2. ÖNSÖZ
Herkes tıpkı
kendi derisinin içinde olduğu gibi
kendi bilincinin içinde yaşar.
Alevi aydınlanması-hümanizmi bugün; Ortaçağ’dan günümüze laiklik karşıtı hareketlere karşı
verdiği kavganın, bu yolda kazandığı deneyimlerin güvencesinde; kendisini geleceğe
hazırlıyor.
Kendisine yardımcı olacak toplumsal dinamikler özlenen toplu davranışı yaratamamış olsalar
da Aleviler; aydınlanma-hümanizm değerlerini öne alarak tarihin-toplumun nesnel yasalarını,
insanın özgürce gelişebileceği ve insanlığın hızla ilerleyebileceği bir aşamaya taşımak istiyor.
İnsanlık çağına geçişin maddi koşullarını yakalama uğraşında kararlı gözüküyor.
İnsanı aşağılaştırarak, uşaklaştırarak aydınlanmayı-hümanizmi boğmaya çalışan sistemin
dayatmasını; insanın insanı sömürmesine son verecek asıl kimliği, mazlum kimliğini-halk
kimliğini rehber ederek-onurlandırarak çözmeye çalışıyor.
Talihin hep talihliden yana güldüğü bu toplumsal sistemde Aleviler; inadına aklının yolundan
yürüyerek, inancını çağdaş insanı okşayacak bir damak tadına dönüştürerek, genişleyen akıl
alanında toplumcu aydınlanmanın-hümanizmin tohumlarını ekiyor.
Bu broşür dileriz, ekilen tohumlara can suyu olur. Aydınlanmamızı-hümanizmimizi öğrenme
ve yaşama taşıma çabalarımızın ırmak olur da doğruluk denizine akar…(*)
(*) Bu broşür, Demos Yayınlarından yayımlanan Kızılbaş Aydınlanma ve Pencere Yayınlarından
yayımlanan Alevilik ve Aydınlanma adlı kitaplarımdan yararlanarak oluşturuldu. Daha geniş bilgiye ve
kaynaklara ulaşmak isteyenler adı geçen çalışmalarıma başvurabilirler.
3. ALEVİ AYDINLANMASI-HÜMANİZMİ
Hızlı yürüyelim de
yazgımız
öne geçmesin.
Alevi aydınlanmasında-hümanizmasında iç içe girmiş, kaynaşmış, biri olmadan diğeri
olmayacak olan iki ayrı dünya vardır.
Bu dünyalardan biri, geçmişte tüm insanlığı kucaklayan, sınıflaşmayla birlikte sistemi
güdenler tarafından boğulmak ve yok edilmek istenen ilksel eşitlikçi toplum değerleri
dünyasıdır. Ötesinde, bu değerleri tüm baskılara karşın canlı tutmaya, yaşatmaya çalışan ve
belirleyici anlamda Yol örgütlenmesiyle yaşama geçecek olan topluluk bilinci/inancıdır. Bu
bağlamda ana kaynaktır, pınardır. Bu kaynak aynı zamanda:
- Hak-Muhammet-Ali-Hasan ve Hüseyin’e sevgidir;
- ölümü, yeniden dirilmeye, yeniden doğuşa dönüştürmedir;
- ezilenlerin kurtuluşunu, tüm insanlığın kurtuluşuna bağlamadır
Dünyalardan diğeri; Alevi topluluk değerlerinin/bilincinin/inancının doğası gereği evrilerek,
yani topluluk bilincinden toplum bilincine sıçrayarak, kendi düşünsel/nesnel sınırlarını aşarak
kazandığı, tüm ezilen, horlanan insanlığı kucaklayan boyuttur. Belirleyici, güdücü,
yönlendirici olan bu içerik aynı zamanda:
- toplumsal eksiklikleri/aksaklıkları akılsız ya da kötü niyetli kişilerin eseri olarak görmekten
öte düzenin/sistemin bir “yaratısı” olarak algılamadır
- ve en önemlisi sömürüye/haksızlığa, soyguna baş eğmeyip kavga etmedir, kavgaya
katılmadır; bir gün bu kavganın başarıya ulaşacağına yönelik umudu sürekli canlı tutmadır.
Bir felsefi din, bir bilgelik öğretisi olan Alevilik-Bektaşilikte inanç, düşünülerek, yani emek
verilerek üretilen bir şeydir: Bir keşiftir diyebiliriz. Düşünmeyen için inanç yoktur;
düşünmeden inanca sahip olduğunu söyleyen bir Alevi-Bektaşi, yabancılaşmış demektir;
şeriatçı inançtan aldığı ödünçleri bize-bizlere pazarlamaya çalışan bir zavallıdır. Düşünmek,
nesnel ve toplumsal sürece taşınmakla olanaklıdır. Canlı-cansız dünyaya taşınmak, canlı-
4. cansız dünyanın özünde var olan ortak eğilimleri, ortak eğilim durumundaki yasa-kural ve
ilkeleri saptama işidir.
Yazgı Sorunu
Kâinatın aynasıyım
Madem ki ben bir insanım
Hakk’ın varlık deryasıyım
Madem ki ben bir insanım
Bir insanın üç türlü yazgısı vardır:
*Doğasal yazgı; insanın doğa karşısındaki kaderi; inanç diliyle söylersek tanrısal yazgı,
*Toplumsal yazgı; sınıfsal kader ve
*Bireysel yazgı; sınıf insanının kaderi
Sınıflı bir toplumda sınıf insanının kaderi olarak algılanan toplumsal ve bireysel yazgı
aşılmadan, yani bu yazgılar üzerinde belirleyicilik oluşturulmadan doğasal yazgı üzerinde,
yaratıcı-yokedici tanrının dünya görüşü üzerinde egemenlik kurulamaz.
Sözde biz şimdi kendi doğamızın yazgısına egemen olacağımız bir çağı yaşamaya hazırlanı-
yoruz. Apansız yakalandığımız da bir gerçek. Çünkü şeriatçı kurum/değerlerle aydınlanma
zemininde, burjuva demokratik devrimi zemininde adam gibi hesaplaşamadık; bu toprağın
ilerici dinamiklerini, özellikle Alevileri-Bektaşileri, bireysel-toplumsal ve doğasal yazgı
üzerinde egemenlik kurmaya yönelik harekete geçiremedik de ondan. Alevi-Bektaşi
aydınlanması bu hesaplaşmayı sağlayacak ya da bu hesaplaşmayı canlandıracak en etkili
araçlardan birisidir:
Eksik hesaplaşmanın bedelini ödüyoruz. Günümüze uzanan, ötesinde iktidara taşınan ve kara-
yazgı çağına duyulan derin bir özlem biçiminde dışa vuran köktendinci bağnazlık, bizi
yolumuzdan çevirmeye çalışıyor. Şeriatçı bir geçmişten gelerek, yaşanan anı ve geleceği
şeriatçı biçimde üretmeye soyunuyor. Sünni Ortodoks inancı, toplumun tümüne, hatta doğaya
dayatıyor; bireyin-toplumun ve doğanın bilincini silmeye, onun yerine yaratıcı-yokedici
tanrının dünya görüşünü yerleştirmeye çalışıyor. Aydınlanmayı, aydınlanmacıları, boğmaya
yelteniyor; akıl taşıyıcılarını kuşatma altına alıyor ve hemen her türlü insanlık kazanımına
saldırıyor.
5. Aydınlanma zemininde düşüncenin evrimiyle sağlanan; insanlığın gelişmiş, derinleşmiş
biçimi olarak algılanan ve bir kazanılmış hak durumunda bulunan insanlık kazanımlarını
yadsıyacak mıyız?
Bunu yaparsak kendimizi yadsımış oluruz; aklın karşı kanalına gireriz; insanlaşmanın uzağına
düşeriz.
Bu toprak insanını esenliğe kavuşturan aydınlanmacı güçlerin başında Alevilerin-Bektaşilerin
geldiği savı, hemen herkesin ortak yargısı durumundadır. Yargının nedeni, Alevilerin-
Bektaşilerin şeriatçı inanca karşı akıl alanında kalarak oynadıkları onurlu işlevin bilince
çıkardığı bir gerçekliktir. Bâtınilikte bilme-bilinç, neden temellidir; neden ne denli sağlıklı
bilinirse/güncelleştirilebilirse aydınlanma o edenli sağlıklı gelişir.
Akılla ulaşılan sonuçlara cesaretle koşarken kirlenmeye karşı bir önlem olarak kendi inancını
bile kendine engel gören Alevi-Bektaşi dünyasını, aydınlanma açısından sorgulamak,
aydınlanmanın neresinde bulunduğunu ikirciksiz ortaya koymak zamanı gelmiştir artık.
Düşünmenin kesintiye uğramasına izin vermeyelim: Çünkü düşünme eylemi, ancak şeriatçı
bir inanç dayatması karşısında kendi kendisini durdurabilir. Şeriatçı inanç, her türden
sorgulamanın son bulduğu noktada başlar. Öngördüğü kesin ve değişmez doğrular, insanı
insan yapan düşünme yetisini örseler, kısırlaştırır ya da ortadan kaldırır. Bu nedenle şeriatçı
inançta evrim yoktur; zaman içinde bir ilerleme göstermesi düşünülemez. Demek ki
görevimiz/yükümlülüğümüz açık: Şeriatçı inancın kesinliğine ve ödünsüzlüğüne karşı
durmak, düşüncenin engellenemez evrimini koşulsuz benimsemek durumundayız.
6. Din ve İnanç
İnsan Hak’ta Hak insanda
Arıyorsan bak insanda
Hiç eksiklik yok insanda
Madem ki ben bir insanım
Bu yaklaşım, aydın kimliğini de açığa vurmaktadır: Aydın, düşüncenin evrimini yadsımayan;
düşünme eyleminde bulunarak bu evrime katkıda bulunan; katkı verdiği oranda
koşullanmışlıklarından arınan kişi demektir. Bu tanımın dışında kalan okumuşlar, eleştirilmesi
gereken aydınlar değil, zaten aydın olmayanlardır.
Bâtıni anlamda inanç bir yanıyla insanın aklının ve doğanın aklının sonuçlarına bağlanma,
diğer yanıyla bilginin bittiği yerde başlayan sanıya güvenme ve ona bağlanma durumudur.
Sanıya bağlanma durumunda beliren her inancın altında bir bilgisizlik yatar. İnsanlar
bilmediklerini hayal ederler; daha doğrusu hayal ederek tamamlamaya çalışırlar; çeşitli
olasılıklardan birini seçerek ona bağlanırlar. Demek ki genelde inanç bir bilme
gereksinmesinden doğar. Bu anlayış uzantısında; inanmak bir gereksinmedir savı, bâtıni
anlamda, bilmek bir gereksinmedir savına/gerçeğine dönüşür. Süreç içinde;
*Hayal gücünün pratikle, yaşamla bağımlı olarak işlemesi halinde bilimsel varsayımları
kucaklayan bâtıni inançlar;
*Pratikten, yaşamdan kopmuş olarak işlemesi halinde ise bilime düşman metafizik inançlar
ortaya çıkar.
Sözgelimi her söylence, masal vb. belli bir gereksinmenin ürünüdür; bilimsel olarak
açıklanamayan gerçekler bu yolla açıklanmak istenir. İnsanlar bunları hayal ederken çok
değerli sezilerde bulunurlar: Bu seziler, insan düşüncesine kendisini zorla kabul ettiren
doğal/toplumsal gerçekliklerden başka bir şey değildir. Bu yaklaşımın yaşama geçirilmesiyle
süreç içinde doğanın işleyiş yasaları, yani diyalektik, yani evrenin maddesel yapısı bilim-
öncesi sezilerle kavranabildi. İnsanlık başlangıçta gerçeklik içindeydi; gerçeklikle özdeşti;
hayal kurma yetenekleri çok sonraları gelişti. Bu nedenle inanç ürünleri bilimdışı olduğu
halde, inanç nedenleri bilim içidir.
Alevilik-Bektaşilikte felsefi boyutta inanç ve din sorunu; hemen her şeyin, her değerin akılla
sorgulanması zemininde, bilgi ve bilim sorununa dönüşür. İnanmak gereksinmesi, bilmek
7. gereksinmesine evrilince sezgisel akılla, sezgisel zekâyla bilimsel varsayımlar yakalanır;
süreç içinde, sezgisel akılla düşünce üretiminde bulunularak gönül bilgisi dediğimiz marifet
yaratılmış olur. Marifet, marifete eren yol erinin gönül sezgisi yoluyla elde ettiği duyular üstü
bilgidir.
Düşünmenin ve yapmanın bir sonu yoktur. Son demek, amaçlanan şeye ulaşmak anlamını
taşır: Herkes amaçladığına ulaşırsa –ki böyle bir son olmadığı için insan kendini aldatır– hem
anlam hem de anlamsızlık üretilmiş olur. Her iki durumda da dünya çekilmezdir. Öyleyle
kendimizi bir şeyin sonunun ya da her şeyin sonunun bir anlam olduğu yanılsamasından
kurtarmamız gerekir: Ölümle dünyaya anlam kazandırma karasevdasından hemen
vazgeçmeliyiz. Simgesel evrende gezinerek ya da simgesel dünyayı üretken biçimde
kullanarak, ölümün tersine dönüşümünü sağlamalıyız. Bunun için kullanacağımız araç
ölümün kendisi olacaktır; yani, daha üstün bir ölüm ile ölümü tersine çevirmek.
Bâtıni açıdan düşünürsek gerçek dediğimiz elimizle dokunduğumuz ya da duyu
organlarımızla hissettiğimiz şey, gerçeği örten bir şeydir: Hakikati, örten hakikattir. şeriatçı
dinlerde bilinmeyen ya da bilinemeyecek olan şey inançtır; Bâtınilikte ise bilinen ya da
bilinebilecek şey inançtır. Bu nedenle kendini bilmek eylemini yaşamak dışarıdan
bakıldığında daha az inanılacak şey bulma çabası olarak görülür. İçkin tersine çevirme
yatkınlığımız bizleri, karşıtlardan olumsuzluk veren ya da acı veren-sıkıntı yaratan yanıyla
akraba yapar: Bu akrabalık ayartıcıdır; bizleri inanma değil, düşünme yönünde ayartır.
Devriye kapsamında düşünme denilen şey, döngüsel tersine dönüşüm zemininde meydan
okuma - karşı meydan okuma çabasından başka bir şey değildir.
Çağdaş budalalık anonim etiketle hepimize yapışmış durumda: Budalalık yapmak akıllı
davranmanın yerine geçti. Diyalektik düşünme anlamında tersine dönüşüm yeteneğinin
körelmesi ile bugün egemen Alevilik-Bektaşilik, toplumsal ilişkilerin içinde ancak bu
ilişkileri taşımaya kayıtsız, evcil olmanın tadını çıkaran kimliklerinin eline düştü.
8. Alevi Aydınlanması
Bunca temenni dilekler
Vız gelir çark-ı felekler
Bana eğilsin melekler
Madem ki ben bir insanım
Tarihsel süreç içinde insanlık aydınlanma zeminini, öncelikle akıldan inanca atlayarak, inanç
alanı dışına taşınıp doğayla ve toplumla bir hesaplaşma içine girerek yarattı: Bilgelerin
öncülüğünde yaşama geçirilen bu aydınlanma, İlkçağ aydınlanmacılığı idi: İnsanın bedensel
ve zihinsel yeteneklerinin eğitimle geliştirilmesini amaçladı. Ardından, akla atlayabilmek için
inançta kimi varsayım öğelerini kabul eden XVIII. yy aydınlanmacılığı, yani Rönesans ile
başlayan burjuva aydınlanması geldi: İlkçağ aydınlanmasının ürünlerini ortaya çıkararak
bilimi, kilise baskısına karşı savundu ve geliştirdi; gericiliğe karşı insanın her türden haklarını
savundu. Ortaçağ’da kendini yitirme noktasına gelen insanı yeniden keşfetti; dünyanın insan
eliyle değiştirilebileceği inancını, insan sevgisinin ve insana saygının temeline yerleştirdi.
Bunu, XIX yy’ın gerçek aydınlanmacılığı, yani toplumcu aydınlanama izledi: Tarihin nesnel
yasalarına dayandı; insanlık-öncesi çağdan, insanın özgürce gelişebileceği insanlık çağına
geçişin nesnel koşullarını sergiledi ve yasalarını açıkladı; ezilen sınıf insanını, üretim
araçlarının özel mülkiyetine karşı örgütleyerek insanın kendisini yeniden ele geçirmesini
sağladı.
Alevilik-Bektaşilik, bu aydınlanma halkasının neresindedir?, sorusunu yanıtlamak
durumundayız. Kitaplar yazmıyor diye atlamak bizim güçsüzlüğümüzü gösterir. Alevilik-
Bektaşilik bir Ortaçağ ürünü olduğuna göre aydınlanması da bir Ortaçağ aydınlanmasıdır.
Öncelikle belirtelim: XIX. yy’ın ikinci yarısına gelinceye değin aydınlanma, bir inanç öğesine
de yer verdiği için düşünceci-idealizmle belirgin metafizik bir aydınlanmadır.
Bir idealizm-materyalizm bileşimi olan Alevilik-Bektaşilik genelde, İlkçağ aydınlanmasının
ve XVIII. yy. aydınlanmacılığının temelini oluşturan metafizik bir aydınlanma zeminine
oturur. Özelde ise varsaydığı metafiziğin insan ve insan aklı tarafından sürekli beslenmesini
bir zorunluluk olarak öne çıkardığı için kimi durumlarda XIX. yy’ın ikinci yarısında
diyalektik ve tarihi materyalizm üzerine yapılandırılan gerçek aydınlanmaya silik adımlar
atar.
Aleviler-Bektaşiler, alınyazısına karşı kavga vereceklerse eğer, her şeyden önce Alevi-Bektaşi
aydınlanmasını güncelleştirerek kendi alınyazılarını da kendi başkaldırılarının göbeğine
9. yerleştirmek, kendilerini ve ötesinde içinde bulundukları toplumu tarihi aşmaya uyarlamak
durumundadırlar.
Aydınlanma konusuna gelince eğri oturalım ama doğru konuşalım. Batı bize bir tarih kesiti
veriyor ve Ortaçağ olarak adlandırdığı bu tarih kesitine Karanlıklar Çağı diyor. Batı’nın bu
ezberini ölçü aldığımızda Anadolu Aleviliği de öne çıkarılan bu Karanlıklar Çağı’nda
yapılanıp biçimlenmiş görünüyor. Aleviler-Bektaşiler,
-Biz özünde bir aydınlanma hareketiyiz, diyorlarsa o zaman o Karanlıklar Çağı’nda kendi
ürünleri bir aydınlanmanın olduğunu kanıtlamak zorundalar.
Aydınlanma denince yalnızca XVIII. yüzyıl aydınlanmasını gündeme taşımak ve
aydınlanmanın tümünü bu olarak algılamak yanılgısından kendimizi kurtarmamız gerekiyor.
İnsanlık kazanımının ana halkaları anlamında aydınlanma-insancılık hareketlerini kitaplar
yazıyor; biz de sıralayalım: İlkçağ Aydınlanması, XVIII. yüzyıl Aydınlanması ve XIX.
yüzyılın ikinci yarısında tasarlanıp yaşama geçirilen Toplumcu Aydınlanma.
Kitapların yazdığı aydınlanma hareketleri içinde bir Alevi-Bektaşi Aydınlanması’na ya da bir
Anadolu Aydınlanması’na rastlamıyoruz. Daha doğrusu, karanlıklar çağı Ortaçağ’da bir
aydınlanma hareketi olamaz, yargısı kafalarımıza kazınmış durumda. Bu yargıyı yıkmak,
Ortaçağ’da bir Alevi-Bektaşi aydınlanmasının olduğunu kanıtlamak ve bunu insanlığa
sunmak, bilim kaynaklarına taşımak sorumluluğu ile karşı karşıyayız.
Nedir Alevi-Bektaşi aydınlanması? Alevi-Bektaşi aydınlanması Ortaçağ koşullarında kendini
yitiren insanın yeniden kendisiyle buluşmasını, kendi bedeniyle kucaklaşmasını, bedeninin
bilgeliğinin ayırdına varmasını, parçası olduğu doğayla senli-benli olmasını amaçlayan bir
aydınlanmadır. Ötesinde kendisini ve içinde yer aldığı toplumu kurtuluşa taşıyabilmek için
toplumun-tarihin nesnel yasalarını yakalamaya, bunu gerçekleştirebilmek için sonradan ortaya
çıkan ve toplumun başına belâ olan özel mülkiyetten, sınıflardan, paradan ve devletten
kurtulmaya çalışan bir aydınlanmadır. Toplumcu aydınlanmaya Ortaçağ koşullarından
gönderilen bir merhabadır.
Anlaşılacağı gibi Alevilik-Bektaşilik söz konusu olduğunda aydın katkısı koşuldur. Katkıyı
verecek aydın, nasıl bir aydın olmalıdır?, sorusu gerçekten yaşamsaldır. (1)
Devletin ötesinde kendisini eğitmekle, kendisini eğitecek öğretmenleri yetiştirmekle karşı
karşıya kalan Bâtıni kültürlerde katkı verecek aydının niteliği önemlidir. Her şeyden önce
böylesi bir aydın, burjuvazinin ilerici dönemine ilişkin XVIII. yy aydınlanmacılığını
benimsemiş, üstyapısal bir kültür ilericisi durumunda bulunan ve halkına yabancılaşan aydın
kimliğini aşmak zorundadır. Bu tür aydınların küçümsediği- ki bizim cumhuriyet
aydınlarımızın çok büyük bir bölümü bu kapsama girer- Doğulu/Anadolulu insanın nesnel
kaynaklarına, bu nesnellikten beslenen inanç alanlarına yönelmeyi aydın olmanın olmazsa
olmaz koşulu sayan bir aydın özelliği taşımalıdır. Bilme temelli burjuva aydınının nesnel
sınırlarını aşamadığımız için aydınlar katında gerçek bir trajedi yaşıyoruz: Aydınlar
aydınlıktan korkuyor. (2)
10. Bunu başarabilmek için bu tür aydınların küçümsediği Doğu’lu insanın, bu kapsamda
Aleviliğin-Bektaşiliğin nesnel kaynaklarına, bu nesnellikten soyutlanarak bir ölçüde
bağımsızlaşan inanç odaklarına yönelmeyi aydın olmanın olmazsa olmaz koşulu görmek
durumundayız.
Aydınlanma, insanı ve temel insansal değerleri her şeyin üstünde gören, insanlık sorunlarına
akılcı çözümler bulmayı amaçlayan, insanın her yönden gelişmesini temel ilke edinen bir
öğretidir. Geniş anlamda, tarihsel süreçte insanı insan etme çabalarının bir ürünü olarak
algılanır. İnsanın yaratıcı güçlerinin geliştirilmesi, onu özgür ve gönençli kılmayı ve her
bakımdan yükseltip ilerletmeyi dile getirir.
Anadolu doğumlu olan Alevilik-Bektaşilik, her şeyden önce aydınlanmacı-insancı bir evren
görüşüdür. Bu evren görüşünün görevi, yaşamın ve toplumun düşünsel ilkelerini araştırmaktır.
Halk kimliği donuna bürünerek dünyayı yorumlamak, dünyanın ve yaşamın anlamını
temellendirmek ama bütün bunları felsefeleştirilmiş bir din aracılığıyla, yani tasavvufî bir
mayayla sunmaktır.(3)
11. Alevi Hümanizmi
Tevratı yazabilirim
İncili dizebilirim
Kuranı sezebilirim
Madem ki ben bir insanım
Anadolu coğrafyasında Aleviler; tektanrıcı üç dinin (İbrahim-İsa-Muhammet dinleri)
şeriatıyla kendinden kopartılıp gökyüzüne çıkarılan insanı, önce felsefesinin ve öğretisinin
yorumuyla kuşattı. Akıldan inanca atlanılan zeminde kendi ürünü inanç yaratısınca zincire
vurulan ve zavallılaşan insanı, inançtan akla inilen çizgi üzerinde yukarıdan aşağıya uçurarak
yere, ait olduğu toprağa indirdi. İndirir indirmez de aydınlanmanın-insancılığın(hümanizmin)
bireysel-kitlesel tabanını yaratmış oldu.
Toprak üzerinde gezindirdiği insanı; önce bireyselleştirdi, sonra toplumsallaştırdı. Onu bir
inanç varlığından bir yorum ve yetenek varlığına dönüştürdü: İnsan ya da insanlık sorunlarına
akılcı çözümler bulma yolunda hizmetli yaptı. Hizmetli olmanın aydınlığında, devletin ve
şeriatın uzağında, ona karşı kanalda, aydınlanmayı-insancılığı(hümanizmi) yaratan/ üreten asıl
toplumsal tabanı yakalamış oldu. İçinde yer aldığı toplum katında; uygarlık öncesi eşitlikçi
toplum değerlerinin taşıyıcısı durumunda bulunan muhalefet insanının yaşama yordamı olarak
algıladığı aydınlanmayı-insancılığı(hümanizmi), devlete karşı halkla taraf etti.
Aydınlanma dünyasında: Gökyüzünden yeryüzüne indirildiğine inanılan Tanrı buyruklarına
göre bedenleşen ve egemenin güdümünde canavarlaşan insana karşı üretici/yaratıcı insanı;
konuşan Tanrı durumunda ve halk kimliğinde kişilendirdi. Bu potada, yani mazlumlar katında
72 milleti eritti; bir yaptı. İnsan-evren-Tanrı sorununu yeniden irdeledi: İnancın yerini akıl
aldı. İnanca dayanan tanrıbilimin karşısına, inancı aklın denetimine veren bâtıni felsefeyi
yerleştirdi. Tanrı-evren sorunu inanç sorunu olmaktan çıktı, bir insan sorunu durumuna
geldi.(4)
Batı’da burjuva insancılığı(hümanizmi)daha tarihin gündemine gelmeden Anadolu toprağında
Aleviler; İlkçağ aydınlanmacılığının uzantısında ve İlkçağ insancılığının (hümanizminin)
kuşatıcılığında insanın bedensel ve ansal (anlama-kavrama) yeteneklerini geliştirdi. Bu yolda,
genelde şeriatçı dinsel değerlere, özelde feodal despota ve onun uşaklarına başkaldırdığında,
burjuva sınıf kimliğinin henüz ufukta gözükmediği bir toprakta; ilksel eşitlikçi toplum
değerlerini bayraklaştırarak, tasavvuf bağlamında ancak sezgiyle ulaşılabileceğini varsaydığı
insanlığın son kurtuluşunu tarihin gündemine taşıyıverdi. Ütopik (düşyapısal) de olsa
toplumcu aydınlanmayı-insancılığı(hümanizmi) en üretici halkasından yakalanmış oldu.
12. Farkında mısınız-farkında mıyız bilemem ama bu toprağın Alevileri-Bektaşileri; aydınlan-
mayı-insancılığı(hümanizmi), halk memnuniyetsizliğinin uzantısında ezilenin iktidara yönelik
özlemlerinin taşıyıcısı durumuna getirdiğinde, kendilerini de tanrıbilimin karşısına koydular.
Tasavvufi maya biçiminde algıladıkları aydınlanmayı-insancılığı(hümanizmi), egemene
yönelik isyanla bugünlere taşıdılar. Onbinlerle seslendirilen kıyımlara uğradıklarında
ödedikleri bedel, toplumcu aydınlanmayı-insancılığı(hümanizmi) yaşama geçirebilmek için
ödedikleri bir bedeldi bir bakıma. Bu anlayış en net ve en boyutlu anlamını; Şeyh Bedrettin’e
bağlanana, Yarin dudağından gayri her şey her yerde ortak olmak için ileri haykırışında
buluyordu.
Alevi-Bektaşi aydınlanması-insancılığı(hümanizmi) bugün: Ortaçağ’dan günümüze feodal
değerlere/ kurumlara karşı verdiği kavganın, bu yolda kazandığı deneyimlerin güvencesinde;
kendisini geleceğe hazırlıyor. Kendisine yardımcı olacak toplumsal dinamikler özlenen toplu
davranışı yaratamamış olsalar da Aleviler-Bektaşiler; inanç tasarımlarında ters duran
gerçekleri ayakları üzerine oturtarak tarihin nesnel yasalarını, insanın özgürce gelişebileceği
ve insanlığın hızla ilerleyebileceği insanlık çağına geçişin maddi koşullarını yakalama
uğraşında kararlı gözüküyor.
İnsanı aşağılaştırarak, uşaklaştırarak aydınlanmayı-insancılığı(hümanizmi) boğmaya çalışan
sistemin dayatmasını; insanın insanı sömürmesine son verecek asıl kimliği, emekçi kimliğini-
halk kimliğini öne çıkararak-onurlandırarak çözmeye çalışıyor.
Talihin hep talihliden yana güldüğü bu toplumsal cangılda Aleviler; inadına aklının yolundan
yürüyerek, insanı, okunacak en büyük kitap olarak algılayarak, idealizmini çağdaş insanı
okşayacak bir damak tadına dönüştürerek, genişleyen akıl alanında toplumcu aydınlanmanın-
insancılığın (hümanizmin) tohumlarını ekiyor. (5)
Alevi hümanizmi bir aşk felsefesi, bu felsefeye uyarlanmış örgütlü bir aşk inancı ya da kıblesi
aşk olan bir sevgi dini olarak algılanır. “Aşktan başka Tanrı yoktur ve Ali aşkın velisidir(Lâ
İlâhe İllâlaşk, Aliyyun Veliyulaşk)”,(6) özlü sözü bunun kanıtı durumundadır: Özünde Alevi
hümanizmi, aşka âşık olma sanatıdır, bir bakıma; Tanrı’ya yönelik önü alınamaz bir kültürel
eğilimi dışa vurur.
Yine Alevi hümanizminde acıma, bir aşktır. Bu aşk, üç biçimde yaşanır:
-Birincisi, zayıf ya da hasta yaşama acırız, yani âşık oluruz, bu aşkımız, hoşgörü donunda
aramızda-çevremizde gezinir-durur.
-İkincisi militanca acırız, yani âşık oluruz: Bu aşkımız, yoksulların, ezilenlerin son
kurtuluşunu ilân eder; fabrikalarda, tarlalarda ya da kenar mahallelerde dolanır-durur.
-Üçüncüsü ise Tanrı’ya acırız, yani âşık oluruz: İçimizden dışımıza, dışımızdan içimize iner-
çıkarız.
13. Acımanın Çocuğu Bektaşi Mizahı
İlim bende kelâm bende
Nice nice âlem bende
Yazar levh-i kalem bende
Madem ki ben bir insanım
Aşkın bu üç biçimiyle incelik, acımanın sanatsal biçimi olarak yaşama taşınırken
mizah(Bektaşi mizahı), şakanın acısı ya da acının ödülü olarak öne çıkar ve resmi ezberi
bozar: Bozuk düzende doğruyu ihbar eder.
Ayrılmanın kalabalığında azalıp toplanmışlığın yalnızlığında çoğalırken ilişkilerimizi
çoğunluk mizaha dökeriz: Mizah yoluyla birbirimizi kullanırken aynadaki yansımamız
dışında, hep bir gözleyenimizin bulunduğunu öğrenmiş oluruz. Kimi kez bizler birbirimize
tuzak kurarız; kimi kez de gözleyenimiz bizlere tuzak kurar. Tuzak acıtır; bu nedenle mizah,
şakanın acısıdır; acının ödülüdür daha doğrusu. Kahkaha görüntüsü ardında acılı bir çözüm
tasarlayarak benliğimizde coşkulu bir düşü haykırırız.
Bu nedenle acıdan sakınan mizah, kendini öldürür: Sistemin eğlence mantığıyla örtüşür ya da
düşünmemenin tadı durumuna gelir. Mizah doğarken acı içinde kıvranır. Doğum
gerçekleştiğinde mizah yapan da mizaha konu olan da yaşarken dirilir: Artık onlar için ağız
bir yaşam kapısıdır. Mizah, iyiliğin zarar gördüğü yerde, yani iyiliğin kendisinin de bir dert
olmaya başladığı yerde devreye girer ve bizleri, içimizin tasallutundan kurtarır; beden dilini
öne alır, sözcükleri işlevsiz kılar. Karşılıklı bir görüntü bozumu yaşanır, denge ortadan kalkar,
terslikler ve aksilikler birbirini izler; mizah yapanlar birbirine, biz onlara güleriz.
Gülümsemenin verdiği güven ve denge, bozuk düzende doğruyu işaret etme anlamında bir
ihbardır. Aldığımız ihbarın peşinde doğruyla karşılaşır, olayların ve durumların dilini çözeriz;
açık söylemek gerekirse gelecek yaşamın hizmetlisi oluruz.
Şimdi de bozuk düzende doğruyu ihbar etme kanıtı olarak birkaç mizah örneği verelim:
KEÇİ DAVASI
Bektaşinin birine konuk gelecekmiş. Bektaşi kara kara düşünmeye baslar: Elde yok, avuçta
yok… Mahcup olmak da istemiyor…
14. Komşusu Yahudinin bir sürü keçisi varmış.. Onlardan birini çaktırmadan alıp kesmiş.. Ama
çaktırmadığını sanan kendisi.. Yahudi, ağacın arkasından görmüş durumu.. Demiş ki kendi
kendine, “Kadıya gitsem… Kadı Müslüman, o Müslüman, ben Yahudi… Davayı kazanamam.
Hadi kazandım, Bektaşinin nesi var ki, ondan alıp bana vere… Biz artık Allahın huzurunda
hesaplaşırız…”
Yıllar geçmiş. Yahudi, Allahın huzurunda davacı olmuş Bektaşiden… Mahkeme kurulmuş.
Allah, “Sen Yahudi kulumun keçisini kesmişsin…”, demiş Bektaşiye. “Kesmedim”, demiş
Bektaşi. “Ben gözlerimle gördüm…”, demiş Yahudi.
“Allahım… Bir mahkemede bir adam hem şahit, hem davacı olamaz…” demiş Bektaşi.
“Haklısın ama, ben her şeyi görürüm. Ben de gördüm, kestiğini…”, demiş Allah.
“Allahım… Aynı mahkemede, hem şahit, hem hakim olunmaz…”. Allah, “Gene haklısın…”
demiş ve eklemiş, “O zaman getirin keçiyi ona soralım…”.
Bektaşi, “Ne!.. Keçi burada mı? Ver onu o zaman bu Yahudiye… Bitsin bu dava!..”
TARAF
Biri Bektaşiye sormuş: “Abdest almak için soyunup göle girdiğim zaman, yüzümü ne tarafa
döneyim?”. Bektaşi şöyle demiş: “Elbiselerini bıraktığın tarafa!..”
BAKLAVA
Mevlevi, Bektaşi ve softa yemekten sonra ikram edilen bir tepsi baklava için rüyaya yatarlar.
En hayırlı düşü gören baklavayı alacak. Öneri kabul edilir. Yatar, uyurlar. Sabah olunca sofu:
“Ne düş gördünüz anlatın bakalım?” der. Mevlevi sikkesini başına geçirerek: “Hayırdır
inşallah göklere çıktım” der. Hoca da: “Ben ise düşümde cennete gittim,” der.
Bektaşi: “Erenler, ben de gece birinizin göklere uçtuğunu, diğerinizin de cennette gezdiğini
görünce, ‘artık bunlar fani dünyaya dönmezler’ diyerek kalkıp baklavayı götürdüm!..” der.
ŞEYTAN
Irza tecavüz davasıyla bir çapkını mahkemeye getirirler. Yargıç sorar: “Bu suçu ne diye
işledin?”
Delikanlı: “Şeytana uydum. Bana yol gösterdi, bu işi yaptırdı”, der. Bektaşi olan yargıç: “Be’
hey çapkın! Hz. Âdem’e bile secde etmemek için cennetten kovulmayı göze alan şeytanın işi
yok da, sana pezevenklik mi yapacak!..”
SÜNNET
Koyu sofu bir adamcağızla Bektaşi, bir başka kente gitmek üzere bir kervana katıldılar. Sofu,
ikindi üzeri namaz kılacağını söyledi. Bektaşi: “Geç kalırsan kervanı kaçırırsın; onun için
sünneti bırak da yalnız farzı kılıver”, diye öğüt verir.
15. Bektaşinin sözüne uyar adam. O gece bir yerde konaklarlar. Ertesi sabah sofu, Bektaşiye
sitem eder. “Dün bana sünneti kıldırmadın, gece rüyama peygamber efendimiz girdi!..”
Bektaşi adamın sözünü ağzına tıkar: “Daha ne istiyorsun! Farzı da bırak rüyana bu kez tanrı
girsin!..”
AT
Bir gün yolda yaya giden Bektaşinin önüne bir atlı çıkar:
-Baba, bir müşkülüm var. Beni aydınlatır mısın?
Bektaşi yanıt verir:
-Elimden gelen bir şeyse, hay hay, oğlum
-Şunu öğrenmek istiyorum: Şu anda Allah ne yapıyor acaba?
Sualin münasebetsizliğine içerleyen derviş, hiç belli etmez:
-Yanıt veririm ama bir şartla, sen o attan in, ben bineyim.
-Neden?
-Böyle yüksek bir suale yüksekten yanıt vermek gerekir de ondan!
Adam attan inmiş, Bektaşi binmiş. Adam:
- Haydi, söyle bakalım. Allah şimdi ne yapıyor?
- Ne yapacak? Atı senin gibi budalanın elinden alıp, benim gibi akıllıya veriyor.
Ve çala kamçı uzaklaşır.
GAREZİNDENDİR
Baba erenler, kavurucu Ağustos güneşi altında uzunca bir yolculuktan sonra İç Anadolu’nun
bir köyüne vasıl olur. Aç ve susuzdur. Bir lokma yiyecek bulabilmek umuduyla kapıları
çalmaya başlar. Fakat köy bomboştur. En nihayet bir kenarda oturan yaşlı bir nine görür ve
nineye köylülerin nerede olduğunu sorar. Kadıncağız: “Evladım, herkes şu ilerideki
meydanlıkta yağmur duasında…” deyince bizimki de oraya doğru seğirtir.
Tabi herkes huşu içinde yağmur duasında. Kimsenin bizim Bektaşinin açlığını filan taktığı
yok! Bir de üstüne üstlük, “Görmüyor musun be adam yağmur duasındayız”, diye terslenince,
bizim Bektaşi dervişi de boynunu büküp gider, meydanın kenarındaki küçük çeşmenin
başında beklemeye başlar.
Aradan 5-6 dakika geçmeden millet bir de ne görsün? Kapkara bulutlar ve bardaktan
boşanırcasına bir yağmur! Günlerdir yağmur duasında olan köylüler bu yağmur üzerine
Bektaşi dervişinin uğuruna inanıp kenarda oturmakta olan dervişi omuzlarda büyük bir
coşkuyla köye taşırlar..
Tabi, akşama da şölen ziyafet onun şerefine… Bir ara köylülerden biri: “Ya’u beyamca, sen
ne yaptın da yağmur yağdı, anlat hele…”, diye sormayı akleder.
Baba erenler anlatmaya başlar: “Ağalar, günlerdir şu konya ovasında aç susuz yoldayım.
Yaradana günlerdir bir damla su diye o kadar yalvardım, yağdırmadı! Biraz önce meydandaki
16. çeşmede ceketimi yıkayıp, kurusun diye çalıların üstüne attım… Bana garezindendir,
gördüğünüz gibi, ceketi bile kurutturmadı!..”
EL
Bir Bektaşi her ne olursa ”Allahtan…”, dermiş. Bir gün bir külhanbeyi bu Bektaşinin ensesine
okkalı bir tokat patlatmış. Bektaşi arkasını dönünce külhanbeyi; “Baba erenler ne bakıyosun?
Allahtan!..”, demiş.
“Eyvallah evlat… Ben de Allahtan olduğunu biliyorum, ama hangi pezevengin eliyle yaptırdı
diye merak ettim; ondan baktım!..”
ÇAĞRI
Bektaşi ata binecek ama boyu kısa olduğu için sıçramaları sonuç vermiyor. “Ya Ali!..”, der,
sıçrar. Bir sonuç alamaz. “Ya Hasan!..”, der bu kez. Ama sonuç değişmez. Son umudu
Hüseyin’dedir. “Ya Hüseyin!..”, diyerek yeniden sıçrar. Bu kez de aşıp öte yandan düşer.
Yerden kalkarken kendi kendine söylenir; “Hey kurban olduklarım!.. Teker teker çağırdım,
gelmediniz. Sonunda acıyıp hep birlikte yüklendiniz!..”
NUTUK
Bektaşi babasına: “Baba erenler…”, derler, “Sen de seçim kampanyalarına katılıp, ‘Türk’e
Türk propagandası’ yapa yapa oy toplamaya kalksaydın, nasıl bir nutuk söylerdin?”.
Baba erenler, şarap testisinden bir fırt çekerek hemen ayağa kalkar ve başlar nutkunu
söylemeye: “Ey benim bakışı sert, yüreği mert, tarihi şanlı, kılıcı kanlı, ataları soylu, seçimleri
oylu, kahramanlıkları sonsuz, kahpeleri donsuz yüce ırkımın soydaşları! Taharetlenmesini bile
bilmeyen kefere; uzaya gitmeyi değil, turist olarak Antalya’ya gitmeyi dahi düşünemediği
dönemlerde; biz çoktan göklerdeki kehkeşana da hükümran olmuş; Büyük Ayı’ları da, Küçük
Ayı’ları da, Demirkazık’a bağlayarak uzayda rastlanmadık birer pehlivan olmuştuk.
işte size bunun belgesi: ‘Atalarım gökten yere indirdiler ay yıldızı / bir buluta sardılar ki,
rengi şafaktan kırmızı!”.
Bektaşi babasını dinleyenler, hemen ayağa kalkarak yürekten alkışladılar baba erenleri: “İşte
fikir özgürlüğü böyle olur”, dediler…
17. Sözlü Gelenekten Yazılı İletişime
Enelhakkım ismim ile
Hakk’a erdim cismim ile
Benziyorum resmim ile
Madem ki ben bir insanım
Görüldüğü gibi Alevilik, doğaüstü ya da ötesi bir gücü, anlayışının merkezine koymaz. Tam
tersine şeriattan özgürleşilerek kazanılan nesnel-toplumsal zeminde, insanı merkeze alır. Onu
kutsar, onu sever. Bu da laikliğin insansal-toplumsal zeminidir.
Alevilik-Bektaşilik bugün, sözel kültürden yazılı kültür durumuna dönüşme aşamasını
yaşadığı için bir bakıma kendine başkaldırı içindedir. Anonim yanı egemen olan bu
felsefe/öğreti büyük ağırlıkla sözeldir. Yazılı yanı kimi özgün yapıtların sayfalarında gizil
durumda saklıdır. Ve ancak bir aydın katkısıyla açığa çıkarılabilir. Bunu gerçekleştiremezsek
şeriatçı dinler karşısında Alevi-Bektaşi felsefesi yalnız bırakılmış olur. Köktendincilik lehine
bu felsefe kurban edilir. Yaşarken yeniden dirilmek temel diyalektiğiyle yaşama geçecek olan
bu felsefe, yaşama olanağı verilmeden boğulur. Alevi-Bektaşi felsefesinin ölmeden evvel
ölmek tasarımı şeriatçı inancın öldükten sonra dirilmek biçiminde kemikleştirilen mahşer
tasarımına dönüştürülmüş olur.
Şimdi bu sözlü gelenek yazılı bir iletişim durumuna dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu bir altüst
oluş getirecektir. Sözlü geleneğin dünden gelen saygın kimlikleri ya da kurumları ile yer yer
bir çelişki yaşanacaktır. Bunu bir ölçüde doğal karşılamak gerekir. Çünkü bu da kendi içinde
bir başkaldırıdır. Toplumsal tarihte her başkaldırının bir bedeli vardır. Demek ki bu altüst oluş
da bir bedel ister.
Alevi-Bektaşi felsefesini, öğretisini ve inancını Alevi-Bektaşi yaşamın hizmetine sunabilmek
için yazılı kültüre geçmenin gerekliliğine tanık oluyoruz. Görüyoruz ki sözel geleneğin
18. taşıyıcısı durumundaki bellekler Hakk’a yürümelerle sayıca azalıyor; sözlü kültür geleneğinin
yaşam alanı her geçen gün biraz daha daralıyor.
Biz her gün konuşuyoruz, biz her gün dinliyoruz; bu sözel kültür sözel olarak sonsuza dek var
olacaktır, diyenlere bir sözümüz var: Konuşma sadece birtakım sözcükleri ses aracılığıyla
başkalarına iletme olmadığı gibi, dinleme de sadece işitme demek değildir. Böyle konuşulup
böyle işitildikçe her geçen gün biraz daha az şey bilinecektir. Az şey bilen zor öğreneceğinden
açığı kapatabilmek için sürekli yalana başvuracaktır.
Ne Yapacağız?
Daimi’yim harap benim
Ayaklara tûrap benim
Aşk ehline şarap benim
Madem ki ben bir insanım
Öyleyse yapılması gereken nedir?
Yapılması gereken; sözel geleneğin taşıyıcısı olan bellek körelmeden aydın katkısıyla
Anadolu Aleviliği olarak adlandırdığımız felsefi dini ya da bilgelik öğretisini, sözel
malzemeden süzüp yazılı malzeme durumuna getirmektir. Bunu başarabilirsek Alevi-Bektaşi
felsefesi, dünya felsefe kaynağının, Alevi-Bektaşi öğretisi dünya bilim kaynağının bir parçası
olacaktır.
Eğitim etkinlikleri örgütlenirken gelenek ya da yol örgütlerinde, yani dergâhlarda,
cemevlerinde, daha açık bir anlatımla doğrudan demokrasi kurumlarında yüzyüze eğitim
temel alınmalıdır. Çünkü sözel kültürün sözel yolla taşındığı kurumlarda yazılı kültüre
alışkanlık ya da yatkınlık yoktur, varsa bile sınırlıdır. Aşabilmek için uzunca bir zamana
gereksinmemiz vardır. Çağdaş demokratik örgütlenmelerde eğitim etkinlikleri hem yazılı
ürünü ulaştırma, okuma alışkanlığını geliştirme biçiminde hem de doğrudan, yani yüzyüze
eğitim karma olarak gerçekleştirilmelidir.
Hünkârımızın dediği gibi: Bir olalım, iri olalım, diri olalım
Bir olmazsak, iri olamazsak, diri olmazsak Alevi-Bektaşi aydınlanmasını, Alevi-Bektaşi
insancılığını(hümanizmini) ve Alevi-Bektaşi ahlakını dünden bügüne taşıyamayız; şeriattan
özgürleşemeyiz; toprağımızı ve insanımızı köktendinci değer ve kurumların tasallutundan
kurtaramayız.
Bir olalım, iri olalım, diri olalım ki Alevi-Bektaşi felsefesi, inancı-öğretisi, kültürü ve
edebiyatı önce örgütlerimizde boy versin, sonra tüm dünyaya yayılsın. Bizi geleceğe
hazırlayacak kurumlarımız, örgütlerimiz canlanabilsin.
19. DİPNOTLAR
1) Batur, Enis; Alternatif Aydın; 75 Yılın İçinden(Hazırlayan: Ahmet Oktay); Yapı Kredi Kültür ve
Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.; İstanbul- 1998; s, : 40; “… Aydının, varolmak için toplumsal
dokunun talebine de onayına da gereksinmesi yoktur. Genel hatlarında çoğunluğun onayını alan kişi
değildir aydın: Yapıp-ederken onaylanmaz o, talep de görmez; yapıp-ettikten sonra, genellikle de epey
sonra onay görür, görebilir. Demek ki aydının Türkiye’deki açmazı toplumsal bağlamdan çok varlıksal
bağlamda değerlendirilmesi gereken türdendir,… Batı toplumlarında, özellikle de sivil toplum
modelinin bütün bütüne oturmuş olduğu ülkelerde aydın’a gereksinme olup olmadığı tartışılıyor
nicedir. Soruna Türkiye açısından bakacak olursak: İçinde bulunduğumuz toplumsal düzen düzeyinde,
aydın’ın aşılmış, gereksiz bir kimlik olduğunu ileri sürmek olanaksız olmasa bile hayli güçtür. Bu
yolda toplumdan bir talep gelmesi gerektiği düşüncesi varsa ki vardır, bu bütünüyle yanlış bir
inanıştır…”
(2) Irène Mélikoff ile yapılan şöyleşiden(Söyleşi-Çeviri: Leyla Binici Güneş): Nejat Birdoğan
Anısına/ Gülyüzlüm Merhaba(Yayına Hazırlayan: Esat Korkmaz); Alev Yayınları; İstanbul- 2008; s,
33-37;
-Mélikoff Anne, bizler aydın duruşunun ne demek olduğunu sizden öğrendik: -Ben bir
araştırmacıyım… benim rolüm inanmak değil, gözlemek ve anlamaya çalışmaktır, sözünüz rehberimiz
oldu.
Daha önce de bazı makalelerimde yazdığım gibi; ben bir araştırmacıyım, benim rolüm inanmak değil
gözlemlemek ve anlamaya çalışmaktır. Aydın tanımımı soruyorsunuz: Aydın olmak muhalif olmak
demektir, cesaretli olmak demektir, kurulu düzene karşı söylenemeyene itiraz edebilmek
eleştirebilmek demektir.
-Mélikoff Anne, yeri geldi sormak istiyorum: Hepimiz için yol gösterici olacak. Sen, XVIII yy
aydınlanmacılığını benimsemiş üstyapısal kültür ilericisi durumunda bulunan aydını olumsuzladın; bu
tip aydının halkına yabancılaştığını söyledin. Bu tür aydın kimliğini aşmak için ne yapmamız
gerekiyor Anne?...
Evet, 18 yüzyıl aydınlanmacılığının asri olduğunu söyledim doğru. Buna damgasını vuran
Bektaşiliktir. Osmanlı’yla olan bağı itibariyle kurulan sistemleşen tarikatlar içinde yer alan
Bektaşiliğe, Aleviliğin okumuş, imkânları ve imtiyazları olan kesimidir diyebilirim. Anadolu
Aleviliğini de imkânsızlıklar dolayısıyla, okuyamamanın verdiği bir sonuçla köylülük kesimi diye
adlandırabiliriz. Bektaşilikten farkı, Aleviliğin önemli bir halk kültürü oluşudur. Ancak Aleviliği salt
dini inanç bazında ele almak yanlış olur. Aydınlanmada sosyal hareketlerin çıkış noktaları çok
önemlidir…. Bu anlamda Bektaşi kültürünün bir aydın kültürü olduğunu söyleyebilirim. İmkân ve
olanaklardan yoksun, özellikle de kırsal alanlarda yasayanları temsil eden Alevi halk kültürü tabii ki
daha evvel vardı. Dolayısıyla aydınlanmacılığın yüzyılı dediğimiz ve Anadolu’da 18.yüzyıla
damgasını vuran da Bektaşi-Alevi kültürüdür. Aynı yüzyılın Fransa’daki yansıması da Fransız
devrimidir…”
(3) Bozkurt, Nejat; Felsefeleştirilmiş Bir Din Olanaklı mı?; Felsefelogos 3; 1998/ 2; s, 34;
20. “Felsefeleştirilmiş bir din her şeyden önce bir koşul olarak felsefenin teolojiden, aklın inançtan,
tanrısal kayranın doğadan kesin çizgilerle ayrılmasını öngörür. Dinin özünü, ilkelerini, çeşitli Tanrı
kavramlarını; Tanrı, insan ve evren ilişkisini; inanç, akıl, vahiy ve dogmanın anlamlarıyla karşılıklı
ilişkilerini, dinsel deneyimin doğasını, değerini ve gerçekçiliğini, ruhun ölümsüzlüğünü eleştirel ve
nesnel biçimde ele alan felsefi din, inanç karşısında akla öncelik verir. Dinin temel inançlarını
mantıksal bir çözümlemeye tabi kılar ve sorgularken bunu inananların inançlarını güçlendirmek için
yapmadığı gibi, onların inançlarını zayıflatmak için de yapmaz. Felsefeleştirilmiş din, dinin temel ilke
ve inançlarını irdelerken kendisine özgü araçları ve yöntemleri kullanır. Bu yöntemler, insana hemen
her konuda akıl yürütebilmesi için gerekli temelleri sağlar…”
(4) Yalçın, Alemdar; Volter’in Aydınlanma Tasarımı Hacı Bektaş Veli’de Vardı; Serçeşme Dergisi;
Sayı: 3; İstanbul- Ekim/ 2004; s, 18;
“Volter diyordu ki; ‘Evren büyük bir yaradılıştır. Yani makro-kozmos’dur. İnsan ise mikro-
kozmos’dur. Yani evren bir duvar saati ise insan da bu duvar saatinin tüm özelliklerini kendi üzerinde
taşıyan bir kol saatidir. İşte bu anlayışla Batı, Rönesansını ortaya koydu. Biliyor musunuz? Makro-
kozmos ve mikro-kozmos düşüncesinin, Hacı Bektaş Veli’nin görüşlerinde ve şiirlerinde olduğunu.
Hacı Bektaş Veli’den vereceğim şu örnek çağdaş aydınlanmanın bir tanımını oluşturuyor: ‘Şu şişeyi
görüyor musunuz? İnsan bir şişeye benzer; bu şişenin içi pislikle doluysa bunun ağzını kapatıp da
çeşmenin altında yüzlerce kere yıkasanız da bu temiz olmaz. Yapılacak iş nedir? Bunun kapağını
açmak, pisliği dökmek, şişenin içini yıkadıktan sonra dışını yıkamaktır.”
(5) Selçuk, İlhan; Aydınlanma ve Alevilik; Serçeşme Dergisi; Sayı: 3; İstanbul- Ekim/ 2004; s, 14;
“İnsanlıkta başlangıçta sadece ‘inanç’ vardı, akıl yoktu. Hıristiyanlık dünyasını düşünün, bu
Hıristiyanlık dünyasında akıl ne zaman devreye girdi? Aydınlanmayla; şimdi o zaman ‘Alevilik ve
Aydınlanma’ dediğimiz zaman inançla aklın ‘hesaplaşmasını’ düşünmüş oluyoruz. Çünkü
aydınlanmanın her bir parçası aydınlık insanlardır ve inanç tarihine baktığımız, akıl tarihine
baktığımız zaman, ikisi arasındaki ilişkiyi nerde görebiliyoruz?: Anadolu’da. Orta Asya’dan gelen
insanlar kendilerine göre birtakım inançlar ve akıllar taşıyorlar; onlar geliyor Anadolu’ya; onlar
inançla aklı ‘birleştirme’ çabasına girmişler; hiç kuşkusuz kolay bir iş değil bu; bir insanın inançla aklı
‘birleştirebilmesi’ kolay bir şey değil; burada buluştuğumuz zaman, biz kendi sevgimizi, kendi
muhabbetimizi bir ‘akıl zeminine’ oturtmak zorundayız.”
(6) (Schimmel, Annemarie; İslamın Mistik Boyutları-Çev.: Ergun Kocabıyık-; Kabalcı
Yayınevi; İstanbul- 2001; s, 143);
“Aşk sözünü muhtemelen ilk kullanan Nuri, ‘muhip, aşkından zevk alırken âşık araya mesafe
koyar’, diyerek kendini savunmuştur. Bu terim, onunla ilâhi hayatın iç devinimlerini -…-
açıkça dile getiren Hallac’a miras kaldı ve Fahrüddin Irakî, şiirsel olarak kelime-i şahadetin
sözlerini lâ ilâhe illâl-aşk(aşktan başka Tanrı yoktur) diye değiştirinceye kadar(…) sonraki
sûfi düşüncesini kesin olarak etkilemiştir.”
(Korkmaz, Esat; Serçeşme Dergisi; Sayı: 35; İstanbul- 2007);
“Aşktan başka tanrı yoktur ve ali aşkın velisidir(lâ ilâhe illâlaşk, aliyyun veliyulaşk).... aşk,
bir insanlaşma ortamıdır; orada insan kendini bulur, keşfeder. Başkasına -bu başkası
Tanrı’dır- ulaşmanın yollarını arar bulur. Aşk, insan olabilmek için gerçek bir
kaçınılmazlıktır; kendini ve dünyayı yeniden kurmaya çalışan insan için zorunlu bir
21. etkinliktir. Ruh ve beden bütünlüğünden daha geniş ve çerçeveli olarak algılanan tanrısal
bütünlüğe ulaşmaktır. Aşk, gerçek bireyden dünyaya açıldığımız yerdir: Bu anlamda eşiktir.”