SlideShare a Scribd company logo
1 of 27
Download to read offline
www.ibrahimokur.com         www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com


  Y. Müh. İbrahim OKUR
                                        Bir ulusun gerçek umudu gençliğinin iyi eğitilmesinde yatar.
                                                                                                  Erasmus1
                                          Okumadan geçen üç günden sonra konuşma tadını kaybeder.
                                                                                                Çin atasözü

                                                Birey gerçeği ne kadar çok özümserse, buluş yapma
                                           potansiyeli de o kadar büyük olacaktır.
                                                    B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden

      TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
  1     GİRİŞ
          Son yıllarda beni derin endişeye sevk eden bir gözlemimle söze başlamak istiyorum. Kırk
  yıldan fazla bir zamandır, kıyısından kenarından da olsa, siyaseti izlemekteyim. Eskiden, az çok
  kendine özgü fikirleri olan kimseler siyaset sahnesinin orta yerinde dururlardı ve kamuoyunu
  yönlendirilmesinde oldukça da etkindiler. Günümüzde, hepsi sahneden çekildi. Siyaset ortamı renkli
  simalarını yitirdi ve siyah-beyaza döndü. Hem iktidar cephesinde hem de muhalefet cephesinde
  politikacılar iki ana sınıfa ayrılıyor artık. Liderler ve affedersiniz, yalakalar.
           Artık kendine özgü analizleri olanlar, gerektiğinde iktidarı, gerektiğinde de muhalefeti
  eleştiren ya da destekleyen entelektüeller ortalarda görünmez oldular. Şimdikiler, ne söylerse söylesin,
  sözünü, sonunda liderin ne kadar büyük adam olduğuna bağlıyor. Söz konusu yapısal değişikliğin
  temel nedeni, toplumun, ülke sorunlarına kafa yormaktan nerdeyse tamamen uzaklaşmasıdır. Bunun
  da nedeni, uzun zamandan beri gençliğin bilgiye ve araştırmaya olan ilgisinin azalması, zenginleşme
  ideolojisine odaklanması ve buna bağlı olarak da çıkarsız konularda fikir öne sürme cesaretini
  yitirmesidir. Kendimden pay biçerek söylüyorum bunları. Eğer herhangi bir nedenle 5-10 gün
  gündemi izleyemezsem bir zaman için sesim zayıf çıkıyor. Kendimi çok daha dikkatli davranmak
  zorunda hissediyorum.
          Ülkemizde 156 üniversitede okuyan 2,5 milyonun üzerinde öğrenci var. Profesörlerin sayısı 14
  bin. Doçentler 7 bin, yardımcı doçentler 18 bin. Öğretim görevlisi sayısı 16 bin. Araştırma görevlisi
  sayısı 35 bin. Tercüman vs gibi önemli yardımcılar da hesaba dâhil edildiğinde, ülkemizde öğretim
  elemanı sayısı 100 bini aşıyor. Aşağı yukarı 25 öğrenciye bir öğrenim elemanı düşüyor. Bunun yanında,
  yüksek okul veya fakülte mezunlarının sayısı 4,5 milyondan fazla. Yüksek lisans yapmış olan 300 bin kişi
  var. Doktora yapmış olanların sayısı ise 80 bin.
           Bütün bu sayılar, aslında bizde büyük bir “diplomalı” araştırmacı potansiyelin varlığına işaret
  ediyor. Değerleri alt alta toplarsak, AR-GE alanında önder ülkelerden Norveç’in ve Finlandiya’nın
  nüfusu kadar bir büyüklükle karşılaşırız. Ama bu tablonun bizde AR-GE hizmeti olarak karşılığı koskoca
  bir sıfırdır. Muazzam bir cari açığın geleceğimizi tehdit etmesine rağmen, uygarlığın birçok nimetinden
  gayet soğukkanlı olarak faydalanırken, karşılık olarak insanlığın takdirine sunduğumuz ne gibi
  başarılarımız vardır?
        Gelecek nesillerin haklarını bugünden pişkin pişkin yiyerek sürdürdüğümüz konfor üzerinde
  düşünmenin vakti çoktan geçmiştir.
          Konuya bir de YÖK cephesinden bakalım.
         2011 yılı aralık ayı ortasında YÖK başkanı değişti. Kimse böyle bir değişikliği beklemiyordu.
  Yeni başkan, üniversitelerde köklü reformlar yapılacağını duyurdu. Amerikan üniversitelerini de
  reformlara model olarak gösterdi. Üniversitelerde reform sürecine girileceğinin yeni başkan
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




tarafından ilan edilmesi üzerine, diploma dağıtan ve yüklü ders programlarından araştırma yapacak
zamanı bulamayan üniversitelerimizin durumu hakkında biz de bir şeyler söylemek gereğini duyduk.
         Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ocak 2010’da Batman’da yaptığı konuşmada, “geldik, 81
vilayetin tamamına üniversite kurduk. Türkiye’de 156 üniversite var”, diyerek bilimsel çalışmalar
konusunda büyük bir atılım gerçekleştirdiklerini anlatmak istedi. Oysa konuyla ilgili yetkin kimseler biliyor
ki, bilimsel araştırma konusundaki açık ara geriliğimizi, üniversitelerin sayısını artırarak kapamak
mümkün değildir. Herkes bilir ki, kemiyet değil, keyfiyet önemlidir. Ne var ki, halkımız evlatlarını okusun
istiyor ve bu alanda her türlü maddi ve manevi fedakârlığı yapıyor. Dolayısıyla ortaya büyük bir rant var.
Üniversitelerin sayısının artmasının nedeni de söz konusu rant. Her zaman yeri geldikçe itiraf edildiği gibi,
sayısı ne olursa olsun, bizim üniversitelerimizde bilimsel araştırma yapılmaz. Hepsi meslek okulu işlevi
görür. Bunlar bizim şahsi görüşlerimiz olarak değerlendirilmemelidir. Çeşitli televizyon tartışmalarında,
konusunda uzman profesörler tarafından yapılan itiraflardır. İntihal yapan profesörler bugün devletin
önemli görevlerine getirilmiş durumda. Kendini doktora yapmış gibi gösteren milletvekilleri, onları
savunmaya kalkışan profesörler bu satırların yazıldığı günlerde gündemde yeri olan konulardır.
         En son dikkatimizi çeken YÖK başkanının Şehir Üniversitesi rektörü olduğunun açıklanması.
Bizim büyük bir eksiğimiz herhalde, böyle bir üniversitenin adını ilk duyduğumuz gün, rektörü bütün
üniversitelere başkan oldu. Eh, her şeyin bir başlangıcı vardır, diyelim. Web sayfasında bu üniversitenin
2010-2011 yılında öğrenime başlaması da dikkatimizi çekti. Bizce ilginç olan onca tarihi üniversitemizin
rektörü dururken, 2005 yılında profesör olan birinin, 2010 yılında kurulmuş bir üniversitenin
rektörlüğünden YÖK başkanlığına sıçraması ve iddialı sözlerle koltuğa oturması. Karşılaştığımız bu
manzara bizi gelecek adına tereddütlere sevk etti. Başka devlet kurumlarında daha önce karşılaşıldığı gibi,
çok muhtemeldir ki, içeriye olabildiğince çok yandaşı tıkıştırmak için reform yapıldığına dair uzun uzun
nutuklar dinleyeceğiz. Devlet bünyesindeki hizmet sektörü yine şiştikçe şişecek.                                  2
2 BATIDA SÖZDE BİLİM YAPANLAR İÇERDEN DİKKATLE İZLENİR
                                                                  Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlamaz.
                                                                                              Claude Bernard
        Batılı üniversiteler ve ilgili devlet kurumları, AR-GE amaçlı yatırımların ve genel anlamıyla her türlü
bilimsel araştırma harcamalarının verimliliği konusuna ciddiyetle eğilirler. Başarıyı ölçmek için çeşitli
parametreler de geliştirmişlerdir. Bilim tarihi konusunda çalışmalarıyla tanınan İngiliz bilim insanı Derek
John de Solla Price, sözde bilimin akademik çevrelerdeki etkinliğine şöyle dikkat çekmiştir2:
         “… Bir sürü bilimsel ve teknik eğitimli olan fakat yeni hiçbir şey üretmeyen, bilgilerimize ve
üretim sanatlarımıza hiçbir katkısı olmayan, ancak, kendi bilgileriyle araştırma cephesinin çok
gerilerinde kendi kendine çalışan, oyalanan çok insan vardır.”
        1969 yılında yayınlanan bu satırlar, bilim dünyası ortamında arada kaynayan ve sınıf
öğretmenliği yapmaktan başka bir işle uğraşmayanlara dikkat edilmesi gerektiğine yönelik bir
ifadedir. Peki, bizde bu konu ne durumdadır? Oyalanmayı önlemek için ne gibi çalışmalar yapılmıştır?
Bilimsel çabaları ölçmek ve değerlendirme için biz hangi kıstasları kullanıyoruz. Galiba bu sorunun
cevabını biliyoruz: Batı ülkelerinin bilimsel yayın yapan dergilerinde makale yayınlamak. Bu kıstas,
bizim üniversite ortamımızın düpedüz sözde bilim ortamı olduğunun kanıtından başka bir şey değildir.
        Geçim derdini ya da kişisel zenginleşme tutkusunu üniversite ortamında çözmeye çalışanların
bazı görünür özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
 Başkaları tarafından daha önce ortaya konmuş olan çalışmaları tekrarlamak,
 Bütünle ilgisi olmayan, kullanıcısı bulunmayan, yaşanmakta olan gerçeklerle bağı kurulmamış olan
   konularda araştırmalar yapmak,



               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
               www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




  Bilim yapıyormuş gibi görünmek için, -unvanı korumak ya da unvan kazanmak veya yükseltmek için-
   yabancı kaynaklardan tercümeler yapmak,
  Bilim ve teknoloji alanında dünyadaki gelişmeleri izleme ve ülke sanayisine aktarma amacı ve
   gayreti taşımadan laf üretmek,
  Bu çevrelerin bir tavrı da, “bilimden sadece bilim adamı anlar”, tabusuna sarılmalarıdır. Bu gibi
   sözlerle işlerine kimselerin karışmamasını sağlamaya çalışırlar. Eğer bir amatör araştırmacı, onun
   sözde uzmanlık alanına giren bir konuda görüş bildirir ve kamuoyunda ilgi de görürse, hemen
   onun aleyhine atıp tutmaya başlarlar. Bu tabuya sığınan sözde bilginlerin, fırsatını bulduklarında
   öne çıkmak için kendi uzmanlık alanlarına girmeyen konularda bile görüş bildirdikleri sık görülen
   bir durumdur. Mesela, divan edebiyatı veya Osmanlı tarihi profesörünün Sumerlilerin kimliği üzerinde
   ahkâm kesmesi, bu konularda çalışan amatörleri, onların bulunmadığı yerlerde küçük düşürücü
   beyanlarda bulunmaları gibi.
 Bu çevrelerin kendi durağanlıklarına karşı öne sürdükleri en önemli mazereti, ödenek
   yetersizliğidir. Oysa az da olsa ortaya konan ödenek, bilimsel üretim nerdeyse sıfır düzeyinde
   kaldığından dolayı muazzam bir maliyete işaret etmektedir. Söz konusu verimsizlik iki cephesi olan bir
   hatadır. Birincisini şöyle ifade edebiliriz: Ödeneğin yetersiz olması, bilimsel çalışmaları tetiklemeye ve
   eşik atlatmaya engel olduğundan harcamaların sıfır üretime karşılık gelmesi kaçınılmazdır. Bu yüzden
   aslında maliyet matematiksel olarak sonsuz olmaktadır. Diğer yandan, üniversite çevrelerinin, bilimsel
   araştırmaları için ödenek yetersizliğine karşı kararlı ve etkin bir tavır sergilemediği de görülüyor.
   Ödenek yetersizliği adeta fısıltı halinde, suçlamalar karşısında mecbur kaldıkça dile getiriliyor.
   Kamuoyunda ses getirecek düzeyde bir eleştiri bombardımanı hiçbir zaman olmadı. Söz konusu tutum,
   ödeneklerin hiçbir zaman artmayacağının garantisi gibi algıladığımız bir tavırdır.
 Üniversite çevreleri, üniversite ile sanayi işbirliği konusundan da dem vururlar ve söz konusu işbirliği
                                                                                                                  3
   örgütlenemezse araştırmaların başarısız olacağını savunurlar. Doğrudur ama işbirliği ortamının
   sağlanamamasının, üzerinde pek durulmayan iki temel nedeni vardır. Bunların her ikisi de üniversiteden
   kaynaklanır. Birinci neden, araştırmacı akademisyen, konusuna yeterince vakıf olamadığı için
   sanayicinin kapısını çalacak cesareti kendinde bulamaz. Sanayiden uzak bir ortamda yetişmesi
   yüzünden, sanayiciyi ilgilendiren araştırma konuları da geliştiremez. Kafasındaki konular, çoğu tercüme
   kitapların yönlendirmesiyle, piyasada yaşanmakta olan gerçeklerle bağ kurmadan oluşmuştur. Bu yolla
   elde edilen bilgilerin bilimsel niteliğinde bir eksiklik olmasa da, işe koşulacak türden bilgiler değildir.
   Diğer yandan sanayici, elinde bir araştırma konusuyla üniversiteye geldiğinde, genellikle muhatap
   bulamaz, kendisini herkes başından savmaya çalışır, başka kapıyı gösterirler.
 3 AMATÖR ARAŞTIRMACILARIN ÖNEMİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME
                                                                                  Durgun su solucan yetiştirir.
                                                                                                      Atasözü
           1965 Mart ayında, Londra’da, Kraliyet Bilimler Akademisi’nde düzenlenen Science of Scence
 Foundation (Bilim Tesis Etme Bilimi) konulu bir seminerde konuşan Derek J. de Solla Price, bilimsel
 literatürün hızla gelişmesi karşısında ortaya çıkan sorunu şöyle ifade etmiştir3:
           “Bilim ve teknoloji, buna bağlı olarak da BT literatür hacmi yılda yüzde yedilik exponansiyel bir
 oranla gelişmektedir. Dolayısıyla hacmi her 10-15 yılda iki kat, her yarım yüzyılda en az 10 kat artmaktadır.
 İlk bilimsel makalenin yayınlandığı 300 yıl (17. yüzyıl) evvelinden bugüne kadar da bir milyon kat artmıştır…
 bu alarm verici bir orandır. İnsanların sayısındaki artışın çok daha üstünde bir artıştır.”
           ABD’de yayınlanan bir dergide yer alan, J. C. R. Licklider imzalı bir makalede aynı sorun şöyle
 bir sayısal örnek yardımıyla ifade edilmiştir4:
           “Hesap kolaylığı bakımından sadece 1013 harf ve 12 sene alalım. Gene bu bilim ve teknolojideki


                İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
               www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




gelişmenin sadece binde biri, bahsi geçen bilimcinin konusunda olsun. Ve gene farz edelim ki bu bilimci,
dakikada 3000 harf okusun -ki bu genel olarak roman okumadaki hızdır, bilimsel makale okuma hızı daha yavaştır-.
Gene farz edelim ki bu bilimci konusundaki tüm bilimsel literatürü toplamıştır, yani 1010 harfi, okumaya
başlamıştır. Günde 13 saat ve yılda 365 gün okumaktadır. 12 yıl sonra son makaleyi ancak bitirecektir, ama
o anda görecektir ki bu süre zarfında konusunda gene 1010 harflik yeni bir literatür oluşmuştur. Karşılaştığı
sorun, sadece yayınların hacmi değil, artma oranının da yükselmiş olması problemidir.”
         Aktarmalar yaptığımız söz konusu makaleler, kendi ülkeleri açısından karşı karşıya kalınan
sorunu aşmak için neler yapılabileceği konusunda görüşler öne sürmektedir. Aynı sayısal verileri biz
kendi ülkemiz açısından değerlendirmeye çalışırsak, ne söyleyebiliriz? Hem araştırma yok hem de
gerçekten araştırma yapmak isteyenlerin konuya yeterince vakıf olabilmeleri için önlerinde literatür
dağları var. Üstelik dünyada birbiriyle şiddetli biçimde rekabet eden ve her biri araştırma ve
geliştirmeye çok büyük kaynak ayıran, bize göre alanında son derece tecrübeli 20’ye yakın rakip ülke
var. Bu olağanüstü zorlu şartlar altında, bir amatör araştırmacı içten gelen bir heyecanla seçtiği bir
konuya yıllarını vermişse, ne yapmak gerekir? Çeşitli bahaneler uydurarak yatan akademisyenler
karşısında, kendi yağıyla kavrulan ve çoban armağanı çam sakızı mantığı ile uğraşan bir amatörün
çabasını küçümseyenler için ne demeliyiz?
         Devlet, amatör araştırmacıların işlerini kolaylaştıracak tedbirleri bir an önce almalıdır. Konu
üniversitelerin dışındadır ve üniversite yerleşkelerinin içine sığdırılamayacak kadar önemlidir. Yukarıda
verdiğimiz, öğretim elemanı ve üniversite mezunlarıyla ilgili sayısal değerlerden hareketle ülkemizde en az
5 milyonun üzerinde araştırmacı potansiyeli olduğunu, en fazla dört yıl sonra da bu sayının yüzde 50
oranında artacağını söyleyebiliriz. Üniversite sayısı 81’den 156’ya çıkarıldığı için, araştırmacı
potansiyelindeki artış da o kadar hızlı olacak. Bütün bu gösterişli sayısal verilere rağmen, biz yine de
gönüllü çalışan ve hayatın önlerine dayattığı sorulara kararlılıkla cevap arayan amatörlere güveniyoruz.
                                                                                                                   4
Üniversite kalabalığını, rant ekonomisinin bir ürünü olarak değerlendiriyoruz. Üstelik amatör
araştırmacılar, araştırma yapmak için devletten tahsisat istemiyor. Devlet, bilimsel araştırmalara esaslı
mali destek sağlayamıyorsa, hiç olmazsa, kendi imkânlarıyla araştırma yapanlara destek olmak üzere bir
takım tedbirler düşünmeli, hiç olmazsa gönüllü çalışanların bilgiye çabuk ulaşmalarını sağlayacak ölçüde
bir takım destekler sağlamalıdır. Bunun için de herhalde, öncelikle akademik çevrelerin, amatörlerin
çalışmalarına kulak kabartmaları gerekir. Akademisyenlerin içlerinden biri saymadıkları amatörlerin
çalışmalarını görmezden gelmeleri doğrudan doğruya ülkemizin geleceğine zarar veriyor.
4 NORVEÇ ÖRNEĞİ
                                                                                       Bilgi sakalla ölçülmez.
                                                                                                      Molieré
        Norveç, İkinci Dünya Savaşı döneminde beş yıl boyunca Alman işgali altında kalmış bir ülkedir.
Bu zaman zarfında, egemenliği elinden alınmış olduğundan, kendi milli politikalarını yürütememiştir.
Norveç hükümeti, söz konusu beş yıl zarfında, dünyadaki bilimsel gelişmeleri izleyemedikleri için geri
kaldıklarını, bu yüzden büyük bir tehlike altına girdiklerini ve milli ekonominin çöküntüye uğradığını
düşünmüştür. Bu tespitten yola çıkarak, “Norveç Endüstrilerini Geliştirme Birliği” adı altında bir örgüt
kurmuşlar, bu örgüt bünyesinde de Norveç Enformasyon Merkezi oluşturmuşlardır. Kısa adı NSI olan
örgütün ilk işi, savaş dolayısıyla dünyadan koparıldıkları yıllara ait birikmiş teknik bilgiyi toplamak
olmuştur. NSI, bu ağır görevi, kendi milli ekonomileri açısından gerekli olan literatüre karşı seçici
davranarak, bilgi dağları arasından ayıklama yaparak yerine getirmiştir. Buna paralel olarak, kendi
sanayi kuruluşlarının yoğun rekabet ortamında ihtiyacı bulunan yeni imalat yöntemleri ve yeni
teknolojilerle ilgili ayrıntılı bilgi toplamak peşine düşmüşler, topladıkları bilgileri kuruluşun üyesi
haline getirdikleri kullanıcılara yaymışlardır. Bu çabaların ne kadar başarılı olduğu günümüzde açıkça
görülebilmektedir. Nitekim Norveç, milli endüstrisi için enformasyon hizmetlerini zaman içinde


               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




güçlendirmiştir. Bununla beraber, yeni bilgilere çabuk erişme yöntemleri yanında, elde edilen bilgi
dağlarının sistematik bir biçimde depolanması konusuna da başarılı işleyen çözümler getirmişlerdir.
Halen, Norveç halkının ihtiyaçlarına dair bilimsel tespitler yapmak ve bu doğrultuda dünyadaki
gelişmeleri izlemek, yeni bilgilere hızla erişmek ve bunu içeride sonuç alıcı bir şekilde ilgilisine ulaştırmak
şeklinde faaliyet yürütmektedirler. Herhangi bir Norveçli, kafasında şekillendirdiği bir projeyi bu örgüte
gelerek anlatmakta ve araştırmasına zaman kaybetmeden her bakımdan destek sağlayabilmektedir.
         Bütün bunların Türkiye’deki karşılığı nedir? Bizim araştırmacı potansiyelimiz Norveç’in toplam
nüfusu kadar. Neden biz hiç AR-GE tartışmıyoruz da yüz yıldan beri sonuçlandıramadığımız anayasa
tartışmalarının içinde boğuluyoruz? Bizim hangi örgütümüz, dünyada literatürü izliyor ve sistematik
bir biçimde depoluyor. Amatörlere destek olmakla kimler görevli? Norveç, 1945’de 5 yıllık geri
kalmışlığını gidermek için ne kadar yoğun çabalara girişmiş. Peki, bizde Nuri Demirağ’ın uçak fabrikası
1945’de neden kapatıldı? Şakir Zümre’nin ihracat yapabilen bomba fabrikası neden soba fabrikasına
çevrildi? Endüstriyel atılım yapmak şöyle dursun, başarılı örnekler bile tasfiye edildi, neden? Neden o
günden bugüne endüstriyel ve bilimsel araştırmalar konusunda sistematik bir çabaya girişmedik? Bizi
yönetenler kimlerin değirmenine su taşıyor? Bizi kimler yönetti? İktidarlar mı, yoksa taşeronlar mı?
         Son hükümetin de her günkü demeçlerinde gördüğümüz gibi, 1945’den beri 5-10 yılda bizi
muasır medeniyet seviyesine çıkartacağını iddia eden hükümetler tarafından yönetiliyoruz. İktidar
koltuğunda yaylanmayı başarmış bütün politikacılarımızın bu yönde demeçleri var. Şimdiki hükümet
bize, 2023’de dünyada ilk 10’a gireceğimizi vaat ediyor? Önce şu açıklanmalıdır: Türkiye neden ve
nasıl, hangi ekonomi politikalarının peşine takılarak akla gelen her şeyin ithalatçısı oldu? İlgili bakanın,
2012 şubatında yaptığı açıklamalarına göre, 2011 yılında, 123 milyon dolarlık cam bardak, 74 milyon
dolarlık sabun, 65 milyon dolarlık ayna, 43 milyon dolarlık şemsiye ithal etmişiz5. Kadınlar, 2011
yılında makyaj için 170 milyon lira, makyajı temizlemek için ise 84 milyon lira harcamış6. Bu ürünlerin           5
nerdeyse tamamı ithalat ile karşılanıyor. Yabancı ve ünlü bir marka olmayınca kimse para verip
yüzüne sürmüyor.
         Sonuç şöyle: 2011 yılının toplam cari açığı 77,1 milyar dolar. Hayrettir ki, hükümet yandaşı bir
gazete, korkunç gidişin açıkça tartışılmasının önüne geçmek ister gibi, “cari açık düşüşe geçti” diye
başlık atmış7. Oysa geçen yıl da çok büyüktü ama nedenlerinin tartışılmasına ustalıkla mani olundu.
Ne oldu? Cari açık bu yıl geçen yıla göre yüzde 65 artış gösterdi. Yıllardır bir çukura doğru hızla
ilerliyoruz. İktidar hala ekonominin bozuk göstergelerini, içinden övünç konuları çıkartacak şekilde
çarpıtıyor. Nitekim üzerinden birkaç gün geçtikten sonra geçen yılın rekor cari açığı da tartışılmaz
oldu. Bu hal, gelecek adına epey öğretici.
        Türkiye’yi üretici değil de tüketici yapan nedenler üzerinde hassasiyetle durmak gerekiyor. En
önemli neden aklımızı kullanmakta istekli davranmamaktır ki, bunun suçunu sadece siyasilere yıkıp
işin içinden çıkmayı doğru bulmayız. Siyasiler, bu tutumumuzu tersine çevirecek çabalara
girişmedikleri için, anlıyormuş pozu takınarak koltuklarında yaylandıkları için elbette ki tarih önünde
ağır kusurludur. Ama halk olarak biz de sorumluluğumuzu, suçu başkasına yıkmadan, tartışmalı ve
gerçekler karşısında duruşumuzu gözden geçirmeliyiz.
          Araştırma geliştirme konularında önümüze çıkan yazıları yıllardan beri topladığımız bir
dosyamız var. Yıllar önce içine 1992 yılına kadar olan döneme ait bazı istatistikleri koymuşuz. Geçen
20 yıl içinde olan bitenler hakkında verilere ulaşıncaya kadar şimdilik bu bilgileri kullanalım:
        ABD’de ilk patent 1790’da verilmiş. 1836’ya kadar toplam patentli buluş sayısı 10 bin olmuş.
1900 yılına kadar 600 bin dolayında patent verilmiş. 1970’de ise 3.500.000’nci patent verilmiş8. ABD’de
buluş merakı başından beri entelektüel faaliyetlerin zirvesine yerleşmiş görünüyor. Mesela ülkenin
üçüncü başkanı Thomas Jefferson (1743-1865)’un patentli buluşları var. Jefferson’un buluş merakı o



               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




kadar yüksek ki, Fransa’ya elçi olarak gittiği yıllarda, Fransa’daki teknik gelişmeleri ve buluşları yakından
izleyerek ülkesine sektirmeden bildirmiş. Aynı şekilde, ülkenin 16. başkanı Abraham Lincoln de patentli buluş
sahibi bir kişi. Ülke iç birliğini bile doğru dürüst sağlamadan, 18. yüzyıl sonlarından itibaren geleceğini
buluşlara, patentlere ve teknolojik atılımlara bağlamış. Bizzat başkanlarının gözetimi altında dünyayı
ciddiyetle izlemiş. Bizler, ABD’nin kirli yüzünü tartışırken, örnek alınacak yanını gözden kaçırmış görünüyoruz.
        Türkiye’de ise patent kanunu 1879’da çıkarılmış. O günden 1992’ye kadar 25 bin patent
müracaatı olmuş ama bunun 21 bini yabancılara ait. Geriye bu toprağın insanları tarafından 110 yılda
sadece 4 bin patent tescil edilmiş olduğu ortaya çıkıyor. Oysa 1992 yılı itibariyle, ABD’de haftada 1800
patent başvurusu yapılıyor. Bunun yüzde 80’i üniversitelerden ve şirketlerin AR-GE guruplarından geliyor.
Demek ki Türkiye’de 110 yıllık patent birikimi, ABD’nin 20 günlük üretimi kadar9. Bu kıyaslama çarpıcı
gerçeği muhtemelen yeterince ortaya koymuyor. Çünkü Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı
eserinde, ABD’deki teknik ilerlemelerin çoğunun patentlenmemiş buluşlarca sağlandığını, her yıl buluşların
sadece küçük bir bölümünün patente bağlandığını söylemektedir (mesela Coca Cola patentli değildir). Hatta
daha da ileri gidiyor ve ABD’nin “endüstriyel gücünün aslında patentlenmemiş buluşlara dayandığını” öne
sürüyor10.
        Bütün bu veriler, bizim sorunumuzu bütün çıplaklığı ile kıyas zemininde ortaya seriyor. Bu
şartlar altında araştırmacılığı özendirmek adına çok şey yapmak, öncelikle, araştırma hevesi
uyandıracak bir takım girişimler, yasal düzenlemeler yapmak gerekmiyor mu?
5 BAĞIMSIZ ARAŞTIRMACILAR DEV LABORATUARLARA KARŞI
                                                             Patent sistemi deha ateşine ilgi yakıtını ekledi.
                                                                                                              11
                                                                ABD başkanlarından Abraham Lincoln(1809-1865)

                                                                                                                   6
         İlk araştırma laboratuarı Almanya’da 1870’lerde sentetik boya imalatçıları tarafından kuruldu.
Bu bakımdan, araştırma laboratuarlarının kurulmasında öncü olan ülke Almanya’dır. Bir hususu daha
belirtelim ki, o tarihte Almanya birliğini henüz sağlamış, 300 parçalı kent devletleri yığını olmaktan
yeni kurtulmuştu. Ayrıca şunu da eklemeliyiz ki, araştırma laboratuarları fikrini geliştiren öncü sektör
kimya sektörüdür. Nitekim günümüzde Almanya kimya endüstrisinin tartışmasız dünya lideridir.
          Araştırma laboratuarları konusunda ikinci adım, Amerika’da elektrik alanında, aşağıda bilim ve
teknoloji alanındaki başarılarını ayrı bir başlık altında inceleyecek olduğumuz Edison tarafından atıldı.
Burada şu kadarını söyleyelim ki, ABD’de ilk tam teşekküllü araştırma laboratuarını açan Edison’un
kurduğu General Electric Şirketi’dir. Bunu 1902 yılında, kimyacı Du Pont ve bir ilaç şirketi olan Parke-Davis
Şirketi izledi. Telefon sektörünün ilklerinden Bell System laboratuarı 1911 yılında kuruldu. Kodak, 1913
yılında fotoğraf araştırma laboratuarını kurdu. Görüldüğü gibi, dev laboratuarların öncüleri, elektrik ve
kimya sanayisinde faaliyet gösteren şirketlerdir. Hepsi de günümüzün dev şirketleridir.
         Amerika’yı dünya liderliğine götüren esas unsur, işte bu dev laboratuarlardır. Nitekim GE’nin
laboratuarını kurmasından sonraki 20 yıl boyunca 526 araştırma laboratuarı kurulmuştur. 1983
yılında bu sayı 11 bine ulaşmıştır12.
        Örgütlü araştırmacılık, finansmanını üstlenen şirketlere rakipleri karşısında güçlü bir koruma
duvarı sağlamıştır. Sadece özgün buluş alanında değil, maliyet düşürücü birçok fikre de patent
sağlamıştır ama hiçbir zaman amatör araştırmacılara karşı bir üstünlük sağlayamamıştır. Sayısız cihazı
bünyesinde bulunduran, ihtiyaç duyduğu her şeyi derhal temin edebilecek mali gücü olan ve öne
çıkan mühendisleri veya bilim insanlarını yüksek ücretlerle transfer edebilecek kapasitede, her biri
farklı sektörlerde uzmanlaşmış yüzlerce uzmanı tek çatı altında toplamayı başarmış dev
laboratuarların başarıları, bağımsız araştırmacıların başarıları karşısında resmen yarı yolda kalmıştır.
        Konuyu araştıran bir iktisatçı, laboratuarının başarılarını öve öve bitiremeyen Du Pont şirketi


               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




kayıtlarından yola çıkarak bir araştırma başlatmış ve bu sayede bağımsız araştırmacılığın önemini ilk
kez fark etmiştir. Söz konusu araştırmaya göre, 1920 ila 1950 arasındaki 30 yıllık dönemde Du Pont 25
yeni ürünü piyasaya sürmüştür. Ama bunların sadece 10 tanesi söz konusu laboratuarın özgün
başarısıdır. Geri kalan 15 ürün, bağımsız araştırmacıların patente bağlanmış buluşlarının satın
alınmasına dayanmaktadır.
        TÜBİTAK tarafından yayınlanan Teknolojinin Evrimi adlı eserinde, George Basalla, bu konuda
yapılan araştırma sonuçlarını sıraladıktan sonra konuyu şöyle değerlendiriyor:
        “Du Pont Şirketi örneği, önemli bir gerçeği gözler önüne serer. Yüzyılın sona ermesiyle birlikte
endüstri sahnesinde fırtına gibi esen örgütlü araştırma ekipleri, bağımsız mucidi yerinden edememiştir.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında üretilen birçok önemli icattan yetmiş tanesi üzerinde yapılan bir araştırma,
bunların yarısından çoğunun bağımsız mucitlerin çalışmalarının ürünü olduğu sonucunu ortaya
çıkarmıştır. Bağımsız mucitlerin katkılarına göz attığımızda listenin hayli kabarık olduğunu ve önemli
buluşlardan oluştuğunu görürüz. Bunlardan bazıları şunlardır: Otomatik transmisyon, bakalit, tükenmez
kalem, selofon, siklotron, cayro pusulası, ensülin, jet motoru, fotoğraf makinası filmi, manyetik kayıt,
güç yöneltici, tıraş makinası, kserografi [fotokopi], döner pistonlu Wankel motoru ve fermuar.”
        İçinde yaşadığımız buluş çağında teknoloji son derece karmaşık bir hale gelmiştir. Bu bakımdan
araştırmaların gerektirdiği para ihtiyacı kat kat artmış, bunun yanında araştırmanın bütün unsurlarıyla
tamamlanabilmesi için gerekli zaman da çok uzamış ve mühendisliğin alt dalları arasında işbirliği ihtiyacı
giderek büyümüştür. Bütün bu gerçeklere rağmen, amatör araştırmacılar (ya da kendi başına çalışan
profesyoneller) öncülüğü kimseye kaptırmamıştır. Günümüzde artan zorlukları fazla zorlanmadan
aşabilmeleri için amatörlere devlet desteği sağlanması halinde çok daha iyi sonuç alınacağı muhakkaktır.
         Amatör araştırmacıların öncü rollerinden söz edildiğinde bazı akademisyenler, rastlantının
buluşlar üzerinde oynadığı rol hakkında fikir öne sürme eğilimine giriyor. Oysa bu doğru değildir. Ne demiş           7
Konfüçyüs: “Göz sahibinin bilmediğini göremez.” Nitekim Pastör’ün laboratuarında aşıyı bulması,
bazılarının öne sürdüğü gibi rastlantı sonucu olarak değerlendirilerek geçiştirilemez. Üzerinde düşünülmesi
gereken olaylardan biridir. Düpedüz uzun zamandan beri sabırla aynı gerçeğe odaklanmasının mükâfatıdır.
Hayatımızın çehresini değiştiren muazzam buluş, tamamen gerçeğe adanmış bir beynin eseridir. Nitekim
hastalıklara mikroorganizmaların yol açtığını bulan bilgin olan Robert Koch (843-1910), mikroskobu en iyi
kullananlardan biri olduğu halde, herhalde sadece mikrobun tehlikeleri üzerinde yoğunlaşmış bir
araştırmacı olduğu için Pastör’ün insanlığa yaptığı büyük hizmeti anlayamamış ve onun ürettiği tavuk
aşılarının Almanya’ya girişini yasaklatmıştır. Aşı Almanya’ya tavuk üreticisi köylülerin baskısıyla girebildi.
Pastör, rastlantı iddiasına sonradan güzel de bir cevap vermiştir13: “Talih, siz hazırsanız yardım eder.”
7 BİLİM ve TEKNOLOJİ TARİHİNDEN KRİTİK ÖRNEKLER
                                                        Buluş uygarlığın gerçek temelidir; insan ilişkilerinde
                                                en önemli itici güçlerden biridir ve buluşlar hakkında bilgi
                                                sahibi olmadıkça geçmişi ve bugünü anlamak, gelecekle ilgili
                                                öngörülerde bulunmak neredeyse olanaksız hale gelir.
                                                                                                                 14
                                                     B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden

        Akademisyenlerin dikkatimizi çeken tutumlarından biri, amatör araştırmacılar tarafından
ortaya konan çalışmaları görmezden gelmeleridir. Eğer sıkıştırırsanız, genellikle burun kıvırdıklarını da
anlarsınız. Zakkum bitkisiyle çalışarak ortaya bir şeyler koyduğunu iddia eden bir hekimin başına
gelenler, bunun tipik örneğidir. Adama “sen bu araştırmanı Batılı bilim dergilerinde yayınlatırsan seni
ciddiye alırım”, denmiş olması işin tuzu biberidir. İlla da bir şey bulmak kompleksiyle hareket edilmesi
yüzünden, araştırma sonuçlarının amaca uygun biçimde çarpıtılarak sunulması bilim tarihinde örneği


               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
                 www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




az görülen bir durum değildir. Bilim insanları arasında maksadı aşan kavgalar da az görülen olaylardan
değildir. Zakkum ekstresi tartışmasının bilimsel cephesini değerlendirecek bilgiye sahip değiliz. Ama
akademisyenlerin ağız birliğiyle, bir şeyler bulduğunu iddia eden birini adeta linç etme girişiminde
bulunduklarını gözlerimizle gördük, kulaklarımızla işittik. Haklı olmak yetmiyor, tutarlı olmak da
gerekiyor. Tartışmayı, kafasında bir takım araştırma konuları olan meraklı başka araştırmacıları
ürküten caydırıcı boyutlara taşımak kabul edilebilir değildi.
         Sorun sadece pozitif bilimlerde karşılaşılan bir sorun değildir. Mesela eski çağlar tarihi
üzerinde kendince araştırmalar yapanların çalışmalarına da burun kıvrıldığını, görmezden gelindiğini
görüyoruz. Eğer biraz sıkıştırırsanız, görmeye zorlarsanız, bilimden, bilimsellikten, akademik
çalışmadan, pek yapmadıkları ve hatta düşkün de olmadıkları ne varsa oradan buradan dem vurarak
ortaya konan çabayı yok sayıyorlarX. Kısacası, akademik çevreler bir klan kültürü geliştirmişler, kendi
klanlarından olmayanların herhangi bir iş başaracağına inanmıyorlar. Oysa bilim tarihinden haberdar
olan bilim insanları bunun tam tersi bir tutum izlemeleri gerekirdi. Çünkü bilim tarihinde büyük işleri
başaranların birçoğu başka mesleklerde faaliyet gösteren insanlardır. Bu tebliğimizde söz konusu
çarpıcı gerçeği 8 kritik örnek üzerinde göstermek istiyoruz.
        Şunu da belirtmiş olalım ki, örnekler bu kadarla sınırlı değildir. Biz açıklanmasında zorluk
bulunmayan, tipik ve en uçtaki örnekleri seçtik. Bir sabun imalatçısının oğlu olan ve 10 yaşındayken
okulu terk eden, hâlâ kullanmakta olduğumuz paratonerin mucidi Benjamin Franklin(1706-1790)’i,
kasabada kumaş ticaretiyle hayatını sürdüren mikrobu keşfeden Leeuwenhoek(1632-1723)’u,
derslerine karşı ilgisiz olduğu için babasının okuldan aldığı İsaac Newton(1643-1727)’u, kuramını bir
patent ofisinde memur olarak çalışırken ortaya atan Einstein(1879-1955)’i, tebliğimizin sınırlı
çerçevesine dâhil etmediğimiz büyük mucitlere örnek olarak sadece anmakla yetineceğiz. Uygarlığa
büyük katkılarda bulunan başka birçok örnek şahsiyetin üstün başarılarının anlaşılabilmesi için burada                     8
yer verdiğimiz bilginlere nazaran daha kapsamlı ön açıklamalar yapmak gerekiyor. Mesela, matematikçi
olup da biyolojiye büyük katkı yapanları, akademisyenlerin kaba karşı çıkışlarına rağmen, ısrarlı
davranarak tıbba büyük katkı yapan makina mühendislerini çok önemli örnekler olduğu halde zorunlu
olarak burada konu etmeyeceğiz15.
MİCHAEL FARADAY (1791- 1867)
                                                                              Kurnaz insanlar okumayı küçümser.
                                                                                                  Francis Bacon
                                        Yoksul bir ailenin oğlu olan Faraday, 13 yaşına geldiğinde zar zor
                               okuyabiliyordu. Üstelik okulundan da ayrılmak zorunda kalmıştı. Yıllarca
                               sokaklarda aylak aylak dolaştı. Demirci olan babası, oğlunun kendisi gibi akkor
                               ateşin başında ömür tüketmesini istemiyordu. Bu yüzden onu işine karıştırmadı.
                               Ciltçiye çırak olarak verdi. Buraya matbaalardan basılı kâğıtlar geliyor ve
                               ciltlenerek kitap haline getiriliyordu. Hayatında hiç kütüphaneye gitmemiş olan
                               Faraday, dünyanın her tarafından basılmak üzere İngiltere’ye getirilen kitapların
                               önüne yığıldığı bir işe girmişti. Bu sayede önce okumayı ilerletti. Günün birinde,
                               Britannica Ansiklopedisi’ni dikiyordu. Elinde 127. sayfa vardı ve gözü bu kâğıtta

X
    Metinde bilimsel ve akademik deyimlerini ayrı ayrı kullanıyoruz. Çünkü akademik olan farklı bir şey, bilimsel
    çalışmaya göre sınırlı bir faaliyet. Akademik çalışma daha önce yazılmış kitapları okumak, bunları karşılaştırmak ve
    eğer gerekiyorsa sentezler yapmaktır. Akademisyenin referansı kitaplardır. Bilimsel çalışmanın sadece bir bölümü
    (özellikle başlangıç bölümleri) akademik niteliktedir. Akademik çalışmanın kütüphanede yapılmasına karşılık,
    bilimsel çalışma laboratuarda veya doğada yapılabilen bir çalışmadır; gözleme, ölçmeye, biçmeye, hipotezleri
    sınamaya dayanır. Yani bilimsel çalışmanın doğrulama referansları doğadadır. Başka kitaplarda değildir.


                  İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
                 www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




            yazanlara ilişmişti. Konu, elektrikle ilgiliydi ve doğa felsefecilerinin yıllardır
            farkında oldukları bu görünmez olayın sırrının çözülemediğini yazıyordu.
            Faraday, bunları okuyunca içinde bir şeyler kıpırdadı ve İncil’den, daha önce
            binlerce kez işittiği bir cümleyi hatırladı: “Dünyanın yaratılmasından itibaren
            Tanrının görünmez nitelikleri –sonsuz gücü ve Tanrısal yapısı- ortaya koyduğu eseri
            sayesinde açıkça görünür hale gelmiştir.” Demek ki, elektrik görünmez ve
            anlaşılmaz bir şey olmaya devam ettiği müddetçe “Tanrının sonsuz gücü ve
            Tanrısal yapısını” doğru olarak anlayabilmek mümkün olmayacaktı. Son derece
            dindar bir insan olan Faraday, bunun “tahammül edilemez” bir durum
            olduğunu düşündü ve bu konuya bir çözüm bulmaya hemen oracıkta karar
            verdi. Faraday, insanların Tanrı ile olan ilişkilerinin temelde basit bir düzeyde
            yürüdüğü inancı ile yetişmişti. Bundan dolayı, elektriğin sanıldığı gibi karmaşık
            bir şey olamayacağını düşünüyordu.
                      O yıllarda, İngiltere’de endüstri devrimi, bilime ve teknolojiye olan
            ilgiyi o kadar artırmıştı ki, doğa felsefecileri, herkesin anlayabileceği makale ve
            kitaplar yazıp, halka açık dersler veriyorlardı. Kitaplar basılır basılmaz hemen
            kapışılıyor ve dersler de kalabalık yüzünden çoğu kez ayakta izleniyordu. Bu
            sürecin Faraday’a iki yönden de faydası oldu. Hem iş güvencesi artıyor, hem
            de elektrikle ilgili her türlü bilgiyi para harcamak zorunda kalmadan bulup
            okuyabiliyordu. Faraday, bunu şu sözlerle dile getirmiştir: “Her şey, işten arta
            kalan zamanlarda okuduğum bu kitaplarla başladı.”
                     On dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde iyi gelir getiren bir iş olmadığı
            için, bilimle uğraşabilenler hali vakti yerinde kimseler oluyordu. Kraliyet            9
            Bilim Derneği, son derece seçkinci bir şehir kulübü niteliğindeydi. İngiliz
            kültürünün en önemli motiflerinden olan “sınıflı toplum” anlayışı Bilim
            Derneği’ne bile egemendi. Aristokrat üyeleri, Michael Faraday ve onun gibi
            alt tabakadan gelen herhangi biriyle asla içli dışlı olacak türden insanlar
            değildi. Faraday, bu şartlara rağmen bilim insanı olmak istiyordu ama
            durumu, “prens olmayı hayal eden bir fukarayı” andırıyordu. Ne var ki, çok
            gençti, gerçeğin pek farkında değildi. Üstelik ustası iyi kalpli bir insandı, onu,
            rüyasından uyandıracak tek bir söz bile söylemiyordu. Hatta dükkânının bir
            köşesinde laboratuar kurmasına bile izin vermişti.
                     Tam da o günlerde eline bir kitap geçmişti. Kitap, aklı geliştirmenin
            dört yöntemini anlatıyordu. Bir arada olması istenen bu dört yöntem şöyle
            açıklanıyordu: Derslere katılmak, dikkatli not tutmak, aynı konuyla ilgilenen
            diğer kişilerle temas kurmak ve bir tartışma gurubuna katılmak. Ne var ki,
            Faraday için bunların hepsi zordu. Sadece kitap okuyabiliyordu ve çok sınırlı
            imkânlarla, okuduğu deneyleri tekrarlayabiliyordu. Sonradan, “bir gerçeği
            gözlerimle görmeden, kendi gerçeğim haline asla getiremiyordum”, diye
            yazmıştır. Günün birinde, dükkâna gelen bir kişi, Faraday’ın dış dünyaya
            açılmasına yardımcı oldu. Bu kişi, masalardan birinin üzerinde, ciltlenmiş bir takım
            ders notları gördü. Onları ödünç istedi. Birkaç gün sonra, kitabı geri getirdiğinde
            içine dört de bilet koymuştu. Biletler, Kraliyet Bilim Derneği başkanı Humpry
            Davy’nin halka açık konferanslarının biletleriydi. Faraday, ödünç kitap verdiği
            adamın Bilim Derneği’nin bir üyesi olduğunu ancak o zaman anladı.
                    Faraday, dört biletle dört konferansa gitti. Konferansta özenle notlar


 İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




            tuttu ve onları zarif bir şekilde ciltledi ve Davy’e gönderdi. Böylece, bilime olan
            ilgisiyle birlikte aynı zamanda iyi bir cilt ustası olduğu, Bilim Derneği başkanı
            tarafından fark edilmiş oldu. Bir süre sonra da dernekte işe alındı. Görevi, yine
            kitap ciltlemekti. Ama o, orada tutunabilmek için ne görev verirlerse yaptı.
            Kendini herkese sevdirmeyi başardı. Bir yandan da laboratuarda kendi kafasına
            göre çeşitli deneyler yapıyordu. O sıralar, İngiliz bilim adamları elektrik ve
            manyetizma ile ilgili konuları tartışıyorlardı. Elektrik manyetizma üretiyordu.
            Ama acaba, manyetizma da elektrik üretiyor mu diye birbirlerine soruyorlardı.
            Fakat ne ürettiğini ne de üretmediğini bulup çıkartamıyorlardı. Bilim derneği
            üyeleri, kibirli ve statükocu kimselerdi. Kalıplaşmış davranışlar sergiliyorlar,
            bilimi de bir “hobi” olarak görüyorlardı. İngiltere’de bilim onların elinde
            oyuncak olmuş, sıkışmış kalmıştı. Meğerse yolları yeniden açması için bir
            Faraday bekleniyormuş!
                     Faraday, bilim dünyasındaki buluş yarışına işte tam bu noktadan
            katıldı. O zamana kadar, elektrik ve manyetizma ile ilgili bütün kitap ve
            makaleleri defalarca okumuş ve okuduğu deneyleri birçok kez tekrarlamıştı.
            Bunun yanında, son zamanlarda kendi kendine deney düzenekleri de
            hazırlayabiliyordu. Derneğin laboratuar imkânları çok genişti. Günün birinde
            bir şeyler düşündü. Düşüncesinin doğru olup olmadığını denemek için bir de
            deney tasarladı. Bu deney, cıva dolu bir kap içinde duran bir mıknatıs ve bu
            kaba dik olarak yerleştirilmiş bir bakır tele dayanıyordu. Tele elektrik
            verdiğinde mıknatısın telin etrafında döndüğünü gördü. Deney, umduğu
            sonucu vermişti. Söz konusu deney, Faraday’ın ilk elektrik motorunu
                                                                                                     10
            gerçekleştirdiği, bilim tarihinin en ünlü deneylerinden biridir. Faraday,
            buluşunu, bir makale haline getirip, bilim dergisinde yayınlattı. Dünya işte o
            zaman Faraday’ı fark etti. O zamanlar 30 yaşında, mesleği ciltçilik olan bir
            laboratuar asistanıydı.
                     Faraday, ikinci büyük başarısını 1831 yılında gerçekleştirdi. O zaman kırk
            yaşındaydı. Manyetizmanın da elektrik ürettiğini bulmuştu. Keşfini iki cümleyle
            şöyle özetlemiştir: “Bir manyetik kuvvet azaldığında ya da arttığında elektrik
            üretir; ne kadar hızlı artar ya da azalırsa, ürettiği elektrik de o kadar fazla olur.”
                       Faraday, keşfini matematik dilinde ifade edemedi. Aslına bakılacak
            olursa, bu biraz da onun talihi idi. Bilim Derneği’ndeki bilim adamları, uzun
            yıllardır, her şeyi matematikten bekler bir anlayışın içine hapsolmuşlardı, deneyin
            önemi geri plana itilmişti. Faraday, yıllarca deneyler üzerinde yoğunlaşarak hem
            çok büyük başarılara imza atmış, hem de onlara deneyin önemini tekrar
            hatırlatmıştı. Matematiğin cazibesine baştan o da kapılsaydı, bekli de bu kadar
            başarılı olamayacaktı. Sonuçta, Faraday’ın buluşu matematikten mahrum
            kalmadı. 1865 yılında, genç bir İskoç fizikçisi James Clerk Maxwell, Faraday’ın
            buluşlarını matematik diline çevirdi.
                     Maxwell’in kurduğu denkleme göre, manyetizma tarafından üretilen
            elektriğin miktarı, manyetik kuvvetin artma ya da azalma hızına eşit oluyordu.
            Manyetik kuvvet hızlı değişirse, büyük miktarda elektrik, eğer, yavaş değişirse
            küçük miktarda elektrik üretiyordu. Zaman içinde sabit kalan bir manyetik
            kuvvet ise hiç elektrik üretmiyordu.
                    Faraday’ın deneyleri ve bu deneylerin sonuçlarını matematik diliyle


 İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
          www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                      ifade eden Maxwell’in katkıları sayesinde uygarlık dev adımlarla ilerlemeye
                      başladı. Başlangıçta ne işe yarayacağı pek bilinmeyen elektrik, teknolojinin en
                      önemli atılım kaynağı oldu. Mühendisler, bu denklemi kullanarak, su gücü ile
                      mıknatısları döndürerek güvenli ve sürekli elektrik üreteçleri yaptılar. Bu
                      şekilde üretilen elektrik enerjisi daha sonra istenilen yerde, elektrik motorları
                      yardımı ile mekanik enerjiye dönüştürüldü. Dev Buhar makinalarının yerini
                      küçücük elektrik motorları aldı. Öte yandan, yine elektrik sayesinde telgraf
                      icat oldu. Daha sonra, Graham Bell, telefonu; Marconi, telsizi; Edison, ampulü
                      keşfetti ve dünya, giderek küçülmeye başladı.
                               Baş döndürücü başarıları sayesinde, statükoda büyük bir delik açan
                      Faraday, Kraliyet Bilim Enstitüsü’nün başkanlığına getirildi. Otuz yıl
                      başkanlık yaptı. Onun sayesinde bilim, “hür zenginlerin hobisi olmaktan çıktı
                      ve hür düşüncelilerin yaptığı bir iş haline geldi”. Faraday, bilim tarihine altın
                      harflerle geçti. Avrupa ve Amerika tıka basa zenginleşti. Faraday’ın ise,
                      tarihe geçerek hayırla anılmaktan başka bir kazancı olmadı. Onun mensup
                      olduğu tarikatın inancına göre, servet yığmak dindar bir insanın işi olamazdı.
                      Ölümünden birkaç yıl önce şöyle yazmıştır: “Herhangi bir konuda
                      çalışmadan, zihinsel olarak huzurlu, herkesin saygısını kazanmış ve Kraliçem
                      tarafından şereflendirilmiş olarak evde öyle oturuyorum.” 1887 yılında
                      öldüğünde, sadece arkadaşlarının katıldığı bir törenle defnedildi. Bu büyük
                      insan Batılı kapitalistler tarafından başarıları yağmalanmış bir insan olarak
                      tarihe geçmiştir. Bilimsel çalışmalarından tek maddi kazancı, Kraliçe
                      tarafından kendisine hediye edilen bir evden başka bir şey olmamıştır.
                                                                                                                 11
ANTOİNE LAVOİSİER (1743-1794)
                                                        Kafasının koparılması için bütün gereken bir
                                               saniyeydi. Onunki gibi bir kafanın bir daha gelmesi için
                                               belki yüz yıl bile yetmeyecek.
                                                                                                            16
                                                     Matematikçi ve gökbilimci Joseph Lagrange (1736-1813)


                               Antoine Lavoisier, dünyaya geldiğinde, kimya, fizik ve astronominin
                      çok gerisindeydi. Henüz simya idi. O zamana kadar konuyla ilgili birçok
                      gelişme olduysa da, bunlar bölük pörçüktü ve kuramsal bir çerçeveden
                      yoksundu. Hava ve su, hala birer element olarak görülüyordu mesela.
                      Çağlardan beri insanları şaşkınlığa düşüren ateş söz konusu olduğunda
                      bilgiler büsbütün yanlıştı. Yanmanın nedeni filojiston adı verilen bir madde
                      olarak görülüyordu. Bir madde yandığında ne kadar az kül bırakıyorsa,
                      filojiston miktarı o kadar yüksektir deniyordu. Ateş, maddenin bünyesindeki
                      filojistonu havaya bırakma olayı olarak görülüyordu.
                               On sekizinci yüzyılın ikinci yarısının ilk yirmi beş yılında, özellikle İngiliz
                      kimyacılar, oksijen, hidrojen, azot ve karbondioksiti ayırmışlardı. Ancak söz
                      konusu başarıların sahipleri, filojiston “inancına” bağlı kaldıkları ve yüzyıllardır
                      söylenegelen beylik söylemleri sorgulamayı akıl edemedikleri için buluşlarını
                      değerlendiremiyorlardı. Simyadan kimyaya geçmeyi başaramamışlardı. Mesela
                      oksijen için defilojistike hava diyorlardı. Çünkü oksijen kendi başına yanmıyordu.
                      Onlara göre yanmamasının nedeni içindeki filojistonun alınmış olmasıydı. Bunun



           İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
          www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




            yanında oksijen ortamında tahta parçası yaktıklarında gayet hızlı yanıyordu. Bu
            deneyden çıkardıkları sonuca göre, filojistonu alınmış hava tahtanın içindeki
            filojistonu “daha iyi” çekiyordu.
                      Bütün bu deneylerden doğru sonuçlar çıkarılması için doğru adımı
            atan Lavoisier oldu. Filojiston kuramının yanlış olduğunu, böyle bir
            maddenin olmadığını söyledi. Ona göre yanmanın nedeni oksijendi17. Oysa
            İngiliz kimyagerler oksijeni daha önce ayırmışlar ama ona “yetkin gaz” adını
            vermekten başka bir şey yapamamışlar, işlevini çözümleyememişlerdi.
            Oksijen deyimini ilk kullanan da Lavoisier’dir. Yine ona göre, su bir element
            değildi. Hidrojen ve oksijenin kimyasal karışmasından meydana geliyordu.
            Hava da sanıldığı gibi bir gaz değildi. İki ayrı gazın, oksijen ve azotun
            karışımından meydana geliyordu. Bütün bunları ortaya attığında kendini
            meslekten kimyacı görenler, onun hukukçu olduğunu, anlamadığı konularda
            ileri geri konuştuğunu dillendirmeye başladılar.
                     Lavoisier, gerçekten de hukuk tahsili yapmıştı ve Fransız barosunun
            üyesiydi. Kimya deneyleri yaparken bir yandan da geçimini sağlamaya
            çalışıyordu. Onun avukatlık yapmadığını, vaktini kimyaya adadığını söylerler.
            Oysa avukatlık yapmasa da hukuk mesleğiyle ilgili devlet hizmetinde görev
            almıştır. Bilimsel araştırmalarındakine benzer tutumunu meslek hayatında
            da sürdürüyordu. Mesela vergi toplama işleri iyi gitmediği için vergi reformu
            çalışmalarını da yürütüyordu. Varlıklı ve toprak sahibi bir aileden geliyordu.
            Yüz bin frank kadar yıllık geliri vardı ve bunu kimya araştırmaları için
            harcamaktaydı. Kazancını bu yola vakfetmesi sayesinde, bugün bildiğimiz             12
            108 elementin 20’sini bulma şerefi Lavoisier’e aittir.
                     Lavoisier, 1789’da, yani Fransız İhtilali’nin yapıldığı yıl, Temel Kimya
            Kitabı adını verdiği bir kitap yayınladı. Bu eser, fizikte Newton’un Principia’sı
            ne ise kimyada aynı temel değerde görülmekte olan bir kitaptır18.
                    Lavoisier’in fizyolojiye de çok önemli katkısı olmuştur. Yaptığı
            deneylerle nefes almanın aslında bir yavaş yanma olayı olduğunu, insanların
            ve hayvanların yaşaması için gerekli olan enerjinin ciğerlerimize çektiğimiz
            havadaki oksijenin, vücudumuzda bulunan organik maddeleri yakması
            sayesinde elde edildiğini göstermiştir19. Bu buluş, tıp tarihi açısından da
            fevkalade önemlidir ve temel nitelikte bir gelişmedir. Lavoisier’in tıbbın da
            önünü açan bilginlerden biri olduğunu söylemek doğru olur.
                      Lavoisier, deneylerinde ölçme hassasiyetine verdiği büyük önem
            dolayısıyla da kendisinden sonra yetişen nesillere örnek olmuş bir
            şahsiyettir. Gözlem ve deneylerinde hassasiyete o derece önem verirdi ki,
            çeşitli ışıkların şiddetini çıplak gözle ölçebilmek ve bir sıralama yapabilmek
            için 1,5 ay karanlık bir odada yaşamıştır.
                      Lavoisier, Jean-Paul Marat (1743-1793) adlı çok tehlikeli bir kişiyi
            hasım kazanmıştı. Marat, aslında İngiltere’de tıp eğitimi almış bir kişiydi.
            1780’de Ateş Üstüne Fiziksel Araştırmalar başlıklı bir kitapçık yayınlamıştı.
            Burada ateşin sıcak bir sıvı olduğunu öne sürüyordu. Fakat kitabı
            kamuoyunun dikkatini çekmedi. O da, önde gelen bir gazetede kitabını öven
            ve Fransız Bilimler Akademisi’nin tezini onayladığını öne süren bir haber
            yayınlatmıştı. Oysa Akademi’nin başında Lavoisier vardı. Onu, asıl


 İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
          www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                      mesleğinin avukatlık olmasına rağmen bilime yaptığı büyük katkılar
                      dolayısıyla akademini başına getirmişlerdi. Haberi okuyan Lavoisier,
                      Marat’ın öne sürdüğü iddiaların yanlış olduğunu, tezine onay vermedikleri
                      gibi vermeye de niyetli olmadıklarını açıkladı.
                              Daha sonra gazete çıkarmaya başlayan Marat, orada Lavoisier’i
                      yerden yere vurmaya başladı. Onun devlet hizmetindeki mesleki icraatlarını
                      kötülediği gibi, bilimsel başarılarını da kötülüyordu. Bilimsel çalışmalarının
                      şarlatanlıktan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Marat, bir fen adamıydı
                      ama Jakoben fikirleri savunurdu. Yani, kendini toplum mühendisi olarak
                      görürdü. Jakobenler, kendi ideolojilerini topluma ikna yoluyla değil, baskı ve
                      şiddet yöntemleriyle dayatmaya çalışan insanlardı ki Fransız İhtilali’ni
                      yapanlar da bunlardır. (Son yıllarda sık kullanıldığını gördüğümüz Jakobenizm bir
                      ideoloji değildir, sadece yöntemdir.)
                               Marat, Lavoisier’den önce öldü. Bir kadın tarafından banyoda
                      bıçaklanarak öldürüldü ve cesedi daha sonra kanalizasyona atıldı. Öldü ama
                      Lavoisier’e attığı iftiralar etkisini sürdürdü. 1794 yılında Lavoisier’i de
                      tutukladılar. O sırada solunum konusunda deneyler yapmaktaydı. Vergi
                      toplamada usulsüzlük yaptığı ve aristokrasiyle olan yakın ilişkisini öne sürerek
                      yargıladılar. Bir gün içinde 28 kişiyle birlikte usulen yargılandı ve hemen
                      giyotinle infaz edildi. Savunması sırasında onun bilime ve Fransa’ya yaptığı
                      hizmetlerin dikkate alınmasını isteyen insanlara karşı mahkeme başkanı Yargıç
                      Coffinhal’in sarf ettiği bir söz, hukuk tarihinde onun da şöhret yapmasını
                      sağlamıştır. Şöyle demiştir: “Cumhuriyetin dâhilere ihtiyacı yoktur.”                     13
                               İhtilal önde gelenlerinin Lavoisier’e yaptığı haksızlıklar ve
                      hukuksuzluklar, günümüzde bile ihtilalın yüz karası olarak anılır. Bugün tıp
                      adamı Jakoben Marat’ı hayırla anan yoktur. Onu başkalarının bilimsel
                      çalışmalarına fesatça iftira yağdıran adam olarak hatırlıyorlar. Ama kimya
                      biliminin yolunu açan avukat Lavoisier, gönüllerde yaşatılıyor. Başkalarının
                      çabalarını olur olmaz zeminlerde küçümseyen sözde bilimciler Lavoisier olayını
                      dikkatle incelemelidir.

LUDWİG VAN BEETHOVEN (1770-1827)
                                                          Bunlar senin için değil, daha sonraki bir çağ için.
                                                              Beethoven’ın, bir eleştirmenine söylediği söz

                              Almanya’nın Bonn kendinde dünyaya gelen Beethoven, bütün
                      zamanların en büyük bestecisi olarak nitelenir. İlk bestesini 13 yaşında
                      yayınlamıştır. 1792’de, yani 22 yaşında Viyana’ya taşınmış ve hayatının
                      sonuna kadar orada yaşamıştır. Hayatı boyunca 9 senfoni, 32 piyano sonatı,
                      5 piyano konçertosu ve daha birçok irili ufaklı eser vermiştir. Onun
                      çalışmaları sözsüz (enstrümantal) müziğin, sanatların zirvesine oturmasını
                      sağlamıştır. Piyanoyu “en belli başlı müzik aleti” mertebesine çıkaran da
                      odur. Kendisinden sonra gelen bütün bestecileri etkilemiştir. Müzikte
                      yaptığı bütün değişiklikler kendisinden sonra kalıcı olmuştur. Piyanonun
                      sunabildiği birçok imkânı ortaya çıkaran da odur.
                               Ne var ki, tüm zamanların bu en büyük bestecisi sağır bir kişiydi. Kendisi



           İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
          www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
          www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                      30 yaşlarına yaklaşırken, kulakları zayıflamış ve hastalık ilerleyerek tamamen
                      duymaz olmuştur. Bu durum, onun sanatına olan güvenini sarsmış ve ortalıktan
                      çekilmesine yol açmıştır. Ne var ki, insanüstü bir irade gücü sergileyerek
                      müzikten kopmamıştır. Tersine, bütün gücüyle müziğe yoğunlaşmış, en büyük
                      eserleri olarak görülen bestelerini kulaklarının duymadığı hayatının son
                      yıllarında meydana getirmiştir. Onun tam sağırlık döneminde verdiği eserlerin
                      en büyük müzik eserleri olduğu konusunda uzmanlar arasında görüş birliği
                      vardır. Ünlü müzisyen, olgunluğunun zirvesinde daha birçok eser vermek için
                      kararlılıkla çalışmaktayken Viyana’ da 57 yaşında ölmüştür20.
NİKOLAUS AUGUST OTTO (1832-1891)
                                        Kişi gerçeği kalbiyle görür; esas olan gözle görülemeyendir.
                                                                            Antoine de Saint-Exupéry21
                              Şimdi de bir seyyar satıcının teknolojiye yaptığı muazzam katkıyı
                      inceleyeceğiz.
                               Günümüzde, yüz milyonlarcası her gün oradan oraya koşuşturan,
                      yakıtı için her gün kan akıtılan dört zamanlı içten yanmalı, bir başka deyişle,
                      benzinli motor olarak bilinen motorların mucidi Otto’dur. Batı Avrupa’yı ve
                      ABD’yi dünya liderliğine taşıyan teknolojik atılımlardan biri Otto’nun
                      benzinli motorudur. Buluş, sadece karayolu taşımacılığının değil, aynı
                      zamanda havacılığın da önünü açmıştır. 1939 yılında ilk jet uçağı havalanana
                      kadar uçaklar Otto’nun benzinli motoruyla çalışıyordu. Otto, motorunu
                      yapmayı başarmadan önce otomobil yapmak için epey zamandır                         14
                      uğraşılmaktaydı. İlk otomobillerin tipik örnekleri aşağıda görülebilir.

                                          Fransız mucit
                             Nicolas Joseph Cugnot’un
                                        buharla çalışan
                                  ilk otomobili (1769)




                                          Belçikalı mucit
                                       Etienne Lenoir’in
                                yaptığı ve içten yanmalı
                                              iki zamanlı
                                             tek silindirli
                                 gazla çalışan otomobil
                                                   (1862)


                               Otto, 1832’de Almanya’da dünyaya geldi. Ancak çocuk yaştayken
                      babasını kaybetti. Başarılı bir öğrenci olduğu halde geçim derdiyle
                      okulundan ayrıldı ve bir bakkalın yanına çırak girdi. Daha sonra kâtiplik yaptı
                      ve daha sonra da seyyar satıcılığa başladı. Otto, Fransız mucit Lenoir’in gazla
                      çalışan içten yanmalı bir motor icat ettiğini duydu. Aynı motoru gaz yerine


           İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
          www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                       sıvı yakıtla kullanacak şekilde yapılması halinde çok daha başarılı olacağını
                       düşündü. Önce bir karbüratör yaptı. Ancak patent bürosu bu konuda birçok
                       patent olduğunu öne sürerek ona patent vermedi. Çalışmalarını dört
                       zamanlı motorlar üzerinde yoğunlaştırdı. Araştırmaları ona, Paris 1867
                       Dünya Fuarı’nda bir altın madalya kazandırdı. Ama dört zamanlı motoruna
                       gelişmiş, teklemeden çalışan ateşleme sistemini ancak 5 yıl sonra yapabildi.
                       Bu sayede Dört Zamanlı Motor, en verimli ve başarılı motor hüviyetini
                       kazandı. On yıl içinde 30 binden fazla motor sattılar. Onun çalışmalarını,
                       şirketine mühendis olarak işe aldığı Daimler geliştirdi. Diğer yanda Karl Benz
                       de Otto’nun motorunu kullanarak daha güzel bir otomobil yapmıştır. Daha
                       sonra ABD’de Henry Ford da piyasaya atıldı. Karayolu taşıtları, Otto’nun
                       öncülüğünde bütün dünyaya yayılma sürecine girdi.




                                     Avusturyalı mucit
                                   Siegfried Marcus’un
                             1864’de yaptığı otomobil.
                               Resimde görülen yüksek
                                  kısım, otomobilin tek                                                           15
                                      zamanlı pistonlu
                                           motorudur.

WİLBUR ve ORVİLLE WRİGHT KARDEŞLER

                                                   “Buluş” işine girdikten sonra bu işin içinde bir
                                           gizem olmadığını, kadın veya erkek herhangi birinin de
                                           elindeki listeyi tüm olasılıklar denenene kadar gözden
                                           geçirerek buluş yapabileceğini fark ettim.
                                                                                                             22
                                                 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden
                                   Wilbur Wright (1867-1912) ve Orville Wright (1871-1948), Hezarfen
                       Ahmet Çelebi tekil örneğinden sonra tarihe ilk uçan adamlar olarak geçmeyi
                       başarmıştır. Her ikisinin de bir süre okumalarına rağmen lise diploması bile
                       yoktu. Aileleri de zengin değildi. Mekanik işlere olan meraklarından cesaret
                       alarak bisiklet tamircisi dükkânı açmışlardı (1892). Tarihe altın harflerle
                       yazılan bütün araştırmalarını bu dükkânda kazandıkları parayla yapmışlardır.
                       Havacılığa olan ilgilerinin nedeni, okudukları bir kitaptır. Daha sonra konuyla
                       ilgili iki kitap daha okuduklarını söylemişlerdir.
                                   Onların konuya ilgi duymaya başlamalarından önce başkaları çeşitli
                       uçuş denemeleri yapmıştı ama hepsi başarısız olmuştu ve işin peşini
                       bırakmışlardı. Buna karşılık, Wright kardeşler de başarısızlıklarla
                       başlamalarına rağmen işin peşini bırakmadılar. 1899’da planör ve uçurtma
                       yapma denemelerine giriştiler. Bir yıl sonra yaptıkları ilk planörleri başarılı



            İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
    www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                  olmadı. Yılmadılar ve hatalarını düzeltmek umuduyla bir yıl daha uğraşarak
                  yeni bir tane yaptılar. Yine başarılı olmadılar. Bir yıl daha çalıştılar ve
                  hatalarını düzelttiler. Üçüncü denemeleri başarılı oldu. Her seferinde sabır
                  ve sebat göstererek uçan bir cisim yapmayı başarmışlardı. Bu planörle
                  binden fazla uçuş gerçekleştirdiler. Kimse farkında değildi ama söz konusu
                  deneme uçuşları sayesinde, iki kardeş, dünyanın en tecrübeli pilotları
                  olmuşlardı. Daha önce uçuş denemesi yapanların aklı uçaklarını yerden nasıl
                  kaldıracaklarına odaklanmıştı. Oysa Wright Kardeşler, bu aşamayı geçmeyi
                  başarmışlardı. Artık onların temel sorunu, havalandırdıktan sonra uçağı
                  kontrol edebilmek, gerektiği gibi yönetebilmekti. Yoğun araştırmaları
                  sonucunda, üç eksende de tam denetim sağlamayı başardılar. Bu sayede
                  uçaklarını tam olarak manevra yeteneği kazandı.
                           Wright kardeşlerin diğer bir büyük başarıları,            kanat yapımı
                  konusunda oldu. İlk denemeleri sırasında daha önce yapılan kanatların
                  başarılı olmadığını anlamışlardı. Kanat geliştirmek için rüzgâr tüneli inşa ettiler
                  ve burada 200 değişik kanat üzerinde deneme yaptılar. Bu sayede kanattaki
                  hava basıncı dağılımının kanadın şekliyle olan ilgisini keşfetmişlerdi.
                           Onlar uçak yapma işine koyulduğunda içten yanmalı motorlar icat
                  edilmişti ve piyasada kullanılıyordu. Ama uçaklarda kullanılmaları için son
                  derece hantaldılar. Fakat Wright kardeşler, bir motor teknisyeniyle anlaşarak
                  kendilerine uygun buldukları bir motor tasarımını çizdirdiler. Aslında bu
                  konuda bir tecrübeleri de yoktu. Ama yaptıkları motor diğer motorlardan
                  çok daha üstündü. Söz konusu başarılarının onların mekanik alanındaki
                                                                                                        16
                  dehalarını gösterdiği kabul edilir. Diğer yandan, kendi motorlu uçaklarının
                  pervane tasarımını da kendileri yaptı.
                           Tepeden tırnağa kendi tasarımları olan ve Flyer 1 adını verdikleri bu
                  uçakla, ilk uçuşlarını Aralık 1903’de yaptılar. Her ikisi de o gün ikişer uçuş
                  yaptı. Orville, 12 saniye havada kaldı ve 40 metre uçabildi. Wilbur ise 59
                  saniyede 255 metre uçtu. Sonradan uçuş yapılan yerin adıyla, Kitty Hawk
                  olarak anılan söz konusu uçak, 375 kg ağırlığı ve 12,3 metre kanat açıklığı
                  olan bir uçaktı. 12 beygirlik gücündeydi ve 85 kg ağırlığı vardı. Aşağıda uçuş
                  alanındaki fotoğrafı görülen bu uçak, halen Washington’da Ulusal Havacılık
                  ve Uzay Müzesi’nde bulunmaktadır.
         Wright kardeşlerin ilk uçuşlarını
     gerçekleştirdikleri Kitty Hawk adıyla
  anılan uçak,375 kilogram ağırlığında ve
12,3 metre kanat açıklığındaydı. Üzerine
 konan özel yapım benzinli motor ise 85
                  kilogram ağırlığındaydı.
   Yanda uçuş alanında fotoğrafı görülen
       uçak halen, Washington’da Ulusal
           Havacılık ve Uzay Müzesi’nde
                           bulunmaktadır.




     İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
    www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                                 Tarihin ilk motorlu uçakla uçuşunun sadece 5 tanığı oldu. Kendi
                       memleketleri olan Dayton’da, basın uçuştan tek satır söz etmedi. Dünyada ilk
                       insanlı uçuşun gerçekleştiğinin duyulması ancak 5 yıl sonra mümkün olabildi.
                       Onlar ise ilgisizliği hiç umursamamış görünüyorlardı. Çalışmalarını sürdürdüler ve
                       bir yıl sonra Flyer 2’yi uçurdular. Bu uçakla bir değil, 105 uçuş yaptılar. Yine ilgi
                       görmedi. Bir yıl daha çalıştılar ve Flyer 3’ü yaptılar. Bu uçaklarıyla sayısız uçuş
                       gerçekleştirdiler. Başarıları yine ilgi görmedi. Ancak bir yıl sonra Herald Tribune’de
                       haklarında bir yazı çıktı. Başlık şöyleydi23: “Uçucular mı? Yoksa Yalancılar mı?”
                       Öyle ya, kimsenin başaramadığı bu büyük işi gerçekleştirmek iki bisiklet tamircisine
                       mi kalmıştı. O gün bu büyük başarı karşısında ayak sürüyenleri kimse hatırlamıyor.
                       Ama küçümsenen iki kardeş, bugün dünyanın en büyük mucitleri arasında ön
                       sırada anılıyor. Bizim tebliğimizde ilk sekize girmesinin nedeni de budur.
THOMAS ALVA EDİSON (1847-1931)
                                                                      Soru da bilgiden doğar, cevap da.
                                                                                             Mevlana
                                                           Bilim adamları neden deney yaparlar?
                                                   Yanıt, sorunun basitliği ölçüsünde açık görünüyor:
                                                   Doğayı anlamak için. Ama doğaya soracağımız en
                                                   önemli sorularımızı nasıl formüle ediyoruz ve
                                                   doğru görünen yanıtları nasıl kavrıyoruz?
                                                                                                            24
                                                                     Büyük Bilimsel Deneyler adlı eserden

                                Edison, 1029 patentli icat yapmış, gelmiş geçmiş en büyük
                       dâhilerden biridir. Onun dâhiliği, sabır ve sebatla harmanlanmış bir dâhilikti.
                       O kadar şöhret yapmıştı ki, 1878’de, elektrikle çalışan lamba üzerinde                    17
                       çalıştığını ağzından kaçırınca, gaz yağı şirketlerinin ve gazyağı lambası
                       üreticilerinin hisseleri birden bire “çok kötü bir şekilde” 25 düşmüştü.
                              En özgün icadı 1877’de patentini aldığı fonograftır. Fonograf, sesleri
                       kaydederek istendiğinde tekrar dinlenilmesini sağlayan bir cihazdır. Bu cihaz
                       Alman bilgini Emil Berliner’e ilham vermiş ve ilk müzikçalar kutusu olan
                       gramofonun patenti 1887’de Almanya’da alınmıştır.
                                Edison’un hayatımızı en çok etkileyen icadı ise evlere elektrik götürerek
                       aydınlatmasıdır. Karbon flamanlı ilk elektrik ampulünü yapmış ve evlere elektrik
                       götüren bir dağıtım şebekesi geliştirerek insanlığa çağ atlatmıştır. 1882 yılında
                       kurduğu şirket, New York evleri için elektrik üretmeye başlamış ve uygulama
                       daha sonra gelişerek bütün dünyaya yayılmıştır. Özgün buluşları yanında
                       kendisinden önce icat edilmiş çeşitli cihazların gelişmesine de katkıda
                       bulunmuştur. Telgraf, telefon, film kamerası, piller bunların en önemli olanlarıdır.
                       Tarihte ilk kez birçok insanın çalıştığı bir araştırma laboratuarı kuran da
                       Edison’dur. Dünyaca ünlü General Electric Şirketi’ni kuran da Edison’dur. Dağlar
                       kadar başarıları olan ve bilim ve teknoloji tarihine dahi olarak geçen Edison, okula
                       ancak üç ay gidebilmiş bir kişidir. Okulu terk etmesinin nedeni, okul müdürünün
                       onun geri zekâlı olduğunu öne sürerek okuldan çıkarmasıdır. Okul müdürünü
                       bugün kimse bilmiyor. Yetiştirmeye değer bulduğu öğrencilerin hayatlarında
                       neleri başardığını da bilmiyoruz. Ama onun geri zekâlı raporu verdiği öğrencisi,
                       tarihe altın harflere geçti. Şimdi onun sayesinde öğretmeni de hatırlanıyor. Ama
                       nasıl hatırlanıyor?


            İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




JOHN DALTON(1766-1844)
                                                     Önemli olan gerçeği ele geçirmek değil, takip etmektir.
                                                                                             Elio Vittorini26
                                  John Dalton, kimya alanında büyük atılımları mümkün kılan temel
                         fikri ortaya atan İngiliz bilginidir. Atom, molekül, element ve kimyasal
                         bileşim kavramlarını anlaşılabilir şekilde açıklık getirmiştir (1804). Hazırladığı
                         ilk atom ağırlıkları tablosunda 20 element vardı. Kuramı son derece
                         inandırıcı bulunduğu için yirmi yıl içinde bütün bilim adamları onun kuramını
                         benimsediler ve kendi araştırmalarının merkezinde yer verdiler. Kuramı,
                         kimya deneylerinin açıklanmasında ve yorumlanmasında son derece zihin
                         açıcı idi. 1808’de yayınladığı Yeni Kimya Felsefesi Sistemi en önemli
                         eseridir. Söz konusu eserinde, aynı kimyasal bileşimin herhangi iki
                         molekülünün aynı atomların karışımından meydana geldiğini açık seçik
                         söylemiştir. Mesela suyun (H2O), iki hidrojen ve bir oksijen atomunun
                         birleşmesinden meydana gelmesi gibi. Dünyada toplam atom miktarının çok
                         fazla olduğunu fakat çeşit sayısının çok az olduğunu açıklamıştır. Çeşitli tip
                         atomların ağırlıklarının farklı olmasına rağmen, aynı tür iki atomun her
                         bakımdan benzer olduğunu söylemiştir.
                                  Bilime temel nitelikte çok önemli katkılar sağlamış, zihin açıcı temel
                         eser yayınlamış olan Dalton, 1766 yılında kuzey İngiltere’nin bir köyünde
                         dünyaya gelmiştir. Köy ortamında eğitimi 11 yaşındayken sona ermiş bir
                         kişidir. Ne yaptıysa, tamamen kendi başarısıdır ve diğer bilginlerin yaptığı
                         çalışmaları kararlılıkla izlemesi sayesinde edindiği bilgilerin sorgulanması           18
                         temelinde ortaya çıkmıştır.
                                 John Dalton’un
                                     elementler
                                    tablosunda
                                     sağ tarafta
                                görülen şemada
                                20 değişik atom
                                         yer alır.
                                       Solda ise
                                    atomlardan
                                 meydana gelen
                                    molekülleri
                                       açıkladığı
                                        çizimleri
                                 görülmektedir.
GREGOR MENDEL (1822-1884)
                                                                                 Bir gün beni anlayacaklar.
                                                                                            Gregor Mendel
                                 Gregor Mendel, günümüzde Çek cumhuriyeti sınırları içinde yer alan
                         Brno manastırında yaşayan bir rahipti. 1860 yılından itibaren bitkiler
                         üzerinde kalıtımla ilgili araştırmalar yapardı. Bilim dünyasının Darwin’in
                         “izm”leşmiş kuramının peşine düştüğü zamanda kendi mütevazı ortamında
                         genetik biliminin temellerini attı. 1884 yılında öldü. Yaptığı araştırmaların



            İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
           www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




            değeri ölümünden 30 yıl sonra üç ayrı araştırmacı tarafından tekrar tekrar
            keşfedildi. Araştırmalarının sonuçlarını ilk açıkladığı tarihten ise 50 yıl sonra.
                     Oysa Mendel, araştırmalarının sonuçlarını gizli tutmamış, vardığı
            sonuçları bilimsel bir dergide yayınlamış ve makalesini 40 kadar bilim adamına
            ve çeşitli kurumlara göndermişti. Ölüm döşeğindeyken, başında bekleyen
            rahibe şöyle demişti 27 : “Yaşamım süresince birçok sıkıntı verici durumla
            karşılaşmış olmama rağmen, şükranla itiraf etmeliyim ki hep iyi ve güzel galip
            geldi. Bilimsel çalışmalarım bana büyük doyum sağladı. Bunların kısa zamanda
            tüm dünyada kabul göreceğimden eminim.” Ne var ki, öldüğünde yerine geçen
            başrahip, yazılarının pek çoğunu değersiz bularak yakmıştı.
                    Mendel’in talihsizliği, çalışmalarını yayınladığı tarihin Darwin’in
            Türlerin Kökeni adlı kitabını yayınladığı tarihle aynı tarih olmasıydı.
            Darwin’in çalışmaları ona şöhretin kapılarını hemen açtı ama Mendel’in
            çalışmaları 50 yıl boyunca onun gölgesinde kaldı.
                     Öldüğünde, o yörenin tarım cemiyeti tarafından verilen ölüm ilanına
            bakılırsa, çevredekiler çalışmalarının farkındaydı. Ölüm ilanında, yaptığı her
            şeyin “gerçek hayatta işe yarar” olduğu özellikle vurgulanmıştı. O halde
            Mendel’in çalışmaları neden bu kadar geç fark edilmişti?
                     Brno’lu bir biyolog, gecikmenin nedenini açıklamak isterken,
            bulgularının “yaşadığı çağın ruhuna uymadığını” söylemiş ve şöyle eklemiştir28:
            “Çalışmaları iyi biliniyordu ancak zamanın birbiriyle çatışan ve birbirini dışlayan
            görüşlerinin ortaya çıkardığı önyargılar yüzünden bilmezden geliniyordu… Uzun
            yıllar süren ilişkilerimizden biliyorum ki Mendel, bitkilerle ilgili yayınlarının       19
            hemen fark edilmemesinden dolayı hayal kırıklığına uğramamıştı. O zamanlar,
            yeni bitki formlarının oluşumunu açıklamak için neredeyse yalnızca, genel kabul
            gören Darwin’in hipotezlerine başvuruluyordu.”
                     Neden Darwin? Çünkü onun tezi çağın ruhuna uygundu. Ari ırkın
            üstünlüğünü, sınıflı toplum yapısının doğal temellerini, sömürgeciliğin neden
            Arilerin hakkı olduğu gibi siyasi emelleri onun kuramıyla açıklıyorlardı. Tezleri
            hiç bekletilmeden ve tartışılmadan ideolojinin emrine sunulmuş, Aydınlanma
            Çağının yaygın bir hastalığı olan izm’ler kalıbına dökülmüştü.
                    Mendel, çağının ruhuna hitap edememesine rağmen araştırmalarını
            sürdürürken, pek de talihsiz sayılmazdı. Çünkü yaşamakta olduğu Brno
            manastırı, özellikle doğa bilimleri konusunda oldukça güçlü bir entelektüel
            ortama sahipti. Başka rahipler de çeşitli konuların araştırılmasına gönül
            vermişlerdi. Elma yetiştiriciliği, üzüm yetiştiriciliği, kavun yetiştiriciliği, hatta
            palmiye yetiştiriciliği üzerinde araştırma yapan rahip arkadaşları vardı.
            Manastırın ünü yayılmıştı ve çevreden soru sormak isteyenler geldiği gibi,
            kafasındaki fikirleri manastırın araştırmacı rahipleriyle müzakere etmek
            isteyenler de gelirdi. Ayrıca büyük bir de kütüphane vardı. Kütüphane yeni
            çıkan kitapları satın alınabilmesi konusunda çevrede yaşayan insanlardan
            mali yardım da görüyordu.
                     İnsanlığın yolunu aydınlatan birçok düşünürün, dâhinin ve mucidin
            hayatını incelemiş bir kimse olarak, fizikte Faraday’ın hayatı kadar doğa
            bilimlerinde Mendel’in hayatını da aynı değerde incelemeye değer bulurum.



 İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
             www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




7 ARAŞTIRMACILIĞIN BATIDAKİ KÜLTÜREL KÖKENLERİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME
                                         Beşeriyetin hayvaniyeti yemekle, insaniyeti okumakla beslenir.
                                                                                              Namık Kemal
        Toplumları yeniliğe ve daha doğru bir deyişle gelişmeye yönlendiren kültürel etkenlerin de
ortaya konması gerekir. Bunun yanında, zamanda donup kalmanın, her türlü gelişmeye sırt
çevirmenin de arkasında kültürel etkenler vardır. Kısaca söylemek gerekirse, işin başı kültürdür.
Kültürün çıtası ne kadar yükselirse ekonominin ve toplumsal refahın çıtası da onu gölge gibi izler.
Bizde sıklıkla işitildiği gibi, zenginlik kültürü değil, tersine kültür zenginliği getirir.
        Önce kültürel yaklaşımla, Batının teknolojik üretim sürecini kısaca açıklayalım:
          Avrupa yoksuldu. Hem de son haddinde yoksuldu. İnsanların çoğu ertesi gün yiyecek bulup
bulamayacağı şüpheli bir vaziyette yatağa girerdi. Günün birinde icat fikri icat oldu. Bütün Avrupa’nın
kaderi değişti. Elbette ki Avrupa’nın ilerlemesi tek bir nedene bağlanamaz. Ama söz konusu temel
nedenden hareketle, hep birlikte birbirlerini besleyen başka etkenlerin de üst üste gelmesiyle
ilerleme düşüncesi filizlendi ve tetiklendi. Eğer söz konusu oluşuma bir tarih koymak istenirse, Batının
kaderinin dönüm noktası, adı 19. yüzyılda konan ama kendisi 15-16. yüzyıllarda hazırlıklarını
tamamlamış olan ve “yeniden doğuş” anlamına gelen “Rönesans Çağı”dır.
          Büyük icatları ve bunların mucitlerini sıralayan kitaplar, ilk kez Rönesans döneminde
yayınlanmıştır. İlk örneklerden biri, Polydore Vergil’in 1499 yılında basılan Nesneleri Yaratan Mucitler
Hakkında adlı eseridir. İnternette bu eseri daha yakından tanıyabilmek için yaptığımız taramada, söz
konusu kitabın 16. yüzyıl boyunca birçok kez basıldığını ve birçok dile çevrildiğini gördük. Büyük
kütüphaneler, sahip oldukları eski eserler hazinesini tanıtabilmek için en öne koydukları kitaplardan
biri işte bu, Avrupa tarihinin dönüm noktası niteliğindeki kitaptır.
                                                                                                            20
          Konuyla ilgili bir başka kayda değer temel eser, Francis Bacon’un, 1623’de yayınladığı “Yeni
Atlantis” adlı eseridir. Söz konusu eser, araştırma ve icat tutkusunu kültüre adeta kazıyan nitelikte bir
kitaptır. Yeni Atlantis, Bacon’un Bensalem adını verdiği hayali bir ülkedir. Orada devlet desteğiyle
faaliyet gösteren, teknik sanatların ilerlemesine adanmış olan bir araştırma laboratuarı vardır. Yazar
buna, Süleyman’ın Evi der. Söz konusu evde yan yana duran iki büyük salon bulunmaktadır.
Salonlardan birinde, icatların çizimleri, diğerinde ise mucitlerin ve kâşiflerin heykelleri durmaktadır.
Süleyman’ın Evi’nin başrahibinin ağzından şöyle yazmış Bacon29: “Yapılan her keşfin ardından, kâşifin
büstünü dikerek böylelikle ona büyük ve onurlandırıcı bir ödül vermiş oluruz.”
          Buluş fikrini toplumun kafasına sokan bu kitap birçok baskı yaptı ve birçok Avrupa diline
çevrildi. Bu sayede icat fikrinin itibarının yükselmesine çok önemli katkılar yaptı. Ayrıca Bacon’un
katkıları sadece bununla sınırlı değildir. Kendisi bilimsel araştırma yöntemi konusunda son derece
temel nitelikte katkı sağlamıştır.
          Bunlara benzer daha birçok eserin de katkısıyla, Avrupa’da mucitlerin itibarı hızla artmıştır.
Sadece mucitlerin değil, kâşiflerin de itibarı artmıştır. Kâşif olmak için yola çıkmak büyük tehlikelerle
yüz yüze gelmeyi de gerektirir. Kâşifler çoğalıp da ilk başarılar Avrupa’da yayılınca, Coğrafya
Cemiyetleri kuruldu. Önce dünyayı ve sonra da üzerinde yaşayan insan topluluklarını tanıma arzusu
kabardı. Haritacılık hızla gelişti. Mucit ve kâşifin itibarının yükselişinin her aşamasında teknoloji ve
bilim birkaç adım ilerledi. Sonunda endüstrileşme iştahı geri döndürülemez bir irade kazandı.
Mucitler ve kâşifler artık birer kültür kahramanı haline geldiler.
         Kâşifleri ve mucitleri milli kahraman yapan, onların hayatlarını, çalışmalarını, seyahatlerini
anlatan eserler oldu. Söz konusu kitaplar sayesinde yeni nesiller de giderek daha fazla bu kanala
girdiler. On dokuzuncu yüzyılda bu tür kitaplardan birçok yayın yapıldı. Bacon’un iki yüz yıl önce
hayalini kurduğu laboratuarın icatlar ve mucitler salonu kitap sayfalarından fırladı ve uluslararası


              İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
             www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE
TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

More Related Content

Similar to TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

Ülkemizde ki Üniversite Eğitimi ve Sorunları
Ülkemizde ki Üniversite Eğitimi ve SorunlarıÜlkemizde ki Üniversite Eğitimi ve Sorunları
Ülkemizde ki Üniversite Eğitimi ve SorunlarıAli Osman Öncel
 
Higher Education Vision, TURKEY
Higher Education Vision, TURKEYHigher Education Vision, TURKEY
Higher Education Vision, TURKEYAli Osman Öncel
 
6. Sınıf Sosyal Bilimler 1. Ünite Sosyal Bilgiler Öğreniyorum
6. Sınıf Sosyal Bilimler 1. Ünite Sosyal Bilgiler Öğreniyorum6. Sınıf Sosyal Bilimler 1. Ünite Sosyal Bilgiler Öğreniyorum
6. Sınıf Sosyal Bilimler 1. Ünite Sosyal Bilgiler Öğreniyorumenesulusoy
 
Hibici Bireyselkariyeryonetimi[1]
Hibici Bireyselkariyeryonetimi[1]Hibici Bireyselkariyeryonetimi[1]
Hibici Bireyselkariyeryonetimi[1]Kadir Mon
 
Tasarimci ocak osmankeskin
Tasarimci ocak osmankeskinTasarimci ocak osmankeskin
Tasarimci ocak osmankeskinosman keskin
 
Yolda Olanlar 4-Basak SENGUL
Yolda Olanlar 4-Basak SENGULYolda Olanlar 4-Basak SENGUL
Yolda Olanlar 4-Basak SENGULFatih Cetiz
 
Doğru yaklaşım
Doğru yaklaşımDoğru yaklaşım
Doğru yaklaşımcesur_orhan
 
Bilginin İslamilestirilmesi
Bilginin İslamilestirilmesiBilginin İslamilestirilmesi
Bilginin İslamilestirilmesiAbdurrahman Çam
 
Toplumsal cinsiyet ve kalıpyargıları
Toplumsal cinsiyet ve kalıpyargılarıToplumsal cinsiyet ve kalıpyargıları
Toplumsal cinsiyet ve kalıpyargılarımercangrel1
 
Rekabet ve inovasyon, tusiad, mart 2013,Ziya Boyacigiller
Rekabet ve inovasyon, tusiad, mart 2013,Ziya BoyacigillerRekabet ve inovasyon, tusiad, mart 2013,Ziya Boyacigiller
Rekabet ve inovasyon, tusiad, mart 2013,Ziya BoyacigillerZiya-B
 
Yolda Olanlar 1-Erdinç Kutal
Yolda Olanlar 1-Erdinç KutalYolda Olanlar 1-Erdinç Kutal
Yolda Olanlar 1-Erdinç KutalFatih Cetiz
 

Similar to TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE (20)

Sunum i̇hy
Sunum i̇hySunum i̇hy
Sunum i̇hy
 
Uzaktan öğreti̇m
Uzaktan öğreti̇mUzaktan öğreti̇m
Uzaktan öğreti̇m
 
Ülkemizde ki Üniversite Eğitimi ve Sorunları
Ülkemizde ki Üniversite Eğitimi ve SorunlarıÜlkemizde ki Üniversite Eğitimi ve Sorunları
Ülkemizde ki Üniversite Eğitimi ve Sorunları
 
Higher Education Vision, TURKEY
Higher Education Vision, TURKEYHigher Education Vision, TURKEY
Higher Education Vision, TURKEY
 
6. Sınıf Sosyal Bilimler 1. Ünite Sosyal Bilgiler Öğreniyorum
6. Sınıf Sosyal Bilimler 1. Ünite Sosyal Bilgiler Öğreniyorum6. Sınıf Sosyal Bilimler 1. Ünite Sosyal Bilgiler Öğreniyorum
6. Sınıf Sosyal Bilimler 1. Ünite Sosyal Bilgiler Öğreniyorum
 
Hibici Bireyselkariyeryonetimi[1]
Hibici Bireyselkariyeryonetimi[1]Hibici Bireyselkariyeryonetimi[1]
Hibici Bireyselkariyeryonetimi[1]
 
TEMPO H&R - EĞİTİCİ SOHBETLER
TEMPO H&R - EĞİTİCİ SOHBETLERTEMPO H&R - EĞİTİCİ SOHBETLER
TEMPO H&R - EĞİTİCİ SOHBETLER
 
679-1890-1-SM (1)
679-1890-1-SM (1)679-1890-1-SM (1)
679-1890-1-SM (1)
 
Tasarimci ocak osmankeskin
Tasarimci ocak osmankeskinTasarimci ocak osmankeskin
Tasarimci ocak osmankeskin
 
Sunum yücel
Sunum yücelSunum yücel
Sunum yücel
 
X neden 8
X neden 8X neden 8
X neden 8
 
Yolda Olanlar 4-Basak SENGUL
Yolda Olanlar 4-Basak SENGULYolda Olanlar 4-Basak SENGUL
Yolda Olanlar 4-Basak SENGUL
 
Doğru yaklaşım
Doğru yaklaşımDoğru yaklaşım
Doğru yaklaşım
 
Bilginin İslamilestirilmesi
Bilginin İslamilestirilmesiBilginin İslamilestirilmesi
Bilginin İslamilestirilmesi
 
Toplumsal cinsiyet ve kalıpyargıları
Toplumsal cinsiyet ve kalıpyargılarıToplumsal cinsiyet ve kalıpyargıları
Toplumsal cinsiyet ve kalıpyargıları
 
Deği̇şi̇k alanlar zekası
Deği̇şi̇k alanlar zekasıDeği̇şi̇k alanlar zekası
Deği̇şi̇k alanlar zekası
 
Rekabet ve inovasyon, tusiad, mart 2013,Ziya Boyacigiller
Rekabet ve inovasyon, tusiad, mart 2013,Ziya BoyacigillerRekabet ve inovasyon, tusiad, mart 2013,Ziya Boyacigiller
Rekabet ve inovasyon, tusiad, mart 2013,Ziya Boyacigiller
 
Yapay zeka sosyolojisi
Yapay zeka sosyolojisiYapay zeka sosyolojisi
Yapay zeka sosyolojisi
 
Sosyal Medya Dedikleri
Sosyal Medya DedikleriSosyal Medya Dedikleri
Sosyal Medya Dedikleri
 
Yolda Olanlar 1-Erdinç Kutal
Yolda Olanlar 1-Erdinç KutalYolda Olanlar 1-Erdinç Kutal
Yolda Olanlar 1-Erdinç Kutal
 

TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE

  • 1. www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Y. Müh. İbrahim OKUR Bir ulusun gerçek umudu gençliğinin iyi eğitilmesinde yatar. Erasmus1 Okumadan geçen üç günden sonra konuşma tadını kaybeder. Çin atasözü Birey gerçeği ne kadar çok özümserse, buluş yapma potansiyeli de o kadar büyük olacaktır. B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden TOPLUMDA ARAŞTIRMA-SORGULAMA İŞTAHININ UYANDIRILMASININ ÖNEMİ ÜZERİNE 1 GİRİŞ Son yıllarda beni derin endişeye sevk eden bir gözlemimle söze başlamak istiyorum. Kırk yıldan fazla bir zamandır, kıyısından kenarından da olsa, siyaseti izlemekteyim. Eskiden, az çok kendine özgü fikirleri olan kimseler siyaset sahnesinin orta yerinde dururlardı ve kamuoyunu yönlendirilmesinde oldukça da etkindiler. Günümüzde, hepsi sahneden çekildi. Siyaset ortamı renkli simalarını yitirdi ve siyah-beyaza döndü. Hem iktidar cephesinde hem de muhalefet cephesinde politikacılar iki ana sınıfa ayrılıyor artık. Liderler ve affedersiniz, yalakalar. Artık kendine özgü analizleri olanlar, gerektiğinde iktidarı, gerektiğinde de muhalefeti eleştiren ya da destekleyen entelektüeller ortalarda görünmez oldular. Şimdikiler, ne söylerse söylesin, sözünü, sonunda liderin ne kadar büyük adam olduğuna bağlıyor. Söz konusu yapısal değişikliğin temel nedeni, toplumun, ülke sorunlarına kafa yormaktan nerdeyse tamamen uzaklaşmasıdır. Bunun da nedeni, uzun zamandan beri gençliğin bilgiye ve araştırmaya olan ilgisinin azalması, zenginleşme ideolojisine odaklanması ve buna bağlı olarak da çıkarsız konularda fikir öne sürme cesaretini yitirmesidir. Kendimden pay biçerek söylüyorum bunları. Eğer herhangi bir nedenle 5-10 gün gündemi izleyemezsem bir zaman için sesim zayıf çıkıyor. Kendimi çok daha dikkatli davranmak zorunda hissediyorum. Ülkemizde 156 üniversitede okuyan 2,5 milyonun üzerinde öğrenci var. Profesörlerin sayısı 14 bin. Doçentler 7 bin, yardımcı doçentler 18 bin. Öğretim görevlisi sayısı 16 bin. Araştırma görevlisi sayısı 35 bin. Tercüman vs gibi önemli yardımcılar da hesaba dâhil edildiğinde, ülkemizde öğretim elemanı sayısı 100 bini aşıyor. Aşağı yukarı 25 öğrenciye bir öğrenim elemanı düşüyor. Bunun yanında, yüksek okul veya fakülte mezunlarının sayısı 4,5 milyondan fazla. Yüksek lisans yapmış olan 300 bin kişi var. Doktora yapmış olanların sayısı ise 80 bin. Bütün bu sayılar, aslında bizde büyük bir “diplomalı” araştırmacı potansiyelin varlığına işaret ediyor. Değerleri alt alta toplarsak, AR-GE alanında önder ülkelerden Norveç’in ve Finlandiya’nın nüfusu kadar bir büyüklükle karşılaşırız. Ama bu tablonun bizde AR-GE hizmeti olarak karşılığı koskoca bir sıfırdır. Muazzam bir cari açığın geleceğimizi tehdit etmesine rağmen, uygarlığın birçok nimetinden gayet soğukkanlı olarak faydalanırken, karşılık olarak insanlığın takdirine sunduğumuz ne gibi başarılarımız vardır? Gelecek nesillerin haklarını bugünden pişkin pişkin yiyerek sürdürdüğümüz konfor üzerinde düşünmenin vakti çoktan geçmiştir. Konuya bir de YÖK cephesinden bakalım. 2011 yılı aralık ayı ortasında YÖK başkanı değişti. Kimse böyle bir değişikliği beklemiyordu. Yeni başkan, üniversitelerde köklü reformlar yapılacağını duyurdu. Amerikan üniversitelerini de reformlara model olarak gösterdi. Üniversitelerde reform sürecine girileceğinin yeni başkan
  • 2. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com tarafından ilan edilmesi üzerine, diploma dağıtan ve yüklü ders programlarından araştırma yapacak zamanı bulamayan üniversitelerimizin durumu hakkında biz de bir şeyler söylemek gereğini duyduk. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ocak 2010’da Batman’da yaptığı konuşmada, “geldik, 81 vilayetin tamamına üniversite kurduk. Türkiye’de 156 üniversite var”, diyerek bilimsel çalışmalar konusunda büyük bir atılım gerçekleştirdiklerini anlatmak istedi. Oysa konuyla ilgili yetkin kimseler biliyor ki, bilimsel araştırma konusundaki açık ara geriliğimizi, üniversitelerin sayısını artırarak kapamak mümkün değildir. Herkes bilir ki, kemiyet değil, keyfiyet önemlidir. Ne var ki, halkımız evlatlarını okusun istiyor ve bu alanda her türlü maddi ve manevi fedakârlığı yapıyor. Dolayısıyla ortaya büyük bir rant var. Üniversitelerin sayısının artmasının nedeni de söz konusu rant. Her zaman yeri geldikçe itiraf edildiği gibi, sayısı ne olursa olsun, bizim üniversitelerimizde bilimsel araştırma yapılmaz. Hepsi meslek okulu işlevi görür. Bunlar bizim şahsi görüşlerimiz olarak değerlendirilmemelidir. Çeşitli televizyon tartışmalarında, konusunda uzman profesörler tarafından yapılan itiraflardır. İntihal yapan profesörler bugün devletin önemli görevlerine getirilmiş durumda. Kendini doktora yapmış gibi gösteren milletvekilleri, onları savunmaya kalkışan profesörler bu satırların yazıldığı günlerde gündemde yeri olan konulardır. En son dikkatimizi çeken YÖK başkanının Şehir Üniversitesi rektörü olduğunun açıklanması. Bizim büyük bir eksiğimiz herhalde, böyle bir üniversitenin adını ilk duyduğumuz gün, rektörü bütün üniversitelere başkan oldu. Eh, her şeyin bir başlangıcı vardır, diyelim. Web sayfasında bu üniversitenin 2010-2011 yılında öğrenime başlaması da dikkatimizi çekti. Bizce ilginç olan onca tarihi üniversitemizin rektörü dururken, 2005 yılında profesör olan birinin, 2010 yılında kurulmuş bir üniversitenin rektörlüğünden YÖK başkanlığına sıçraması ve iddialı sözlerle koltuğa oturması. Karşılaştığımız bu manzara bizi gelecek adına tereddütlere sevk etti. Başka devlet kurumlarında daha önce karşılaşıldığı gibi, çok muhtemeldir ki, içeriye olabildiğince çok yandaşı tıkıştırmak için reform yapıldığına dair uzun uzun nutuklar dinleyeceğiz. Devlet bünyesindeki hizmet sektörü yine şiştikçe şişecek. 2 2 BATIDA SÖZDE BİLİM YAPANLAR İÇERDEN DİKKATLE İZLENİR Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlamaz. Claude Bernard Batılı üniversiteler ve ilgili devlet kurumları, AR-GE amaçlı yatırımların ve genel anlamıyla her türlü bilimsel araştırma harcamalarının verimliliği konusuna ciddiyetle eğilirler. Başarıyı ölçmek için çeşitli parametreler de geliştirmişlerdir. Bilim tarihi konusunda çalışmalarıyla tanınan İngiliz bilim insanı Derek John de Solla Price, sözde bilimin akademik çevrelerdeki etkinliğine şöyle dikkat çekmiştir2: “… Bir sürü bilimsel ve teknik eğitimli olan fakat yeni hiçbir şey üretmeyen, bilgilerimize ve üretim sanatlarımıza hiçbir katkısı olmayan, ancak, kendi bilgileriyle araştırma cephesinin çok gerilerinde kendi kendine çalışan, oyalanan çok insan vardır.” 1969 yılında yayınlanan bu satırlar, bilim dünyası ortamında arada kaynayan ve sınıf öğretmenliği yapmaktan başka bir işle uğraşmayanlara dikkat edilmesi gerektiğine yönelik bir ifadedir. Peki, bizde bu konu ne durumdadır? Oyalanmayı önlemek için ne gibi çalışmalar yapılmıştır? Bilimsel çabaları ölçmek ve değerlendirme için biz hangi kıstasları kullanıyoruz. Galiba bu sorunun cevabını biliyoruz: Batı ülkelerinin bilimsel yayın yapan dergilerinde makale yayınlamak. Bu kıstas, bizim üniversite ortamımızın düpedüz sözde bilim ortamı olduğunun kanıtından başka bir şey değildir. Geçim derdini ya da kişisel zenginleşme tutkusunu üniversite ortamında çözmeye çalışanların bazı görünür özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:  Başkaları tarafından daha önce ortaya konmuş olan çalışmaları tekrarlamak,  Bütünle ilgisi olmayan, kullanıcısı bulunmayan, yaşanmakta olan gerçeklerle bağı kurulmamış olan konularda araştırmalar yapmak, İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 3. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com  Bilim yapıyormuş gibi görünmek için, -unvanı korumak ya da unvan kazanmak veya yükseltmek için- yabancı kaynaklardan tercümeler yapmak,  Bilim ve teknoloji alanında dünyadaki gelişmeleri izleme ve ülke sanayisine aktarma amacı ve gayreti taşımadan laf üretmek,  Bu çevrelerin bir tavrı da, “bilimden sadece bilim adamı anlar”, tabusuna sarılmalarıdır. Bu gibi sözlerle işlerine kimselerin karışmamasını sağlamaya çalışırlar. Eğer bir amatör araştırmacı, onun sözde uzmanlık alanına giren bir konuda görüş bildirir ve kamuoyunda ilgi de görürse, hemen onun aleyhine atıp tutmaya başlarlar. Bu tabuya sığınan sözde bilginlerin, fırsatını bulduklarında öne çıkmak için kendi uzmanlık alanlarına girmeyen konularda bile görüş bildirdikleri sık görülen bir durumdur. Mesela, divan edebiyatı veya Osmanlı tarihi profesörünün Sumerlilerin kimliği üzerinde ahkâm kesmesi, bu konularda çalışan amatörleri, onların bulunmadığı yerlerde küçük düşürücü beyanlarda bulunmaları gibi.  Bu çevrelerin kendi durağanlıklarına karşı öne sürdükleri en önemli mazereti, ödenek yetersizliğidir. Oysa az da olsa ortaya konan ödenek, bilimsel üretim nerdeyse sıfır düzeyinde kaldığından dolayı muazzam bir maliyete işaret etmektedir. Söz konusu verimsizlik iki cephesi olan bir hatadır. Birincisini şöyle ifade edebiliriz: Ödeneğin yetersiz olması, bilimsel çalışmaları tetiklemeye ve eşik atlatmaya engel olduğundan harcamaların sıfır üretime karşılık gelmesi kaçınılmazdır. Bu yüzden aslında maliyet matematiksel olarak sonsuz olmaktadır. Diğer yandan, üniversite çevrelerinin, bilimsel araştırmaları için ödenek yetersizliğine karşı kararlı ve etkin bir tavır sergilemediği de görülüyor. Ödenek yetersizliği adeta fısıltı halinde, suçlamalar karşısında mecbur kaldıkça dile getiriliyor. Kamuoyunda ses getirecek düzeyde bir eleştiri bombardımanı hiçbir zaman olmadı. Söz konusu tutum, ödeneklerin hiçbir zaman artmayacağının garantisi gibi algıladığımız bir tavırdır.  Üniversite çevreleri, üniversite ile sanayi işbirliği konusundan da dem vururlar ve söz konusu işbirliği 3 örgütlenemezse araştırmaların başarısız olacağını savunurlar. Doğrudur ama işbirliği ortamının sağlanamamasının, üzerinde pek durulmayan iki temel nedeni vardır. Bunların her ikisi de üniversiteden kaynaklanır. Birinci neden, araştırmacı akademisyen, konusuna yeterince vakıf olamadığı için sanayicinin kapısını çalacak cesareti kendinde bulamaz. Sanayiden uzak bir ortamda yetişmesi yüzünden, sanayiciyi ilgilendiren araştırma konuları da geliştiremez. Kafasındaki konular, çoğu tercüme kitapların yönlendirmesiyle, piyasada yaşanmakta olan gerçeklerle bağ kurmadan oluşmuştur. Bu yolla elde edilen bilgilerin bilimsel niteliğinde bir eksiklik olmasa da, işe koşulacak türden bilgiler değildir. Diğer yandan sanayici, elinde bir araştırma konusuyla üniversiteye geldiğinde, genellikle muhatap bulamaz, kendisini herkes başından savmaya çalışır, başka kapıyı gösterirler. 3 AMATÖR ARAŞTIRMACILARIN ÖNEMİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME Durgun su solucan yetiştirir. Atasözü 1965 Mart ayında, Londra’da, Kraliyet Bilimler Akademisi’nde düzenlenen Science of Scence Foundation (Bilim Tesis Etme Bilimi) konulu bir seminerde konuşan Derek J. de Solla Price, bilimsel literatürün hızla gelişmesi karşısında ortaya çıkan sorunu şöyle ifade etmiştir3: “Bilim ve teknoloji, buna bağlı olarak da BT literatür hacmi yılda yüzde yedilik exponansiyel bir oranla gelişmektedir. Dolayısıyla hacmi her 10-15 yılda iki kat, her yarım yüzyılda en az 10 kat artmaktadır. İlk bilimsel makalenin yayınlandığı 300 yıl (17. yüzyıl) evvelinden bugüne kadar da bir milyon kat artmıştır… bu alarm verici bir orandır. İnsanların sayısındaki artışın çok daha üstünde bir artıştır.” ABD’de yayınlanan bir dergide yer alan, J. C. R. Licklider imzalı bir makalede aynı sorun şöyle bir sayısal örnek yardımıyla ifade edilmiştir4: “Hesap kolaylığı bakımından sadece 1013 harf ve 12 sene alalım. Gene bu bilim ve teknolojideki İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 4. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com gelişmenin sadece binde biri, bahsi geçen bilimcinin konusunda olsun. Ve gene farz edelim ki bu bilimci, dakikada 3000 harf okusun -ki bu genel olarak roman okumadaki hızdır, bilimsel makale okuma hızı daha yavaştır-. Gene farz edelim ki bu bilimci konusundaki tüm bilimsel literatürü toplamıştır, yani 1010 harfi, okumaya başlamıştır. Günde 13 saat ve yılda 365 gün okumaktadır. 12 yıl sonra son makaleyi ancak bitirecektir, ama o anda görecektir ki bu süre zarfında konusunda gene 1010 harflik yeni bir literatür oluşmuştur. Karşılaştığı sorun, sadece yayınların hacmi değil, artma oranının da yükselmiş olması problemidir.” Aktarmalar yaptığımız söz konusu makaleler, kendi ülkeleri açısından karşı karşıya kalınan sorunu aşmak için neler yapılabileceği konusunda görüşler öne sürmektedir. Aynı sayısal verileri biz kendi ülkemiz açısından değerlendirmeye çalışırsak, ne söyleyebiliriz? Hem araştırma yok hem de gerçekten araştırma yapmak isteyenlerin konuya yeterince vakıf olabilmeleri için önlerinde literatür dağları var. Üstelik dünyada birbiriyle şiddetli biçimde rekabet eden ve her biri araştırma ve geliştirmeye çok büyük kaynak ayıran, bize göre alanında son derece tecrübeli 20’ye yakın rakip ülke var. Bu olağanüstü zorlu şartlar altında, bir amatör araştırmacı içten gelen bir heyecanla seçtiği bir konuya yıllarını vermişse, ne yapmak gerekir? Çeşitli bahaneler uydurarak yatan akademisyenler karşısında, kendi yağıyla kavrulan ve çoban armağanı çam sakızı mantığı ile uğraşan bir amatörün çabasını küçümseyenler için ne demeliyiz? Devlet, amatör araştırmacıların işlerini kolaylaştıracak tedbirleri bir an önce almalıdır. Konu üniversitelerin dışındadır ve üniversite yerleşkelerinin içine sığdırılamayacak kadar önemlidir. Yukarıda verdiğimiz, öğretim elemanı ve üniversite mezunlarıyla ilgili sayısal değerlerden hareketle ülkemizde en az 5 milyonun üzerinde araştırmacı potansiyeli olduğunu, en fazla dört yıl sonra da bu sayının yüzde 50 oranında artacağını söyleyebiliriz. Üniversite sayısı 81’den 156’ya çıkarıldığı için, araştırmacı potansiyelindeki artış da o kadar hızlı olacak. Bütün bu gösterişli sayısal verilere rağmen, biz yine de gönüllü çalışan ve hayatın önlerine dayattığı sorulara kararlılıkla cevap arayan amatörlere güveniyoruz. 4 Üniversite kalabalığını, rant ekonomisinin bir ürünü olarak değerlendiriyoruz. Üstelik amatör araştırmacılar, araştırma yapmak için devletten tahsisat istemiyor. Devlet, bilimsel araştırmalara esaslı mali destek sağlayamıyorsa, hiç olmazsa, kendi imkânlarıyla araştırma yapanlara destek olmak üzere bir takım tedbirler düşünmeli, hiç olmazsa gönüllü çalışanların bilgiye çabuk ulaşmalarını sağlayacak ölçüde bir takım destekler sağlamalıdır. Bunun için de herhalde, öncelikle akademik çevrelerin, amatörlerin çalışmalarına kulak kabartmaları gerekir. Akademisyenlerin içlerinden biri saymadıkları amatörlerin çalışmalarını görmezden gelmeleri doğrudan doğruya ülkemizin geleceğine zarar veriyor. 4 NORVEÇ ÖRNEĞİ Bilgi sakalla ölçülmez. Molieré Norveç, İkinci Dünya Savaşı döneminde beş yıl boyunca Alman işgali altında kalmış bir ülkedir. Bu zaman zarfında, egemenliği elinden alınmış olduğundan, kendi milli politikalarını yürütememiştir. Norveç hükümeti, söz konusu beş yıl zarfında, dünyadaki bilimsel gelişmeleri izleyemedikleri için geri kaldıklarını, bu yüzden büyük bir tehlike altına girdiklerini ve milli ekonominin çöküntüye uğradığını düşünmüştür. Bu tespitten yola çıkarak, “Norveç Endüstrilerini Geliştirme Birliği” adı altında bir örgüt kurmuşlar, bu örgüt bünyesinde de Norveç Enformasyon Merkezi oluşturmuşlardır. Kısa adı NSI olan örgütün ilk işi, savaş dolayısıyla dünyadan koparıldıkları yıllara ait birikmiş teknik bilgiyi toplamak olmuştur. NSI, bu ağır görevi, kendi milli ekonomileri açısından gerekli olan literatüre karşı seçici davranarak, bilgi dağları arasından ayıklama yaparak yerine getirmiştir. Buna paralel olarak, kendi sanayi kuruluşlarının yoğun rekabet ortamında ihtiyacı bulunan yeni imalat yöntemleri ve yeni teknolojilerle ilgili ayrıntılı bilgi toplamak peşine düşmüşler, topladıkları bilgileri kuruluşun üyesi haline getirdikleri kullanıcılara yaymışlardır. Bu çabaların ne kadar başarılı olduğu günümüzde açıkça görülebilmektedir. Nitekim Norveç, milli endüstrisi için enformasyon hizmetlerini zaman içinde İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 5. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com güçlendirmiştir. Bununla beraber, yeni bilgilere çabuk erişme yöntemleri yanında, elde edilen bilgi dağlarının sistematik bir biçimde depolanması konusuna da başarılı işleyen çözümler getirmişlerdir. Halen, Norveç halkının ihtiyaçlarına dair bilimsel tespitler yapmak ve bu doğrultuda dünyadaki gelişmeleri izlemek, yeni bilgilere hızla erişmek ve bunu içeride sonuç alıcı bir şekilde ilgilisine ulaştırmak şeklinde faaliyet yürütmektedirler. Herhangi bir Norveçli, kafasında şekillendirdiği bir projeyi bu örgüte gelerek anlatmakta ve araştırmasına zaman kaybetmeden her bakımdan destek sağlayabilmektedir. Bütün bunların Türkiye’deki karşılığı nedir? Bizim araştırmacı potansiyelimiz Norveç’in toplam nüfusu kadar. Neden biz hiç AR-GE tartışmıyoruz da yüz yıldan beri sonuçlandıramadığımız anayasa tartışmalarının içinde boğuluyoruz? Bizim hangi örgütümüz, dünyada literatürü izliyor ve sistematik bir biçimde depoluyor. Amatörlere destek olmakla kimler görevli? Norveç, 1945’de 5 yıllık geri kalmışlığını gidermek için ne kadar yoğun çabalara girişmiş. Peki, bizde Nuri Demirağ’ın uçak fabrikası 1945’de neden kapatıldı? Şakir Zümre’nin ihracat yapabilen bomba fabrikası neden soba fabrikasına çevrildi? Endüstriyel atılım yapmak şöyle dursun, başarılı örnekler bile tasfiye edildi, neden? Neden o günden bugüne endüstriyel ve bilimsel araştırmalar konusunda sistematik bir çabaya girişmedik? Bizi yönetenler kimlerin değirmenine su taşıyor? Bizi kimler yönetti? İktidarlar mı, yoksa taşeronlar mı? Son hükümetin de her günkü demeçlerinde gördüğümüz gibi, 1945’den beri 5-10 yılda bizi muasır medeniyet seviyesine çıkartacağını iddia eden hükümetler tarafından yönetiliyoruz. İktidar koltuğunda yaylanmayı başarmış bütün politikacılarımızın bu yönde demeçleri var. Şimdiki hükümet bize, 2023’de dünyada ilk 10’a gireceğimizi vaat ediyor? Önce şu açıklanmalıdır: Türkiye neden ve nasıl, hangi ekonomi politikalarının peşine takılarak akla gelen her şeyin ithalatçısı oldu? İlgili bakanın, 2012 şubatında yaptığı açıklamalarına göre, 2011 yılında, 123 milyon dolarlık cam bardak, 74 milyon dolarlık sabun, 65 milyon dolarlık ayna, 43 milyon dolarlık şemsiye ithal etmişiz5. Kadınlar, 2011 yılında makyaj için 170 milyon lira, makyajı temizlemek için ise 84 milyon lira harcamış6. Bu ürünlerin 5 nerdeyse tamamı ithalat ile karşılanıyor. Yabancı ve ünlü bir marka olmayınca kimse para verip yüzüne sürmüyor. Sonuç şöyle: 2011 yılının toplam cari açığı 77,1 milyar dolar. Hayrettir ki, hükümet yandaşı bir gazete, korkunç gidişin açıkça tartışılmasının önüne geçmek ister gibi, “cari açık düşüşe geçti” diye başlık atmış7. Oysa geçen yıl da çok büyüktü ama nedenlerinin tartışılmasına ustalıkla mani olundu. Ne oldu? Cari açık bu yıl geçen yıla göre yüzde 65 artış gösterdi. Yıllardır bir çukura doğru hızla ilerliyoruz. İktidar hala ekonominin bozuk göstergelerini, içinden övünç konuları çıkartacak şekilde çarpıtıyor. Nitekim üzerinden birkaç gün geçtikten sonra geçen yılın rekor cari açığı da tartışılmaz oldu. Bu hal, gelecek adına epey öğretici. Türkiye’yi üretici değil de tüketici yapan nedenler üzerinde hassasiyetle durmak gerekiyor. En önemli neden aklımızı kullanmakta istekli davranmamaktır ki, bunun suçunu sadece siyasilere yıkıp işin içinden çıkmayı doğru bulmayız. Siyasiler, bu tutumumuzu tersine çevirecek çabalara girişmedikleri için, anlıyormuş pozu takınarak koltuklarında yaylandıkları için elbette ki tarih önünde ağır kusurludur. Ama halk olarak biz de sorumluluğumuzu, suçu başkasına yıkmadan, tartışmalı ve gerçekler karşısında duruşumuzu gözden geçirmeliyiz. Araştırma geliştirme konularında önümüze çıkan yazıları yıllardan beri topladığımız bir dosyamız var. Yıllar önce içine 1992 yılına kadar olan döneme ait bazı istatistikleri koymuşuz. Geçen 20 yıl içinde olan bitenler hakkında verilere ulaşıncaya kadar şimdilik bu bilgileri kullanalım: ABD’de ilk patent 1790’da verilmiş. 1836’ya kadar toplam patentli buluş sayısı 10 bin olmuş. 1900 yılına kadar 600 bin dolayında patent verilmiş. 1970’de ise 3.500.000’nci patent verilmiş8. ABD’de buluş merakı başından beri entelektüel faaliyetlerin zirvesine yerleşmiş görünüyor. Mesela ülkenin üçüncü başkanı Thomas Jefferson (1743-1865)’un patentli buluşları var. Jefferson’un buluş merakı o İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 6. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com kadar yüksek ki, Fransa’ya elçi olarak gittiği yıllarda, Fransa’daki teknik gelişmeleri ve buluşları yakından izleyerek ülkesine sektirmeden bildirmiş. Aynı şekilde, ülkenin 16. başkanı Abraham Lincoln de patentli buluş sahibi bir kişi. Ülke iç birliğini bile doğru dürüst sağlamadan, 18. yüzyıl sonlarından itibaren geleceğini buluşlara, patentlere ve teknolojik atılımlara bağlamış. Bizzat başkanlarının gözetimi altında dünyayı ciddiyetle izlemiş. Bizler, ABD’nin kirli yüzünü tartışırken, örnek alınacak yanını gözden kaçırmış görünüyoruz. Türkiye’de ise patent kanunu 1879’da çıkarılmış. O günden 1992’ye kadar 25 bin patent müracaatı olmuş ama bunun 21 bini yabancılara ait. Geriye bu toprağın insanları tarafından 110 yılda sadece 4 bin patent tescil edilmiş olduğu ortaya çıkıyor. Oysa 1992 yılı itibariyle, ABD’de haftada 1800 patent başvurusu yapılıyor. Bunun yüzde 80’i üniversitelerden ve şirketlerin AR-GE guruplarından geliyor. Demek ki Türkiye’de 110 yıllık patent birikimi, ABD’nin 20 günlük üretimi kadar9. Bu kıyaslama çarpıcı gerçeği muhtemelen yeterince ortaya koymuyor. Çünkü Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinde, ABD’deki teknik ilerlemelerin çoğunun patentlenmemiş buluşlarca sağlandığını, her yıl buluşların sadece küçük bir bölümünün patente bağlandığını söylemektedir (mesela Coca Cola patentli değildir). Hatta daha da ileri gidiyor ve ABD’nin “endüstriyel gücünün aslında patentlenmemiş buluşlara dayandığını” öne sürüyor10. Bütün bu veriler, bizim sorunumuzu bütün çıplaklığı ile kıyas zemininde ortaya seriyor. Bu şartlar altında araştırmacılığı özendirmek adına çok şey yapmak, öncelikle, araştırma hevesi uyandıracak bir takım girişimler, yasal düzenlemeler yapmak gerekmiyor mu? 5 BAĞIMSIZ ARAŞTIRMACILAR DEV LABORATUARLARA KARŞI Patent sistemi deha ateşine ilgi yakıtını ekledi. 11 ABD başkanlarından Abraham Lincoln(1809-1865) 6 İlk araştırma laboratuarı Almanya’da 1870’lerde sentetik boya imalatçıları tarafından kuruldu. Bu bakımdan, araştırma laboratuarlarının kurulmasında öncü olan ülke Almanya’dır. Bir hususu daha belirtelim ki, o tarihte Almanya birliğini henüz sağlamış, 300 parçalı kent devletleri yığını olmaktan yeni kurtulmuştu. Ayrıca şunu da eklemeliyiz ki, araştırma laboratuarları fikrini geliştiren öncü sektör kimya sektörüdür. Nitekim günümüzde Almanya kimya endüstrisinin tartışmasız dünya lideridir. Araştırma laboratuarları konusunda ikinci adım, Amerika’da elektrik alanında, aşağıda bilim ve teknoloji alanındaki başarılarını ayrı bir başlık altında inceleyecek olduğumuz Edison tarafından atıldı. Burada şu kadarını söyleyelim ki, ABD’de ilk tam teşekküllü araştırma laboratuarını açan Edison’un kurduğu General Electric Şirketi’dir. Bunu 1902 yılında, kimyacı Du Pont ve bir ilaç şirketi olan Parke-Davis Şirketi izledi. Telefon sektörünün ilklerinden Bell System laboratuarı 1911 yılında kuruldu. Kodak, 1913 yılında fotoğraf araştırma laboratuarını kurdu. Görüldüğü gibi, dev laboratuarların öncüleri, elektrik ve kimya sanayisinde faaliyet gösteren şirketlerdir. Hepsi de günümüzün dev şirketleridir. Amerika’yı dünya liderliğine götüren esas unsur, işte bu dev laboratuarlardır. Nitekim GE’nin laboratuarını kurmasından sonraki 20 yıl boyunca 526 araştırma laboratuarı kurulmuştur. 1983 yılında bu sayı 11 bine ulaşmıştır12. Örgütlü araştırmacılık, finansmanını üstlenen şirketlere rakipleri karşısında güçlü bir koruma duvarı sağlamıştır. Sadece özgün buluş alanında değil, maliyet düşürücü birçok fikre de patent sağlamıştır ama hiçbir zaman amatör araştırmacılara karşı bir üstünlük sağlayamamıştır. Sayısız cihazı bünyesinde bulunduran, ihtiyaç duyduğu her şeyi derhal temin edebilecek mali gücü olan ve öne çıkan mühendisleri veya bilim insanlarını yüksek ücretlerle transfer edebilecek kapasitede, her biri farklı sektörlerde uzmanlaşmış yüzlerce uzmanı tek çatı altında toplamayı başarmış dev laboratuarların başarıları, bağımsız araştırmacıların başarıları karşısında resmen yarı yolda kalmıştır. Konuyu araştıran bir iktisatçı, laboratuarının başarılarını öve öve bitiremeyen Du Pont şirketi İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 7. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com kayıtlarından yola çıkarak bir araştırma başlatmış ve bu sayede bağımsız araştırmacılığın önemini ilk kez fark etmiştir. Söz konusu araştırmaya göre, 1920 ila 1950 arasındaki 30 yıllık dönemde Du Pont 25 yeni ürünü piyasaya sürmüştür. Ama bunların sadece 10 tanesi söz konusu laboratuarın özgün başarısıdır. Geri kalan 15 ürün, bağımsız araştırmacıların patente bağlanmış buluşlarının satın alınmasına dayanmaktadır. TÜBİTAK tarafından yayınlanan Teknolojinin Evrimi adlı eserinde, George Basalla, bu konuda yapılan araştırma sonuçlarını sıraladıktan sonra konuyu şöyle değerlendiriyor: “Du Pont Şirketi örneği, önemli bir gerçeği gözler önüne serer. Yüzyılın sona ermesiyle birlikte endüstri sahnesinde fırtına gibi esen örgütlü araştırma ekipleri, bağımsız mucidi yerinden edememiştir. Yirminci yüzyılın ilk yarısında üretilen birçok önemli icattan yetmiş tanesi üzerinde yapılan bir araştırma, bunların yarısından çoğunun bağımsız mucitlerin çalışmalarının ürünü olduğu sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bağımsız mucitlerin katkılarına göz attığımızda listenin hayli kabarık olduğunu ve önemli buluşlardan oluştuğunu görürüz. Bunlardan bazıları şunlardır: Otomatik transmisyon, bakalit, tükenmez kalem, selofon, siklotron, cayro pusulası, ensülin, jet motoru, fotoğraf makinası filmi, manyetik kayıt, güç yöneltici, tıraş makinası, kserografi [fotokopi], döner pistonlu Wankel motoru ve fermuar.” İçinde yaşadığımız buluş çağında teknoloji son derece karmaşık bir hale gelmiştir. Bu bakımdan araştırmaların gerektirdiği para ihtiyacı kat kat artmış, bunun yanında araştırmanın bütün unsurlarıyla tamamlanabilmesi için gerekli zaman da çok uzamış ve mühendisliğin alt dalları arasında işbirliği ihtiyacı giderek büyümüştür. Bütün bu gerçeklere rağmen, amatör araştırmacılar (ya da kendi başına çalışan profesyoneller) öncülüğü kimseye kaptırmamıştır. Günümüzde artan zorlukları fazla zorlanmadan aşabilmeleri için amatörlere devlet desteği sağlanması halinde çok daha iyi sonuç alınacağı muhakkaktır. Amatör araştırmacıların öncü rollerinden söz edildiğinde bazı akademisyenler, rastlantının buluşlar üzerinde oynadığı rol hakkında fikir öne sürme eğilimine giriyor. Oysa bu doğru değildir. Ne demiş 7 Konfüçyüs: “Göz sahibinin bilmediğini göremez.” Nitekim Pastör’ün laboratuarında aşıyı bulması, bazılarının öne sürdüğü gibi rastlantı sonucu olarak değerlendirilerek geçiştirilemez. Üzerinde düşünülmesi gereken olaylardan biridir. Düpedüz uzun zamandan beri sabırla aynı gerçeğe odaklanmasının mükâfatıdır. Hayatımızın çehresini değiştiren muazzam buluş, tamamen gerçeğe adanmış bir beynin eseridir. Nitekim hastalıklara mikroorganizmaların yol açtığını bulan bilgin olan Robert Koch (843-1910), mikroskobu en iyi kullananlardan biri olduğu halde, herhalde sadece mikrobun tehlikeleri üzerinde yoğunlaşmış bir araştırmacı olduğu için Pastör’ün insanlığa yaptığı büyük hizmeti anlayamamış ve onun ürettiği tavuk aşılarının Almanya’ya girişini yasaklatmıştır. Aşı Almanya’ya tavuk üreticisi köylülerin baskısıyla girebildi. Pastör, rastlantı iddiasına sonradan güzel de bir cevap vermiştir13: “Talih, siz hazırsanız yardım eder.” 7 BİLİM ve TEKNOLOJİ TARİHİNDEN KRİTİK ÖRNEKLER Buluş uygarlığın gerçek temelidir; insan ilişkilerinde en önemli itici güçlerden biridir ve buluşlar hakkında bilgi sahibi olmadıkça geçmişi ve bugünü anlamak, gelecekle ilgili öngörülerde bulunmak neredeyse olanaksız hale gelir. 14 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden Akademisyenlerin dikkatimizi çeken tutumlarından biri, amatör araştırmacılar tarafından ortaya konan çalışmaları görmezden gelmeleridir. Eğer sıkıştırırsanız, genellikle burun kıvırdıklarını da anlarsınız. Zakkum bitkisiyle çalışarak ortaya bir şeyler koyduğunu iddia eden bir hekimin başına gelenler, bunun tipik örneğidir. Adama “sen bu araştırmanı Batılı bilim dergilerinde yayınlatırsan seni ciddiye alırım”, denmiş olması işin tuzu biberidir. İlla da bir şey bulmak kompleksiyle hareket edilmesi yüzünden, araştırma sonuçlarının amaca uygun biçimde çarpıtılarak sunulması bilim tarihinde örneği İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 8. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com az görülen bir durum değildir. Bilim insanları arasında maksadı aşan kavgalar da az görülen olaylardan değildir. Zakkum ekstresi tartışmasının bilimsel cephesini değerlendirecek bilgiye sahip değiliz. Ama akademisyenlerin ağız birliğiyle, bir şeyler bulduğunu iddia eden birini adeta linç etme girişiminde bulunduklarını gözlerimizle gördük, kulaklarımızla işittik. Haklı olmak yetmiyor, tutarlı olmak da gerekiyor. Tartışmayı, kafasında bir takım araştırma konuları olan meraklı başka araştırmacıları ürküten caydırıcı boyutlara taşımak kabul edilebilir değildi. Sorun sadece pozitif bilimlerde karşılaşılan bir sorun değildir. Mesela eski çağlar tarihi üzerinde kendince araştırmalar yapanların çalışmalarına da burun kıvrıldığını, görmezden gelindiğini görüyoruz. Eğer biraz sıkıştırırsanız, görmeye zorlarsanız, bilimden, bilimsellikten, akademik çalışmadan, pek yapmadıkları ve hatta düşkün de olmadıkları ne varsa oradan buradan dem vurarak ortaya konan çabayı yok sayıyorlarX. Kısacası, akademik çevreler bir klan kültürü geliştirmişler, kendi klanlarından olmayanların herhangi bir iş başaracağına inanmıyorlar. Oysa bilim tarihinden haberdar olan bilim insanları bunun tam tersi bir tutum izlemeleri gerekirdi. Çünkü bilim tarihinde büyük işleri başaranların birçoğu başka mesleklerde faaliyet gösteren insanlardır. Bu tebliğimizde söz konusu çarpıcı gerçeği 8 kritik örnek üzerinde göstermek istiyoruz. Şunu da belirtmiş olalım ki, örnekler bu kadarla sınırlı değildir. Biz açıklanmasında zorluk bulunmayan, tipik ve en uçtaki örnekleri seçtik. Bir sabun imalatçısının oğlu olan ve 10 yaşındayken okulu terk eden, hâlâ kullanmakta olduğumuz paratonerin mucidi Benjamin Franklin(1706-1790)’i, kasabada kumaş ticaretiyle hayatını sürdüren mikrobu keşfeden Leeuwenhoek(1632-1723)’u, derslerine karşı ilgisiz olduğu için babasının okuldan aldığı İsaac Newton(1643-1727)’u, kuramını bir patent ofisinde memur olarak çalışırken ortaya atan Einstein(1879-1955)’i, tebliğimizin sınırlı çerçevesine dâhil etmediğimiz büyük mucitlere örnek olarak sadece anmakla yetineceğiz. Uygarlığa büyük katkılarda bulunan başka birçok örnek şahsiyetin üstün başarılarının anlaşılabilmesi için burada 8 yer verdiğimiz bilginlere nazaran daha kapsamlı ön açıklamalar yapmak gerekiyor. Mesela, matematikçi olup da biyolojiye büyük katkı yapanları, akademisyenlerin kaba karşı çıkışlarına rağmen, ısrarlı davranarak tıbba büyük katkı yapan makina mühendislerini çok önemli örnekler olduğu halde zorunlu olarak burada konu etmeyeceğiz15. MİCHAEL FARADAY (1791- 1867) Kurnaz insanlar okumayı küçümser. Francis Bacon Yoksul bir ailenin oğlu olan Faraday, 13 yaşına geldiğinde zar zor okuyabiliyordu. Üstelik okulundan da ayrılmak zorunda kalmıştı. Yıllarca sokaklarda aylak aylak dolaştı. Demirci olan babası, oğlunun kendisi gibi akkor ateşin başında ömür tüketmesini istemiyordu. Bu yüzden onu işine karıştırmadı. Ciltçiye çırak olarak verdi. Buraya matbaalardan basılı kâğıtlar geliyor ve ciltlenerek kitap haline getiriliyordu. Hayatında hiç kütüphaneye gitmemiş olan Faraday, dünyanın her tarafından basılmak üzere İngiltere’ye getirilen kitapların önüne yığıldığı bir işe girmişti. Bu sayede önce okumayı ilerletti. Günün birinde, Britannica Ansiklopedisi’ni dikiyordu. Elinde 127. sayfa vardı ve gözü bu kâğıtta X Metinde bilimsel ve akademik deyimlerini ayrı ayrı kullanıyoruz. Çünkü akademik olan farklı bir şey, bilimsel çalışmaya göre sınırlı bir faaliyet. Akademik çalışma daha önce yazılmış kitapları okumak, bunları karşılaştırmak ve eğer gerekiyorsa sentezler yapmaktır. Akademisyenin referansı kitaplardır. Bilimsel çalışmanın sadece bir bölümü (özellikle başlangıç bölümleri) akademik niteliktedir. Akademik çalışmanın kütüphanede yapılmasına karşılık, bilimsel çalışma laboratuarda veya doğada yapılabilen bir çalışmadır; gözleme, ölçmeye, biçmeye, hipotezleri sınamaya dayanır. Yani bilimsel çalışmanın doğrulama referansları doğadadır. Başka kitaplarda değildir. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 9. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com yazanlara ilişmişti. Konu, elektrikle ilgiliydi ve doğa felsefecilerinin yıllardır farkında oldukları bu görünmez olayın sırrının çözülemediğini yazıyordu. Faraday, bunları okuyunca içinde bir şeyler kıpırdadı ve İncil’den, daha önce binlerce kez işittiği bir cümleyi hatırladı: “Dünyanın yaratılmasından itibaren Tanrının görünmez nitelikleri –sonsuz gücü ve Tanrısal yapısı- ortaya koyduğu eseri sayesinde açıkça görünür hale gelmiştir.” Demek ki, elektrik görünmez ve anlaşılmaz bir şey olmaya devam ettiği müddetçe “Tanrının sonsuz gücü ve Tanrısal yapısını” doğru olarak anlayabilmek mümkün olmayacaktı. Son derece dindar bir insan olan Faraday, bunun “tahammül edilemez” bir durum olduğunu düşündü ve bu konuya bir çözüm bulmaya hemen oracıkta karar verdi. Faraday, insanların Tanrı ile olan ilişkilerinin temelde basit bir düzeyde yürüdüğü inancı ile yetişmişti. Bundan dolayı, elektriğin sanıldığı gibi karmaşık bir şey olamayacağını düşünüyordu. O yıllarda, İngiltere’de endüstri devrimi, bilime ve teknolojiye olan ilgiyi o kadar artırmıştı ki, doğa felsefecileri, herkesin anlayabileceği makale ve kitaplar yazıp, halka açık dersler veriyorlardı. Kitaplar basılır basılmaz hemen kapışılıyor ve dersler de kalabalık yüzünden çoğu kez ayakta izleniyordu. Bu sürecin Faraday’a iki yönden de faydası oldu. Hem iş güvencesi artıyor, hem de elektrikle ilgili her türlü bilgiyi para harcamak zorunda kalmadan bulup okuyabiliyordu. Faraday, bunu şu sözlerle dile getirmiştir: “Her şey, işten arta kalan zamanlarda okuduğum bu kitaplarla başladı.” On dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde iyi gelir getiren bir iş olmadığı için, bilimle uğraşabilenler hali vakti yerinde kimseler oluyordu. Kraliyet 9 Bilim Derneği, son derece seçkinci bir şehir kulübü niteliğindeydi. İngiliz kültürünün en önemli motiflerinden olan “sınıflı toplum” anlayışı Bilim Derneği’ne bile egemendi. Aristokrat üyeleri, Michael Faraday ve onun gibi alt tabakadan gelen herhangi biriyle asla içli dışlı olacak türden insanlar değildi. Faraday, bu şartlara rağmen bilim insanı olmak istiyordu ama durumu, “prens olmayı hayal eden bir fukarayı” andırıyordu. Ne var ki, çok gençti, gerçeğin pek farkında değildi. Üstelik ustası iyi kalpli bir insandı, onu, rüyasından uyandıracak tek bir söz bile söylemiyordu. Hatta dükkânının bir köşesinde laboratuar kurmasına bile izin vermişti. Tam da o günlerde eline bir kitap geçmişti. Kitap, aklı geliştirmenin dört yöntemini anlatıyordu. Bir arada olması istenen bu dört yöntem şöyle açıklanıyordu: Derslere katılmak, dikkatli not tutmak, aynı konuyla ilgilenen diğer kişilerle temas kurmak ve bir tartışma gurubuna katılmak. Ne var ki, Faraday için bunların hepsi zordu. Sadece kitap okuyabiliyordu ve çok sınırlı imkânlarla, okuduğu deneyleri tekrarlayabiliyordu. Sonradan, “bir gerçeği gözlerimle görmeden, kendi gerçeğim haline asla getiremiyordum”, diye yazmıştır. Günün birinde, dükkâna gelen bir kişi, Faraday’ın dış dünyaya açılmasına yardımcı oldu. Bu kişi, masalardan birinin üzerinde, ciltlenmiş bir takım ders notları gördü. Onları ödünç istedi. Birkaç gün sonra, kitabı geri getirdiğinde içine dört de bilet koymuştu. Biletler, Kraliyet Bilim Derneği başkanı Humpry Davy’nin halka açık konferanslarının biletleriydi. Faraday, ödünç kitap verdiği adamın Bilim Derneği’nin bir üyesi olduğunu ancak o zaman anladı. Faraday, dört biletle dört konferansa gitti. Konferansta özenle notlar İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 10. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com tuttu ve onları zarif bir şekilde ciltledi ve Davy’e gönderdi. Böylece, bilime olan ilgisiyle birlikte aynı zamanda iyi bir cilt ustası olduğu, Bilim Derneği başkanı tarafından fark edilmiş oldu. Bir süre sonra da dernekte işe alındı. Görevi, yine kitap ciltlemekti. Ama o, orada tutunabilmek için ne görev verirlerse yaptı. Kendini herkese sevdirmeyi başardı. Bir yandan da laboratuarda kendi kafasına göre çeşitli deneyler yapıyordu. O sıralar, İngiliz bilim adamları elektrik ve manyetizma ile ilgili konuları tartışıyorlardı. Elektrik manyetizma üretiyordu. Ama acaba, manyetizma da elektrik üretiyor mu diye birbirlerine soruyorlardı. Fakat ne ürettiğini ne de üretmediğini bulup çıkartamıyorlardı. Bilim derneği üyeleri, kibirli ve statükocu kimselerdi. Kalıplaşmış davranışlar sergiliyorlar, bilimi de bir “hobi” olarak görüyorlardı. İngiltere’de bilim onların elinde oyuncak olmuş, sıkışmış kalmıştı. Meğerse yolları yeniden açması için bir Faraday bekleniyormuş! Faraday, bilim dünyasındaki buluş yarışına işte tam bu noktadan katıldı. O zamana kadar, elektrik ve manyetizma ile ilgili bütün kitap ve makaleleri defalarca okumuş ve okuduğu deneyleri birçok kez tekrarlamıştı. Bunun yanında, son zamanlarda kendi kendine deney düzenekleri de hazırlayabiliyordu. Derneğin laboratuar imkânları çok genişti. Günün birinde bir şeyler düşündü. Düşüncesinin doğru olup olmadığını denemek için bir de deney tasarladı. Bu deney, cıva dolu bir kap içinde duran bir mıknatıs ve bu kaba dik olarak yerleştirilmiş bir bakır tele dayanıyordu. Tele elektrik verdiğinde mıknatısın telin etrafında döndüğünü gördü. Deney, umduğu sonucu vermişti. Söz konusu deney, Faraday’ın ilk elektrik motorunu 10 gerçekleştirdiği, bilim tarihinin en ünlü deneylerinden biridir. Faraday, buluşunu, bir makale haline getirip, bilim dergisinde yayınlattı. Dünya işte o zaman Faraday’ı fark etti. O zamanlar 30 yaşında, mesleği ciltçilik olan bir laboratuar asistanıydı. Faraday, ikinci büyük başarısını 1831 yılında gerçekleştirdi. O zaman kırk yaşındaydı. Manyetizmanın da elektrik ürettiğini bulmuştu. Keşfini iki cümleyle şöyle özetlemiştir: “Bir manyetik kuvvet azaldığında ya da arttığında elektrik üretir; ne kadar hızlı artar ya da azalırsa, ürettiği elektrik de o kadar fazla olur.” Faraday, keşfini matematik dilinde ifade edemedi. Aslına bakılacak olursa, bu biraz da onun talihi idi. Bilim Derneği’ndeki bilim adamları, uzun yıllardır, her şeyi matematikten bekler bir anlayışın içine hapsolmuşlardı, deneyin önemi geri plana itilmişti. Faraday, yıllarca deneyler üzerinde yoğunlaşarak hem çok büyük başarılara imza atmış, hem de onlara deneyin önemini tekrar hatırlatmıştı. Matematiğin cazibesine baştan o da kapılsaydı, bekli de bu kadar başarılı olamayacaktı. Sonuçta, Faraday’ın buluşu matematikten mahrum kalmadı. 1865 yılında, genç bir İskoç fizikçisi James Clerk Maxwell, Faraday’ın buluşlarını matematik diline çevirdi. Maxwell’in kurduğu denkleme göre, manyetizma tarafından üretilen elektriğin miktarı, manyetik kuvvetin artma ya da azalma hızına eşit oluyordu. Manyetik kuvvet hızlı değişirse, büyük miktarda elektrik, eğer, yavaş değişirse küçük miktarda elektrik üretiyordu. Zaman içinde sabit kalan bir manyetik kuvvet ise hiç elektrik üretmiyordu. Faraday’ın deneyleri ve bu deneylerin sonuçlarını matematik diliyle İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 11. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com ifade eden Maxwell’in katkıları sayesinde uygarlık dev adımlarla ilerlemeye başladı. Başlangıçta ne işe yarayacağı pek bilinmeyen elektrik, teknolojinin en önemli atılım kaynağı oldu. Mühendisler, bu denklemi kullanarak, su gücü ile mıknatısları döndürerek güvenli ve sürekli elektrik üreteçleri yaptılar. Bu şekilde üretilen elektrik enerjisi daha sonra istenilen yerde, elektrik motorları yardımı ile mekanik enerjiye dönüştürüldü. Dev Buhar makinalarının yerini küçücük elektrik motorları aldı. Öte yandan, yine elektrik sayesinde telgraf icat oldu. Daha sonra, Graham Bell, telefonu; Marconi, telsizi; Edison, ampulü keşfetti ve dünya, giderek küçülmeye başladı. Baş döndürücü başarıları sayesinde, statükoda büyük bir delik açan Faraday, Kraliyet Bilim Enstitüsü’nün başkanlığına getirildi. Otuz yıl başkanlık yaptı. Onun sayesinde bilim, “hür zenginlerin hobisi olmaktan çıktı ve hür düşüncelilerin yaptığı bir iş haline geldi”. Faraday, bilim tarihine altın harflerle geçti. Avrupa ve Amerika tıka basa zenginleşti. Faraday’ın ise, tarihe geçerek hayırla anılmaktan başka bir kazancı olmadı. Onun mensup olduğu tarikatın inancına göre, servet yığmak dindar bir insanın işi olamazdı. Ölümünden birkaç yıl önce şöyle yazmıştır: “Herhangi bir konuda çalışmadan, zihinsel olarak huzurlu, herkesin saygısını kazanmış ve Kraliçem tarafından şereflendirilmiş olarak evde öyle oturuyorum.” 1887 yılında öldüğünde, sadece arkadaşlarının katıldığı bir törenle defnedildi. Bu büyük insan Batılı kapitalistler tarafından başarıları yağmalanmış bir insan olarak tarihe geçmiştir. Bilimsel çalışmalarından tek maddi kazancı, Kraliçe tarafından kendisine hediye edilen bir evden başka bir şey olmamıştır. 11 ANTOİNE LAVOİSİER (1743-1794) Kafasının koparılması için bütün gereken bir saniyeydi. Onunki gibi bir kafanın bir daha gelmesi için belki yüz yıl bile yetmeyecek. 16 Matematikçi ve gökbilimci Joseph Lagrange (1736-1813) Antoine Lavoisier, dünyaya geldiğinde, kimya, fizik ve astronominin çok gerisindeydi. Henüz simya idi. O zamana kadar konuyla ilgili birçok gelişme olduysa da, bunlar bölük pörçüktü ve kuramsal bir çerçeveden yoksundu. Hava ve su, hala birer element olarak görülüyordu mesela. Çağlardan beri insanları şaşkınlığa düşüren ateş söz konusu olduğunda bilgiler büsbütün yanlıştı. Yanmanın nedeni filojiston adı verilen bir madde olarak görülüyordu. Bir madde yandığında ne kadar az kül bırakıyorsa, filojiston miktarı o kadar yüksektir deniyordu. Ateş, maddenin bünyesindeki filojistonu havaya bırakma olayı olarak görülüyordu. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısının ilk yirmi beş yılında, özellikle İngiliz kimyacılar, oksijen, hidrojen, azot ve karbondioksiti ayırmışlardı. Ancak söz konusu başarıların sahipleri, filojiston “inancına” bağlı kaldıkları ve yüzyıllardır söylenegelen beylik söylemleri sorgulamayı akıl edemedikleri için buluşlarını değerlendiremiyorlardı. Simyadan kimyaya geçmeyi başaramamışlardı. Mesela oksijen için defilojistike hava diyorlardı. Çünkü oksijen kendi başına yanmıyordu. Onlara göre yanmamasının nedeni içindeki filojistonun alınmış olmasıydı. Bunun İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 12. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com yanında oksijen ortamında tahta parçası yaktıklarında gayet hızlı yanıyordu. Bu deneyden çıkardıkları sonuca göre, filojistonu alınmış hava tahtanın içindeki filojistonu “daha iyi” çekiyordu. Bütün bu deneylerden doğru sonuçlar çıkarılması için doğru adımı atan Lavoisier oldu. Filojiston kuramının yanlış olduğunu, böyle bir maddenin olmadığını söyledi. Ona göre yanmanın nedeni oksijendi17. Oysa İngiliz kimyagerler oksijeni daha önce ayırmışlar ama ona “yetkin gaz” adını vermekten başka bir şey yapamamışlar, işlevini çözümleyememişlerdi. Oksijen deyimini ilk kullanan da Lavoisier’dir. Yine ona göre, su bir element değildi. Hidrojen ve oksijenin kimyasal karışmasından meydana geliyordu. Hava da sanıldığı gibi bir gaz değildi. İki ayrı gazın, oksijen ve azotun karışımından meydana geliyordu. Bütün bunları ortaya attığında kendini meslekten kimyacı görenler, onun hukukçu olduğunu, anlamadığı konularda ileri geri konuştuğunu dillendirmeye başladılar. Lavoisier, gerçekten de hukuk tahsili yapmıştı ve Fransız barosunun üyesiydi. Kimya deneyleri yaparken bir yandan da geçimini sağlamaya çalışıyordu. Onun avukatlık yapmadığını, vaktini kimyaya adadığını söylerler. Oysa avukatlık yapmasa da hukuk mesleğiyle ilgili devlet hizmetinde görev almıştır. Bilimsel araştırmalarındakine benzer tutumunu meslek hayatında da sürdürüyordu. Mesela vergi toplama işleri iyi gitmediği için vergi reformu çalışmalarını da yürütüyordu. Varlıklı ve toprak sahibi bir aileden geliyordu. Yüz bin frank kadar yıllık geliri vardı ve bunu kimya araştırmaları için harcamaktaydı. Kazancını bu yola vakfetmesi sayesinde, bugün bildiğimiz 12 108 elementin 20’sini bulma şerefi Lavoisier’e aittir. Lavoisier, 1789’da, yani Fransız İhtilali’nin yapıldığı yıl, Temel Kimya Kitabı adını verdiği bir kitap yayınladı. Bu eser, fizikte Newton’un Principia’sı ne ise kimyada aynı temel değerde görülmekte olan bir kitaptır18. Lavoisier’in fizyolojiye de çok önemli katkısı olmuştur. Yaptığı deneylerle nefes almanın aslında bir yavaş yanma olayı olduğunu, insanların ve hayvanların yaşaması için gerekli olan enerjinin ciğerlerimize çektiğimiz havadaki oksijenin, vücudumuzda bulunan organik maddeleri yakması sayesinde elde edildiğini göstermiştir19. Bu buluş, tıp tarihi açısından da fevkalade önemlidir ve temel nitelikte bir gelişmedir. Lavoisier’in tıbbın da önünü açan bilginlerden biri olduğunu söylemek doğru olur. Lavoisier, deneylerinde ölçme hassasiyetine verdiği büyük önem dolayısıyla da kendisinden sonra yetişen nesillere örnek olmuş bir şahsiyettir. Gözlem ve deneylerinde hassasiyete o derece önem verirdi ki, çeşitli ışıkların şiddetini çıplak gözle ölçebilmek ve bir sıralama yapabilmek için 1,5 ay karanlık bir odada yaşamıştır. Lavoisier, Jean-Paul Marat (1743-1793) adlı çok tehlikeli bir kişiyi hasım kazanmıştı. Marat, aslında İngiltere’de tıp eğitimi almış bir kişiydi. 1780’de Ateş Üstüne Fiziksel Araştırmalar başlıklı bir kitapçık yayınlamıştı. Burada ateşin sıcak bir sıvı olduğunu öne sürüyordu. Fakat kitabı kamuoyunun dikkatini çekmedi. O da, önde gelen bir gazetede kitabını öven ve Fransız Bilimler Akademisi’nin tezini onayladığını öne süren bir haber yayınlatmıştı. Oysa Akademi’nin başında Lavoisier vardı. Onu, asıl İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 13. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com mesleğinin avukatlık olmasına rağmen bilime yaptığı büyük katkılar dolayısıyla akademini başına getirmişlerdi. Haberi okuyan Lavoisier, Marat’ın öne sürdüğü iddiaların yanlış olduğunu, tezine onay vermedikleri gibi vermeye de niyetli olmadıklarını açıkladı. Daha sonra gazete çıkarmaya başlayan Marat, orada Lavoisier’i yerden yere vurmaya başladı. Onun devlet hizmetindeki mesleki icraatlarını kötülediği gibi, bilimsel başarılarını da kötülüyordu. Bilimsel çalışmalarının şarlatanlıktan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Marat, bir fen adamıydı ama Jakoben fikirleri savunurdu. Yani, kendini toplum mühendisi olarak görürdü. Jakobenler, kendi ideolojilerini topluma ikna yoluyla değil, baskı ve şiddet yöntemleriyle dayatmaya çalışan insanlardı ki Fransız İhtilali’ni yapanlar da bunlardır. (Son yıllarda sık kullanıldığını gördüğümüz Jakobenizm bir ideoloji değildir, sadece yöntemdir.) Marat, Lavoisier’den önce öldü. Bir kadın tarafından banyoda bıçaklanarak öldürüldü ve cesedi daha sonra kanalizasyona atıldı. Öldü ama Lavoisier’e attığı iftiralar etkisini sürdürdü. 1794 yılında Lavoisier’i de tutukladılar. O sırada solunum konusunda deneyler yapmaktaydı. Vergi toplamada usulsüzlük yaptığı ve aristokrasiyle olan yakın ilişkisini öne sürerek yargıladılar. Bir gün içinde 28 kişiyle birlikte usulen yargılandı ve hemen giyotinle infaz edildi. Savunması sırasında onun bilime ve Fransa’ya yaptığı hizmetlerin dikkate alınmasını isteyen insanlara karşı mahkeme başkanı Yargıç Coffinhal’in sarf ettiği bir söz, hukuk tarihinde onun da şöhret yapmasını sağlamıştır. Şöyle demiştir: “Cumhuriyetin dâhilere ihtiyacı yoktur.” 13 İhtilal önde gelenlerinin Lavoisier’e yaptığı haksızlıklar ve hukuksuzluklar, günümüzde bile ihtilalın yüz karası olarak anılır. Bugün tıp adamı Jakoben Marat’ı hayırla anan yoktur. Onu başkalarının bilimsel çalışmalarına fesatça iftira yağdıran adam olarak hatırlıyorlar. Ama kimya biliminin yolunu açan avukat Lavoisier, gönüllerde yaşatılıyor. Başkalarının çabalarını olur olmaz zeminlerde küçümseyen sözde bilimciler Lavoisier olayını dikkatle incelemelidir. LUDWİG VAN BEETHOVEN (1770-1827) Bunlar senin için değil, daha sonraki bir çağ için. Beethoven’ın, bir eleştirmenine söylediği söz Almanya’nın Bonn kendinde dünyaya gelen Beethoven, bütün zamanların en büyük bestecisi olarak nitelenir. İlk bestesini 13 yaşında yayınlamıştır. 1792’de, yani 22 yaşında Viyana’ya taşınmış ve hayatının sonuna kadar orada yaşamıştır. Hayatı boyunca 9 senfoni, 32 piyano sonatı, 5 piyano konçertosu ve daha birçok irili ufaklı eser vermiştir. Onun çalışmaları sözsüz (enstrümantal) müziğin, sanatların zirvesine oturmasını sağlamıştır. Piyanoyu “en belli başlı müzik aleti” mertebesine çıkaran da odur. Kendisinden sonra gelen bütün bestecileri etkilemiştir. Müzikte yaptığı bütün değişiklikler kendisinden sonra kalıcı olmuştur. Piyanonun sunabildiği birçok imkânı ortaya çıkaran da odur. Ne var ki, tüm zamanların bu en büyük bestecisi sağır bir kişiydi. Kendisi İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 14. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com 30 yaşlarına yaklaşırken, kulakları zayıflamış ve hastalık ilerleyerek tamamen duymaz olmuştur. Bu durum, onun sanatına olan güvenini sarsmış ve ortalıktan çekilmesine yol açmıştır. Ne var ki, insanüstü bir irade gücü sergileyerek müzikten kopmamıştır. Tersine, bütün gücüyle müziğe yoğunlaşmış, en büyük eserleri olarak görülen bestelerini kulaklarının duymadığı hayatının son yıllarında meydana getirmiştir. Onun tam sağırlık döneminde verdiği eserlerin en büyük müzik eserleri olduğu konusunda uzmanlar arasında görüş birliği vardır. Ünlü müzisyen, olgunluğunun zirvesinde daha birçok eser vermek için kararlılıkla çalışmaktayken Viyana’ da 57 yaşında ölmüştür20. NİKOLAUS AUGUST OTTO (1832-1891) Kişi gerçeği kalbiyle görür; esas olan gözle görülemeyendir. Antoine de Saint-Exupéry21 Şimdi de bir seyyar satıcının teknolojiye yaptığı muazzam katkıyı inceleyeceğiz. Günümüzde, yüz milyonlarcası her gün oradan oraya koşuşturan, yakıtı için her gün kan akıtılan dört zamanlı içten yanmalı, bir başka deyişle, benzinli motor olarak bilinen motorların mucidi Otto’dur. Batı Avrupa’yı ve ABD’yi dünya liderliğine taşıyan teknolojik atılımlardan biri Otto’nun benzinli motorudur. Buluş, sadece karayolu taşımacılığının değil, aynı zamanda havacılığın da önünü açmıştır. 1939 yılında ilk jet uçağı havalanana kadar uçaklar Otto’nun benzinli motoruyla çalışıyordu. Otto, motorunu yapmayı başarmadan önce otomobil yapmak için epey zamandır 14 uğraşılmaktaydı. İlk otomobillerin tipik örnekleri aşağıda görülebilir. Fransız mucit Nicolas Joseph Cugnot’un buharla çalışan ilk otomobili (1769) Belçikalı mucit Etienne Lenoir’in yaptığı ve içten yanmalı iki zamanlı tek silindirli gazla çalışan otomobil (1862) Otto, 1832’de Almanya’da dünyaya geldi. Ancak çocuk yaştayken babasını kaybetti. Başarılı bir öğrenci olduğu halde geçim derdiyle okulundan ayrıldı ve bir bakkalın yanına çırak girdi. Daha sonra kâtiplik yaptı ve daha sonra da seyyar satıcılığa başladı. Otto, Fransız mucit Lenoir’in gazla çalışan içten yanmalı bir motor icat ettiğini duydu. Aynı motoru gaz yerine İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 15. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com sıvı yakıtla kullanacak şekilde yapılması halinde çok daha başarılı olacağını düşündü. Önce bir karbüratör yaptı. Ancak patent bürosu bu konuda birçok patent olduğunu öne sürerek ona patent vermedi. Çalışmalarını dört zamanlı motorlar üzerinde yoğunlaştırdı. Araştırmaları ona, Paris 1867 Dünya Fuarı’nda bir altın madalya kazandırdı. Ama dört zamanlı motoruna gelişmiş, teklemeden çalışan ateşleme sistemini ancak 5 yıl sonra yapabildi. Bu sayede Dört Zamanlı Motor, en verimli ve başarılı motor hüviyetini kazandı. On yıl içinde 30 binden fazla motor sattılar. Onun çalışmalarını, şirketine mühendis olarak işe aldığı Daimler geliştirdi. Diğer yanda Karl Benz de Otto’nun motorunu kullanarak daha güzel bir otomobil yapmıştır. Daha sonra ABD’de Henry Ford da piyasaya atıldı. Karayolu taşıtları, Otto’nun öncülüğünde bütün dünyaya yayılma sürecine girdi. Avusturyalı mucit Siegfried Marcus’un 1864’de yaptığı otomobil. Resimde görülen yüksek kısım, otomobilin tek 15 zamanlı pistonlu motorudur. WİLBUR ve ORVİLLE WRİGHT KARDEŞLER “Buluş” işine girdikten sonra bu işin içinde bir gizem olmadığını, kadın veya erkek herhangi birinin de elindeki listeyi tüm olasılıklar denenene kadar gözden geçirerek buluş yapabileceğini fark ettim. 22 B. Edward Shlesinger, Buluş Nasıl Yapılır? adlı eserinden Wilbur Wright (1867-1912) ve Orville Wright (1871-1948), Hezarfen Ahmet Çelebi tekil örneğinden sonra tarihe ilk uçan adamlar olarak geçmeyi başarmıştır. Her ikisinin de bir süre okumalarına rağmen lise diploması bile yoktu. Aileleri de zengin değildi. Mekanik işlere olan meraklarından cesaret alarak bisiklet tamircisi dükkânı açmışlardı (1892). Tarihe altın harflerle yazılan bütün araştırmalarını bu dükkânda kazandıkları parayla yapmışlardır. Havacılığa olan ilgilerinin nedeni, okudukları bir kitaptır. Daha sonra konuyla ilgili iki kitap daha okuduklarını söylemişlerdir. Onların konuya ilgi duymaya başlamalarından önce başkaları çeşitli uçuş denemeleri yapmıştı ama hepsi başarısız olmuştu ve işin peşini bırakmışlardı. Buna karşılık, Wright kardeşler de başarısızlıklarla başlamalarına rağmen işin peşini bırakmadılar. 1899’da planör ve uçurtma yapma denemelerine giriştiler. Bir yıl sonra yaptıkları ilk planörleri başarılı İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 16. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com olmadı. Yılmadılar ve hatalarını düzeltmek umuduyla bir yıl daha uğraşarak yeni bir tane yaptılar. Yine başarılı olmadılar. Bir yıl daha çalıştılar ve hatalarını düzelttiler. Üçüncü denemeleri başarılı oldu. Her seferinde sabır ve sebat göstererek uçan bir cisim yapmayı başarmışlardı. Bu planörle binden fazla uçuş gerçekleştirdiler. Kimse farkında değildi ama söz konusu deneme uçuşları sayesinde, iki kardeş, dünyanın en tecrübeli pilotları olmuşlardı. Daha önce uçuş denemesi yapanların aklı uçaklarını yerden nasıl kaldıracaklarına odaklanmıştı. Oysa Wright Kardeşler, bu aşamayı geçmeyi başarmışlardı. Artık onların temel sorunu, havalandırdıktan sonra uçağı kontrol edebilmek, gerektiği gibi yönetebilmekti. Yoğun araştırmaları sonucunda, üç eksende de tam denetim sağlamayı başardılar. Bu sayede uçaklarını tam olarak manevra yeteneği kazandı. Wright kardeşlerin diğer bir büyük başarıları, kanat yapımı konusunda oldu. İlk denemeleri sırasında daha önce yapılan kanatların başarılı olmadığını anlamışlardı. Kanat geliştirmek için rüzgâr tüneli inşa ettiler ve burada 200 değişik kanat üzerinde deneme yaptılar. Bu sayede kanattaki hava basıncı dağılımının kanadın şekliyle olan ilgisini keşfetmişlerdi. Onlar uçak yapma işine koyulduğunda içten yanmalı motorlar icat edilmişti ve piyasada kullanılıyordu. Ama uçaklarda kullanılmaları için son derece hantaldılar. Fakat Wright kardeşler, bir motor teknisyeniyle anlaşarak kendilerine uygun buldukları bir motor tasarımını çizdirdiler. Aslında bu konuda bir tecrübeleri de yoktu. Ama yaptıkları motor diğer motorlardan çok daha üstündü. Söz konusu başarılarının onların mekanik alanındaki 16 dehalarını gösterdiği kabul edilir. Diğer yandan, kendi motorlu uçaklarının pervane tasarımını da kendileri yaptı. Tepeden tırnağa kendi tasarımları olan ve Flyer 1 adını verdikleri bu uçakla, ilk uçuşlarını Aralık 1903’de yaptılar. Her ikisi de o gün ikişer uçuş yaptı. Orville, 12 saniye havada kaldı ve 40 metre uçabildi. Wilbur ise 59 saniyede 255 metre uçtu. Sonradan uçuş yapılan yerin adıyla, Kitty Hawk olarak anılan söz konusu uçak, 375 kg ağırlığı ve 12,3 metre kanat açıklığı olan bir uçaktı. 12 beygirlik gücündeydi ve 85 kg ağırlığı vardı. Aşağıda uçuş alanındaki fotoğrafı görülen bu uçak, halen Washington’da Ulusal Havacılık ve Uzay Müzesi’nde bulunmaktadır. Wright kardeşlerin ilk uçuşlarını gerçekleştirdikleri Kitty Hawk adıyla anılan uçak,375 kilogram ağırlığında ve 12,3 metre kanat açıklığındaydı. Üzerine konan özel yapım benzinli motor ise 85 kilogram ağırlığındaydı. Yanda uçuş alanında fotoğrafı görülen uçak halen, Washington’da Ulusal Havacılık ve Uzay Müzesi’nde bulunmaktadır. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 17. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Tarihin ilk motorlu uçakla uçuşunun sadece 5 tanığı oldu. Kendi memleketleri olan Dayton’da, basın uçuştan tek satır söz etmedi. Dünyada ilk insanlı uçuşun gerçekleştiğinin duyulması ancak 5 yıl sonra mümkün olabildi. Onlar ise ilgisizliği hiç umursamamış görünüyorlardı. Çalışmalarını sürdürdüler ve bir yıl sonra Flyer 2’yi uçurdular. Bu uçakla bir değil, 105 uçuş yaptılar. Yine ilgi görmedi. Bir yıl daha çalıştılar ve Flyer 3’ü yaptılar. Bu uçaklarıyla sayısız uçuş gerçekleştirdiler. Başarıları yine ilgi görmedi. Ancak bir yıl sonra Herald Tribune’de haklarında bir yazı çıktı. Başlık şöyleydi23: “Uçucular mı? Yoksa Yalancılar mı?” Öyle ya, kimsenin başaramadığı bu büyük işi gerçekleştirmek iki bisiklet tamircisine mi kalmıştı. O gün bu büyük başarı karşısında ayak sürüyenleri kimse hatırlamıyor. Ama küçümsenen iki kardeş, bugün dünyanın en büyük mucitleri arasında ön sırada anılıyor. Bizim tebliğimizde ilk sekize girmesinin nedeni de budur. THOMAS ALVA EDİSON (1847-1931) Soru da bilgiden doğar, cevap da. Mevlana Bilim adamları neden deney yaparlar? Yanıt, sorunun basitliği ölçüsünde açık görünüyor: Doğayı anlamak için. Ama doğaya soracağımız en önemli sorularımızı nasıl formüle ediyoruz ve doğru görünen yanıtları nasıl kavrıyoruz? 24 Büyük Bilimsel Deneyler adlı eserden Edison, 1029 patentli icat yapmış, gelmiş geçmiş en büyük dâhilerden biridir. Onun dâhiliği, sabır ve sebatla harmanlanmış bir dâhilikti. O kadar şöhret yapmıştı ki, 1878’de, elektrikle çalışan lamba üzerinde 17 çalıştığını ağzından kaçırınca, gaz yağı şirketlerinin ve gazyağı lambası üreticilerinin hisseleri birden bire “çok kötü bir şekilde” 25 düşmüştü. En özgün icadı 1877’de patentini aldığı fonograftır. Fonograf, sesleri kaydederek istendiğinde tekrar dinlenilmesini sağlayan bir cihazdır. Bu cihaz Alman bilgini Emil Berliner’e ilham vermiş ve ilk müzikçalar kutusu olan gramofonun patenti 1887’de Almanya’da alınmıştır. Edison’un hayatımızı en çok etkileyen icadı ise evlere elektrik götürerek aydınlatmasıdır. Karbon flamanlı ilk elektrik ampulünü yapmış ve evlere elektrik götüren bir dağıtım şebekesi geliştirerek insanlığa çağ atlatmıştır. 1882 yılında kurduğu şirket, New York evleri için elektrik üretmeye başlamış ve uygulama daha sonra gelişerek bütün dünyaya yayılmıştır. Özgün buluşları yanında kendisinden önce icat edilmiş çeşitli cihazların gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Telgraf, telefon, film kamerası, piller bunların en önemli olanlarıdır. Tarihte ilk kez birçok insanın çalıştığı bir araştırma laboratuarı kuran da Edison’dur. Dünyaca ünlü General Electric Şirketi’ni kuran da Edison’dur. Dağlar kadar başarıları olan ve bilim ve teknoloji tarihine dahi olarak geçen Edison, okula ancak üç ay gidebilmiş bir kişidir. Okulu terk etmesinin nedeni, okul müdürünün onun geri zekâlı olduğunu öne sürerek okuldan çıkarmasıdır. Okul müdürünü bugün kimse bilmiyor. Yetiştirmeye değer bulduğu öğrencilerin hayatlarında neleri başardığını da bilmiyoruz. Ama onun geri zekâlı raporu verdiği öğrencisi, tarihe altın harflere geçti. Şimdi onun sayesinde öğretmeni de hatırlanıyor. Ama nasıl hatırlanıyor? İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 18. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com JOHN DALTON(1766-1844) Önemli olan gerçeği ele geçirmek değil, takip etmektir. Elio Vittorini26 John Dalton, kimya alanında büyük atılımları mümkün kılan temel fikri ortaya atan İngiliz bilginidir. Atom, molekül, element ve kimyasal bileşim kavramlarını anlaşılabilir şekilde açıklık getirmiştir (1804). Hazırladığı ilk atom ağırlıkları tablosunda 20 element vardı. Kuramı son derece inandırıcı bulunduğu için yirmi yıl içinde bütün bilim adamları onun kuramını benimsediler ve kendi araştırmalarının merkezinde yer verdiler. Kuramı, kimya deneylerinin açıklanmasında ve yorumlanmasında son derece zihin açıcı idi. 1808’de yayınladığı Yeni Kimya Felsefesi Sistemi en önemli eseridir. Söz konusu eserinde, aynı kimyasal bileşimin herhangi iki molekülünün aynı atomların karışımından meydana geldiğini açık seçik söylemiştir. Mesela suyun (H2O), iki hidrojen ve bir oksijen atomunun birleşmesinden meydana gelmesi gibi. Dünyada toplam atom miktarının çok fazla olduğunu fakat çeşit sayısının çok az olduğunu açıklamıştır. Çeşitli tip atomların ağırlıklarının farklı olmasına rağmen, aynı tür iki atomun her bakımdan benzer olduğunu söylemiştir. Bilime temel nitelikte çok önemli katkılar sağlamış, zihin açıcı temel eser yayınlamış olan Dalton, 1766 yılında kuzey İngiltere’nin bir köyünde dünyaya gelmiştir. Köy ortamında eğitimi 11 yaşındayken sona ermiş bir kişidir. Ne yaptıysa, tamamen kendi başarısıdır ve diğer bilginlerin yaptığı çalışmaları kararlılıkla izlemesi sayesinde edindiği bilgilerin sorgulanması 18 temelinde ortaya çıkmıştır. John Dalton’un elementler tablosunda sağ tarafta görülen şemada 20 değişik atom yer alır. Solda ise atomlardan meydana gelen molekülleri açıkladığı çizimleri görülmektedir. GREGOR MENDEL (1822-1884) Bir gün beni anlayacaklar. Gregor Mendel Gregor Mendel, günümüzde Çek cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Brno manastırında yaşayan bir rahipti. 1860 yılından itibaren bitkiler üzerinde kalıtımla ilgili araştırmalar yapardı. Bilim dünyasının Darwin’in “izm”leşmiş kuramının peşine düştüğü zamanda kendi mütevazı ortamında genetik biliminin temellerini attı. 1884 yılında öldü. Yaptığı araştırmaların İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 19. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com değeri ölümünden 30 yıl sonra üç ayrı araştırmacı tarafından tekrar tekrar keşfedildi. Araştırmalarının sonuçlarını ilk açıkladığı tarihten ise 50 yıl sonra. Oysa Mendel, araştırmalarının sonuçlarını gizli tutmamış, vardığı sonuçları bilimsel bir dergide yayınlamış ve makalesini 40 kadar bilim adamına ve çeşitli kurumlara göndermişti. Ölüm döşeğindeyken, başında bekleyen rahibe şöyle demişti 27 : “Yaşamım süresince birçok sıkıntı verici durumla karşılaşmış olmama rağmen, şükranla itiraf etmeliyim ki hep iyi ve güzel galip geldi. Bilimsel çalışmalarım bana büyük doyum sağladı. Bunların kısa zamanda tüm dünyada kabul göreceğimden eminim.” Ne var ki, öldüğünde yerine geçen başrahip, yazılarının pek çoğunu değersiz bularak yakmıştı. Mendel’in talihsizliği, çalışmalarını yayınladığı tarihin Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabını yayınladığı tarihle aynı tarih olmasıydı. Darwin’in çalışmaları ona şöhretin kapılarını hemen açtı ama Mendel’in çalışmaları 50 yıl boyunca onun gölgesinde kaldı. Öldüğünde, o yörenin tarım cemiyeti tarafından verilen ölüm ilanına bakılırsa, çevredekiler çalışmalarının farkındaydı. Ölüm ilanında, yaptığı her şeyin “gerçek hayatta işe yarar” olduğu özellikle vurgulanmıştı. O halde Mendel’in çalışmaları neden bu kadar geç fark edilmişti? Brno’lu bir biyolog, gecikmenin nedenini açıklamak isterken, bulgularının “yaşadığı çağın ruhuna uymadığını” söylemiş ve şöyle eklemiştir28: “Çalışmaları iyi biliniyordu ancak zamanın birbiriyle çatışan ve birbirini dışlayan görüşlerinin ortaya çıkardığı önyargılar yüzünden bilmezden geliniyordu… Uzun yıllar süren ilişkilerimizden biliyorum ki Mendel, bitkilerle ilgili yayınlarının 19 hemen fark edilmemesinden dolayı hayal kırıklığına uğramamıştı. O zamanlar, yeni bitki formlarının oluşumunu açıklamak için neredeyse yalnızca, genel kabul gören Darwin’in hipotezlerine başvuruluyordu.” Neden Darwin? Çünkü onun tezi çağın ruhuna uygundu. Ari ırkın üstünlüğünü, sınıflı toplum yapısının doğal temellerini, sömürgeciliğin neden Arilerin hakkı olduğu gibi siyasi emelleri onun kuramıyla açıklıyorlardı. Tezleri hiç bekletilmeden ve tartışılmadan ideolojinin emrine sunulmuş, Aydınlanma Çağının yaygın bir hastalığı olan izm’ler kalıbına dökülmüştü. Mendel, çağının ruhuna hitap edememesine rağmen araştırmalarını sürdürürken, pek de talihsiz sayılmazdı. Çünkü yaşamakta olduğu Brno manastırı, özellikle doğa bilimleri konusunda oldukça güçlü bir entelektüel ortama sahipti. Başka rahipler de çeşitli konuların araştırılmasına gönül vermişlerdi. Elma yetiştiriciliği, üzüm yetiştiriciliği, kavun yetiştiriciliği, hatta palmiye yetiştiriciliği üzerinde araştırma yapan rahip arkadaşları vardı. Manastırın ünü yayılmıştı ve çevreden soru sormak isteyenler geldiği gibi, kafasındaki fikirleri manastırın araştırmacı rahipleriyle müzakere etmek isteyenler de gelirdi. Ayrıca büyük bir de kütüphane vardı. Kütüphane yeni çıkan kitapları satın alınabilmesi konusunda çevrede yaşayan insanlardan mali yardım da görüyordu. İnsanlığın yolunu aydınlatan birçok düşünürün, dâhinin ve mucidin hayatını incelemiş bir kimse olarak, fizikte Faraday’ın hayatı kadar doğa bilimlerinde Mendel’in hayatını da aynı değerde incelemeye değer bulurum. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 20. BRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com 7 ARAŞTIRMACILIĞIN BATIDAKİ KÜLTÜREL KÖKENLERİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME Beşeriyetin hayvaniyeti yemekle, insaniyeti okumakla beslenir. Namık Kemal Toplumları yeniliğe ve daha doğru bir deyişle gelişmeye yönlendiren kültürel etkenlerin de ortaya konması gerekir. Bunun yanında, zamanda donup kalmanın, her türlü gelişmeye sırt çevirmenin de arkasında kültürel etkenler vardır. Kısaca söylemek gerekirse, işin başı kültürdür. Kültürün çıtası ne kadar yükselirse ekonominin ve toplumsal refahın çıtası da onu gölge gibi izler. Bizde sıklıkla işitildiği gibi, zenginlik kültürü değil, tersine kültür zenginliği getirir. Önce kültürel yaklaşımla, Batının teknolojik üretim sürecini kısaca açıklayalım: Avrupa yoksuldu. Hem de son haddinde yoksuldu. İnsanların çoğu ertesi gün yiyecek bulup bulamayacağı şüpheli bir vaziyette yatağa girerdi. Günün birinde icat fikri icat oldu. Bütün Avrupa’nın kaderi değişti. Elbette ki Avrupa’nın ilerlemesi tek bir nedene bağlanamaz. Ama söz konusu temel nedenden hareketle, hep birlikte birbirlerini besleyen başka etkenlerin de üst üste gelmesiyle ilerleme düşüncesi filizlendi ve tetiklendi. Eğer söz konusu oluşuma bir tarih koymak istenirse, Batının kaderinin dönüm noktası, adı 19. yüzyılda konan ama kendisi 15-16. yüzyıllarda hazırlıklarını tamamlamış olan ve “yeniden doğuş” anlamına gelen “Rönesans Çağı”dır. Büyük icatları ve bunların mucitlerini sıralayan kitaplar, ilk kez Rönesans döneminde yayınlanmıştır. İlk örneklerden biri, Polydore Vergil’in 1499 yılında basılan Nesneleri Yaratan Mucitler Hakkında adlı eseridir. İnternette bu eseri daha yakından tanıyabilmek için yaptığımız taramada, söz konusu kitabın 16. yüzyıl boyunca birçok kez basıldığını ve birçok dile çevrildiğini gördük. Büyük kütüphaneler, sahip oldukları eski eserler hazinesini tanıtabilmek için en öne koydukları kitaplardan biri işte bu, Avrupa tarihinin dönüm noktası niteliğindeki kitaptır. 20 Konuyla ilgili bir başka kayda değer temel eser, Francis Bacon’un, 1623’de yayınladığı “Yeni Atlantis” adlı eseridir. Söz konusu eser, araştırma ve icat tutkusunu kültüre adeta kazıyan nitelikte bir kitaptır. Yeni Atlantis, Bacon’un Bensalem adını verdiği hayali bir ülkedir. Orada devlet desteğiyle faaliyet gösteren, teknik sanatların ilerlemesine adanmış olan bir araştırma laboratuarı vardır. Yazar buna, Süleyman’ın Evi der. Söz konusu evde yan yana duran iki büyük salon bulunmaktadır. Salonlardan birinde, icatların çizimleri, diğerinde ise mucitlerin ve kâşiflerin heykelleri durmaktadır. Süleyman’ın Evi’nin başrahibinin ağzından şöyle yazmış Bacon29: “Yapılan her keşfin ardından, kâşifin büstünü dikerek böylelikle ona büyük ve onurlandırıcı bir ödül vermiş oluruz.” Buluş fikrini toplumun kafasına sokan bu kitap birçok baskı yaptı ve birçok Avrupa diline çevrildi. Bu sayede icat fikrinin itibarının yükselmesine çok önemli katkılar yaptı. Ayrıca Bacon’un katkıları sadece bununla sınırlı değildir. Kendisi bilimsel araştırma yöntemi konusunda son derece temel nitelikte katkı sağlamıştır. Bunlara benzer daha birçok eserin de katkısıyla, Avrupa’da mucitlerin itibarı hızla artmıştır. Sadece mucitlerin değil, kâşiflerin de itibarı artmıştır. Kâşif olmak için yola çıkmak büyük tehlikelerle yüz yüze gelmeyi de gerektirir. Kâşifler çoğalıp da ilk başarılar Avrupa’da yayılınca, Coğrafya Cemiyetleri kuruldu. Önce dünyayı ve sonra da üzerinde yaşayan insan topluluklarını tanıma arzusu kabardı. Haritacılık hızla gelişti. Mucit ve kâşifin itibarının yükselişinin her aşamasında teknoloji ve bilim birkaç adım ilerledi. Sonunda endüstrileşme iştahı geri döndürülemez bir irade kazandı. Mucitler ve kâşifler artık birer kültür kahramanı haline geldiler. Kâşifleri ve mucitleri milli kahraman yapan, onların hayatlarını, çalışmalarını, seyahatlerini anlatan eserler oldu. Söz konusu kitaplar sayesinde yeni nesiller de giderek daha fazla bu kanala girdiler. On dokuzuncu yüzyılda bu tür kitaplardan birçok yayın yapıldı. Bacon’un iki yüz yıl önce hayalini kurduğu laboratuarın icatlar ve mucitler salonu kitap sayfalarından fırladı ve uluslararası İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com