SA‘DÎ-İ ŞÎRÂZÎ, Ebû Muhammed Sa‘dî Müşerrifüddîn (Şerefüddîn) Muslih b. Abdillâh b. Müşerrif Şîrâzî (ö. 691/1292), Fars edebiyatının en büyük şairlerinden biridir. Sünni bir alim ve sufidir.
2. ŞEYH SADİ-İ ŞİRAZİ
SA‘DÎ-İ ŞÎRÂZÎ, Ebû Muhammed Sa‘dî Müşerrifüddîn (Şerefüddîn) Muslih b.
Abdillâh b. Müşerrif Şîrâzî (ö. 691/1292), Fars edebiyatının en büyük
şairlerinden biridir. Sünni bir alim ve sufidir.
Kur'an'ı ezberleyerek "hafız" unvanını aldığı, eserleri üzerine yapılan
çalışmalardan ise iyi bir medrese eğitimi gördüğü; hadis, fıkıh, kelam ve
tasavvuf okuduğu anlaşılmaktadır.
Sadi, felsefe ve tasavvuf konularını içeren ve genellikle "arifane" diye
adlandırılan türün kurucusu sayılır. Bostan’da işlenen başlıca konular, adalet
ve insaf, cömertlik, aşk, teslim ve rıza, kanaat, terbiye, tövbedir.
3. HAYATI VE EĞİTİMİ
İlk dinî ve edebî bilgileri Şîraz’da aldıktan sonra öğrenimini tamamlamak için
620 (1223) yılı civarında Bağdat’a gitti ve Nizâmiye Medresesi’nde ders gördü.
Bağdat Müstansıriyye Medresesi’nde hocalık yapan İbnü’l-Cevzî ile Bostân’da
kendisinden söz ettiği Şehâbeddin es-Sühreverdî’den etkilendi.
Şîraz’da iken hac vazifesini yerine getirip Tebriz yoluyla geri dönen Sa‘dî,
Tebriz’de Moğol Hükümdarı Abaka Han ile görüştü ve ondan saygı gördü.
Ömrünün son yıllarını Şîraz’ın kuzeybatısında şimdi medfun bulunduğu
hankahında riyâzet ve ibadetle geçiren Sa‘dî’nin ölümüne dair kaynaklarda
farklı tarihler verilmişse de son araştırmalar neticesinde 27 Zilhicce 691’de (9
Aralık 1292) öldüğü tesbit edilmiştir. Zamanla harap olan mezarı ve hankahı
Kerîm Han Zend tarafından 1180’de (1766) yeniden yaptırılmıştır.
4. ESERLERİ
Manzum eserlerinden bazıları:
1. Bostân (Sadînâme). Eserde Sa‘dî idealize ettiği dünyanın
nasıl olması gerektiğini anlatır. Külliyyât içinde ve müstakil
olarak birçok defa basılmış, Türkçe başta olmak üzere çeşitli
dillere çevrilmiş ve üzerine şerhler yazılmıştır.
2. Ķasâyid-i Arabî. 700 beyit civarında medih ve nasihatle
Mu‘tasım-Billâh’a mersiye olarak yazılmış uzun bir
kasideden ibarettir.
3. Ķasâyid-i Fârsî. Vaaz, nasihat ve tevhidden başka
zamanın hükümdar, vezir ve ileri gelen şahsiyetleri için
yazılmış kasidelerden oluşmaktadır.
4. Merâsî. Mu‘tasım-Billâh, Ebû Bekir b. Sa‘d b. Zengî, Sa‘d
b. Ebû Bekir, Emîr Fahreddin ve İzzeddin Ahmed b. Yûsuf
için mersiye olarak yazılmış kasidelerle hâmisi Atabek Sa‘d
b. Ebû Bekir adına kaleme alınmış son derece etkili bir
terciibendi ihtiva etmektedir.
Mensur eserlerinden bazıları:
1. Gülistân. Fars edebiyatının şaheserlerinden olan,
Sa‘dî’nin bilgi ve tecrübesini belâgat ve fesahatle yoğurup
yazıya döktüğü Gülistân onun Farsça ve Arapça şiirleriyle
karışık mensur bir eserdir. Bostân gibi birçok baskısı ve
çeşitli dillere tercümeleri yapılmıştır.
2. Taķrîr-i Dîbâce. Külliyyât’ın eski nüshalarında
bulunmayan bu bölüm X. (XVI.) yüzyılda istinsah edilmiş
yazmalarda yer alır.
3. Nasihatü’l-mülûk (Nesâyihu’l-mülûk). Sa‘dî’nin
dostlarından birinin isteği üzerine hükümdarlara öğüt
vermek amacıyla kaleme alınmış nazımla karışık bir
risâledir.
4. Risâle-i Aķl u Işķ. Sa‘deddin Netanzî’nin akıl ve aşkla
ilgili sorusuna Sa‘dî’nin sade bir dille verdiği cevaptır.
5. Risâle-i Enkiyânû. Yöneticilerin, hükümdarların
davranışlarına dair bilmesi ve uyması gereken bazı
hususlarda Enkiyânû’ya verilen öğütlerden ibarettir.
6. Mecâlis-i Pencgâne. Farsça ve Arapça şiirlerle karışık
olarak muhtemelen Sa‘dî’nin vaazlarından oluşan, âyet ve
hadislerden faydalanılarak yazılmış beş meclisten ibaret bir
eserdir.
5. Sadi’nin şiirlerinden
"Ey Sadi! Safa yolunda ilerlemek,
Mustafa'ya uymakla nasip olur hep."
"Allah'a karşı itaatkar olmayan Han /
Hakan,
Ülkenin başında yönetici olarak
bulunmasın."
"Kötülüklerden kaçınmayan bilgin;
Elinde meşale taşıyan kör gibidir."
"Bülbül!.. Sen bahar müjdesini ver!
Kötü haberin bildirilmesini baykuşa
bırak."
"Diline sahip ol ve dikkat et ki, seni
ateşe atmasın;
Zira dünyada dilden daha beter bir
zebani yoktur."
"Mal, huzurlu bir ömür geçirmek
içindir,
Yoksa ömür mal toplamak için
değildir."
6. Gülistan’dan
"Ey kardeş!
Bu dünya kimseye kalmaz.
Gönlünü, her şeyi yaratan Allah Teala'ya bağla.
Sana bu kafidir.
Dünya mülküne güvenip bel bağlama.
Çünkü bu dünyada senin gibi birçokları yaşamış
ve sonunda ölüp gitmiştir.
Değil mi ki, en sonunda ölüm vardır ve bu can göç
(ölüm) yolunu tutacaktır.
O halde ister taht üzerinde can vermişsin ister
toprak üzerinde, ne fark eder!"
7. “Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine
temizlenmesi için güzel kokulu bir kil verir. Kilden, ruhu okşayan
enfes bir rayiha yayılır. Adam kile sorar:
“-A mübarek! Senin güzel kokunla mest oldum. Haydi söyle, sen
misk misin, anber misin?”
Kil ona cevaben şöyle der:
“-Ben misk de anber de değilim. Alelâde bir toprağım. Lâkin, bir
gül fidanının altında bulunuyor ve gül goncalarından süzülen
şebnemlerle her gün ıslanıyordum. İşte hissettiğiniz, gönüllere
ferahlık veren bu rayiha, o güllere aittir.”
İşte bu misaldeki mananın da işaret ettiği üzere, samimiyet,
teslimiyet ve tevazu ile, gönüllerini Hak dostlarının önüne
serenler, talibi oldukları güzelliğin akislerine bir tecelligâh hâline
gelirler. Tıpkı gökteki ayın, kendine ait bir ziyası olmamasına
rağmen, güneşe dönük olan yüzünün aldığı nûr huzmelerini
aksettirmek suretiyle güneşin bir hususiyetinden hisse alması gibi
böyleleri de beşeriyetin zulümât ile kararmış gecelerine –âdeta-
parlak birer kandil olurlar. Şeyh Sâdî-i Şîrâzî şöyle ifade eder:
“Ashâb-ı Kehf’in köpeği sadıklarla beraber olduğu için büyük bir
şeref kazandı. Öyle ki, Kur’ân-ı Kerîm’e ve tarihe geçti. Lût
Peygamber’in karısı ise fasıklarla beraber olduğu için küfre dûçâr
oldu.”
Şeyh Sâdî, salih ve sadıklarla ünsiyet neticesinde meydana gelen
“aynileşme”yi “Gülistan”
adlı eserinde temsili bir şekilde şöyle hikâye eder:
8. Şeyh Sâdi Şîrâzî’nin Bostan’ından ibretlik bir kıssa
nakledilir...
“Rivâyete göre, İran hükümdarlarından biri iplik çıbanı çıkarmış ve bu yüzden o kadar
zayıflamıştı ki iğne gibi incelmişti. Hükümdar, kendisini böyle iğne ipliğe dönmüş,
etrafındakileri ise sapasağlam ve kuvvetli gördükçe onlara haset ediyordu.
Satranç oyununda şah, anlı-şanlıdır ama, zayıf düşünce piyâde gibi olur. Hükümdarın
durumu da aynen onun gibiydi.
Hükümdarın hizmetkârlarından birisi, pâdişâha hürmetini arz ederek:
«–Pâdişâhım! Saltanatın dâim olsun!» duâsından sonra, sözlerine şöyle devam etti:
«–Bu şehirde nefesi herkese iyi gelen mübârek bir Hak dostu vardır. Eşsiz bir âbiddir.
Herhangi bir kimse, herhangi bir işi veya derdi için yanına gitse, onun nefesiyle maksadı
hâsıl olur. Ömrü hayır hasenat ile geçmiş, gönlünden ümmet-i Muhammed istifade
etmiştir. Kalbi nurlu, ihtiyar bir zâttır. Ne duâ etmişse makbul olmuştur. Emir buyurunuz
da davet edelim. Teşrif ederek sizlere duâ etsin de Allâh’ın yardımıyla bu hastalıktan
kurtulasınız.»
Hükümdar emretti; gözde hademelerden birkaçı Hak dostunun yanına giderek onu saraya
davet ettiler.
Mübarek Hak dostu da mütevâzı bir şekilde teşrif etti. Zâhirî hâli herkes gibi, lâkin iç
dünyası pamuklardan daha yumuşak ve etrafına nur saçan bir kandil gibiydi.
Hak dostunun geldiğini hükümdara arz ettiler. Pâdişah bu mübârek Hak dostuna şöyle
dedi:
«–Ey gönlü yüce zât! İğne gibi iplik illetine tutuldum. Bana duâ et de, bu illetten
kurtulayım!»
9. devamı
MAZLUMLARIN BEDDUÂSI
Mübârek zât, hükümdârın bu talebine şöyle cevap verdi:
«–Cenâb-ı Hak adâletle hükmedenlere merhamet eder!.. Sen de merhamet et ki,
Allâh’ın merhametine nâil olasın. Benim duam sana nasıl fayda eder ki, mazlum
esirler zindanda zincirler içinde inlemektedir. Sen halka acımazsan, asla rahat yüzü
göremezsin! Sen zulüm ile âbâd olmak istersen, rahmet nasıl tecellî etsin! Önce
yapmış olduğun hatâlardan tevbe etmeli, sonra sâlihlerden duâ istemelisin.
Mazlumların bedduâsı yakanı bırakmazken, sâlihlerin duâsı sana nasıl müessir olur?»
İran hükümdarı bu sözleri işitince içinden kızdı ve hışımlandı ise de, kendi kendine:
«–Kızmamalıyım; bu mübârek zât doğru söyledi!..» dedi. Emretti; ne kadar mahpus
varsa salıverdiler.
Bundan sonra o Hak dostu iki rekât namaz kıldı. Elini kaldırdı, şöyle duâ etti:
«–Ey yerlerin ve göklerin Hâlıkı olan Rabbim!.. Ona gücenmiş, onu dertlere müptelâ
kılmıştın. Şimdi onu affet ve onu rahmetinle bu iptilâlardan kurtar!» dedi.
Hak dostu daha duâyı bitirmeden, daha eli duâda iken, düşkün hasta iyi oldu, ayağa
kalktı. Ayağında artık ip görünmeyen tavus gibi sevincinden âdeta uçacaktı. Emretti,
hazinesinde ne kadar mücevher varsa Hak dostunun ayağının altına serdiler.
10. devamı
MERHAMET EDİN Kİ MERHAMET BULASINIZ
Hak dostu o mücevherlerden hiçbirisini almadığı gibi onlara bakmadı
bile... Hükümdara şöyle dedi:
«–Ben bir menfaat karşılığı için gelmedim. Gâyem, Allah rızâsı için
senin bedeninden evvel gönlünü ihyâ etmek ve seni böylece irşâd
etmekti. Ben vazifemi yaptım. Bir daha iplik çıbanı çıkarmamak
istersen, sakın zulüm ipine yapışma. Daima merhamet tevzî et.
Dikkat et ki, bir daha ayağın kaymasın!»
Ey benim dostlarım! Sâdî’nin şu doğru sözünü dinleyin:
«Her düşen her zaman kalkamaz!..»”
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yayınları
11. Şeyh Sâdîʼnin Gülistan adlı eserinde naklettiği, kendisinin nasıl
bir mânevî terbiye ve irşâd ile yetiştiğinin de işaretlerini veren şu
hâtırası, ne kadar hikmetlidir:
“Çok iyi hatırlıyorum. Çocukluğumda da ibadetlere çok
düşkündüm. Geceleri kalkar, ibadetle meşgul olurdum.
Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece
gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden
bırakmamıştım. Bâzı kimseler ise etrafımızda
uyuyorlardı. Babama:
«–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât
teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.»
dedim. Bu sözüm üzerine babam kaşlarını çattı ve:
«–Oğlum! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke
sen de onlar gibi uyusaydın!» karşılığını verdi.”
Yani babası Sâdîʼye âdeta şu dersi veriyordu:
“‒Senin hor gördüklerin, seher vaktinin feyiz ve
rahmetinden mahrum kalsalar da onlara Kirâmen
Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel
defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet
günâhı yazıldı…”
İşte böylesine hassas îkaz ve irşadlarla yetişip mânen
inkişâf eden Şeyh Sâdî, hakîkate teşne yüreklere hikmet
menbaı, yorgun ve bîkes gönüllere tesellî pınarı olan
ihlâs ve samimiyet mahsûlü eserleriyle bugün bile irşad
hizmetine devam etmektedir.
BİR İBRET DEMETİ
Şeyh Sâdî Hazretleriʼnin kalp BOSTANındaki hikmet meyvelerinden tadabilmek,
tefekkür GÜLİSTANındaki goncalardan kendimize bir ibret demeti derebilmek
için, buyurun, hep birlikte onun gönül iklîmine mânevî bir ziyarette bulunalım:
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur: “Hak dostları, daha ziyâde, kimsenin uğramadığı
dükkânlardan alışveriş ederler.”
[Allah dostları, yalnızların yanıbaşında, mâtemlerin civârında bulunarak
kimsesizlerin kimsesi olurlar. Garipleri ziyaret eder, iffetinden dolayı çekinip
ihtiyacını arz edemeyen muhtaçları sîmâlarından tanırlar. Yine onlarda Hâlıkʼın
şefkat ve merhamet nazarıyla mahlûkâta bakış hassâsiyeti zirveleştiği için,
umum halkın ekseriyetle gâfil olup farkına varamadığı nice büyük ecir
kapılarını, yani sevap kazanma fırsatlarını, büyük bir firâset ve basîretle görüp
değerlendirirler.]Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Hikmet ehli bir zâta sormuşlar: «‒Cömertlik mi iyidir, şecaat (cesaret) mi
iyidir?»
O zât şu karşılığı vermiş: «‒Cömert olanın şecaate ihtiyacı yoktur.»”
[Mal, canın yongasıdır ve onun elden çıkması, insanoğlunun en mühim endişe
sebeplerinden biridir. Lâkin mal-mülk, insanoğluna ilâhî imtihan gâyesiyle
verilmiş bir emânettir. Cenâb-ı Hak, lûtfettiği malın belli bir kısmının, yine
kendi yolunda sarf edilmesini isteyerek; “ ( )sadakaları (Allah) alır…”
buyurmuştur. (Bkz. et-Tevbe, 104)]
12. devamı….
İMTİHAN MALZEMELERİNİ UNUTMAMAK
Gâfil insan ise, mal-mülkün bir imtihan malzemesi olduğunu unutur da o ilâhî
emâneti kendisinin zanneder. Nîmetlerin asıl sahibi olan Allâhʼa dayanıp sığınmak
yerine, elindeki mal-mülkün izâfî kuvvet ve kudretine sığınır.
Nefs ve şeytan da, insanı sürekli fakir düşmekle korkutarak Allah yolunda infâk
etmekten alıkoymaya çalışır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri telkin eder…” (el-Bakara, 268)
buyurarak bu hakîkati beyan eder. Bu sebeple şeytanın telkin ettiği fakir düşme
korkusunu aşarak infakta bulunabilen cömert kimseler, Allah için risk alabilen
gerçek cesaret ehlidirler. Yani cömertlik, îman cesaretine sahip kalplerin zaferidir,
sâlih ve kâmil gönüllerin sanatıdır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarından Hikmetler -1-, Erkam Yayınları
13. Şeyh Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri'nin hayatından müslümanların sahip
olması gereken gönül hassasiyetini anlatan ibretlik bir hadise...
Müʼminlerin sahip olması gereken bu gönül hassasiyetine dâir, Şeyh
Sâdî-i Şîrâzîʼnin ibretli bir hâtırası vardır:
Bir yıl Şam’da müthiş bir kıtlık olur. Halk, perişan bir hâldedir. Bu
sırada yanına, zengin bir dostu çıkagelir. O dostu, kıtlıktan önce hayli
güçlü-kuvvetli ve iri cüsseli olmasına rağmen, onu da zayıflamış, solgun
bir hâlde görünce şaşırır. Ona niçin bu hâlde olduğunu sorar. Dostu ise
bu suâle üzülüp hayretler içinde:
“–Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflet! Biliyorsan niçin
soruyorsun? Görmüyor musun ki, felâket son raddeye vardı…” der.
Şeyh Sâdî:
“–Biliyorum! Fakat sen niye bu kadar üzülüp eriyorsun ki? Senin her
şeyin var…” deyince, o kemâl ehli dost şöyle der:
“–Kendisi sahilde olup da din kardeşlerinin denizde boğulmakta
olduğunu gören bir insanın kalbinde hiç huzur olur mu? Benim şu
benzim, müslümanların dûçâr olduğu ıztıraplar sebebiyle sararıp soldu…
Zavallı din kardeşlerimin muzdarip hâlini gördükçe, yediğim her lokma
boğazıma diziliyor. Sanki zehir yutuyorum. Hemcinslerini sefâlette gören
bir insan, gülistanda nasıl eğlenir? Biri ağladığında benim de gözüm
nemlenir…”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarından Hikmetler 1, Erkam
Yayınları, 2013