SlideShare a Scribd company logo
1 of 23
Download to read offline
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com


                TÜRKLÜĞÜN TARİHTEKİ DERİNLİĞİ ÜZERİNE
                                                     Türkçe ve Türk kültürü yağmaya çıkarılmış bir mal
                                            gibidir. Elinde delil olsun olmasın, her önüne gelen ondan bir
                                            parçayı alıp başka bir kültüre mal etmeye sanki izinli gibidir.
                                                  Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi adlı eserinden1


1       GİRİŞ
       Son zamanlarda, Türklüğümüzü yok sayanların sesi iyice yükseldi. Batı
dünyasındaki Türklük düşmanlarıyla paralel çalışır oldular. Bunların devlet örgütü
içindeki konumları da güçlendi. Türklük düşmanlığı eskiden de vardı ama bu kadar mevzi
kazanmış değildiler. Dünya finans sistemini denetleyen egemen güçlere yaranmak için
elinden geleni yapan bir politika anlayışı, ülkemize iyiden iyiye egemen oldu. Bu çevreler
utanmazca bir tutumla sahibinin sesi rolü oynuyor. Bir başka deyişle, küresel güçlerin
dublörlüğünü yapıyorlar. Her aferin ile birlikte bunlara şekerleme de veriliyor.
        Dünyaya çıkarlarına uygun düşen bir biçimi vermek isteyen söz konusu egemen
güçler, Soğuk Savaş’ın noktalanmasını simgeleyen Berlin Duvarı’nın yıkılmasının hemen
ardından milliyetçiliğe savaş açtı. Komünizm ile mücadele, yerini hızla milliyetçilikle
mücadeleye bıraktı. Milliyetçiliği çağ dışılık, ırkçılık, gerilik olarak sunabilmek için her gün ve
her fırsatta iftira kusuyorlar. Eskiden aşırı milliyetçilik denirdi, şimdi ılımlısı da her türlüsü de
hedef alındı. Bu işi örgütleyenler, eskiden anarşist, Marksist, liberal, İslamcı şeklinde ayrı ayrı
mevzilerden birbirlerine saldırırlardı. Ama şimdi aralarında işbirliği yaptıklarını ve ortak
hedef olarak milliyetçiliği seçtiklerini görüyoruz.                                                           1

        Türklük düşmanları, fesat yayarken tarihi kötüye kullanıyor, astarını yüzüne getirecek
kadar çarpıtarak sanatlarını icra ediyorlar. Bu makalemizde, ne demek istediğimizi sergilemeye
çalışırken, diğer yandan güçlü savunma mekanizmaları oluşturmamıza katkıda
bulunmayı umuyoruz.
       Önce şunu ifade edelim ki, Türklüğe karşı küçümseme cumhuriyet kurulmazdan
önce de vardı. Olayı sadece küreselci çevrelerin politikalarıyla açıklamak doğru değildir.
Cumhuriyet düşmanları, Türklük düşmanlığını miras olarak kabullendi ve sermaye olarak
kullandı. Son zamanlarda küreselleşme söylemleriyle birlikte bu tutum tırmandırılmıştır.
Küresel güçlerin içerdeki uzantısı olan bazı çevreler, Türk diye bir kavmin olmadığını,
bunu Atatürk’ün uydurduğunu, Anadolu’da yaşayanların çok büyük bir kısmının
Türkleştirilmiş/Müslümanlaştırılmış Rumlar olduğunu, sözde genetik araştırmaların bu
iddiaları kanıtladığını öne sürüyorlar. Türkçe diye bir dil olmadığı, Türk mutfağının
aslında Rum mutfağı olduğu, Türk müziğinin Bizans müziği, Türk halk oyunlarının
Anadolu Rumlarının oyunlarının taklidine dayandığı, Türklerin Anadolu’ya geldikten 500
yıl sonra uygarlaşmaya başladığı da iddiaların arasında önemli yer tutuyor. Bu gibi
sözde bilimsel ambalaj içinde sunulan mesnetsiz iddiaların hepsini Kültür Savaşı
/Türklük Düşmanlarının Cephanesi adlı kitabımızda teker teker cevapladık. Bu
makalemizde ise bir yandan sözünü ettiğimiz çalışmayı tanıtırken, diğer taraftan bazı
eklemeler ve günümüzde pompalanmakta olan yalanlar karşısında yeni sunumlar ve
değerlendirmeler yapmak istiyoruz.
      Büyük Atatürk, Türklüğe şaşı bakan çevrelerin durumunu, 1932 yılında, çıktığı
yurt gezisinde, heyetteki ekonomi danışmanı Ahmet Hamdi Başer’le günlük durum

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

değerlendirmesi yaparken şöyle ifade etmiştir2: “Türkleri bütün dünyaya geri bir millet
olarak tanıtan telakki bizim de içimize girmiştir… Evvela millete, tarihini, asil bir millete
mensup olduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir milletin çocukları olduğunu
öğretmeliyiz.” Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası adlı romanında3, mirasyedi bir
paşa çocuğunun hikâyesinde, bizim içimize, özellikle de İstanbul’un varlıklı çevrelerine
giren fesadı çok güzel anlatır. Yakup Kadri de, İstanbul sosyetesinin işgal güçlerine nasıl
yalakalık yaptığını, bunu yaparken de değerlerimizi nasıl küçümsediğini Sodom ve
Gomore adlı romanında gayet veciz bir şekilde gözler önüne sermiştir. Bunların sadece bir
roman olduğu sanılmasın 4 . Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ülkede nasıl bir kültürel
kargaşa ve aşağılık duygusu ortamı olduğunu bilmeyenler Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran
iradenin nasıl bir kültürel, toplumsal ve siyasi miras devraldığını bilmesine ve
kavramasına imkân yoktur. Hüküm vermeden önce dönemin şartlarının incelenmesi
gerekir. Oysa günümüzde, tam anlamıyla “ağzı olan konuşuyor”.
        Ahmet Hamdi Başer, eserinde, kendisini yukarıdaki sözlerle ikaz eden Atatürk’ün
amacını açıklarken, “halkı müşterek fikir etrafında toplamak, memleketin sadece maddesini
değil, milletin manasını da kurtarmak lazım geldiğini” söylediğini ifade etmiştir. Nitekim
bütün şahitler ve mevcut belgeler Atatürk’ün başka kavimler karşısında bir üstünlük
kuramı inşa etmek amacında olmadığını, milletin silkinmesi ve kendine gelerek milli
benliğinin bilincine varması için savunma yaptığını göstermektedir. “Ne mutlu Türk’üm diyene!”
vecizesi de Atatürk’ün trenle Anadolu’yu gezdiği bu günlerdeki gözlemlere dayanarak sarf
edilmiştir. Dikkat edilirse, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü ırkçılık olarak göstermeye
çalışanların tamamına yakını etnik milliyetçidir, bir kısmı devlet kurumunun kötü bir
kurum olduğunu iddia eden anarşistler ve/veya devletin zamanla ihtiyaç olmaktan
                                                                                                                                2
çıkacağını ve yeryüzünde emekçilerin iktidarının kurulacağını savunan Marksistlerdir.
Felsefe kitaplarından çıkardıkları elbise kalıplarına göre bize gelecek biçmeye çalışanları
Kültür Savaşı adlı kitabımızda teker teker inceledik ve tanıttık. Burada ayrıca uzun uzun
analizlere girişmeye gerek yoktur. Öyle yaparsak, tekrara düşmüş oluruz.
       Anti milliyetçilerin tarih üzerinden yaptıkları çarpıtma ve yalanlara karşılık, şurası
açık bir gerçektir ki, Türklüğü ve Türkleri tarihten silerseniz, tarih kitaplarının içi boşalır.
Bu gerçek, tarih söz konusu olduğunda her dönem için geçerli olan adeta evrensel bir
gerçektir. Bugün bir Avrupa kimliğinden söz edilebiliyorsa, bunun nedeni Türkler
karşısında ve Türkler örnek alınarak şekillenmiş bir kimlik inşa edilmiş olmasıdır.
Özellikle Avrupa tarihini anlamak için Türklerin tarihinin incelenmiş olması gerekir. Bu
konuyu Türkler ve Avrupa/Avrupa Kimliği Nasıl Şekillendi?, adlı kitabımızda kapsamlı bir
şekilde inceledik.
2          BİR KIYASLAMA ZEMİNİ: ARAP TARİHİ
                                                                Arapçayı kabullenmek derecesinde kendimize mal etmek isterim.
                                                       Amma bundan Türklüğümüz zarar görürmüş… Biz istifade ederiz ya!

                                                                                      Mason Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
        Türkleri bir millet olarak tanımamak, küçümsemek, dışlamak, tarihin dışına atmak, hatta yok saymak
şeklindeki tutum bin yıldan fazla bir zaman öncesine dayanır. Bu suçun arkasında, Avrupalılardan yüzyıllarca
önce, Arap yazarlar vardı. İsmail Hami Danişment, “Türklük Meseleleri” adlı eserinde bu konuda bizi şöyle
aydınlatmaktadır 5 : “Eski milletlerin asırlarca yüreklerini titreten Türk korkusu, onların muhayyilelerini*

*
    Muhayyile, beyinde hayal kurma merkezi, muhayyel ise, sanı ve kuruntu çeşidinden zihinde kurulmuş anlamına gelir.

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

yüzlerce yıl Türk ırkınınx aleyhine işletmiş ve işte bu hayal faaliyeti o milletlerin mitolojilerinden başka,
tarihlerinde, folklorlarında ve hatta din kaynaklarında Türk tipine adeta bir umacı şekli veren korkunç tasvirler
hâsıl olmasına sebep olmuştur… Bu akla sığmaz efsanelerin icadında en mühim rolleri oynayanlar, muhtelif
devirlerde memleketlerin din adamlarıdır. Yani o mutaassıp dinciler, bir taraftan da ırkçılık ve milliyetçilik
taassubu göstermişlerdir. Bunların en şaşılacak örnekleri eski Arap müfessirleriyle, şarihleri+ içinde
gösterilebilir. Kur‟an tefsir yahut hadisi şer eden Arap âlimleri din sahasında milliyet duygularına kapılmak
zaafından bir türlü içtinab [sakınma] edememişler ve hemen her münasebetle Türk ırkının aleyhine okkalarla
mürekkep sarf etmekten ve hatta böyle yapabilmek için vesile ve münasebet aramaktan bile zevk almışlardır.”
         Danişment, bu sözlerin hemen ardından şu çarpıcı açıklamayı da yapmaktadır: “Bu vaziyetin asıl
tuhaf tarafı, Türk ırkının aleyhine uydurulan bu garazkâr efsanelerin Türk medreselerine [de] geçmiş olması
ve Osmanlı softaları tarafından da asırlarca dinî bir hakikat şeklinde tekrar edilip durmuş olmasıdır!”
        İsmail Hami Danişment, adı geçen eserinde Türk ulema arasındaki, söz konusu ettiğimiz
başkasının yargısını benimseme halini ifşa eden ve doğruları kendi çağında en üst düzeyde sıralayan
bir Türk din adamından bahseder. Bu zat, Vanî Mehmet Efendi’dir.
        Vanî Mehmet Efendi’nin “Kur’an’ın Gelinleri” adlı bir tefsiri vardır. Bu tefsirde, Kur’an’da adı geçen
Zülkarneyn ile Oğuz Han’ın kastedildiğini öne sürmektedir. O zamana kadar Arap tefsircilerin bazıları,
Zülkarneyn’in Makedonyalı İskender olduğunu, bazıları da Yemen’de hüküm süren Himyerlilerin* hükümdarı
olduğunu savunurdu. Kur’an’da adı geçen Yecüc Mecüc**’ün Türkler olduğunu da üstüne basa basa
söylenmekteydiler. Hatta Arap yazarların bu konuda aralarında görüş ayrılığı olduğuna dair bir bilgi
edinemedik. Buna karşılık, Vanî Mehmet Efendi, onların yayılmasına set çeken Zülkarneyn’nin Türk olduğunu
söylemekle Yecüc Mecüc’ü Türk olmadığını da ifade etmiş oluyordu.
        Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi’nde yer verilen bilgilerin ışığında, bize göre, herkes kendi
efsanesinde, düşmanını Yecüc Mecüc yapmış. Bir yerde Özbeklerin Yecüc Mecüc olduğu söylenmiş. Bir                              3
yerde Çin padişahının kendi kızından doğan oğulları deniyor ve dünyanın doğu taraflarının Yecüc ve
Mecüclerle kaplı olduğu söyleniyor. Bir yerde de Karanlıklar Ülkesi’nin halkı oldukları vurgulanıyor,
başka yerde Karnülbahar dağında yaşadıkları iddia ediliyor. Herkes kendi derdine ve düşmanına göre
bir Yecüc Mecüc efsanesi türetmiş.
         Yecüc Mecüc konusuna gülüp geçmeyelim derim. Dünyanın günümüzdeki egemenleri,
papazlar tarafından zihinleri çarpıtılmış insanlardır. Bunun tipik örneği ABD başkanı Oğul Bush’un,
Fransa devlet başkanı Chirac’a, “Yecüc Mecüc tekrar ortaya çıktı, bana yardım etmelisin”, sözüdür.
Chirac, “bunu duyunca gülmemek için kendimi zor tuttum ama Bush çok ciddiydi, bozuntuya
vermedim”, diyor ama Fransa, dünyanın her tarafında Bush’tan çok daha hızlı misyoner. Dikkat
edilirse, bunlar da düşman gördüğünü Yecüc Mecüc olarak sıfatlandırıyor. Hem de 21. yüzyılda.
        Vanî Mehmet Efendi, Tevbe suresinin 39. ayetinin tefsirini yaparken de Allah’ın Kur’an’da
Türklerin başa geçeceğini müjdelediğini söylemiştir. Söz konusu ayette şöyle buyrulmaktadır 6 :
“Eğer(gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azapla cezalandırır ve

x
  Kitabından alıntı yaptığımız D. Ahsen Batur, ırk sözcüğünün kullanılması üzerinde şöyle bir uyarıda bulunmuştur: “Yazar
   burada „ırk‟ kelimesini yanlış kullanmıştır; belki Türk halkı demek istiyordu. Çünkü Türk ırkı diye bir ırk yoktur.”
+
  Bir kitaba açıklama yazan kimse.
*
   Himyer, Habeşçe bir sözcüktür ve “koyu renkli” demektir. MÖ 115-MS 525 yılları arasında hüküm süren Himyer
   hanedanının zayıfladığı dönemde, çevrede küçük kasaba beylikleri ortaya çıkmıştı. Bu beyler, “Zu” unvanı taşıyordu. İslam
   Dönemine Dek Arap Tarihi adlı eserde, Zu ile başlayan hükümdarların hepsi Himyerlidir. Himyerlilerin Aden boğazının iki
   tarafına da hükmetmek için savaşlar verdikleri de bilinmektedir. Aden‟in karşı kıyısındaki Afrika topraklarına günümüzde
   Afrika‟nın boynuzu dendiği herkes tarafından bilinir. “karneyn” de çift boynuzlu demektir. Böyle etimolojik tartışmalara
   girişmek bizim ihtisasımız değil ama Zulkarneyn‟in Kızıldeniz‟in iki yakasını da denetim altında tutan bir bey olması
   İskender ya da Oğuz Kağan olmasından çok daha muhtemeldir.
**
    Yecüc ve Mecüc, Kur‟an‟da iki kez adı geçen kavim ya da kavimlerdir. Yaşadıkları yer belirsizdir.

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O‟na hiç zarar veremezsiniz. Allah
her şeye kadirdir.”
        Mehmet Efendi, ayette geçen “başka bir kavim”den maksadın Türkler olduğunu öne sürmüş
ve görüşünü şöyle açıklamıştır7: “Hicretin 350 tarihi girdiğinde İsmaililer x denilen Rafızîlere mensup
mülhitler +, Mısır ve Suriye‟yi istila etmişler ve Abbasi halifelerinden başka dünyanın bütün Müslüman
hükümdarları Şiileşmişlerdi. Müslümanların kelime-i tevhit üzerindeki ihtilaflarından istifade eden Rumlar,
İslam ülkelerini istila ederek vaktiyle Müslümanların kendilerinden fethetmiş oldukları memleketleri istirdat
edip Urfa ve Malazgirt havalisine kadar dayanmışlardı; işte bunun üzerine Allah, Müslümanlara nimetlerini
bolca vererek fazl-u kereminden Türkleri İslam dinine ithal etti.”
                                                            Aden Körfezi, Babül Mendep boğazıyla Kızıldeniz’
                                                            e bağlanır. Haritada görülen bu boğaz, Yemenli-
                                                            lerle Habeşlerin sürekli çatışmalarına sahne
                                                            olmuştur. Hindistan’ı Akdeniz’e bağlayan yolun
                                                            en dar yeri olduğu gibi, Afrika’yı da Akdeniz’e
                                                            bağlayan yolun en stratejik yeridir. Burada tarih
                                                            yoğun olarak yaşanmıştır. Arap tarihinin önemli
                                                            devletleri buralarda kurulmuştur. Zaman zaman
                                                            Habeşler karşıya geçmiş, zaman zaman da
                                                            Himyerliler karşıya geçerek ticareti denetimleri
                                                            altına almışlardır.



        Aktarmamızda kastedilen tarihi olayları Tarih Boyunca Türkler ve Avrupa adlı kitabımızda neden-
sonuç ilişkileri çerçevesinde üç ayrı bölümde inceledik. Burada Arap kavmiyle ilgili bilgilerimizi kısaca
vereceğiz. Çünkü Kur’an dilinin Arapça olması dolayısıyla Araplığı Türklüğün çok üstüne yerleştirenlerin
                                                                                                                             4
dikkatine sunmak istediğimiz önemli hususlar vardır. Bunlar dikkate alınmazsa, Türklük ve Araplık tartışması
kıyas zemini bulamaz. Çünkü Türkler karşısında Arapçılık ısrarlı bir üstünlük iddiası iken, Türklük sadece bir
savunma girişimidir.
        Önce şunu belirtelim ki, tarihte, içinde Arap sözünün geçtiği bir devlet adına rastlanmaz. Bu
adın kullanıldığı ilk devlet, bildiğimiz kadarıyla sadece Suudi Arabistan’dır. Ancak coğrafik bir bölgenin
adı olarak Arabistan’dan söz edilir. İslam döneminde Arabistan sözü, bütün yarımadayı tanımlamada
kullanılmıştır. Ama bunun İslam’dan önce de böyle olduğu kesin değildir. Çünkü çok değişik adlar
taşıyan kavimler, esas itibariyle kabile düzeyinde örgütlenmiş olarak dar ve verimsiz bir bölgede
yaşamaktaydı. Bunlar zaman zaman birleşirler, zaman zaman da bölünürlerdi. Bir başka deyişle,
kabile anarşisinden merkezi yönetime, merkezi yönetimden de yeniden kabile anarşisine geçilirdi.
Ama her durumda ve her çağda baskın rolü kabilecilik oynamıştır. Yarımadanın Sami kavimlerinin
doğum yeri ve anavatanı olduğu iddiası ve yarımadada tek bir ırkın yaşadığı şeklindeki görüş
doğrulanmış değildir8. Bugün bu görüşler taraftar bulamamaktadır.
         Arapların anayurdunun Arabistan yarımadası olduğu üstün körü bir iddiadır. Tarihlerinin eski


x
  İsmaililer: Şiilerin altıncı imam saydıkları Cafer es-Sadık‟ın büyük oğlu olan İsmail babasından üç yıl önce ölmüştür.
  Bunun üzerinde imam ölünce diğer oğlu Musa el-Kazım imam ilan edilir. Bir kısım insanlar İsmail‟in dah önce ölmesinin
  onun imam ilan edilmesine engel teşkil etmediğini öne sürerek ayrılık çıkarırlar. Bunların br kısmı da onun ölmediğini
  kendisini Basra çarşısında dolaşırken görenler olduğunu iddia etmeye başlar. İhtilaf büyür ve Şiiler arasında İsmailiyye
  mezhebi ortaya çıkar. (İslam Ansiklopedisi 23. Cilt)

  Rafiziler: Şia‟nın 21 kolundan biridir. Peygamber‟den sonra hilafetin 12 İmam‟ın hakkı olduğunu savunanlardandır. Buna
  karşılık, 12 İmam‟ın kimler olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır ve bu konuyu birçok ayrılığın nedeni haline
  getirmişlerdir.
+
  Mülhid: Dinsiz, imansız, Tanrısız

  İstirdat: Geri isteme, geri alma

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

dönemleri oldukça karanlıktır. Araplar hakkında en eski bilgiler komşu kavimlerin yazılı belgelerinde
karşımıza çıkar. Arap sözüne köken teşkil eden en eski sözcükler İbranicedir. Arapha (step anlamında) ve
erebhe (göçebelik anlamında) sözcükleri Arap sesini yaklaşık olarak çağrıştıran en eski sözcüklerdir ama
Arapları tanıtmak için kullanılmamışlardır. Bir kavim adını ifade eden Arap sözü ilk kez, Asur kralı 3.
Salmanasar tarafından bugünkü Suriye topraklarında bir savaşın kazanılması dolayısıyla, MÖ 853
yılında Hama kentinin kuzeyinde dikilen bir kitabede “Aribi” şeklinde yer almaktadır. Daha sonra MÖ
6. yüzyıla kadar Asur ve Babil kitabelerinde Aribi, Arabu ve Urbi şeklinde geçer. Araplar, bu sözcükleri
etimolojik köken kabul ederek kendi tarihlerini karanlık çağlara bağlarlar. Bu seslerin Arap kavminin
atalarını tanımladığına itiraz eden kimse de yoktur. Benzer durumun, Türklerin tarihiyle ilgili ipuçlarını
değerlendirirken karşımıza çıkmasına itiraz edilmesini anlamak mümkün değildir.
         İslam Ansiklopedisi’ndeki Araplar maddesinde, birçok Arap kavimlerinin adları şöyle
sıralanmıştır: Ad, Semud, Medyen, Tasm, Amolika, Casim, Abdi Dahm, Ubeyl, Harduha, Cedis, Curhum,
Kahtani, Himye, Lahm, Cüzam, Tay, Ecâ, Selmâ ve Kinde. Aynı yerde sonradan Araplaştığı kabul edilen
kavimlerin adları da yer almaktadır: Adnaniler, İsmaililer, Maaddiler, Nizariler. Hz. Muhammed’in 21.
göbekten atasının Adnanilerden olduğundan bahisle, peygamberimiz Araplaşmış bir kabileye
bağlanmaktadır ki bu bilginin kaynağı İslam Ansiklopedisi’nin aynı maddesidir. Hz. İsmail’in Arapçayı
Mekke’de öğrendiği de aynı kaynakta belirtilmiştir. Yani köken olarak Arap olmadıkları bilindiği halde
Araplaşma olgusundan bahisle Arap parantezine dâhil edilen kavimler de söz konusudur.
         Diğer yandan Prof. Dr. Neşet Çağatay’ın “İslam Dönemine Dek Arap Tarihi” adlı Türk Tarih
Kurumu tarafından yayınlanmış olan eserinde, Arap olduğu kabul edilen halklar tarafından kurulduğu
kabul edilen devletlere yer verilmiştir. Bunlar Arabistan yarımadasının güney taraflarında (Yemen’de)
kurulmuş olan Mainliler (MÖ 1400-700), Sebalılar (MÖ 700-150) ve Himyerliler ( MÖ 115-MS 525) ile
yarımadanın kuzey taraflarında kurulmuş olan Nabatlılar (MÖ 5. yüzyıl), Palmirliler (Tedmürlüler-
                                                                                                                   5
Nabatların devamı), Gassaniler (MS 1. yüzyıl), Hireliler (MS 263-613), Kindelilerdir (MS 5. yüzyıl).
Bunlardan başka Yemen taraflarında, Cebaniler, Katabanlılar, Karililer, Hadramavtlılar, Zu Merasıd, Zu
Gumdan, Zu Yezen, Zu Tubba, Zu Ceden9 adlı kavim veya kabileler söz konusudur. Buraya kadar 41
kavim adını saydık. Söz konusu 41 kavmin tarihi bir araya getirilerek Arap tarihi olarak
anlatılmaktadır. Buna itiraz edenle de karşılaşmadık. Mesela Zu’nun Himyerli beyleri tanıtan bir ön ek
olduğunu ve Himyer’in de Habeş dilinde olduğunu hepsi kabul ediyor.
         Yukarıda adlarını sıraladığımız kaynaklarda, daha birçok kavmin, kabilenin, bağımsız kentin adı
yer almaktadır. Bunların hepsi Arabistan yarımadasında yaşamış olduklarından hareketle Arap kabul
edilirler. Bu konuda, konunun uzmanlarının önemsiz denebilecek ayrıntılarla ilgili itirazlarından başka
karşı çıkan olmamıştır. Görüldüğü gibi Arap tarihi kabul edilen tarihin içinde Arab’ın adı bile geçmez.
Ama konuşulan dilin Arapça olarak adlandırılmasında ve bütün bu kavimler yığının Arap sayılmasında
beis görülmez. Uzmanların kapalı kapılar ardında yaptıkları kimsenin duymadığı akademik tartışmaları
bir kenara koyarsak, kimse bunun bir abartma ya da aşırı basitleştirme olduğunu söylemiyor. Bütün bu
gerçeklere rağmen Arap yazarlar tarihi gerçekleri ters yüz etmekte mahir davranmışlardır.
         Arap kaynaklarında Türklerin kötülenmesi ve aşağılanması olayı 8. yüzyılda başlamıştır. Araplar,
egemenlikleri altına aldıkları yerlerde zamanla azınlığa düşmeye başladıklarında, İslam dininin apaçık bir
şekilde izin vermemesine rağmen üstünlük iddiasına sarılmışlardır. Bunun yanında, evlilikler yoluyla da
Arapların Türklerle karışmaya başladıkları da dikkate alınmalıdır. Araplar, egemenliklerinin tehlikeye girdiğini
gördüklerinde hadis uydurmaya başlamışlardır. Söz konusu uydurma hadisler şöyledir:
   - Araplar Arapların eşitidir; mevali de mevalinin.
   - Ey Mevali, içinizde Araplarla evlenenler suç işlemiş olurlar, kötü yapmış olurlar. Ve ey Araplar,
     içinizde mevali ile evlenenler kötü davranmış olurlar.


İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

   - (Ey Arap) kendinden olanla ve kendi denginle evlen ve yapacağın çocukların safiyeti bakımından
     dikkatli ol ve asla Zenci ile evlenme. Çünkü Zenciler bozuk/çarpık yaratık olduklarından onlarla
     evlenenlerin çocukları sakat ve çarpık doğar.
   - Arapları sevin ve onların yeryüzündeki varlığına destek olun, çünkü onların yaşamı ve varlığı
     demek İslamiyet bakımından ışık demektir; onların yok olması demek İslam’ın karanlığa dalması
     demektir.
   - İnsanlığın en mükemmel sınıfı Araplardır. Arapların en mükemmeli Kureyşlilerdir10.
         Öte yandan, sekizinci yüzyıldan itibaren çeşitli Arap yazarların yukarıdaki uydurma hadislerin altını
doldurmak amacıyla kitaplar yazdığını görüyoruz. Bunlardan biri, İbn al-Mukaffa’dır. Bu zat, ırkçı bir
anlayışı ilk kez kâğıda dökenlerdendir. Ona göre bütün kavimler ağır kusurları olan kavimlerdir. Sadece
Araplar “başkalarını taklit etmeyen, başkalarından bir şey öğrenmeyen, her şeyi kendisi bulan yegâne
millettir”.
         Dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan tarihçi ve coğrafyacı Mesudî, iklim etkilerine yaslanarak
Türkleri aşağılar. Ona göre Allah, üstün bir ırk olmak üzere Sami ırkından Arapları yaratmıştır. Allah’ın
kitaplarını Araplar aracılığıyla göndermesinin nedeni, Sam’ın duasını kabul etmesidir. Bir başka 9.
yüzyıl yazarı olan Ebu Zeyd Belhi’ye göre, Kur’an’da sözü geçen Yecüc-Mecücler Türklerden başka bir
millet değildir. Onlar, “Yecüc ve Mecüc‟ün amcaoğullarıdır, yüksek dağların tepelerinde yaşarlar,
avcılık yaparlar, avlanmadıkları takdirde karga ve akbaba gibi kuşların etini yerler, aralarında sihir
çok yaygındır. Bazılarına göre Türkler, çok vahşi ve kıllı kaba vahşi insanlardır, bu kıllarını uzatırlar,
sanki bir elbise gibi ayaklarına kadar indirirler, böylece onların elbise giymelerine lüzum dahi
kalmaz. Onların bütün meziyetleri çapul ve yağmadır.”
           Yine aynı zata göre Araplar, huzur, bolluk ve refahın gelmesi için Türklerin yok edilmesi
                                                                                                                   6
gerektiğine inanmaktadır. Türkler, er ya da geç, Araplar karşısında başarısızlığa uğrayacak, daha sonra
Habeşler gelip Mekke’yi ve Kâbe’yi yerle bir edecekler, fakat daha sonra Müslümanlar tekrar üstün
gelecektir. Belhî, Arap bilginlerinin bu konuda hemfikir olduğunu öne sürmüştür. Ne var ki, öne
sürdüklerinin hiçbirisi gerçekleşmemiştir. Kâbe’yi tahrip eden Habeşler değil, Harici mezhebindeki Araplar
(Karamitiler) olmuş, Habeşler, İslam ülkelerinin işgali için kendilerinden çok şey uman Portekizlilerin
emellerine alet olmamış, Haçlılar dünyanın öbür ucundan gelerek İslam ülkelerini talan etmişler, bir kısım
Filistinli ve Mısırlı Arap tüccar Haçlılara hizmet etmiş, İslam topraklarını Türkler kurtarmış ve Türklerin
egemenliği giderek pekişmiş ve 20. yüzyıla kadar da aralıksız sürmüştür. Türklerin gücü tükendiğinde İslam
dünyasının ne hale düştüğünü ise her gün televizyon ekranlarından izlemekteyiz.
         Türkleri kötülerken ipin ucunu iyice kaçıran Araplardan biri de Aliyü’l Karî’dir. Bu zatın
zırvalarına göre Türkler başka bir insan cinsidir. Onlara nesnas (uzun kuyruklu bir maymun türü)
denilse daha iyi olurmuş.
        Bir başka Arap yazar Al Tevhidî’dir. Ona göre, “Zenciler aşağı sınıf yaratıklardır, zavallı hayvanlara
benzerler; Türkler ise aynı Zenciler gibi, hayvan niteliğinde şeylerdir; şu farkla ki, Zenciler zayıf ve zavallı
iken Türkler güçlü ve vahşi hayvanlar gibidir”.
        Türk düşmanlığı Endülüs’te yazılan kitaplarda bile yerini bulmuştur. 11. yüzyılda Toledo kadısı
olan Said al-Endülisî’ye göre Türkler, insandan çok hayvana yaklaşıktır. Bu gibi konuları, Arsızlık ve
Kültür/Batının Kültürü Dış Politikasını Nasıl Yönlendiriyor? adlı kitabımızda bulmak mümkündür.
         Şu hususu burada hemen belirtmeyi ihmal etmemeliyiz ki, Avrupa’da ortaya çıkan ırkçı
kuramların kendine özgü bir gelişme süreci vardır. Söz konusu ırkçı kuramlardan Türkler de nasibini
almıştır. Bunun için gerekli ön malzemeyi İslam döneminde Arap yazarlar sağlamıştır. Bir başka
deyişle, ilham kaynağı büyük ölçüde Endülüs kütüphaneleridir.


İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

         Arap tefsircilerin Kur’an tefsirlerinde Yecüc Mecüc’le Türkleri özdeşleştiren telkinlerinin
kaynağı işte bu, yukarıda sıraladığımız sözde İslâm âlimleridir. Vanî Mehmet Efendi’nin karşı çıktığı ve
düzetmek için elinden geleni yaptığı iftiraların kaynağı budur. Vanî Mehmet Efendi vaazlarını Yeni
Cami kürsüsünden yapardı. Diğer pek çok din bilgine nazaran aynı zamanda tarih bilincine sahip bir
bilgindi. Hazırladığı 7 ciltlik tefsirde Arap müfessirlerin yazdığı ve içi İsrailiyat’la dolu tefsir kitaplarının
hatalarını kendince düzeltmiş ama devletin üst kademelerini kuşatan, çıkarından başka bir şey
düşünmeyen devşirmelerin garazından kurtulamamıştır. Onu Viyana bozgununun kargaşa ortamında
Bursa’ya sürgüne göndermişler ve eserine “ırkçı bir Türk tarafından yazılan ırkçı bir tefsir” damgası
vurmuşlardır. Arnavut kökenli Şemsettin Sami, Kamus’ül Alam’ında onun için “başka halklara karşı
olan taassubu ile tanınır”, diye yazmış, yaptığı işin sadece büyük bir haksızlığa karşı çıkmak olduğunu
gözden kaçırmıştır. Peki, Zülkarneyn İskender’dir, ya da Himyerlidir, deyince taassup olmuyor da Türk
deyince niye taassup sayılıyor. Onun hakkında, “siyasetten anlamaz âlimlerden” diye görüş öne süreni
de olmuştur. Müslümanları birleştirmek için Türkleri kötülemek gerekiyormuş gibi, “Müslümanların
kalplerini birleştirme yolunda hizmet edemeyen”, bir bilgin denmiştir11. Alman tarihçi Hammer bile,
sanki İslam ilimlerinden haberdar biriymiş gibi, onun için “mürai vaiz”, “birçok katı naslarla
(dogmalarla) dolu tefsir eserinin yazarı” demiştir. İsmail Hami Danişment, onu tanıtırken, “düşmanları
da meziyetleri kadar çoktu”, diyor. Prof. Dr. Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği adlı eserinde, konuyu
incelerken, Mehmet Efendi’ye yapılan “bu haksız ithamın tesiri en son Osmanlı müelliflerine kadar
sürmüştür”, diyor12. Vanî Mehmet Efendi, 1685 yılında sürgüne gönderildiği Bursa Kestel’de ölmüş ve
orada kendi yaptırdığı caminin avlusuna gömülmüştür. Onun sahneden çekilmesiyle birlikte Türklük
düşmanları faaliyetlerini artırmış, tekrar köşe başlarını tutmuşlardır. Durum günümüzde yeniden hız
kazanmıştır.
3      BİR KIYASLAMA ZEMİNİ DAHA: GERMEN TARİHİ                                                                     7
        Şimdi bir de Avrupa cephesinde ortaya çıkan üstünlük iddialarına ve bu iddiaların merkezinde
yer alan Germen kavmiyle ilgili bilgilere göz atalım!
        Germen ırkının üstünlüğü kuramı üzerinde durulması gereken diğer zırva demetidir. Arap
üstünlük iddiaları din aracılığıyla aklanmaya çalışılan bir iddia idi. Buna karşılık Germen ırkçılığı sözde
bilim adamları marifetiyle bilim üzerinden aklanmaya çalışılan bir ırkçılıktır. Bunun yanında arkeolojiyi
ve tarihi çarpıtmak suretiyle yürütülen Hint-Avrupacılık ve Helen-Hıristiyan ülküsü söylemiyle
yürütülen üstünlük kuramları da vardır. Bütün bu kuram kalabalığının boy hedefi Türkler ve Türklük
olmuştur. Bu gibi sözde bilimsel iftiralara Uygarlığın Kritik Yolu Olarak Temizliğin Tarihi adlı
kitabımızda cevap verdik. www.ibrahimokur.com adresinde söz konusu kitabın kapak resminin üzerini
tıklayarak kitap hakkında bilgi almak, önsözünü okumak ve içindekiler listesine erişmek mümkündür.
        Burada, daha önce yayınlanmış olan söz konusu dosyamıza şu hususları da eklemek istiyoruz:
        Germenlerin MS 2. yüzyıldan önceki tarihleri hakkında “hemen hemen hiç” 13 bilgi
bulunmamaktadır. Öncesiyle ilgili efsaneleri vardır. Buna göre, Türklerin ortak atasının Asena olması
gibi, Germenlerin ortak ataları da“Mannus”tur. Günümüzde Germenlik parantezinde yer verilen
kavim adları uzun bir listedir: İngaevonlar, Herminonlar, İstaevonlar, Tungrlar, Skirler, Rugiler,
Herullar, Vandallar, Gepidler, Gotlar, Tötonlar, Thüringler, Kimberler, Katlar, Frizler, Kauklar,
Kerusklar, Suevler, Lombartlar, Angıllar, Markomanlar, Kuvadlar, Burgonlar, Franklar, Alamanlar,
Saksonlar, Ostrogotlar, Vizigotlar. Toplam 28 ayrı ad tespit ettik. Daha derin bir araştırmayla, bu sayı
kat be kat artar gibi görünmektedir.
        Bütün bu kavimleri ortak olarak aynı parantezin içinde ifade etme düşüncesi ilk kez 11.
yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu zamanda bütün bu kavimler “Deutsch” (diutise) sıfatını kullanmaya
başlamışlardır. Yani bunlara Germen diyenler başkalarıdır. Kendi seçtikleri Deutsch sözcüğü esasında

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

“halka ilişkin” anlamına geliyormuş14.
         Tarihçiler, Avrupa’nın birbirine düşman kabilelerini bir araya getirerek Avrupa’yı birleştirmek
için çaba sarf eden ilk devlet adamının 5. yüzyıl ortalarında hüküm sürmüş olan Hun imparatoru Attila
olduğunu söylerler. Bin yıl kadar önce de Etrüskler İtalya yarımadasındaki kavimleri böyle
birleştirmişti. Hunlar ve Germenler hakkında yazan Fransız tarihçi Marcel Brion bakınız ne diyor15:
“Bugün devlet adamları, hangi ulustan olurlarsa olsunlar, Attila‟nın „Avrupa Birliği‟ oluşturma
planının, bugün dünyanın bildiği en büyük projelerden biri olduğunu asla inkâr edemezler… Bu plan
onun dehasının esinlendiği bir şeydir; Germen prenslerinin, Galya köylülerinin temsilcilerinin,
İberyalıların, Britanların, İskandinavların, Yunanlıların kendisine geldiğini görünce ortaya çıkmıştır.”
         Almanlar, Attila adının Got menşeli bir sözcük olduğunu öne sürerek onu sahiplenmek isterler. Bir
yakıştırma yaparak Attila’nın Gotça olduğunu öne sürerler. Onlara göre Attila, Got dilinde “babacık”
anlamına gelen bir sözcükmüş. Oysa “Etila”, Türk ad koyma geleneğine göre, “İtil ırmağı kıyısında doğan
cihangir” anlamına gelir16. Ayrıca, Attila’nın oğullarının adlarının (İlek, Dengizik, İrnek) Türkçe olmasına ne
demeli? Eşinin (başhatun) adının Arıkan olmasını nasıl açıklayacaklar? (Son zamanlarda Türklerle Almanlar
akraba çıkabilir diyenler de ortaya çıkmadı değil.)
          Almanların söz konusu sahiplenme eğiliminin nedeni, Türklerin bir kolu olduğu artık iyice
anlaşılmış olan Hunlar karşısındaki zayıflıklarını sergileyen bazı tarihi gerçeklerin gizlenmek
istenmesidir. Öyle ya! Üstünlük iddiası için kimseden daha zayıf olmamak ve her şeyi kendisi bulmak
gibi bir vitrin tasarımına ihtiyaç görmüşlerdir. Oysa görüldüğü gibi, sadece Attila ile ilgili gerçekler
Germen ırkının üstünlüğü ve uygarlık kurucu kavim olduğu balonunu söndürmeye yeterlidir. Dahası,
Almanların Attila’yı göklere çıkardıkları destanları bile vardır. Nibelungen Destanı olarak bilinen bu
destanda Attila, “doğru olmayan durumlarda bile asaletini muhafaza edebilen bir kahraman” olarak
tanıtılır. Söz konusu destanda geçen bir cümle şöyledir: “İyiliklerinin ve zekâlarının bir eşi                      8
görülmemiş Hunların ülkesinde büyük bir hükümdar vardı.” Germen kavimlerinin kabile şefleri
Attila’nın sarayında ağırlanır, orada eğitim görürlerdi.
         İngiliz ve Fransızlar da köken itibariyle Deutsch’a dâhildirler, yani söz konusu kavimlerden
farklılaşarak bugünkü kimliklerine kavuşmuşlardır. Türkler ve Avrupa/Avrupa Kimliği Nasıl Şekillendi?
adlı kitabımızda kapsamlı olarak incelediğimiz gibi, daha sonra Fransa adını alacak olan oluşum ilk kez
8. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
          Avrupa’da tarihin akışını değiştiren olayların en önemlisi 732 yılında Paris yakınlarında cereyan eden
Poitiers Savaşı’dır. O yıl Pireneleri aşarak Avrupa içlerine kadar ilerleyen Emevi ordusu, Tours ve Poitiers
kentleri arasındaki ovada Charles Martel komutasındaki Frank askerleriyle savaşa tutuştular. Çatışma
sırasında Emevi ordusu komutanı öldürüldü. Bunun üzerine geri çekilmek zorunda kaldılar. O zamana kadar
Fransa her taraftan saldırılara sahne olan, elliye yakın farklı etnik kimliğin, çeşitli dinlerin ve mezheplerin
birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği, çok değişik dillerin konuşulduğu bir yerdi. Emevi saldırısı ve başarısızlığı
onlara “ortak düşman” tanımı geliştirme fırsatı sağladı.
         Avrupa tarihinin bu dönemine “Fransa’nın doğuşu süreci” denir. Katolik kilise Fransa topraklarına bu
dönemde alabildiğine nüfuz etmiştir. Öyle ki bu dönemde Fransa topraklarının üçte biri Katolik Kilise’nin
mülkü haline geldi. Manastır tarikatları da bu dönemde ortaya çıktı. Bazı piskoposlar 40 bin dönüm toprağa
sahip oldular. Saksonya’da bir rahibe manastırı 11 bin çiftliğe sahip olmuştu. On beş bin çiftliğe sahip olan
manastırlar bile vardı17. Bölgeye İslam tehlikesini kullanarak Katolik Kilise önderliğinde istikrar gelmiş, fakat
bölgede yaşayan halklara pek bir yararı olmamıştır. Papa, piskopos, başrahip, baron ve toprak soylu zümreler
etrafında servet yoğunlaşması dönemi açılmış, durumu aklamak üzere Katoliklik öğretisi epey takviye
edilmiştir. Bu dönem aynı zamanda Fransa’nın, Doğu’nun aydınlığından erken faydalanmasının önüne
geçmiş, feodalizmin inşası ve kemikleşmesi dönemi olmuştur. Halkların buna ilelebet razı olması ve tepki


İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

göstermemesi düşünülemezdi. Nitekim hanedan kavgalarıyla karışıklıklar yüz yıl sürdü ve ülke bir kralın
oğulları arasında yapılan Verdun Antlaşması’yla üç parçaya bölündü. Batı Frank, Orta Frank ve Doğu Frank
krallıkları ortaya çıktı. Söz konusu antlaşmanın tarihi 843’dür ve bu tarih, Fransa’nın ve Almanya’nın
(Deutsch) tarih sahnesine çıktığı kabul edilen tarihtir. Türklerin resmi tarihini Göktürk devletiyle başlatmayı
kabul edecek olursak, itiraz ettiğimiz bu tarih bile bugünün büyük güçlerinden olan Fransa’nın resmen tarih
sahnesine çıkmasından 300 yıl öncedir. “Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun kuruluşu da Verdun
Antlaşması’na, yani 843 yılına dayanır. Dolayısıyla hem Germen adının geçtiği ilk devletin hem de Frank
adının geçtiği devletin kuruluşu Göktürk devletinden 300 yıl sonradır.
        İngiltere’nin tarihine de kısaca bir göz atalım:
         İlginç olan şudur ki, İngiltere diye bir ülke yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır, hayalettir.
Ülkenin resmi adı, “Büyük Britanya, Kuzey İrlanda ile Öteki Ülke ve Bölgeler Birleşik Krallığı” ya da
kısaca “Birleşik Krallık” olarak anılır. İngilizler, çeşitli halkların karışmasıyla ortaya çıkmış, dillerine de
birçok başka dil kaynaklık etmiştir18. İngiltere, yukarıda Germen kavimlerini sıraladığımız listede yer alan
Angıllar ve Saksonların, 5. ve 6. yüzyılda adaya ayak basarak kocalarını savaşlarda kaybetmiş Kelt kadınlarıyla
evlenmeleriyle ve Danimarkalıların, Norveçlilerin, Normandiya’dan adaya geçen Bretönların, İrlandalılarla,
İskoçlarla ve adada yaşayan diğer halklarla karışmasıyla ortaya çıkmış karma bir halktır. Bu gurupların
hepsinin geçmişte bir dilleri vardı. Kaynaşmayla birlikte karmaşık bir dil olarak İngilizce ortaya çıktı.
İngilizcenin temelini 5. ve 6. yüzyıllarda ülkeyi istila eden Angılların ve Saksonların dilleri teşkil eder.
Günümüz İngilizcesinin söz dağarcığının yarısı bu kaynaktan gelir. Gerisi Fransızca ve Latince
kökenlidir. Bu yüzden dilbilimciler, İngilizceyi Germencenin bir kolu olarak kabul ederler. Yani
günümüzde dünyanın her tarafında konuşulan İngilizce, olmayan bir ülkenin toplama dilidir.
         İngiltere ve Almanya’nın tarih sahnesine çıkışıyla ilgili kritik önemli tarihi gerçekleri İkinci
Binyılın Muhasebesi ve Türkler ve Avrupa adlı kitaplarımızda daha geniş olarak inceledik. Artık Eski              9
Çağlar Türk tarihini değerlendirmek için gerekli kıyaslama zeminine sahip olduğumuzu düşünüyoruz.
O halde şimdi de Türk tarihinin karanlık çağlardaki aydınlığını göstermeye çalışalım.

4       SUMERLER, TURUKKULAR/ MARİ ve MISIR BELGELERİ
         Bir kavim adı olarak Türk sözcüğünün geçtiği ilk tarihi belgeyi 6. yüzyıla yerleştirenler,
iddialarını Çinli hükümet görevlilerinin bir raporunda yer alan Tu-kü-e (Tukyu) sözcüğüne
dayandırırlar. Türk, söz konusu raporda Çin’in batısında ve kuzeyinde yaşayan kavimlerin sıralandığı
bir listede yer almaktadır. Belgenin düzenlendiği tarihten 30 yıl sonrasına ait bir Bizans belgesinde de
Türk adı, İtil ırmağının doğusunda yaşayan kavimleri ifade etmek için kullanılmıştır. Çift taraflı
belgelere dayanan bu bilgiler, neredeyse genel kabul görmüştür. Çünkü Türklerin ortaya çıkışını,
tarihin mümkün olduğu kadar geç bir dönemine yerleştirmek için batılı ideolog-tarihçilere fırsat
vermiştir. Oysa bir kavmin adı olarak Türklerden söz eden binlerce yıl öncesinden kalan yazılı belgeler
bulunmuştur. Bunları bulanlar da Batılı tarihçiler ve arkeologlardır. Söz konusu belgeler, bugün adı
yaşayan kavimler arasında, en eski kavim adının “Türk” olduğunu göstermektedir. Israrla öne
sürüldüğü gibi, son ortaya çıkan kavim olduğunu değil. Yukarıda söylediklerimizi tekrarlayacak
olursak, eğer Göktürk devletinin kuruluşunu Türk kavminin ve Türk adının resmi tarihinin başlangıcı
kabul etsek bile Avrupa devletlerinin hepsinden 300 yıl daha eski bir tarih söz konusudur. Ama işin
gerçeği bu kadarla sınırlı değildir. Çünkü az önce de belirttiğimiz gibi, Türk adı tarihin karanlığında en
son kaybolan kavim adıdır.
        Önce şu gerçeği dile getirmek istiyoruz:
        Türklerin tarihi, Türkler tarafından değil, Türklerin düşmanları tarafından tutulmuş yazılı
belgelere dayanarak ortaya çıkmış bir tarihtir. Türkler kendi tarihleriyle ilgili araştırmalara yeni yeni


İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

önem veriyor. Türklerin tarihinin kaydını tutan öncelikle Çinlilerdir. MÖ 2. yüzyılda Çin, kendi
kabuğuna çekilmişti. Kendi ülkelerinden başka bir yeri tanıyorlardı. Onlara göre dünyada tek bir
devlet vardı ve o da Çin’di. Dünyanın ortasında duruyordu, barbar-vahşi diğer kavimler Çin’in
etrafında yaşıyorlardı. Onu bir halka gibi kuşatmışlardı. MÖ 3. yüzyılın sonunda Mete Han tarih
sahnesine çıktı ve Çinliler anladı ki yeryüzünde en güçlü devlet Çin değildi. Hun devleti daha güçlüydü.
(Bu konudaki geniş değerlendirmemizi “Çin/3500 Yılın Köşe Taşları” adlı kitabımızda yaptık.) Bu
durum Çin düşüncesini ister istemez değiştirdi. Aslında devlet konusundaki eski felsefelerini terk
etmediler. Hunları da siyaseten yanlarına katarak çelişkileri aşmaya çalıştılar. Korku içindeydiler ve bu
yüzden Hunları tanımak için geniş araştırmalar giriştiler. Onları tanımak, gerçek güçlerini tartmak,
zayıf yanlarını bulup çıkarmak ve çözümlemek istiyorlardı. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi adlı
eserinin hemen başında durumu şöyle ifade ediyor: “Tarih boyunca Çin’in başarısı karşısındaki
düşmanı tanımasıyla ilgilidir.”
        İşte biz, Orta Asya Türklerinin tarihini Çinlilerin bu stratejik tutumu sayesinde öğreniyoruz.
Diğer yandan aynı tutumu Bizanslıların da izlediği anlaşılıyor. Farslar da aynı şekilde hareket ettiler.
Böylece Orta Asya Türk tarihi, doğuda Çinli elçi-casuslar, batıda Bizanslı elçi-casuslar ve güneyde Fars
elçi-casuslar tarafından kayıt altına alındı. Bu gibi harici bilgiler, Türk tarihini berraklaştırdı. İşin ilginci,
Türkiye olarak biz, bu bilgileri Bizans kaynaklarından, Fars kaynaklarından ya da Çin kaynaklarından
öğrenmedik. Türkler Anadolu’da ve Balkanlarda çok güçlenmişler ve Bizans’ın yerini almışlardı. Bu
gelişmelerden sonra Türkleri izlemek görevini Fransız ve Almanlar miras olarak iş edindi. Öyle ki,
Fransa’dan Cizvit misyonerler Çin’e gidip Çince öğrendiler ve hem Çin hem de Türk tarihini Çince
belgelerden incelediler. Amaçları Çinlilerinkiyle aynıydı. Onlar da zayıflıkları bulup yararlanmak istiyorlardı.
         Bahaeddin Ögel, söz konusu araştırmaların bize ulaşmasını sağlayanların başında, 220 yıl önce
yaşamış olan Fransız tarihçi (Sinolog) Joseph de Guignes(1721-1800)’i minnetle anmıştır. Azimle                      10
çalışan ve kendi olağanüstü çabasıyla Çin dilinin uzmanı olan Guignes’in eseri 8 cilt halinde Hüseyin
Cahit Yalçın tarafından Türkçeye “Türklerin Tarih-i Umumisi” adıyla tercüme edildi. Bahaeddin Ögel’in
ifadesiyle bizler, “Selçukluların bile Orta Asya’dan geldiğini”, ondan öğrenmişiz19. Onun yanında, genç
yaşta koleradan ölen İngiliz Arthur Lumley Davids (1811-1832), Rus etnografyacı Wilhelm Radloff
(1837-1918), Macar asıllı seyyah ve oryantalist Arminius Vambery (1832-1918) ve Alman arkeolog
Albert August von Le coq (1860-1930) ve Danimarkalı William Thomson Türk tarihi biliminin
kuruluşunda minnetle anmamız gereken bildiğimiz diğer isimlerdir. Görüldüğü gibi, hiçbiri Türk
değildir. Bunların yanında daha birçok arkeologun adını anmalıyız ki, onların olağanüstü gayretleri
sayesinde toprak altından Türk adının kökenlerini kanıtlayan binlerce yıllık belgeler çıkarıldı.
         Bütün bunları şunun için söyledik: Bu tebliğimizde Türk ve Türklük adına ne söylediysek,
hepsinin kâşifi ve kargacık burgacık simgelerin şifrelerinin çözücüsü Avrupalı milletlerin yetiştirdiği
gayretli insanlardır. Bu vesileyle, hem onları minnetle anmış olduk hem de anlattıklarımızın “Türk’ün
Türk’e propagandası” olmadığını göstermek istedik. Eğer Türk’ün propagandasından söz edilecekse
bunu yapanlar Avrupalılardır. Böylece Türk’ten ve Türklükten söz edilen her yerde “Türk’ün Türk’e
propagandası” klişesini ortaya atanlara peşin bir cevap vermiş olduk.
        Şimdi önce Mari ören yerindeki bulgulardan başlayalım:
         Suriye’de, Fırat ırmağının doğu kıyısında yer alan MÖ 3100’lerde kurulduğu anlaşılan Mari
kenti harabeleri vardır. Buluntular, bu kentin Sumer uygarlığının bir uzantısı olduğunu göstermektedir.
Burada, 1933 yılında, kazılar başlatılmış ve üç yüz odalı bir saray bulunmuştur. Söz konusu odalardan
biri, tabletlerle dolu olan bir arşivdir. Arşiv, Akat dilinde yazılmıştır. Burada ele geçen ve şimdiye kadar
okunabilmiş olan tabletler üzerinde 28 kez “Turukkular” adının geçtiği görülmüştür. Bu tabletler,
çevredeki casusların kentin kralına gönderdiği raporlardır. Anlaşıldığına göre, o dönemde, Guzların bir


İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

kolu olduğu anlaşılan Turukkuların faaliyetleri günü gününe takip edilmektedir. Akatları yenerek,
Sumer egemenliğini yeniden kuranlar işte bu Turukkulardır. Sumerlerin egemenliği tekrar ele aldığı bu
dönem, Sumer Rönesansı çağı (MÖ 2150-1950) olarak adlandırılır. Sumerleri uygarlığın temeline
yerleştiren büyük başarılarının pek çoğu, işte bu 200 yıl süren ikinci dönemlerinde ortaya çıkmıştır.
Guzların 125 yıl süren egemenliği sırasında 12 kral başa geçmiştir. Bunlardan biri olan “Yarla”,
“Yarlagan” olarak Orhun Kitabelerinde geçen bir isimdir. Bir başkası olan İnkişi’nin adı da Enkiş olarak
Dede Korkut’ta geçmektedir20.
        Sumer dilinin, günümüz Türk dillerinin bilinen en eski biçimlerinden biri olduğu 19. yüzyılın
ortalarından beri bilinmektedir. Hiç şüphe yok ki, birbirini tanımayan insanlar, iki ayrı yerde, iki ayrı
çağda, meramını anlatmak için aynı sözü icat edip kullanabilir. Bu sözler arasında fonetik bakımdan da
anlam bakımından da aynılık olabilir. Ancak söz konusu aynılıkların sayısı arttıkça durumun
rastlantıyla ortaya çıkmış olması ihtimali azalır. Sumerolog Muazzez İlmiye Çığ, Etrüskler
Sempozyumu’nda “Sumer Dili ile Türk Dili Karşılaştırmaları” konusundaki tebliğinde, Şikago
Üniversitesi’nden Morris Swadesha (1909-1967) adlı ünlü bir dilcinin, iki dil arasında hem anlam
bakımından hem de fonetik bakımdan aynılık durumundaki sözcüklerin sayının 7’den fazla olması
halinde söz konusu iki dil arasında tarihi bir ilişki olduğu tezini savunduğunu söylemiştir. Bunun
yanında, Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, 7 değil, bulduğu 165 çift aynılığa dayanarak, Türkçe ile
Sumerce arasındaki aynılıkların rastlantısal olmasının milyar kere milyarda bir olduğunu
hesaplamıştır. Gayet açıklayıcı bir benzetmeyle, 10 kelimenin aynı olması ihtimalinin, İzmir-Erzurum
arasındaki mesafenin (1280 km) 1 milimetresinden bile az olduğunu göstermiştir. Hesap yöntemi
Sumer Matematiği adlı kitabımızda yer almaktadır.


                                                                                                            11




                                                                                                      21
             Haritada görülen Mari kenti ve krallığı bölgesi günümüzde Suriye topraklarında kalmaktadır .

        Sadece kelimelere bağlı aynılıkları değil, gramer benzerliklerini de dikkate almak gerekir.
Sumercede de Türkçede de kök sabittir ve yeni kelimeler arkaya yapılan eklerle türetilir. Mesela,
oku.yorum, oku.du, oku.duk, oku.yacağız gibi. Aynı şekilde her iki dilde de erkeklik ve dişilik yoktur.
Mezopotamya’ya daha sonraları egemen olan Sami kavimlerinin dilinde her iki özellik de yoktur.
Üstelik erkeklik dişilik vardır. Kelimeler önüne de arkasında da ek alabilir ve kök değişebilir. Sumer
coğrafyasına yakın coğrafyada sadece Türkçede Sumerceyi de kapsayan özellikler mevcuttur. Bu
durum 1867 yılından beri bilinmektedir. Fransa’da Arkeoloji Cemiyeti’nin bir toplantısında Oppert adlı
bir uzman tarafından ortaya atılmıştır.
        Sumercenin Türkçe ile olan ilgisini kanıtlamanın mümkün olmadığını, çünkü çok eski çağlara


İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

ait olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlar, Hin-Avrupacıların Batı dünyasında genel kabul gören
kuramlarını incelemelidir. Bunun yanında, bilim dünyasının son yıllardaki en önemli tartışmalarından
biri olan atomun iç yapısıyla ilgili tartışmaları incelemelidirler. Bu sayede gözlem sınırının ötesini
araştırabilmek için ne kadar tutarlı yöntemler geliştirilebildiğini anlamış olurlar. Her zaman
söylemişizdir: Bilim tarihini ve bilim felsefesini bilmeden yapılan bilimin kolu kanadı kırık kalır.
         On binlerce Sumer tableti, Türkçe ile Sumerce arasındaki ilginin sağlam kanıtları olarak Batılı
ülkelerin müzelerinde sergilenmektedir. Mari kenti bulguları, bu gerçeği doğrulayan yeni kanıtlar sağlamış,
doğruluğuna resmiyet kazandırmıştır. Dahası, Mari sözcüğü, günümüzde de Türk dünyasında
yaşamakta olan bir sözcüktür. Türkmenistan’da bir vilayetin adıdır. Bu vilayetin sınırları içinde tarihi
Marguş uygarlığını kalıntıları vardır22. Bunun yanında, İtil-Kama ırmaklarının buluşma noktasında yer
alan ve Rusya Federasyonu’na bağlı bir Mari Özerk Cumhuriyeti vardır23. Ayrıca Strabon’un “Antik
Anadolu Coğrafyası” adlı eserinden anladığımıza göre, Doğu Karadeniz bölgesi ağırlıklı olmak üzere
Karadeniz kıyılarında yaşayan önemli bir Mari nüfusu vardır. Ayrıca, Mari dili Türkçemizin de dâhil
olduğu dil gurubuna bağlıdır. Çeremişce olarak da anılan bu dil, Fin-Ugor dil ailesine bağlı bir dildir24.
         Yine Mezopotamya bölgesinde bulunan bir tabletten anlaşıldığına göre, MÖ 3. binyılda
Anadolu’da bir “Türkî kral” yaşamıştır. Söz konusu tabletin ilginç özelliği, kopyalarının üç ayrı yerde birden
ele geçmiş olmasıdır. Bir kopyası Babil’de, bir kopyası Mısır’da bir kopyası da Hattuşaş’ta bulunmuştur.
Hattuşaş metni 1938 yılında çözümlenmiş ve Berlin’de yayınlanmıştır. Tabletin anlattığına göre, MÖ
2200’lü yıllarda, Akat kralı Naramsin, Anadolu’ya bir sefer düzenlemiş, Anadolu’daki kent devletleri, bu
tehlike karşısında aralarında birlik oluşturarak Akat saldırısına karşı durmaya çalışmışlardır. Yine tablete
göre, koalisyona on yedi Anadolu beyi katılmış, fakat Akatlara yenilmekten kurtulamamışlardır. Kral bu
zaferi karşısında bir belge düzenleyerek, yendiği beyliklerin adlarını teker teker sıralamıştır. Söz konusu
belgenin on beşinci satırında yer alan beyin adı Türkî kral İlşu Nail’dir25. Pek tanıdık değil mi?                           12
        Doğu Anadolu’da, İran’da ve Irak’ta Turukkulardan söz eden tabletler dört yüz yıllık bir
zamana yayılmaktadır. Söz konusu kavim, Zagros dağlarında yaşayan, Urfa’dan Kerkük’e kadar olan
bir alanda cengâverlik yapan bir kavimdir. Tabletlerde Turukkulardan “uyuyanları uyandıran” olarak
söz edilmektedir. Belgeler Türklerin en az 4200 yıldır Anadolu’da yaşamakta olduklarının kanıtlarıdır.
         Mısır’da da Türk adının karşımıza çıktığı kitabeler vardır. Söz konusu kitabeler iki tanedir.
Birincisi MÖ 13. yüzyılın son yıllarına aittir. Bu tarihlerde Egeli kavimler tarafından kurulan bir
koalisyon donanması Mısır’a saldırmış, fakat Delta içinde mağlup olmuşlardır. Bu zafer üzerine
Firavun Merneptah (MÖ 1213-1203), Karnak’ta bir kitabe diktirmiştir. Söz konusu kitabeye, yendiği
kavimlerin adlarını yazmıştır. Bunlardan biri Turşalardır ki, tarihçiler sözcüğün Troyalıları anlattığını
düşünmektedir26. Bu kitabeye şöhret kazandıran diğer bir konu da, Orta Doğu’yu sözde tarihsel
gerçekler öne sürerek hak iddia eden ve kana bulayan İsrail’in, kitabenin içinden bir sözcük seçerek ona
yaslanmasıdır. Bu sözcük I.si.ri.ar’dır. İddiaya göre bu belge İsrail adının geçtiği tarihteki ilk belgedir. Hatta
öyle ki, kitabede Turşalar adının geçmesi dikkate alınmaksızın, vurgular İsrail’e yöneltilmiş ve kitabeye
İsrail Steli denmiştir. İddia 1896 yılında ortaya atılmış ve İngiliz gazetelerine manşet olmuştur. Artık
hiç kimse aksini öne süremezdi. Çünkü Protestanlığın sokağa egemen olduğu ve Yahudilerin de
sermayeye egemen olduğu İngiltere’de Tevrat’ı doğrulayan ilk kanıt bulunmuştu (!). Oysa günümüzde
koparılan gürültünün cüssesine denk düşecek başka bir belge örneği yoktur. Ayrıca biz söz konusu
metinde İ.si.ri.ar’ın ne yaptığını, hangi münasebetle kitabe üzerinde yer aldığını da anlayamadık
doğrusu. Bu kelimenin “Zülüflü Libyalıları” anlattığını savunanlar olduğu gibi, başka anlamı olduğuna
dair makaleler de vardır27. Ama daha ileri bir değerlendirme yapmak için yeterli bilgi yoktur*.

*
    Buna karşılık, MÖ 9. yüzyıla ait Meşa Dikilitaşı‟nda İsrail‟den söz edilir. Söz konusu dikilitaş, Firavun Merneptah‟ın
    dikilitaşından 3-4 yüzyıl sonradır.

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

         Kanıt niteliğinde ikinci bir kitabe daha vardır. Söz konusu kitabe sözünü ettiğimiz ilk kitabeden
birkaç on yıl sonra, Firavun 3. Ramses(MÖ 1187-1156)’in 8. idare yılında (MÖ 1180) Egeli Deniz
Kavimlerine karşı kazanılmış ikinci bir zaferin anısını yaşatmak için tapınak duvarların kazınmıştır.
Medinet-Habu Zafer Kitabesi olarak anılır. Turşalar adı, bu kitabede de yenilen diğer koalisyona
mensup kavimler arasında sayılmaktadır28. Her iki kitabenin dikildiği dönem, Ege’de kavimlerin
kaynaştığı bir dönemdir. Troya Savaşı’ndan sonra Akhalar zafer kazanmış oldukları halde, Troya’yı ele
geçirememişler, buna karşılık bölgede yoksulluk baş göstermiştir. Nedeni bir deprem, üst üste gelen
kıtlık veya bir veba salgını da olabilir. Nedeni bilinmiyor ama çeşitli belgelerde yer alan bilgilerden
Anadolu’dan Akdeniz’in batısına doğru göçler olduğunu anlıyoruz.




                                                                                                                          13




                                                                                                            29
          Firavun Merneptah tarafından MÖ 1225’civarlarında dikilen zafer kitabesinde Turşaların adı geçer .
                             Kitabe, 3,18 metre yükseklikte ve 1,63 metre genişliktedir.




                                                                                                                 30, 31
       Firavun 3. Ramses’in Egeli Deniz Kavimleriyle yaptığı savaşta kazandığı zaferi tasvir eden duvar oyması




İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

5          TURŞALAR, TRUVALILAR ve ETRÜSKLER / ROMA BELGELERİ
           Şimdi, Mısır kitabelerinde karşımıza çıkan Turşaların kimliğine dair kanıtları inceleyelim:
         Arkeoloji, MÖ 8. yüzyılda İtalya yarımadasının batı kıyılarında bir kültür devrimi olduğunu
ortaya çıkarmıştır. Bölgeye uygarlığın taşınması, Anadolulu göçmenler sayesinde olmuştur. Söz
konusu göçmenler, Etrüskler ve Truvalılar olarak anılan kavimdir. Truva’da Hektor’dan sonra gelen en
büyük kahraman olan Aenas, Truva düştükten sonra halkına önderlik ederek önce, şimdiki Altınoluk
kıyılarına gelmiş ve daha sonra denize açılarak Akdeniz’de yıllarca dolaşmış, yaşamaya elverişli yerler
aramıştır.




                                                                                                                       32
    Truvalı kahraman Aenas’ın Akha katliamından kurtardığı halkıyla beraber Akdeniz’de dolaştığı dönemde izlediği yollar .

          Yukarıdaki haritada görüldüğü gibi, sonunda İtalya yarımadasının batı kıyılarındaki Latium
denilen bölgeye ayak basar. Bölgenin yerel kralıyla anlaşır ve onun kızıyla evlenir. Zaman geçer ve
torunları dünyaya gelir. Adları Romus ve Romulus’tur. Burada Göktürk kağan soyuyla ilgili olarak
anlatılan efsanede olduğu gibi, dişi bir kurt tarafından emzirilen iki çocuğun efsanesiyle karşılaşıyoruz.                   14
Efsaneye göre, söz konusu çocuklar, geçimsizlik ve ölüm korkusu yüzünden dağ başına götürülüp terk
edilir. Bir dişi kurt onları görür ve emzirerek hayatta kalmalarını sağlar. Daha sonra da bir çoban onları
bulur ve evlat edinir. Romulus, Roma kentinin kurucusu olarak anılır. Roma adı da buradan gelir.
Kadim Romalı tarihçiler, eldeki bilgilere dayanarak Roma’nın kuruluşunu 21 Nisan 753’de
gerçekleştiğini öne sürerler33.




                                                                                                    34
                        Bir kurdun Romus ve Romulus’u emzirmesi efsanesini canlandıran bir heykel

       Bundan sonra Roma kentinin başında Etrüsk kökenli kralları görüyoruz. Bunların ilki
Tarquinius’tur. Roma çevresindeki bataklıkları kurutan ve Cloaca Maksima kanalizasyon kanalını inşa
eden hükümdar odur35. İkinci hükümdar Servius Tullius’tur. MÖ 535 yılında, Tarquinius’un suikasta
kurban gitmesi üzerine tahta çıkmıştır. Roma’nın 7 tepesini tek bir surun içine alan odur. Latin birliğini
de bu hükümdar kurmuştur. Roma devletini kabileler yığını olmaktan çıkaran hükümdar olarak bilinir.
           Prof. Dr. Halil Demircioğlu’nun Roma Tarihi adlı eserinde, Etrüsk öncesinde bölgede

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

yaşamakta olan ve her biri farklı dil konuşan, birbirini yabancı ve düşman olarak gören kabileler
hakkında bilgiler yer alır. Bu kabilelerin adlarını burada şöyle özetliyoruz: Umbr’lar, Sabel’ler,
Sabin’ler, Vestin’ler, Mars’lar, Paelign’ler, Marrucin’ler, Erentan’lar, Samnit’ler, Campan’lar, Lucen’ler,
Brutt’lar, Falish’ler, İllyr’ler, Veneti’ler, Iapyg’ler, Mesapi’ler, Ligurlar, Kelt’ler (Galler), İnsubr’lar,
Genomon’lar, Boi’ler, Senon’lar, Ligur’lar, Pön’ler ve Hellen’ler. Çok dar bir alanda her biri ayrı ayrı dil
konuşan ve her biri kendi âleminde yaşayan 26 kabile saydık. Bugün bunlara İtalyan deniyor. “İtalia”,
o çağlarda yarımadanın güney kısımlarına verilen bir addı. Yani coğrafik bir addır. Bir kavmin adı
değildir. Zaten yukarıdaki listede “İtalia” adını içeren bir kavim adı da yer almaz. Etrüskler, birliği
sağladıktan sonra, bu ad kuzeye doğru yayıldı ve Romalılar tarafından da benimsendi. İmparator
Augustus zamanında (MÖ 64-MS 14), Po Ovası hariç olmak üzere bütün yarımadanın adı oldu.
Günümüzde İtalyan denilen milletin tarih sahnesine çıkışı işte böyle Etrüsklerin gayretiyle olmuştur.
Bu gerçekler Grek ve Latin tarihçilerinin dile getirdiği gerçeklerdir.
         Günümüzün Batılı tarihçileri, Etrüskleri, “nereden geldiği belli olmayan bir kavim” olarak
niteliyor. Oysa yere göğe koyamadıkları eski çağ tarihçileri böyle söylemiyor. Aenas’ın ve torunlarının
tarihi, MÖ 70-16 yılları arasında yaşamış Latin yazar Virgilius tarafından “The Aenid” adlı bir eserde
ölümsüzleştirilmiştir. Söz konusu eserde Truvalılar, “Teurci”ler olarak tanıtılmıştır. Kapsamlı bir
İtalyanca sözlükte, Truvalı anlamına gelen sözcük “Teucro” olarak verilmiştir36. Aynı sözlük, İlio
sözünün de Truva anlamına geldiğini bildiriyor.
        Çağdaş tarihçiler, Etrüsklülerin kökeni konusunda ayak sürüyedursun, Romalı egemenler
Anadolu kökenli olmaktan kıvanç duyarlar ve konuyu her fırsatta dile getirirlerdi. Truva’yı
anavatanları ilan etmişlerdi mesela. Ona “İlium” diyorlardı. Roma kralları, soylarının Aenas’dan ve
dolayısıyla Anadolu’dan geldiğini güçlü bir şekilde vurgulardı. Truva’ya hac ziyareti yapan imparatorlar
bile vardır. Julius Sezar MÖ 48’de Truva’ya gelmiştir. Sezar’dan sonra başa geçen Augustus da MÖ                15
20’de Truva’ya gelmiş ve hac yapmıştır.
         Alman tarihçi Birgit Brandau, “Troia/Bir Kent ve Mitleri” adlı eserinde Sezar’ın ziyareti için
bakınız ne diyor37: “Sezar‟ın İlium‟a özel bir bağlılık duymasının üç nedeni vardı: Birincisi, o da öncelleri
gibi, burayı Roma‟nın anavatanı olarak kabul ediyordu; ikincisi, Homeros‟a duyduğu hayranlığı da örnek
alarak Büyük İskender‟in izinden gidiyordu. Üçüncüsü ve belirleyici olanıysa, soyunu doğrudan doğruya
Romalı mitosta Iulus olarak adlandırılan Aenas oğlu Ascanius‟a dayandırmasıydı… Sezar, kentin
topraklarını güneydoğuya doğru genişleterek İlium‟u “özgür ve vergiden muaf bir kent” olarak açıkladı.
Ne var ki, İlium‟a olan bu sevgisi, onun alın yazısını belirleyecekti. Sezar‟ın Roma İmparatorluğu‟nun
başkentini Troia‟ya taşıyacağı yönündeki ardı arkası kesilmeyen dedikodular, 44 yılında katillerinin
komplo düzenlemesi için yeterli neden olacaktı.”
        Truva’yı ziyaret edenler sadece krallar değildi. Romalı “soylular” da Truva’yı ziyaret etmeyi
soyluluğun gereğini yerine getirmek olarak görürlerdi. “İnançlı” Romalılar için anavatana ilgi
göstermek açısından İlium’u ziyaret etmek zorunluluk haline gelmişti”38. Söz konusu ziyaretler 200 yıl
sürmüştür. Bu geziler sayesinde Truva ekonomisi yeniden canlanmıştır. Truva halkı, konuklarını en iyi
şekilde ağırlamak için birçok yatırım yapmışlardır. Tarihçiler, Roma tarihinin bu dönemine “Truva
Turizmi Çağı” diyorlar39.
        İşte Aeneis’in Romalıların milli destanına dönüşmesinin gerisindeki tarihi süreç böyledir.
         Truva’ya yönelik son büyük hamleyi Doğu Roma İmparatorluğu’nun kurucusu ve
Hıristiyanlığın banisi sayılan İmparator Konstantin yapmıştır. Truva’yı başkent yapmak istemiş, bu
amaçla Truva’ya gelmiş ve yerinde planlar yapmıştır. Kentin yeni surlarının nereden geçeceğini ve
kapılarının nerede yapılacağını belirlemiş, inşaatı da bizzat başlatmıştır. Fakat MS 326’da fikrini ansızı
değiştirmiş ve 11 Mayıs 330’da İstanbul’u başkent olarak ilan etmiştir40. Fikir değişikliğinin nedeni


İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

bilinmiyor ama kesin olan bir şey varsa, o da, uygarlığı bir Helen-Hıristiyan uygarlığıymış gibi anlatan
çağdaş tarihçilerin suratına bir tokat gibi çarpılan şu gerçektir: Batı dünyası o çağlarda Doğuya ait
olmak isterdi. Truva onlar için çok önemliydi, kutsaldı.
        Truvalılardan farklı bir kavimmiş gibi söz ettiğimiz, Etrüsklerin hikâyesini de kısaca özetleyelim:
         On üçüncü yüzyılın sonunda Mısır’a saldırırken karşılaştığımız Turşaların bir başka söyleniş
şekli olan Etrüskler, birincisi MÖ 10. yüzyılda, ikincisi MÖ 8. yüzyılda olmak üzere başlıca iki göç
dalgasıyla İtalya yarımadasına yerleşmişlerdir. Yukarıda Aenas’ın göç yolları haritasında görüldüğü
gibi, İlk göç dalgasında Tiber ırmağı ile Arnus ırmağı civarındaki vadiye yerleştiler. İkinci göç
dalgasından sonra ise durumlarını pekiştirdikleri ve MÖ 6. yüzyılda Po ırmağı vadisine yerleştikleri
biliniyor. Bu bölgedeki Falsine, Parma, Modena, Mantua, Adria, Spina kentlerini onlar kurmuştur.
         Etrüsklerin Anadolu kökenli oldukları tartışmalı bir konu olmayacak kadar açık bilgi ve
belgelere dayandığı halde “nereden geldiği belli olmayan kavim” denilmesinin bir anlamı yoktur. MÖ
5. yüzyılda yaşamış Anadolulu Herodot, Tarih’inde Etrüsklerin Anadolu’dan yola çıktıklarını ve
asıllarının Lidyalılara dayandığını yazmıştır. Tarih’in birinci kitabının 94. Paragrafında, sonradan Etrüsk
adını alacak olan Lidyalıların kıtlıktan kırılmamak için kralları tarafından ikiye ayrıldıkları ve kura
sonucunda yarısının kıyı kıyı dolaşıp yaşamaya elverişli yer aradıkları ve sonunda İtalya’nın batı
kıyısındaki Umbria’ya çıktıklarını anlatılır41. Buna göre Etrüskler Lidya kökenlidir. Hem Herodot’un
hikâyesinden hem de Virgilius’un yukarıda sözünü ettiğimiz destanından anlaşıldığına göre Turşalar,
Truvalılar ve Etrüskler aynı kavimdir. Bulgular, Türklerle aynı kültür öğelerine sahip olduklarını
gösterdiği gibi, Sumerlerle de yakınlıkları olduğunu göstermektedir.
         Etrüsklerle ilgili olarak Bodrum’da düzenlenen sempozyumda sunulan yerli ve yabancı
tebliğlerden istifadeyle, Etrüsklerin Türklerle olan yakınlığı üzerinde kısaca 9 kanıt öne süreceğiz42:
                                                                                                              16
1- Etrüskler kendilerine TURSİKİNA diyordu. Latinler de onlara TURSCI diyordu. Oysa İtalyanlar Türk’e
   TURCO veya TURKA diyor.
2- TARKAN, Türkçede bey vezir anlamına gelir. TARQUINUS bir Etrüsk kralının adıdır. TARQUİNİİ ise,
   bir Etrüsk kentinin adıdır.
3- Etrüskler, efsanelerinde kavimlerinin kurucusu olarak RASENA adını anarlar. Oysa destanlarda Türk
   kavminin kurucusu da ASENA’dır.
4- VATİKAN Etrüsk dilinde bir sözcüktür ve Güneş Tanrısı’nın adıdır. Aynı zamanda Roma’da güneş
   doğarken tırmanılan ve güneşe dua edilen bir tepenin de adıdır. Oysa ÖTÜKEN de öyledir.
   ÖTÜKEN, Güneş Tanrısının adıdır ve Türkler de güneş doğarken tepelere çıkar ve güneşe doğru
   dönerek dua ederdi.
5- Sumerlerde UBUBUL Şimşek Tanrısı’nın adıdır. Etrüskler buna APULLU diyorlardı. Sözcük hem
   Greklere hem de Latinlere APOLLO olarak geçmiştir.
6- Çuvaş Türkçesinde Tanrının adı TURA’dır. Etrüsk dilinde de TURA.NE bir Tanrı adıdır. Ayrıca TURAN,
   Etrüsk dilinde başkan anlamına gelmektedir.
7- Sumerler Gök Tanrıya ANU derlerdi. Etrüsk dilinde aynı tanrının adı ANİ’dir.
8- Etrüsklerde 12 sayısı kutsal bir sayı idi. Bunun da kökenleri Sumerlere dayanır. Bu konuyu Sumer
   Matematiği adlı kitabımızda Ur’dan İyonya’ya ve Etrüsk’e kadar adım adım inceledik.
9- Eski çağlar Türk kültüründe Hayat Ağacı kavramı çok önemlidir. Hayat ağacı şaman davullarının
   üzerinde bugün bile görülebilir. Aynı simge Sumer zigguratlarının duvarlarında da vardır. Aynı
   simgeyle Etrüsk mezarlarında da karşılaşılmıştır. Hayat Ağacı motifi, Sumerleri Türklere ve
   Etrüsklere bağlayan önemli bir bulgudur.


İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
 www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




   Sağdaki resim Sumer tapınaklarındaki hayat ağacı simgesini, soldaki resim ise Etrüsk mezarlarındaki duvar resimlerindeki
                                                                43
                                           hayat ağacı simgesini göstermektedir.
10- Etrüsk inanışında koyunun karaciğerindeki lekelere bakılarak kurban sahibinin geleceği üzerinde
    kâhinler hüküm verirdi. Bunun için bir koyun alıp tapınağa gitmek yeterliydi. Aynı inanış
    Sumerlerde de vardır.




                                                                                                                              17




  Soldaki resimde Sumerli kâhinlerin kehanet için kullandıkları koyun veya keçi karaciğerinin modeli görülmektedir. Sağdaki
                                                                                                   44, 45
                       resimde ise Etrüsklü kâhinlerin kullandığı karaciğer modeli görülmektedir        .

         Etrüskler, Avrupa’yı uygarlaştırma yolunda ilk adımı atan kavimdir aynı zamanda. İtalya’nın
 kuzey bölgeleri bunun kanıtlarıyla doludur. İlk kanalizasyon sistemi, ilk drenaj sistemi, ilk yol, ilk tünel
 örneği onlar tarafından yapılmıştır. Mimarlığın ileri uygulamaları sayılan kubbe, tonoz ve kemer ilk
 örneklerini de Avrupa’da oraya koyanlar Etrüsklerdir. İlk müzik, ilk şiir, ilk tiyatro gibi sanatlar da
 Etrüskler tarafından Avrupa’ya götürülmüştür. Avrupa’daki sulama kanallarının en eski örnekleri de
 Etrüsklerin başarı hanesinde yazılı olan işlerdendir. Kısacası, Etrüskler Avrupa’nın uygarlaşmasında
 birinci derecede etken rol oynamışlardır. Avrupalı tarihçiler, Etrüsklerin kendi tarihleri üzerinde
 oynadıkları rolü çok iyi bilirler. Bu yüzden hem tarih sahnesine çıkışlarının bilinemediğini söylerler
 hem de tarih sahnesinden çekilişlerini “buharlaştılar” şeklinde sunarlar. Aynı siyaseti Sumerler için de
 yaparlar. Oysa İtalya, Etrüsk eserleriyle doludur. Fakat bu alandaki araştırmalara bütçeden pay
 ayırmazlar. Konu üzerinde yatırımların artması halinde Eski Çağlar Türk tarihinin aydınlanacağı aşağı
 yukarı anlaşılmıştır. Bu yüzden bu alanı küçümseme siyaseti güderler. Paralarını Anadolu’daki Roma
 ve Grek kentlerindeki kazılar için harcarlar.

 İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
 www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

6       YURCAE’LERDEN TOGARMALARA DİĞER BELGELER ve ÖZET
       Bizim bilgimiz 10 bin yıllık Türk tarihinden söz etmeye yetmiyor. Ama Türk adının en eski
kavim adı olarak 4000 veya 4300 yıllık tarih boyunca sürekli olarak yaşayan bir ad olduğunu gösteren
başka kaynaklar ve belgeler mevcuttur.
       MÖ 5. yüzyılda yaşamış olan Herodot, Tarih’inde İtil ve Ural arasında yaşayan Yurcae’lerden
söz eder.
        Birinci yüzyılda yaşamış olan Romalı Plinius Secondus, Tyrkae’leri anlatır.
        Üçüncü yüzyılda yaşamış olan Etikus, Turchi’leri bildirir.
        Eski Hint kaynaklarında, Turuşkalar’dan46 (TURUSCHKA) söz edilir. Aynı metinde TURA da yer alır.
        Tevrat’ın “Yaradılış Kitabı”nda kuzeyli bir kavim olan Togarmalar vardır.
        Bütün ipuçları toparlandığında şu sonuç ortaya çıkmaktadır:
        Kimi yerde mezarda,
        kimi yerde kayada,
        kimi yerde taş kitabede,
        kimi yerde tablette,
        kimi yerde duvar yazısında,
        kimi yerde papirüste,
        kimi yerde parşömende,
        hepsi ayrı ayrı başarılarıyla, tarihe adını yazdırmış kişiler tarafından,
        birbirinden uzak çok farklı yerlerde ve
                                                                                                            18
        birbirinden çok farklı zamanlarda,
       birbirinden tamamen farklı yazı şekilleriyle yazılmış simgelerin aşağı yukarı aynı sesi
çağırması, tesadüf ihtimalini ortadan kaldırmıyor mu?
        Bir başka deyişle, bütün bunların bir arada önümüzde durması rastlantı ihtimaline yer bırakır mı?
        Üstelik bütün bu yazıların şifrelerini çözen bilim insanları da farklı farklı insanlar ve farklı
ülkelerde, farklı zamanlarda yaşamışlar, ana dilleri de farklı farklı.
          Gözden kaçırılması veya inkârı mümkün olmayacak kadar açık bir şekilde görüldüğü gibi, Türk
adı, tarihin en eski yazılı kaynaklarının hemen hemen hepsinde adı geçen bir kavmin adıdır. Çeşitli
yazı şekilleriyle ortaya çıkmış olması, gerçeği değiştirmez. Yazılış şekillerinde farklar vardır; çünkü
farklı yüzyıllarda farklı kavimlere mensup kimseler tarafından kayda geçirilmişlerdir. Ayrıca söz
konusu olan, Türk adını çağrıştıran simgeleri bulup çıkarmaktır. Artık kimse mezarından kalkıp bu
simgeleri bize okuyamayacak ve dolayısıyla bizim bu simgelerin gerçek ses değerlerini tam olarak
bilmemize imkân yok. Onların şifre anahtarları üzerinden konuşmak mecburiyetindeyiz ve bu diğer
diller için de geçerli.
       Örneklerde sıraladığımız gibi, Çin’den Mısır’a, Hindistan’dan Roma’ya kadar Avrasya’nın her
yerinde tarih boyunca Türk adına rastlanmıştır. Bu husus, Türklerin tarihteki öncü rolünü sergileyen
çok önemli bir kanıttır.
        Türklerin tarihini altıncı yüzyılda Göktürklerle başlatmak, gerçeğin hiçbir yönünü ifade
etmiyor. Hele hele, Türkiye’de konunun böyle benimsenmesini, geri plandaki ipuçlarının
değerlendirme dışı bırakılmasını yersiz buluyoruz. Bu konuyu eski çağlar tarihi ile ilgili önemsiz bir
ayrıntı veya abartma olarak gören ve göstermeye çalışanlar şunu iyi bilmelidir ki, Batılı tarih
kuramcıları Türk’ten boşalttıkları alanları Hint-Avrupalı kavimlerle doldurmaktadır. Ülkemizde bölücü

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

emelleri olanların arkasında da söz konusu Hint Avrupacı kuramcılar vardır. Hakkında yeterli bilgi
bulunmayan bazı etnik toplulukların yalan yere Hint Avrupalı olduğunu öne sürerek Türklerle arasını
açmak söz konusu kuramcıların yüz yıldır güttüğü bir davadır.

7       GENEL DEĞERLENDİRME
        Orta Asya, Türklerin tarih sahnesine çıktığı anavatandır ve insanlık tarihi boyunca göç
vermiştir. Bunun önde gelen nedeni iklimdir. Buzul Çağı’nda, Avrupa buzlar altındayken, İç Asya’da
ılıman bir iklim vardı. Jeolojik bulgular burada bir iç denizin olduğunu, arkeolojik bulgular ise bu
denizin kıyısında köyler, kentler kurulduğunu kanıtlamaktadır. Kısacası, burada uygarlığın
tomurcuklanması için gerekli şartlar mevcuttu. Fakat zamanla şartların değiştiği anlaşılıyor. Buna Nuh
Tufanı’nı ve depremleri gerekçe olarak gösterenler de vardır, dünyanın ekseninde sapma olduğunu
öne sürenler de vardır. Neden her neyse, bölgede barınan yoğun nüfusa karşılık, kuraklık ve kıtlık baş
gösterince dışa doğru göç başladı. Orta Asya’da insan topluluklarının kıpırdanmaları, itişip kakışmaları,
Kore’den Japonya’ya, Çin’in ücra köşelerine, İran, Mısır, Anadolu ve Kafkasya’ya kadar her yanı
etkilemiş, bu bölgelerin tarihi, Orta Asya’dan göç eden Türk topluluklarının etkinlikleriyle şekillenmiştir.
         Uygarlığın gelişmesine bağlı olarak burada konuşulan dil de diğer bölgelerde konuşulan dillere
göre gelişmişti. Söz konusu dil, yaşayan Türkçemize köken teşkil etmiş olan dildir. Bu dil Orta
Asya’dan dünyaya yayılmıştır ve diğer geri dilleri etkilemiş, çocukluk evresini yaşayan dillerin içine
sızmıştır47. Mesela Etrüsk incelemelerinde bunun epey ipucu ortaya çıkmıştır. Tevrat’ta “Önce tek dil
vardı”, denmesinin nedeni olsa olsa bu gerçektir.
         Söz konusu göçlerin güneye doğru olanlarında, her zaman zorluklarla karşılaşılırdı. Çünkü
Hazar denizinin güney ucu dağlarla çevrilidir. Bu dağların arkasında ise tarihte derin izler bırakan
büyük güçler bulunuyordu. Olmasa bile aşılmalarında büyük güçlükler vardı. Bundan dolayı, buralara             19
gitmek her zaman kolayca mümkün olmuyordu. Mümkün olduğu zamanlarda bile büyük ölçekli
topluluklar halinde yola çıkmak gerekiyordu. Oysa Hazar denizinin kuzeyinden gitmek her zaman için
kolaydı. Engel niteliğinde ne bir dağ ne de bir güçlü devlet bulunmaktaydı. Bundan dolayı, en fazla
göç, Karadeniz’in kuzeyinde olmuştur. Pasifik kıyısındaki Kamçatka’dan, Baltık denizine kadar
Avrasya’nın her yanı Türk atları tarafından tarih boyunca çiğnenmiştir. Türk kavimlerinin tarihini
etkilediği en önemli bölge, bundan dolayı, Doğu Avrupa olmuştur. Bölgenin güçsüz ve hatta
savunmasız yapısı, Türk boylarının küçük topluluklar halinde bile bölgeye girebilmelerine imkân
sağlıyordu. Az sayıda fakat örgütlü Türk’ün, çok sayıda fakat örgütsüz yerli uruğlarla karışması, zaman
geçtikçe Türklerin aleyhine dönüyordu. Örgütsüz yerliler, Türklerin kavim adını ve egemenliğini
benimsiyor, buna karşılık, yönetici Türkler ise kalabalıkların içinde eriyordu. Günümüzde, Doğu
Avrupa dillerinde Türkçe kökenli sayısız sözcük olduğu görülüyor. Zamanla, dil etmeninin yanına
Katoliklik ya da Ortodoksluk şeklinde din etmeni eklendi. Bütün bunlar, Avrupa’nın her yanına yayılan
Türk varlığının izlerini bulmayı güçleştirmektedir. Eğer özellikle Macar araştırmacılar olmasaydı, bu
gerçeği belki de bilmeyecektik. Hint Avrupacı kuramları doğrulamak için yola çıkan fakat zamanla
yanlışını gören dürüst bazı araştırmacılar da bu gerçekleri onaylamaktadır.
        Orta Asya’dan Avrupa’ya, yazılı belgelere dayanarak bilgi sahibi olduğumuz ilk göç MÖ 7.
yüzyıldaki Sakaların göçüdür. Sakalar, bugünkü Yakut Türklerinin atalarıdır. Yakutlar kendilerine Saka
derler. Onlara Yakut diyenler Ruslardır. Ruslar, bu adı Moğollardan öğrenmiştir. Moğollar, Türkçede
“yağı” (düşman) anlamına gelen sözcüğün çoğulu olarak, Sakalara Yakut, yani “düşmanlar”, derlerdi48.
        Bugünkü Yakutların, 2500 yıl önce ana Türk kütlesinden koparak şimdi yaşamakta oldukları
yere geldikleri sanılmaktadır. Onların bu kadar uzun bir süre dünyanın geri kalanından soyutlanmış
olarak çağlar boyunca yaşaması, günümüzün araştırmacılarına eski çağlar Türk tarihi ile ilgili canlı
araştırma imkânları sağlamaktadır.

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

        Herodot, Sakaların Ön Asya’yı Mısır’a kadar yönettiklerini söylemektedir. Gerçekten de
Hakkâri’de bulunan balballar* bölgenin Sakalar tarafından yurt haline getirildiğini göstermektedir.




                                                                                   49
                                     Van Müzesinde sergilenen Hakkâri Balbalları


        Diğer yandan Ksenephon da, MÖ 4. yüzyıl başlarında yazdığı eserinde Doğu Anadolu’dan,
Saka ülkesi olarak söz eder. Sakalara İskit diyen Greklerdir. Sözcük de Saka sözcüğünün Grekleştirilmiş
şeklinden başka bir şey değildir.
       Sakaların Avrupa tarihi üzerindeki baskın rolü, tarihçiler tarafından genel kabul görür. Hint
Avrupacılar, İskitleri Hint Avrupalı yaparak kendi “kuramsal” tarihlerine derinlik kazandırmak isterler.
Oysa bazı Alman araştırmacılar, bu konudaki gerçekleri doğru ifade etmekten çekinmemişlerdir.
         Viyanalı etnolog Koppers, Avrupa’daki Türk etkinliğini şöyle ifade etmiştir50:
        “Evvelâ bütün devletler hayvan besleyen nomad kültürün Orta Asya‟dan çıktığını göstermektedir
ve diğer taraftan İndo-Germenlerin bu kültürünü yaratıcısı olmayıp, ilk kabul edenleri bulunduğu aynı
                                                                                                                            20
derecede aydınlatılmıştır. Daha sonraki araştırmalar bu hayvan besleyen nomad kültürün Orta Asya‟da
Türkler tarafından değil, Proto-Türk hatta Pre-Türk (yani müşterek Altaylı aile) tarafından
yaratılabildiğini gösterse bile, bu hakikatin mahiyetini değiştirmez...
        Asıl İndo-Germenliğin medeniyet unsurları tetkik edilirse, bu medeniyetin en fazla hayvan besleyen
bir karakter taşıdığı ve Türklerle çok sıkı münasebetleri olduğu anlaşılır.”
       Bir başka Viyanalı araştırmacı Osvald Menghin, “Dünya Tarihinde Ural Altaylılar”, adlı
eserinde şöyle demektedir51:
         “Ural Altaylılar (tabiidir ki başlıca Türkler) iki bakımdan dünya tarihinde belirleyici bir rol
oynamışlardır: Hayvan beslemeyi istihsal* ve tekemmül ettirme* ile iktisadî ve yüksek teşkilatçılık
kabiliyeti ile içtimai* bakımdan... En eski yüksek medeniyetler dahi, önceden çalışkan, ziraatçı, fakat devlet
kurmaktaki kabiliyetsiz halkların yerleştiği büyük nehir ovalarında savaşçı göçebe (yani atlı nomad)
halkların hücumundan sonra doğmuştur.
       Dünyanın kuvvetli ve devamlı devletler kurulmuş her tarafında da hayvan besleyen unsurun rol
oynadığını görürüz.
          Araştırmalarımızın sonucu, bu unsurun her zaman (Ural)-Altaylılara bağlı olduğunu gösterir.
Devlet kurma kabiliyetinin niçin bilhassa (Ural)-Altay halklarına verilmiş olduğu sualine karşı cevap pek
basittir: (Ural)-Altay halklarının iki büyük yaratıcılığı arasında dâhili bir bağ görmek mümkündür. Büyük
sürülerin bakım ve idaresi, geniş yerlerde göçebelik, otlak yerleri ve mülkiyet hakkı için önüne geçilemez

*
  Balballar: Eski Türklerde ölen kahramanın mezarının başına dikilen taş. Bu taş, mezarın, kutsal yön olarak kabul edilen
  doğusuna dikilirdi. Balbal bir insanmış gibi kabul edilir, öbür dünyada kahramana hizmet edeceğine inanılırdı.
*
  İstihsal: meydana getirme, tekemmül: olgunlaştırma, içtimai: toplumsal, hassa: bir kimseye veya şeye mahsus hal.



İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

kavgalar, oymak teşkilatları, hayvan besleyen göçebelik hayatı ile derinden bağlı olan bütün bu
saydıklarımız, zarurî olarak, insanların görüş ufkunu genişletir. Kahramanlığı, kabile neslini tanımayı,
beylik gururunu, teşkilatçılığı yani kurmak için lazım olan hassaları* yükseltirler.
        Böyle ruhu taşıyan insanlar, ziraat yapan halkları basınca ve sürülerin varlığını da temin
edebilecek bir daimi yerleşme ihtimali gelince, doğuştan bir reis ve devlet kurucu olabiliyorlardı.”

         Avrupalı tarihçilerin eserlerinden aktarılan bu gibi sözler, nomad kavimlerin, yani göçebelerin
insanlığın ufkunu nasıl genişlettiğini, teşkilatçılık konusunda Avrupa’ya örnek oluşlarını anlatır.
Avrupalılar, “kendi tarihlerini bağlamak istedikleri Greklerde üç kişi bir fikir etrafında birleşemezken”,
Türklerin at sırtında büyük devletler kurmaları, teşkilatçılıkta en üst düzeyi tutturmaları tarihçiler
tarafından çok dikkatli incelenmelidir. Bu nokta önemlidir. Çünkü astarını yüzüne getirecek derecede
tamamen haksız olarak, göçebeliği toplumsal evrimin en gerisine atmışlar, Orta Asya’daki Sovyet
emperyalizmini, Türkistan halklarının tarihin içine çekilmesi şeklinde laf salatalarıyla aklamak
istemişlerdir. Bu gibi sözler, emperyalizmin hizmetine sunulmuş sözlerdir. Avrupalılar, dünya üzerinde
egemenlik kurma yoluna girdiklerinde, söz konusu egemenliği aklayıcı söylemler geliştirmişler ve
bunları sözde bilimsel kalıplara dökmüşlerdir. Kendini antiemperyalist sayarken, bu zokayı yutmuş
birçok memleket evladını, bizzat veya yazılarından tanıyoruz. Oysa Eski çağlara ait arkeolojik
bulguların önemli bir bölümü Sumerlere, Sakalara, Etrüsklere, Hunlara, Bulgarlara, Hazarlara,
Avarlara, Uzlara, Peçeneklere aittir ve pek çoğu Avrupa müzelerini süslemektedir. Kaya üstlerine
çizilmiş binlerce resim hala yerlerinde duruyor. Sadece Moğolistan’da Türk tarihine ışık tutan 80’e
yakın yazıt vardır. Yenisey bölgesindeki yazıtların sayısı 350’i buluyor. Bu sayı, Kırgızistan
topraklarında (Talas ve Koçkor) 50’yi bulur. Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan sınırları içinde
müzelerde 60’dan fazla yazıt sergileniyor. Doğu Türkistan’da mağara veya tapınaklarda Türklerin
                                                                                                             21
tarihini anlatan sayısız belge vardır. Uralların batısı ve İtalya’dan İskandinavya’ya kadar her yer yine
Türklere ve akraba kavimlere ait, üstün bir uygarlığın bütün izlerini taşıyan kanıtlarla doludur.
        Türk soylu kavimlerin İskandinavya ile olan ilgilerine de kısaca değinelim.
        Milattan önceki son belirgin toplu göç dalgası, Fin-Oğurlar’ın göçüdür. Oğurlar, Finlerin doğu
koluna denir. Bunlar, Oğuzların batıdaki akrabalarıdır52. Söz konusu göçler, büyük ihtimalle MÖ 1.
yüzyılda başlamış ve iki yüzyıl sürmüştür. Bugünkü Finlandiya bölgesine yerleşen topluluklar, burayı
yerleşim bölgesi haline getirmişlerdir. Buralarda o çağlarda hemen hemen hiç yerleşim yoktu. Bunun
yanında, Baltık denizi kıyıları boyunca güneye doğru da yerleşimler sürdü. Buralarda günümüzde de
Fin-Oğur dil öbeğinden birçok dil ve lehçe konuşulmaktadır. Ne var ki, günümüzde Fince dışındaki
diğer dil ve lehçeler Rusça içinde erimektedir. Bölgenin Rus yönetimi altındaki kısmında hâlen
sürmekte olan bir Ruslaşma-Ruslaştırma olgusu görülmektedir.
        Türklerin göçebeliği ve toplumsal evrimin geri halkasını teşkil ettiklerine dair vurgu üstüne
vurgu yapanların gözden kaçırmaya çalıştıkları bir konuda Türkler tarafından kurulmuş olan
kentlerdir. Türk dili ile yakın ilgisi münasebetiyle bütün Sumer kentlerini örnek gösteriyoruz. Ayrıca
yukarıda söz ettiğimiz yazıtlarda adı geçen birçok kent vardır. Eski Türk yazıtlarında balık(ğ), balgat,
balgasun, kent, çent, uluş ve il adıyla ifade edilen şehirlerin kalıntıları arkeologların yakın ilgisini
beklemektedir. Söz konusu kentlerde saraylar, surlar, gözetleme kuleleri, dikili taşlar, döşemeler,
künkler, kiremitler, sulama kanalları; taştan, metalden, ahşaptan ve seramikten yapılmış eşya
buluntuları söz konusu kültürün derin bir geçmişi olduğunu hemen akla getirmektedir. Bir eserde, İç
Asya’da Türklerin yaşadığı kentlerin adlarını veren listedeki kent adlarını şöyle sıralayabiliriz53:
       “Beş Balık, Togu Balık, Bavıl Balık, Bay Balık, Ordu Balıg (Kaş Balık, Kaşgar, Ka-Şa), Kuz Balık,
(Ordu Kent, Kuz Ordu, Kuz Uluş, Balagasun), Can Balık, Çakuk Balık, Yengi Balık, Barçınlıg Kent, Man
Kent, Öz Kent, Taş Kent, Tün Kent, Semiz Kent (Senirkent), Süt Kent, yegen Kent, Temir Kapıg, Turfan,

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

Bukarak (Buhara), Suğnak, Karnak, Barçuk, Karaçuk, Kazvin, Kinküt, Koçungar Başı (Koçgar), Kuça,
Argu, Aşnaş, Sayram, Savran, Talas, Taraz, Sûyab, Cend, Yafınç, Yafgu, Almalıg, Altun Kır, Altındağ,
Altun Tepe, Çuy Tepe, Turtkul Tepe, Çardan, Bayırkum, Balu, Barsgan, Barhan, İşkan, Kençek Sengir,
Yesi, Ribatat … vd”
        Bu listeye ek olarak Etrüsk kentlerini ve Karadeniz’in kuzeyinde yer alan kentleri (Kiev, Saray,
Sarkel, Bulgar, Kazan, Samandar, Balanjar, İtil) de eklemek gerek. Bütün buların hepsi hala toprak
altında Türk tarihinin sırlarını saklamaktadır.
        Tebliğimize son vermeden önce son olarak, okuyucumuzun aklına takılacağını düşündüğümüz
son bir konuya daha kısaca değinmek istiyoruz. Türklerin kendilerine ait rapor veya kitap gibi hiç yazılı
belgesi yok muydu? Vardı. Karadeniz’in kuzeyinde ve Türkistan’da Türkler tarafından yazılı belgeler
Kazan Kütüphanesi’nde toplanmıştı. Ruslar 1552 yılında Kazan’ı hile ile aldığında kütüphaneyi
tamamen yaktılar. Bunu yaparlarken, herhangi bir Rus tarafından yazılmış tek bir kitapları yoktu. Bir
Rus’un yazdığı ilk kitap, 1763 yılında Lomonosov adlı biri tarafından yazılmış olan kitaptır. Yani Kazan
Kütüphanesi’nin yakılmasından 210 yıl sonra. Kütüphanenin yakılmasından maksat, kültürel olarak
Türk varlığını çökertmekti. Nitekim Kilise Avrupa üzerinde nereyi denetim altına aldıysa, orada ele
geçirdiği eski kitapların hepsini yakmıştır. Ortodoksluk ideolojini devlet politikası haline getiren
Rusların yaptığı da hocasından gördüğüdür.
        Batı dünyası bu gerçekleri göz ardı ederek, kendi ataları tarafından yok edilmiş olan kültür
değerlerini unutarak, göçebenin kitabı, arşivi yoktu, bunları Avrupalılardan öğrendiler, demektedir.
Oysa tarih söz konusu olduğunda tamamen tersi doğrudur.
        Sıradaki soru, Avrupalı kavimler karşısında bu kadar gerilemenin nasıl mümkün olduğudur. Bu
soruyu, entelektüellerimizin cevabını aramak zorunda olduğu en değerli sorulardan biri olarak
aklımızın bir köşesinde daima yaşatmalıyız. Bunu açıklamak için sürdürülen çabalara katılmalıyız ve          22
destek olmalıyız.


                                                  NOTLAR

1 a. g. e. 1. Cilt, sayfa 150
2 Ahmet Hamdi Başer, Atatürk’le Üç Ay ve 1930’dan Sonra Türkiye, 1945, sayfa 114
3 Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası, Say Yayınları

4 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sodom ve Gomore, İletişim Yayınları,

5 D. Ahsen Batur, Kürdoloji Yalanları, Selenge Yayınları, 2011, sayfa 234-235

6 Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı, sayfa 192

7 D. Ahsen Batur, Kürdoloji Yalanları, Selenge Yayınları, 2011, sayfa 238

8 Anabritannica, 2. Cilt, sayfa 420

9 Neşet Çağatay, Prof. Dr, İslam Döneminde Arap Tarihi, Tarih Kurumu, 1989

10 İbrahim Okur, Arsızlık ve Kültür/ Batının Kültürü Dış Politikasını Nasıl Yönlendiriyor?, 2002, sayfa 60

11 D. Ahsen Batur, Kürdoloji Yalanları, Selenge Yayınları, 2011, sayfa 237

12 Aydın Taneri, Prof. Dr., Türk Devlet Geleneği, Milli Eğitim Bakanlığı, 1993, sayfa 70

13 Grolier Ansiklopedisi, 6. Cilt, sayfa 284

14 AnaBritannica, 13. Cilt, sayfa 255

15 Grigory Tomski, Attila, İlk Avrupalı, Papirus Yayınları, 2005

16 Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1971, sayfa 70

17 Herbert Heaton, Avrupa İktisat Tarihi, İmge Yayınevi, 1995, sayfa 80

18 AnaBritannica, 16. Cilt, sayfa 361

19 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi 1, Türk Tarih Kurumu, 2010, sayfa 5




İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
Türklüğün tarihteki derinliği üzerine

More Related Content

What's hot (6)

Türk edebi̇yati tari̇hi̇
Türk edebi̇yati tari̇hi̇Türk edebi̇yati tari̇hi̇
Türk edebi̇yati tari̇hi̇
 
Naziler ve Atatürk
Naziler ve AtatürkNaziler ve Atatürk
Naziler ve Atatürk
 
Genetiği Değiştirilmiş Dinler - horozz.net
Genetiği Değiştirilmiş Dinler - horozz.netGenetiği Değiştirilmiş Dinler - horozz.net
Genetiği Değiştirilmiş Dinler - horozz.net
 
Andre Weil kuralı
Andre Weil kuralıAndre Weil kuralı
Andre Weil kuralı
 
Andre Weil kuralı
Andre Weil kuralı Andre Weil kuralı
Andre Weil kuralı
 
Şeytani Ayetler ve Gerçeği - horozz.net
Şeytani Ayetler ve Gerçeği - horozz.netŞeytani Ayetler ve Gerçeği - horozz.net
Şeytani Ayetler ve Gerçeği - horozz.net
 

Similar to Türklüğün tarihteki derinliği üzerine

1. i̇slamiyet öncesi türk tarihi
1. i̇slamiyet öncesi türk tarihi1. i̇slamiyet öncesi türk tarihi
1. i̇slamiyet öncesi türk tarihismh-slider
 
Bilim adamından casus casustan bilim adamı
Bilim adamından casus casustan bilim adamıBilim adamından casus casustan bilim adamı
Bilim adamından casus casustan bilim adamıibrahimokur
 
Dunden e dergi (1)
Dunden e dergi (1)Dunden e dergi (1)
Dunden e dergi (1)onurakko
 
1- İslamiyet Önce Türk Tarihi
1- İslamiyet Önce Türk Tarihi1- İslamiyet Önce Türk Tarihi
1- İslamiyet Önce Türk TarihiUğur Oral
 
10033336 turkedebiyat
10033336 turkedebiyat10033336 turkedebiyat
10033336 turkedebiyatEmrah Doğan
 
İslam Öncesi Türk Tarihi.pdf
İslam Öncesi Türk Tarihi.pdfİslam Öncesi Türk Tarihi.pdf
İslam Öncesi Türk Tarihi.pdfArslanDurdu
 
Ermeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedirErmeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedirGüner
 
Yaşadığım Gibi
Yaşadığım GibiYaşadığım Gibi
Yaşadığım Gibikaosakatki
 
Cumhuriyetin Düşmanları
Cumhuriyetin DüşmanlarıCumhuriyetin Düşmanları
Cumhuriyetin Düşmanlarımillitrk
 
Cumhuriyetin Dusmanlari
Cumhuriyetin DusmanlariCumhuriyetin Dusmanlari
Cumhuriyetin Dusmanlarimillitrk
 
SöZde Ermeni Soykirimi 2
SöZde Ermeni Soykirimi 2SöZde Ermeni Soykirimi 2
SöZde Ermeni Soykirimi 2derslopedi
 
10033336 turkedebiyat
10033336 turkedebiyat10033336 turkedebiyat
10033336 turkedebiyatEmrah Doğan
 
TüRk Edebiyati Tarihi
TüRk Edebiyati TarihiTüRk Edebiyati Tarihi
TüRk Edebiyati Tarihiderslopedi
 
TüRk Edebiyati Tarihi 3
TüRk Edebiyati Tarihi 3TüRk Edebiyati Tarihi 3
TüRk Edebiyati Tarihi 3derslopedi
 
Zekeriya kitapçı mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunları
Zekeriya kitapçı   mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunlarıZekeriya kitapçı   mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunları
Zekeriya kitapçı mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunlarıSelçuk Sarıcı
 
IslamiyetöNcesi1
IslamiyetöNcesi1IslamiyetöNcesi1
IslamiyetöNcesi1massive501
 
Mitoloji ve Düşünce
Mitoloji ve Düşünce Mitoloji ve Düşünce
Mitoloji ve Düşünce Vural Yigit
 
Doğu Türkistan
Doğu TürkistanDoğu Türkistan
Doğu Türkistanasajs12
 

Similar to Türklüğün tarihteki derinliği üzerine (20)

1. i̇slamiyet öncesi türk tarihi
1. i̇slamiyet öncesi türk tarihi1. i̇slamiyet öncesi türk tarihi
1. i̇slamiyet öncesi türk tarihi
 
Bilim adamından casus casustan bilim adamı
Bilim adamından casus casustan bilim adamıBilim adamından casus casustan bilim adamı
Bilim adamından casus casustan bilim adamı
 
EtkilesimKatalog2013
EtkilesimKatalog2013EtkilesimKatalog2013
EtkilesimKatalog2013
 
Dunden e dergi (1)
Dunden e dergi (1)Dunden e dergi (1)
Dunden e dergi (1)
 
1- İslamiyet Önce Türk Tarihi
1- İslamiyet Önce Türk Tarihi1- İslamiyet Önce Türk Tarihi
1- İslamiyet Önce Türk Tarihi
 
10033336 turkedebiyat
10033336 turkedebiyat10033336 turkedebiyat
10033336 turkedebiyat
 
İslam Öncesi Türk Tarihi.pdf
İslam Öncesi Türk Tarihi.pdfİslam Öncesi Türk Tarihi.pdf
İslam Öncesi Türk Tarihi.pdf
 
Ermeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedirErmeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedir
 
Yaşadığım Gibi
Yaşadığım GibiYaşadığım Gibi
Yaşadığım Gibi
 
Cumhuriyetin Düşmanları
Cumhuriyetin DüşmanlarıCumhuriyetin Düşmanları
Cumhuriyetin Düşmanları
 
Cumhuriyetin Dusmanlari
Cumhuriyetin DusmanlariCumhuriyetin Dusmanlari
Cumhuriyetin Dusmanlari
 
SöZde Ermeni Soykirimi 2
SöZde Ermeni Soykirimi 2SöZde Ermeni Soykirimi 2
SöZde Ermeni Soykirimi 2
 
10033336 turkedebiyat
10033336 turkedebiyat10033336 turkedebiyat
10033336 turkedebiyat
 
TüRk Edebiyati Tarihi
TüRk Edebiyati TarihiTüRk Edebiyati Tarihi
TüRk Edebiyati Tarihi
 
TüRk Edebiyati Tarihi 3
TüRk Edebiyati Tarihi 3TüRk Edebiyati Tarihi 3
TüRk Edebiyati Tarihi 3
 
Zekeriya kitapçı mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunları
Zekeriya kitapçı   mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunlarıZekeriya kitapçı   mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunları
Zekeriya kitapçı mukaddes çevreler ve eski hilafet ülkelerinde türk hatunları
 
IslamiyetöNcesi1
IslamiyetöNcesi1IslamiyetöNcesi1
IslamiyetöNcesi1
 
Mitoloji ve Düşünce
Mitoloji ve Düşünce Mitoloji ve Düşünce
Mitoloji ve Düşünce
 
Doğu Türkistan
Doğu TürkistanDoğu Türkistan
Doğu Türkistan
 
Mustafa öztaş
Mustafa öztaşMustafa öztaş
Mustafa öztaş
 

Türklüğün tarihteki derinliği üzerine

  • 1. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com TÜRKLÜĞÜN TARİHTEKİ DERİNLİĞİ ÜZERİNE Türkçe ve Türk kültürü yağmaya çıkarılmış bir mal gibidir. Elinde delil olsun olmasın, her önüne gelen ondan bir parçayı alıp başka bir kültüre mal etmeye sanki izinli gibidir. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi adlı eserinden1 1 GİRİŞ Son zamanlarda, Türklüğümüzü yok sayanların sesi iyice yükseldi. Batı dünyasındaki Türklük düşmanlarıyla paralel çalışır oldular. Bunların devlet örgütü içindeki konumları da güçlendi. Türklük düşmanlığı eskiden de vardı ama bu kadar mevzi kazanmış değildiler. Dünya finans sistemini denetleyen egemen güçlere yaranmak için elinden geleni yapan bir politika anlayışı, ülkemize iyiden iyiye egemen oldu. Bu çevreler utanmazca bir tutumla sahibinin sesi rolü oynuyor. Bir başka deyişle, küresel güçlerin dublörlüğünü yapıyorlar. Her aferin ile birlikte bunlara şekerleme de veriliyor. Dünyaya çıkarlarına uygun düşen bir biçimi vermek isteyen söz konusu egemen güçler, Soğuk Savaş’ın noktalanmasını simgeleyen Berlin Duvarı’nın yıkılmasının hemen ardından milliyetçiliğe savaş açtı. Komünizm ile mücadele, yerini hızla milliyetçilikle mücadeleye bıraktı. Milliyetçiliği çağ dışılık, ırkçılık, gerilik olarak sunabilmek için her gün ve her fırsatta iftira kusuyorlar. Eskiden aşırı milliyetçilik denirdi, şimdi ılımlısı da her türlüsü de hedef alındı. Bu işi örgütleyenler, eskiden anarşist, Marksist, liberal, İslamcı şeklinde ayrı ayrı mevzilerden birbirlerine saldırırlardı. Ama şimdi aralarında işbirliği yaptıklarını ve ortak hedef olarak milliyetçiliği seçtiklerini görüyoruz. 1 Türklük düşmanları, fesat yayarken tarihi kötüye kullanıyor, astarını yüzüne getirecek kadar çarpıtarak sanatlarını icra ediyorlar. Bu makalemizde, ne demek istediğimizi sergilemeye çalışırken, diğer yandan güçlü savunma mekanizmaları oluşturmamıza katkıda bulunmayı umuyoruz. Önce şunu ifade edelim ki, Türklüğe karşı küçümseme cumhuriyet kurulmazdan önce de vardı. Olayı sadece küreselci çevrelerin politikalarıyla açıklamak doğru değildir. Cumhuriyet düşmanları, Türklük düşmanlığını miras olarak kabullendi ve sermaye olarak kullandı. Son zamanlarda küreselleşme söylemleriyle birlikte bu tutum tırmandırılmıştır. Küresel güçlerin içerdeki uzantısı olan bazı çevreler, Türk diye bir kavmin olmadığını, bunu Atatürk’ün uydurduğunu, Anadolu’da yaşayanların çok büyük bir kısmının Türkleştirilmiş/Müslümanlaştırılmış Rumlar olduğunu, sözde genetik araştırmaların bu iddiaları kanıtladığını öne sürüyorlar. Türkçe diye bir dil olmadığı, Türk mutfağının aslında Rum mutfağı olduğu, Türk müziğinin Bizans müziği, Türk halk oyunlarının Anadolu Rumlarının oyunlarının taklidine dayandığı, Türklerin Anadolu’ya geldikten 500 yıl sonra uygarlaşmaya başladığı da iddiaların arasında önemli yer tutuyor. Bu gibi sözde bilimsel ambalaj içinde sunulan mesnetsiz iddiaların hepsini Kültür Savaşı /Türklük Düşmanlarının Cephanesi adlı kitabımızda teker teker cevapladık. Bu makalemizde ise bir yandan sözünü ettiğimiz çalışmayı tanıtırken, diğer taraftan bazı eklemeler ve günümüzde pompalanmakta olan yalanlar karşısında yeni sunumlar ve değerlendirmeler yapmak istiyoruz. Büyük Atatürk, Türklüğe şaşı bakan çevrelerin durumunu, 1932 yılında, çıktığı yurt gezisinde, heyetteki ekonomi danışmanı Ahmet Hamdi Başer’le günlük durum İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 2. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com değerlendirmesi yaparken şöyle ifade etmiştir2: “Türkleri bütün dünyaya geri bir millet olarak tanıtan telakki bizim de içimize girmiştir… Evvela millete, tarihini, asil bir millete mensup olduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir milletin çocukları olduğunu öğretmeliyiz.” Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası adlı romanında3, mirasyedi bir paşa çocuğunun hikâyesinde, bizim içimize, özellikle de İstanbul’un varlıklı çevrelerine giren fesadı çok güzel anlatır. Yakup Kadri de, İstanbul sosyetesinin işgal güçlerine nasıl yalakalık yaptığını, bunu yaparken de değerlerimizi nasıl küçümsediğini Sodom ve Gomore adlı romanında gayet veciz bir şekilde gözler önüne sermiştir. Bunların sadece bir roman olduğu sanılmasın 4 . Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ülkede nasıl bir kültürel kargaşa ve aşağılık duygusu ortamı olduğunu bilmeyenler Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin nasıl bir kültürel, toplumsal ve siyasi miras devraldığını bilmesine ve kavramasına imkân yoktur. Hüküm vermeden önce dönemin şartlarının incelenmesi gerekir. Oysa günümüzde, tam anlamıyla “ağzı olan konuşuyor”. Ahmet Hamdi Başer, eserinde, kendisini yukarıdaki sözlerle ikaz eden Atatürk’ün amacını açıklarken, “halkı müşterek fikir etrafında toplamak, memleketin sadece maddesini değil, milletin manasını da kurtarmak lazım geldiğini” söylediğini ifade etmiştir. Nitekim bütün şahitler ve mevcut belgeler Atatürk’ün başka kavimler karşısında bir üstünlük kuramı inşa etmek amacında olmadığını, milletin silkinmesi ve kendine gelerek milli benliğinin bilincine varması için savunma yaptığını göstermektedir. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” vecizesi de Atatürk’ün trenle Anadolu’yu gezdiği bu günlerdeki gözlemlere dayanarak sarf edilmiştir. Dikkat edilirse, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü ırkçılık olarak göstermeye çalışanların tamamına yakını etnik milliyetçidir, bir kısmı devlet kurumunun kötü bir kurum olduğunu iddia eden anarşistler ve/veya devletin zamanla ihtiyaç olmaktan 2 çıkacağını ve yeryüzünde emekçilerin iktidarının kurulacağını savunan Marksistlerdir. Felsefe kitaplarından çıkardıkları elbise kalıplarına göre bize gelecek biçmeye çalışanları Kültür Savaşı adlı kitabımızda teker teker inceledik ve tanıttık. Burada ayrıca uzun uzun analizlere girişmeye gerek yoktur. Öyle yaparsak, tekrara düşmüş oluruz. Anti milliyetçilerin tarih üzerinden yaptıkları çarpıtma ve yalanlara karşılık, şurası açık bir gerçektir ki, Türklüğü ve Türkleri tarihten silerseniz, tarih kitaplarının içi boşalır. Bu gerçek, tarih söz konusu olduğunda her dönem için geçerli olan adeta evrensel bir gerçektir. Bugün bir Avrupa kimliğinden söz edilebiliyorsa, bunun nedeni Türkler karşısında ve Türkler örnek alınarak şekillenmiş bir kimlik inşa edilmiş olmasıdır. Özellikle Avrupa tarihini anlamak için Türklerin tarihinin incelenmiş olması gerekir. Bu konuyu Türkler ve Avrupa/Avrupa Kimliği Nasıl Şekillendi?, adlı kitabımızda kapsamlı bir şekilde inceledik. 2 BİR KIYASLAMA ZEMİNİ: ARAP TARİHİ Arapçayı kabullenmek derecesinde kendimize mal etmek isterim. Amma bundan Türklüğümüz zarar görürmüş… Biz istifade ederiz ya! Mason Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Türkleri bir millet olarak tanımamak, küçümsemek, dışlamak, tarihin dışına atmak, hatta yok saymak şeklindeki tutum bin yıldan fazla bir zaman öncesine dayanır. Bu suçun arkasında, Avrupalılardan yüzyıllarca önce, Arap yazarlar vardı. İsmail Hami Danişment, “Türklük Meseleleri” adlı eserinde bu konuda bizi şöyle aydınlatmaktadır 5 : “Eski milletlerin asırlarca yüreklerini titreten Türk korkusu, onların muhayyilelerini* * Muhayyile, beyinde hayal kurma merkezi, muhayyel ise, sanı ve kuruntu çeşidinden zihinde kurulmuş anlamına gelir. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 3. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com yüzlerce yıl Türk ırkınınx aleyhine işletmiş ve işte bu hayal faaliyeti o milletlerin mitolojilerinden başka, tarihlerinde, folklorlarında ve hatta din kaynaklarında Türk tipine adeta bir umacı şekli veren korkunç tasvirler hâsıl olmasına sebep olmuştur… Bu akla sığmaz efsanelerin icadında en mühim rolleri oynayanlar, muhtelif devirlerde memleketlerin din adamlarıdır. Yani o mutaassıp dinciler, bir taraftan da ırkçılık ve milliyetçilik taassubu göstermişlerdir. Bunların en şaşılacak örnekleri eski Arap müfessirleriyle, şarihleri+ içinde gösterilebilir. Kur‟an tefsir yahut hadisi şer eden Arap âlimleri din sahasında milliyet duygularına kapılmak zaafından bir türlü içtinab [sakınma] edememişler ve hemen her münasebetle Türk ırkının aleyhine okkalarla mürekkep sarf etmekten ve hatta böyle yapabilmek için vesile ve münasebet aramaktan bile zevk almışlardır.” Danişment, bu sözlerin hemen ardından şu çarpıcı açıklamayı da yapmaktadır: “Bu vaziyetin asıl tuhaf tarafı, Türk ırkının aleyhine uydurulan bu garazkâr efsanelerin Türk medreselerine [de] geçmiş olması ve Osmanlı softaları tarafından da asırlarca dinî bir hakikat şeklinde tekrar edilip durmuş olmasıdır!” İsmail Hami Danişment, adı geçen eserinde Türk ulema arasındaki, söz konusu ettiğimiz başkasının yargısını benimseme halini ifşa eden ve doğruları kendi çağında en üst düzeyde sıralayan bir Türk din adamından bahseder. Bu zat, Vanî Mehmet Efendi’dir. Vanî Mehmet Efendi’nin “Kur’an’ın Gelinleri” adlı bir tefsiri vardır. Bu tefsirde, Kur’an’da adı geçen Zülkarneyn ile Oğuz Han’ın kastedildiğini öne sürmektedir. O zamana kadar Arap tefsircilerin bazıları, Zülkarneyn’in Makedonyalı İskender olduğunu, bazıları da Yemen’de hüküm süren Himyerlilerin* hükümdarı olduğunu savunurdu. Kur’an’da adı geçen Yecüc Mecüc**’ün Türkler olduğunu da üstüne basa basa söylenmekteydiler. Hatta Arap yazarların bu konuda aralarında görüş ayrılığı olduğuna dair bir bilgi edinemedik. Buna karşılık, Vanî Mehmet Efendi, onların yayılmasına set çeken Zülkarneyn’nin Türk olduğunu söylemekle Yecüc Mecüc’ü Türk olmadığını da ifade etmiş oluyordu. Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi’nde yer verilen bilgilerin ışığında, bize göre, herkes kendi efsanesinde, düşmanını Yecüc Mecüc yapmış. Bir yerde Özbeklerin Yecüc Mecüc olduğu söylenmiş. Bir 3 yerde Çin padişahının kendi kızından doğan oğulları deniyor ve dünyanın doğu taraflarının Yecüc ve Mecüclerle kaplı olduğu söyleniyor. Bir yerde de Karanlıklar Ülkesi’nin halkı oldukları vurgulanıyor, başka yerde Karnülbahar dağında yaşadıkları iddia ediliyor. Herkes kendi derdine ve düşmanına göre bir Yecüc Mecüc efsanesi türetmiş. Yecüc Mecüc konusuna gülüp geçmeyelim derim. Dünyanın günümüzdeki egemenleri, papazlar tarafından zihinleri çarpıtılmış insanlardır. Bunun tipik örneği ABD başkanı Oğul Bush’un, Fransa devlet başkanı Chirac’a, “Yecüc Mecüc tekrar ortaya çıktı, bana yardım etmelisin”, sözüdür. Chirac, “bunu duyunca gülmemek için kendimi zor tuttum ama Bush çok ciddiydi, bozuntuya vermedim”, diyor ama Fransa, dünyanın her tarafında Bush’tan çok daha hızlı misyoner. Dikkat edilirse, bunlar da düşman gördüğünü Yecüc Mecüc olarak sıfatlandırıyor. Hem de 21. yüzyılda. Vanî Mehmet Efendi, Tevbe suresinin 39. ayetinin tefsirini yaparken de Allah’ın Kur’an’da Türklerin başa geçeceğini müjdelediğini söylemiştir. Söz konusu ayette şöyle buyrulmaktadır 6 : “Eğer(gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azapla cezalandırır ve x Kitabından alıntı yaptığımız D. Ahsen Batur, ırk sözcüğünün kullanılması üzerinde şöyle bir uyarıda bulunmuştur: “Yazar burada „ırk‟ kelimesini yanlış kullanmıştır; belki Türk halkı demek istiyordu. Çünkü Türk ırkı diye bir ırk yoktur.” + Bir kitaba açıklama yazan kimse. * Himyer, Habeşçe bir sözcüktür ve “koyu renkli” demektir. MÖ 115-MS 525 yılları arasında hüküm süren Himyer hanedanının zayıfladığı dönemde, çevrede küçük kasaba beylikleri ortaya çıkmıştı. Bu beyler, “Zu” unvanı taşıyordu. İslam Dönemine Dek Arap Tarihi adlı eserde, Zu ile başlayan hükümdarların hepsi Himyerlidir. Himyerlilerin Aden boğazının iki tarafına da hükmetmek için savaşlar verdikleri de bilinmektedir. Aden‟in karşı kıyısındaki Afrika topraklarına günümüzde Afrika‟nın boynuzu dendiği herkes tarafından bilinir. “karneyn” de çift boynuzlu demektir. Böyle etimolojik tartışmalara girişmek bizim ihtisasımız değil ama Zulkarneyn‟in Kızıldeniz‟in iki yakasını da denetim altında tutan bir bey olması İskender ya da Oğuz Kağan olmasından çok daha muhtemeldir. ** Yecüc ve Mecüc, Kur‟an‟da iki kez adı geçen kavim ya da kavimlerdir. Yaşadıkları yer belirsizdir. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 4. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O‟na hiç zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.” Mehmet Efendi, ayette geçen “başka bir kavim”den maksadın Türkler olduğunu öne sürmüş ve görüşünü şöyle açıklamıştır7: “Hicretin 350 tarihi girdiğinde İsmaililer x denilen Rafızîlere mensup mülhitler +, Mısır ve Suriye‟yi istila etmişler ve Abbasi halifelerinden başka dünyanın bütün Müslüman hükümdarları Şiileşmişlerdi. Müslümanların kelime-i tevhit üzerindeki ihtilaflarından istifade eden Rumlar, İslam ülkelerini istila ederek vaktiyle Müslümanların kendilerinden fethetmiş oldukları memleketleri istirdat edip Urfa ve Malazgirt havalisine kadar dayanmışlardı; işte bunun üzerine Allah, Müslümanlara nimetlerini bolca vererek fazl-u kereminden Türkleri İslam dinine ithal etti.” Aden Körfezi, Babül Mendep boğazıyla Kızıldeniz’ e bağlanır. Haritada görülen bu boğaz, Yemenli- lerle Habeşlerin sürekli çatışmalarına sahne olmuştur. Hindistan’ı Akdeniz’e bağlayan yolun en dar yeri olduğu gibi, Afrika’yı da Akdeniz’e bağlayan yolun en stratejik yeridir. Burada tarih yoğun olarak yaşanmıştır. Arap tarihinin önemli devletleri buralarda kurulmuştur. Zaman zaman Habeşler karşıya geçmiş, zaman zaman da Himyerliler karşıya geçerek ticareti denetimleri altına almışlardır. Aktarmamızda kastedilen tarihi olayları Tarih Boyunca Türkler ve Avrupa adlı kitabımızda neden- sonuç ilişkileri çerçevesinde üç ayrı bölümde inceledik. Burada Arap kavmiyle ilgili bilgilerimizi kısaca vereceğiz. Çünkü Kur’an dilinin Arapça olması dolayısıyla Araplığı Türklüğün çok üstüne yerleştirenlerin 4 dikkatine sunmak istediğimiz önemli hususlar vardır. Bunlar dikkate alınmazsa, Türklük ve Araplık tartışması kıyas zemini bulamaz. Çünkü Türkler karşısında Arapçılık ısrarlı bir üstünlük iddiası iken, Türklük sadece bir savunma girişimidir. Önce şunu belirtelim ki, tarihte, içinde Arap sözünün geçtiği bir devlet adına rastlanmaz. Bu adın kullanıldığı ilk devlet, bildiğimiz kadarıyla sadece Suudi Arabistan’dır. Ancak coğrafik bir bölgenin adı olarak Arabistan’dan söz edilir. İslam döneminde Arabistan sözü, bütün yarımadayı tanımlamada kullanılmıştır. Ama bunun İslam’dan önce de böyle olduğu kesin değildir. Çünkü çok değişik adlar taşıyan kavimler, esas itibariyle kabile düzeyinde örgütlenmiş olarak dar ve verimsiz bir bölgede yaşamaktaydı. Bunlar zaman zaman birleşirler, zaman zaman da bölünürlerdi. Bir başka deyişle, kabile anarşisinden merkezi yönetime, merkezi yönetimden de yeniden kabile anarşisine geçilirdi. Ama her durumda ve her çağda baskın rolü kabilecilik oynamıştır. Yarımadanın Sami kavimlerinin doğum yeri ve anavatanı olduğu iddiası ve yarımadada tek bir ırkın yaşadığı şeklindeki görüş doğrulanmış değildir8. Bugün bu görüşler taraftar bulamamaktadır. Arapların anayurdunun Arabistan yarımadası olduğu üstün körü bir iddiadır. Tarihlerinin eski x İsmaililer: Şiilerin altıncı imam saydıkları Cafer es-Sadık‟ın büyük oğlu olan İsmail babasından üç yıl önce ölmüştür. Bunun üzerinde imam ölünce diğer oğlu Musa el-Kazım imam ilan edilir. Bir kısım insanlar İsmail‟in dah önce ölmesinin onun imam ilan edilmesine engel teşkil etmediğini öne sürerek ayrılık çıkarırlar. Bunların br kısmı da onun ölmediğini kendisini Basra çarşısında dolaşırken görenler olduğunu iddia etmeye başlar. İhtilaf büyür ve Şiiler arasında İsmailiyye mezhebi ortaya çıkar. (İslam Ansiklopedisi 23. Cilt)  Rafiziler: Şia‟nın 21 kolundan biridir. Peygamber‟den sonra hilafetin 12 İmam‟ın hakkı olduğunu savunanlardandır. Buna karşılık, 12 İmam‟ın kimler olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır ve bu konuyu birçok ayrılığın nedeni haline getirmişlerdir. + Mülhid: Dinsiz, imansız, Tanrısız  İstirdat: Geri isteme, geri alma İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 5. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com dönemleri oldukça karanlıktır. Araplar hakkında en eski bilgiler komşu kavimlerin yazılı belgelerinde karşımıza çıkar. Arap sözüne köken teşkil eden en eski sözcükler İbranicedir. Arapha (step anlamında) ve erebhe (göçebelik anlamında) sözcükleri Arap sesini yaklaşık olarak çağrıştıran en eski sözcüklerdir ama Arapları tanıtmak için kullanılmamışlardır. Bir kavim adını ifade eden Arap sözü ilk kez, Asur kralı 3. Salmanasar tarafından bugünkü Suriye topraklarında bir savaşın kazanılması dolayısıyla, MÖ 853 yılında Hama kentinin kuzeyinde dikilen bir kitabede “Aribi” şeklinde yer almaktadır. Daha sonra MÖ 6. yüzyıla kadar Asur ve Babil kitabelerinde Aribi, Arabu ve Urbi şeklinde geçer. Araplar, bu sözcükleri etimolojik köken kabul ederek kendi tarihlerini karanlık çağlara bağlarlar. Bu seslerin Arap kavminin atalarını tanımladığına itiraz eden kimse de yoktur. Benzer durumun, Türklerin tarihiyle ilgili ipuçlarını değerlendirirken karşımıza çıkmasına itiraz edilmesini anlamak mümkün değildir. İslam Ansiklopedisi’ndeki Araplar maddesinde, birçok Arap kavimlerinin adları şöyle sıralanmıştır: Ad, Semud, Medyen, Tasm, Amolika, Casim, Abdi Dahm, Ubeyl, Harduha, Cedis, Curhum, Kahtani, Himye, Lahm, Cüzam, Tay, Ecâ, Selmâ ve Kinde. Aynı yerde sonradan Araplaştığı kabul edilen kavimlerin adları da yer almaktadır: Adnaniler, İsmaililer, Maaddiler, Nizariler. Hz. Muhammed’in 21. göbekten atasının Adnanilerden olduğundan bahisle, peygamberimiz Araplaşmış bir kabileye bağlanmaktadır ki bu bilginin kaynağı İslam Ansiklopedisi’nin aynı maddesidir. Hz. İsmail’in Arapçayı Mekke’de öğrendiği de aynı kaynakta belirtilmiştir. Yani köken olarak Arap olmadıkları bilindiği halde Araplaşma olgusundan bahisle Arap parantezine dâhil edilen kavimler de söz konusudur. Diğer yandan Prof. Dr. Neşet Çağatay’ın “İslam Dönemine Dek Arap Tarihi” adlı Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmış olan eserinde, Arap olduğu kabul edilen halklar tarafından kurulduğu kabul edilen devletlere yer verilmiştir. Bunlar Arabistan yarımadasının güney taraflarında (Yemen’de) kurulmuş olan Mainliler (MÖ 1400-700), Sebalılar (MÖ 700-150) ve Himyerliler ( MÖ 115-MS 525) ile yarımadanın kuzey taraflarında kurulmuş olan Nabatlılar (MÖ 5. yüzyıl), Palmirliler (Tedmürlüler- 5 Nabatların devamı), Gassaniler (MS 1. yüzyıl), Hireliler (MS 263-613), Kindelilerdir (MS 5. yüzyıl). Bunlardan başka Yemen taraflarında, Cebaniler, Katabanlılar, Karililer, Hadramavtlılar, Zu Merasıd, Zu Gumdan, Zu Yezen, Zu Tubba, Zu Ceden9 adlı kavim veya kabileler söz konusudur. Buraya kadar 41 kavim adını saydık. Söz konusu 41 kavmin tarihi bir araya getirilerek Arap tarihi olarak anlatılmaktadır. Buna itiraz edenle de karşılaşmadık. Mesela Zu’nun Himyerli beyleri tanıtan bir ön ek olduğunu ve Himyer’in de Habeş dilinde olduğunu hepsi kabul ediyor. Yukarıda adlarını sıraladığımız kaynaklarda, daha birçok kavmin, kabilenin, bağımsız kentin adı yer almaktadır. Bunların hepsi Arabistan yarımadasında yaşamış olduklarından hareketle Arap kabul edilirler. Bu konuda, konunun uzmanlarının önemsiz denebilecek ayrıntılarla ilgili itirazlarından başka karşı çıkan olmamıştır. Görüldüğü gibi Arap tarihi kabul edilen tarihin içinde Arab’ın adı bile geçmez. Ama konuşulan dilin Arapça olarak adlandırılmasında ve bütün bu kavimler yığının Arap sayılmasında beis görülmez. Uzmanların kapalı kapılar ardında yaptıkları kimsenin duymadığı akademik tartışmaları bir kenara koyarsak, kimse bunun bir abartma ya da aşırı basitleştirme olduğunu söylemiyor. Bütün bu gerçeklere rağmen Arap yazarlar tarihi gerçekleri ters yüz etmekte mahir davranmışlardır. Arap kaynaklarında Türklerin kötülenmesi ve aşağılanması olayı 8. yüzyılda başlamıştır. Araplar, egemenlikleri altına aldıkları yerlerde zamanla azınlığa düşmeye başladıklarında, İslam dininin apaçık bir şekilde izin vermemesine rağmen üstünlük iddiasına sarılmışlardır. Bunun yanında, evlilikler yoluyla da Arapların Türklerle karışmaya başladıkları da dikkate alınmalıdır. Araplar, egemenliklerinin tehlikeye girdiğini gördüklerinde hadis uydurmaya başlamışlardır. Söz konusu uydurma hadisler şöyledir: - Araplar Arapların eşitidir; mevali de mevalinin. - Ey Mevali, içinizde Araplarla evlenenler suç işlemiş olurlar, kötü yapmış olurlar. Ve ey Araplar, içinizde mevali ile evlenenler kötü davranmış olurlar. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 6. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com - (Ey Arap) kendinden olanla ve kendi denginle evlen ve yapacağın çocukların safiyeti bakımından dikkatli ol ve asla Zenci ile evlenme. Çünkü Zenciler bozuk/çarpık yaratık olduklarından onlarla evlenenlerin çocukları sakat ve çarpık doğar. - Arapları sevin ve onların yeryüzündeki varlığına destek olun, çünkü onların yaşamı ve varlığı demek İslamiyet bakımından ışık demektir; onların yok olması demek İslam’ın karanlığa dalması demektir. - İnsanlığın en mükemmel sınıfı Araplardır. Arapların en mükemmeli Kureyşlilerdir10. Öte yandan, sekizinci yüzyıldan itibaren çeşitli Arap yazarların yukarıdaki uydurma hadislerin altını doldurmak amacıyla kitaplar yazdığını görüyoruz. Bunlardan biri, İbn al-Mukaffa’dır. Bu zat, ırkçı bir anlayışı ilk kez kâğıda dökenlerdendir. Ona göre bütün kavimler ağır kusurları olan kavimlerdir. Sadece Araplar “başkalarını taklit etmeyen, başkalarından bir şey öğrenmeyen, her şeyi kendisi bulan yegâne millettir”. Dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan tarihçi ve coğrafyacı Mesudî, iklim etkilerine yaslanarak Türkleri aşağılar. Ona göre Allah, üstün bir ırk olmak üzere Sami ırkından Arapları yaratmıştır. Allah’ın kitaplarını Araplar aracılığıyla göndermesinin nedeni, Sam’ın duasını kabul etmesidir. Bir başka 9. yüzyıl yazarı olan Ebu Zeyd Belhi’ye göre, Kur’an’da sözü geçen Yecüc-Mecücler Türklerden başka bir millet değildir. Onlar, “Yecüc ve Mecüc‟ün amcaoğullarıdır, yüksek dağların tepelerinde yaşarlar, avcılık yaparlar, avlanmadıkları takdirde karga ve akbaba gibi kuşların etini yerler, aralarında sihir çok yaygındır. Bazılarına göre Türkler, çok vahşi ve kıllı kaba vahşi insanlardır, bu kıllarını uzatırlar, sanki bir elbise gibi ayaklarına kadar indirirler, böylece onların elbise giymelerine lüzum dahi kalmaz. Onların bütün meziyetleri çapul ve yağmadır.” Yine aynı zata göre Araplar, huzur, bolluk ve refahın gelmesi için Türklerin yok edilmesi 6 gerektiğine inanmaktadır. Türkler, er ya da geç, Araplar karşısında başarısızlığa uğrayacak, daha sonra Habeşler gelip Mekke’yi ve Kâbe’yi yerle bir edecekler, fakat daha sonra Müslümanlar tekrar üstün gelecektir. Belhî, Arap bilginlerinin bu konuda hemfikir olduğunu öne sürmüştür. Ne var ki, öne sürdüklerinin hiçbirisi gerçekleşmemiştir. Kâbe’yi tahrip eden Habeşler değil, Harici mezhebindeki Araplar (Karamitiler) olmuş, Habeşler, İslam ülkelerinin işgali için kendilerinden çok şey uman Portekizlilerin emellerine alet olmamış, Haçlılar dünyanın öbür ucundan gelerek İslam ülkelerini talan etmişler, bir kısım Filistinli ve Mısırlı Arap tüccar Haçlılara hizmet etmiş, İslam topraklarını Türkler kurtarmış ve Türklerin egemenliği giderek pekişmiş ve 20. yüzyıla kadar da aralıksız sürmüştür. Türklerin gücü tükendiğinde İslam dünyasının ne hale düştüğünü ise her gün televizyon ekranlarından izlemekteyiz. Türkleri kötülerken ipin ucunu iyice kaçıran Araplardan biri de Aliyü’l Karî’dir. Bu zatın zırvalarına göre Türkler başka bir insan cinsidir. Onlara nesnas (uzun kuyruklu bir maymun türü) denilse daha iyi olurmuş. Bir başka Arap yazar Al Tevhidî’dir. Ona göre, “Zenciler aşağı sınıf yaratıklardır, zavallı hayvanlara benzerler; Türkler ise aynı Zenciler gibi, hayvan niteliğinde şeylerdir; şu farkla ki, Zenciler zayıf ve zavallı iken Türkler güçlü ve vahşi hayvanlar gibidir”. Türk düşmanlığı Endülüs’te yazılan kitaplarda bile yerini bulmuştur. 11. yüzyılda Toledo kadısı olan Said al-Endülisî’ye göre Türkler, insandan çok hayvana yaklaşıktır. Bu gibi konuları, Arsızlık ve Kültür/Batının Kültürü Dış Politikasını Nasıl Yönlendiriyor? adlı kitabımızda bulmak mümkündür. Şu hususu burada hemen belirtmeyi ihmal etmemeliyiz ki, Avrupa’da ortaya çıkan ırkçı kuramların kendine özgü bir gelişme süreci vardır. Söz konusu ırkçı kuramlardan Türkler de nasibini almıştır. Bunun için gerekli ön malzemeyi İslam döneminde Arap yazarlar sağlamıştır. Bir başka deyişle, ilham kaynağı büyük ölçüde Endülüs kütüphaneleridir. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 7. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Arap tefsircilerin Kur’an tefsirlerinde Yecüc Mecüc’le Türkleri özdeşleştiren telkinlerinin kaynağı işte bu, yukarıda sıraladığımız sözde İslâm âlimleridir. Vanî Mehmet Efendi’nin karşı çıktığı ve düzetmek için elinden geleni yaptığı iftiraların kaynağı budur. Vanî Mehmet Efendi vaazlarını Yeni Cami kürsüsünden yapardı. Diğer pek çok din bilgine nazaran aynı zamanda tarih bilincine sahip bir bilgindi. Hazırladığı 7 ciltlik tefsirde Arap müfessirlerin yazdığı ve içi İsrailiyat’la dolu tefsir kitaplarının hatalarını kendince düzeltmiş ama devletin üst kademelerini kuşatan, çıkarından başka bir şey düşünmeyen devşirmelerin garazından kurtulamamıştır. Onu Viyana bozgununun kargaşa ortamında Bursa’ya sürgüne göndermişler ve eserine “ırkçı bir Türk tarafından yazılan ırkçı bir tefsir” damgası vurmuşlardır. Arnavut kökenli Şemsettin Sami, Kamus’ül Alam’ında onun için “başka halklara karşı olan taassubu ile tanınır”, diye yazmış, yaptığı işin sadece büyük bir haksızlığa karşı çıkmak olduğunu gözden kaçırmıştır. Peki, Zülkarneyn İskender’dir, ya da Himyerlidir, deyince taassup olmuyor da Türk deyince niye taassup sayılıyor. Onun hakkında, “siyasetten anlamaz âlimlerden” diye görüş öne süreni de olmuştur. Müslümanları birleştirmek için Türkleri kötülemek gerekiyormuş gibi, “Müslümanların kalplerini birleştirme yolunda hizmet edemeyen”, bir bilgin denmiştir11. Alman tarihçi Hammer bile, sanki İslam ilimlerinden haberdar biriymiş gibi, onun için “mürai vaiz”, “birçok katı naslarla (dogmalarla) dolu tefsir eserinin yazarı” demiştir. İsmail Hami Danişment, onu tanıtırken, “düşmanları da meziyetleri kadar çoktu”, diyor. Prof. Dr. Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği adlı eserinde, konuyu incelerken, Mehmet Efendi’ye yapılan “bu haksız ithamın tesiri en son Osmanlı müelliflerine kadar sürmüştür”, diyor12. Vanî Mehmet Efendi, 1685 yılında sürgüne gönderildiği Bursa Kestel’de ölmüş ve orada kendi yaptırdığı caminin avlusuna gömülmüştür. Onun sahneden çekilmesiyle birlikte Türklük düşmanları faaliyetlerini artırmış, tekrar köşe başlarını tutmuşlardır. Durum günümüzde yeniden hız kazanmıştır. 3 BİR KIYASLAMA ZEMİNİ DAHA: GERMEN TARİHİ 7 Şimdi bir de Avrupa cephesinde ortaya çıkan üstünlük iddialarına ve bu iddiaların merkezinde yer alan Germen kavmiyle ilgili bilgilere göz atalım! Germen ırkının üstünlüğü kuramı üzerinde durulması gereken diğer zırva demetidir. Arap üstünlük iddiaları din aracılığıyla aklanmaya çalışılan bir iddia idi. Buna karşılık Germen ırkçılığı sözde bilim adamları marifetiyle bilim üzerinden aklanmaya çalışılan bir ırkçılıktır. Bunun yanında arkeolojiyi ve tarihi çarpıtmak suretiyle yürütülen Hint-Avrupacılık ve Helen-Hıristiyan ülküsü söylemiyle yürütülen üstünlük kuramları da vardır. Bütün bu kuram kalabalığının boy hedefi Türkler ve Türklük olmuştur. Bu gibi sözde bilimsel iftiralara Uygarlığın Kritik Yolu Olarak Temizliğin Tarihi adlı kitabımızda cevap verdik. www.ibrahimokur.com adresinde söz konusu kitabın kapak resminin üzerini tıklayarak kitap hakkında bilgi almak, önsözünü okumak ve içindekiler listesine erişmek mümkündür. Burada, daha önce yayınlanmış olan söz konusu dosyamıza şu hususları da eklemek istiyoruz: Germenlerin MS 2. yüzyıldan önceki tarihleri hakkında “hemen hemen hiç” 13 bilgi bulunmamaktadır. Öncesiyle ilgili efsaneleri vardır. Buna göre, Türklerin ortak atasının Asena olması gibi, Germenlerin ortak ataları da“Mannus”tur. Günümüzde Germenlik parantezinde yer verilen kavim adları uzun bir listedir: İngaevonlar, Herminonlar, İstaevonlar, Tungrlar, Skirler, Rugiler, Herullar, Vandallar, Gepidler, Gotlar, Tötonlar, Thüringler, Kimberler, Katlar, Frizler, Kauklar, Kerusklar, Suevler, Lombartlar, Angıllar, Markomanlar, Kuvadlar, Burgonlar, Franklar, Alamanlar, Saksonlar, Ostrogotlar, Vizigotlar. Toplam 28 ayrı ad tespit ettik. Daha derin bir araştırmayla, bu sayı kat be kat artar gibi görünmektedir. Bütün bu kavimleri ortak olarak aynı parantezin içinde ifade etme düşüncesi ilk kez 11. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu zamanda bütün bu kavimler “Deutsch” (diutise) sıfatını kullanmaya başlamışlardır. Yani bunlara Germen diyenler başkalarıdır. Kendi seçtikleri Deutsch sözcüğü esasında İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 8. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com “halka ilişkin” anlamına geliyormuş14. Tarihçiler, Avrupa’nın birbirine düşman kabilelerini bir araya getirerek Avrupa’yı birleştirmek için çaba sarf eden ilk devlet adamının 5. yüzyıl ortalarında hüküm sürmüş olan Hun imparatoru Attila olduğunu söylerler. Bin yıl kadar önce de Etrüskler İtalya yarımadasındaki kavimleri böyle birleştirmişti. Hunlar ve Germenler hakkında yazan Fransız tarihçi Marcel Brion bakınız ne diyor15: “Bugün devlet adamları, hangi ulustan olurlarsa olsunlar, Attila‟nın „Avrupa Birliği‟ oluşturma planının, bugün dünyanın bildiği en büyük projelerden biri olduğunu asla inkâr edemezler… Bu plan onun dehasının esinlendiği bir şeydir; Germen prenslerinin, Galya köylülerinin temsilcilerinin, İberyalıların, Britanların, İskandinavların, Yunanlıların kendisine geldiğini görünce ortaya çıkmıştır.” Almanlar, Attila adının Got menşeli bir sözcük olduğunu öne sürerek onu sahiplenmek isterler. Bir yakıştırma yaparak Attila’nın Gotça olduğunu öne sürerler. Onlara göre Attila, Got dilinde “babacık” anlamına gelen bir sözcükmüş. Oysa “Etila”, Türk ad koyma geleneğine göre, “İtil ırmağı kıyısında doğan cihangir” anlamına gelir16. Ayrıca, Attila’nın oğullarının adlarının (İlek, Dengizik, İrnek) Türkçe olmasına ne demeli? Eşinin (başhatun) adının Arıkan olmasını nasıl açıklayacaklar? (Son zamanlarda Türklerle Almanlar akraba çıkabilir diyenler de ortaya çıkmadı değil.) Almanların söz konusu sahiplenme eğiliminin nedeni, Türklerin bir kolu olduğu artık iyice anlaşılmış olan Hunlar karşısındaki zayıflıklarını sergileyen bazı tarihi gerçeklerin gizlenmek istenmesidir. Öyle ya! Üstünlük iddiası için kimseden daha zayıf olmamak ve her şeyi kendisi bulmak gibi bir vitrin tasarımına ihtiyaç görmüşlerdir. Oysa görüldüğü gibi, sadece Attila ile ilgili gerçekler Germen ırkının üstünlüğü ve uygarlık kurucu kavim olduğu balonunu söndürmeye yeterlidir. Dahası, Almanların Attila’yı göklere çıkardıkları destanları bile vardır. Nibelungen Destanı olarak bilinen bu destanda Attila, “doğru olmayan durumlarda bile asaletini muhafaza edebilen bir kahraman” olarak tanıtılır. Söz konusu destanda geçen bir cümle şöyledir: “İyiliklerinin ve zekâlarının bir eşi 8 görülmemiş Hunların ülkesinde büyük bir hükümdar vardı.” Germen kavimlerinin kabile şefleri Attila’nın sarayında ağırlanır, orada eğitim görürlerdi. İngiliz ve Fransızlar da köken itibariyle Deutsch’a dâhildirler, yani söz konusu kavimlerden farklılaşarak bugünkü kimliklerine kavuşmuşlardır. Türkler ve Avrupa/Avrupa Kimliği Nasıl Şekillendi? adlı kitabımızda kapsamlı olarak incelediğimiz gibi, daha sonra Fransa adını alacak olan oluşum ilk kez 8. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Avrupa’da tarihin akışını değiştiren olayların en önemlisi 732 yılında Paris yakınlarında cereyan eden Poitiers Savaşı’dır. O yıl Pireneleri aşarak Avrupa içlerine kadar ilerleyen Emevi ordusu, Tours ve Poitiers kentleri arasındaki ovada Charles Martel komutasındaki Frank askerleriyle savaşa tutuştular. Çatışma sırasında Emevi ordusu komutanı öldürüldü. Bunun üzerine geri çekilmek zorunda kaldılar. O zamana kadar Fransa her taraftan saldırılara sahne olan, elliye yakın farklı etnik kimliğin, çeşitli dinlerin ve mezheplerin birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği, çok değişik dillerin konuşulduğu bir yerdi. Emevi saldırısı ve başarısızlığı onlara “ortak düşman” tanımı geliştirme fırsatı sağladı. Avrupa tarihinin bu dönemine “Fransa’nın doğuşu süreci” denir. Katolik kilise Fransa topraklarına bu dönemde alabildiğine nüfuz etmiştir. Öyle ki bu dönemde Fransa topraklarının üçte biri Katolik Kilise’nin mülkü haline geldi. Manastır tarikatları da bu dönemde ortaya çıktı. Bazı piskoposlar 40 bin dönüm toprağa sahip oldular. Saksonya’da bir rahibe manastırı 11 bin çiftliğe sahip olmuştu. On beş bin çiftliğe sahip olan manastırlar bile vardı17. Bölgeye İslam tehlikesini kullanarak Katolik Kilise önderliğinde istikrar gelmiş, fakat bölgede yaşayan halklara pek bir yararı olmamıştır. Papa, piskopos, başrahip, baron ve toprak soylu zümreler etrafında servet yoğunlaşması dönemi açılmış, durumu aklamak üzere Katoliklik öğretisi epey takviye edilmiştir. Bu dönem aynı zamanda Fransa’nın, Doğu’nun aydınlığından erken faydalanmasının önüne geçmiş, feodalizmin inşası ve kemikleşmesi dönemi olmuştur. Halkların buna ilelebet razı olması ve tepki İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 9. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com göstermemesi düşünülemezdi. Nitekim hanedan kavgalarıyla karışıklıklar yüz yıl sürdü ve ülke bir kralın oğulları arasında yapılan Verdun Antlaşması’yla üç parçaya bölündü. Batı Frank, Orta Frank ve Doğu Frank krallıkları ortaya çıktı. Söz konusu antlaşmanın tarihi 843’dür ve bu tarih, Fransa’nın ve Almanya’nın (Deutsch) tarih sahnesine çıktığı kabul edilen tarihtir. Türklerin resmi tarihini Göktürk devletiyle başlatmayı kabul edecek olursak, itiraz ettiğimiz bu tarih bile bugünün büyük güçlerinden olan Fransa’nın resmen tarih sahnesine çıkmasından 300 yıl öncedir. “Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun kuruluşu da Verdun Antlaşması’na, yani 843 yılına dayanır. Dolayısıyla hem Germen adının geçtiği ilk devletin hem de Frank adının geçtiği devletin kuruluşu Göktürk devletinden 300 yıl sonradır. İngiltere’nin tarihine de kısaca bir göz atalım: İlginç olan şudur ki, İngiltere diye bir ülke yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır, hayalettir. Ülkenin resmi adı, “Büyük Britanya, Kuzey İrlanda ile Öteki Ülke ve Bölgeler Birleşik Krallığı” ya da kısaca “Birleşik Krallık” olarak anılır. İngilizler, çeşitli halkların karışmasıyla ortaya çıkmış, dillerine de birçok başka dil kaynaklık etmiştir18. İngiltere, yukarıda Germen kavimlerini sıraladığımız listede yer alan Angıllar ve Saksonların, 5. ve 6. yüzyılda adaya ayak basarak kocalarını savaşlarda kaybetmiş Kelt kadınlarıyla evlenmeleriyle ve Danimarkalıların, Norveçlilerin, Normandiya’dan adaya geçen Bretönların, İrlandalılarla, İskoçlarla ve adada yaşayan diğer halklarla karışmasıyla ortaya çıkmış karma bir halktır. Bu gurupların hepsinin geçmişte bir dilleri vardı. Kaynaşmayla birlikte karmaşık bir dil olarak İngilizce ortaya çıktı. İngilizcenin temelini 5. ve 6. yüzyıllarda ülkeyi istila eden Angılların ve Saksonların dilleri teşkil eder. Günümüz İngilizcesinin söz dağarcığının yarısı bu kaynaktan gelir. Gerisi Fransızca ve Latince kökenlidir. Bu yüzden dilbilimciler, İngilizceyi Germencenin bir kolu olarak kabul ederler. Yani günümüzde dünyanın her tarafında konuşulan İngilizce, olmayan bir ülkenin toplama dilidir. İngiltere ve Almanya’nın tarih sahnesine çıkışıyla ilgili kritik önemli tarihi gerçekleri İkinci Binyılın Muhasebesi ve Türkler ve Avrupa adlı kitaplarımızda daha geniş olarak inceledik. Artık Eski 9 Çağlar Türk tarihini değerlendirmek için gerekli kıyaslama zeminine sahip olduğumuzu düşünüyoruz. O halde şimdi de Türk tarihinin karanlık çağlardaki aydınlığını göstermeye çalışalım. 4 SUMERLER, TURUKKULAR/ MARİ ve MISIR BELGELERİ Bir kavim adı olarak Türk sözcüğünün geçtiği ilk tarihi belgeyi 6. yüzyıla yerleştirenler, iddialarını Çinli hükümet görevlilerinin bir raporunda yer alan Tu-kü-e (Tukyu) sözcüğüne dayandırırlar. Türk, söz konusu raporda Çin’in batısında ve kuzeyinde yaşayan kavimlerin sıralandığı bir listede yer almaktadır. Belgenin düzenlendiği tarihten 30 yıl sonrasına ait bir Bizans belgesinde de Türk adı, İtil ırmağının doğusunda yaşayan kavimleri ifade etmek için kullanılmıştır. Çift taraflı belgelere dayanan bu bilgiler, neredeyse genel kabul görmüştür. Çünkü Türklerin ortaya çıkışını, tarihin mümkün olduğu kadar geç bir dönemine yerleştirmek için batılı ideolog-tarihçilere fırsat vermiştir. Oysa bir kavmin adı olarak Türklerden söz eden binlerce yıl öncesinden kalan yazılı belgeler bulunmuştur. Bunları bulanlar da Batılı tarihçiler ve arkeologlardır. Söz konusu belgeler, bugün adı yaşayan kavimler arasında, en eski kavim adının “Türk” olduğunu göstermektedir. Israrla öne sürüldüğü gibi, son ortaya çıkan kavim olduğunu değil. Yukarıda söylediklerimizi tekrarlayacak olursak, eğer Göktürk devletinin kuruluşunu Türk kavminin ve Türk adının resmi tarihinin başlangıcı kabul etsek bile Avrupa devletlerinin hepsinden 300 yıl daha eski bir tarih söz konusudur. Ama işin gerçeği bu kadarla sınırlı değildir. Çünkü az önce de belirttiğimiz gibi, Türk adı tarihin karanlığında en son kaybolan kavim adıdır. Önce şu gerçeği dile getirmek istiyoruz: Türklerin tarihi, Türkler tarafından değil, Türklerin düşmanları tarafından tutulmuş yazılı belgelere dayanarak ortaya çıkmış bir tarihtir. Türkler kendi tarihleriyle ilgili araştırmalara yeni yeni İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 10. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com önem veriyor. Türklerin tarihinin kaydını tutan öncelikle Çinlilerdir. MÖ 2. yüzyılda Çin, kendi kabuğuna çekilmişti. Kendi ülkelerinden başka bir yeri tanıyorlardı. Onlara göre dünyada tek bir devlet vardı ve o da Çin’di. Dünyanın ortasında duruyordu, barbar-vahşi diğer kavimler Çin’in etrafında yaşıyorlardı. Onu bir halka gibi kuşatmışlardı. MÖ 3. yüzyılın sonunda Mete Han tarih sahnesine çıktı ve Çinliler anladı ki yeryüzünde en güçlü devlet Çin değildi. Hun devleti daha güçlüydü. (Bu konudaki geniş değerlendirmemizi “Çin/3500 Yılın Köşe Taşları” adlı kitabımızda yaptık.) Bu durum Çin düşüncesini ister istemez değiştirdi. Aslında devlet konusundaki eski felsefelerini terk etmediler. Hunları da siyaseten yanlarına katarak çelişkileri aşmaya çalıştılar. Korku içindeydiler ve bu yüzden Hunları tanımak için geniş araştırmalar giriştiler. Onları tanımak, gerçek güçlerini tartmak, zayıf yanlarını bulup çıkarmak ve çözümlemek istiyorlardı. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi adlı eserinin hemen başında durumu şöyle ifade ediyor: “Tarih boyunca Çin’in başarısı karşısındaki düşmanı tanımasıyla ilgilidir.” İşte biz, Orta Asya Türklerinin tarihini Çinlilerin bu stratejik tutumu sayesinde öğreniyoruz. Diğer yandan aynı tutumu Bizanslıların da izlediği anlaşılıyor. Farslar da aynı şekilde hareket ettiler. Böylece Orta Asya Türk tarihi, doğuda Çinli elçi-casuslar, batıda Bizanslı elçi-casuslar ve güneyde Fars elçi-casuslar tarafından kayıt altına alındı. Bu gibi harici bilgiler, Türk tarihini berraklaştırdı. İşin ilginci, Türkiye olarak biz, bu bilgileri Bizans kaynaklarından, Fars kaynaklarından ya da Çin kaynaklarından öğrenmedik. Türkler Anadolu’da ve Balkanlarda çok güçlenmişler ve Bizans’ın yerini almışlardı. Bu gelişmelerden sonra Türkleri izlemek görevini Fransız ve Almanlar miras olarak iş edindi. Öyle ki, Fransa’dan Cizvit misyonerler Çin’e gidip Çince öğrendiler ve hem Çin hem de Türk tarihini Çince belgelerden incelediler. Amaçları Çinlilerinkiyle aynıydı. Onlar da zayıflıkları bulup yararlanmak istiyorlardı. Bahaeddin Ögel, söz konusu araştırmaların bize ulaşmasını sağlayanların başında, 220 yıl önce yaşamış olan Fransız tarihçi (Sinolog) Joseph de Guignes(1721-1800)’i minnetle anmıştır. Azimle 10 çalışan ve kendi olağanüstü çabasıyla Çin dilinin uzmanı olan Guignes’in eseri 8 cilt halinde Hüseyin Cahit Yalçın tarafından Türkçeye “Türklerin Tarih-i Umumisi” adıyla tercüme edildi. Bahaeddin Ögel’in ifadesiyle bizler, “Selçukluların bile Orta Asya’dan geldiğini”, ondan öğrenmişiz19. Onun yanında, genç yaşta koleradan ölen İngiliz Arthur Lumley Davids (1811-1832), Rus etnografyacı Wilhelm Radloff (1837-1918), Macar asıllı seyyah ve oryantalist Arminius Vambery (1832-1918) ve Alman arkeolog Albert August von Le coq (1860-1930) ve Danimarkalı William Thomson Türk tarihi biliminin kuruluşunda minnetle anmamız gereken bildiğimiz diğer isimlerdir. Görüldüğü gibi, hiçbiri Türk değildir. Bunların yanında daha birçok arkeologun adını anmalıyız ki, onların olağanüstü gayretleri sayesinde toprak altından Türk adının kökenlerini kanıtlayan binlerce yıllık belgeler çıkarıldı. Bütün bunları şunun için söyledik: Bu tebliğimizde Türk ve Türklük adına ne söylediysek, hepsinin kâşifi ve kargacık burgacık simgelerin şifrelerinin çözücüsü Avrupalı milletlerin yetiştirdiği gayretli insanlardır. Bu vesileyle, hem onları minnetle anmış olduk hem de anlattıklarımızın “Türk’ün Türk’e propagandası” olmadığını göstermek istedik. Eğer Türk’ün propagandasından söz edilecekse bunu yapanlar Avrupalılardır. Böylece Türk’ten ve Türklükten söz edilen her yerde “Türk’ün Türk’e propagandası” klişesini ortaya atanlara peşin bir cevap vermiş olduk. Şimdi önce Mari ören yerindeki bulgulardan başlayalım: Suriye’de, Fırat ırmağının doğu kıyısında yer alan MÖ 3100’lerde kurulduğu anlaşılan Mari kenti harabeleri vardır. Buluntular, bu kentin Sumer uygarlığının bir uzantısı olduğunu göstermektedir. Burada, 1933 yılında, kazılar başlatılmış ve üç yüz odalı bir saray bulunmuştur. Söz konusu odalardan biri, tabletlerle dolu olan bir arşivdir. Arşiv, Akat dilinde yazılmıştır. Burada ele geçen ve şimdiye kadar okunabilmiş olan tabletler üzerinde 28 kez “Turukkular” adının geçtiği görülmüştür. Bu tabletler, çevredeki casusların kentin kralına gönderdiği raporlardır. Anlaşıldığına göre, o dönemde, Guzların bir İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 11. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com kolu olduğu anlaşılan Turukkuların faaliyetleri günü gününe takip edilmektedir. Akatları yenerek, Sumer egemenliğini yeniden kuranlar işte bu Turukkulardır. Sumerlerin egemenliği tekrar ele aldığı bu dönem, Sumer Rönesansı çağı (MÖ 2150-1950) olarak adlandırılır. Sumerleri uygarlığın temeline yerleştiren büyük başarılarının pek çoğu, işte bu 200 yıl süren ikinci dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Guzların 125 yıl süren egemenliği sırasında 12 kral başa geçmiştir. Bunlardan biri olan “Yarla”, “Yarlagan” olarak Orhun Kitabelerinde geçen bir isimdir. Bir başkası olan İnkişi’nin adı da Enkiş olarak Dede Korkut’ta geçmektedir20. Sumer dilinin, günümüz Türk dillerinin bilinen en eski biçimlerinden biri olduğu 19. yüzyılın ortalarından beri bilinmektedir. Hiç şüphe yok ki, birbirini tanımayan insanlar, iki ayrı yerde, iki ayrı çağda, meramını anlatmak için aynı sözü icat edip kullanabilir. Bu sözler arasında fonetik bakımdan da anlam bakımından da aynılık olabilir. Ancak söz konusu aynılıkların sayısı arttıkça durumun rastlantıyla ortaya çıkmış olması ihtimali azalır. Sumerolog Muazzez İlmiye Çığ, Etrüskler Sempozyumu’nda “Sumer Dili ile Türk Dili Karşılaştırmaları” konusundaki tebliğinde, Şikago Üniversitesi’nden Morris Swadesha (1909-1967) adlı ünlü bir dilcinin, iki dil arasında hem anlam bakımından hem de fonetik bakımdan aynılık durumundaki sözcüklerin sayının 7’den fazla olması halinde söz konusu iki dil arasında tarihi bir ilişki olduğu tezini savunduğunu söylemiştir. Bunun yanında, Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, 7 değil, bulduğu 165 çift aynılığa dayanarak, Türkçe ile Sumerce arasındaki aynılıkların rastlantısal olmasının milyar kere milyarda bir olduğunu hesaplamıştır. Gayet açıklayıcı bir benzetmeyle, 10 kelimenin aynı olması ihtimalinin, İzmir-Erzurum arasındaki mesafenin (1280 km) 1 milimetresinden bile az olduğunu göstermiştir. Hesap yöntemi Sumer Matematiği adlı kitabımızda yer almaktadır. 11 21 Haritada görülen Mari kenti ve krallığı bölgesi günümüzde Suriye topraklarında kalmaktadır . Sadece kelimelere bağlı aynılıkları değil, gramer benzerliklerini de dikkate almak gerekir. Sumercede de Türkçede de kök sabittir ve yeni kelimeler arkaya yapılan eklerle türetilir. Mesela, oku.yorum, oku.du, oku.duk, oku.yacağız gibi. Aynı şekilde her iki dilde de erkeklik ve dişilik yoktur. Mezopotamya’ya daha sonraları egemen olan Sami kavimlerinin dilinde her iki özellik de yoktur. Üstelik erkeklik dişilik vardır. Kelimeler önüne de arkasında da ek alabilir ve kök değişebilir. Sumer coğrafyasına yakın coğrafyada sadece Türkçede Sumerceyi de kapsayan özellikler mevcuttur. Bu durum 1867 yılından beri bilinmektedir. Fransa’da Arkeoloji Cemiyeti’nin bir toplantısında Oppert adlı bir uzman tarafından ortaya atılmıştır. Sumercenin Türkçe ile olan ilgisini kanıtlamanın mümkün olmadığını, çünkü çok eski çağlara İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 12. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com ait olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlar, Hin-Avrupacıların Batı dünyasında genel kabul gören kuramlarını incelemelidir. Bunun yanında, bilim dünyasının son yıllardaki en önemli tartışmalarından biri olan atomun iç yapısıyla ilgili tartışmaları incelemelidirler. Bu sayede gözlem sınırının ötesini araştırabilmek için ne kadar tutarlı yöntemler geliştirilebildiğini anlamış olurlar. Her zaman söylemişizdir: Bilim tarihini ve bilim felsefesini bilmeden yapılan bilimin kolu kanadı kırık kalır. On binlerce Sumer tableti, Türkçe ile Sumerce arasındaki ilginin sağlam kanıtları olarak Batılı ülkelerin müzelerinde sergilenmektedir. Mari kenti bulguları, bu gerçeği doğrulayan yeni kanıtlar sağlamış, doğruluğuna resmiyet kazandırmıştır. Dahası, Mari sözcüğü, günümüzde de Türk dünyasında yaşamakta olan bir sözcüktür. Türkmenistan’da bir vilayetin adıdır. Bu vilayetin sınırları içinde tarihi Marguş uygarlığını kalıntıları vardır22. Bunun yanında, İtil-Kama ırmaklarının buluşma noktasında yer alan ve Rusya Federasyonu’na bağlı bir Mari Özerk Cumhuriyeti vardır23. Ayrıca Strabon’un “Antik Anadolu Coğrafyası” adlı eserinden anladığımıza göre, Doğu Karadeniz bölgesi ağırlıklı olmak üzere Karadeniz kıyılarında yaşayan önemli bir Mari nüfusu vardır. Ayrıca, Mari dili Türkçemizin de dâhil olduğu dil gurubuna bağlıdır. Çeremişce olarak da anılan bu dil, Fin-Ugor dil ailesine bağlı bir dildir24. Yine Mezopotamya bölgesinde bulunan bir tabletten anlaşıldığına göre, MÖ 3. binyılda Anadolu’da bir “Türkî kral” yaşamıştır. Söz konusu tabletin ilginç özelliği, kopyalarının üç ayrı yerde birden ele geçmiş olmasıdır. Bir kopyası Babil’de, bir kopyası Mısır’da bir kopyası da Hattuşaş’ta bulunmuştur. Hattuşaş metni 1938 yılında çözümlenmiş ve Berlin’de yayınlanmıştır. Tabletin anlattığına göre, MÖ 2200’lü yıllarda, Akat kralı Naramsin, Anadolu’ya bir sefer düzenlemiş, Anadolu’daki kent devletleri, bu tehlike karşısında aralarında birlik oluşturarak Akat saldırısına karşı durmaya çalışmışlardır. Yine tablete göre, koalisyona on yedi Anadolu beyi katılmış, fakat Akatlara yenilmekten kurtulamamışlardır. Kral bu zaferi karşısında bir belge düzenleyerek, yendiği beyliklerin adlarını teker teker sıralamıştır. Söz konusu belgenin on beşinci satırında yer alan beyin adı Türkî kral İlşu Nail’dir25. Pek tanıdık değil mi? 12 Doğu Anadolu’da, İran’da ve Irak’ta Turukkulardan söz eden tabletler dört yüz yıllık bir zamana yayılmaktadır. Söz konusu kavim, Zagros dağlarında yaşayan, Urfa’dan Kerkük’e kadar olan bir alanda cengâverlik yapan bir kavimdir. Tabletlerde Turukkulardan “uyuyanları uyandıran” olarak söz edilmektedir. Belgeler Türklerin en az 4200 yıldır Anadolu’da yaşamakta olduklarının kanıtlarıdır. Mısır’da da Türk adının karşımıza çıktığı kitabeler vardır. Söz konusu kitabeler iki tanedir. Birincisi MÖ 13. yüzyılın son yıllarına aittir. Bu tarihlerde Egeli kavimler tarafından kurulan bir koalisyon donanması Mısır’a saldırmış, fakat Delta içinde mağlup olmuşlardır. Bu zafer üzerine Firavun Merneptah (MÖ 1213-1203), Karnak’ta bir kitabe diktirmiştir. Söz konusu kitabeye, yendiği kavimlerin adlarını yazmıştır. Bunlardan biri Turşalardır ki, tarihçiler sözcüğün Troyalıları anlattığını düşünmektedir26. Bu kitabeye şöhret kazandıran diğer bir konu da, Orta Doğu’yu sözde tarihsel gerçekler öne sürerek hak iddia eden ve kana bulayan İsrail’in, kitabenin içinden bir sözcük seçerek ona yaslanmasıdır. Bu sözcük I.si.ri.ar’dır. İddiaya göre bu belge İsrail adının geçtiği tarihteki ilk belgedir. Hatta öyle ki, kitabede Turşalar adının geçmesi dikkate alınmaksızın, vurgular İsrail’e yöneltilmiş ve kitabeye İsrail Steli denmiştir. İddia 1896 yılında ortaya atılmış ve İngiliz gazetelerine manşet olmuştur. Artık hiç kimse aksini öne süremezdi. Çünkü Protestanlığın sokağa egemen olduğu ve Yahudilerin de sermayeye egemen olduğu İngiltere’de Tevrat’ı doğrulayan ilk kanıt bulunmuştu (!). Oysa günümüzde koparılan gürültünün cüssesine denk düşecek başka bir belge örneği yoktur. Ayrıca biz söz konusu metinde İ.si.ri.ar’ın ne yaptığını, hangi münasebetle kitabe üzerinde yer aldığını da anlayamadık doğrusu. Bu kelimenin “Zülüflü Libyalıları” anlattığını savunanlar olduğu gibi, başka anlamı olduğuna dair makaleler de vardır27. Ama daha ileri bir değerlendirme yapmak için yeterli bilgi yoktur*. * Buna karşılık, MÖ 9. yüzyıla ait Meşa Dikilitaşı‟nda İsrail‟den söz edilir. Söz konusu dikilitaş, Firavun Merneptah‟ın dikilitaşından 3-4 yüzyıl sonradır. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 13. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Kanıt niteliğinde ikinci bir kitabe daha vardır. Söz konusu kitabe sözünü ettiğimiz ilk kitabeden birkaç on yıl sonra, Firavun 3. Ramses(MÖ 1187-1156)’in 8. idare yılında (MÖ 1180) Egeli Deniz Kavimlerine karşı kazanılmış ikinci bir zaferin anısını yaşatmak için tapınak duvarların kazınmıştır. Medinet-Habu Zafer Kitabesi olarak anılır. Turşalar adı, bu kitabede de yenilen diğer koalisyona mensup kavimler arasında sayılmaktadır28. Her iki kitabenin dikildiği dönem, Ege’de kavimlerin kaynaştığı bir dönemdir. Troya Savaşı’ndan sonra Akhalar zafer kazanmış oldukları halde, Troya’yı ele geçirememişler, buna karşılık bölgede yoksulluk baş göstermiştir. Nedeni bir deprem, üst üste gelen kıtlık veya bir veba salgını da olabilir. Nedeni bilinmiyor ama çeşitli belgelerde yer alan bilgilerden Anadolu’dan Akdeniz’in batısına doğru göçler olduğunu anlıyoruz. 13 29 Firavun Merneptah tarafından MÖ 1225’civarlarında dikilen zafer kitabesinde Turşaların adı geçer . Kitabe, 3,18 metre yükseklikte ve 1,63 metre genişliktedir. 30, 31 Firavun 3. Ramses’in Egeli Deniz Kavimleriyle yaptığı savaşta kazandığı zaferi tasvir eden duvar oyması İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 14. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com 5 TURŞALAR, TRUVALILAR ve ETRÜSKLER / ROMA BELGELERİ Şimdi, Mısır kitabelerinde karşımıza çıkan Turşaların kimliğine dair kanıtları inceleyelim: Arkeoloji, MÖ 8. yüzyılda İtalya yarımadasının batı kıyılarında bir kültür devrimi olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bölgeye uygarlığın taşınması, Anadolulu göçmenler sayesinde olmuştur. Söz konusu göçmenler, Etrüskler ve Truvalılar olarak anılan kavimdir. Truva’da Hektor’dan sonra gelen en büyük kahraman olan Aenas, Truva düştükten sonra halkına önderlik ederek önce, şimdiki Altınoluk kıyılarına gelmiş ve daha sonra denize açılarak Akdeniz’de yıllarca dolaşmış, yaşamaya elverişli yerler aramıştır. 32 Truvalı kahraman Aenas’ın Akha katliamından kurtardığı halkıyla beraber Akdeniz’de dolaştığı dönemde izlediği yollar . Yukarıdaki haritada görüldüğü gibi, sonunda İtalya yarımadasının batı kıyılarındaki Latium denilen bölgeye ayak basar. Bölgenin yerel kralıyla anlaşır ve onun kızıyla evlenir. Zaman geçer ve torunları dünyaya gelir. Adları Romus ve Romulus’tur. Burada Göktürk kağan soyuyla ilgili olarak anlatılan efsanede olduğu gibi, dişi bir kurt tarafından emzirilen iki çocuğun efsanesiyle karşılaşıyoruz. 14 Efsaneye göre, söz konusu çocuklar, geçimsizlik ve ölüm korkusu yüzünden dağ başına götürülüp terk edilir. Bir dişi kurt onları görür ve emzirerek hayatta kalmalarını sağlar. Daha sonra da bir çoban onları bulur ve evlat edinir. Romulus, Roma kentinin kurucusu olarak anılır. Roma adı da buradan gelir. Kadim Romalı tarihçiler, eldeki bilgilere dayanarak Roma’nın kuruluşunu 21 Nisan 753’de gerçekleştiğini öne sürerler33. 34 Bir kurdun Romus ve Romulus’u emzirmesi efsanesini canlandıran bir heykel Bundan sonra Roma kentinin başında Etrüsk kökenli kralları görüyoruz. Bunların ilki Tarquinius’tur. Roma çevresindeki bataklıkları kurutan ve Cloaca Maksima kanalizasyon kanalını inşa eden hükümdar odur35. İkinci hükümdar Servius Tullius’tur. MÖ 535 yılında, Tarquinius’un suikasta kurban gitmesi üzerine tahta çıkmıştır. Roma’nın 7 tepesini tek bir surun içine alan odur. Latin birliğini de bu hükümdar kurmuştur. Roma devletini kabileler yığını olmaktan çıkaran hükümdar olarak bilinir. Prof. Dr. Halil Demircioğlu’nun Roma Tarihi adlı eserinde, Etrüsk öncesinde bölgede İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 15. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com yaşamakta olan ve her biri farklı dil konuşan, birbirini yabancı ve düşman olarak gören kabileler hakkında bilgiler yer alır. Bu kabilelerin adlarını burada şöyle özetliyoruz: Umbr’lar, Sabel’ler, Sabin’ler, Vestin’ler, Mars’lar, Paelign’ler, Marrucin’ler, Erentan’lar, Samnit’ler, Campan’lar, Lucen’ler, Brutt’lar, Falish’ler, İllyr’ler, Veneti’ler, Iapyg’ler, Mesapi’ler, Ligurlar, Kelt’ler (Galler), İnsubr’lar, Genomon’lar, Boi’ler, Senon’lar, Ligur’lar, Pön’ler ve Hellen’ler. Çok dar bir alanda her biri ayrı ayrı dil konuşan ve her biri kendi âleminde yaşayan 26 kabile saydık. Bugün bunlara İtalyan deniyor. “İtalia”, o çağlarda yarımadanın güney kısımlarına verilen bir addı. Yani coğrafik bir addır. Bir kavmin adı değildir. Zaten yukarıdaki listede “İtalia” adını içeren bir kavim adı da yer almaz. Etrüskler, birliği sağladıktan sonra, bu ad kuzeye doğru yayıldı ve Romalılar tarafından da benimsendi. İmparator Augustus zamanında (MÖ 64-MS 14), Po Ovası hariç olmak üzere bütün yarımadanın adı oldu. Günümüzde İtalyan denilen milletin tarih sahnesine çıkışı işte böyle Etrüsklerin gayretiyle olmuştur. Bu gerçekler Grek ve Latin tarihçilerinin dile getirdiği gerçeklerdir. Günümüzün Batılı tarihçileri, Etrüskleri, “nereden geldiği belli olmayan bir kavim” olarak niteliyor. Oysa yere göğe koyamadıkları eski çağ tarihçileri böyle söylemiyor. Aenas’ın ve torunlarının tarihi, MÖ 70-16 yılları arasında yaşamış Latin yazar Virgilius tarafından “The Aenid” adlı bir eserde ölümsüzleştirilmiştir. Söz konusu eserde Truvalılar, “Teurci”ler olarak tanıtılmıştır. Kapsamlı bir İtalyanca sözlükte, Truvalı anlamına gelen sözcük “Teucro” olarak verilmiştir36. Aynı sözlük, İlio sözünün de Truva anlamına geldiğini bildiriyor. Çağdaş tarihçiler, Etrüsklülerin kökeni konusunda ayak sürüyedursun, Romalı egemenler Anadolu kökenli olmaktan kıvanç duyarlar ve konuyu her fırsatta dile getirirlerdi. Truva’yı anavatanları ilan etmişlerdi mesela. Ona “İlium” diyorlardı. Roma kralları, soylarının Aenas’dan ve dolayısıyla Anadolu’dan geldiğini güçlü bir şekilde vurgulardı. Truva’ya hac ziyareti yapan imparatorlar bile vardır. Julius Sezar MÖ 48’de Truva’ya gelmiştir. Sezar’dan sonra başa geçen Augustus da MÖ 15 20’de Truva’ya gelmiş ve hac yapmıştır. Alman tarihçi Birgit Brandau, “Troia/Bir Kent ve Mitleri” adlı eserinde Sezar’ın ziyareti için bakınız ne diyor37: “Sezar‟ın İlium‟a özel bir bağlılık duymasının üç nedeni vardı: Birincisi, o da öncelleri gibi, burayı Roma‟nın anavatanı olarak kabul ediyordu; ikincisi, Homeros‟a duyduğu hayranlığı da örnek alarak Büyük İskender‟in izinden gidiyordu. Üçüncüsü ve belirleyici olanıysa, soyunu doğrudan doğruya Romalı mitosta Iulus olarak adlandırılan Aenas oğlu Ascanius‟a dayandırmasıydı… Sezar, kentin topraklarını güneydoğuya doğru genişleterek İlium‟u “özgür ve vergiden muaf bir kent” olarak açıkladı. Ne var ki, İlium‟a olan bu sevgisi, onun alın yazısını belirleyecekti. Sezar‟ın Roma İmparatorluğu‟nun başkentini Troia‟ya taşıyacağı yönündeki ardı arkası kesilmeyen dedikodular, 44 yılında katillerinin komplo düzenlemesi için yeterli neden olacaktı.” Truva’yı ziyaret edenler sadece krallar değildi. Romalı “soylular” da Truva’yı ziyaret etmeyi soyluluğun gereğini yerine getirmek olarak görürlerdi. “İnançlı” Romalılar için anavatana ilgi göstermek açısından İlium’u ziyaret etmek zorunluluk haline gelmişti”38. Söz konusu ziyaretler 200 yıl sürmüştür. Bu geziler sayesinde Truva ekonomisi yeniden canlanmıştır. Truva halkı, konuklarını en iyi şekilde ağırlamak için birçok yatırım yapmışlardır. Tarihçiler, Roma tarihinin bu dönemine “Truva Turizmi Çağı” diyorlar39. İşte Aeneis’in Romalıların milli destanına dönüşmesinin gerisindeki tarihi süreç böyledir. Truva’ya yönelik son büyük hamleyi Doğu Roma İmparatorluğu’nun kurucusu ve Hıristiyanlığın banisi sayılan İmparator Konstantin yapmıştır. Truva’yı başkent yapmak istemiş, bu amaçla Truva’ya gelmiş ve yerinde planlar yapmıştır. Kentin yeni surlarının nereden geçeceğini ve kapılarının nerede yapılacağını belirlemiş, inşaatı da bizzat başlatmıştır. Fakat MS 326’da fikrini ansızı değiştirmiş ve 11 Mayıs 330’da İstanbul’u başkent olarak ilan etmiştir40. Fikir değişikliğinin nedeni İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 16. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com bilinmiyor ama kesin olan bir şey varsa, o da, uygarlığı bir Helen-Hıristiyan uygarlığıymış gibi anlatan çağdaş tarihçilerin suratına bir tokat gibi çarpılan şu gerçektir: Batı dünyası o çağlarda Doğuya ait olmak isterdi. Truva onlar için çok önemliydi, kutsaldı. Truvalılardan farklı bir kavimmiş gibi söz ettiğimiz, Etrüsklerin hikâyesini de kısaca özetleyelim: On üçüncü yüzyılın sonunda Mısır’a saldırırken karşılaştığımız Turşaların bir başka söyleniş şekli olan Etrüskler, birincisi MÖ 10. yüzyılda, ikincisi MÖ 8. yüzyılda olmak üzere başlıca iki göç dalgasıyla İtalya yarımadasına yerleşmişlerdir. Yukarıda Aenas’ın göç yolları haritasında görüldüğü gibi, İlk göç dalgasında Tiber ırmağı ile Arnus ırmağı civarındaki vadiye yerleştiler. İkinci göç dalgasından sonra ise durumlarını pekiştirdikleri ve MÖ 6. yüzyılda Po ırmağı vadisine yerleştikleri biliniyor. Bu bölgedeki Falsine, Parma, Modena, Mantua, Adria, Spina kentlerini onlar kurmuştur. Etrüsklerin Anadolu kökenli oldukları tartışmalı bir konu olmayacak kadar açık bilgi ve belgelere dayandığı halde “nereden geldiği belli olmayan kavim” denilmesinin bir anlamı yoktur. MÖ 5. yüzyılda yaşamış Anadolulu Herodot, Tarih’inde Etrüsklerin Anadolu’dan yola çıktıklarını ve asıllarının Lidyalılara dayandığını yazmıştır. Tarih’in birinci kitabının 94. Paragrafında, sonradan Etrüsk adını alacak olan Lidyalıların kıtlıktan kırılmamak için kralları tarafından ikiye ayrıldıkları ve kura sonucunda yarısının kıyı kıyı dolaşıp yaşamaya elverişli yer aradıkları ve sonunda İtalya’nın batı kıyısındaki Umbria’ya çıktıklarını anlatılır41. Buna göre Etrüskler Lidya kökenlidir. Hem Herodot’un hikâyesinden hem de Virgilius’un yukarıda sözünü ettiğimiz destanından anlaşıldığına göre Turşalar, Truvalılar ve Etrüskler aynı kavimdir. Bulgular, Türklerle aynı kültür öğelerine sahip olduklarını gösterdiği gibi, Sumerlerle de yakınlıkları olduğunu göstermektedir. Etrüsklerle ilgili olarak Bodrum’da düzenlenen sempozyumda sunulan yerli ve yabancı tebliğlerden istifadeyle, Etrüsklerin Türklerle olan yakınlığı üzerinde kısaca 9 kanıt öne süreceğiz42: 16 1- Etrüskler kendilerine TURSİKİNA diyordu. Latinler de onlara TURSCI diyordu. Oysa İtalyanlar Türk’e TURCO veya TURKA diyor. 2- TARKAN, Türkçede bey vezir anlamına gelir. TARQUINUS bir Etrüsk kralının adıdır. TARQUİNİİ ise, bir Etrüsk kentinin adıdır. 3- Etrüskler, efsanelerinde kavimlerinin kurucusu olarak RASENA adını anarlar. Oysa destanlarda Türk kavminin kurucusu da ASENA’dır. 4- VATİKAN Etrüsk dilinde bir sözcüktür ve Güneş Tanrısı’nın adıdır. Aynı zamanda Roma’da güneş doğarken tırmanılan ve güneşe dua edilen bir tepenin de adıdır. Oysa ÖTÜKEN de öyledir. ÖTÜKEN, Güneş Tanrısının adıdır ve Türkler de güneş doğarken tepelere çıkar ve güneşe doğru dönerek dua ederdi. 5- Sumerlerde UBUBUL Şimşek Tanrısı’nın adıdır. Etrüskler buna APULLU diyorlardı. Sözcük hem Greklere hem de Latinlere APOLLO olarak geçmiştir. 6- Çuvaş Türkçesinde Tanrının adı TURA’dır. Etrüsk dilinde de TURA.NE bir Tanrı adıdır. Ayrıca TURAN, Etrüsk dilinde başkan anlamına gelmektedir. 7- Sumerler Gök Tanrıya ANU derlerdi. Etrüsk dilinde aynı tanrının adı ANİ’dir. 8- Etrüsklerde 12 sayısı kutsal bir sayı idi. Bunun da kökenleri Sumerlere dayanır. Bu konuyu Sumer Matematiği adlı kitabımızda Ur’dan İyonya’ya ve Etrüsk’e kadar adım adım inceledik. 9- Eski çağlar Türk kültüründe Hayat Ağacı kavramı çok önemlidir. Hayat ağacı şaman davullarının üzerinde bugün bile görülebilir. Aynı simge Sumer zigguratlarının duvarlarında da vardır. Aynı simgeyle Etrüsk mezarlarında da karşılaşılmıştır. Hayat Ağacı motifi, Sumerleri Türklere ve Etrüsklere bağlayan önemli bir bulgudur. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 17. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Sağdaki resim Sumer tapınaklarındaki hayat ağacı simgesini, soldaki resim ise Etrüsk mezarlarındaki duvar resimlerindeki 43 hayat ağacı simgesini göstermektedir. 10- Etrüsk inanışında koyunun karaciğerindeki lekelere bakılarak kurban sahibinin geleceği üzerinde kâhinler hüküm verirdi. Bunun için bir koyun alıp tapınağa gitmek yeterliydi. Aynı inanış Sumerlerde de vardır. 17 Soldaki resimde Sumerli kâhinlerin kehanet için kullandıkları koyun veya keçi karaciğerinin modeli görülmektedir. Sağdaki 44, 45 resimde ise Etrüsklü kâhinlerin kullandığı karaciğer modeli görülmektedir . Etrüskler, Avrupa’yı uygarlaştırma yolunda ilk adımı atan kavimdir aynı zamanda. İtalya’nın kuzey bölgeleri bunun kanıtlarıyla doludur. İlk kanalizasyon sistemi, ilk drenaj sistemi, ilk yol, ilk tünel örneği onlar tarafından yapılmıştır. Mimarlığın ileri uygulamaları sayılan kubbe, tonoz ve kemer ilk örneklerini de Avrupa’da oraya koyanlar Etrüsklerdir. İlk müzik, ilk şiir, ilk tiyatro gibi sanatlar da Etrüskler tarafından Avrupa’ya götürülmüştür. Avrupa’daki sulama kanallarının en eski örnekleri de Etrüsklerin başarı hanesinde yazılı olan işlerdendir. Kısacası, Etrüskler Avrupa’nın uygarlaşmasında birinci derecede etken rol oynamışlardır. Avrupalı tarihçiler, Etrüsklerin kendi tarihleri üzerinde oynadıkları rolü çok iyi bilirler. Bu yüzden hem tarih sahnesine çıkışlarının bilinemediğini söylerler hem de tarih sahnesinden çekilişlerini “buharlaştılar” şeklinde sunarlar. Aynı siyaseti Sumerler için de yaparlar. Oysa İtalya, Etrüsk eserleriyle doludur. Fakat bu alandaki araştırmalara bütçeden pay ayırmazlar. Konu üzerinde yatırımların artması halinde Eski Çağlar Türk tarihinin aydınlanacağı aşağı yukarı anlaşılmıştır. Bu yüzden bu alanı küçümseme siyaseti güderler. Paralarını Anadolu’daki Roma ve Grek kentlerindeki kazılar için harcarlar. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 18. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com 6 YURCAE’LERDEN TOGARMALARA DİĞER BELGELER ve ÖZET Bizim bilgimiz 10 bin yıllık Türk tarihinden söz etmeye yetmiyor. Ama Türk adının en eski kavim adı olarak 4000 veya 4300 yıllık tarih boyunca sürekli olarak yaşayan bir ad olduğunu gösteren başka kaynaklar ve belgeler mevcuttur. MÖ 5. yüzyılda yaşamış olan Herodot, Tarih’inde İtil ve Ural arasında yaşayan Yurcae’lerden söz eder. Birinci yüzyılda yaşamış olan Romalı Plinius Secondus, Tyrkae’leri anlatır. Üçüncü yüzyılda yaşamış olan Etikus, Turchi’leri bildirir. Eski Hint kaynaklarında, Turuşkalar’dan46 (TURUSCHKA) söz edilir. Aynı metinde TURA da yer alır. Tevrat’ın “Yaradılış Kitabı”nda kuzeyli bir kavim olan Togarmalar vardır. Bütün ipuçları toparlandığında şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Kimi yerde mezarda, kimi yerde kayada, kimi yerde taş kitabede, kimi yerde tablette, kimi yerde duvar yazısında, kimi yerde papirüste, kimi yerde parşömende, hepsi ayrı ayrı başarılarıyla, tarihe adını yazdırmış kişiler tarafından, birbirinden uzak çok farklı yerlerde ve 18 birbirinden çok farklı zamanlarda, birbirinden tamamen farklı yazı şekilleriyle yazılmış simgelerin aşağı yukarı aynı sesi çağırması, tesadüf ihtimalini ortadan kaldırmıyor mu? Bir başka deyişle, bütün bunların bir arada önümüzde durması rastlantı ihtimaline yer bırakır mı? Üstelik bütün bu yazıların şifrelerini çözen bilim insanları da farklı farklı insanlar ve farklı ülkelerde, farklı zamanlarda yaşamışlar, ana dilleri de farklı farklı. Gözden kaçırılması veya inkârı mümkün olmayacak kadar açık bir şekilde görüldüğü gibi, Türk adı, tarihin en eski yazılı kaynaklarının hemen hemen hepsinde adı geçen bir kavmin adıdır. Çeşitli yazı şekilleriyle ortaya çıkmış olması, gerçeği değiştirmez. Yazılış şekillerinde farklar vardır; çünkü farklı yüzyıllarda farklı kavimlere mensup kimseler tarafından kayda geçirilmişlerdir. Ayrıca söz konusu olan, Türk adını çağrıştıran simgeleri bulup çıkarmaktır. Artık kimse mezarından kalkıp bu simgeleri bize okuyamayacak ve dolayısıyla bizim bu simgelerin gerçek ses değerlerini tam olarak bilmemize imkân yok. Onların şifre anahtarları üzerinden konuşmak mecburiyetindeyiz ve bu diğer diller için de geçerli. Örneklerde sıraladığımız gibi, Çin’den Mısır’a, Hindistan’dan Roma’ya kadar Avrasya’nın her yerinde tarih boyunca Türk adına rastlanmıştır. Bu husus, Türklerin tarihteki öncü rolünü sergileyen çok önemli bir kanıttır. Türklerin tarihini altıncı yüzyılda Göktürklerle başlatmak, gerçeğin hiçbir yönünü ifade etmiyor. Hele hele, Türkiye’de konunun böyle benimsenmesini, geri plandaki ipuçlarının değerlendirme dışı bırakılmasını yersiz buluyoruz. Bu konuyu eski çağlar tarihi ile ilgili önemsiz bir ayrıntı veya abartma olarak gören ve göstermeye çalışanlar şunu iyi bilmelidir ki, Batılı tarih kuramcıları Türk’ten boşalttıkları alanları Hint-Avrupalı kavimlerle doldurmaktadır. Ülkemizde bölücü İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 19. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com emelleri olanların arkasında da söz konusu Hint Avrupacı kuramcılar vardır. Hakkında yeterli bilgi bulunmayan bazı etnik toplulukların yalan yere Hint Avrupalı olduğunu öne sürerek Türklerle arasını açmak söz konusu kuramcıların yüz yıldır güttüğü bir davadır. 7 GENEL DEĞERLENDİRME Orta Asya, Türklerin tarih sahnesine çıktığı anavatandır ve insanlık tarihi boyunca göç vermiştir. Bunun önde gelen nedeni iklimdir. Buzul Çağı’nda, Avrupa buzlar altındayken, İç Asya’da ılıman bir iklim vardı. Jeolojik bulgular burada bir iç denizin olduğunu, arkeolojik bulgular ise bu denizin kıyısında köyler, kentler kurulduğunu kanıtlamaktadır. Kısacası, burada uygarlığın tomurcuklanması için gerekli şartlar mevcuttu. Fakat zamanla şartların değiştiği anlaşılıyor. Buna Nuh Tufanı’nı ve depremleri gerekçe olarak gösterenler de vardır, dünyanın ekseninde sapma olduğunu öne sürenler de vardır. Neden her neyse, bölgede barınan yoğun nüfusa karşılık, kuraklık ve kıtlık baş gösterince dışa doğru göç başladı. Orta Asya’da insan topluluklarının kıpırdanmaları, itişip kakışmaları, Kore’den Japonya’ya, Çin’in ücra köşelerine, İran, Mısır, Anadolu ve Kafkasya’ya kadar her yanı etkilemiş, bu bölgelerin tarihi, Orta Asya’dan göç eden Türk topluluklarının etkinlikleriyle şekillenmiştir. Uygarlığın gelişmesine bağlı olarak burada konuşulan dil de diğer bölgelerde konuşulan dillere göre gelişmişti. Söz konusu dil, yaşayan Türkçemize köken teşkil etmiş olan dildir. Bu dil Orta Asya’dan dünyaya yayılmıştır ve diğer geri dilleri etkilemiş, çocukluk evresini yaşayan dillerin içine sızmıştır47. Mesela Etrüsk incelemelerinde bunun epey ipucu ortaya çıkmıştır. Tevrat’ta “Önce tek dil vardı”, denmesinin nedeni olsa olsa bu gerçektir. Söz konusu göçlerin güneye doğru olanlarında, her zaman zorluklarla karşılaşılırdı. Çünkü Hazar denizinin güney ucu dağlarla çevrilidir. Bu dağların arkasında ise tarihte derin izler bırakan büyük güçler bulunuyordu. Olmasa bile aşılmalarında büyük güçlükler vardı. Bundan dolayı, buralara 19 gitmek her zaman kolayca mümkün olmuyordu. Mümkün olduğu zamanlarda bile büyük ölçekli topluluklar halinde yola çıkmak gerekiyordu. Oysa Hazar denizinin kuzeyinden gitmek her zaman için kolaydı. Engel niteliğinde ne bir dağ ne de bir güçlü devlet bulunmaktaydı. Bundan dolayı, en fazla göç, Karadeniz’in kuzeyinde olmuştur. Pasifik kıyısındaki Kamçatka’dan, Baltık denizine kadar Avrasya’nın her yanı Türk atları tarafından tarih boyunca çiğnenmiştir. Türk kavimlerinin tarihini etkilediği en önemli bölge, bundan dolayı, Doğu Avrupa olmuştur. Bölgenin güçsüz ve hatta savunmasız yapısı, Türk boylarının küçük topluluklar halinde bile bölgeye girebilmelerine imkân sağlıyordu. Az sayıda fakat örgütlü Türk’ün, çok sayıda fakat örgütsüz yerli uruğlarla karışması, zaman geçtikçe Türklerin aleyhine dönüyordu. Örgütsüz yerliler, Türklerin kavim adını ve egemenliğini benimsiyor, buna karşılık, yönetici Türkler ise kalabalıkların içinde eriyordu. Günümüzde, Doğu Avrupa dillerinde Türkçe kökenli sayısız sözcük olduğu görülüyor. Zamanla, dil etmeninin yanına Katoliklik ya da Ortodoksluk şeklinde din etmeni eklendi. Bütün bunlar, Avrupa’nın her yanına yayılan Türk varlığının izlerini bulmayı güçleştirmektedir. Eğer özellikle Macar araştırmacılar olmasaydı, bu gerçeği belki de bilmeyecektik. Hint Avrupacı kuramları doğrulamak için yola çıkan fakat zamanla yanlışını gören dürüst bazı araştırmacılar da bu gerçekleri onaylamaktadır. Orta Asya’dan Avrupa’ya, yazılı belgelere dayanarak bilgi sahibi olduğumuz ilk göç MÖ 7. yüzyıldaki Sakaların göçüdür. Sakalar, bugünkü Yakut Türklerinin atalarıdır. Yakutlar kendilerine Saka derler. Onlara Yakut diyenler Ruslardır. Ruslar, bu adı Moğollardan öğrenmiştir. Moğollar, Türkçede “yağı” (düşman) anlamına gelen sözcüğün çoğulu olarak, Sakalara Yakut, yani “düşmanlar”, derlerdi48. Bugünkü Yakutların, 2500 yıl önce ana Türk kütlesinden koparak şimdi yaşamakta oldukları yere geldikleri sanılmaktadır. Onların bu kadar uzun bir süre dünyanın geri kalanından soyutlanmış olarak çağlar boyunca yaşaması, günümüzün araştırmacılarına eski çağlar Türk tarihi ile ilgili canlı araştırma imkânları sağlamaktadır. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 20. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Herodot, Sakaların Ön Asya’yı Mısır’a kadar yönettiklerini söylemektedir. Gerçekten de Hakkâri’de bulunan balballar* bölgenin Sakalar tarafından yurt haline getirildiğini göstermektedir. 49 Van Müzesinde sergilenen Hakkâri Balbalları Diğer yandan Ksenephon da, MÖ 4. yüzyıl başlarında yazdığı eserinde Doğu Anadolu’dan, Saka ülkesi olarak söz eder. Sakalara İskit diyen Greklerdir. Sözcük de Saka sözcüğünün Grekleştirilmiş şeklinden başka bir şey değildir. Sakaların Avrupa tarihi üzerindeki baskın rolü, tarihçiler tarafından genel kabul görür. Hint Avrupacılar, İskitleri Hint Avrupalı yaparak kendi “kuramsal” tarihlerine derinlik kazandırmak isterler. Oysa bazı Alman araştırmacılar, bu konudaki gerçekleri doğru ifade etmekten çekinmemişlerdir. Viyanalı etnolog Koppers, Avrupa’daki Türk etkinliğini şöyle ifade etmiştir50: “Evvelâ bütün devletler hayvan besleyen nomad kültürün Orta Asya‟dan çıktığını göstermektedir ve diğer taraftan İndo-Germenlerin bu kültürünü yaratıcısı olmayıp, ilk kabul edenleri bulunduğu aynı 20 derecede aydınlatılmıştır. Daha sonraki araştırmalar bu hayvan besleyen nomad kültürün Orta Asya‟da Türkler tarafından değil, Proto-Türk hatta Pre-Türk (yani müşterek Altaylı aile) tarafından yaratılabildiğini gösterse bile, bu hakikatin mahiyetini değiştirmez... Asıl İndo-Germenliğin medeniyet unsurları tetkik edilirse, bu medeniyetin en fazla hayvan besleyen bir karakter taşıdığı ve Türklerle çok sıkı münasebetleri olduğu anlaşılır.” Bir başka Viyanalı araştırmacı Osvald Menghin, “Dünya Tarihinde Ural Altaylılar”, adlı eserinde şöyle demektedir51: “Ural Altaylılar (tabiidir ki başlıca Türkler) iki bakımdan dünya tarihinde belirleyici bir rol oynamışlardır: Hayvan beslemeyi istihsal* ve tekemmül ettirme* ile iktisadî ve yüksek teşkilatçılık kabiliyeti ile içtimai* bakımdan... En eski yüksek medeniyetler dahi, önceden çalışkan, ziraatçı, fakat devlet kurmaktaki kabiliyetsiz halkların yerleştiği büyük nehir ovalarında savaşçı göçebe (yani atlı nomad) halkların hücumundan sonra doğmuştur. Dünyanın kuvvetli ve devamlı devletler kurulmuş her tarafında da hayvan besleyen unsurun rol oynadığını görürüz. Araştırmalarımızın sonucu, bu unsurun her zaman (Ural)-Altaylılara bağlı olduğunu gösterir. Devlet kurma kabiliyetinin niçin bilhassa (Ural)-Altay halklarına verilmiş olduğu sualine karşı cevap pek basittir: (Ural)-Altay halklarının iki büyük yaratıcılığı arasında dâhili bir bağ görmek mümkündür. Büyük sürülerin bakım ve idaresi, geniş yerlerde göçebelik, otlak yerleri ve mülkiyet hakkı için önüne geçilemez * Balballar: Eski Türklerde ölen kahramanın mezarının başına dikilen taş. Bu taş, mezarın, kutsal yön olarak kabul edilen doğusuna dikilirdi. Balbal bir insanmış gibi kabul edilir, öbür dünyada kahramana hizmet edeceğine inanılırdı. * İstihsal: meydana getirme, tekemmül: olgunlaştırma, içtimai: toplumsal, hassa: bir kimseye veya şeye mahsus hal. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 21. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com kavgalar, oymak teşkilatları, hayvan besleyen göçebelik hayatı ile derinden bağlı olan bütün bu saydıklarımız, zarurî olarak, insanların görüş ufkunu genişletir. Kahramanlığı, kabile neslini tanımayı, beylik gururunu, teşkilatçılığı yani kurmak için lazım olan hassaları* yükseltirler. Böyle ruhu taşıyan insanlar, ziraat yapan halkları basınca ve sürülerin varlığını da temin edebilecek bir daimi yerleşme ihtimali gelince, doğuştan bir reis ve devlet kurucu olabiliyorlardı.” Avrupalı tarihçilerin eserlerinden aktarılan bu gibi sözler, nomad kavimlerin, yani göçebelerin insanlığın ufkunu nasıl genişlettiğini, teşkilatçılık konusunda Avrupa’ya örnek oluşlarını anlatır. Avrupalılar, “kendi tarihlerini bağlamak istedikleri Greklerde üç kişi bir fikir etrafında birleşemezken”, Türklerin at sırtında büyük devletler kurmaları, teşkilatçılıkta en üst düzeyi tutturmaları tarihçiler tarafından çok dikkatli incelenmelidir. Bu nokta önemlidir. Çünkü astarını yüzüne getirecek derecede tamamen haksız olarak, göçebeliği toplumsal evrimin en gerisine atmışlar, Orta Asya’daki Sovyet emperyalizmini, Türkistan halklarının tarihin içine çekilmesi şeklinde laf salatalarıyla aklamak istemişlerdir. Bu gibi sözler, emperyalizmin hizmetine sunulmuş sözlerdir. Avrupalılar, dünya üzerinde egemenlik kurma yoluna girdiklerinde, söz konusu egemenliği aklayıcı söylemler geliştirmişler ve bunları sözde bilimsel kalıplara dökmüşlerdir. Kendini antiemperyalist sayarken, bu zokayı yutmuş birçok memleket evladını, bizzat veya yazılarından tanıyoruz. Oysa Eski çağlara ait arkeolojik bulguların önemli bir bölümü Sumerlere, Sakalara, Etrüsklere, Hunlara, Bulgarlara, Hazarlara, Avarlara, Uzlara, Peçeneklere aittir ve pek çoğu Avrupa müzelerini süslemektedir. Kaya üstlerine çizilmiş binlerce resim hala yerlerinde duruyor. Sadece Moğolistan’da Türk tarihine ışık tutan 80’e yakın yazıt vardır. Yenisey bölgesindeki yazıtların sayısı 350’i buluyor. Bu sayı, Kırgızistan topraklarında (Talas ve Koçkor) 50’yi bulur. Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan sınırları içinde müzelerde 60’dan fazla yazıt sergileniyor. Doğu Türkistan’da mağara veya tapınaklarda Türklerin 21 tarihini anlatan sayısız belge vardır. Uralların batısı ve İtalya’dan İskandinavya’ya kadar her yer yine Türklere ve akraba kavimlere ait, üstün bir uygarlığın bütün izlerini taşıyan kanıtlarla doludur. Türk soylu kavimlerin İskandinavya ile olan ilgilerine de kısaca değinelim. Milattan önceki son belirgin toplu göç dalgası, Fin-Oğurlar’ın göçüdür. Oğurlar, Finlerin doğu koluna denir. Bunlar, Oğuzların batıdaki akrabalarıdır52. Söz konusu göçler, büyük ihtimalle MÖ 1. yüzyılda başlamış ve iki yüzyıl sürmüştür. Bugünkü Finlandiya bölgesine yerleşen topluluklar, burayı yerleşim bölgesi haline getirmişlerdir. Buralarda o çağlarda hemen hemen hiç yerleşim yoktu. Bunun yanında, Baltık denizi kıyıları boyunca güneye doğru da yerleşimler sürdü. Buralarda günümüzde de Fin-Oğur dil öbeğinden birçok dil ve lehçe konuşulmaktadır. Ne var ki, günümüzde Fince dışındaki diğer dil ve lehçeler Rusça içinde erimektedir. Bölgenin Rus yönetimi altındaki kısmında hâlen sürmekte olan bir Ruslaşma-Ruslaştırma olgusu görülmektedir. Türklerin göçebeliği ve toplumsal evrimin geri halkasını teşkil ettiklerine dair vurgu üstüne vurgu yapanların gözden kaçırmaya çalıştıkları bir konuda Türkler tarafından kurulmuş olan kentlerdir. Türk dili ile yakın ilgisi münasebetiyle bütün Sumer kentlerini örnek gösteriyoruz. Ayrıca yukarıda söz ettiğimiz yazıtlarda adı geçen birçok kent vardır. Eski Türk yazıtlarında balık(ğ), balgat, balgasun, kent, çent, uluş ve il adıyla ifade edilen şehirlerin kalıntıları arkeologların yakın ilgisini beklemektedir. Söz konusu kentlerde saraylar, surlar, gözetleme kuleleri, dikili taşlar, döşemeler, künkler, kiremitler, sulama kanalları; taştan, metalden, ahşaptan ve seramikten yapılmış eşya buluntuları söz konusu kültürün derin bir geçmişi olduğunu hemen akla getirmektedir. Bir eserde, İç Asya’da Türklerin yaşadığı kentlerin adlarını veren listedeki kent adlarını şöyle sıralayabiliriz53: “Beş Balık, Togu Balık, Bavıl Balık, Bay Balık, Ordu Balıg (Kaş Balık, Kaşgar, Ka-Şa), Kuz Balık, (Ordu Kent, Kuz Ordu, Kuz Uluş, Balagasun), Can Balık, Çakuk Balık, Yengi Balık, Barçınlıg Kent, Man Kent, Öz Kent, Taş Kent, Tün Kent, Semiz Kent (Senirkent), Süt Kent, yegen Kent, Temir Kapıg, Turfan, İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 22. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Bukarak (Buhara), Suğnak, Karnak, Barçuk, Karaçuk, Kazvin, Kinküt, Koçungar Başı (Koçgar), Kuça, Argu, Aşnaş, Sayram, Savran, Talas, Taraz, Sûyab, Cend, Yafınç, Yafgu, Almalıg, Altun Kır, Altındağ, Altun Tepe, Çuy Tepe, Turtkul Tepe, Çardan, Bayırkum, Balu, Barsgan, Barhan, İşkan, Kençek Sengir, Yesi, Ribatat … vd” Bu listeye ek olarak Etrüsk kentlerini ve Karadeniz’in kuzeyinde yer alan kentleri (Kiev, Saray, Sarkel, Bulgar, Kazan, Samandar, Balanjar, İtil) de eklemek gerek. Bütün buların hepsi hala toprak altında Türk tarihinin sırlarını saklamaktadır. Tebliğimize son vermeden önce son olarak, okuyucumuzun aklına takılacağını düşündüğümüz son bir konuya daha kısaca değinmek istiyoruz. Türklerin kendilerine ait rapor veya kitap gibi hiç yazılı belgesi yok muydu? Vardı. Karadeniz’in kuzeyinde ve Türkistan’da Türkler tarafından yazılı belgeler Kazan Kütüphanesi’nde toplanmıştı. Ruslar 1552 yılında Kazan’ı hile ile aldığında kütüphaneyi tamamen yaktılar. Bunu yaparlarken, herhangi bir Rus tarafından yazılmış tek bir kitapları yoktu. Bir Rus’un yazdığı ilk kitap, 1763 yılında Lomonosov adlı biri tarafından yazılmış olan kitaptır. Yani Kazan Kütüphanesi’nin yakılmasından 210 yıl sonra. Kütüphanenin yakılmasından maksat, kültürel olarak Türk varlığını çökertmekti. Nitekim Kilise Avrupa üzerinde nereyi denetim altına aldıysa, orada ele geçirdiği eski kitapların hepsini yakmıştır. Ortodoksluk ideolojini devlet politikası haline getiren Rusların yaptığı da hocasından gördüğüdür. Batı dünyası bu gerçekleri göz ardı ederek, kendi ataları tarafından yok edilmiş olan kültür değerlerini unutarak, göçebenin kitabı, arşivi yoktu, bunları Avrupalılardan öğrendiler, demektedir. Oysa tarih söz konusu olduğunda tamamen tersi doğrudur. Sıradaki soru, Avrupalı kavimler karşısında bu kadar gerilemenin nasıl mümkün olduğudur. Bu soruyu, entelektüellerimizin cevabını aramak zorunda olduğu en değerli sorulardan biri olarak aklımızın bir köşesinde daima yaşatmalıyız. Bunu açıklamak için sürdürülen çabalara katılmalıyız ve 22 destek olmalıyız. NOTLAR 1 a. g. e. 1. Cilt, sayfa 150 2 Ahmet Hamdi Başer, Atatürk’le Üç Ay ve 1930’dan Sonra Türkiye, 1945, sayfa 114 3 Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası, Say Yayınları 4 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sodom ve Gomore, İletişim Yayınları, 5 D. Ahsen Batur, Kürdoloji Yalanları, Selenge Yayınları, 2011, sayfa 234-235 6 Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı, sayfa 192 7 D. Ahsen Batur, Kürdoloji Yalanları, Selenge Yayınları, 2011, sayfa 238 8 Anabritannica, 2. Cilt, sayfa 420 9 Neşet Çağatay, Prof. Dr, İslam Döneminde Arap Tarihi, Tarih Kurumu, 1989 10 İbrahim Okur, Arsızlık ve Kültür/ Batının Kültürü Dış Politikasını Nasıl Yönlendiriyor?, 2002, sayfa 60 11 D. Ahsen Batur, Kürdoloji Yalanları, Selenge Yayınları, 2011, sayfa 237 12 Aydın Taneri, Prof. Dr., Türk Devlet Geleneği, Milli Eğitim Bakanlığı, 1993, sayfa 70 13 Grolier Ansiklopedisi, 6. Cilt, sayfa 284 14 AnaBritannica, 13. Cilt, sayfa 255 15 Grigory Tomski, Attila, İlk Avrupalı, Papirus Yayınları, 2005 16 Laszlo Rasonyi, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1971, sayfa 70 17 Herbert Heaton, Avrupa İktisat Tarihi, İmge Yayınevi, 1995, sayfa 80 18 AnaBritannica, 16. Cilt, sayfa 361 19 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi 1, Türk Tarih Kurumu, 2010, sayfa 5 İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com