNDEKİLER
    1-   NEO DARWİNİZM’İN EMPERYALİZMİN EMRİNDEKİ FELSEFESİ
    2-   KÜRESEL GÜÇ ODAKLARININ GÜDÜMÜNDE GENETİK MÜHENDİSLİĞİ UYGULAMALARI
    3-   TÜRKLERİ HEDEF ALAN SİYASİ TEZGÂH: TÜRKLERLE İLGİLİ GEN ARAŞTIRMALARI
    4-   TÜRKİYE’NİN ETNİK YAPISIYLA İLGİLİ GERÇEK BİLGİLER
    5-   IRKÇILARA DA NEO-DARWİNCİLERE DE DESTEK SAĞLAYAN GÜÇLER AYNI GÜÇLERDİR


1
                                                          Evrenin her parçası bütünle başka türlüsü
                                                  mümkün olmayacak bir tarzda bütünleşmiştir,              1
                                                  bütünü bütünüyle tahrip etmeksizin herhangi bir
                                                  şeyi değiştirmek mümkün değildir.
                                                                                          Kopernik
                                  Canlıların yapıtaşları olarak nitelenen DNA 3 , canlı varlıkların
                         yaşamasını ve biyolojik gelişmesini yönetmek için gerekli bilgileri taşıdığı
                         düşünülen moleküllerdir 4 . Bilim dünyası onu “kimyasal bir iplik”
                         benzetmesiyle tanımlar. DNA’nın bilgi taşıyan bölümüne gen5 adı verilir.
                         Genler, vücudun büyük bölümünü oluşturan moleküller olan proteinlerin
                         üretimine ilişkin bilgiyi taşırlar. Biyolojik hayatımıza ilişkin bilgi içerdiği
                         anlaşılan DNA, organizmanın belirli bir programa göre gelişmesini yöneten
                         genler toplamı olarak görülmektedir. Bilim insanları bu anlayış
                         çerçevesinde, her genin bir protein ürettiği inancından yola çıkarak,
                         insanda 100 bin gen olması gerektiğine inanıyordu. (Oysa Genom Projesi 20
                         bin gen olduğunu ortaya çıkardı6. Böylece her genin tek bir protein ürettiği
                         inancı çöktü.) Bu gibi henüz yeterince test edilmemiş ön bulgular, tahminlerle
                         harmanlandı ve bilime günümüze kadar egemen olan determinist 7
                         düşüncenin hazır kalıbında şekillendirilerek, ortaya bir kuram çıkarıldı. Söz
                         konusu kuramda, bütün diğer canlılarla beraber insan da, hiçbir şekilde
                         denetleyemediğimiz “seçici güç” olan genler tarafından yönetilen “pasif bir
                         nesne”8 olarak görülmektedir. Söz konusu anlayışa göre, hayatımız -canlı olarak
                         her ne varsa hepsi- genlerin yönetimi altındadır.
                                 Buradan hareketle, genleri dışarıdan yönetmek ve değiştirmek




     İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
          www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
     www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                  suretiyle hayatı ve insanı mükemmelleştirmenin mümkün olduğunu düşünenler
                  ortaya çıktı. Günümüzde bu, büyük finans güçlerinin savunduğu bir ideoloji
                  haline gelmiştir. Bu anlayışın söz konusu çevreler tarafından destek bulmasının
                  nedeni insanlığın geleceği ya da bilime yönelik karşı konulmaz tutku değildir.
                  Öncelikle, yeni yatırım alanları bulmak, küresel egemenliğin temellerini
                  sağlamlaştırmak, gücü tarım alanına yaymak, yapıyı kalıcı hale getirmek
                  amaçlanmaktadır. Çünkü kapitalizmin geçerliliğini ve anlamını koruması için
                  yıllık kazançların yatırılacağı yeni yatırım alanları bulmak zorunludur. Aksi
                  takdirde iktisadi faaliyetler anlamını kaybetmektedir.
                          ABD’de yerleşik küresel finans çevrelerinin günümüz bilimini
                  soktuğu bu kanala GENETİK MÜHENDİSLİĞİ deniyor. Bir başka şekilde ifade
                  edilecek olursa, Mendel’in9 genetiğiyle Darwinizm evlendirilmiş ve Neo-
                  Darwinizm ortaya çıkmıştır. Bu “izm”leştirilmiş sözde bilim anlayışının
                  iddiasına göre, genlerin yapısı çözümlendiğinde, hayata ilişkin her şeyi
                  açıklamak mümkün olacaktır. Emperyalizm, Darwinizm’i yüz yıl boyunca
                  hizmetinde kullandı. Şimdi sahnede Neo-Darwinizm var.
                          O halde neden böyle düşündüğümüzü açıklamalıyız.
                            Darwin, Türklerin Kökeni adlı kitabını ilk yayınladığında, görüşlerini
                  Newtoncu bir yaklaşımla anlatmıştı. O zamanlar Newton’u taklit etmek
                  adeta bir zorunluluk olarak görülüyordu. Herhangi bir fikrin bilimsel
                  geçerliliği olabilmesi için Newton’un izinden gitmek gerektiği
                  düşünülüyordu. Darwin’in büyük ilgi görmesinin nedeni de kuramını
                  açıklarken Newton’un yaklaşımlarını taklit etmesidir. Bu sayede onun               2
                  kuramı, Newton mekaniği ile eşdeğerde, ya da mekaniğin biyolojideki
                  karşılığı sayılmıştır. O zamanlar Newton’u taklit etmek o kadar yaygındı ki,
                  sosyal bilimciler de aynı tavır içine girmişlerdi.
                          Neo-Darwincilerin genetik biliminin felsefi temeli Prof. Richard
                  Dawkins tarafından Gen Bencildir adlı kitabında yer alan şu cümleyle
                  ifadesini bulmuştur10: “Bu kitaptaki tez, bizim, diğer bütün hayvanlar gibi,
                  genlerimiz tarafından yaratılmış makinalar olduğumuzdur. Başarılı Şikago
                  gangsterleri gibi, bizim genlerimiz de, epey rekabetçi bir dünyada,
                  milyonlarca sene boyunca hayatta kalmayı başarabilmişlerdir.” Tavuk mu
                  yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan çıkar, sorusuna Dawkins’in cevabı
                  şudur: Tavuk, yumurtanın yeni bir yumurta yapmak için kullandığı
                  makinadır. Bu anlayışa göre insan da tavuklar gibi aynı işlevi yerine
                  getirmektedir.
                           İnsanı, genleri tarafından yönetilen “robotlar” olarak gören
                  Richard Dawkins, bu görüşlerini “inançla” işler ve sonunda bir kitap
                  yayınlar. Kitabın adı Tanrı Yanılgısı’dır. Kitapta, “Darwinizm Emreder”,
                  başlıklı bir bölüm yer alır. Burada şöyle der Dawkins 11 : “Din çok
                  savurgandır, bir o kadar da ölçüsüzdür ve Darwinci seçilim, devamlılık arz
                  eden bir süreç zarfında israfı saptar ve yok eder. Doğa tıpkı cimri bir
                  muhasebeci gibi adeta bir kuruşun hesabını yapar. Zamanı titizce kollar ve
                  her türlü israfı sert ve acımasızca cezalandırır. Darwin’in açıkladığı üzere,
                  ‘doğal seçilim, her gün ve her saat dünya bütünündeki her değişikliği,
                  hatta en zayıf olanı bile dikkate alır; kötü olanı çürüğe çıkarır, güzel olan



İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
     www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
     www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                  her şeyi korur ve ayıklar; tüm organik varlıkların gelişiminde, her nerede
                  ve her ne zaman bir fırsat yakalarsa, sessiz ve acımasız bir görev
                  üstlenir.’… Her an, her saniye gözümüze çarpmasa da merhametten yoksun
                  faydacılığın (utilitarianizm12) borusu ötmektedir.” Yazarın Kör Saatçi adlı
                  bir kitabı daha var. Orada şöyle diyor13: “Ancak Darwin sayesindedir ki,
                  entelektüel açıdan tatmin olmuş bir Tanrıtanımaz olabiliyoruz.”
                            Bizim bu tebliğde anlattıklarımız da Tanrıtanımaz fakat paraya ve
                  güce taparlarla ilgilidir. Konumuzu bu yöne yaymadan önce Prof. Dr. R. D.
                  Lewontin’in DNA Doktrini/İdeoloji Olarak Biyoloji adını taşıyan kitabından
                  da söz etmeliyiz. Bu çalışmada, konunun, ufkun elverdiği ölçüde
                  olabildiğince ileri götürüldüğünü öğreniyoruz. Şöyle deniyor 14 : “Genler
                  bireyleri, bireyler toplumu meydana getirirler, bunun için de genler toplumu
                  yaratırlar. Eğer bir toplum diğerinden farklı ise, bu bir toplumdaki bireylerin
                  genlerinin diğer toplumunkinden farklı olmasındandır. Ne kadar saldırgan,
                  yaratıcı veya müziğe yatkın olduklarına göre farklı ırkların genetik olarak
                  farklı oldukları düşünülmektedir.”
                            Bu bağlamda, kültür de genlere bağlanır ve bizi biz yapan ne varsa
                  hepsi moleküllerin içine yerleştirilir ve genlerin yanında MEM
                  “moleküllerinden” söz edilir. Sonuçta insan, bilgisayar gibi, 0 ve 1’den ibaret
                  bir şifre dizilimine indirgenmiştir. Genler kültüre şöyle bağlanır15: “Genler
                  bireyleri meydana getirir, bireylerin özgün tercihleri ve davranışları vardır,
                  tercihlerin ve davranışların toplamı kültürü meydana getirir. Bunun içindir
                  ki, moleküler biyologlar, bir insanın DNA dizilimini keşfetmek için gerekli en
                                                                                                    3
                  fazla parayı harcamamız için bizi zorlamaktadırlar. Genlerimizi oluşturan
                  molekül dizilimini bildiğimiz zaman insan olmanın da *gerçekte+ ne demek
                  olduğunu bileceğimizi söylemekteler.”
                            DNA’nın insan hayatının sırrını taşıdığı inancı, Genom Projesi’nin16
                  test edeceği gizemleri tanıtan “büyük sayıda” popüler ve yarı popüler
                  kitabın ortaya çıkmasına yol açtı. Söz konusu kitaplarda, Genom Projesi,
                  “bugünün en önemli bilimsel sorumluluğu” olarak tanıtıldı. Proje
                  sonuçlandığında “kendimizi felsefi olarak kavramamızda değişiklik olacağı”
                  vurgulandı. İnsanın gen dağılımını bilmekle, insan olmanın “gerçekte” ne
                  olduğunu anlayacağımıza peşinen hükmediliyor. Konu o derece abartılı bir
                  hale gelmiştir ki, konuyla ilgili bilimsel bir kongrenin açış konuşmasında,
                  bir biyolog, bu proje sayesinde, elde yeteri kadar büyük bir bilgisayar
                  bulunması halinde, eğer bir organizmanın DNA dağılımını tam olarak
                  bilirsek, organizmanın “hesaplanabileceğini”17 bile öne sürdü. Bu cümle,
                  bizi sadece bir robot olarak gören doktrinin aldığı son şekildir. Çünkü
                  robotun ne yapabileceğinin hesaplanabileceğini, farklı veriler yükleyerek
                  farklı hareketlere yönlendirilebileceğini öngörmektedir. Nitekim henüz
                  ortada bir şey yokken, Genom Projesi’ne muazzam bir bütçe ayrılmasına
                  kamuoyunda geniş destek bulmak amacıyla ciddi bilim dergisi sayılan
                  dergilerde, alkolizme, işsizliğe, evcilliğe, şiddete, uyuşturucu bağımlılığına
                  neden olan genlerin bulunacağına ve insanı mükemmelleştirmek için
                  çarenin genlerle oynamak olduğuna dair yazılar yayınlandı.
                          Genlerin işlevine olan inanç, sosyal farklılıkların, çeşitli toplum



İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
     www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
     www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                  katmanları arasındaki uçurumların açıklanmasında da kullanılmakta
                  gecikmedi. Zaten Darwinizm, başından beri bu amaçla işe koşulmuştur.
                  Harvardlı bir psikolog olan Richard Herrnstein, doğal eşitsizliğin en önde gelen
                  ideologlarından biri olarak şöyle demektedir18: “Geçmişteki ayrıcalıklı sınıflar
                  muhtemelen ezilenlere göre biyolojik olarak fazla üstün değillerdi, bunun için
                  devrimin başarı şansı vardı. Sınıflar arası yapay engelleri kaldırarak toplum
                  biyolojik engellerin ortaya çıkmasını teşvik etti. İnsanlar toplumda doğal
                  yerlerini alabildikleri zaman, tanımsal olarak üst sınıflar alt sınıflardan daha
                  fazla kapasite sahibi olacaklardır.” Bunları söyleyen adama DNA Doktrini’nin
                  öğrettiği şudur: Biyolojik olarak (gen yapısı dolayısıyla) aşağı olan insanların
                  biyolojik olarak üstün olanlardan iktidarı almaları mümkün değildir; çünkü
                  genleri bu imkânı vermeyecektir. İşte size Neo-Darwinizm’in henüz tam olarak
                  su yüzüne çıkmamış çağdaş ideolojisi. Almanya’da dazlakların, ideolojilerini
                  aklamak için öne çıkardıkları yeni argüman. Batılı devletler neo-Darwinizm’e
                  geniş mali destek oluyor. Ama niyetleri görünür hale getirdikleri için neo-
                  Nazilere de kızıyor. Neo-Naziler yeniden nasıl ortaya çıktı sanılıyor? Eski
                  hikâyenin yeni sürümünden.
                          Burada birkaç cümleyle aktardığımız görüşler, bilim dünyasına
                  geniş çapta egemen olan görüşlerin kısa kısa ifadeleridir. Buna göre, bizler
                  ve bütün organizmalar kimyasallar üreten makinalarız. Bizi yönlendiren de
                  genlerimizin ürettiği kimyasallardır. Hafızam beni yanıltmıyorsa, on yıl
                  kadar önce İngiltere’de bir üniversite, aşka neden olan kimyasalın
                  bulunduğunu ilan etmişti. Buna Richard Hawkings’in verdiği cevabı hiç
                                                                                                     4
                  unutmam: “Böyle söyleyemezsiniz, eğer böyle söylerseniz, bir katil yargıç
                  karşısına çıkarıldığında, benim kabahatim yok, benim vücudum cinayet
                  işlememi engelleyecek kimyasalı üretemiyor’, der. O zaman ne cevap
                  vereceksiniz?”
                          Neo-Darwinci açıklama, özelliklerimizin genlerimizin eseri
                  olduğunu, genlerimiz tarafından denetlendiğimizi kabul eder. Bir gen,
                  avantajlı veya dezavantajlıdır. Bu durum, organizmanın elenmesine ya da
                  seçilmesine yol açar. Oysa genler hakkında kesinleşmiş tek bilgi,
                  proteinleri kotladıkları ya da farklı proteinlerin sentezlerinin yapılması için
                  “sinyal” kotladıklarıdır19. Genlerimizde, bizi okumaya ya da hatırlamaya
                  karşı kabiliyetimizi etkileyen özellikler olabilir, fakat bunun anlamı okuma
                  kabiliyetimizin genler tarafından denetlenmesi değildir.
                            Neo-Darwinciliğin en büyük tehlikesi, öjenik 20 (soy arıtım) ve
                  ırkçılığı meşru kılacak bir takım önyargıların gelişmesine yeniden çanak
                  tutmasıdır. Bu konuyu ve neo-Darwinizm öncesi dönemde vardırıldığı
                  boyutları “Arsızlık ve Kültür/ Batının Kültürü Dış Politikamızı Nasıl
                  Yönlendiriyor?” adlı kitabımızda inceledik. Darwinizm genetikle
                  evlendirilince, milletleri, sosyal sınıfları ya da bireyleri damgalamakta
                  kullanmak şeklinde bir eğilim ortaya çıkmıştır21. Neo-Darwinizm, İkinci
                  Dünya Savaşı öncesinde Amerika’da ırk ıslah çalışmalarını tırmandıran,
                  determinist bir takım sözde bilginlerin geliştirdiği bir ideolojiden başka bir
                  şey değildir.




İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
     www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
         www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                               Doğal ortamda genetik mühendisliği “kusursuz” olarak
                      işleyebilmektedir. Ancak neo-Darwinizm’in tetiklediği ve kâğıt üzerinde
                      akladığı yapay genetik mühendisliği insan ürünüdür ve son derece sınırlı
                      bilgilere dayanmakta ve üstelik rastgele uygulanmaktadır. Oysa en basit
                      bir hücrede bile 2500 kadar farklı karmaşık molekül iş görmektedir ki
                      bunların çoğunun işlevlerinin bilindiği söylenemez. Hücreyi çıplak gözle
                      göremiyoruz ama içi çok kalabalık. Şimdiye kadar yapılan bilimsel
                      gözlemler, organizmanın işleyişini denetleyen genleri denetleyen, aynı
                      ortamda başka genler olduğunu düşündürtüyor. O halde, genleri
                      denetleyen genleri denetleyen genler olması da gerekmiyor mu? Bu zincir
                      nereye kadar sürer diye düşünülüyor. Her molekülü başka molekül
                      yönetiyorsa, bu işin sonu nerede biter? Bittiği yerde karşımıza çıkan nedir?
                      Böyle bir mekanik hiyerarşi zorunlu olarak sonsuza kadar uzanmaz mı?
                      Oysa canlı organizmaların çok büyük bir kısmı, ancak mikroskop altında
                      görülebilen gayet sınırlı hacme sahip olduğuna göre, iddia edilen mekanik
                      hiyerarşinin canlıda nasıl organize olduğunu açıklamakta başarısız kalır22.
                      Aşağıda uygulamadaki örnekleri sıralayacağız ama şimdilik şu kadarını
                      söyleyelim ki, neo-Darwinizm ya da genetik determinizm, insanlığın
                      geleceğini tehdit eden birinci dereceden bilimsel sapkınlık hüviyeti
                      kazanmıştır. Söz konusu sapkınlığın adı biyoteknolojidir. Papa Benedict,
                      2006 Nisan ayında yaptığı bir açıklamada, biyoteknolojiyi ticari çıkarlarına
                      alet edenleri ve onların bilim dünyasındaki uzantılarını, “Tanrıyı oynamakla
                      suçladı” ve “Tanrı olmadan Tanrının yerini almaya çalışmak tehlikeli ve
                                                                                                        5
                      delice bir cürettir”, dedi23. Papanın ifadesine göre bu gibi kişiler satanik24
                      kişilerdir. Ne var ki, küresel medya, papanın bu sözlerinin duyulmasını
                      engelledi.
                               Biz de burada, olup bitenlerin arkasındaki satanik çevrelerin
                      işlerine daha yakından bakmak istiyoruz. O halde şimdi, yukarıda yer
                      verdiğimiz aktarmalarda geçen “Şikago gangsterleri” ve “merhametten
                      yoksun yararcılık” deyimlerini takım çantamıza yerleştirerek konumuzun
                      başka bir boyutunu inceleyelim ve sözde bilimsel kuramlara dayanarak
                      şekillendirilen teknolojinin sofralarımıza kadar tırmanmayı başaran
                      ürünlerine biraz yakından bakalım.
2
                                                       Bugünün bilim adamı, tutumu ile toplumun
                                              özgür olmasını sağlamak şöyle dursun, tam tersine
                                              köleleştirmeye doğru sürüklemektedir.
                                                                              Paul Feyerabend25
                                                       Genetik devrim, dünya açlığını gidermeyi
                                              amaçlamamakta; insan beslenmesinde yaygın olarak
                                              kullanılan pirinç, mısır, soya fasulyesi, buğday, hatta
                                              sebze, meyve ve pamuğun tohumlarını kontrol altına
                                              alarak özel şirketlerin malı haline dönüştürmeye
                                              çabalamaktadır.
                                                                                  William Engdahl26




    İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
         www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




         Yukarıda birkaç sayfa içinde temel argümanlarını açıklamaya çalıştığımız biçime büründürülen
biyoloji, ABD’de yerleşik küçük bir azınlığın hizmetine sokulmuştur. Biyoteknoloji alanında -aşağıda
örneklerini ele alacağımız- Şikago gangsterlerinin merhametsizce sürdürdüğü oyunlar, söz konusu
gerçeği iyice su yüzüne çıkarmıştır. Pentagon’un stratejisinin “tam spektrum egemenlik” olduğunu
günümüzde bilmeyen yoktur. Arama, çıkarma, taşıma ve üretimin bütün aşamalarında petrol sektörü
üzerinden kurduğu küresel egemenliği korumak, yaymak ve kalıcılaştırmak için her şeyi yapan ABD,
aynı şeyleri tarım alanında da yapmak istemektedir. Eğer bu gerçekler Türkiye’de kamuoyu önünde
bütün açıklığıyla tartışılamıyorsa ve bu gibi konuların hiçbir zaman açıkça dile getirilmediği medya
organları varsa, bunlar düpedüz ABD hesabına çalışanlardır.
        Söz konusu küresel egemen elitin en üst düzeyde maşası olan Henry Kissinger, “petrolü
kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin”, sözüyle
ABD’nin peşinde olduğu küresel egemenliğin hedeflenen kapsamını gayet açık itiraf etmiştir.
        ABD’nin gıda sektörüne küresel çapta egemen olma projesi ortaya atıldığında, DNA’nın adı
bile ortada yoktu. DNA’nın organizmalardaki işlevi ve yapısıyla ilgili ilk ipuçları yayınlandıktan sonra,
aslında bilim insanlarının arasında sürmesi gereken bilimsel tartışmalar, eski alışkanlık sürdürülerek,
kısa zamanda ideolojik kalıba döküldü. Gıda üzerinden emperyalist yapılanma hesapları yapanlar, söz
konusu ideolojiyi aklama aracı değerinde büyük bir fırsat olarak gördüler.
         Konunun merhametsiz Şikago elitinin çıkarlarının paraleline sokularak yeni bir sahte bilim dalı
türetildiğinin çok az kimse farkındadır. Bu noktada bilim insanları iki kampa ayrılmıştır. Birinci
guruptakiler, çıkarsız konulara ilgi gösterme ahlakına sahip, uyarıcı görevini yaparak sorumluluklarını
yerine getirmeye çalışan dürüst insanlardır. İkinci guruptakiler, konuya küresel güç odaklarının yoğun
ilgisinden yararlanarak kendine çıkar sağlamaya çalışanlardır. Genetik mühendisliğinde propaganda
aracı olarak bu tür bilim insanları kullanılmaktadır. Aslında üçüncü bir gurup daha var. Bunlar,            6
konunun kendi uzmanlık alanlarının dışında olduğunu öne süren “nemelazımcı” takımıdır.
          Gıda sektörünü küresel çapta denetim altına alma planı, genetiği değiştirme düşüncesinden
çok öncelere, 1930’ların başlarına dayanır. ABD’nin bu hesabı, Amerikan Merkez Bankası’nın sahibi
konumundaki belli başlı ailelerin maddi destekleriyle yürürlüğe sokulmuştur. Söz konusu ailelerin
başında servetini petrole borçlu olan Rockefeller ailesi gelir. Diğer aileleri de Kurtla Yiyip Çobanla
Ağlaşanlar adlı kitabımızda tanıtmıştık. Tarım alanında ABD kökenli ilk atılımın adı “Yeşil Devrim”dir.
Günümüzde bu adı terk etmiş görünüyorlar ama adı kötüye çıktığı için –uygulandığı ülkelerde yoksulla
varlıklı arasındaki uçurum derinleştiği için- , yoksa Yeşil Devrim döneminin acı tecrübelerinden bozulan
toplumsal dengelerin getirdiği sorunlardan ders çıkarmış değiller. Hatta söz konusu anlayışa derinlik
kazandırdıkları, doğal ve toplumsal dengeleri daha da bozdukları bir gerçektir.
         Bazı bilim insanlarının sonradan kaleme alınan hayat hikâyelerine bakıldığında, Rockefeller
ailesinin işin başından beri DNA üzerinde yapılan araştırmaların içinde olduğunu görmek mümkündür.
1940’larda Rockefeller Enstitüsü, DNA üzerinde çalışıyordu. Bu enstitüde görevli Oswald T. Avery adlı
bir araştırmacı, kardeşine yazdığı mektupta bakınız ne diyor27: “… Bu, nükleik asitlerin28 sadece yapısal
açıdan önemli olmakla kalmayıp hücrelerin biyokimyasal etkinliklerini ve belli özelliklerini belirlemede
de etkin biçimde görev alan maddeler oldukları anlamına geliyor… Hücrelerde öngörülebilir ve
kalıtsal değişiklikler yaratmak mümkün… Bir virüsü29 andırıyor; belki bir gen.”
         Bu satırlardan bizim anladığımız şudur: “DNA’nın yapısı ortaya konmadan 10 yıl kadar önce,
DNA’nın işlevi üzerinde hiç kitap yokken, ilk kez Rockefeller Enstitüsü’nde “kalıtsal değişiklikler
yaratmak mümkün”, olduğu düşüncesi vardı. Tarih önünde bu noktanın altını çizmek gerekir. Şu
husus da çok önemlidir: Günümüzde genetik mühendisliği temel felsefesi, söz konusu Amerikan
elitinin çıkarları doğrultusunda teşvik görmektedir. Hatta öyle ki, serbest bilimsel tartışma ortamı




      İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




üzerinde baskı kurarak koruma altına alınan söz konusu felsefeye muhalif olan bilim insanlarına işten
el çektirilmekte, araştırmalarına destek sağlanmamakta, ABD’de devletin halk sağlığıyla ilgili
birimlerinin başına bilime olan inancı istismar etmekte olan söz konusu ailelerin bilim insanı
kalıbındaki piyonları tayin edilmektedir.
         ABD’de devlet ile söz konusu elitler arasında sıkı bir ilişki söz konusu olduğu, elitlerin yakın
adamlarının devletin önemli karar organlarının başında bulunduğu, GDO üzerinde çalışan büyük
şirketler ne isterse ABD hükümetlerinin bugüne kadar onu yaptığı, devletin adamları gibi görünen
bazı kimselerin daha sonra söz konusu elitin kurduğu vakıfları yönettiği ya da vakıf yöneticilerinin
devlet kademelerinde önemli görevlere getirildiği, hatta kritik uluslararası kuruluşların başına yine söz
konusu elitin piyonlarının getirildiği bilinmektedir. Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret adlı
kitabında, bu konuda devletin mi özel sektörü, özel sektörün mü devleti sürüklediği belli değildir,
diyor. Yine aynı eserde, son dönem Amerikan başkanlarının biyoteknoloji şirketleriyle olan kişisel
yakınlıklarına yer veriliyor. GD-bitki ve GD-hayvan “yaratma” konusunda Reagan’la başlayan
çalışmalar, baba-oğul Bush’lar ve Clinton’la sürdürülmüştür. Obama, “tarım sanayisine, bu bakanlığın
Tarım Ticaret Bakanlığı değil, Tarım Bakanlığı olduğunu anlatacağız”, diyerek seçildiği halde, koltuğa
oturur oturmaz kurduğu Bilim Danışma Kurulu’nda biyoteknoloji şirketlerinin önde gelenlerine yer
vererek, geleneksel devlet desteğini sürdürmüş, Tarım Bakanlığı makamına bile biyoteknoloji
şirketleriyle yakın ilişkide bulunan bir valiyi getirmiştir30.
        Politikacı seçim dönemlerinde ne söylemiş olursa olsun, biyoteknolojiye devlet desteği
başından beri kesintisiz sürdürülmüştür. Söz konusu destek bilime verilen olağanüstü önemle
açıklanamaz. Soğuk Savaş stratejilerinin baş mimarlarından olan George Kennan, 1948 yılında,
Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmayla ABD’nin geleceğine nasıl baktığını ve nasıl bakılması
gerektiğini gayet açık bir şekilde şöyle ifade etmiştir31:                                                  7
          “Biz dünya nüfusunun yüzde 6,3’ünü oluşturuyoruz ama zenginliğinin yarısına sahibiz. Bu
farklılık, özellikle bizler ile Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilme gibi bir
durumda olamayız. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu
farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm
duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız.
Kendimizi çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz
konusunda kandırmamıza hiç gerek yok.”
        Bu stratejik bakış çerçevesinde, ABD’nin yaptığı ilk iş, bilimi küçük bir elitin emrine vermek
olmuştur. İfadelerden anlaşıldığı gibi, bu çarpıklığın nedeni, “farklılık durumunu sürdürebilmektir”. Bu
amaçla, merhametsiz Şikago gangsterleri marifetiyle, insanlığın iyiliği düşünülmeksizin birçok plan
yürürlüğe sokulmuş, “Amerikan yüzyılı” inşa etmek için bir takım varsayımları sanki birer bilimsel
gerçekmiş gibi pazarlayarak, akıllarına gelen her yolu denemişlerdir.
         Ülkemizde hemen hemen bütün uluslararası politika konuşmalarında, olan bitenlerin
nedeninin petrol yollarını denetlemek olduğu sık sık söylenir. Oysa bu açıklama son derece yetersiz
bir açıklamadır. Çünkü Kore’den Vietnam’a, Kamboçya’dan Filistin’e, Orta Doğu’dan Afrika burnuna
kadar her tarafta sinsi sinsi çok daha tehlikeli sonuçlara gebe projeler yürütülmektedir. İnsanlığın
vazgeçilmez temel ihtiyacı olan gıda konusunda yürütülen bu satanik proje kısaca şöyle ifade
edilebilir: Verim artışı sağlamak ve nüfusu hızla artan dünyada açlıkla mücadele etmek vaadiyle GD
tohumlarla dünya tarımını ele geçirmek.
        Proje nükleer silahları mümkün hale getiren Manhattan Projesi’nden32 çok daha kapsamlı bir
insanlık suçudur. Bu adamlar, genetik mühendisliği yoluyla bitkileri ve diğer canlıları kendi nam ve
hesaplarına patentlemeye çalışıyor ve yukarıda da belirtildiği gibi, küresel egemenliği böyle kurup




      İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




koruyacaklarını düşünüyorlar. Bu hesaplarını aklayan bazı sözde bilimsel iddiaları, daha doğrusu özel
olarak imal ettikleri aklama araçları var. Bunların birincisi nüfus artışı konusudur. İddialarına göre,
nüfus arttıkça yoksullaşma artacak, bu da komünizmi tetikleyecektir. Bu yüzden dünya nüfusunun
artmasının önüne geçmek gerekir. Bu fikir, ince ayardan geçirilmiş ve güncellenmiş Malthusçu33 bir
zihniyetle oluşturulmuştur. İkinci aklama araçları yine nüfusla ilgilidir. Bu adamlar, dünya nüfusunu
genetik olarak ıslah etmek istiyor. Yani Nürnberg’den 34 önce ırkçılığın zirveye çıkmasına zemin
hazırlayan sözde bilimsel iki sapkınlık yeni bir çehreye büründürülerek yine karşımıza çıkarılıyor.
Eskiden soy arıtımla ıslah hedefleniyordu, Nürnberg’den sonra aynı şeyin adı değiştirildi ve Kalıtımla
(Genetik) Islah oldu. Görüldüğü gibi, zihniyet aynı zihniyettir. Sadece farklı renge boyanmıştır.
         1946’da, Nürnberg Mahkemesi’nin henüz sona erdiği günlerde, bir yandan infazlar yapılırken,
Rockefeller Vakfı üyelerinden Frederick Osborn imzasıyla, Eugenics News adlı dergide “Genetik
Olarak Dünya Nüfusunu İyileştirmek” başlığıyla bir makale yayınlandı. Osborn, Soy Arıtım Derneği’nin
kurucu üyesiydi. Günümüzde pompalanan söylemlere kanarak konunun yanlışlığının zamanla
anlaşıldığı sanılabilir ama aslında konu çok daha ileri boyutlara taşınmıştır. Osborn, konuyu ileri
boyutlara taşıyanların ele başlarından biridir. Zamanla Nürnberg duruşmaları dolayısıyla yaşadığı
çekingenliği üzerinden atmış ve 1968 yılında “Geleceğin İnsan Nesli: Soy Arıtımın Modern Topluma
Tanıştırılması” adlı bir kitap yayınlamıştır. Arkasında Nüfus Konseyi başkanı John D. Rockefeller vardır.
Kitapta “soy arıtım amaçlarımızı başka bir isim altında yürütmeliyiz”, diyerek işin ambalajını
değiştirmeyi önermiştir. Böylece soy arıtım sözcüğü tedavülden kaldırılmış ve yerine “genetik”
sözcüğü monte edilmiştir. Şu sözler de aynı kişiye aittir35: “Bir gün uygun hammaddeler kullanılarak,
tamamen yeni bir insan yaratmak, kalan acınılası kalıntıları şekillendirmekten daha kolay olacak.”
        Konuyu araştırırken, ilginç gördüğümüz bulgulardan biri, Yahudi asıllı olduğu için 1936’da
Almanya’yı terk etmiş olan Franz J. Kallamann adlı bir profesör. Kallamann, 1948’de faaliyete geçirilen     8
Amerikan İnsan Genetiği Topluluğu’nun kurucu başkanı. Bu adam, New York Psikiyatri Enstitüsü’nde
“psikiyatrik genetikçi” olarak çalışıyor. Hiç duymuş muydunuz, böyle bir mesleği? Bakınız ne tür işlere
bakıyormuş. Almanya’da soy arıtım üzerinde çalışan bu adam, Hitler’in Yahudileri hedef alması
üzerine Amerika’ya kaçmış, orada, soy arıtım idealini, genetik arıtım adı altında içeriğinde
Hitlerinkinden bir fark olmadan, tabana yaymayı sürdürmüştür. Kallamann, şizofren hastaların, kendi
nazik ifadesiyle “elenmesini” ya da kısırlaştırılmasını savunuyor ve bu konuda “esaslı bir çalışma”
yürütüyordu36. Öyle ki, sadece hasta olanları değil, onların sağlıklı çocuklarının da kısırlaştırılması
“gerektiğini” öne sürmekteydi. Bizzat kurduğu yukarıda adı geçen topluluğun diğer kurucu üyeleri de
savaş öncesinde Amerikan Soy Arıtım Cemiyeti’nin üyeleriydi. Genom Projesi’ni başlatanlar da bu
adamlardır. Söz konusu projenin kamuoyuna tanıtım aşamasından itibaren faaliyetlerin bütün
aşamaları bu gibiler tarafından kuşatılmıştır.
         Bir de Margaret Sanger adlı bir profesörden söz etmek istiyoruz. Bu kadın da Rockefeller
ailesinin koruması altındadır. “Kaliteli bir insan ırkı yaratmaya çabalayanlardan” biri olan Sanger’e
göre, “uygun olan ve olmayanların doğum oranları günümüz medeniyeti için en büyük beladır”.
Sanger, “Medeniyet Ekseni” adını verdiği bir kitap yayınlamış, burada “aile lisansı” çıkarılmasını,
devletten izin almadan çocuk yapılmasına izin verilmemesini savunmuştur37. O kadar ileri derecede
bir soy arıtımcıdır ki, 1939’da Negro Projesi’ni ortaya atarken, “Zenci nüfusu yok etmek istediğimizi
kimse bilmemeli”, diye de yazmıştır. Kadın sıradan biri değildir. Rockefeller Vakfı’ndan her zaman
“cömert parasal destek” almaktaydı.
        Başından beri Nazilere ilham veren ve daha sonra da onların kararlı uygulamalarının hayranı
olan bütün bu insanlar, Nürnberg’de Naziler hüküm giyerken “soy arıtım” sözcüğünü terk ettiler ve
kendilerine genetikçi demeye başladılar. Şu soru bilim tarihçilerinin mutlaka cevabını bulması gereken
bir sorudur: Bu gibi sözde bilim insanları, gerçekten bilim yaptıkları düşünüldüğü için mi Rockefeller



      İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




ve diğer ailelerin desteğini alabilmişlerdir, yoksa onlardan para sızdırmak amacıyla onların amaçlarını
ambalajlamak için bir takım sözde bilimsel iddialar mı hazırlamışlardır? Galiba konunun gelişme
sürecinde her iki durum da sık sık olmaktadır.
         Dünya nüfusunu denetim altına almak düşüncesi de biyoteknolojiye umut bağlanmasına
neden olmuştur. ABD’de GD-tohumlar marifetiyle, gebeliği önleyici mısır “yaratma” projesi 2001
yılında, ilgili şirketin yönetim kurulu başkanının düzenlediği bir basın toplantısıyla ortaya çıkmıştır38.
Bu mısırlar, gebe kalamayan kadınlarda görülen gebeliği önleyici antikorların mısır tohumlarına
aktarılmasına dayanır. Yani yeni yaratık, insanla karışık mısırdır. İşin sahibi olan Epicyte adlı San Diego
firması yönetim kurulu başkanı Mitch Hein, “sperm öldürücülü antikorlar üreten mısırlarla dolu bir
seramız var”, diyerek buluşlarını dünyaya ilan etmiştir39.
        Ölüm Tohumları adlı kitabın yazarı William Engdahl, bu önemli açıklamanın egemen küresel
medya tarafından kasıtlı olarak gözden kaçırıldığını söylüyor. Yapılan açıklamadan anlaşıldığına göre,
söz konusu “yeni yaratık” mısırı yiyen erkeklerin spermleri ölmektedir. Bu açıklamayı herhangi bir
araştırma gurubunun kendi başına bulduğu bir “gelişme” olarak görmemek gerekir. Dünya nüfusunun
denetlenmesi konusunun öteden beri nasıl inatla sürdürüldüğünü bilenler için “aranan kan bulundu”
türünden bir buluşla karşılaşmamız söz konusudur.
          Dahası, gebeliği önleyen mısırdan önce bir de gebeliği önleyen sözde tetanos aşısı rezaleti
var. 90’lı yıllarda Dünya Sağlık Örgütü, Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de kapsamlı aşı kampanyaları
başlatır. Kampanya tetanos hastalığına karşı düzenlenmiştir. Ama ortada bu kadar şaşalı bir kampanyayı
gerektirecek kadar tetanos vakası olmaması şüphe çeker ve halk sağlığını düşünen birileri, geç de olsa,
ortaya çıkar ve iş işten geçtikten sonra aşıyı inceletirler. Aşı maddesinin aslında tetanosla ilgisi olmayan,
gebeliği önleyici antikorların bünyede üretilmesine yarayan bir madde olduğunu görürler. Üstelik aşı,
sadece 15 ila 45 yaş arasındaki doğurgan yaşlardaki kadınlara yapılmıştır. Olay ortaya çıkarılınca                9
araştırma derinleştirilir ve işin arkasından yine Rockefeller Vakfı çıkar.
          Aşı uygulamasının yapıldığı yerler ABD’nin arka bahçesi durumundaki ülkelerdir. Meksika, hızla
artan nüfusuyla ABD’yi güneyinden baskı altında tutmaktadır. İstikrarsız Meksika’nın işsiz güçsüz
insanları sınırdan her türlü tehlikeyi göze alarak ABD’ye geçmekte, kaçak işçi olarak çalışmaktadır. Daha
güneyde Nikaragua, komünist gerillalarıyla ünlüdür ve Güney Amerika’ya militan devrimci ihraç
etmektedir. Çin’in milli yiyeceğinin pirinç olması gibi, mısır da Meksika’nın milli yiyeceğidir. Doğum
kontrolü için bulunmaz bir fırsattır, çünkü her sofrada başköşededir. Bu yüzden de GD-mısır yardımıyla
kısırlaştırma programının tıkır tıkır işleyeceği düşünülmüştür.
          Hızlı nüfus artışının Orta Doğu’da da İsrail ve ABD’nin en önemli sorunlarından olduğuna
dikkat çekmeliyiz. İsrail, nüfusu yüzde 4 oranında artan ülkelerle kuşatılmıştır. Buna karşılık nüfusu
artmamaktadır. Teknolojisinden ve küresel sermaye desteğinden başka hiçbir dayanağı yoktur. Nüfus
basıncının nelere kadir olduğuna tarih şahitlik eder. Ama teknolojinin aynı işlevi ilelebet görebileceği
henüz açık değildir. Bu bakımdan biyolojik silahlar geliştirerek komşularının nüfusunun artmasının
önüne geçmek istemesine şaşmamak gerekir. Bu amacı gerçekleştirmek isterken meşru olmayan
yollara sapmasına da şaşmamak gerekir. Hangi eylemi meşru idi ki?
          Gıda sektörünü ele geçirerek, petrol yanında yeni bağımlılık alanı kurmaya çalışan Rockefeller
ailesi, Çinlilerin pirincine de göz dikti. Sadece Çin’in değil. Pirinç dünyada 2,4 milyar insanın ana
gıdasıdır. Üstelik gıdası pirince dayalı olanlar, dünyanın en yoksul kesimidir. Pirincin yüzde 90’ı Çin ve
Hindistan’da üretilir ve buralarda yaşayan insanların yüzde 80’inin günlük kalori ihtiyacı pirinçten
karşılanır. Binlerce yıldır pirinç yetiştiricileri her iklime göre 14 binden fazla pirinç türü geliştirdiler ve
bunu başarırken biyoteknolojiye hiç ihtiyaçları olmadı. Arada büyük fark var ama burada belirtmeden
geçmeyelim. ABD başkanı Clinton’un yardımcısı Al Gore’un Küresel Denge adlı kitabında, ABD’nin




       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




Filipinler’de kurduğu Uluslararası Pirinç Enstitüsü’nün gen bankasında 47 bin tür pirinç tohumu
depolandığı ifade edilmiştir40. Bunların hiçbiri GD-pirinç değildir. İnsanlığın ortak mirasıdır.
         Dünyanın 1 numaralı gıdasına göz diken Amerikan eliti, insanlığın geleceğini kurtarmak için
servetini harcamaya hazır oldukları şeklinde poz takınarak bir dizi yalan ortaya attı. Onlara bu
fırsatları verenlerin paragöz bilim insanları olduğunun altını çizmeden geçemeyeceğiz. Söyleme göre,
dünyada iyi beslenemeyen çocukların A vitamini eksiğini giderecek bir pirinç “yaratmak” için
çalışıyorlardı. A vitamini safsatasını dillendirirken, genetik mühendisliğinin insanlığı kurtaracak en
büyük umut olduğu şeklinde hava oluşturmaya bakıyorlardı. Kamuoyu bu gündeme yönlendirilirken,
Rockefeller Vakfı önderliğinde, Uluslararası Pirinç Biyoteknolojisi Programı ortaya atıldı. Gerçekte
genetiği değiştirilmiş pirinç “yaratılacak” ve buna patent alınarak kendi çıkarları için kullanacaklardı.
ABD’de Tarım bakanlığında müsteşarlık yapan ve daha sonra BM Dünya Gıda Programı’na icra
direktörü olarak atanan Catherini Bertini bakınız ne diyor 41 : “Gıda güçtür! Onu davranışları
değiştirmek için kullanırız. Bazıları bunu rüşvet olarak adlandırabilir. Özür dilemiyoruz.”
         “Özür dilemiyoruz”, sözü her şeyi ayan beyan ortaya dökmüyor mu? Özür dileyecek çapta
insanlardan değiller gerçekten. Projelerini yoksulluk üzerinden pazarlıyorlar ve utanmazca yalanlar
uyduruyorlar. Vakfın sözde bilim insanlarına göre, A vitamini eksikliği yeni doğan bebeklerde ölümlere
yol açıyor, körlüğün de ana nedeni; dünyada 140 milyon çocukta A vitamini eksikliği var, 500 bin
çocuk bu yüzden kör vs. Oysa dürüst bilim insanları bize, A vitamini eksiğinin pirinç yiyerek
kapanabilmesi için günde 9 kilo pirinç yemek gerektiğini söylüyor. Ne var ki, Asya’da günde ortalama
300 gram pirinç yeniyor42. Yine pirinç ağırlıklı beslenen Filipinlerde okul öncesi bir çocuk günde
sadece 150 gram pirinç tüketiyor. A vitamini eksikliği olmaması için pirincin yanında süt içmek,
karaciğer, yumurta, tavuk, tereyağı, ıspanak, havuç, kabak yemek gerekiyor. Hekimlerimize göre
günde 70 gram koyu yeşil sebze yendiği takdirde A vitamini ihtiyacı karşılanıyor. Ama pek çoğu yoksul
                                                                                                              10
bir hayat süren 2,4 milyar insanı pirinç üzerinden ölünceye kadar sağmak isteyen Amerikan elitine
göre vitamin eksikliğini önlemek için yeni bir pirinç “yaratmak” gerekiyor. Durumun farkında olan
Taylandlı bir çiftçi şöyle diyor: “Bizi aldatıyorlar. Eğer yoksullar toprağa sahip olsaydı, daha iyi
beslenebilirlerdi. A vitaminine ihtiyaç yok. İhtiyaç duydukları T vitaminidir. Yani toprak vitamini.
GDO’cuların istedikleri ise P vitaminidir. Yani para vitamini. Kötü beslenme yoksulluktandır. Teknoloji
eksikliğinden değil.”
         Sonunda pirinç DNA’sını, nergis çiçeği genleriyle ve bir de bakteri geniyle birleştirdiler ve yeni
bir “yaratık” yaptılar. Söz konusu yaratık, ne pirinç, ne çiçek, ne de bakteriydi. Rengi de portakala
yakındı. Bu bir kusurdu aslında ama üzerini örtmek için adını “altın pirinç” koydular.
         Mısır ve pirinç gibi soya da aynı çevrelerin hedefindeki konulardandır.
         Şurası da bir gerçektir ki GDO gıdalar alanında en büyük kobay Amerikan halkıdır. Onların
ardından Arjantinliler gelir. Arjantin bu payeyi borç krizi sayesinde hak etmiştir. Yetmişli yıllarda
küçük çiftliklerde besicilik yapılan, tahıl ve sebze ekimiyle geçimini sağlayan ve ürettiğinin fazlasını
ihraç etmeye çalışan bir ülkeydi. 70’lerde petrol fiyatlarının hızla artmasının ardından, 80’li yıllarda,
borç kriziyle birlikte, şartlar kökünden değişti. Hükümet Amerikan bankalarından borç alarak petrol
ithalatının sekteye uğramasını önledi. Faizler de fazla sayılmazdı. Ama ABD, petrol piyasasının
kızışması karşısında doların çökmesini önlemek için faizleri üç kat artırdı. Bu karar Arjantin için kötü
günlerin başlangıcı oldu. Önce ABD’nin ayak oyunlarıyla Carlos Menem iktidara getirildi. Bunu bir
zafer olarak değerlendiren David Rockefeller heyecanla şöyle demiştir 43 : “Sonunda serbest
girişimciliği anlayabilen bir rejimin iktidara geldiği görüşündeyim.”
         Menem’in ekonomi programı aslında kendisini iktidara getiren Washington’daki dostları
tarafından hazırlanmıştı. Borç batağına düşürülen koskoca ülke, IMF’nin reçetelerine göre yeniden
yapılandırıldı. Ülkenin devlete ait dev kuruluşları özelleştirilmiş ama hepsi Amerikan şirketlerine



       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




satılmıştı. İkinci adımda, ülke tarımına göz dikildi. Menem, ABD’deki ağababalarının arzusuna uyarak
sözde bilimsel bir biyoteknoloji danışma kurulu oluşturdu. Bu kurul, önceden bildirilen isteklere
uygun olarak GD-tohumlarla ayçiçeği, pamuk, mısır ve soya fasulyesi ekimine izin verdi. Bunların
sağlıklı olup olmadığı konusu hiç tartışma konusu yapılmadı. Söz konusu kurul, işini hep gizli
görüşmelerle sürdürdü. Halkı hiçbir zaman bilgilendirmedi.
         Arjantin tarım alanlarının GDO tarımına açılmasında Cargill şirketini ve George Soros’u
başrolde görüyoruz. Bu isimler ülkemizde de gündemden pek düşmeyen isimler. Ekonomi dışa
açılarak çağa ayak uydurmak söylemiyle yol alırken, serbestçe ithal edilen tarım ürünlerinin fiyatları
yüzünden Arjantin köylüsü iflas etti. Borçlarını ödeyemedikleri için liberalleşme politikasının gereği
olarak ipotekli olan tarlalar alacaklı bankalar tarafından satışa çıkarıldı. Bu araziler açık artırmaya
katılan Amerikan şirketleri tarafından cüzi fiyatlarla kapatıldılar. Topraklarını terk etmek istemeyen ve
direniş gösteren köylüler ordu kuvvetleri tarafından sürüldü. Köyler boşaldı. El değiştiren bu araziler
GDO soya fasulyesi planktonlarına dönüştürüldüler. Sadece 4 yıl içinde 10 milyon hektardan fazla bir
alana soya ekildi. Söz konusu alan 2004 yılında 14 milyon hektara çıkarıldı. Dev şirketler, bizdeki 2B’ye
benzer yöntemlerle orman alanlarını bile satın alarak tarlaya dönüştürdüler. Tek bir işçiyle binlerce
hektar arazide ekim yapabilen makinalar getirdiler. (Oysa 3 hektarlık bir araziye şeftali veya limon
dikebilmek için 70-80 işçiye ihtiyaç vardı44.) Köylüler dışlanınca süt ineği yetiştiriciliği yarı yarıya azaldı.
Ülkede süt açığı çıktı ve süt yüksek bir fiyattan Uruguay’dan getirilmeye başlandı. Soya monokültürü45
ülkenin sosyal dengelerini tam anlamıyla çökertti. 70’lerde yüzde 5 olan yoksul oranı 1998’de yüzde
30’a, 2002’de yüzde 51’e yükseldi46. Halkın yarıdan fazlası açlık sınırının altına resmen itildi. Arjantin
ne yaptıysa borcunu azaltamadı, paradoksal biçimde borçlar ödendikçe arttı.
         Arjantin ekonomisi 2001’de çok daha büyük bir krize girdi. İktidarlar yeni borçlar alabilmek
adına ülkeyi her geçen gün daha fazla uydulaştırdı. Ama ne yapıldıysa ekonominin hızlı çöküşü
                                                                                                                   11
engellenemedi. O zamana kadar birçok kriz atlayan ülke, geldiği son aşamada dış tehditlere karşı da
savunmasız kalmıştı. Açlık tehlikesi ortaya çıktı. Ülke daha önce de çeşitli krizlere yakalanmıştı. Ama
köylüler topraklarını kendileri ektikleri için hem kendilerini hem de kentlerdeki yakınlarının imdadına
yetişerek krizlerin açlık boyutuna ulaşmasını engellemişlerdi. Ama şimdi böyle biri imkân yoktu. Ülke
çağın gereklerini yerine getirmek isterken topraklarından sürülen köylüler kentlere yığılmış, gıda
sorununu çözebilecek kendi insanı kalmamıştı. Açlık yayılınca hükümet ülkedeki toprakları işleten
yabancı şirketlerden yardım istedi. Bu şirketlerden ikisi size de tanıdık gelecektir: Cargill ve Nestle. Bu
şirketler, Arjantin’in uçsuz bucaksız tarım arazilerinde yetiştirdikleri GD-soya’nın bütün gelirini
ceplerine indiriyordu. O sıralarda “yeni yaratık” soyalarını satabilmek için dünyanın dört bir tarafında
kiralık medya organlarında beyaz önlüklü adamlarına soyanın faziletlerini anlattırıyorlardı. Oysa aynı
tarihlerde GD-soyanın kısırlık yaptığı laboratuar sonuçlarıyla kanıtlanmıştı.
        Sadece kısırlık mı?
       Kısaca genelleyecek olursak, GDO’lu gıdaların insanlara verdiği zarar 5 ana başlık altında
toplanabilir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
             1. GDO gıdalar kısırlığa neden olmaktadır. Mesela GD-soyayla beslenen erkeklerin
                sperm sayısında yüzde 74 oranında azalma olduğu belirlenmiştir. Bunun en çok
                zararını Amerikan halkı görüyor. Çünkü üretilen soyanın yüzde 91’i Amerika’da
                tüketiliyor. Ayrıca Amerika’da ekilebilir alanların üçte birinde GD-bitkiler
                yetiştirilmektedir.
             2. GDO gıdalar hormonal bozukluklara neden oluyor.
             3. GDO gıdalar doğum sakatlıklarına neden oluyor.
             4. GDO gıdalar gıda alerjisi yapıyor 47 . Yapılan araştırmalar GD-soyayla beslenen




       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                 hayvanların sütüyle beslenen bebeklerde alerjik reaksiyonlar görülmektedir.
            5. Kanserin nedenleri arasında da GDO’lu gıdalar üst sıralardadır. Özellikle kan kanseri
               vakalarının artmasının ana nedeni olarak GDO gıdalar gösterilmektedir. GD-soyanın,
               mide kanserine yol açan Tripsin maddesi içerdiği kanıtlanmıştır.
          Bütün bu vakaların nedeni, vücudumuzun nasıl tepki vermesi gerektiğini bilemediği
biyoteknoloji ürünü yeni kimyasalların GD-gıdalarla birlikte yenmiş olmasıdır. Papanın dediği gibi,
birileri “Tanrı olmadıkları halde Tanrının işine karışınca” açlıktan, eksik beslenmeden çok daha büyük,
üstelik kalıtsal nitelikte risklerle karşı karşıya kalmış durumdayız. Üstelik açların ve eksik beslenenlerin
sayısı da, Arjantin örneğinde olduğu gibi, kat kat artmıştır.
        Bunların yanına ekosistemin uğradığı zararları da eklemeliyiz.
        Birinci etken tarım ilaçlarıdır.
         Sadece Arjantin’de toplam tarım alanlarının yarısı demek olan 17 milyon hektar alanda ekilen
GD-soya için uçaklarla püskürtülen kimyasal maddeler 200 milyon litredir. Glifosat olarak bilinen bu
madde doğada parçalanmıyor ve hücrelerde birikiyor48. Bütün canlılara zarar veriyor. Oysa 1 sm3
toprakta aşağı yukarı 600 milyon bakteri, 400 milyon maya, 100 bin yosun hücresi var. Bir hektarlık
tarım arazisinin üstündeki 15 santim kalınlığındaki katmanda 20 ton mikroorganizma barınıyor.
Bundan başka aynı ortamda 370 kg tek hücreli canlı, 4 ton solucan, 200 kg civarında da böcek,
örümcek, kırkayak ve benzeri canlılar barınmaktadır. Bütün bu canlı ordusu, toprağın fiziksel
özelliklerini düzeltirler, havada gaz halinde bulunan azotu, bitki köklerinde çözünebilir azot bileşikleri
haline getirirler49. Oysa zararlılara karşı kullanıldığı düşünülen ilaçlar, yararlıları da öldürüyor. Böylece
toprakta barınan faydalı canlıların sayısı azalıyor, dolayısıyla verim düşüyor. Verim düşmesin diye de
suni gübre serpiliyor. İşin çarpıcı bir yanı da GD-tohumları “yaratıp” satan dev şirketlerin aynı
zamanda tarım ilacı ve gübre tröstleri olması.                                                                  12
         Diğer yandan monokültür tarımı yüzünden, yakın zamanlara kadar ekimi dikimi yapılan gıda
maddelerinin yüzde 70’inin günümüzde tarımı yapılamamaktadır. Bu gıdaların yetiştirilmesiyle ilgili
tecrübeli çiftçiler kente göçtüğü için insanları hayata tutunduran geleneksel bilgiler birer birer yok
olmuştur. Ayrıca bunlar, mutfakta aranır olmaktan çıktıklarından dolayı kültürde de muazzam ölçüde
kısırlaşma söz konusudur. Bu halin ortaya çıkmasının ne gibi tehlikelere kapı araladığının tarihteki en
çarpıcı örneği İrlanda’daki patates tarımıdır.
         Al Gore’un Küresel Denge adlı kitabında sadece patatesle ve sadece patatesin Peru’dan gelen
tek bir türüyle beslenen İrlandalıların başına gelenler anlatılır50. Oysa patatesin anavatanında 13 bin
türü vardır. Türlerden birine ya da bir kısmına bir hastalık bulaşırsa, geride kalan binlerce tür insanları
açlıktan kurtarır. Soğuk geçen havalara dayanıklısı vardır, sıcağa dayanıklısı vardır, kuraklık veya aşırı
yağışlara dayanıklısı vardır. İrlanda köylüleri kendilerini tek bir bitkisinin tek bir türüne bağımlı hale
getirdiler. Hep birlikte, belli bir tür Peru patatesinin kendi topraklarında daha verimli olduğunu
düşündüklerinden dolayı ekim için onu seçmişlerdi. Oysa yıllardan birinde, anormal iklim olayları
görüldü. Olacak bu ya! Kış ve ilkbahar ılık geçti. Yazın ise üç ayda 64 gün yağmur yağdı. Sanki
mevsimler tersine dönmüştü. Rüzgârlarla birlikte Hollanda’dan uçup geldiği sanılan bir küf mahsule
bulaştı ve kısa zamanda bütün tarlaları mahvetti. O yıl patatesten mahsul alınamadı ve kısa zamanda
1 milyon insan açlıktan öldü. Bu tarihi tecrübeyi hiç aklıdan çıkarmamak gerekir.
        Bu bölümde son olarak şunları da tebliğimize eklemek istiyoruz:
       Bilimsel gelişmelerin önümüze yığdığı bilgiler, bizi sadece doğayı sömürmeye yönlendirmiyor,
tam tersine doğayla bütünleşme imkânı da sunuyor. Oysa kendini Tanrı yerine koyan küresel
egemenler, bilimi kendi değirmenlerine su taşımakla görevli görüyor ve bu yüzden, insanlık uygarlığı
yok edecek doğrultuda yol alıyor. Bu durumda her ne kadar eleştirilere kulak veren kişiler olsak da,




       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




gelişmelere seyirci kalamayız. Unutmayalım ki, doğanın insanoğlunun verdiği zararlara karşı bağışıklığı
yoktur. Doğal dengeleri yeniden oluşturmak için binlerce, belki de yüz binlerce yıl gerekecektir. Bu
yüzden, küresel egemenler marifetiyle kendi kendini yok edebilecek güce ve kapasiteye erişen
uygarlığın gerçekte ne demek olduğunu yeni baştan düşünmek zorundayız. Benden sonrası tufan
demeyenlerin itiraz edemeyeceği bir gerçek şudur: Uygarlık insanı doğadan soyutlayarak fanus
altında yaşatamaz. Depremler, fırtınalar, seller ve bütün iklim felaketleri doğayı nasıl tahrip ediyorsa,
insan aklı da çıkar amaçlı oluşturulan çeteler marifetiyle doğayı aynı biçimde pervasızca tahrip
etmektedir. Bu hal karşısında kendini kusursuz sayan insanlar bile, gelecek nesilleri ağır biçimde
tehdit eden tehlikelere karşı duyarsız kalmakla, kendi penceresinde suça esaslı biçimde iştirak etmiş
olmaktadır. İnsanlık önünde sonunda teknoloji bağımlılığından kurtulmak zorunda olduğuna dair
görüş birliğine ulaşacaktır. En iyisi bunu çok geç olmadan kavramak ve yapmaktır.
        Lütfen kimse çıkıp, “ama biyoteknoloji tıp alanında insanlığa büyük hizmetler sunabilir, karşı
olmamak lazım”, diyerek topu taca atmasın. Burada, tebliğimizin başlığında yer verdiğimiz gibi,
Fayerabend’in devlet ve bilimin, tıpkı kilise ve devlet gibi, birbirinden ayrılması talebinin arkasındaki
haklı nedenleri tek bir örnek üzerinde inceledik. Genetik gibi, böyle başka örnekler de var.
Hükümetleri güden büyük tröstlerin, yedeğine aldığı hükümetlerle birlikte hareket ederek,
üniversiteleri ve bilimsel araştırmaları baskı altında tutarak bilim insanlarını parayla, fonlamayla
yemlemesinin önüne geçilmedikçe bütün umutlar suya düşer.
         Konu üzerinde düşünenlere zihin açıcı bir katkı olacağını umduğumuz son bir aktarmamız
daha var. Leslie Lipson’un “Uygarlığın Ahlaki Bunalımları/ Manevi Bir Erime mi? Yoksa İlerleme mi?”
adlı kitabı şu sözlerle başlıyor51:
         “Umut ve tehlike, aynı anda, geçmişte görülmemiş ölçüde büyümüş olarak, insanlığın karşısına
bu zaman diliminde çıkmıştır. Bizler yeni bir bin yılın gelişini beklerken, olasılıklar, türümüz tarihinde   13
hiç görülmemiş bir çeşitlilikte önümüze açıldı. Daha da önemlisi, iki uç noktada bulunan seçenekler
arasındaki karşıtlığın bu kadar açıkça görülebileceği hayal bile edilemezdi. Nitekim insan uygarlığı
geldiği bu noktada, hep birlikte yok olmak ya da hep birlikte daha iyiye doğru gelişmek arasında,
önceden hiçbir kuşağın yapmak zorunda kalmamış olduğu türden bir seçim yapmak durumundadır.”
         Umut ve tehlike!
         İşte bütün mesele!
3
        Şimdi de aynı zihniyetin maşalarıyla birlikte Türklüğe karşı kurduğu tezgâhı inceleyeceğiz.
         Kültür Savaşı adlı kitabımızda geniş olarak incelediğimiz gibi, Türklük düşmanlarının iddiasına
göre, Türkiye’de Türk yokmuş. Türklük 90 yıllıkmış. Türkçe de 90 yıllıkmış. Şu an Anadolu’da yaşayan
insanların en az 65 milyonu etnik olarak Türk değilmiş. Orta Asya’dan gelmiş olan nüfus, 2000’li yıllar
itibariyle, yuvarlak olarak 7 milyondan fazla değilmiş. Zaten Orta Asya’dan o kadar insan nasıl
gelebilsinmiş? Genetik bilimi yardımıyla yapılan araştırmalar Türkiye’de Türklerin ancak yüzde 9
olduğunu gösteriyormuş. Bu gibi sözler, yukarıda açıklamaya çalıştığımız aynı tezgâhtan çıkmaktadır.
Geçen bölümde DNA İdeoloji’nin ticari boyutunu inceledik. Oysa aynı çevreler, sözde bilimi, dünyayı
etnik yığınlar topluluğu halinde yaşayan tüketici depoları olarak yeniden örgütlemek istiyor.
Dolayısıyla küresel tezgâhın siyasi boyutunu göstermeden konuyu incelemiş sayılmayız. Konu bizi çok
yakından ilgilendiriyor da. Çünkü hedefte Türkler ve Türklükle ilgili olan her şey var.
        Milliyet gazetesinin 15 Mayıs 2005 tarihli nüshasında, Washington’dan Yasemin Çongar
imzasıyla bir haber yayınlandı. Başlığı aynen şöyle: “Türk geni Anadolu’da pek yayılmadı.” Habere
göre, ABD’de dünyanın genetik geçmişini aydınlatma projesi olarak açıklanan Genografi Projesi’nin
başına geçirilen Dr. Spencer Wells adlı bir genetik paleontolog 52 varmış (Bu zatı National




       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




Geographic’de de izleme fırsatı bulduk, orada da epey reklamı yapıldı). Bay Wells şöyle buyurmuş:
“Kendinizi Türk sayabilirsiniz ama kökleriniz başka yerlere uzanabilir.” Bu zatı muhterem, öyle
yetenekli bilim adamıymış ki, “yaşayan bütün erkeklerin, 60 bin yıl önce Afrika’da yaşamış bir ortak
büyükbabası”, olduğunu “kanıtlamış”. Durumu öğrenen Yasemin Çongar, kendisinden hemen bir
randevu koparmış. Yanına varır varmaz sormuş: “Araştırma sonucunda, örneğin Orta Asya’dan
geldiğini sanan bir Türk, atalarının Afrika’dan Anadolu’ya geçtiğini öğrenebilir, öyle mi?” Dahi
genetikçi cevap vermiş: “Anadolu’da Türk dili ve Türk kültürünün yayıldığını biliyoruz. Ancak genetik
veriler, Selçuklu ile Orta Asya’dan Anadolu’ya gelenlerin Anadolu’da fazla yayılmadığını gösteriyor.”
Dikkat ederseniz, adam paleontolojiden başka şeyler de biliyor.
        Bay Wells, baba tarafından Makedonyalı imiş. O kadar laf etmiş ama Makedonlar hakkında
bir araştırma yapmış mı, anlamamız mümkün olmadı. Ne de olsa adam önce kendi soyunu merak
eder. Üstelik numune almak da bedava, bir lamele tükürmesi yeterli. Bu konuyu araştırmış olsaydı,
Makedonları Yunanlı sayan, Yunanistan’ın Makedonya’ya karşı takındığı kötü tutumun gözden
geçirilmesini sağlayabilirdi. Bakalım Makedonlar Yunanlı mıymış? Ama o kendi soyunu merak edeceği
yerde Türkleri merak etmiş. Kendisine Türkler üzerinde genetik araştırma siparişi verenler kimler
acaba?
          Yine Mayıs 2005’de ve yine Milliyet gazetesinde bir başka haber yer aldı. Buna göre,
İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’nden Prof. Brian Sykes, Gen Araştırmaları ve Ataları Tespit Merkezi’
nde 10 binden fazla Türk’ün gen haritasının çıkarıldığını duyurmuş. İlk bakışta resmi bir kurum söz
konusuymuş gibi yazılmış ama içeriğini anlayınca bunun uyanık profesörün ticari bir şirketi olduğunu
anlıyorsunuz. İddiaya göre, bu merkezin incelediği 10 bin Türk, her biri 500 TL vererek kendi genleri
hakkında bir rapor almış. Aksine birçok gözlemimize rağmen, bazen ne kadar meraklı bir toplum
oluyoruz, şaşıyoruz. Düşünün bir kez, 500 TL yatırıyorsunuz, birkaç gün sonra size Ursula’nın ya da       14
Jasmin’in soyundan geldiğinizi söylüyorlar. Prof. Brian Sykes’e göre, Türk kadınları Orta Doğu’da 25-
40 bin yıl önce yaşamış olan Jasmin kabilesinden, Türk erkekleri ise aynı bölgede yaşamış Re
kabilesinden geliyormuş. Ayrıca Türklerin az da olsa bir bölümü Kuzey Yunanistan bölgesinde 45 bin
yıl önce yaşamış “Ursula” kabilesinden geliyormuş. Ne var ki sözü geçen, Ursula, Jasmin ve Re gibi
kabile adları bilim çevrelerinin çok eski çağlarda yaşamış insan topluluklarına verdikleri, tarihsel
değeri olmayan adlarmış. Bunların hepsi ayrı ayrı ilginç! Uyanık profesörü tanımak için, bir sözüne
daha yer verelim. Bay Sykes’e göre ortalama 125 bin yıl sonra erkek nesli tükenecekmiş ama insan
nesli tükenmeyecekmiş; çünkü soyun devamı için erkeğe ihtiyaç kalmayacakmış. Nasıl?
          Yine Yasemin Çongar’ın bildirdiğine göre ABD’deki Stanford Üniversitesi de Türk geni üzerinde
çalışmalar yapıyormuş. Türklere yönelik bu bilimsel (!) merakın nedeni nedir acaba? Cevap
açıkladıkları sonuçların satır aralarında saklı: Onlara göre de Türkiye’de Türk geni yüzde 9’dan
ibaretmiş. Benzer şekilde, The Wall Street Journal gazetesinin 28 Kasım 2006 tarihli nüshasında, Huge
Pope imzasıyla bir makale yayınlandı. Makale konumuzla yakından ilgiliydi ve şöyle deniyordu53:
“Roma İmparatorluğu, ‘Anadolu’ ve ‘Küçük Asya’ adlarıyla da bilinen, bugünkü Türkiye’yi içine
alıyordu. 70 milyon nüfuslu modern Türkiye isim ve dil açısından Türk olabilir ancak genetik açıdan o
kadar safkan değil. Orta Asyalı Türklerin Türkiye’ye gelişleri, esasen 13. yüzyılda sona ermiştir.
Anadolu’daki eski nüfusa toplamda yaklaşık yüzde 10 katkıları olmuş gibi görünmektedir.”
          Aynı şekilde, Newsweek dergisinin 28 Kasım 2006 tarihli sayısında Owen Matthews imzasıyla
yayınlanan bir makalede ise Boğaziçi Üniversitesi’ne yaptırılan bir ankete dayanarak Türkiye’de Türk
oranı yüzde 20 olarak gösterildi. Doğrusu, ne de olsa üniversite “Türkiyeli”, yüzde 9-10 diyenlerin iki
katı bir sonuç bulmuş.
          Dikkatimizi çeken bir başka husus, bu konuda Batı medyasında bir yazı çıktığında, bizim
medyanın bunu hemen manşete taşıması ve ülkemizde bazı bilim insanlarının, konuyu sanki biliyormuş,



      İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




kendileri de araştırmış gibi medya aracılığıyla hemen ahkâm kesmeye başlayarak haberlerin bilimsel
doğruluğunu görmeden, bilmeden, hatta deneyleri tekrarlama talebinde bulunmadan hemen oracıkta
onaylamaya kalkışmaları. Türklüğü küçümseyen nitelik taşıyan haberler çok öne çıkartılıyor. Medya,
bu şekilde davrananların emrindeymiş gibi bir tutum izliyor. Bu gibilerin hemen hemen hepsi ABD
üniversitelerinden mezun, hatta aralarında liseyi bile ABD’de okumuş kimse var.
         Timuçin Binder adında bir akademisyen, 2007 Aralık ayında Sabah gazetesine bir demeç
vermiş. Demecinde, Anadolu’nun 1071’den sonra Türkleştiği savına karşı çıkıyor. Ona göre, gelenler
yüzde 10–15; Türkiye’de yaşayan insanlar 40 bin yıldır bu topraklardan hiç “kıpırdamamışlar”;
Türkiye’nin genetik yapısı tarih öncesi dönemde bugünkü şeklini almış. Zatın iddiasına göre, zaten
gelenlerin Türk olduğu da belli değilmiş. Çünkü gelenler tarafından yazılan “Danişmentname” adlı
eserde Türk’ün adı bile geçmiyormuş. Yine Bay Binder’e göre, Anadolu’da halk, Özbek’e, Türkmen’e
değil, Yunan’a daha yakınmış. Herhalde, ağzındaki bakla da buydu zaten.
         Bu durumda, kendini Türk “sananlarla” Kürt “sananlar” arasında bir akrabalık ilişkisi söz
konusu olabilir, diye düşünebilirsiniz. Hani Jasmin, Re gibi sanal kabileler vardı ya! Hayır, öyle yağma
yok. Yine Bay Binder’in iddiasına göre, Kürtler, Türklere İranlılardan ve Yunanlılardan daha uzakmış.
İyi mi? Bay Binder Kaliforniya Üniversitesi’nde Antropoloji eğitimi görmüş. Şimdi de Türkiye’de İTÜ’de
Dünya Tarihi dersleri veriyormuş. Anlaşıldığı kadarıyla sosyalist fikirlere sahip. “Bir Zamanlar
Ermeniler Vardı…” adlı bir kitapta bir makalesiyle karşılaştık.
        İTÜ’de bir de papyonuyla hatırlanan profesör, Celal Şengör var. Bu zat şöyle buyurmuş:
“Türkiye’nin yüzde 90’ı etnik olarak Türk değil, hepimiz dönmeyiz.” Bu demecin tarihi 14 Haziran
2009. Peki, nereden bilmiş? Hani, kendi durumunu bilebilir, anladık da, gerisini nasıl bilmiş? Bu
konuda hiçbir açıklama yok. Biz söyleyelim: Washington’dan Londra’dan uçurulan haberleri okumuş
ve demeçleri patlatmış. Bu profesör, Türkiye’de bilim olmadığını söylüyor, kendisini ise en has bilim         15
adamı sayıyor. Şöyle diyor54: “Ben bir yabancı gibiyim Türkiye’de. Çünkü ben Türkiye’nin yetiştirdiği
adam değilim. Türkiye’nin bilim camiasının içinde olan bir adam değilim. Böyle bir camia da yok
zaten. Türkiye’ye gelip akıl veren bilim adamlarından tek farkım İstanbul’da oturuyor olmam.”
        Bu zatın hayatını merak ettik. 1955’de İstanbul’da doğmuş. 1973’de Robert Kolej’den, 1978’
de New York Devlet Üniversitesi’nden mezun olmuş. Sonra da Türkiye’ye dönmüş. Çok zengin bir
aileden geliyormuş; öyle ki, arkadaşlarından birinin yazdığı bir makaleye göre, ailesi okula kendisini
özel şoförle gönderirmiş. Celal Şengör, Türklüğü de aşağılarda görüyor. Demeçleri genellikle bu
doğrultuda. Türkler için “çok pistiler”, diyor. Ona Bergama’daki Zeus Tapınağı’nın kaçırılması
konusunda bir soru sormuşlar. Cevabı şöyle: “Tarih bulunduğu yerde değil, anlaşıldığı yerde güzeldir”.
Zatı muhteremden Almanları üzecek tek söz çıkmıyor. Bir keresinde de depremler hakkında bir soru
sormuşlar. Cevap akla zarar: “Ben depremi çok severim. Sarsıntı anında orgazm olurum”.
        Alın size profesör! Alın size onun bilimi!
         Türkleri araştıran Batılı genetik çevreleri Azerileri de incelemiş. Azeriler, Ermenilere ve Kafkas
halklarına daha yakınmış. Azerbaycan’da Türk yokmuş55. Onlar başlı başına bağımsız bir halkmış.
Görüldüğü gibi, söz konusu Batılı bilim çevreleri sadece mikroskoba bakarak konuşmuyor. Öyle şeyler
söylüyorlar ki, Türkiye’nin doğusunda, Batının politikalarına uygun bilimsel (!) çözümler de
üretiyorlar. Bir örnek daha verelim:
         ABD’li ve İsrailli genetikçiler, sadece Türklerin durumuyla ilgili değiller. Kürtlerle de yakından
ilgileniyorlar. İddialarına göre, Kürtlerle Yahudilerin yakın akraba olduğunu bulup çıkarmışlar. Yine
aynı “çalışkan” araştırmacılar, Filistinli Arapların, aslında sonradan Müslüman olmuş Yahudilerin
torunları olduğunu da “kanıtlamışlar”56. Çünkü Yahudilerin yüzde 70’i ile Filistinli Arapların yüzde 82’si
aynı gen havuzundan besleniyormuş. Dahası, Suriyeli Arapların durumu da aynıymış. Sizin




       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




anlayacağınız “Nil’den Fırat’a kadar” kim varsa! Ermeniler bile Yahudilerin yakın akrabasıymış. Masal
bu ya, bunu ortaya çıkaran bilimsel(!) araştırmaların sonuçları Ermenistanlı bilim adamları tarafından
da kanıtlanmış57. Şıracının şahidi bozacı.
         Anlaşıldığına göre, genetik bilimi iki yönde ilerliyor. Birinci kol, doğadaki canlıların genetiğiyle
oynuyor ve bu sayede küresel egemenlerin yeryüzündeki bütün tarımsal faaliyetler üzerinde tekel
kurması için çalışıyor. Bunun yanında kısırlık yapan GDO’larla beslenmemizi planlıyor ve uyguluyor.
İkinci kol ise dünyayı yönetmek iddiasındaki fesat insanların politikaları doğrultusunda pratik sonuçlar
elde etmek üzere kalem oynatıyor. Her iki kol da insanlık için büyük tehlike.
        Sesimizi nasıl duyuracağız?
         Türk basınının durumu içimizi karartıyor. Çünkü söz konusu sözde bilim çevrelerinden çıkan
haberleri “Türkiye’nin gen haritası çıktı”, “belirlendi” şeklinde sunuyorlar ve ortada sanki bilimsel bir
ilerleme, bir buluş varmış gibi haber yapıyorlar. Bu durumun altını da burada özellikle çizmek
istiyoruz. Sabah gazetesinin manşetten verdiği habere bir bakınız:




                                                                                                                16

        Alın size bir haber daha: Bugün gazetesinin, 28 Mayıs 2009 tarihli haberine göre İsviçre’de
iGenea adlı bir şirket tarafından yapılan araştırmaya göre, Avrupa’da yaşayan halklar arasında,
genetik anlamda “en karışık ve en az saf kan” olan topluluk Türklermiş. Şirketin iddiaları bununla da
kalmıyor. Onlara göre, Türkiye’de yaşayan insanlar, sekiz farklı etnik guruba ait genleri taşıyormuş.
Şirket bu gurupların adını da veriyor: Türk, Berberî, Helenik, Germen, Slav, Arap, Yahudi, İliryalı.
          Batı cephesinden bu haberleri okuyan “Türkiyeli” bilim adamlarından bazıları hemen vaziyet
aldılar ve bu gibi haberlerin kendileri tarafından zaten bilinmekte olan şeyler olduğunu ima eden
demeçler vermeye başladılar. Türkiye’de bilim maalesef işte böyle! Muhtemelen “en büyük uzman”
da Prof. Celal Şengör. Adama cevap veren, haddini bildiren çıkmadığına göre!
          Bir zaman önce, ABD’den gelen bir takım kimselerin, salgın hastalık olup olmadığını
araştırmak için olduğunu öne sürerek kan örnekleri topluyordu. Güya topladıkları kanlarla bilimsel
deneyler yapacaklarmış. 23 Ocak 2012 tarihli Vatan gazetesinden öğrendiğimize göre genom
dizilimini inceleme maliyeti çok hızlı düştüğü için bu gibi araştırmalar Türkiye’de de yapılacakmış.
Gazetede yer alan yazıda “Türk” denmiyor, kendini Türk bilen insanlar” deniyor. CİA’nın bize nasıl bir
gelecek hazırlamaya çalıştığı, nasıl kimseleri maşa olarak kullandığı, bizi etnik yığınlar topluluğu
halinde yaşayan tüketici deposu olarak gördüğü çok açık görünüyor. Olaylar tıpkı, İkinci Dünya Savaşı
öncesinde bilimin ırkçığa alet edilmesi döneminde olanlarla aynı mahiyette gelişiyor. Söz konusu
politikalar bizi ayrıştırıp etnik yığınlar topluluğu haline getirmek isteyenlerin sözde bilimsel kalıba
soktuğu laflara dayalı ön hazırlıklardır.
          Son olarak, AB lobisinin koç başı durumundaki TÜSİAD’in bu konudaki çıkışından da söz
etmek istiyoruz. Onlara göre, bütün bu bilimsel (!) çalışmalar, Türklerin genetik yapısının
Batılılaşmaya yatkın olduğunu göstermekteymiş. Bak, bak! Zekâya bak! Hem nalına hem mıhına.




       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




Dikkat buyurunuz! Genlerle kültür arasında kurulan ilişki ve yol açtığı olaylar, Nürnberg’de mahkûm
edilmişti. Oysa Zenginler Kulübü’nün, bu yaklaşımı kimse tarafından tartışılmadı.
        Oysa sayısız bilim adamını çevresinde toplayan, üyeleri arasında üniversite sahibi olanlar bile
bulunan TÜSİAD’dan böyle bir tavır beklemezdik. Tersine, Uşaklıların Frig kökenli olduğu veya
Türkiye’de Türk’ten başka herkesin bulunduğu iddia edildiğinde TÜSİAD’çıların bir ve birkaç
üniversitesi, hemen atılıp, bu deneylerin nasıl yapıldığını, deneylerden bu sonuçlara nasıl ulaşıldığını
sormalarını ve laboratuar çalışmalarının tekrarı için harekete geçmelerini beklerdik. Laboratuarları
yok mu yoksa? Oysa sosyal bilimci diploması vermekten çok daha önemli işlere imza attıklarını
gösterebilmeleri için tam sırasıydı. TÜSİAD’çılar, Türk olduğumuz için bize AB kapılarını kapatmak
isteyenlerin suyuna giderek, mademki Türk değilmişiz, o halde genlerimizde Batılılaşmaya engel bir
durum yoktur, şeklinde bir anlamı akla getiren demeç vermekle yetindiler. Yine de yanlış anlamaları
ortadan kaldırmak için fırsat geçmiş değildir. İsterlerse düzeltirler.
4
        Bakalım sözde bilimci genetikçi taifesinin söyledikleri doğrumuymuş?
         Değerli akademisyenlerimizden Dr. Ali Tayyar Önder’in, 50’den fazla baskı yapan Türkiye’nin
Etnik Yapısı-Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler adlı eserinde, 1960 ve 1965 sayımlarına göre anadil
verilerine dayanarak, etnik yapının yüzdelerle ifade edildiği bir tablo bulunuyor. Bu tabloya göre,
1965 nüfus sayımında, halkın yüzde 90,1’i anadilini Türkçe olarak beyan etmiştir. Bunun yanında,
Kürtler yüzde 7,1; Araplar yüzde 1,2 Çerkezler yüzde 0,18; Lazlar yüzde 0,8 ve diğerleri toplam yüzde
0,82 kadardır. Söz konusu sayım sonuçlarına göre, kendini başka bir etnik kimlikle ifade eden ve buna
göre anadil beyanında bulunanların toplam nüfus içindeki payı yüzde 10’un biraz altında bir değerdir.
Aynı eserde yer alan bir başka tabloda ise, 1927 yılında anadili Türkçe olanların oranı, 13,6 milyonluk
nüfus içinde yüzde 86,4’tür. Aynı sayımda Kürt nüfus yüzde 8,70 olarak görülmektedir58.                       17
          Söz konusu eserde, 1992 yılında, Hacettepe Üniversitesi tarafından yapılmış bir araştırmaya da
yer verilmiştir. Buna göre, Türkçeyi anadil olarak beyan edenlerin oranı yüzde 92’dir. Kürt olmadıkları
bilindiği halde Zazaların da dâhil edilmesiyle, 1992 yılı itibariyle Kürtlerin oranı sadece yüzde 6,20’dir.
Yine aynı araştırmanın sonuçlarına göre Kafkas dillerini konuşanların oranı yüzde 0,12’dir.
        Türk Tarih Kurumu başkanlarından Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, 1453 ve 1650 yılları arasındaki
dönemde tutulan Tahrir defterlerinin incelenmesine dayanan, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler ve
Oymaklar adlı kitabını yayınladı. Söz konusu eserde, 41 binden fazla Türk aşireti, oymağı veya
cemaatinin adı tek tek sıralanıyor, yaşadıkları yerleri bile harita üzerinde görmek mümkün. Üstelik
bunlar sadece konar göçerlerle ilgili. Yazar, şehir ve kasabalarda yaşayan yerleşikler için de ayrı bir
çalışması olduğunu söylüyor.
         Soros’dan yardım aldığı bilinen TESEV adlı vakfın araştırmasında bile Türkiye’de etnik nüfus
yüzde 5,2 olarak çıkmıştır59. (TESEV başkanı Can Paker, Soros’tan yılda 2 milyon dolar aldıklarını itiraf
        60
etmiştir . Artık, doğrusu kaç paraysa!) Yine aynı eserde, 1992 yılında bir kitap yayınlayarak Türkiye’yi
mesnetsiz olarak 47 etnik guruba ayıran ve halkımızı etnik mozaik olarak nitelendiren Peter Alfred
Andrews, toplam nüfus içinde Türk nüfusun oranının yüzde 86,2; buna karşılık, etnik nüfusun yüzde
13,8 olduğunu söylemektedir.
         Bütün bunlara karşılık, genetik bilimi(!) bize kendinizi Türk sanabilirsiniz ama Türk değilsiniz,
diyor. Nedense? Oysa kendimizi Türk “hissetmekten” daha önemli ne olabilir? Medya da tepeden
tırnağa yalan olan ve kötü niyetli oldukları açık olan bu gibi haberleri, bilimsel bir gerçekmiş gibi
başköşeden duyuruyor. Ne tarafa yaltaklanacağını bilemeyen bazı medya organlarının başyazarları
ABD’den gelen genom sözde araştırma sonuçlarını kabullenir mahiyette defalarca yazı yazdılar.
Bunların ABD elçileriyle Kumkapı meyhanelerinde buluşanlardan olması dikkatimizden kaçmadı.




       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




        Türklük düşmanlarının değirmenine su taşıyan son hamleyi YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan
yaptı. Yukarıda sıraladığımız olanca istatistik ortada dururken, Kürtçenin Türkiye’de 13 milyon insanın
konuştuğu dil olduğunu söyledi. Meslektaşlarından kimse ortaya çıkıp şimdiye kadar
üniversitelerimizde yapılmış olan hangi araştırmaya dayandığını sormadı. Ne demeli?
        TÜSİAD’ın çıkışını yorumlarken dile getirdiğimiz, Frigler konusuna da burada yer verelim:
         Yıllar önce, Frig mezarlarından çıkan kemik numuneleriyle, civardaki köylülerden alınan DNA
örneklerinin incelendiği, inceleme sonucunda, günümüzde tarihi Frigya topraklarında yaşayan
insanların Friglerin torunları olduğunun anlaşıldığı şeklinde bir iddia ortaya atılmıştı. Bu konu, sekiz on
yıl önce gazetelerde haber olarak işlenmiş bir konudur ve daha sonra ortaya atılan kuru sıkı iddiaların
habercisi niteliğindedir. Benzer iddialar o zamandan beri artarak günümüze kadar gelmiştir. Bu gibi
iddiaların sahipleri o kadar ileri gitti ki, artık Anadolu’da yaşayanların Türkleştirilmiş Müslüman
olduğunu öne sürüyorlar. Bu iddia, söz konusu genetik incelemeler sonucunda ortaya çıkartılmış bir
bulgu olarak sunulmaktadır. Ancak bu doğru değildir. Çünkü henüz DNA’nın ne olduğunun bilinmediği
zamanlarda Yunanistan bu iddiayı savunuyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı Trakya’da çoğunluğu
oluşturan Türklerin arasına nifak sokmak için bu iddiayı ortaya atmışlardı. Önce, “Türk’üm ama
Müslümanlığım önce gelir” diyenleri desteklemişler ve ayrıcalık tanımışlar, “Türklük ve Müslümanlık
birbirinden ayrılmaz, et ve kemik gibidir”, diyenleri ezmişlerdir. Bu yolla Müslüman’ım diyenlerle
Türk’üm diyenler şeklinde iki gurup ortaya çıkarmışlar, Türklüğe vurgu yapanları ezdikten sonra sıra
Müslüman’ım diyenlere gelmiştir. Kışkırtıcı ajanların büyük rol oynadığı akılsızca kavgalar sonucunda
Batı Trakya’da Türkler azınlığa düşmüştür. Siz Türk değilsiniz, siz Müslümansınız şeklindeki iddia Batı
Trakya’daki Türklerin azınlığa düşürülebilmeleri için Yunanistan’ın çok işine yaramıştır. Üstelik
arzuladığı sonucu alırken elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış, Batı Trakyalılar ne yaptıysa kendi
kendilerine yapmıştır.                                                                                         18
         Geçenlerde, internette bazı DTP’lilerin tutuklanmalarıyla ilgili İngilizce bir haberle karşılaştık.
Konuyu yakından incelediğimizde, haberleri olduğu haliyle değil de, kendi maksatlı yorumlarıyla
Avrupa’ya uçuranların Türkiye’de olduğunu ve kendi ifadeleriyle “Gazetecilere Yol Gösteren”,
bağımsızlık iddiasında bir iletişim ağı üzerinden haberleştiklerini fark ettik. Bu adreste yaptığımız
incelemeler sırasında konumuzu yakından ilgilendiren bir makaleyle karşılaştık. Bakınız ne diyor61:
“1915'ten sonraki politikalarla Anadolu'nun Müslüman halkları Türkleştirildi. Birkaç yüzyıl öncesine
dek Bizans'ın, Pontus-Rum'un, Friglerin torunları olanlar, 20. yüzyılın ilk çeyreğiyle artık Türk
oldu. İşin ilginç tarafı, Türkçülüğü devletin resmi ideolojisi haline dönüştürüp Müslümanları
Türkleştirenlerin bir kısmı bir zamanlar Osmanlı elitleriyken, bir kısmı da liman burjuvazisi olarak
Akdeniz ülkelerinde gelişen ve İstanbul, İzmir gibi kentlerde yoğunlaşan Balkan göçmenleriydi. İttihat
ve Terakki'nin öncü kadrolarına bakıldığında bu açıklıkla görülecektir. Yani Türkçülük ideolojisinin
kurucuları "Türk" değildi… Türk milliyetçiliği, iflas etmiş bir projedir. Bu nedenle artık yalnızca kriz
üretmektedir ve varoluşunu ancak krizler sayesinde hissetmektedir. Kıbrıs krizi, Kerkük krizi, Bayrak
krizi vs. hepsi Türk milliyetçiliğinin tutunuş çabalarıdır, can çekişmeleridir.
         Kendilerini bu ülkenin doğal sahibi sayan bir takım üniformalıların, iktidarını kudretlendirmek
için izlediği "milliyetçi tahrik" stratejisini, bu bağlamda milliyetçi yükselişten ayırt etmek gerekir.
Bugün yükselişte olarak görülen milliyetçilik, 28 Şubat'ın ardından güç kaybeden oligarşik-darbeci
güçlerin, girdikleri bunalımdan kurtulmak için geliştirdiği bir tahrik politikasıdır.
        Resmi devlet görevlilerinin Şemdinli'de halkın üzerine bomba atmasıyla milliyetçi tahrikin
provası yapılmış ve Şemdinli olayları sonrası sistematik bir milliyetçi tahrik stratejisi izlenmiştir.
Milliyetçi yükseliş denilen tahrikin müsebbibi Genelkurmay ve Genelkurmay'ın "dinamik güçleridir…
Darbeci elitler, artmasını istedikleri toplumsal gerilim üzerinden güç devşirmeye çalışmaktadırlar.
Bugünkü darbeciler, Osmanlı'nın son dönemindeki İttihat ve Terakki'yi andırmaktadır. Darbecilerin



       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




tüm aciz girişimleri, tüm milliyetçi kışkırtmaları, Kemalist darbeci düzenin ve o düzenin dayandığı
Türkçü milliyetçi resmi ideolojinin can çekiştiğini göstermektedir…”
        Şimdi soruyoruz: Bu değerlendirmeler, yandaş medyada karşılaştığımız, belli konularda yoğunlaşmış
haber bültenlerinin vermeye çalıştığı mesajın özeti niteliğinde değil midir? Ama Türkiye medyası bu gibi
konuşmalara başlamadan önce Yunanistan’dan yayın yapan bir internet adresi, bu fikirleri yayıyordu. Kim
kimi yönlendirdi de günümüzde Türkiye’yi yukarıdaki fikirlere göre hareket edenler yönetiyor?
         Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Türkleri ve Türklüğü yok sayma, Türk milletinin “yapay bir
ulus” olduğu gibi iddialar, önce Avrupalı ırkçı kuramcıların, ardından Nazilerin ve Naziler mahkûm
edildikten sonra Alman solunun, sosyal demokratlarının, Yeşillerin öne sürdüğü iddialardır. Bu iddialar
ortaya atılıp ilk kez propaganda edildiğinde ne DNA ne de RNA biliniyordu. “Farslarla Fransızlar
arasında gizli akrabalık olduğu”, “Osmanlı devletini başarıya götüren devlet adamlarının hepsinin
Aryen ırkına mensup olduğu”, “Kudüs’ü geri alan Selahattin Eyyübi’nin Aryen ve Germen kökenli
olduğu”, “Kürtçenin bir İndo-Germen dili olduğu” şeklindeki iddialar, Germen ırkının üstünlüğü
iddialarının çerçevesinde dillendirilmiş iddialardır62. Bugün Türk’ten ve Türklükten söz eden faşist
olarak niteleme cüretini gösterenler Nazilerin fikirlerinin peşinden giden tescilli faşistlerdir.
Emperyalist odakların ülkemizdeki beslemeleridir.
5
        Gelelim, sözde bilimsel (!) genetik yaklaşımın temelindeki tutarsızlığa!
        Türk kimdir? ya da kime Türk denir?, sorusuna iki şekilde yaklaşılıyor. Birinci yaklaşımda ırk
bağlantılarından yola çıkılıyor. Son yıllarda buna genetik kodlar yaklaşımı da eklendi. Önceki yüzyılda
sistematik ırkçılar, bilimi son haddine kadar istismar ettiler. Sözde bilim niteliğinde birçok düzmece
deneye ve gerçek olmadığı sonradan açıkça anlaşılan gözlemlere dayanan kuramlar ortaya attılar.
                                                                                                                19
Deney sonuçlarını maksatlı olarak çarpıttılar. Önyargılara uygun yorumlar yaparak, egemen güçlerden
her türlü desteği aldılar. Britanya, Almanya, Fransa ve ABD, devlet olarak bu şarlatanları arkaladı,
besledi ve semirtti. Böylece bugün yanlışlığı, hatta gülünçlüğü bilinen geniş bir literatür ortaya çıktı.
Stalin başta olmak üzere, Sovyetler Birliği de bu şarlatanlıklara epey destek verdi. Biyolojinin
yöntemleriyle, “komünist insanı yaratma projesi” ve “gorille insanları çiftleştirerek yemeyen içmeyen,
komünizme çok az masrafla askerlik yapacak korkusuz yaratıklar yaratma ”, projesi başlıca uğraşları
oldu. “Gorille insan arası insan yaratma” projesinin, Stalin tarafından Gürcistan’da kurulan bir
araştırma çiftliğinde sürdürüldüğü bugün biliniyor. Bu gibi konuları Batının Kültürü Dış Politikasını
Nasıl Yönlendiriyor? Arsızlık ve Kültür adlı kitabımızda incelemiştik.
        Sözlerimizin arasına şunu da ekleyelim: Dün sözde bilimsel ırkçı kuramcıların arkasında,
onlara her türlü maddi manevi desteği sağlayan güçlerle, neo-Darwinci ince ayardan geçirilmiş ve
güncellenmiş ırkçılığın arkasındaki güçler aynı güçlerdir. Bu iddiamızın bütün kanıtları ortadadır.
         Irkçılık İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nürnberg mahkemesinde mahkûm edildi. Ne var ki söz
konusu ideoloji geride derin kültürel izler bırakmıştı. Avrupa Birliği yetkili organları tarafından, 1997
yılında birliğe üye 15 ülkede toplam 16 bin kişiye yöneltilen sorularla yapılan ankette, ankete
katılanların yüzde seksenden fazlası, şu veya bu derecede ırkçı olduklarını ifade etti63.
        Bu anketin bize işaret ettiği gerçek, ırkçılığın bir kültür olarak Batı Avrupalıların ruhuna işlediği
gerçeğidir. Bu altyapının üstüne şimdi bir de genetik araştırmaları oturtuldu. Irkçılar, bu kez eski
tecrübelerini daha sağlam basmaya çalışarak değerlendiriyorlar. Genetik şifreleri, kendilerinin üstün
insanlar olduklarını kanıtlamak için kullanmak yanında, politik bakımdan çökertmeyi hedef seçtikleri
ülkelerde yaşayan halkı birbirinden ayrıştırmak için de kullanıyorlar. Bunun örneklerini birer birer
yukarıda verdik. Bizim için ilginç olan, DNA’dan, RNA’dan anlamayan sözde akademisyenlerin Batıdan
gelen sözde bilimsel bilgileri bülbül gibi tekrarlama eğilimine girmeleridir.



       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




        Türklere ve Türklüğe gelince!
          Önce şunu açıkça ifade edelim ki, Türkler genetik zenginidir. Çünkü binlerce yıllık Türk
tarihine dış evlilik kurumu damgasını vurmuştur. Türkler, yakın akraba evlilikleri konusunda sanki
bütün çağdaş bilimsel bulgulardan haberdarmışçasına, komşu kabileden kız alırlar, komşu kabileye kız
verirlerdi. Bu kabilelerde aranan tek şey ortak kültür öğeleriydi. Tasada, kıvançta, kaderde bir olmak
önemliydi. Bütün bunlardan dolayı, Türklerin genlerini ne kadar incelerlerse incelesinler, zengin bir
çeşitlilikle karşılaşırlar. Homojenlik gösteren bir yapıyla karşılaşmaları mümkün değildir. Ayrıca
genetik zenginlik, her bakımdan geleceğin sigortasıdır. Çok büyük servetimizdir.
         Milliyetçiliği ırkçılık olarak göstermek ya da ırkçı temel üzerine inşa edilmiş fikirler olarak
tanıtmak, bir çeşit manipülasyon64, halkı yönlendirme, milliyetçilikten soğutma propagandasıdır.
Herkes niyetine göre, istediği kadar sözde kanıt toplayabilir. Önemli olan bu gibi aykırılıkların
kültürümüzün rengini ne kadar etkilediğidir. Milliyetçiliği ırkçılık gibi gösterenler, Marksist, Leninist,
anarşist, kozmopolitist, liberalist ve bazı sözde İslamî çevrelerdir. Bunları konuşanların büyük bölümü
de etnik milliyetçidir ve ırkçı güdülerle hareket ederler. Milliyetçiliğin fikir önderlerinin görüşlerini
dikkate almazlar. Onun yerine kendi kendilerine kolayca yenebilecekleri, tezlerini çürütebilecekleri bir
milliyetçilik tanımı yaparlar. Milliyetçiliği kendileri tanıtır, kendileri çürütür. Bu tutumun işlerini
kolaylaştıracağını düşünürler. Unutmayalım ki, fikirleri zayıf olanların, sinsi davranmak ve dolap
çevirmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Kendine güvenen dürüst olur, dürüst davranır.
        Şimdi gelelim, milliyetçilik üzerine ikinci ve gerçek yaklaşıma!
         Türk milliyetçiliği, ortak tarih bilincidir, kültür birliği demektir. Genleri değil, dil, din, kültür,
vatan gibi bizi birbirimize bağlayacak olan toplumun çimentosu niteliğindeki bütünleştirici değerleri
esas alır. Genetik bağlantıları aklına bile getirmez. Bunu tecrübe bile etmemiştir. Ne demiş Büyük
Atatürk: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.”                                                               20
        Atatürk’ün büyük değer verdiği, Kuşadası bölgesi Kuvay-ı Milliye’cilerinden ve Rauf Orbay’ın
1922’de kurulan kabinesinde İktisat vekilliği yapan Mahmut Esat Bozkurt, 1931 Ekim ayında Vakit
gazetesinde yayınlanan bir makalesinde geçerli milliyetçilik anlayışını şöyle ifade etmiştir65: “Bir
noktayı ehemmiyetle işaret etmeliyim ki, biz milliyetçiler, insan dostluğunu, farmasonluğun yaptığı
gibi, milliyetleri inkârla, gizli gizli çalışmakla, hatta tatbikatta şahısların, bazı emperyalistlerin,
suikastçıların emellerine alet edilen bu tarikatla anlamıyoruz. Biz insanlığın dostuyuz. Biliriz ki, bir
millet yalnız yaşayamaz. Hele yirminci asırda…” Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda yerleşen ve bütün
yasal yapılanmalara yön veren, yukarıdaki sözlerde ifadesini bulan milliyetçilik anlayışı, o günkü
biçimiyle bugün de sürmektedir.
        Oysa biri çıkıp, Kızılderililer Türk’tür veya Türk kökenlidir, demişse, Türk milliyetçiliğine karşı
manipüle edilmiş kimseler, “herkesi Türk yapıp çıkıyorlar”, der. Ya da Japonlarla Türkler akrabadır,
aralarında akrabalık ilişkisi vardır, dendiğinde hemen alay etmeye yeltenirler. Ama aynı çevrelerin,
bizi Yunanlı ya da Yunanlaşmış yapmak için, Türkleştirildiğimizi öne süren dış güçlerle işbirliği yaptığını
görüyoruz. Bu ne yaman çelişkidir.
        Her ülke diğer ülkelerde imaj yapabilmek, diğer milletleri kendine ısındırabilmek için
olağanüstü yatırımlar yapıyor. Umarız hatırlanacaktır: On yıl kadar önce, bir Japon televizyon ekibi,
Kayseri’de yaylalarda çekim yaparken bir çobanla karşılaşır. Çoban, onları birkaç gün ağırlar, elinde
avucunda ne varsa onlara ikram eder, her şeyini paylaşır. Derken ayrılık vakti gelir. Kameraman
vedalaşma sahnelerini çekmeye başlar. Karşılıklı olarak birbirlerine el sallarlarken, bizim gönül adamı
çobanımızın gözünden yaşlar gelmeye başlar. İşte Türk budur.
         Görüntüler, Japonya’da gösterildiğinde duygusallığıyla ünlü yüz milyon Japon hep birlikte
duygulanır. Müthiş bir Türkiye sempatisi gelişir. Milyarlarca dolar harcansa, o samimi gözyaşlarının




       İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
            www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği
Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

More Related Content

Similar to Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

Materyalizmin sonu. turkish (türkçe)
Materyalizmin sonu. turkish (türkçe)Materyalizmin sonu. turkish (türkçe)
Materyalizmin sonu. turkish (türkçe)HarunyahyaTurkish
 
Evrimin mikrobiyolojik çöküşü. turkish (türkçe)
Evrimin mikrobiyolojik çöküşü. turkish (türkçe)Evrimin mikrobiyolojik çöküşü. turkish (türkçe)
Evrimin mikrobiyolojik çöküşü. turkish (türkçe)HarunyahyaTurkish
 
Gelin birlik olalım broşür. turkish (türkçe)
Gelin birlik olalım broşür. turkish (türkçe)Gelin birlik olalım broşür. turkish (türkçe)
Gelin birlik olalım broşür. turkish (türkçe)HarunyahyaTurkish
 
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADA
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADABİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADA
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADACOSKUN CAN AKTAN
 
Bilim, Evrim Ve Kuran
Bilim, Evrim Ve KuranBilim, Evrim Ve Kuran
Bilim, Evrim Ve KuranATA FE COB
 
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADA
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADABİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADA
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADACOSKUN CAN AKTAN
 
İnsan Evrimine Yolculuk
İnsan Evrimine Yolculuk İnsan Evrimine Yolculuk
İnsan Evrimine Yolculuk Vural Yigit
 
Evrimsel Tıp (Özgür Mehmet Gür)
Evrimsel Tıp (Özgür Mehmet Gür)Evrimsel Tıp (Özgür Mehmet Gür)
Evrimsel Tıp (Özgür Mehmet Gür)Evrim Ağacı, ODTÜ
 
Adem tat li-bilimde-bir-sapma-ornegi-evrim (1)
Adem tat li-bilimde-bir-sapma-ornegi-evrim (1)Adem tat li-bilimde-bir-sapma-ornegi-evrim (1)
Adem tat li-bilimde-bir-sapma-ornegi-evrim (1)Kadir Kaya
 
Atl 12 fi̇zi̇hi̇n dogasi bi̇lal şahi̇n
Atl 12 fi̇zi̇hi̇n dogasi   bi̇lal şahi̇nAtl 12 fi̇zi̇hi̇n dogasi   bi̇lal şahi̇n
Atl 12 fi̇zi̇hi̇n dogasi bi̇lal şahi̇nBilal Sahin
 
Bilginin İslamilestirilmesi
Bilginin İslamilestirilmesiBilginin İslamilestirilmesi
Bilginin İslamilestirilmesiAbdurrahman Çam
 
EVRİM FELSEFESİ
EVRİM FELSEFESİEVRİM FELSEFESİ
EVRİM FELSEFESİVural Yigit
 
Tanri Yanilgisi / Richard Dawkins
Tanri  Yanilgisi / Richard  DawkinsTanri  Yanilgisi / Richard  Dawkins
Tanri Yanilgisi / Richard DawkinsATA FE COB
 
Bi̇lgi̇ nedi̇r?
Bi̇lgi̇ nedi̇r?Bi̇lgi̇ nedi̇r?
Bi̇lgi̇ nedi̇r?Mert64
 

Similar to Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği (20)

Materyalizmin sonu. turkish (türkçe)
Materyalizmin sonu. turkish (türkçe)Materyalizmin sonu. turkish (türkçe)
Materyalizmin sonu. turkish (türkçe)
 
Evrimin mikrobiyolojik çöküşü. turkish (türkçe)
Evrimin mikrobiyolojik çöküşü. turkish (türkçe)Evrimin mikrobiyolojik çöküşü. turkish (türkçe)
Evrimin mikrobiyolojik çöküşü. turkish (türkçe)
 
Gelin birlik olalım broşür. turkish (türkçe)
Gelin birlik olalım broşür. turkish (türkçe)Gelin birlik olalım broşür. turkish (türkçe)
Gelin birlik olalım broşür. turkish (türkçe)
 
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADA
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADABİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADA
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADA
 
Bilim, Evrim Ve Kuran
Bilim, Evrim Ve KuranBilim, Evrim Ve Kuran
Bilim, Evrim Ve Kuran
 
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADA
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADABİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADA
BİYOLOJİ VE İKTİSAT: EVRİMSEL BİYOLOJİDEN EVRİMSEL İKTİSADA
 
Darwinizm
DarwinizmDarwinizm
Darwinizm
 
Nöroşi̇rürji̇ konferansı
Nöroşi̇rürji̇ konferansıNöroşi̇rürji̇ konferansı
Nöroşi̇rürji̇ konferansı
 
Hayvan Hakları ve Deney Hayvanları Etiği
Hayvan Hakları ve Deney Hayvanları EtiğiHayvan Hakları ve Deney Hayvanları Etiği
Hayvan Hakları ve Deney Hayvanları Etiği
 
EKO-ETİK
EKO-ETİKEKO-ETİK
EKO-ETİK
 
Ortaçağ
OrtaçağOrtaçağ
Ortaçağ
 
İnsan Evrimine Yolculuk
İnsan Evrimine Yolculuk İnsan Evrimine Yolculuk
İnsan Evrimine Yolculuk
 
Evrimsel Tıp (Özgür Mehmet Gür)
Evrimsel Tıp (Özgür Mehmet Gür)Evrimsel Tıp (Özgür Mehmet Gür)
Evrimsel Tıp (Özgür Mehmet Gür)
 
Adem tat li-bilimde-bir-sapma-ornegi-evrim (1)
Adem tat li-bilimde-bir-sapma-ornegi-evrim (1)Adem tat li-bilimde-bir-sapma-ornegi-evrim (1)
Adem tat li-bilimde-bir-sapma-ornegi-evrim (1)
 
Atl 12 fi̇zi̇hi̇n dogasi bi̇lal şahi̇n
Atl 12 fi̇zi̇hi̇n dogasi   bi̇lal şahi̇nAtl 12 fi̇zi̇hi̇n dogasi   bi̇lal şahi̇n
Atl 12 fi̇zi̇hi̇n dogasi bi̇lal şahi̇n
 
Bilginin İslamilestirilmesi
Bilginin İslamilestirilmesiBilginin İslamilestirilmesi
Bilginin İslamilestirilmesi
 
EVRİM FELSEFESİ
EVRİM FELSEFESİEVRİM FELSEFESİ
EVRİM FELSEFESİ
 
Dna ve Evrim
Dna ve EvrimDna ve Evrim
Dna ve Evrim
 
Tanri Yanilgisi / Richard Dawkins
Tanri  Yanilgisi / Richard  DawkinsTanri  Yanilgisi / Richard  Dawkins
Tanri Yanilgisi / Richard Dawkins
 
Bi̇lgi̇ nedi̇r?
Bi̇lgi̇ nedi̇r?Bi̇lgi̇ nedi̇r?
Bi̇lgi̇ nedi̇r?
 

More from ibrahimokur

TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNETOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNEibrahimokur
 
BEŞİ BİR YERDE: FAŞİZM, LİBERALİZM, SOSYALİZM, İLERİCİLİK ve YENİ DÜNYA DÜZENİ
BEŞİ BİR YERDE: FAŞİZM, LİBERALİZM, SOSYALİZM, İLERİCİLİK ve YENİ DÜNYA DÜZENİBEŞİ BİR YERDE: FAŞİZM, LİBERALİZM, SOSYALİZM, İLERİCİLİK ve YENİ DÜNYA DÜZENİ
BEŞİ BİR YERDE: FAŞİZM, LİBERALİZM, SOSYALİZM, İLERİCİLİK ve YENİ DÜNYA DÜZENİibrahimokur
 
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIK
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIKTARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIK
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIKibrahimokur
 
KÜRESELLEŞME SAKIZI ve DİNLERİN MELEZLEŞMESİ
 KÜRESELLEŞME SAKIZI ve DİNLERİN MELEZLEŞMESİ KÜRESELLEŞME SAKIZI ve DİNLERİN MELEZLEŞMESİ
KÜRESELLEŞME SAKIZI ve DİNLERİN MELEZLEŞMESİibrahimokur
 
FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?
FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?
FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?ibrahimokur
 
Bilim adamından casus casustan bilim adamı
Bilim adamından casus casustan bilim adamıBilim adamından casus casustan bilim adamı
Bilim adamından casus casustan bilim adamıibrahimokur
 
Türklüğün tarihteki derinliği üzerine
Türklüğün tarihteki derinliği üzerineTürklüğün tarihteki derinliği üzerine
Türklüğün tarihteki derinliği üzerineibrahimokur
 

More from ibrahimokur (7)

TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNETOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
 
BEŞİ BİR YERDE: FAŞİZM, LİBERALİZM, SOSYALİZM, İLERİCİLİK ve YENİ DÜNYA DÜZENİ
BEŞİ BİR YERDE: FAŞİZM, LİBERALİZM, SOSYALİZM, İLERİCİLİK ve YENİ DÜNYA DÜZENİBEŞİ BİR YERDE: FAŞİZM, LİBERALİZM, SOSYALİZM, İLERİCİLİK ve YENİ DÜNYA DÜZENİ
BEŞİ BİR YERDE: FAŞİZM, LİBERALİZM, SOSYALİZM, İLERİCİLİK ve YENİ DÜNYA DÜZENİ
 
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIK
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIKTARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIK
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIK
 
KÜRESELLEŞME SAKIZI ve DİNLERİN MELEZLEŞMESİ
 KÜRESELLEŞME SAKIZI ve DİNLERİN MELEZLEŞMESİ KÜRESELLEŞME SAKIZI ve DİNLERİN MELEZLEŞMESİ
KÜRESELLEŞME SAKIZI ve DİNLERİN MELEZLEŞMESİ
 
FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?
FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?
FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?
 
Bilim adamından casus casustan bilim adamı
Bilim adamından casus casustan bilim adamıBilim adamından casus casustan bilim adamı
Bilim adamından casus casustan bilim adamı
 
Türklüğün tarihteki derinliği üzerine
Türklüğün tarihteki derinliği üzerineTürklüğün tarihteki derinliği üzerine
Türklüğün tarihteki derinliği üzerine
 

Neo darwinizm güdümlü genetik mühendisliği

  • 1. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com İBRAHİM OKUR Nasıl din ile devlet birbirinden ayrılmışlarsa, bilim ile devlet de birbirinden ayrılmalıdır. Paul Feyerabend1 Gen jokeyleri, koyuna insan, domatese sığır genlerini suni yöntemlerle iliştirmenin sonuçlarını Tanrı gibi görebildiklerini iddia etmektedir. Prof. Abigail Salyers, Microbiological Review2 KÜRESEL GÜÇ ODAKLARININ EMRİNE SOKULAN SAHTE BİLİM/ NEO-DARWİNİZM GÜDÜMLÜ GENETİK MÜHENDİSLİĞİ İÇİNDEKİLER 1- NEO DARWİNİZM’İN EMPERYALİZMİN EMRİNDEKİ FELSEFESİ 2- KÜRESEL GÜÇ ODAKLARININ GÜDÜMÜNDE GENETİK MÜHENDİSLİĞİ UYGULAMALARI 3- TÜRKLERİ HEDEF ALAN SİYASİ TEZGÂH: TÜRKLERLE İLGİLİ GEN ARAŞTIRMALARI 4- TÜRKİYE’NİN ETNİK YAPISIYLA İLGİLİ GERÇEK BİLGİLER 5- IRKÇILARA DA NEO-DARWİNCİLERE DE DESTEK SAĞLAYAN GÜÇLER AYNI GÜÇLERDİR 1 Evrenin her parçası bütünle başka türlüsü mümkün olmayacak bir tarzda bütünleşmiştir, 1 bütünü bütünüyle tahrip etmeksizin herhangi bir şeyi değiştirmek mümkün değildir. Kopernik Canlıların yapıtaşları olarak nitelenen DNA 3 , canlı varlıkların yaşamasını ve biyolojik gelişmesini yönetmek için gerekli bilgileri taşıdığı düşünülen moleküllerdir 4 . Bilim dünyası onu “kimyasal bir iplik” benzetmesiyle tanımlar. DNA’nın bilgi taşıyan bölümüne gen5 adı verilir. Genler, vücudun büyük bölümünü oluşturan moleküller olan proteinlerin üretimine ilişkin bilgiyi taşırlar. Biyolojik hayatımıza ilişkin bilgi içerdiği anlaşılan DNA, organizmanın belirli bir programa göre gelişmesini yöneten genler toplamı olarak görülmektedir. Bilim insanları bu anlayış çerçevesinde, her genin bir protein ürettiği inancından yola çıkarak, insanda 100 bin gen olması gerektiğine inanıyordu. (Oysa Genom Projesi 20 bin gen olduğunu ortaya çıkardı6. Böylece her genin tek bir protein ürettiği inancı çöktü.) Bu gibi henüz yeterince test edilmemiş ön bulgular, tahminlerle harmanlandı ve bilime günümüze kadar egemen olan determinist 7 düşüncenin hazır kalıbında şekillendirilerek, ortaya bir kuram çıkarıldı. Söz konusu kuramda, bütün diğer canlılarla beraber insan da, hiçbir şekilde denetleyemediğimiz “seçici güç” olan genler tarafından yönetilen “pasif bir nesne”8 olarak görülmektedir. Söz konusu anlayışa göre, hayatımız -canlı olarak her ne varsa hepsi- genlerin yönetimi altındadır. Buradan hareketle, genleri dışarıdan yönetmek ve değiştirmek İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 2. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com suretiyle hayatı ve insanı mükemmelleştirmenin mümkün olduğunu düşünenler ortaya çıktı. Günümüzde bu, büyük finans güçlerinin savunduğu bir ideoloji haline gelmiştir. Bu anlayışın söz konusu çevreler tarafından destek bulmasının nedeni insanlığın geleceği ya da bilime yönelik karşı konulmaz tutku değildir. Öncelikle, yeni yatırım alanları bulmak, küresel egemenliğin temellerini sağlamlaştırmak, gücü tarım alanına yaymak, yapıyı kalıcı hale getirmek amaçlanmaktadır. Çünkü kapitalizmin geçerliliğini ve anlamını koruması için yıllık kazançların yatırılacağı yeni yatırım alanları bulmak zorunludur. Aksi takdirde iktisadi faaliyetler anlamını kaybetmektedir. ABD’de yerleşik küresel finans çevrelerinin günümüz bilimini soktuğu bu kanala GENETİK MÜHENDİSLİĞİ deniyor. Bir başka şekilde ifade edilecek olursa, Mendel’in9 genetiğiyle Darwinizm evlendirilmiş ve Neo- Darwinizm ortaya çıkmıştır. Bu “izm”leştirilmiş sözde bilim anlayışının iddiasına göre, genlerin yapısı çözümlendiğinde, hayata ilişkin her şeyi açıklamak mümkün olacaktır. Emperyalizm, Darwinizm’i yüz yıl boyunca hizmetinde kullandı. Şimdi sahnede Neo-Darwinizm var. O halde neden böyle düşündüğümüzü açıklamalıyız. Darwin, Türklerin Kökeni adlı kitabını ilk yayınladığında, görüşlerini Newtoncu bir yaklaşımla anlatmıştı. O zamanlar Newton’u taklit etmek adeta bir zorunluluk olarak görülüyordu. Herhangi bir fikrin bilimsel geçerliliği olabilmesi için Newton’un izinden gitmek gerektiği düşünülüyordu. Darwin’in büyük ilgi görmesinin nedeni de kuramını açıklarken Newton’un yaklaşımlarını taklit etmesidir. Bu sayede onun 2 kuramı, Newton mekaniği ile eşdeğerde, ya da mekaniğin biyolojideki karşılığı sayılmıştır. O zamanlar Newton’u taklit etmek o kadar yaygındı ki, sosyal bilimciler de aynı tavır içine girmişlerdi. Neo-Darwincilerin genetik biliminin felsefi temeli Prof. Richard Dawkins tarafından Gen Bencildir adlı kitabında yer alan şu cümleyle ifadesini bulmuştur10: “Bu kitaptaki tez, bizim, diğer bütün hayvanlar gibi, genlerimiz tarafından yaratılmış makinalar olduğumuzdur. Başarılı Şikago gangsterleri gibi, bizim genlerimiz de, epey rekabetçi bir dünyada, milyonlarca sene boyunca hayatta kalmayı başarabilmişlerdir.” Tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan çıkar, sorusuna Dawkins’in cevabı şudur: Tavuk, yumurtanın yeni bir yumurta yapmak için kullandığı makinadır. Bu anlayışa göre insan da tavuklar gibi aynı işlevi yerine getirmektedir. İnsanı, genleri tarafından yönetilen “robotlar” olarak gören Richard Dawkins, bu görüşlerini “inançla” işler ve sonunda bir kitap yayınlar. Kitabın adı Tanrı Yanılgısı’dır. Kitapta, “Darwinizm Emreder”, başlıklı bir bölüm yer alır. Burada şöyle der Dawkins 11 : “Din çok savurgandır, bir o kadar da ölçüsüzdür ve Darwinci seçilim, devamlılık arz eden bir süreç zarfında israfı saptar ve yok eder. Doğa tıpkı cimri bir muhasebeci gibi adeta bir kuruşun hesabını yapar. Zamanı titizce kollar ve her türlü israfı sert ve acımasızca cezalandırır. Darwin’in açıkladığı üzere, ‘doğal seçilim, her gün ve her saat dünya bütünündeki her değişikliği, hatta en zayıf olanı bile dikkate alır; kötü olanı çürüğe çıkarır, güzel olan İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 3. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com her şeyi korur ve ayıklar; tüm organik varlıkların gelişiminde, her nerede ve her ne zaman bir fırsat yakalarsa, sessiz ve acımasız bir görev üstlenir.’… Her an, her saniye gözümüze çarpmasa da merhametten yoksun faydacılığın (utilitarianizm12) borusu ötmektedir.” Yazarın Kör Saatçi adlı bir kitabı daha var. Orada şöyle diyor13: “Ancak Darwin sayesindedir ki, entelektüel açıdan tatmin olmuş bir Tanrıtanımaz olabiliyoruz.” Bizim bu tebliğde anlattıklarımız da Tanrıtanımaz fakat paraya ve güce taparlarla ilgilidir. Konumuzu bu yöne yaymadan önce Prof. Dr. R. D. Lewontin’in DNA Doktrini/İdeoloji Olarak Biyoloji adını taşıyan kitabından da söz etmeliyiz. Bu çalışmada, konunun, ufkun elverdiği ölçüde olabildiğince ileri götürüldüğünü öğreniyoruz. Şöyle deniyor 14 : “Genler bireyleri, bireyler toplumu meydana getirirler, bunun için de genler toplumu yaratırlar. Eğer bir toplum diğerinden farklı ise, bu bir toplumdaki bireylerin genlerinin diğer toplumunkinden farklı olmasındandır. Ne kadar saldırgan, yaratıcı veya müziğe yatkın olduklarına göre farklı ırkların genetik olarak farklı oldukları düşünülmektedir.” Bu bağlamda, kültür de genlere bağlanır ve bizi biz yapan ne varsa hepsi moleküllerin içine yerleştirilir ve genlerin yanında MEM “moleküllerinden” söz edilir. Sonuçta insan, bilgisayar gibi, 0 ve 1’den ibaret bir şifre dizilimine indirgenmiştir. Genler kültüre şöyle bağlanır15: “Genler bireyleri meydana getirir, bireylerin özgün tercihleri ve davranışları vardır, tercihlerin ve davranışların toplamı kültürü meydana getirir. Bunun içindir ki, moleküler biyologlar, bir insanın DNA dizilimini keşfetmek için gerekli en 3 fazla parayı harcamamız için bizi zorlamaktadırlar. Genlerimizi oluşturan molekül dizilimini bildiğimiz zaman insan olmanın da *gerçekte+ ne demek olduğunu bileceğimizi söylemekteler.” DNA’nın insan hayatının sırrını taşıdığı inancı, Genom Projesi’nin16 test edeceği gizemleri tanıtan “büyük sayıda” popüler ve yarı popüler kitabın ortaya çıkmasına yol açtı. Söz konusu kitaplarda, Genom Projesi, “bugünün en önemli bilimsel sorumluluğu” olarak tanıtıldı. Proje sonuçlandığında “kendimizi felsefi olarak kavramamızda değişiklik olacağı” vurgulandı. İnsanın gen dağılımını bilmekle, insan olmanın “gerçekte” ne olduğunu anlayacağımıza peşinen hükmediliyor. Konu o derece abartılı bir hale gelmiştir ki, konuyla ilgili bilimsel bir kongrenin açış konuşmasında, bir biyolog, bu proje sayesinde, elde yeteri kadar büyük bir bilgisayar bulunması halinde, eğer bir organizmanın DNA dağılımını tam olarak bilirsek, organizmanın “hesaplanabileceğini”17 bile öne sürdü. Bu cümle, bizi sadece bir robot olarak gören doktrinin aldığı son şekildir. Çünkü robotun ne yapabileceğinin hesaplanabileceğini, farklı veriler yükleyerek farklı hareketlere yönlendirilebileceğini öngörmektedir. Nitekim henüz ortada bir şey yokken, Genom Projesi’ne muazzam bir bütçe ayrılmasına kamuoyunda geniş destek bulmak amacıyla ciddi bilim dergisi sayılan dergilerde, alkolizme, işsizliğe, evcilliğe, şiddete, uyuşturucu bağımlılığına neden olan genlerin bulunacağına ve insanı mükemmelleştirmek için çarenin genlerle oynamak olduğuna dair yazılar yayınlandı. Genlerin işlevine olan inanç, sosyal farklılıkların, çeşitli toplum İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 4. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com katmanları arasındaki uçurumların açıklanmasında da kullanılmakta gecikmedi. Zaten Darwinizm, başından beri bu amaçla işe koşulmuştur. Harvardlı bir psikolog olan Richard Herrnstein, doğal eşitsizliğin en önde gelen ideologlarından biri olarak şöyle demektedir18: “Geçmişteki ayrıcalıklı sınıflar muhtemelen ezilenlere göre biyolojik olarak fazla üstün değillerdi, bunun için devrimin başarı şansı vardı. Sınıflar arası yapay engelleri kaldırarak toplum biyolojik engellerin ortaya çıkmasını teşvik etti. İnsanlar toplumda doğal yerlerini alabildikleri zaman, tanımsal olarak üst sınıflar alt sınıflardan daha fazla kapasite sahibi olacaklardır.” Bunları söyleyen adama DNA Doktrini’nin öğrettiği şudur: Biyolojik olarak (gen yapısı dolayısıyla) aşağı olan insanların biyolojik olarak üstün olanlardan iktidarı almaları mümkün değildir; çünkü genleri bu imkânı vermeyecektir. İşte size Neo-Darwinizm’in henüz tam olarak su yüzüne çıkmamış çağdaş ideolojisi. Almanya’da dazlakların, ideolojilerini aklamak için öne çıkardıkları yeni argüman. Batılı devletler neo-Darwinizm’e geniş mali destek oluyor. Ama niyetleri görünür hale getirdikleri için neo- Nazilere de kızıyor. Neo-Naziler yeniden nasıl ortaya çıktı sanılıyor? Eski hikâyenin yeni sürümünden. Burada birkaç cümleyle aktardığımız görüşler, bilim dünyasına geniş çapta egemen olan görüşlerin kısa kısa ifadeleridir. Buna göre, bizler ve bütün organizmalar kimyasallar üreten makinalarız. Bizi yönlendiren de genlerimizin ürettiği kimyasallardır. Hafızam beni yanıltmıyorsa, on yıl kadar önce İngiltere’de bir üniversite, aşka neden olan kimyasalın bulunduğunu ilan etmişti. Buna Richard Hawkings’in verdiği cevabı hiç 4 unutmam: “Böyle söyleyemezsiniz, eğer böyle söylerseniz, bir katil yargıç karşısına çıkarıldığında, benim kabahatim yok, benim vücudum cinayet işlememi engelleyecek kimyasalı üretemiyor’, der. O zaman ne cevap vereceksiniz?” Neo-Darwinci açıklama, özelliklerimizin genlerimizin eseri olduğunu, genlerimiz tarafından denetlendiğimizi kabul eder. Bir gen, avantajlı veya dezavantajlıdır. Bu durum, organizmanın elenmesine ya da seçilmesine yol açar. Oysa genler hakkında kesinleşmiş tek bilgi, proteinleri kotladıkları ya da farklı proteinlerin sentezlerinin yapılması için “sinyal” kotladıklarıdır19. Genlerimizde, bizi okumaya ya da hatırlamaya karşı kabiliyetimizi etkileyen özellikler olabilir, fakat bunun anlamı okuma kabiliyetimizin genler tarafından denetlenmesi değildir. Neo-Darwinciliğin en büyük tehlikesi, öjenik 20 (soy arıtım) ve ırkçılığı meşru kılacak bir takım önyargıların gelişmesine yeniden çanak tutmasıdır. Bu konuyu ve neo-Darwinizm öncesi dönemde vardırıldığı boyutları “Arsızlık ve Kültür/ Batının Kültürü Dış Politikamızı Nasıl Yönlendiriyor?” adlı kitabımızda inceledik. Darwinizm genetikle evlendirilince, milletleri, sosyal sınıfları ya da bireyleri damgalamakta kullanmak şeklinde bir eğilim ortaya çıkmıştır21. Neo-Darwinizm, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Amerika’da ırk ıslah çalışmalarını tırmandıran, determinist bir takım sözde bilginlerin geliştirdiği bir ideolojiden başka bir şey değildir. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 5. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Doğal ortamda genetik mühendisliği “kusursuz” olarak işleyebilmektedir. Ancak neo-Darwinizm’in tetiklediği ve kâğıt üzerinde akladığı yapay genetik mühendisliği insan ürünüdür ve son derece sınırlı bilgilere dayanmakta ve üstelik rastgele uygulanmaktadır. Oysa en basit bir hücrede bile 2500 kadar farklı karmaşık molekül iş görmektedir ki bunların çoğunun işlevlerinin bilindiği söylenemez. Hücreyi çıplak gözle göremiyoruz ama içi çok kalabalık. Şimdiye kadar yapılan bilimsel gözlemler, organizmanın işleyişini denetleyen genleri denetleyen, aynı ortamda başka genler olduğunu düşündürtüyor. O halde, genleri denetleyen genleri denetleyen genler olması da gerekmiyor mu? Bu zincir nereye kadar sürer diye düşünülüyor. Her molekülü başka molekül yönetiyorsa, bu işin sonu nerede biter? Bittiği yerde karşımıza çıkan nedir? Böyle bir mekanik hiyerarşi zorunlu olarak sonsuza kadar uzanmaz mı? Oysa canlı organizmaların çok büyük bir kısmı, ancak mikroskop altında görülebilen gayet sınırlı hacme sahip olduğuna göre, iddia edilen mekanik hiyerarşinin canlıda nasıl organize olduğunu açıklamakta başarısız kalır22. Aşağıda uygulamadaki örnekleri sıralayacağız ama şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, neo-Darwinizm ya da genetik determinizm, insanlığın geleceğini tehdit eden birinci dereceden bilimsel sapkınlık hüviyeti kazanmıştır. Söz konusu sapkınlığın adı biyoteknolojidir. Papa Benedict, 2006 Nisan ayında yaptığı bir açıklamada, biyoteknolojiyi ticari çıkarlarına alet edenleri ve onların bilim dünyasındaki uzantılarını, “Tanrıyı oynamakla suçladı” ve “Tanrı olmadan Tanrının yerini almaya çalışmak tehlikeli ve 5 delice bir cürettir”, dedi23. Papanın ifadesine göre bu gibi kişiler satanik24 kişilerdir. Ne var ki, küresel medya, papanın bu sözlerinin duyulmasını engelledi. Biz de burada, olup bitenlerin arkasındaki satanik çevrelerin işlerine daha yakından bakmak istiyoruz. O halde şimdi, yukarıda yer verdiğimiz aktarmalarda geçen “Şikago gangsterleri” ve “merhametten yoksun yararcılık” deyimlerini takım çantamıza yerleştirerek konumuzun başka bir boyutunu inceleyelim ve sözde bilimsel kuramlara dayanarak şekillendirilen teknolojinin sofralarımıza kadar tırmanmayı başaran ürünlerine biraz yakından bakalım. 2 Bugünün bilim adamı, tutumu ile toplumun özgür olmasını sağlamak şöyle dursun, tam tersine köleleştirmeye doğru sürüklemektedir. Paul Feyerabend25 Genetik devrim, dünya açlığını gidermeyi amaçlamamakta; insan beslenmesinde yaygın olarak kullanılan pirinç, mısır, soya fasulyesi, buğday, hatta sebze, meyve ve pamuğun tohumlarını kontrol altına alarak özel şirketlerin malı haline dönüştürmeye çabalamaktadır. William Engdahl26 İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 6. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Yukarıda birkaç sayfa içinde temel argümanlarını açıklamaya çalıştığımız biçime büründürülen biyoloji, ABD’de yerleşik küçük bir azınlığın hizmetine sokulmuştur. Biyoteknoloji alanında -aşağıda örneklerini ele alacağımız- Şikago gangsterlerinin merhametsizce sürdürdüğü oyunlar, söz konusu gerçeği iyice su yüzüne çıkarmıştır. Pentagon’un stratejisinin “tam spektrum egemenlik” olduğunu günümüzde bilmeyen yoktur. Arama, çıkarma, taşıma ve üretimin bütün aşamalarında petrol sektörü üzerinden kurduğu küresel egemenliği korumak, yaymak ve kalıcılaştırmak için her şeyi yapan ABD, aynı şeyleri tarım alanında da yapmak istemektedir. Eğer bu gerçekler Türkiye’de kamuoyu önünde bütün açıklığıyla tartışılamıyorsa ve bu gibi konuların hiçbir zaman açıkça dile getirilmediği medya organları varsa, bunlar düpedüz ABD hesabına çalışanlardır. Söz konusu küresel egemen elitin en üst düzeyde maşası olan Henry Kissinger, “petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin”, sözüyle ABD’nin peşinde olduğu küresel egemenliğin hedeflenen kapsamını gayet açık itiraf etmiştir. ABD’nin gıda sektörüne küresel çapta egemen olma projesi ortaya atıldığında, DNA’nın adı bile ortada yoktu. DNA’nın organizmalardaki işlevi ve yapısıyla ilgili ilk ipuçları yayınlandıktan sonra, aslında bilim insanlarının arasında sürmesi gereken bilimsel tartışmalar, eski alışkanlık sürdürülerek, kısa zamanda ideolojik kalıba döküldü. Gıda üzerinden emperyalist yapılanma hesapları yapanlar, söz konusu ideolojiyi aklama aracı değerinde büyük bir fırsat olarak gördüler. Konunun merhametsiz Şikago elitinin çıkarlarının paraleline sokularak yeni bir sahte bilim dalı türetildiğinin çok az kimse farkındadır. Bu noktada bilim insanları iki kampa ayrılmıştır. Birinci guruptakiler, çıkarsız konulara ilgi gösterme ahlakına sahip, uyarıcı görevini yaparak sorumluluklarını yerine getirmeye çalışan dürüst insanlardır. İkinci guruptakiler, konuya küresel güç odaklarının yoğun ilgisinden yararlanarak kendine çıkar sağlamaya çalışanlardır. Genetik mühendisliğinde propaganda aracı olarak bu tür bilim insanları kullanılmaktadır. Aslında üçüncü bir gurup daha var. Bunlar, 6 konunun kendi uzmanlık alanlarının dışında olduğunu öne süren “nemelazımcı” takımıdır. Gıda sektörünü küresel çapta denetim altına alma planı, genetiği değiştirme düşüncesinden çok öncelere, 1930’ların başlarına dayanır. ABD’nin bu hesabı, Amerikan Merkez Bankası’nın sahibi konumundaki belli başlı ailelerin maddi destekleriyle yürürlüğe sokulmuştur. Söz konusu ailelerin başında servetini petrole borçlu olan Rockefeller ailesi gelir. Diğer aileleri de Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda tanıtmıştık. Tarım alanında ABD kökenli ilk atılımın adı “Yeşil Devrim”dir. Günümüzde bu adı terk etmiş görünüyorlar ama adı kötüye çıktığı için –uygulandığı ülkelerde yoksulla varlıklı arasındaki uçurum derinleştiği için- , yoksa Yeşil Devrim döneminin acı tecrübelerinden bozulan toplumsal dengelerin getirdiği sorunlardan ders çıkarmış değiller. Hatta söz konusu anlayışa derinlik kazandırdıkları, doğal ve toplumsal dengeleri daha da bozdukları bir gerçektir. Bazı bilim insanlarının sonradan kaleme alınan hayat hikâyelerine bakıldığında, Rockefeller ailesinin işin başından beri DNA üzerinde yapılan araştırmaların içinde olduğunu görmek mümkündür. 1940’larda Rockefeller Enstitüsü, DNA üzerinde çalışıyordu. Bu enstitüde görevli Oswald T. Avery adlı bir araştırmacı, kardeşine yazdığı mektupta bakınız ne diyor27: “… Bu, nükleik asitlerin28 sadece yapısal açıdan önemli olmakla kalmayıp hücrelerin biyokimyasal etkinliklerini ve belli özelliklerini belirlemede de etkin biçimde görev alan maddeler oldukları anlamına geliyor… Hücrelerde öngörülebilir ve kalıtsal değişiklikler yaratmak mümkün… Bir virüsü29 andırıyor; belki bir gen.” Bu satırlardan bizim anladığımız şudur: “DNA’nın yapısı ortaya konmadan 10 yıl kadar önce, DNA’nın işlevi üzerinde hiç kitap yokken, ilk kez Rockefeller Enstitüsü’nde “kalıtsal değişiklikler yaratmak mümkün”, olduğu düşüncesi vardı. Tarih önünde bu noktanın altını çizmek gerekir. Şu husus da çok önemlidir: Günümüzde genetik mühendisliği temel felsefesi, söz konusu Amerikan elitinin çıkarları doğrultusunda teşvik görmektedir. Hatta öyle ki, serbest bilimsel tartışma ortamı İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 7. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com üzerinde baskı kurarak koruma altına alınan söz konusu felsefeye muhalif olan bilim insanlarına işten el çektirilmekte, araştırmalarına destek sağlanmamakta, ABD’de devletin halk sağlığıyla ilgili birimlerinin başına bilime olan inancı istismar etmekte olan söz konusu ailelerin bilim insanı kalıbındaki piyonları tayin edilmektedir. ABD’de devlet ile söz konusu elitler arasında sıkı bir ilişki söz konusu olduğu, elitlerin yakın adamlarının devletin önemli karar organlarının başında bulunduğu, GDO üzerinde çalışan büyük şirketler ne isterse ABD hükümetlerinin bugüne kadar onu yaptığı, devletin adamları gibi görünen bazı kimselerin daha sonra söz konusu elitin kurduğu vakıfları yönettiği ya da vakıf yöneticilerinin devlet kademelerinde önemli görevlere getirildiği, hatta kritik uluslararası kuruluşların başına yine söz konusu elitin piyonlarının getirildiği bilinmektedir. Kenan Demirkol, GDO: Çağdaş Esaret adlı kitabında, bu konuda devletin mi özel sektörü, özel sektörün mü devleti sürüklediği belli değildir, diyor. Yine aynı eserde, son dönem Amerikan başkanlarının biyoteknoloji şirketleriyle olan kişisel yakınlıklarına yer veriliyor. GD-bitki ve GD-hayvan “yaratma” konusunda Reagan’la başlayan çalışmalar, baba-oğul Bush’lar ve Clinton’la sürdürülmüştür. Obama, “tarım sanayisine, bu bakanlığın Tarım Ticaret Bakanlığı değil, Tarım Bakanlığı olduğunu anlatacağız”, diyerek seçildiği halde, koltuğa oturur oturmaz kurduğu Bilim Danışma Kurulu’nda biyoteknoloji şirketlerinin önde gelenlerine yer vererek, geleneksel devlet desteğini sürdürmüş, Tarım Bakanlığı makamına bile biyoteknoloji şirketleriyle yakın ilişkide bulunan bir valiyi getirmiştir30. Politikacı seçim dönemlerinde ne söylemiş olursa olsun, biyoteknolojiye devlet desteği başından beri kesintisiz sürdürülmüştür. Söz konusu destek bilime verilen olağanüstü önemle açıklanamaz. Soğuk Savaş stratejilerinin baş mimarlarından olan George Kennan, 1948 yılında, Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmayla ABD’nin geleceğine nasıl baktığını ve nasıl bakılması gerektiğini gayet açık bir şekilde şöyle ifade etmiştir31: 7 “Biz dünya nüfusunun yüzde 6,3’ünü oluşturuyoruz ama zenginliğinin yarısına sahibiz. Bu farklılık, özellikle bizler ile Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilme gibi bir durumda olamayız. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok.” Bu stratejik bakış çerçevesinde, ABD’nin yaptığı ilk iş, bilimi küçük bir elitin emrine vermek olmuştur. İfadelerden anlaşıldığı gibi, bu çarpıklığın nedeni, “farklılık durumunu sürdürebilmektir”. Bu amaçla, merhametsiz Şikago gangsterleri marifetiyle, insanlığın iyiliği düşünülmeksizin birçok plan yürürlüğe sokulmuş, “Amerikan yüzyılı” inşa etmek için bir takım varsayımları sanki birer bilimsel gerçekmiş gibi pazarlayarak, akıllarına gelen her yolu denemişlerdir. Ülkemizde hemen hemen bütün uluslararası politika konuşmalarında, olan bitenlerin nedeninin petrol yollarını denetlemek olduğu sık sık söylenir. Oysa bu açıklama son derece yetersiz bir açıklamadır. Çünkü Kore’den Vietnam’a, Kamboçya’dan Filistin’e, Orta Doğu’dan Afrika burnuna kadar her tarafta sinsi sinsi çok daha tehlikeli sonuçlara gebe projeler yürütülmektedir. İnsanlığın vazgeçilmez temel ihtiyacı olan gıda konusunda yürütülen bu satanik proje kısaca şöyle ifade edilebilir: Verim artışı sağlamak ve nüfusu hızla artan dünyada açlıkla mücadele etmek vaadiyle GD tohumlarla dünya tarımını ele geçirmek. Proje nükleer silahları mümkün hale getiren Manhattan Projesi’nden32 çok daha kapsamlı bir insanlık suçudur. Bu adamlar, genetik mühendisliği yoluyla bitkileri ve diğer canlıları kendi nam ve hesaplarına patentlemeye çalışıyor ve yukarıda da belirtildiği gibi, küresel egemenliği böyle kurup İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 8. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com koruyacaklarını düşünüyorlar. Bu hesaplarını aklayan bazı sözde bilimsel iddiaları, daha doğrusu özel olarak imal ettikleri aklama araçları var. Bunların birincisi nüfus artışı konusudur. İddialarına göre, nüfus arttıkça yoksullaşma artacak, bu da komünizmi tetikleyecektir. Bu yüzden dünya nüfusunun artmasının önüne geçmek gerekir. Bu fikir, ince ayardan geçirilmiş ve güncellenmiş Malthusçu33 bir zihniyetle oluşturulmuştur. İkinci aklama araçları yine nüfusla ilgilidir. Bu adamlar, dünya nüfusunu genetik olarak ıslah etmek istiyor. Yani Nürnberg’den 34 önce ırkçılığın zirveye çıkmasına zemin hazırlayan sözde bilimsel iki sapkınlık yeni bir çehreye büründürülerek yine karşımıza çıkarılıyor. Eskiden soy arıtımla ıslah hedefleniyordu, Nürnberg’den sonra aynı şeyin adı değiştirildi ve Kalıtımla (Genetik) Islah oldu. Görüldüğü gibi, zihniyet aynı zihniyettir. Sadece farklı renge boyanmıştır. 1946’da, Nürnberg Mahkemesi’nin henüz sona erdiği günlerde, bir yandan infazlar yapılırken, Rockefeller Vakfı üyelerinden Frederick Osborn imzasıyla, Eugenics News adlı dergide “Genetik Olarak Dünya Nüfusunu İyileştirmek” başlığıyla bir makale yayınlandı. Osborn, Soy Arıtım Derneği’nin kurucu üyesiydi. Günümüzde pompalanan söylemlere kanarak konunun yanlışlığının zamanla anlaşıldığı sanılabilir ama aslında konu çok daha ileri boyutlara taşınmıştır. Osborn, konuyu ileri boyutlara taşıyanların ele başlarından biridir. Zamanla Nürnberg duruşmaları dolayısıyla yaşadığı çekingenliği üzerinden atmış ve 1968 yılında “Geleceğin İnsan Nesli: Soy Arıtımın Modern Topluma Tanıştırılması” adlı bir kitap yayınlamıştır. Arkasında Nüfus Konseyi başkanı John D. Rockefeller vardır. Kitapta “soy arıtım amaçlarımızı başka bir isim altında yürütmeliyiz”, diyerek işin ambalajını değiştirmeyi önermiştir. Böylece soy arıtım sözcüğü tedavülden kaldırılmış ve yerine “genetik” sözcüğü monte edilmiştir. Şu sözler de aynı kişiye aittir35: “Bir gün uygun hammaddeler kullanılarak, tamamen yeni bir insan yaratmak, kalan acınılası kalıntıları şekillendirmekten daha kolay olacak.” Konuyu araştırırken, ilginç gördüğümüz bulgulardan biri, Yahudi asıllı olduğu için 1936’da Almanya’yı terk etmiş olan Franz J. Kallamann adlı bir profesör. Kallamann, 1948’de faaliyete geçirilen 8 Amerikan İnsan Genetiği Topluluğu’nun kurucu başkanı. Bu adam, New York Psikiyatri Enstitüsü’nde “psikiyatrik genetikçi” olarak çalışıyor. Hiç duymuş muydunuz, böyle bir mesleği? Bakınız ne tür işlere bakıyormuş. Almanya’da soy arıtım üzerinde çalışan bu adam, Hitler’in Yahudileri hedef alması üzerine Amerika’ya kaçmış, orada, soy arıtım idealini, genetik arıtım adı altında içeriğinde Hitlerinkinden bir fark olmadan, tabana yaymayı sürdürmüştür. Kallamann, şizofren hastaların, kendi nazik ifadesiyle “elenmesini” ya da kısırlaştırılmasını savunuyor ve bu konuda “esaslı bir çalışma” yürütüyordu36. Öyle ki, sadece hasta olanları değil, onların sağlıklı çocuklarının da kısırlaştırılması “gerektiğini” öne sürmekteydi. Bizzat kurduğu yukarıda adı geçen topluluğun diğer kurucu üyeleri de savaş öncesinde Amerikan Soy Arıtım Cemiyeti’nin üyeleriydi. Genom Projesi’ni başlatanlar da bu adamlardır. Söz konusu projenin kamuoyuna tanıtım aşamasından itibaren faaliyetlerin bütün aşamaları bu gibiler tarafından kuşatılmıştır. Bir de Margaret Sanger adlı bir profesörden söz etmek istiyoruz. Bu kadın da Rockefeller ailesinin koruması altındadır. “Kaliteli bir insan ırkı yaratmaya çabalayanlardan” biri olan Sanger’e göre, “uygun olan ve olmayanların doğum oranları günümüz medeniyeti için en büyük beladır”. Sanger, “Medeniyet Ekseni” adını verdiği bir kitap yayınlamış, burada “aile lisansı” çıkarılmasını, devletten izin almadan çocuk yapılmasına izin verilmemesini savunmuştur37. O kadar ileri derecede bir soy arıtımcıdır ki, 1939’da Negro Projesi’ni ortaya atarken, “Zenci nüfusu yok etmek istediğimizi kimse bilmemeli”, diye de yazmıştır. Kadın sıradan biri değildir. Rockefeller Vakfı’ndan her zaman “cömert parasal destek” almaktaydı. Başından beri Nazilere ilham veren ve daha sonra da onların kararlı uygulamalarının hayranı olan bütün bu insanlar, Nürnberg’de Naziler hüküm giyerken “soy arıtım” sözcüğünü terk ettiler ve kendilerine genetikçi demeye başladılar. Şu soru bilim tarihçilerinin mutlaka cevabını bulması gereken bir sorudur: Bu gibi sözde bilim insanları, gerçekten bilim yaptıkları düşünüldüğü için mi Rockefeller İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 9. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com ve diğer ailelerin desteğini alabilmişlerdir, yoksa onlardan para sızdırmak amacıyla onların amaçlarını ambalajlamak için bir takım sözde bilimsel iddialar mı hazırlamışlardır? Galiba konunun gelişme sürecinde her iki durum da sık sık olmaktadır. Dünya nüfusunu denetim altına almak düşüncesi de biyoteknolojiye umut bağlanmasına neden olmuştur. ABD’de GD-tohumlar marifetiyle, gebeliği önleyici mısır “yaratma” projesi 2001 yılında, ilgili şirketin yönetim kurulu başkanının düzenlediği bir basın toplantısıyla ortaya çıkmıştır38. Bu mısırlar, gebe kalamayan kadınlarda görülen gebeliği önleyici antikorların mısır tohumlarına aktarılmasına dayanır. Yani yeni yaratık, insanla karışık mısırdır. İşin sahibi olan Epicyte adlı San Diego firması yönetim kurulu başkanı Mitch Hein, “sperm öldürücülü antikorlar üreten mısırlarla dolu bir seramız var”, diyerek buluşlarını dünyaya ilan etmiştir39. Ölüm Tohumları adlı kitabın yazarı William Engdahl, bu önemli açıklamanın egemen küresel medya tarafından kasıtlı olarak gözden kaçırıldığını söylüyor. Yapılan açıklamadan anlaşıldığına göre, söz konusu “yeni yaratık” mısırı yiyen erkeklerin spermleri ölmektedir. Bu açıklamayı herhangi bir araştırma gurubunun kendi başına bulduğu bir “gelişme” olarak görmemek gerekir. Dünya nüfusunun denetlenmesi konusunun öteden beri nasıl inatla sürdürüldüğünü bilenler için “aranan kan bulundu” türünden bir buluşla karşılaşmamız söz konusudur. Dahası, gebeliği önleyen mısırdan önce bir de gebeliği önleyen sözde tetanos aşısı rezaleti var. 90’lı yıllarda Dünya Sağlık Örgütü, Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de kapsamlı aşı kampanyaları başlatır. Kampanya tetanos hastalığına karşı düzenlenmiştir. Ama ortada bu kadar şaşalı bir kampanyayı gerektirecek kadar tetanos vakası olmaması şüphe çeker ve halk sağlığını düşünen birileri, geç de olsa, ortaya çıkar ve iş işten geçtikten sonra aşıyı inceletirler. Aşı maddesinin aslında tetanosla ilgisi olmayan, gebeliği önleyici antikorların bünyede üretilmesine yarayan bir madde olduğunu görürler. Üstelik aşı, sadece 15 ila 45 yaş arasındaki doğurgan yaşlardaki kadınlara yapılmıştır. Olay ortaya çıkarılınca 9 araştırma derinleştirilir ve işin arkasından yine Rockefeller Vakfı çıkar. Aşı uygulamasının yapıldığı yerler ABD’nin arka bahçesi durumundaki ülkelerdir. Meksika, hızla artan nüfusuyla ABD’yi güneyinden baskı altında tutmaktadır. İstikrarsız Meksika’nın işsiz güçsüz insanları sınırdan her türlü tehlikeyi göze alarak ABD’ye geçmekte, kaçak işçi olarak çalışmaktadır. Daha güneyde Nikaragua, komünist gerillalarıyla ünlüdür ve Güney Amerika’ya militan devrimci ihraç etmektedir. Çin’in milli yiyeceğinin pirinç olması gibi, mısır da Meksika’nın milli yiyeceğidir. Doğum kontrolü için bulunmaz bir fırsattır, çünkü her sofrada başköşededir. Bu yüzden de GD-mısır yardımıyla kısırlaştırma programının tıkır tıkır işleyeceği düşünülmüştür. Hızlı nüfus artışının Orta Doğu’da da İsrail ve ABD’nin en önemli sorunlarından olduğuna dikkat çekmeliyiz. İsrail, nüfusu yüzde 4 oranında artan ülkelerle kuşatılmıştır. Buna karşılık nüfusu artmamaktadır. Teknolojisinden ve küresel sermaye desteğinden başka hiçbir dayanağı yoktur. Nüfus basıncının nelere kadir olduğuna tarih şahitlik eder. Ama teknolojinin aynı işlevi ilelebet görebileceği henüz açık değildir. Bu bakımdan biyolojik silahlar geliştirerek komşularının nüfusunun artmasının önüne geçmek istemesine şaşmamak gerekir. Bu amacı gerçekleştirmek isterken meşru olmayan yollara sapmasına da şaşmamak gerekir. Hangi eylemi meşru idi ki? Gıda sektörünü ele geçirerek, petrol yanında yeni bağımlılık alanı kurmaya çalışan Rockefeller ailesi, Çinlilerin pirincine de göz dikti. Sadece Çin’in değil. Pirinç dünyada 2,4 milyar insanın ana gıdasıdır. Üstelik gıdası pirince dayalı olanlar, dünyanın en yoksul kesimidir. Pirincin yüzde 90’ı Çin ve Hindistan’da üretilir ve buralarda yaşayan insanların yüzde 80’inin günlük kalori ihtiyacı pirinçten karşılanır. Binlerce yıldır pirinç yetiştiricileri her iklime göre 14 binden fazla pirinç türü geliştirdiler ve bunu başarırken biyoteknolojiye hiç ihtiyaçları olmadı. Arada büyük fark var ama burada belirtmeden geçmeyelim. ABD başkanı Clinton’un yardımcısı Al Gore’un Küresel Denge adlı kitabında, ABD’nin İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 10. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Filipinler’de kurduğu Uluslararası Pirinç Enstitüsü’nün gen bankasında 47 bin tür pirinç tohumu depolandığı ifade edilmiştir40. Bunların hiçbiri GD-pirinç değildir. İnsanlığın ortak mirasıdır. Dünyanın 1 numaralı gıdasına göz diken Amerikan eliti, insanlığın geleceğini kurtarmak için servetini harcamaya hazır oldukları şeklinde poz takınarak bir dizi yalan ortaya attı. Onlara bu fırsatları verenlerin paragöz bilim insanları olduğunun altını çizmeden geçemeyeceğiz. Söyleme göre, dünyada iyi beslenemeyen çocukların A vitamini eksiğini giderecek bir pirinç “yaratmak” için çalışıyorlardı. A vitamini safsatasını dillendirirken, genetik mühendisliğinin insanlığı kurtaracak en büyük umut olduğu şeklinde hava oluşturmaya bakıyorlardı. Kamuoyu bu gündeme yönlendirilirken, Rockefeller Vakfı önderliğinde, Uluslararası Pirinç Biyoteknolojisi Programı ortaya atıldı. Gerçekte genetiği değiştirilmiş pirinç “yaratılacak” ve buna patent alınarak kendi çıkarları için kullanacaklardı. ABD’de Tarım bakanlığında müsteşarlık yapan ve daha sonra BM Dünya Gıda Programı’na icra direktörü olarak atanan Catherini Bertini bakınız ne diyor 41 : “Gıda güçtür! Onu davranışları değiştirmek için kullanırız. Bazıları bunu rüşvet olarak adlandırabilir. Özür dilemiyoruz.” “Özür dilemiyoruz”, sözü her şeyi ayan beyan ortaya dökmüyor mu? Özür dileyecek çapta insanlardan değiller gerçekten. Projelerini yoksulluk üzerinden pazarlıyorlar ve utanmazca yalanlar uyduruyorlar. Vakfın sözde bilim insanlarına göre, A vitamini eksikliği yeni doğan bebeklerde ölümlere yol açıyor, körlüğün de ana nedeni; dünyada 140 milyon çocukta A vitamini eksikliği var, 500 bin çocuk bu yüzden kör vs. Oysa dürüst bilim insanları bize, A vitamini eksiğinin pirinç yiyerek kapanabilmesi için günde 9 kilo pirinç yemek gerektiğini söylüyor. Ne var ki, Asya’da günde ortalama 300 gram pirinç yeniyor42. Yine pirinç ağırlıklı beslenen Filipinlerde okul öncesi bir çocuk günde sadece 150 gram pirinç tüketiyor. A vitamini eksikliği olmaması için pirincin yanında süt içmek, karaciğer, yumurta, tavuk, tereyağı, ıspanak, havuç, kabak yemek gerekiyor. Hekimlerimize göre günde 70 gram koyu yeşil sebze yendiği takdirde A vitamini ihtiyacı karşılanıyor. Ama pek çoğu yoksul 10 bir hayat süren 2,4 milyar insanı pirinç üzerinden ölünceye kadar sağmak isteyen Amerikan elitine göre vitamin eksikliğini önlemek için yeni bir pirinç “yaratmak” gerekiyor. Durumun farkında olan Taylandlı bir çiftçi şöyle diyor: “Bizi aldatıyorlar. Eğer yoksullar toprağa sahip olsaydı, daha iyi beslenebilirlerdi. A vitaminine ihtiyaç yok. İhtiyaç duydukları T vitaminidir. Yani toprak vitamini. GDO’cuların istedikleri ise P vitaminidir. Yani para vitamini. Kötü beslenme yoksulluktandır. Teknoloji eksikliğinden değil.” Sonunda pirinç DNA’sını, nergis çiçeği genleriyle ve bir de bakteri geniyle birleştirdiler ve yeni bir “yaratık” yaptılar. Söz konusu yaratık, ne pirinç, ne çiçek, ne de bakteriydi. Rengi de portakala yakındı. Bu bir kusurdu aslında ama üzerini örtmek için adını “altın pirinç” koydular. Mısır ve pirinç gibi soya da aynı çevrelerin hedefindeki konulardandır. Şurası da bir gerçektir ki GDO gıdalar alanında en büyük kobay Amerikan halkıdır. Onların ardından Arjantinliler gelir. Arjantin bu payeyi borç krizi sayesinde hak etmiştir. Yetmişli yıllarda küçük çiftliklerde besicilik yapılan, tahıl ve sebze ekimiyle geçimini sağlayan ve ürettiğinin fazlasını ihraç etmeye çalışan bir ülkeydi. 70’lerde petrol fiyatlarının hızla artmasının ardından, 80’li yıllarda, borç kriziyle birlikte, şartlar kökünden değişti. Hükümet Amerikan bankalarından borç alarak petrol ithalatının sekteye uğramasını önledi. Faizler de fazla sayılmazdı. Ama ABD, petrol piyasasının kızışması karşısında doların çökmesini önlemek için faizleri üç kat artırdı. Bu karar Arjantin için kötü günlerin başlangıcı oldu. Önce ABD’nin ayak oyunlarıyla Carlos Menem iktidara getirildi. Bunu bir zafer olarak değerlendiren David Rockefeller heyecanla şöyle demiştir 43 : “Sonunda serbest girişimciliği anlayabilen bir rejimin iktidara geldiği görüşündeyim.” Menem’in ekonomi programı aslında kendisini iktidara getiren Washington’daki dostları tarafından hazırlanmıştı. Borç batağına düşürülen koskoca ülke, IMF’nin reçetelerine göre yeniden yapılandırıldı. Ülkenin devlete ait dev kuruluşları özelleştirilmiş ama hepsi Amerikan şirketlerine İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 11. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com satılmıştı. İkinci adımda, ülke tarımına göz dikildi. Menem, ABD’deki ağababalarının arzusuna uyarak sözde bilimsel bir biyoteknoloji danışma kurulu oluşturdu. Bu kurul, önceden bildirilen isteklere uygun olarak GD-tohumlarla ayçiçeği, pamuk, mısır ve soya fasulyesi ekimine izin verdi. Bunların sağlıklı olup olmadığı konusu hiç tartışma konusu yapılmadı. Söz konusu kurul, işini hep gizli görüşmelerle sürdürdü. Halkı hiçbir zaman bilgilendirmedi. Arjantin tarım alanlarının GDO tarımına açılmasında Cargill şirketini ve George Soros’u başrolde görüyoruz. Bu isimler ülkemizde de gündemden pek düşmeyen isimler. Ekonomi dışa açılarak çağa ayak uydurmak söylemiyle yol alırken, serbestçe ithal edilen tarım ürünlerinin fiyatları yüzünden Arjantin köylüsü iflas etti. Borçlarını ödeyemedikleri için liberalleşme politikasının gereği olarak ipotekli olan tarlalar alacaklı bankalar tarafından satışa çıkarıldı. Bu araziler açık artırmaya katılan Amerikan şirketleri tarafından cüzi fiyatlarla kapatıldılar. Topraklarını terk etmek istemeyen ve direniş gösteren köylüler ordu kuvvetleri tarafından sürüldü. Köyler boşaldı. El değiştiren bu araziler GDO soya fasulyesi planktonlarına dönüştürüldüler. Sadece 4 yıl içinde 10 milyon hektardan fazla bir alana soya ekildi. Söz konusu alan 2004 yılında 14 milyon hektara çıkarıldı. Dev şirketler, bizdeki 2B’ye benzer yöntemlerle orman alanlarını bile satın alarak tarlaya dönüştürdüler. Tek bir işçiyle binlerce hektar arazide ekim yapabilen makinalar getirdiler. (Oysa 3 hektarlık bir araziye şeftali veya limon dikebilmek için 70-80 işçiye ihtiyaç vardı44.) Köylüler dışlanınca süt ineği yetiştiriciliği yarı yarıya azaldı. Ülkede süt açığı çıktı ve süt yüksek bir fiyattan Uruguay’dan getirilmeye başlandı. Soya monokültürü45 ülkenin sosyal dengelerini tam anlamıyla çökertti. 70’lerde yüzde 5 olan yoksul oranı 1998’de yüzde 30’a, 2002’de yüzde 51’e yükseldi46. Halkın yarıdan fazlası açlık sınırının altına resmen itildi. Arjantin ne yaptıysa borcunu azaltamadı, paradoksal biçimde borçlar ödendikçe arttı. Arjantin ekonomisi 2001’de çok daha büyük bir krize girdi. İktidarlar yeni borçlar alabilmek adına ülkeyi her geçen gün daha fazla uydulaştırdı. Ama ne yapıldıysa ekonominin hızlı çöküşü 11 engellenemedi. O zamana kadar birçok kriz atlayan ülke, geldiği son aşamada dış tehditlere karşı da savunmasız kalmıştı. Açlık tehlikesi ortaya çıktı. Ülke daha önce de çeşitli krizlere yakalanmıştı. Ama köylüler topraklarını kendileri ektikleri için hem kendilerini hem de kentlerdeki yakınlarının imdadına yetişerek krizlerin açlık boyutuna ulaşmasını engellemişlerdi. Ama şimdi böyle biri imkân yoktu. Ülke çağın gereklerini yerine getirmek isterken topraklarından sürülen köylüler kentlere yığılmış, gıda sorununu çözebilecek kendi insanı kalmamıştı. Açlık yayılınca hükümet ülkedeki toprakları işleten yabancı şirketlerden yardım istedi. Bu şirketlerden ikisi size de tanıdık gelecektir: Cargill ve Nestle. Bu şirketler, Arjantin’in uçsuz bucaksız tarım arazilerinde yetiştirdikleri GD-soya’nın bütün gelirini ceplerine indiriyordu. O sıralarda “yeni yaratık” soyalarını satabilmek için dünyanın dört bir tarafında kiralık medya organlarında beyaz önlüklü adamlarına soyanın faziletlerini anlattırıyorlardı. Oysa aynı tarihlerde GD-soyanın kısırlık yaptığı laboratuar sonuçlarıyla kanıtlanmıştı. Sadece kısırlık mı? Kısaca genelleyecek olursak, GDO’lu gıdaların insanlara verdiği zarar 5 ana başlık altında toplanabilir. Bunları şöyle özetleyebiliriz: 1. GDO gıdalar kısırlığa neden olmaktadır. Mesela GD-soyayla beslenen erkeklerin sperm sayısında yüzde 74 oranında azalma olduğu belirlenmiştir. Bunun en çok zararını Amerikan halkı görüyor. Çünkü üretilen soyanın yüzde 91’i Amerika’da tüketiliyor. Ayrıca Amerika’da ekilebilir alanların üçte birinde GD-bitkiler yetiştirilmektedir. 2. GDO gıdalar hormonal bozukluklara neden oluyor. 3. GDO gıdalar doğum sakatlıklarına neden oluyor. 4. GDO gıdalar gıda alerjisi yapıyor 47 . Yapılan araştırmalar GD-soyayla beslenen İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 12. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com hayvanların sütüyle beslenen bebeklerde alerjik reaksiyonlar görülmektedir. 5. Kanserin nedenleri arasında da GDO’lu gıdalar üst sıralardadır. Özellikle kan kanseri vakalarının artmasının ana nedeni olarak GDO gıdalar gösterilmektedir. GD-soyanın, mide kanserine yol açan Tripsin maddesi içerdiği kanıtlanmıştır. Bütün bu vakaların nedeni, vücudumuzun nasıl tepki vermesi gerektiğini bilemediği biyoteknoloji ürünü yeni kimyasalların GD-gıdalarla birlikte yenmiş olmasıdır. Papanın dediği gibi, birileri “Tanrı olmadıkları halde Tanrının işine karışınca” açlıktan, eksik beslenmeden çok daha büyük, üstelik kalıtsal nitelikte risklerle karşı karşıya kalmış durumdayız. Üstelik açların ve eksik beslenenlerin sayısı da, Arjantin örneğinde olduğu gibi, kat kat artmıştır. Bunların yanına ekosistemin uğradığı zararları da eklemeliyiz. Birinci etken tarım ilaçlarıdır. Sadece Arjantin’de toplam tarım alanlarının yarısı demek olan 17 milyon hektar alanda ekilen GD-soya için uçaklarla püskürtülen kimyasal maddeler 200 milyon litredir. Glifosat olarak bilinen bu madde doğada parçalanmıyor ve hücrelerde birikiyor48. Bütün canlılara zarar veriyor. Oysa 1 sm3 toprakta aşağı yukarı 600 milyon bakteri, 400 milyon maya, 100 bin yosun hücresi var. Bir hektarlık tarım arazisinin üstündeki 15 santim kalınlığındaki katmanda 20 ton mikroorganizma barınıyor. Bundan başka aynı ortamda 370 kg tek hücreli canlı, 4 ton solucan, 200 kg civarında da böcek, örümcek, kırkayak ve benzeri canlılar barınmaktadır. Bütün bu canlı ordusu, toprağın fiziksel özelliklerini düzeltirler, havada gaz halinde bulunan azotu, bitki köklerinde çözünebilir azot bileşikleri haline getirirler49. Oysa zararlılara karşı kullanıldığı düşünülen ilaçlar, yararlıları da öldürüyor. Böylece toprakta barınan faydalı canlıların sayısı azalıyor, dolayısıyla verim düşüyor. Verim düşmesin diye de suni gübre serpiliyor. İşin çarpıcı bir yanı da GD-tohumları “yaratıp” satan dev şirketlerin aynı zamanda tarım ilacı ve gübre tröstleri olması. 12 Diğer yandan monokültür tarımı yüzünden, yakın zamanlara kadar ekimi dikimi yapılan gıda maddelerinin yüzde 70’inin günümüzde tarımı yapılamamaktadır. Bu gıdaların yetiştirilmesiyle ilgili tecrübeli çiftçiler kente göçtüğü için insanları hayata tutunduran geleneksel bilgiler birer birer yok olmuştur. Ayrıca bunlar, mutfakta aranır olmaktan çıktıklarından dolayı kültürde de muazzam ölçüde kısırlaşma söz konusudur. Bu halin ortaya çıkmasının ne gibi tehlikelere kapı araladığının tarihteki en çarpıcı örneği İrlanda’daki patates tarımıdır. Al Gore’un Küresel Denge adlı kitabında sadece patatesle ve sadece patatesin Peru’dan gelen tek bir türüyle beslenen İrlandalıların başına gelenler anlatılır50. Oysa patatesin anavatanında 13 bin türü vardır. Türlerden birine ya da bir kısmına bir hastalık bulaşırsa, geride kalan binlerce tür insanları açlıktan kurtarır. Soğuk geçen havalara dayanıklısı vardır, sıcağa dayanıklısı vardır, kuraklık veya aşırı yağışlara dayanıklısı vardır. İrlanda köylüleri kendilerini tek bir bitkisinin tek bir türüne bağımlı hale getirdiler. Hep birlikte, belli bir tür Peru patatesinin kendi topraklarında daha verimli olduğunu düşündüklerinden dolayı ekim için onu seçmişlerdi. Oysa yıllardan birinde, anormal iklim olayları görüldü. Olacak bu ya! Kış ve ilkbahar ılık geçti. Yazın ise üç ayda 64 gün yağmur yağdı. Sanki mevsimler tersine dönmüştü. Rüzgârlarla birlikte Hollanda’dan uçup geldiği sanılan bir küf mahsule bulaştı ve kısa zamanda bütün tarlaları mahvetti. O yıl patatesten mahsul alınamadı ve kısa zamanda 1 milyon insan açlıktan öldü. Bu tarihi tecrübeyi hiç aklıdan çıkarmamak gerekir. Bu bölümde son olarak şunları da tebliğimize eklemek istiyoruz: Bilimsel gelişmelerin önümüze yığdığı bilgiler, bizi sadece doğayı sömürmeye yönlendirmiyor, tam tersine doğayla bütünleşme imkânı da sunuyor. Oysa kendini Tanrı yerine koyan küresel egemenler, bilimi kendi değirmenlerine su taşımakla görevli görüyor ve bu yüzden, insanlık uygarlığı yok edecek doğrultuda yol alıyor. Bu durumda her ne kadar eleştirilere kulak veren kişiler olsak da, İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 13. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com gelişmelere seyirci kalamayız. Unutmayalım ki, doğanın insanoğlunun verdiği zararlara karşı bağışıklığı yoktur. Doğal dengeleri yeniden oluşturmak için binlerce, belki de yüz binlerce yıl gerekecektir. Bu yüzden, küresel egemenler marifetiyle kendi kendini yok edebilecek güce ve kapasiteye erişen uygarlığın gerçekte ne demek olduğunu yeni baştan düşünmek zorundayız. Benden sonrası tufan demeyenlerin itiraz edemeyeceği bir gerçek şudur: Uygarlık insanı doğadan soyutlayarak fanus altında yaşatamaz. Depremler, fırtınalar, seller ve bütün iklim felaketleri doğayı nasıl tahrip ediyorsa, insan aklı da çıkar amaçlı oluşturulan çeteler marifetiyle doğayı aynı biçimde pervasızca tahrip etmektedir. Bu hal karşısında kendini kusursuz sayan insanlar bile, gelecek nesilleri ağır biçimde tehdit eden tehlikelere karşı duyarsız kalmakla, kendi penceresinde suça esaslı biçimde iştirak etmiş olmaktadır. İnsanlık önünde sonunda teknoloji bağımlılığından kurtulmak zorunda olduğuna dair görüş birliğine ulaşacaktır. En iyisi bunu çok geç olmadan kavramak ve yapmaktır. Lütfen kimse çıkıp, “ama biyoteknoloji tıp alanında insanlığa büyük hizmetler sunabilir, karşı olmamak lazım”, diyerek topu taca atmasın. Burada, tebliğimizin başlığında yer verdiğimiz gibi, Fayerabend’in devlet ve bilimin, tıpkı kilise ve devlet gibi, birbirinden ayrılması talebinin arkasındaki haklı nedenleri tek bir örnek üzerinde inceledik. Genetik gibi, böyle başka örnekler de var. Hükümetleri güden büyük tröstlerin, yedeğine aldığı hükümetlerle birlikte hareket ederek, üniversiteleri ve bilimsel araştırmaları baskı altında tutarak bilim insanlarını parayla, fonlamayla yemlemesinin önüne geçilmedikçe bütün umutlar suya düşer. Konu üzerinde düşünenlere zihin açıcı bir katkı olacağını umduğumuz son bir aktarmamız daha var. Leslie Lipson’un “Uygarlığın Ahlaki Bunalımları/ Manevi Bir Erime mi? Yoksa İlerleme mi?” adlı kitabı şu sözlerle başlıyor51: “Umut ve tehlike, aynı anda, geçmişte görülmemiş ölçüde büyümüş olarak, insanlığın karşısına bu zaman diliminde çıkmıştır. Bizler yeni bir bin yılın gelişini beklerken, olasılıklar, türümüz tarihinde 13 hiç görülmemiş bir çeşitlilikte önümüze açıldı. Daha da önemlisi, iki uç noktada bulunan seçenekler arasındaki karşıtlığın bu kadar açıkça görülebileceği hayal bile edilemezdi. Nitekim insan uygarlığı geldiği bu noktada, hep birlikte yok olmak ya da hep birlikte daha iyiye doğru gelişmek arasında, önceden hiçbir kuşağın yapmak zorunda kalmamış olduğu türden bir seçim yapmak durumundadır.” Umut ve tehlike! İşte bütün mesele! 3 Şimdi de aynı zihniyetin maşalarıyla birlikte Türklüğe karşı kurduğu tezgâhı inceleyeceğiz. Kültür Savaşı adlı kitabımızda geniş olarak incelediğimiz gibi, Türklük düşmanlarının iddiasına göre, Türkiye’de Türk yokmuş. Türklük 90 yıllıkmış. Türkçe de 90 yıllıkmış. Şu an Anadolu’da yaşayan insanların en az 65 milyonu etnik olarak Türk değilmiş. Orta Asya’dan gelmiş olan nüfus, 2000’li yıllar itibariyle, yuvarlak olarak 7 milyondan fazla değilmiş. Zaten Orta Asya’dan o kadar insan nasıl gelebilsinmiş? Genetik bilimi yardımıyla yapılan araştırmalar Türkiye’de Türklerin ancak yüzde 9 olduğunu gösteriyormuş. Bu gibi sözler, yukarıda açıklamaya çalıştığımız aynı tezgâhtan çıkmaktadır. Geçen bölümde DNA İdeoloji’nin ticari boyutunu inceledik. Oysa aynı çevreler, sözde bilimi, dünyayı etnik yığınlar topluluğu halinde yaşayan tüketici depoları olarak yeniden örgütlemek istiyor. Dolayısıyla küresel tezgâhın siyasi boyutunu göstermeden konuyu incelemiş sayılmayız. Konu bizi çok yakından ilgilendiriyor da. Çünkü hedefte Türkler ve Türklükle ilgili olan her şey var. Milliyet gazetesinin 15 Mayıs 2005 tarihli nüshasında, Washington’dan Yasemin Çongar imzasıyla bir haber yayınlandı. Başlığı aynen şöyle: “Türk geni Anadolu’da pek yayılmadı.” Habere göre, ABD’de dünyanın genetik geçmişini aydınlatma projesi olarak açıklanan Genografi Projesi’nin başına geçirilen Dr. Spencer Wells adlı bir genetik paleontolog 52 varmış (Bu zatı National İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 14. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Geographic’de de izleme fırsatı bulduk, orada da epey reklamı yapıldı). Bay Wells şöyle buyurmuş: “Kendinizi Türk sayabilirsiniz ama kökleriniz başka yerlere uzanabilir.” Bu zatı muhterem, öyle yetenekli bilim adamıymış ki, “yaşayan bütün erkeklerin, 60 bin yıl önce Afrika’da yaşamış bir ortak büyükbabası”, olduğunu “kanıtlamış”. Durumu öğrenen Yasemin Çongar, kendisinden hemen bir randevu koparmış. Yanına varır varmaz sormuş: “Araştırma sonucunda, örneğin Orta Asya’dan geldiğini sanan bir Türk, atalarının Afrika’dan Anadolu’ya geçtiğini öğrenebilir, öyle mi?” Dahi genetikçi cevap vermiş: “Anadolu’da Türk dili ve Türk kültürünün yayıldığını biliyoruz. Ancak genetik veriler, Selçuklu ile Orta Asya’dan Anadolu’ya gelenlerin Anadolu’da fazla yayılmadığını gösteriyor.” Dikkat ederseniz, adam paleontolojiden başka şeyler de biliyor. Bay Wells, baba tarafından Makedonyalı imiş. O kadar laf etmiş ama Makedonlar hakkında bir araştırma yapmış mı, anlamamız mümkün olmadı. Ne de olsa adam önce kendi soyunu merak eder. Üstelik numune almak da bedava, bir lamele tükürmesi yeterli. Bu konuyu araştırmış olsaydı, Makedonları Yunanlı sayan, Yunanistan’ın Makedonya’ya karşı takındığı kötü tutumun gözden geçirilmesini sağlayabilirdi. Bakalım Makedonlar Yunanlı mıymış? Ama o kendi soyunu merak edeceği yerde Türkleri merak etmiş. Kendisine Türkler üzerinde genetik araştırma siparişi verenler kimler acaba? Yine Mayıs 2005’de ve yine Milliyet gazetesinde bir başka haber yer aldı. Buna göre, İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’nden Prof. Brian Sykes, Gen Araştırmaları ve Ataları Tespit Merkezi’ nde 10 binden fazla Türk’ün gen haritasının çıkarıldığını duyurmuş. İlk bakışta resmi bir kurum söz konusuymuş gibi yazılmış ama içeriğini anlayınca bunun uyanık profesörün ticari bir şirketi olduğunu anlıyorsunuz. İddiaya göre, bu merkezin incelediği 10 bin Türk, her biri 500 TL vererek kendi genleri hakkında bir rapor almış. Aksine birçok gözlemimize rağmen, bazen ne kadar meraklı bir toplum oluyoruz, şaşıyoruz. Düşünün bir kez, 500 TL yatırıyorsunuz, birkaç gün sonra size Ursula’nın ya da 14 Jasmin’in soyundan geldiğinizi söylüyorlar. Prof. Brian Sykes’e göre, Türk kadınları Orta Doğu’da 25- 40 bin yıl önce yaşamış olan Jasmin kabilesinden, Türk erkekleri ise aynı bölgede yaşamış Re kabilesinden geliyormuş. Ayrıca Türklerin az da olsa bir bölümü Kuzey Yunanistan bölgesinde 45 bin yıl önce yaşamış “Ursula” kabilesinden geliyormuş. Ne var ki sözü geçen, Ursula, Jasmin ve Re gibi kabile adları bilim çevrelerinin çok eski çağlarda yaşamış insan topluluklarına verdikleri, tarihsel değeri olmayan adlarmış. Bunların hepsi ayrı ayrı ilginç! Uyanık profesörü tanımak için, bir sözüne daha yer verelim. Bay Sykes’e göre ortalama 125 bin yıl sonra erkek nesli tükenecekmiş ama insan nesli tükenmeyecekmiş; çünkü soyun devamı için erkeğe ihtiyaç kalmayacakmış. Nasıl? Yine Yasemin Çongar’ın bildirdiğine göre ABD’deki Stanford Üniversitesi de Türk geni üzerinde çalışmalar yapıyormuş. Türklere yönelik bu bilimsel (!) merakın nedeni nedir acaba? Cevap açıkladıkları sonuçların satır aralarında saklı: Onlara göre de Türkiye’de Türk geni yüzde 9’dan ibaretmiş. Benzer şekilde, The Wall Street Journal gazetesinin 28 Kasım 2006 tarihli nüshasında, Huge Pope imzasıyla bir makale yayınlandı. Makale konumuzla yakından ilgiliydi ve şöyle deniyordu53: “Roma İmparatorluğu, ‘Anadolu’ ve ‘Küçük Asya’ adlarıyla da bilinen, bugünkü Türkiye’yi içine alıyordu. 70 milyon nüfuslu modern Türkiye isim ve dil açısından Türk olabilir ancak genetik açıdan o kadar safkan değil. Orta Asyalı Türklerin Türkiye’ye gelişleri, esasen 13. yüzyılda sona ermiştir. Anadolu’daki eski nüfusa toplamda yaklaşık yüzde 10 katkıları olmuş gibi görünmektedir.” Aynı şekilde, Newsweek dergisinin 28 Kasım 2006 tarihli sayısında Owen Matthews imzasıyla yayınlanan bir makalede ise Boğaziçi Üniversitesi’ne yaptırılan bir ankete dayanarak Türkiye’de Türk oranı yüzde 20 olarak gösterildi. Doğrusu, ne de olsa üniversite “Türkiyeli”, yüzde 9-10 diyenlerin iki katı bir sonuç bulmuş. Dikkatimizi çeken bir başka husus, bu konuda Batı medyasında bir yazı çıktığında, bizim medyanın bunu hemen manşete taşıması ve ülkemizde bazı bilim insanlarının, konuyu sanki biliyormuş, İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 15. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com kendileri de araştırmış gibi medya aracılığıyla hemen ahkâm kesmeye başlayarak haberlerin bilimsel doğruluğunu görmeden, bilmeden, hatta deneyleri tekrarlama talebinde bulunmadan hemen oracıkta onaylamaya kalkışmaları. Türklüğü küçümseyen nitelik taşıyan haberler çok öne çıkartılıyor. Medya, bu şekilde davrananların emrindeymiş gibi bir tutum izliyor. Bu gibilerin hemen hemen hepsi ABD üniversitelerinden mezun, hatta aralarında liseyi bile ABD’de okumuş kimse var. Timuçin Binder adında bir akademisyen, 2007 Aralık ayında Sabah gazetesine bir demeç vermiş. Demecinde, Anadolu’nun 1071’den sonra Türkleştiği savına karşı çıkıyor. Ona göre, gelenler yüzde 10–15; Türkiye’de yaşayan insanlar 40 bin yıldır bu topraklardan hiç “kıpırdamamışlar”; Türkiye’nin genetik yapısı tarih öncesi dönemde bugünkü şeklini almış. Zatın iddiasına göre, zaten gelenlerin Türk olduğu da belli değilmiş. Çünkü gelenler tarafından yazılan “Danişmentname” adlı eserde Türk’ün adı bile geçmiyormuş. Yine Bay Binder’e göre, Anadolu’da halk, Özbek’e, Türkmen’e değil, Yunan’a daha yakınmış. Herhalde, ağzındaki bakla da buydu zaten. Bu durumda, kendini Türk “sananlarla” Kürt “sananlar” arasında bir akrabalık ilişkisi söz konusu olabilir, diye düşünebilirsiniz. Hani Jasmin, Re gibi sanal kabileler vardı ya! Hayır, öyle yağma yok. Yine Bay Binder’in iddiasına göre, Kürtler, Türklere İranlılardan ve Yunanlılardan daha uzakmış. İyi mi? Bay Binder Kaliforniya Üniversitesi’nde Antropoloji eğitimi görmüş. Şimdi de Türkiye’de İTÜ’de Dünya Tarihi dersleri veriyormuş. Anlaşıldığı kadarıyla sosyalist fikirlere sahip. “Bir Zamanlar Ermeniler Vardı…” adlı bir kitapta bir makalesiyle karşılaştık. İTÜ’de bir de papyonuyla hatırlanan profesör, Celal Şengör var. Bu zat şöyle buyurmuş: “Türkiye’nin yüzde 90’ı etnik olarak Türk değil, hepimiz dönmeyiz.” Bu demecin tarihi 14 Haziran 2009. Peki, nereden bilmiş? Hani, kendi durumunu bilebilir, anladık da, gerisini nasıl bilmiş? Bu konuda hiçbir açıklama yok. Biz söyleyelim: Washington’dan Londra’dan uçurulan haberleri okumuş ve demeçleri patlatmış. Bu profesör, Türkiye’de bilim olmadığını söylüyor, kendisini ise en has bilim 15 adamı sayıyor. Şöyle diyor54: “Ben bir yabancı gibiyim Türkiye’de. Çünkü ben Türkiye’nin yetiştirdiği adam değilim. Türkiye’nin bilim camiasının içinde olan bir adam değilim. Böyle bir camia da yok zaten. Türkiye’ye gelip akıl veren bilim adamlarından tek farkım İstanbul’da oturuyor olmam.” Bu zatın hayatını merak ettik. 1955’de İstanbul’da doğmuş. 1973’de Robert Kolej’den, 1978’ de New York Devlet Üniversitesi’nden mezun olmuş. Sonra da Türkiye’ye dönmüş. Çok zengin bir aileden geliyormuş; öyle ki, arkadaşlarından birinin yazdığı bir makaleye göre, ailesi okula kendisini özel şoförle gönderirmiş. Celal Şengör, Türklüğü de aşağılarda görüyor. Demeçleri genellikle bu doğrultuda. Türkler için “çok pistiler”, diyor. Ona Bergama’daki Zeus Tapınağı’nın kaçırılması konusunda bir soru sormuşlar. Cevabı şöyle: “Tarih bulunduğu yerde değil, anlaşıldığı yerde güzeldir”. Zatı muhteremden Almanları üzecek tek söz çıkmıyor. Bir keresinde de depremler hakkında bir soru sormuşlar. Cevap akla zarar: “Ben depremi çok severim. Sarsıntı anında orgazm olurum”. Alın size profesör! Alın size onun bilimi! Türkleri araştıran Batılı genetik çevreleri Azerileri de incelemiş. Azeriler, Ermenilere ve Kafkas halklarına daha yakınmış. Azerbaycan’da Türk yokmuş55. Onlar başlı başına bağımsız bir halkmış. Görüldüğü gibi, söz konusu Batılı bilim çevreleri sadece mikroskoba bakarak konuşmuyor. Öyle şeyler söylüyorlar ki, Türkiye’nin doğusunda, Batının politikalarına uygun bilimsel (!) çözümler de üretiyorlar. Bir örnek daha verelim: ABD’li ve İsrailli genetikçiler, sadece Türklerin durumuyla ilgili değiller. Kürtlerle de yakından ilgileniyorlar. İddialarına göre, Kürtlerle Yahudilerin yakın akraba olduğunu bulup çıkarmışlar. Yine aynı “çalışkan” araştırmacılar, Filistinli Arapların, aslında sonradan Müslüman olmuş Yahudilerin torunları olduğunu da “kanıtlamışlar”56. Çünkü Yahudilerin yüzde 70’i ile Filistinli Arapların yüzde 82’si aynı gen havuzundan besleniyormuş. Dahası, Suriyeli Arapların durumu da aynıymış. Sizin İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 16. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com anlayacağınız “Nil’den Fırat’a kadar” kim varsa! Ermeniler bile Yahudilerin yakın akrabasıymış. Masal bu ya, bunu ortaya çıkaran bilimsel(!) araştırmaların sonuçları Ermenistanlı bilim adamları tarafından da kanıtlanmış57. Şıracının şahidi bozacı. Anlaşıldığına göre, genetik bilimi iki yönde ilerliyor. Birinci kol, doğadaki canlıların genetiğiyle oynuyor ve bu sayede küresel egemenlerin yeryüzündeki bütün tarımsal faaliyetler üzerinde tekel kurması için çalışıyor. Bunun yanında kısırlık yapan GDO’larla beslenmemizi planlıyor ve uyguluyor. İkinci kol ise dünyayı yönetmek iddiasındaki fesat insanların politikaları doğrultusunda pratik sonuçlar elde etmek üzere kalem oynatıyor. Her iki kol da insanlık için büyük tehlike. Sesimizi nasıl duyuracağız? Türk basınının durumu içimizi karartıyor. Çünkü söz konusu sözde bilim çevrelerinden çıkan haberleri “Türkiye’nin gen haritası çıktı”, “belirlendi” şeklinde sunuyorlar ve ortada sanki bilimsel bir ilerleme, bir buluş varmış gibi haber yapıyorlar. Bu durumun altını da burada özellikle çizmek istiyoruz. Sabah gazetesinin manşetten verdiği habere bir bakınız: 16 Alın size bir haber daha: Bugün gazetesinin, 28 Mayıs 2009 tarihli haberine göre İsviçre’de iGenea adlı bir şirket tarafından yapılan araştırmaya göre, Avrupa’da yaşayan halklar arasında, genetik anlamda “en karışık ve en az saf kan” olan topluluk Türklermiş. Şirketin iddiaları bununla da kalmıyor. Onlara göre, Türkiye’de yaşayan insanlar, sekiz farklı etnik guruba ait genleri taşıyormuş. Şirket bu gurupların adını da veriyor: Türk, Berberî, Helenik, Germen, Slav, Arap, Yahudi, İliryalı. Batı cephesinden bu haberleri okuyan “Türkiyeli” bilim adamlarından bazıları hemen vaziyet aldılar ve bu gibi haberlerin kendileri tarafından zaten bilinmekte olan şeyler olduğunu ima eden demeçler vermeye başladılar. Türkiye’de bilim maalesef işte böyle! Muhtemelen “en büyük uzman” da Prof. Celal Şengör. Adama cevap veren, haddini bildiren çıkmadığına göre! Bir zaman önce, ABD’den gelen bir takım kimselerin, salgın hastalık olup olmadığını araştırmak için olduğunu öne sürerek kan örnekleri topluyordu. Güya topladıkları kanlarla bilimsel deneyler yapacaklarmış. 23 Ocak 2012 tarihli Vatan gazetesinden öğrendiğimize göre genom dizilimini inceleme maliyeti çok hızlı düştüğü için bu gibi araştırmalar Türkiye’de de yapılacakmış. Gazetede yer alan yazıda “Türk” denmiyor, kendini Türk bilen insanlar” deniyor. CİA’nın bize nasıl bir gelecek hazırlamaya çalıştığı, nasıl kimseleri maşa olarak kullandığı, bizi etnik yığınlar topluluğu halinde yaşayan tüketici deposu olarak gördüğü çok açık görünüyor. Olaylar tıpkı, İkinci Dünya Savaşı öncesinde bilimin ırkçığa alet edilmesi döneminde olanlarla aynı mahiyette gelişiyor. Söz konusu politikalar bizi ayrıştırıp etnik yığınlar topluluğu haline getirmek isteyenlerin sözde bilimsel kalıba soktuğu laflara dayalı ön hazırlıklardır. Son olarak, AB lobisinin koç başı durumundaki TÜSİAD’in bu konudaki çıkışından da söz etmek istiyoruz. Onlara göre, bütün bu bilimsel (!) çalışmalar, Türklerin genetik yapısının Batılılaşmaya yatkın olduğunu göstermekteymiş. Bak, bak! Zekâya bak! Hem nalına hem mıhına. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 17. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Dikkat buyurunuz! Genlerle kültür arasında kurulan ilişki ve yol açtığı olaylar, Nürnberg’de mahkûm edilmişti. Oysa Zenginler Kulübü’nün, bu yaklaşımı kimse tarafından tartışılmadı. Oysa sayısız bilim adamını çevresinde toplayan, üyeleri arasında üniversite sahibi olanlar bile bulunan TÜSİAD’dan böyle bir tavır beklemezdik. Tersine, Uşaklıların Frig kökenli olduğu veya Türkiye’de Türk’ten başka herkesin bulunduğu iddia edildiğinde TÜSİAD’çıların bir ve birkaç üniversitesi, hemen atılıp, bu deneylerin nasıl yapıldığını, deneylerden bu sonuçlara nasıl ulaşıldığını sormalarını ve laboratuar çalışmalarının tekrarı için harekete geçmelerini beklerdik. Laboratuarları yok mu yoksa? Oysa sosyal bilimci diploması vermekten çok daha önemli işlere imza attıklarını gösterebilmeleri için tam sırasıydı. TÜSİAD’çılar, Türk olduğumuz için bize AB kapılarını kapatmak isteyenlerin suyuna giderek, mademki Türk değilmişiz, o halde genlerimizde Batılılaşmaya engel bir durum yoktur, şeklinde bir anlamı akla getiren demeç vermekle yetindiler. Yine de yanlış anlamaları ortadan kaldırmak için fırsat geçmiş değildir. İsterlerse düzeltirler. 4 Bakalım sözde bilimci genetikçi taifesinin söyledikleri doğrumuymuş? Değerli akademisyenlerimizden Dr. Ali Tayyar Önder’in, 50’den fazla baskı yapan Türkiye’nin Etnik Yapısı-Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler adlı eserinde, 1960 ve 1965 sayımlarına göre anadil verilerine dayanarak, etnik yapının yüzdelerle ifade edildiği bir tablo bulunuyor. Bu tabloya göre, 1965 nüfus sayımında, halkın yüzde 90,1’i anadilini Türkçe olarak beyan etmiştir. Bunun yanında, Kürtler yüzde 7,1; Araplar yüzde 1,2 Çerkezler yüzde 0,18; Lazlar yüzde 0,8 ve diğerleri toplam yüzde 0,82 kadardır. Söz konusu sayım sonuçlarına göre, kendini başka bir etnik kimlikle ifade eden ve buna göre anadil beyanında bulunanların toplam nüfus içindeki payı yüzde 10’un biraz altında bir değerdir. Aynı eserde yer alan bir başka tabloda ise, 1927 yılında anadili Türkçe olanların oranı, 13,6 milyonluk nüfus içinde yüzde 86,4’tür. Aynı sayımda Kürt nüfus yüzde 8,70 olarak görülmektedir58. 17 Söz konusu eserde, 1992 yılında, Hacettepe Üniversitesi tarafından yapılmış bir araştırmaya da yer verilmiştir. Buna göre, Türkçeyi anadil olarak beyan edenlerin oranı yüzde 92’dir. Kürt olmadıkları bilindiği halde Zazaların da dâhil edilmesiyle, 1992 yılı itibariyle Kürtlerin oranı sadece yüzde 6,20’dir. Yine aynı araştırmanın sonuçlarına göre Kafkas dillerini konuşanların oranı yüzde 0,12’dir. Türk Tarih Kurumu başkanlarından Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, 1453 ve 1650 yılları arasındaki dönemde tutulan Tahrir defterlerinin incelenmesine dayanan, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler ve Oymaklar adlı kitabını yayınladı. Söz konusu eserde, 41 binden fazla Türk aşireti, oymağı veya cemaatinin adı tek tek sıralanıyor, yaşadıkları yerleri bile harita üzerinde görmek mümkün. Üstelik bunlar sadece konar göçerlerle ilgili. Yazar, şehir ve kasabalarda yaşayan yerleşikler için de ayrı bir çalışması olduğunu söylüyor. Soros’dan yardım aldığı bilinen TESEV adlı vakfın araştırmasında bile Türkiye’de etnik nüfus yüzde 5,2 olarak çıkmıştır59. (TESEV başkanı Can Paker, Soros’tan yılda 2 milyon dolar aldıklarını itiraf 60 etmiştir . Artık, doğrusu kaç paraysa!) Yine aynı eserde, 1992 yılında bir kitap yayınlayarak Türkiye’yi mesnetsiz olarak 47 etnik guruba ayıran ve halkımızı etnik mozaik olarak nitelendiren Peter Alfred Andrews, toplam nüfus içinde Türk nüfusun oranının yüzde 86,2; buna karşılık, etnik nüfusun yüzde 13,8 olduğunu söylemektedir. Bütün bunlara karşılık, genetik bilimi(!) bize kendinizi Türk sanabilirsiniz ama Türk değilsiniz, diyor. Nedense? Oysa kendimizi Türk “hissetmekten” daha önemli ne olabilir? Medya da tepeden tırnağa yalan olan ve kötü niyetli oldukları açık olan bu gibi haberleri, bilimsel bir gerçekmiş gibi başköşeden duyuruyor. Ne tarafa yaltaklanacağını bilemeyen bazı medya organlarının başyazarları ABD’den gelen genom sözde araştırma sonuçlarını kabullenir mahiyette defalarca yazı yazdılar. Bunların ABD elçileriyle Kumkapı meyhanelerinde buluşanlardan olması dikkatimizden kaçmadı. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 18. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Türklük düşmanlarının değirmenine su taşıyan son hamleyi YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan yaptı. Yukarıda sıraladığımız olanca istatistik ortada dururken, Kürtçenin Türkiye’de 13 milyon insanın konuştuğu dil olduğunu söyledi. Meslektaşlarından kimse ortaya çıkıp şimdiye kadar üniversitelerimizde yapılmış olan hangi araştırmaya dayandığını sormadı. Ne demeli? TÜSİAD’ın çıkışını yorumlarken dile getirdiğimiz, Frigler konusuna da burada yer verelim: Yıllar önce, Frig mezarlarından çıkan kemik numuneleriyle, civardaki köylülerden alınan DNA örneklerinin incelendiği, inceleme sonucunda, günümüzde tarihi Frigya topraklarında yaşayan insanların Friglerin torunları olduğunun anlaşıldığı şeklinde bir iddia ortaya atılmıştı. Bu konu, sekiz on yıl önce gazetelerde haber olarak işlenmiş bir konudur ve daha sonra ortaya atılan kuru sıkı iddiaların habercisi niteliğindedir. Benzer iddialar o zamandan beri artarak günümüze kadar gelmiştir. Bu gibi iddiaların sahipleri o kadar ileri gitti ki, artık Anadolu’da yaşayanların Türkleştirilmiş Müslüman olduğunu öne sürüyorlar. Bu iddia, söz konusu genetik incelemeler sonucunda ortaya çıkartılmış bir bulgu olarak sunulmaktadır. Ancak bu doğru değildir. Çünkü henüz DNA’nın ne olduğunun bilinmediği zamanlarda Yunanistan bu iddiayı savunuyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı Trakya’da çoğunluğu oluşturan Türklerin arasına nifak sokmak için bu iddiayı ortaya atmışlardı. Önce, “Türk’üm ama Müslümanlığım önce gelir” diyenleri desteklemişler ve ayrıcalık tanımışlar, “Türklük ve Müslümanlık birbirinden ayrılmaz, et ve kemik gibidir”, diyenleri ezmişlerdir. Bu yolla Müslüman’ım diyenlerle Türk’üm diyenler şeklinde iki gurup ortaya çıkarmışlar, Türklüğe vurgu yapanları ezdikten sonra sıra Müslüman’ım diyenlere gelmiştir. Kışkırtıcı ajanların büyük rol oynadığı akılsızca kavgalar sonucunda Batı Trakya’da Türkler azınlığa düşmüştür. Siz Türk değilsiniz, siz Müslümansınız şeklindeki iddia Batı Trakya’daki Türklerin azınlığa düşürülebilmeleri için Yunanistan’ın çok işine yaramıştır. Üstelik arzuladığı sonucu alırken elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış, Batı Trakyalılar ne yaptıysa kendi kendilerine yapmıştır. 18 Geçenlerde, internette bazı DTP’lilerin tutuklanmalarıyla ilgili İngilizce bir haberle karşılaştık. Konuyu yakından incelediğimizde, haberleri olduğu haliyle değil de, kendi maksatlı yorumlarıyla Avrupa’ya uçuranların Türkiye’de olduğunu ve kendi ifadeleriyle “Gazetecilere Yol Gösteren”, bağımsızlık iddiasında bir iletişim ağı üzerinden haberleştiklerini fark ettik. Bu adreste yaptığımız incelemeler sırasında konumuzu yakından ilgilendiren bir makaleyle karşılaştık. Bakınız ne diyor61: “1915'ten sonraki politikalarla Anadolu'nun Müslüman halkları Türkleştirildi. Birkaç yüzyıl öncesine dek Bizans'ın, Pontus-Rum'un, Friglerin torunları olanlar, 20. yüzyılın ilk çeyreğiyle artık Türk oldu. İşin ilginç tarafı, Türkçülüğü devletin resmi ideolojisi haline dönüştürüp Müslümanları Türkleştirenlerin bir kısmı bir zamanlar Osmanlı elitleriyken, bir kısmı da liman burjuvazisi olarak Akdeniz ülkelerinde gelişen ve İstanbul, İzmir gibi kentlerde yoğunlaşan Balkan göçmenleriydi. İttihat ve Terakki'nin öncü kadrolarına bakıldığında bu açıklıkla görülecektir. Yani Türkçülük ideolojisinin kurucuları "Türk" değildi… Türk milliyetçiliği, iflas etmiş bir projedir. Bu nedenle artık yalnızca kriz üretmektedir ve varoluşunu ancak krizler sayesinde hissetmektedir. Kıbrıs krizi, Kerkük krizi, Bayrak krizi vs. hepsi Türk milliyetçiliğinin tutunuş çabalarıdır, can çekişmeleridir. Kendilerini bu ülkenin doğal sahibi sayan bir takım üniformalıların, iktidarını kudretlendirmek için izlediği "milliyetçi tahrik" stratejisini, bu bağlamda milliyetçi yükselişten ayırt etmek gerekir. Bugün yükselişte olarak görülen milliyetçilik, 28 Şubat'ın ardından güç kaybeden oligarşik-darbeci güçlerin, girdikleri bunalımdan kurtulmak için geliştirdiği bir tahrik politikasıdır. Resmi devlet görevlilerinin Şemdinli'de halkın üzerine bomba atmasıyla milliyetçi tahrikin provası yapılmış ve Şemdinli olayları sonrası sistematik bir milliyetçi tahrik stratejisi izlenmiştir. Milliyetçi yükseliş denilen tahrikin müsebbibi Genelkurmay ve Genelkurmay'ın "dinamik güçleridir… Darbeci elitler, artmasını istedikleri toplumsal gerilim üzerinden güç devşirmeye çalışmaktadırlar. Bugünkü darbeciler, Osmanlı'nın son dönemindeki İttihat ve Terakki'yi andırmaktadır. Darbecilerin İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 19. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com tüm aciz girişimleri, tüm milliyetçi kışkırtmaları, Kemalist darbeci düzenin ve o düzenin dayandığı Türkçü milliyetçi resmi ideolojinin can çekiştiğini göstermektedir…” Şimdi soruyoruz: Bu değerlendirmeler, yandaş medyada karşılaştığımız, belli konularda yoğunlaşmış haber bültenlerinin vermeye çalıştığı mesajın özeti niteliğinde değil midir? Ama Türkiye medyası bu gibi konuşmalara başlamadan önce Yunanistan’dan yayın yapan bir internet adresi, bu fikirleri yayıyordu. Kim kimi yönlendirdi de günümüzde Türkiye’yi yukarıdaki fikirlere göre hareket edenler yönetiyor? Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Türkleri ve Türklüğü yok sayma, Türk milletinin “yapay bir ulus” olduğu gibi iddialar, önce Avrupalı ırkçı kuramcıların, ardından Nazilerin ve Naziler mahkûm edildikten sonra Alman solunun, sosyal demokratlarının, Yeşillerin öne sürdüğü iddialardır. Bu iddialar ortaya atılıp ilk kez propaganda edildiğinde ne DNA ne de RNA biliniyordu. “Farslarla Fransızlar arasında gizli akrabalık olduğu”, “Osmanlı devletini başarıya götüren devlet adamlarının hepsinin Aryen ırkına mensup olduğu”, “Kudüs’ü geri alan Selahattin Eyyübi’nin Aryen ve Germen kökenli olduğu”, “Kürtçenin bir İndo-Germen dili olduğu” şeklindeki iddialar, Germen ırkının üstünlüğü iddialarının çerçevesinde dillendirilmiş iddialardır62. Bugün Türk’ten ve Türklükten söz eden faşist olarak niteleme cüretini gösterenler Nazilerin fikirlerinin peşinden giden tescilli faşistlerdir. Emperyalist odakların ülkemizdeki beslemeleridir. 5 Gelelim, sözde bilimsel (!) genetik yaklaşımın temelindeki tutarsızlığa! Türk kimdir? ya da kime Türk denir?, sorusuna iki şekilde yaklaşılıyor. Birinci yaklaşımda ırk bağlantılarından yola çıkılıyor. Son yıllarda buna genetik kodlar yaklaşımı da eklendi. Önceki yüzyılda sistematik ırkçılar, bilimi son haddine kadar istismar ettiler. Sözde bilim niteliğinde birçok düzmece deneye ve gerçek olmadığı sonradan açıkça anlaşılan gözlemlere dayanan kuramlar ortaya attılar. 19 Deney sonuçlarını maksatlı olarak çarpıttılar. Önyargılara uygun yorumlar yaparak, egemen güçlerden her türlü desteği aldılar. Britanya, Almanya, Fransa ve ABD, devlet olarak bu şarlatanları arkaladı, besledi ve semirtti. Böylece bugün yanlışlığı, hatta gülünçlüğü bilinen geniş bir literatür ortaya çıktı. Stalin başta olmak üzere, Sovyetler Birliği de bu şarlatanlıklara epey destek verdi. Biyolojinin yöntemleriyle, “komünist insanı yaratma projesi” ve “gorille insanları çiftleştirerek yemeyen içmeyen, komünizme çok az masrafla askerlik yapacak korkusuz yaratıklar yaratma ”, projesi başlıca uğraşları oldu. “Gorille insan arası insan yaratma” projesinin, Stalin tarafından Gürcistan’da kurulan bir araştırma çiftliğinde sürdürüldüğü bugün biliniyor. Bu gibi konuları Batının Kültürü Dış Politikasını Nasıl Yönlendiriyor? Arsızlık ve Kültür adlı kitabımızda incelemiştik. Sözlerimizin arasına şunu da ekleyelim: Dün sözde bilimsel ırkçı kuramcıların arkasında, onlara her türlü maddi manevi desteği sağlayan güçlerle, neo-Darwinci ince ayardan geçirilmiş ve güncellenmiş ırkçılığın arkasındaki güçler aynı güçlerdir. Bu iddiamızın bütün kanıtları ortadadır. Irkçılık İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nürnberg mahkemesinde mahkûm edildi. Ne var ki söz konusu ideoloji geride derin kültürel izler bırakmıştı. Avrupa Birliği yetkili organları tarafından, 1997 yılında birliğe üye 15 ülkede toplam 16 bin kişiye yöneltilen sorularla yapılan ankette, ankete katılanların yüzde seksenden fazlası, şu veya bu derecede ırkçı olduklarını ifade etti63. Bu anketin bize işaret ettiği gerçek, ırkçılığın bir kültür olarak Batı Avrupalıların ruhuna işlediği gerçeğidir. Bu altyapının üstüne şimdi bir de genetik araştırmaları oturtuldu. Irkçılar, bu kez eski tecrübelerini daha sağlam basmaya çalışarak değerlendiriyorlar. Genetik şifreleri, kendilerinin üstün insanlar olduklarını kanıtlamak için kullanmak yanında, politik bakımdan çökertmeyi hedef seçtikleri ülkelerde yaşayan halkı birbirinden ayrıştırmak için de kullanıyorlar. Bunun örneklerini birer birer yukarıda verdik. Bizim için ilginç olan, DNA’dan, RNA’dan anlamayan sözde akademisyenlerin Batıdan gelen sözde bilimsel bilgileri bülbül gibi tekrarlama eğilimine girmeleridir. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 20. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Türklere ve Türklüğe gelince! Önce şunu açıkça ifade edelim ki, Türkler genetik zenginidir. Çünkü binlerce yıllık Türk tarihine dış evlilik kurumu damgasını vurmuştur. Türkler, yakın akraba evlilikleri konusunda sanki bütün çağdaş bilimsel bulgulardan haberdarmışçasına, komşu kabileden kız alırlar, komşu kabileye kız verirlerdi. Bu kabilelerde aranan tek şey ortak kültür öğeleriydi. Tasada, kıvançta, kaderde bir olmak önemliydi. Bütün bunlardan dolayı, Türklerin genlerini ne kadar incelerlerse incelesinler, zengin bir çeşitlilikle karşılaşırlar. Homojenlik gösteren bir yapıyla karşılaşmaları mümkün değildir. Ayrıca genetik zenginlik, her bakımdan geleceğin sigortasıdır. Çok büyük servetimizdir. Milliyetçiliği ırkçılık olarak göstermek ya da ırkçı temel üzerine inşa edilmiş fikirler olarak tanıtmak, bir çeşit manipülasyon64, halkı yönlendirme, milliyetçilikten soğutma propagandasıdır. Herkes niyetine göre, istediği kadar sözde kanıt toplayabilir. Önemli olan bu gibi aykırılıkların kültürümüzün rengini ne kadar etkilediğidir. Milliyetçiliği ırkçılık gibi gösterenler, Marksist, Leninist, anarşist, kozmopolitist, liberalist ve bazı sözde İslamî çevrelerdir. Bunları konuşanların büyük bölümü de etnik milliyetçidir ve ırkçı güdülerle hareket ederler. Milliyetçiliğin fikir önderlerinin görüşlerini dikkate almazlar. Onun yerine kendi kendilerine kolayca yenebilecekleri, tezlerini çürütebilecekleri bir milliyetçilik tanımı yaparlar. Milliyetçiliği kendileri tanıtır, kendileri çürütür. Bu tutumun işlerini kolaylaştıracağını düşünürler. Unutmayalım ki, fikirleri zayıf olanların, sinsi davranmak ve dolap çevirmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Kendine güvenen dürüst olur, dürüst davranır. Şimdi gelelim, milliyetçilik üzerine ikinci ve gerçek yaklaşıma! Türk milliyetçiliği, ortak tarih bilincidir, kültür birliği demektir. Genleri değil, dil, din, kültür, vatan gibi bizi birbirimize bağlayacak olan toplumun çimentosu niteliğindeki bütünleştirici değerleri esas alır. Genetik bağlantıları aklına bile getirmez. Bunu tecrübe bile etmemiştir. Ne demiş Büyük Atatürk: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” 20 Atatürk’ün büyük değer verdiği, Kuşadası bölgesi Kuvay-ı Milliye’cilerinden ve Rauf Orbay’ın 1922’de kurulan kabinesinde İktisat vekilliği yapan Mahmut Esat Bozkurt, 1931 Ekim ayında Vakit gazetesinde yayınlanan bir makalesinde geçerli milliyetçilik anlayışını şöyle ifade etmiştir65: “Bir noktayı ehemmiyetle işaret etmeliyim ki, biz milliyetçiler, insan dostluğunu, farmasonluğun yaptığı gibi, milliyetleri inkârla, gizli gizli çalışmakla, hatta tatbikatta şahısların, bazı emperyalistlerin, suikastçıların emellerine alet edilen bu tarikatla anlamıyoruz. Biz insanlığın dostuyuz. Biliriz ki, bir millet yalnız yaşayamaz. Hele yirminci asırda…” Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda yerleşen ve bütün yasal yapılanmalara yön veren, yukarıdaki sözlerde ifadesini bulan milliyetçilik anlayışı, o günkü biçimiyle bugün de sürmektedir. Oysa biri çıkıp, Kızılderililer Türk’tür veya Türk kökenlidir, demişse, Türk milliyetçiliğine karşı manipüle edilmiş kimseler, “herkesi Türk yapıp çıkıyorlar”, der. Ya da Japonlarla Türkler akrabadır, aralarında akrabalık ilişkisi vardır, dendiğinde hemen alay etmeye yeltenirler. Ama aynı çevrelerin, bizi Yunanlı ya da Yunanlaşmış yapmak için, Türkleştirildiğimizi öne süren dış güçlerle işbirliği yaptığını görüyoruz. Bu ne yaman çelişkidir. Her ülke diğer ülkelerde imaj yapabilmek, diğer milletleri kendine ısındırabilmek için olağanüstü yatırımlar yapıyor. Umarız hatırlanacaktır: On yıl kadar önce, bir Japon televizyon ekibi, Kayseri’de yaylalarda çekim yaparken bir çobanla karşılaşır. Çoban, onları birkaç gün ağırlar, elinde avucunda ne varsa onlara ikram eder, her şeyini paylaşır. Derken ayrılık vakti gelir. Kameraman vedalaşma sahnelerini çekmeye başlar. Karşılıklı olarak birbirlerine el sallarlarken, bizim gönül adamı çobanımızın gözünden yaşlar gelmeye başlar. İşte Türk budur. Görüntüler, Japonya’da gösterildiğinde duygusallığıyla ünlü yüz milyon Japon hep birlikte duygulanır. Müthiş bir Türkiye sempatisi gelişir. Milyarlarca dolar harcansa, o samimi gözyaşlarının İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com