SlideShare a Scribd company logo
Dünyayı Değiştiren 40 Gün
Gezi Direnişi’nin Psikolojisi ve Sosyolojisi
(Yard.Doç.Dr.) Ulaş Başar Gezgin
26 Haziran 2013
İçindekiler
1 Haziran 2013: 1453: Fetih mi, İşgal mi, Eldeğiştirme mi?
5 Haziran 2013: Şanlı Taksim Gezi Direnişi: Alandan Notlar ve Öneriler
5 Haziran 2013: Kan Var Meydanda
6 Haziran 2013: Saygon’dan İstanbul’a: Bir Sömürgeci Silahı Olarak Portakal Gazı
8 Haziran 2013: Haydi Haydi Hızlı
9 Haziran 2013: Gezi’ye Destek için Açık Ders: Gezi Sonrası Anaakım Psikoloji Sorgulanırken:
Ezilenlerin Psikolojisi
10 Haziran 2013: Bir Komün Olarak Taksim 2013: Başarılar, Eksikler, Öneriler
11 Haziran 2013: Sosyal Medya Psikolojisi ve Şanlı Gezi Direnişi
15 Haziran 2013: Gezi Parkı’nı Savunmak, Mustafa Kemal’i ve Adnan Menderes’i Savunmaktır!
15 Haziran 2013: Gezi Direnişi, Marksizm ve Psikoloji (Bilimsel Bildiri Özeti)
20 Haziran 2013: Gezi Interview, Mexico, Mundo Nuestra Newspaper, Welcome To The World
of Struggles
20 Haziran 2013: Direnişin Psikolojisi: Kibir Sendromu Tezi Aslında Neleri Örtüyor?
20 Haziran 2013: Gezi Hareketi ve Eğitim: Gezi’den Şimdiye Dek Neler Öğrendik ve Bundan
Sonra Neler Öğrenebiliriz?
22 Haziran 2013: Gezi için Kadıköy Forumu Notları, 21 Haziran 2013: Kimliğini Kaybedip
Bulmak
25 Haziran 2013: Gezi için Kadıköy Forumu Notları, 23 Haziran 2013: Ortak Bölenleri Değil
Ortak Çarpanları Bulmak (ya da TOMA Geldi, Hadi Barışın!)
26 Haziran 2013: 24 Haziran 2013 Gezi Forumları Üstüne: “Metin Göktepe Parkı Forumu: Ama
Bu Gençler de İçlerinden Bir Deniz Gezmiş Çıkarmalılar!”
27 Haziran 2013: Gezi’nin Psikolojisini Anlamak: İçeriden ve Dışarıdan Bakışlar
28 Haziran 2013: Gezi’de n Tarz-ı Siyaset: Halk/Ulus/Millet, Sınıf, Cemaat, Birey vd.
Yaşamı
1453: Fetih mi, İşgal mi, Eldeğiştirme mi?
Türkiye’de resmi tarihle büyütülen çoğunluk, 1453’ü Türk’ün ve/ya da İslam’ın zaferi olarak
tariflese de, işin aslı öyle değil. Fatih’in ordusunda Hıristiyan Sırplar, Bizans Ordusu’nda ise
paralı asker olarak Türkler varken, bu Türk-İslam tezinin Fatih Sultan Mehmet’i de ‘fetih’i de
sonradan İslamlaştırmaktan ve Türkleştirmekten öteye geçemediğini söylemek durumundayız.
Bir benzeri Ankara Savaşı ve Çanakkale Savaşı için geçerli olan bu durum, oldukça metaforik
olarak Asya’yla Avrupa’yı (ne yazık ki) birleştirecek olan (ya da birleştirmesi beklenen) 3.
köprüye ‘Yavuz Sultan Selim’ adının verilmesiyle doruğuna ulaştı. Bir köprü olarak Atatürk ve
bir köprü olarak Fatih Sultan Mehmet, metaforik coğrafyada bir yere konabilir belki; ancak,
köprüye, Alevi katliamlarıyla anılan Yavuz Sultan Selim’in adının verilmesi, Suriye’ye ve
Büyük Ortadoğu Projesi çalışmalarına bir gönderme olarak okunmalı belki de. Bu, bir
medeniyetler köprüsü değil; iki medeniyeti birleştirmiyor. Köprünün gerçel ve simgesel ordular
için yapıldığı anlaşılıyor. Bir köprü de ‘Barış Köprüsü’ olsaydı fena mı olurdu... Ama yok,
“Türkler, savaşçı bir millettir; başkaları düşünsün barışı...” Geçenlerde, II. Abdülhamit’e
demiryolculuk alanında fahri doktora veren üniversite, herhalde, Yavuz Sultan Selim’e verecek
doktora da bulur. Barış Çalışmaları, İnşaat Mühendisliği, Hoşgörü Sosyolojisi vb. ne güne
duruyor...
Resmi tarihle büyütülen çoğunluğun dışında kalanların bir bölümüne göre, Fatih Sultan Mehmet,
İslam bayrağı altında hoşgörünün simgesiydi. Kendisi, birçok kültürü özümsemiş, yüksek
eğitimli bir kişilikti. Diğerlerine göre ise, kiliseleri camiye çeviren Fatih Sultan Mehmet,
Bizans’ın İstanbul’a sokmayıp Kırım’a sürdüğü Ermenileri İstanbul’a getirip onlara patrikhane
kurdurarak, Ermenilerden Osmanlı’nın makbul Hıristiyan vatandaşını yaratmış ve onları eski
Bizans coğrafyasında süregelen Bizans/Rum etkisine karşı güçlendirmişti. İstanbul’u Ermenilere
açan Fatih Sultan Mehmet’e, Ermeni Patrikhanesi minnettar. Aslında, Osmanlı’nın elinde
İstanbul tarihi, II. Abdülhamit’e dek, çoğunlukla, Rum’ların azaltıldığı bir gayrımüslim çorbası
olarak okunabilir. Zaten, Yunanistan’ın bağımsızlığıyla, “komünistler Moskova’ya” der gibi,
“Rumlar, Atina’ya (hatta cehennemin dibine)” demek önünde pek bir engel kalmamış oluyordu.
Her savaşın tarafları var. Bizans tarihçileri, 29 Mayıs 1453’ü, Osmanlı ordusunun yiğitliğinin
hakkını vererek, bir yağma ve tecavüz günü olarak anıyorlar. Fatih, gerçekten hoşgörülü olsaydı;
kiliseleri kilise olarak bırakıp onların yanına camiler yapardı. Ayrıca, bugün Fatih Camii’nin
bulunduğu yer, Patrikhane ve Bizans imparatorlarının mezarlığıydı. Fatih Camii’nin yapımında,
imparatorların mezar taşlarının da kullanıldığı sanılıyor. Hoşgörülü bir sultan, kendinden önceki
imparator mezarlarını korurdu.
Bizans’tan Avrupa’ya kaçan bilginlerin Rönenans’a önayak oldukları sık sık dile getirilir. Daha
az dile getirilen bir konu ise, 29 Mayıs’ın, Avrupa devletlerinin İpek Yolu’na alternatif bir deniz
yolu arayışlarına hız kazandırması. Dolayısıyla, aslında, 29 Mayıs, kısa erimde Osmanlı’yı
güçlendirirken, uzun erimde çöküşüne önayak oluyor.
Yine Türk-İslam tezinin gölgesinde kalan bir konu, kuşatma sırasında Osmanlı’nın ikinci adamı
olan Sadrazam Çandarlı 2. Halil Paşa’nın 29 Mayıs’tan hemen sonra idamı. Zağanos Paşa’yla
iktidar mücadelesinde olan paşa, daha ılımlı politikalar güdüyor. Yaklaşık 2 yüzyıl kadar
iktidarda olan aileden gelen paşanın, Fatih döneminden önce, ülkeyi, gölgedeki birinci adam
olarak yönetmişliği var. Fatih’e, “kuşatmayı kaldıralım; Avrupa’da Haçlı Ordusu toplanıyor. Bizi
Avrupa’dan atarlar” diyor. Zağanos Paşa, onun Bizans’tan rüşvet aldığı söylentisini yayıyor.
Çandarlı Paşa’nın Yedikule Zindanı’na atıldıktan sonra idam edilmesi, hem Saray’da Fatih’in
mutlak egemenliğine yol açıyor hem de Osmanlı’da devşirme paşaların dönemini başlatıyor.
Çandarlı, kaygısında haksız değil. Papa, bir haçlı ordusu toplamaya başlarken hastalanıp ölüyor.
Çandarlı’dan sonra sadrazam olan Zağanos Paşa da, ilerleyen yıllarda, bir savaştaki yenilgiden
sorumlu tutulup azlediliyor.
İstanbul’da kalan Fener Rumları’nın eliyle Tercüme Odası’nın ve Osmanlı’nın içeriden
modernleşme çabalarının başlangıcı da sayılabilir 29 Mayıs 1453. Bir diğer konu, Türkiye’de,
Bizans’ın Hıristiyan dünyanın temsilcisi olarak görülmesi biçimindeki yanılgı. Bizans,
Vatikan’ın dışladığı bir doğu kilisesiydi. Osmanlı akınlarına karşı bir tampon vazifesi görüyordu.
13. yüzyılın başında, Bizans’taki Latin katliamı ve sonrasında Haçlıların Bizans’ı kuşatması gibi
olaylar, gözden kaçırılmamalı.
Şu da söylenebilir: İstanbul’un asıl fethi, Adnan Menderes zamanında oluyor. 6-7 Eylül
saldırılarıyla, köyden kente göçün hız kazanmasıyla ve İstanbul’un surlarından karayolu
açılmasıyla... O zamana dek, burjuvazi, hâlâ büyük oranda ‘gayrı-müslim’. Fatih, Çandarlı,
Zağanos Paşa, Bizans, Sırp Ordusu vd. hangi sınıflar ittifakını temsil ediyordu? Bu da, az
incelenen konulardan. Devrin rantiyeleri kimlerdi? Bizans, Osmanlı tarafından alınmasaydı;
kentte, çirkin yapılar ve gri ton, egemen olacak mıydı yine? Heryere AVM’ler dikilecek miydi?
İstanbul’un İslami sermaye tarafından fethi, çok yakın zamanda. Asıl fetih, yeni başlıyor hatta.
Kentin ötekileri savulun!
Şanlı Taksim Gezi Direnişi: Alandan Notlar ve Öneriler
Büyük 15-16 Haziran 1970 Direnişi’ne benzetilebilecek Şanlı Taksim Gezi Direnişi sürüyor.
Türkiye’nin birçok aydını, bu konuda yazdı çizdi ve anaakım ve muhalif medya izin verdiği
ölçüde konuştu. Kuramsal konuların ve siyasal gündem tartışmalarının arasında, bizzat alanı
çözümleyen ve bunu yaparken toplumsal bilimlerin kavramsal araçlarını kullanan yazıların
sayısı, son derece az. Bu yazıda, bu boşluğu –naçizane- doldurmaya çalışıyoruz.
‘Bir Komün Olarak Gezi Parkı Direnişi’ gibi bir başlık altında şunları söyleyebiliriz: Çoğumuz,
Gezi Parkı Direnişi’ni bir ayaklanma ya da bir tepki olarak görüyor. Ancak, Gezi, aynı zamanda,
yeni bir toplumun kuruluş özelliklerini taşıyor. Halkın oluşturduğu barikatlarla TOMA’lara ve
diğer araçlara kapatılmış olan Taksim Meydanı ve Gezi Parkı alanında, sabah, belli bir saatte,
göstericiler tarafından çöp toplanıyor. Halk, çeşitli kuruluşlarla birlikte, kendi sağlık hizmetini
kendi veriyor; kalacak yer ve yiyecek-içecek gibi gereksinimlerini kendileri karşılıyor. Polis,
günlerdir, kurtarılmış bölgeye giremiyor. Bu, Türkiye tarihinde bir dönüm noktası. Herkes gitsin
görsün. Halk, kendini yönetebilir mi, Taksim’den öğrensin. Küçücük bir toplaşmaya bile saldıran
polis, Taksim’e adımını atamıyor. Siviller girmeye başladı elbet; ancak, onlar da korka korka;
çünkü linç edileceklerini biliyorlar. Bu halk, birçok özgür tutsağın öldürülmesinden sorumlu olan
eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ü tanıdı. Utanmadan kurtarılmış bölgeye gelen bu kişi,
kendini linçten zor kurtardı. Halk, dostunu da düşmanını da iyi biliyor.
Belki herkes farkında değildir (bunu, özellikle, Taksim’e gitmemiş ya da gidememiş olanlar için
vurgulayalım): Taksim Meydanı’na ve Gezi Parkı’na giden bütün yollar, halkın oluşturduğu
barikatlarla korunmuş durumda. Bu barikatlar, yan yatırılmış çevik kuvvet araçlarından, yanal
olarak park edilip lastikleri patlatılmış belediye otobüslerinden ve birçok kendiliğinden
malzemeden oluşturulmuş durumda. Her gece saat üçte ya da beşte, polisin Taksim’e saldırı
planladığı söyleniyor; direnişçiler hazırlanıyor ve bu, gerçekleşmiyor. Ancak, Beşiktaş ve
Kabataş’ta havanın kararmasıyla, Çarşı Grubu biraraya geliyor ve onlara polisin saldırısı
başlıyor. Yoğun gaz bulutları, Taksim’e doğru çıkıyor.
Çarşı’nın direnişinde, yine, yeni bir toplumun nüvelerini görebiliyoruz. Bir kere, Çarşı, ele
geçirdiği iş makinesinin üstüne, TOMA’ya (Toplumsal Müdahale Aracı) karşılık olarak ‘POMA’
(Polise Müdahale Aracı) yazmış durumda. Ayrıca, bu devrimci taraftar grubunun protestoları
örgütlemek için kendi arasında işbölümü yaptığını görüyoruz. Örneğin, eldivencilerin görevi,
gelen gaz bombalarını polise geri atmak. Bir taş kırıcılar ekibi var. Bir de, elbette, tam teşekküllü
bir Çarşı Sağlık Ekibi. Çarşının, ayrıca, en zorlu durumlarda bile, mizahı elden bırakmaması,
onları devrimin güleryüzlü kahramanları durumuna getiriyor.
Gezgin (2010)’da şöyle bir yorum yapmıştım:
“Takım yenince, taraftar, kendi yenmiş kadar oluyor; yenilince, kendi yenilmiş kadar. Taraftar
için tehdit ve gerilim öğesi, diğer takım taraftarlarınca alay konusu edilmek oluyor. Taraftarlığın
gücü, oldukça ilginç ve garip. Taraftarlar bu enerjilerini ve önemseyişlerini dünyayı değiştirmek
için kullansalardı, bambaşka bir dünyada yaşayacaktık. Taraftarların bir grev kırılınca
duydukları üzüntü, takımları yenilince duydukları üzüntüden büyük olduğunda, Şeyh
Bedreddin’in avuçlarındaki Cennet, dünyaya inecek.
(...)
[T]araftarlık kaçınılmazsa, bunun dünyayı değiştirmek üzere açılan kanallara akıtılmasının
yolları bulunmalıdır.”
Çarşı Grubu, tam da bu sözleri doğruluyor. Onlar için, polisle çatışmak, bir maç. Yenerlerse,
Beşiktaş, yenmiş olacak; yenilirlerse, yine, Beşiktaş; ve onlar yendiğinde, biz de yenmiş
sayılacağız. Böyle bir taraftar grubunun olduğu yere, ‘Başbakanlık Ofisi’ kuran zihniyetin,
toplumsal dinamikleri küçümsediği bir kez daha ortaya çıkıyor. Oysa, o ofis, en çok, Fatih’e
yakışırdı. Özellikle de, İmam Hatip’e çevirdikleri eski Darüşşafaka Lisesi binasına...
Direnişçilerden övgüyle söz ederken, bir yandan, onların (yani kendimizin) zayıf noktalarını da
burada sıralayalım: Öncelikle, sözkonusu olan, homofobik bir kitle. Travestileri aşağılayan
sloganlar atılıyor. Oysa o travestiler, sevin ya da sevmeyin, direnişçilere tıbbi yardımda
bulundular; Tarlabaşı’nda zor durumda olanlara maske dağıttılar. Aynı biçimde, bol küfürlü
sloganlar atılıyor; ama bunlar, bir ölçüde kabul edilebilir. Çünkü insanlar, çok öfkeli. Öfke, küfre
dönüşüyor. Yine de, seks işçilerini aşağılayan sloganlar, soru işareti uyandırıyor. Bu, klasik
toplumsal çözümlemeler çuvalına sığmazken, duruma en fazla ‘lümpen ayaklanması’
denebiliyor. Ancak, yine de, proleteryanın yokluğunda, en iyi çatışanların lümpenler olduğu
görülüyor. Çünkü bu, onlar için, yaşam biçiminin, mahallenin ve takımın onurunu korumak
anlamına geliyor.
Başka ortamlarda da dile getirildiği gibi, kitlenin siyasal ve mesleki çeşitliliği, dikkat çekici.
Bunun olumlu yanı, şu: Bu durum, geniş halk kesimlerinin direnişi benimsemesini
kolaylaştırıyor. Ayrıca, sanatçıların, meslek odalarının, doktorların, avukatların vb. katılımıyla,
direnişin toplumsal etki ağı da genişlemiş oluyor. Olumsuz yanı ise, sloganların yer yer
milliyetçi hatta faşizan yönlere kayışıyla, kimi insanlarda kuşku uyanması. Bu kuşkular, tümüyle
doğru değil. Çünkü bu, bir halk hareketi. Her kesimden insan olacak. TGB ile BDP bile yanyana
geliyor ve gelecek; çünkü sözkonusu olan, siper yoldaşlığı. Siyasal farklılıkların vurgulandığı
ortamlarda, farklılıkların tartışılmasının ileriye atılması ve alanda birliğe odaklanılması
gerekiyor. Bu açıdan, AKP’nin stratejik olarak yapabileceği en başarılı iş, Taksim’deki kitleye
uzun süre saldırmamak. Kitle, uzun süre atıl kaldığında, arasındaki farklara daha çok
odaklanıyor. Belki de, meydanda sanat ve spor etkinlikleri yaparak, bu fazla enerjiyi eritmek
gerekiyor. Bir sabah, kürsüye çıkan sanatçıya (Kürtçü diye) Ahmet Kaya söyletilmedi. Sonra
başkaları araya girip bu faşizan tepkiyi engelledi. Bu tür olayların daha fazla yaşanmaması
gerekiyor. Saldırmazlık ortamında, sivillerin araya sızması için zaman da kazanılmış oluyor.
Oysa, saldırı anında tüm farklılıklar unutuluyor. Kimi İstiklal Marşı söyleyecek; kimi de devrim
marşı; başkaları ise, Kürtçe söyleyecek. Bunlar, alanda dayanışmaya engel değil. Şimdiye kadar
engel olmadı; bundan sonra da olmamalı.
Bu çeşitlilik, provakasyon iddialarında da dikkate alınmalı. Kitlenin büyük bir bölümü, şimdiye
dek apolitik olan kesimden geliyor. Onların siyasal hattından daha ileri eylemler
gerçekleştirildiğinde, bunu sivil polislere bağlıyorlar. Oysa, herkes bilmelidir ki; ortanın çok
solunda olan insanlar da var. Bir gazeteci, alanda, “siz bu otobüsleri yakasınız diye bilinçli
olarak buraya bıraktılar. Kötü izlenim versin diye” diyebiliyor. Oysa, halk, kendini savunmak
için o otobüslerden barikat kuruyor. O barikatlar kurulmasaydı; polis, Taksim’e çoktan girmiş
olurdu. İş makinelerinin yakılması da, illa provakasyon olmayabilir. Kimi direnişçiler, böylece,
devlete hem bir ileti göndermiş oluyorlar hem de güvenlik güçlerinin gelip gelmediğini test etmiş
oluyorlar. Siyasal ve mesleksel çeşitliliğe saygı duyulmalı.
Ayrıca, birbirini suçlayıcı tavırlardan da vazgeçilmeli. Bu tavırlar, beyaz Türklerin eyleme
katılımlarında görülebiliyor. Hava kararmadan ayrılan kimileri, ayrılma nedenleri sorulduğunda,
“eylemin profili değişiyor; marjinaller gelmeye başladı” diyebiliyor. Ya da daha ilk kez alana
inmiş bilmemkim, kim olduğunuza neci olduğunuza bakmadan, kendi mağduriyetini abartıp sizi
birşey yapmamakla suçlayabiliyor (özellikle Beşiktaş’taki Beyaz Türkler’de görülüyor bu tepki).
Oysa, Çarşı Grubu gibi gerçekten bedel ödeyen direnişçiler, kimseyi suçlamadan hareket
ediyorlar. Buna dikkat edilmeli. Bir de, Bianet’in de vurguladığı gibi, sosyal medyadaki bilgi
kirliliğine dikkat çekelim. Bir geceyarısı, Taksim’de kapalı bir alanda korkuyla bekleşen bir grup
apolitik genç, Twitter’daki yorumlara bakarak, “Taksim’i kaybettik; ama direniş, başka
şehirlerde sürüyor. Yine kazanacağız” diyordu örneğin. Bunları söyledikleri sırada, Taksim
Meydanı, hıncahınç doluydu. Saldırı falan da yoktu (Beşiktaş dışında). Dışarı çıksalardı, gerçeği
göreceklerdi. Ayrıca, bilinçli olarak yalan haberlerin yayıldığı da görüldü. Türkiye Baharı ve
Sosyal Medya konulu bir inceleme yazısında, bu konuyu ayrıntılı olarak incelemek gerekiyor.
İşin, biraz da, sosyal psikolojik boyutlarına girelim: Direnişin bize gösterdiği derslerden biri,
sanıldığının tersine, bizim, toplulukçuluktan bireyciliğe bir geçiş toplumu olmadığımız. Tersine,
biz, hâlâ, dayanışma duyguları güçlü olan ve bireyci olmaya ayak direyen bir toplumuz. Bize,
içimizde kalmış dayanışma ruhunu ortaya çıkaracak bir ortam gerekliydi. İşte, o ortam, bu ortam.
Parkta oluşturulan Yardım Duvarı’na, halk, yiyecek, içecek, tıbbi yardım malzemesi vb. getiriyor
ve bunlar, ücretsiz dağıtılıyor. Yemek Sepeti sitesinin dediğine göre, yurtdışındaki insanlar
tarafından, çok sayıda sipariş, ‘Taksim Gezi Park’ adresine veriliyor. Farklı takımlardan
taraftarların dayanışması da görülmeye değer. Gençlerin militanlaşma süreci, sosyal psikoloji ve
ezilenlerin psikolojisi açısından incelenmeyi hak ediyor. Başka bir yazıda bu konuya girmeli.
Özellikle, rol modelleri olgusu incelenebilir. Ayrıca, sokakta, yatay öğrenme sözkonusu. Alana
ilk kez çıkanlar, daha deneyimli olanlara soruyor. “Gaz gelince ne yapıyoruz?”, “Nasıl önlem
alırız?” vb. Birbirini tanımayan insanlar, evlerini açıyorlar; alanda, bir saldırı beklendiğinde,
maske ve ilaç dağıtanları görüyorsunuz. İşte gerçek Türkiye bu! Özlediğimiz Türkiye!
Peki, İstiklal, ne durumda? İlk günlerdeki kaygılardan biri, şu idi: Bedava içki dağıtılıyordu ve
kimileri, dağıtanların sivil polis olduğunu düşündü. Sivil polis, direnişçileri sarhoş edip sonra da
saldıracaktı. Bunu söyleyenler, Taksim’e gelselerdi, o işlerin öyle işlemediğini görebilirlerdi.
Meydandaki direnişçilerin çoğu, içki falan içmeyen (en azından direniş sırasında içmeyen) çelik
iradeli gençler. Geçtiğimiz gecelerde, içki içen de çok oldu elbet; ama onlar, genellikle,
İstiklal’de takıldılar. Yani direnişin içki nedeniyle zafiyete uğraması, söz konusu değil. İstiklal,
bir ileri bir geri giden gençlerin sık sık slogan attığı, polisin üniformasıyla giremediği bir halde.
Gençler, özgürlüğün tadını çıkarıyor. Kimisi, bol bol içip “şerefine” sloganı atıyor; diğerleri,
İstiklal gecelerinin müdavimleri. Sokaklarda, gaz maskeleri ve baretler, kestane-mısır gibi
satılıyor. Halk, saldırı bekliyor ve buna herzaman hazır. Şu an, Taksim Meydanı’na çıkan yollar
içinden, yalnızca İstiklal, açık. Yani, polis saldırısının, önümüzdeki günlerde buradan gelmesi,
büyük olasılık. Belediye araçlarının sabahtan gelip daha önce İstiklal’e barikat kurmak için
kullanılmış olan büyük saksıları toplaması da, bunun işareti sayılabilir. Ancak, İstiklal, uzun bir
cadde olduğundan, oraya polis girene kadar, meydandaki halk, önlemini çoktan alacaktır.
Son sorumuz şu: Bundan sonra ne olur? Sorunun yanıtı, bol bol spekülasyonu gerektiriyor.
Öncelikle, İstanbul’da şu anda bulunan polis, 1 Mayıs’taki kadar güçlü değil; çünkü, 1 Mayıs’ta,
tüm ülkenin güvenlik güçleri, İstanbul’a kaydırılmış; İstiklal’in her sokağı, bir ile verilmişti.
Oysa, hemen hemen her şehirde protesto olması, polisin gücünü kısıtlıyor. Ayrıca, direnişe
yönelik her kesimden desteğin, polisin içinde de kök salması olanaklı. İstanbul’da birçok özel
güvenlik görevlisi, direnişi destekliyor sözgelimi. Türkiye Baharı’nın Arap Baharı’na/Kışı’na ne
ölçüde benzediği, rahat koltuklarından ahkam kesmeyi seven köşe yazarlarını dikkate almadan,
ayrıca incelenmeli. Diğer illerdeki protestoların ve direnişin kalbi olan İstanbul’un başkent
olmamasının etkisi gibi konular, derinlemesine yorumlama gerektiriyor.
Beyaz Saray’ın açıklaması, Borsa’nın ve TL’nin değer kaybetmesi, birçok yabancı sanatçının ve
aydının Gezi’yi desteklemesi, otellerin sezon normallerinin çok altında dolu olması vb.
başbakanın gidici olduğuna işaret ediyor. Yurtdışına çıkması ise, bir raslantı değil. Kimi, bunu,
ateşi söndürmek için geriye çekilme ve işi zamana yayma girişimi olarak yorumluyor; kimisi ise,
başbakanın, bu süreçte, ABD’yle el altından çeşitli görüşmeler yapacağını ve bu görüşmelerin
sonuçlarına ve Abdullah Gül ile Fethullah Gülen ikilisinin konumlanışlarına göre, başbakanın
görevden alınmasının mümkün olduğunu tahmin ediyor. Birçok ülkede olduğu gibi, bu durumda,
Abdullah Gül’ün yetkilerini kullanarak hükümeti düşürmesi ve seçim yapılana dek bir geçici
hükümet kurdurması, büyük olasılık. Bu sürecin kazananı, bizleriz; bir de Gülen. Aralarındaki
kavgada, Gülen’in elinin güçlenmesi sözkonusu. Zaten Ecevit’le daha önceki pazarlık sonucu
seçim anlaşması yapıp Erbakan’a karşı DSP’yi destekleyen Gülen Cemaati, buna karşılık, Ecevit
eliyle, cemaat okullarının tanınırlığını sağlamıştı. Bu formülde, Kılıçdaroğlu’yla Gülen, el
sıkışabilir. Meydanlarda atılan sloganlarda, Gülen’in hiç eleştirilmemesi, bu açıdan, dikkat
çekiyor. Ankara kulislerindeki söylentilere göre, bir toplantıda, AKP’nin Merkez Yürütme
Kurulu, başbakana, İçişleri Bakanı’nın, İstanbul Valisi’nin ve İstanbul Emniyet Müdürü’nün
görevden alınmasını ve işin böylece kapatılmasını önerdi; ancak, başbakan, “taviz yok” dedi.
Evet, bu, bir söylenti. Doğru olmayabilir. Ancak, bu sürecin, AKP’nin içinde çatırdamalara yol
açtığı çok açık.
Bu süreçten Türkiye halkları için demokratikleşme çıkar mı? Elbette çıkar! Hükümet istifa
etmese bile, yukarıda anılan üçlünün istifa etmesi ya da görevden alınması, onların yerine
atananların halka şiddet uygulamaya kalkmadan önce kırk saat düşünmesine yol açacak.
Diktatörlükler böyledir. Aslında onların en zayıf noktaları, en güçlü oldukları noktalarıdır. 1
Mayıs’ta bizi sokmadıkları alanda daha güçlüyüz. Medyanın yasağı da kırıldı; diğer yasaklar
da... Domino taşı gibi düşecek hepsi. Ama yarın ama öbürgün...
İlgilisine Kaynak
Gezgin, U. B. (2010). Futbol neden en yaygın spordur? Resim sergilerine gidenlerin sayısı neden
az? Ve dahası… Cogito Dergisi, sayı 63 (Yaz 2010).
http://www.ykykultur.com.tr/dergi/?dizi=Cogito
İzinsiz Gösteri Dergisi, sayı 199 (Kasım-Ekim 2009).
http://www.izinsizgosteri.net/new/?issue=58&page=1&content=479
http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=799&Itemid=30
Kan Var Meydanda
Bir türkü duyuldu Türkiye’de
İstanbul şehrinde
2013’ün yaz günlerinde
Duyabilirsin kulak verirsen o türküye
Özgürlük türküsü idi bu
İnletiyordu meydanı
Hissedebilirdi dünya, tutkusunu, heyecanını
Orada toplanan insanların
Ey çocuklar, kan var meydanda.
Günler boyu geceler boyu
Bekliyorlar meydanda.
“kurmak için daha iyi bir ülkeyi”
İdi yankılanan türkü orada.
“Değil mi ki evlatlarıyız bu vatanın
Seviyoruz anavatanı,
Kardeşlik için, özgürlük için,
Elele veriyoruz elele.”
Ey çocuklar, kan var meydanda.
Sonra geldi emniyet güçleri,
TOMA’ları ile, gazları ile, suları ile.
Korktu devlet
Kendi oğullarından, kızlarından.
Ama yiğitlik vardı meydanda
Sahici ve adil bir gelecek,
Halkın polisi zarar vermez
Gençlerine bu ülkenin.
Ey çocuklar, kan var meydanda.
Türkiye’de 31 Mayıs gecesi
Yıllardan 2013 idi,
Yukarıdan emir geldi,
Üstten geldi, asta gitti.
Ateş açtı ülkenin polisi,
Kana durdu gençler ve öldüler,
binlerin kanı meydanda,
Saklayamaz onu yalanlar.
Ey çocuklar, kan var meydanda.
Dört gün daha sürdü öfke,
Halk, silahların önünde.
Kaç kişi öldürüldü
Bu lanet işe giriştiklerinde?
Sakladılar gerçekleri,
Örtmek için korkak utançlarını,
Ama kanlıdır elleri kanlı,
Ve karanlıktır karanlık, adları.
Ey çocuklar, kan var meydanda.
Gözyaşları dökülüyor Türkiye’de,
Yitirdiğimiz çocuklar için.
Korku var, gizlenme var.
Ve terörist devletin demir pençesi
Bugün sessizliğe büründürebilir herkesi,
Ama silinmez, asla silinemez
Meydanın her yanına yayılan o kan.
Ey çocuklar, kan var meydanda.
Söz-Müzik: Phillip Morgan
Çeviren ve 2013 Gezi Parkı Direnişi’ne uyarlayan: Ulaş Başar Gezgin, 5 Haziran 2013
Şarkı, şuradan dinlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=N4PJVLTrjt0
Ağsayfası: http://gezginulas.blogspot.com/2013/06/kan-var-meydanda.html
Saygon’dan İstanbul’a: Bir Sömürgeci Silahı Olarak Portakal Gazı
Şanlı Gezi Parkı Direnişi’nde kullanılan gazlardan biri, oldukça farklı. Birçok eylemci, turuncu
renkte olan ve insan üzerindeki etkileri açısından biber gazıyla farklılaşan bu maddenin portakal
gazı olduğunu düşünüyor. Bu konudaki bilimsel çalışmalar sürerken, bu maddenin portakal gazı
olduğunu varsayalım ve onun Amerikan askerleri ve Amerikancı Güney Vietnam hükümeti
tarafından Vietnam halkı üstünde kullanıldığını anımsatalım. Gezi Parkı Direnişi’nden yıllar
önce, Portakal Gazı’nın bu savaştaki kullanımıyla ilgili bir inceleme hazırlamıştım. Onu daha
sonra, Prof.Dr. Serdar Değirmencioğlu ile genişlettik ve yakında bir uluslararası konferansta
sunacağız (The 14th SCRA (Society for Community Research and Action) Biennial Conference,
http://www.scra27.org/calendar/2013-scra-biennial-conference ). Bu yazıda, bu ilk incelemeden
kimi bölümlere yer verip ondan sonra Saygon-İstanbul benzetmesi yaparak, AKP hükümetinin
yalnızca faşist değil (Gramsci’nin Kuzey İtalya-Güney İtalya ilişkileri bağlamında belirttiği gibi)
aynı zamanda bir iç-sömürgeci olduğu tezini işleyeceğim. Zamanı dar olanlar, doğrudan, sonuç
bölümünü okuyabilir.
Vietnam-Amerikan Savaşı’nda, 4 milyonu sivil olmak üzere 7.5 milyon Vietnamlı ölürken;
savaştan sonra 40 bin Vietnamlı, patlamamış bombalardan öldü; birçokları, yaralandı ya da
uzuvlarını yitirdi. Savaşın etkileri bu kadarla kalsa yine iyiydi. Amerikan Ordusu, ‘Operation
Ranch Hand’ adı altında, 1961-1971 arasında Güney Vietnam’ın onda biri kadar büyük bir
bölgeye (yaklaşık 17 bin km2; 10 İstanbul büyüklüğünde) 80 milyon litre Portakal Gazı (PG,
Agent Orange) sıktı. PG, zehirli bir bitki (ve gerçekte insan) öldürücü; Vietnam-Amerikan
Savaşı sırasında direnişi kırmak için kullanılıyor. Güney Vietnam’ın yabanıl ormanlarında
gerillalar bir görünüp bir kayboluyorlar. Amerikan Ordusu’nun çözümü, oldukça ‘bilimsel’:
Birçok yeşil alana PG ve diğer zehirler sıkılıyor ki; ağaçlar, yapraklarını döküp gerillayı açığa
çıkarsın. Diğer amaçlar ise, verimli toprakları ekin ekilemez duruma getirip böylece gerillanın
beslenme kaynaklarını ortadan kaldırmak ve bölgeyi yaşanmaz duruma getirmekti . Amerikan
uçakları ve helikopterleri, bu zehirli kimyasalları çok geniş alanlara havadan sıkarken, sivil-
asker/gerilla ayrımı gözetilmedi. Zaten “tüm köyler düşmandı”. Etkilenen bölgelere bir kere
değil defalarca en yüksek dozda PG sıkıldı. PG ve diğer zehirli kimyasallardan 4.8 milyon
Vietnamlı etkilendi. Bu, Güney Vietnam’ın toplam nüfusunun dörtte biriydi. PG’nin ana maddesi
olan dioksinin, Vietnam-Amerikan Savaşı sırasında 25,585 köye ve mezraya sıkıldığı sanılıyor.
İnsanlık tarihinde üretilmiş en zehirli gazlardan biri olarak değerlendirilen PG’nin kalıcı etkileri
var. Toprağın gazdan tümüyle arınması da olanaksız. PG etkileri, ölümden de beter: Gaza
doğrudan ya da yemek ve su dolayısıyla dolaylı olarak maruz kalmış ana-babalardan olma
binlerce az görünür türden engelli doğum oldu ve bu engelli doğumlar, üçüncü kuşakta da
sürüyor. Gaza maruz kalmışların kanserden ölme olasılığı, maruz kalmamışlara göre % 30 fazla.
Ayrıca, PG, sinir sistemi, sindirim sistemi, dolaşım sistemi, solunum sistemi vd. ve deri
hastalıklarına neden oluyor. Bugün Vietnam’da 3 milyon PG mağduru olduğu sanılıyor.
Vietnam-Amerikan Savaşı’nda PG üreten ve sağlayan 37 Amerikan şirketi var. En büyük 7
üretici şunlardı: Dow Chemical, Monsanto, Uniroyal, Hercules, Diamond Shamrock, Thompson
Chemical ve T.H. Agriculture ve Nutrition. En büyük 2 üretici ise, Monsanto ve Dow’du.
Günyüzüne çıkarılan gizli ABD belgelerine göre, Amerikan şirketleri, 1965’te bile, PG’nin
insanlar üzerindeki etkilerinin farkındaydı; yine de bunu üretip Amerikan Ordusu’na sattılar.
Dioksin üreten işçilerin hastalıkları, kamuoyundan gizlendi. Şirketlerin araştırmacıları, kimi
araştırmaların sonuçlarını gizledi; verilerle oynadı; sahte bulgular üretti. Bu belgelere göre, PG
üreticileri, dioksinin etkilerini bilmelerine karşın, bu maddeyi kullandılar; çünkü dioksinsiz
üretim daha pahalıydı ve üretimi daha uzun sürüyordu. Diğer şirketler, zararlı etkileri nedeniyle,
dioksini üretimde kullanmazken, sorumlu şirketler, kullandılar. 2009’da ABD’li PG mağduru
Vietnam gazileri, bu bilgiler ışığında, Dow ve Monsanto’ya yeniden dava açtı. Gazilere göre,
ordunun, dioksinin etkilerinden haberi yoktu; sorumlu, ordu değil üretici şirketlerdi. Bu görüş,
PG’nin sıkılışının ilk dönemlerinde doğru olabilir: Ordu, PG’nin olumsuz sonuçlarını bilseydi,
askerlere özel tedbir talimatları verecekti; yoksa, kendi askerini zehirleyecek bir maddeyi çıplak
elle kullandırtmazdı. Ancak, daha sonraki dönemlerde, PG’nin etkisi, ordu tarafından da
bilinmesine karşın, Vietnam’da kullanımı sürdürüldü; çünkü nasılsa, PG işi, Güney Vietnam
Ordusu’na devredilmişti ve zaten, PG, düşmana sıkılıyordu. 1990’da yayınlanan Zumwalt
Raporu, ordunun da PG’nin zararlı etkilerini bildiğini gösteriyor.
Amerika Vietnam Gazileri Örgütü, Portakal Gazı’nın Vietnam, Kamboçya ve Laos dışında,
ABD’deki üslerde, Kanada’da, Kore’de ve Tayland’da da kullanıldığını belirtiyor. Ancak,
PG’nin en çok kullanıldığı yer, Vietnam. PG ve benzeri gazların yapımında çalışan çeşitli
ülkelerden (ABD, Tayvan, Yeni Zelanda, Kanada) işçiler ve sızıntılardan etkilenen sivil halklar,
sayıca küçük öbekler oluştururken, Vietnamlılar, insanlık tarihinde, bu zehirlerin en yaygın
biçimde sıkıldığı halklar. ABD ve bağlaşıklarının askerleri, PG ve diğer zehirli kimyasallara
geçici bir süre için maruz kalmışken; Vietnamlılar, zehir bulaşmış toprak, yemek ve su döngüsü
içinde bunlara sürekli olarak maruz kaldılar. Bu nedenle, zehirli kimyasalların etkileri,
Vietnamlılarda daha aşırı.
2006’da gerçekleştirilen araştırmada, Güney Vietnam’ın 1962-1971 arasında yüksek düzeyde PG
sıkılan çeşitli bölgelerinde ve özellikle eski Amerikan üsleri çevresinde, besin, insan kanı ve
anne sütünde hâlâ PG’nin etkilerinin sürdüğü bulunuyor; bunlarda yüksek düzeyde dioksin
saptanıyor. Bu bölgelerde balık ve ördekler zehirli. Bu, PG’nin su altlarında biriktiğini
gösteriyor. PG, tümüyle temizlenemiyor; on yılda yalnızca yarısı doğaya karışabiliyor.
Vietnam-Amerikan Savaşı’nda 5 bin Güney Kore askeri öldü. Savaşa 300 bin asker gönderen
Güney Kore de PG’den etkilendi. Vietnam-Amerikan Savaşı gazisi 90 bin Güney Koreli’nin
PG’den etkilendiği sanılıyor. Onbinlerce Güney Kore askerinde deri hastalıkları görülüyor. Ocak
2006’da Güney Kore mahkemesi, Dow Chemical ve Monsanto’yu 6,800 Güney Koreli PG
mağduru için 62-65 milyon Dolar tazminat ödemeye mahkum etti.
2004’e dek Yeni Zelanda hükümetleri, PG iddialarını reddetmiş, PG gerçeğini inkar etmişti. Eski
bir savaş karşıtı eylemcisi olan Yeni Zelanda eski başbakanı Helen Clark, Yeni Zelandalı PG
mağdurlarından 2006’da resmi olarak özür diledi. Mağdurların herbirine, 24,100 Amerikan
Doları tutarında ödeme yapıldı. Yeni Zelandalı PG mağdurları, çektikleri sıkıntılarla
karşılaştırıldığında tazminatı az buluyor. PG mağdurlarının savaşımı sırasında skandal bir olay
da açığa çıktı: 2005’te, Yeni Zelanda’nın Vietnam-Amerikan Savaşı sırasında ABD’ye PG
sağlayanlardan biri olduğu ortaya çıktı. Vietnam-Amerikan Savaşı’na 4 bin Yeni Zelanda askeri
katılmış, 37’si ölmüştü. Avustralyalı PG mağdurlarına da tazminat ödendi.
ABD Ordusu, PG’yi Vietnam’a sıkmadan önce, 1966’da ve 1967’de, PG ve diğer gazların
denemelerini bir Kanada askeri üssünde (Gagetown üssü, New Brunswick) yapmıştı. 2007’de
Kanada, PG denemelerinin yapıldığı üste ya da çevresinde yaşayıp PG’den etkilenenlerin
herbirine 19,200 ABD Doları tazminat ödedi. Tazminat, toplam 4,500 kişiyi kapsıyor. Kanadalı
PG mağdurları, her yıl ilaçlara 19,200 Dolar’dan daha çok para ödediklerini belirterek, bu
miktarı az buluyorlar.
Vietnam-Amerikan Savaşı boyunca, Güneydoğu Asya’nın çeşitli ülkelerinde yaklaşık 3 milyon
Amerikan askeri görev aldı; ne kadarının PG’den etkilendiği tam olarak bilinmiyor; ancak 230
bin ABD’li PG mağduru olduğu sanılıyor. PG kullanımı emrini veren Amiral Zumwalt’ın oğlu
ve torunu da, PG mağduru.
1984’te, PG üreticisi belli başlı 7 şirket (Dow Chemical, Monsanto, Uniroyal, Hercules,
Diamond Shamrock, Thompson Chemical ve T.H. Agriculture ve Nutrition), Amerikalı PG
mağdurlarına toplam 180 milyon Dolar ödedi. PG üreticileri, suçlarını kabul etmediler;
mahkemenin uzamaması için, davacı olan Amerikalı PG mağdurlarıyla mahkeme dışında
anlaşma yaptılar; tazminat, böyle ödendi. Toplam 291 bin ABD’li mağdur tazminat aldı.
Dolayısıyla, her bir mağdura az bir miktar düştü. 3 kuşak mağdurların varlığı düşünüldüğünde,
Amerikalı PG mağdurlarının çok azının tazminat alabildiği düşünülüyor; kimisi, tazminat
alamadan öldü ve sonradan başvuranlar için para kalmadı. Monsanto, 1984’teki davadan önce
de, Times Kumsalı skandalıyla gündeme gelmişti. Kumsal, dioksinle tümüyle kirlenmişti.
PG üreten şirketler, savunmalarında, ABD ordusunun istediği standartlarda üretim yaptıklarını
belirtiyorlar. Yani bir suçlu varsa, o da, ordu. Ancak, ABD Ordusu, özel izin olmadan –ki
verilmiyor zaten- yargılanamıyor. Dolayısıyla, PG üreten şirketler, bu savunma biçimiyle,
ABD’nin dokunulmazlık zırhına sığınmış oluyorlar.
1991’de Amerikan Kongresi, Amerikalı Vietnam Savaşı Gazileri’nin PG’den etkilendiğini yıllar
sonra kabul etti ve PG’nin Amerikalı Vietnam gazilerinin hastalıklarının nedeni olduğu
saptandığından, PG mağduru askerlere, engelli gazilere verilen haklar verildi; Bir Amerikan
askeri, PG kaynaklı hastalıklardan ölmüşse, ailesi, para yardımı alabiliyor. Vietnam’da sıkılan
PG’den etkilenmiş olabilecek diğer bir nüfus, 1.6 milyon Vietnamlı-Amerikalı. Bunlardan,
Amerikancı Güney Vietnam askeri olarak PG sıkmışlar ve PG sıkılmış bölgelerde çarpışmışlar
var; ancak, bunlarla ilgili araştırma bulunmuyor. Bu nüfusun ABD yanlısı ve Vietnam karşıtı
oluşu, konuyla ilgili bilgi toplanmasını zorlaştırıyor.
Vietnamlı PG mağdurlarını, 2003’te kurulan ve bugüne dek Vietnamlı PG mağdurlarına tazminat
ödenmesi için 8 milyondan fazla imza toplamış olan Vietnam Portakal Gazı/Dioksin Mağdurları
Derneği (VPGM) temsil ediyor. 31 Ocak 2004’te, Vietnamlı PG mağdurları, New York’ta,
Brooklyn Mahkemesi’nde, PG üretmiş olan 37 ABD şirketine tazminat davası açtı. Mart 2005’te,
mahkeme, davanın yasal bir dayanağı olmadığını ve şirketlerin ABD’nin PG’yi savaşta kullanma
biçiminden sorumlu tutulamayacağını ileri sürerek takipsizlik kararıyla davayı reddetti.
Mahkemeye göre, PG, insanlara zarar vermek için değil, yaprakları dökmek amacıyla
kullanılmıştı; bu nedenle, PG kullanımı, uluslararası yasaların ihlali olarak görülemezdi. Yine
mahkemeye göre, PG’yle Vietnamlı mağdurların hastalıkları arasındaki nedensel ilişkiyi
kanıtlayan veriler bulunmuyor. Ağustos 2008’de VPGM, ABD Anayasa Mahkemesi’nde dava
açılması için dilekçe verdi. 2 Mart 2009’da ise, Anayasa Mahkemesi, hiç bir gerekçe
göstermeden, dava açmayı reddetti. VPGM, PG üreticisi şirketler yerine, ABD’ye doğrudan dava
açamıyor; çünkü bunun için ABD’nin izni gerekiyor (!) ABD’nin dokunulmazlığı,
yargılanmasına engel oluyor. ABD’de dava açan Vietnamlı PG mağdurlarından ikisi (Nguyen
Van Quy ve Nguyen Thi Hong), dava sürecinde, PG kaynaklı hastalıkları nedeniyle öldü. Sonuç
olarak, Vietnamlı PG mağdurları, tek kuruş tazminat almış değil. ABD, tazminat ödemeye
yanaşmasa da, kimilerine göre, mahkeme süreci, boşa gitmiş bir zaman değil(di); çünkü bu
süreç, dünyanın dört bir yanındaki PG mağdurlarını biraraya getirdi.
ABD mahkemeleri, Vietnamlı PG mağdurları konusunda, kimyasal üreten şirketleri zora sokacak
kararlar vermiyor; çünkü bu, ABD ordusunun savaş suçları işlediğinin ve dolayısıyla ordunun
savaş suçlusu olduğunun kanıtı olacaktı. Kimileri, ABD’nin Vietnam’daki savaş suçlarını kabul
etmemesinin, bu suçları işlemeye başka ülkelerde (Irak) devam etmesinden kaynaklandığını ileri
sürüyor. ABD’nin Vietnamlı PG mağdurlarına muamelesi, insanlıkdışı ve kimilerine göre,
ırkçılığın bir göstergesi. Yasalar, ABD’li mağdurlara tıkır tıkır işlerken Vietnamlı mağdurlara
işlemiyor. Öte yandan, 1984’te Monsanto’nun ve Dow Chemical’ın Amerikalı PG mağdurlarına
tazminat ödemesinin ahlaksal değil pratik bir karar olduğu düşünülüyor. Şirketler, ödemeleri,
müşteri kaybetmemek amacıyla yapıyor. Vietnamlı PG mağdurlarına tazminat ödemeyerek,
müşteri kaybetmiş olmuyorlar. Bugün Dow, PG üretmiyor; ama dioksin içeren ürünler üretmeye
devam ediyor. Dow ve Monsanto şirketleri, Vietnam’da iş yapmayı sürdürüyor; ama PG
mağdurlarına yardım etmiyorlar. Monsanto’ya göre, Vietnam-Amerikan Savaşı’yla ilgili
sorunlar, ABD ve Vietnam arasında çözülmeli; bu, Monsanto’nun işi değil.
Vietnamlı PG mağdurları, çeşitli etkinliklerle, uluslararası arenada seslerini duyurmaya çalışıyor.
Bunlardan biri, 2008’de, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombasının mağdurları ve görgü
tanıklarıyla, Vietnamlı PG mağdurlarının Vietnam’da buluşması oldu. 2004’te, Vietnam’da, 10
Ağustos, Portakal Gazı Mağdurları Günü olarak ilan edildi.
Çeşitli kaynaklar, PG kullanımının bir savaş suçu olup olmadığını soruyor. PG kullanımı, çeşitli
uluslararası anlaşmaların ihlali anlamına geliyor. Kimi kaynaklar, PG’nin bir kitle imha silahı
olduğunu belirtiyor; Vietnam’da siviller üstünde kullanılmış oluşuna dikkat çekiyor ve ABD’nin
bu tutumunu, varolmayan kitle imha silahları dolayısıyla Irak’ın işgal edilmesi ile
ilişkilendiriyor.
***
Sonuçlar
Şimdiye kadar söylediklerimizi özetleyelim: Portakal Gazı, yalnız Vietnamlıları değil, onbinlerce
Amerikan askerini ve ABD bağlaşığı olarak savaşan Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve Güney
Koreli askerleri de etkiledi. Amerikalı, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Güney Koreli ve Kanadalı
PG mağdurları tazminat kazanırken; Vietnamlı PG mağdurları, tek kuruş alamadı. ABD’de
PG’nin kullanımı, çok önce, 1970’te yasaklanmıştı; çünkü araştırmalar, PG’nin korkunç
etkilerini göstermişti. Çeşitli kaynaklarda Amerikan Ordusu’nun PG’nin korkunç sonuçlarından
haberdar olduğunu gösteren çeşitli bilgilere yer veriliyor; ancak, kimyasal, düşman üstünde
kullanıldığı için, bu etkiler, umursanmıyordu. PG üreticilerinin PG ile hastalıklar arasındaki
ilişkileri yoksayışı, sigara şirketlerinin tütünle kanser arasındaki ilişkiyi uzun yıllar yoksayışına
benzetiliyor. Ancak, tütün, dünyanın birçok ülkesinde yüzmilyonlarca insanı etkilerken; PG’nin
etkisi, Vietnamlı siviller, Vietnam Savaşı gazileri ve savaş dışındaki birkaç olayla kısıtlı.
Yukarıda sunulan bilgilerden Taksim Direnişi için şu sonuçlara varılabilir:
- Türkiye’de dioksin kullanılmış olsa bile, bunların, başka kimyasallar içinde düşük bir oranda
kullanıldığı ve Vietnam’daki kadar yoğun olarak kullanılmadığı için, aynı etkileri göstermeleri,
düşük olasılık. Yine de, bu durum, PG kullanımının bir savaş suçu olduğu gerçeğini
değiştirmiyor.
- Bir de neo-liberalizm eleştirisi gerekli: Güvenlik amaçlı kimyasal üretimini piyasanın (ve/ya da
ceberrut devletlerin) insafına bırakmak, saflık olur. Vietnam örneğinde, kimi şirketlerin,
kimyasalları ayrıştırmak pahalı olduğu için, maliyetten düşmek adına, özellikle dioksin
kullandığı görülüyor. Şirketler, sorumludur; yalnızca polis ve devlet değil. Ayrıca, bu piyasaya
aşırı güvenin yanına düşman hukuku ekleniyor. Yukarıdaki Vietnam örneğinde görüldüğü gibi,
“Zaten başkası üstünde kullanılacak; beni ilgilendirmez” tavrı, bu maddeleri kullananların
dokunulmazlık zırhı altında soruşturulmaması ile pekiştiriliyor.
- İleride, Türkiye’de, bir Portakal Gazı Mağdurları Derneği kurulabilir. Bu, uluslararası düzeyde
açılan davalarda müdahillik sorununu çözebilir.
- Vietnam örneğinde, halka PG atanların, en azından ilk dönemlerde, PG’nin ölümcül
etkilerinden haberdar edilmediğini görüyoruz. Aynısı, Türkiye’deki durum için de sözkonusu
olabilir. PG kullanımı emrini veren Amerikalı komutanın piyade olan oğlunun ve onun
çocuğunun PG mağduru olması, bu açıdan dikkat çekici.
- Direnişte toplanan kapsüllerin üstündeki yazılardan, bu kimyasal silahları üretenlerden birinin
Nonlethal Technologies (Ölümcül Olmayan Teknolojiler,
http://www.nonlethaltechnologies.com/ ) olduğu görülüyor. İnsan hakları örgütleri ve baro,
yalnızca güvenlik güçlerine ve hükümete değil, aynı zamanda bu şirkete de dava açmalıdır.
Yukarıda sicili bozuk olduğu görülen Dove ve Monsanto da, Türkiye’de boykot edilmelidir.
- PG’nin besin zincirine girmesinin Türkiye için anlamı şudur: İstanbul balığı da, zehir
döngüsünün içinde. Ayrıca, PG’nin yoğun olarak sıkıldığı bölgelerde, bitkilerin durumunu da
incelemek gerekiyor.
- PG’nin uzun erimli çözümü, vetiver otu (Vetiveria Zizanoides) ekimi. 1 metreye dek büyüyen
vetiver otu, kökleriyle, zehirli maddeleri arındırıyor; vetiver otunun, PG’nin topraktan
arınmasında etkili olabileceği sanılıyor. Ayrıca, tüm Türkiyelilerin, dioksin taramasından
geçirilmesi gerekiyor.
- Kendi halkıyla savaşan Amerikancı Güney Vietnam hükümeti ile Erdoğan hükümeti, birçok
benzerlikler taşıyor. Göstericileri insansızlaştırılmış bir biçimde algılama, bunun bir örneği.
Göstericiler ne ölüyor ne yaralanıyor; onlar, yalnızca, “etkisiz hâle getiriliyor”.
- Gezi Parkı için yapılan eylemlerdeki polisin tavrı, 1968 Hue Kimyasal Saldırısı ile büyük
benzerlikler gösteriyor. 3 Haziran 1963’te Amerikancı Güney Vietnam askerleri, Hue kentinde
dua etmekte olan Budist rahipleri yoğun bir göz yaşartıcı bomba saldırısına maruz bırakmıştı.
Dualı protestonun nedeni, Katolik olan Amerikancı hükümetin, ülkede, Budizm’i yasaklamaya
kalkmasıydı. Bu saldırı, ulusal ve uluslararası kamuoyunda büyük tepki toplayınca, Güney
Vietnam hükümeti, uzlaşma yolları aradı; anlaşma yapıldı; ancak hükümler uygulanmadı. Bu
süreç, Güney Vietnam hükümetinin darbeyle düşürülmesine kadar sürdü. Saldırı, ABD’nin
imgesini sarsmış ve ABD, bu kamburu sırtında taşımak istememişti (bkz.
http://en.wikipedia.org/wiki/Hu%E1%BA%BF_chemical_attacks ). Bugün de, ABD’nin,
“Erdoğan hükümetini artık taşımak istemiyorum” noktasına gelmesi, şaşırtıcı olmayacak.
Haydi Haydi Hızlı
(1) Orta Yaş
Hızlı olmalı herşey,
Haydi haydi hızlı!
Daha hızlı doğsun güneş, söyleyin,
Daha hızlı dolsun meydanlar, parklar, yangın kuleleri,
Unutuluşa mahkum edilmiş cinler çıksınlar şişelerinden
Tüm kara iklimlerinde gemi direkleri.
Hızlı olmalı herşey,
Haydi haydi hızlı!
Ha diyelim, ters düz olsun dünya, baş olsun ayaklar,
Omuzdan tutsun birbirini, fişek yemiş bacaklar,
Çadırlara pislemiş kuşları uğur mu saymalı?
Bu merdivenler bir son bulacakmış diyorlar inanmalı mı?
Hızlı olmalı herşey,
Haydi haydi hızlı!
Çıkamadık kutumuzdan bozar diye bizi dünya,
Votkayı zula etmiş liseliler gibiyiz bu padişahlıkta,
Konservede yaşıyoruz zaten, bozulmamak için yıllardır,
Kullanma tarihi geçecekken açtılar bizi, hayırdır?!
Hızlı olmalı herşey,
Haydi haydi hızlı!
(2) Gençlik
Hızlı olmalı herşey,
Haydi haydi hızlı!
Bir tivit hızında iç çekip bir esemes kadar hürüz,
Bir yutubdan saundklauda yankılanıyor türkümüz,
Varız ve yokuz, Şröndinger’in kedisi gibiyiz,
Varız ve yokuz, bir varmış bir yokmuş devrinde miyiz?
Hızlı olmalı herşey,
Haydi haydi hızlı!
Biz Keloğlanlar, Kelkızlar, padişahın kurbanına
Dönüşürken, bu cinler periler diyarında,
Yine de GTA’dan çıkmış bir nesil olarak,
Sis atanlara ses atıyoruz sıcak sıcak.
Hızlı olmalı herşey,
Haydi haydi hızlı!
Kim ‘geym ovır’ o belli değil, ama çok canımız var,
Altı yıldız oldu, koptu geliyor, aha şimdi tankımız var,
Hızlı olmalı herşey, bu levıllar, bu silahlar,
Hileyi bilen söylüyor, dolup taşıyor forumlar.
Hızlı olmalı herşey,
Haydi haydi hızlı!
Ulaş Başar Gezgin, 8 Haziran 2013
http://gezginulas.blogspot.com/2013/06/haydi-haydi-hzl.html
Gezi’ye Destek için Açık Ders:
Gezi Sonrası Anaakım Psikoloji Sorgulanırken:
Ezilenlerin Psikolojisi
Ne Zaman?: 6 Haziran 2013 Perşembe, 19:30
(Üniversite hocalarının AKM önünde 19:00’da yapacağı basın açıklamasından hemen
sonra; 20:00-20:30 gibi AKM önünde başlayacak konserlerden hemen önce)
Nerede?: Taksim Gezi Parkı’nda Darüşşafaka Köyü’nde (Yeşil-Siyah bayraktan
tanınabilir)
Yard.Doç.Dr. Ulaş Başar Gezgin
(Vakit Yettiğince) Konu Başlıkları (duruma göre, başka bir gün, ikinci bir ders yapılabilir)
- Ezenlerin Hizmetindeki Psikoloji: Vietnam Sendromu
- Psikologların Sınıfsal Özellikleri:
Sosyete sporu olarak psikoloji
Ücretli sertifika programları
Özel-devlet mezunu orantısızlığı
Klinik psikoloji programlarında ticarileşme
Travma tüccarlığı
Seans ücretleri
Pozitif psikoloji, yaşam koçluğu ve diğer ruhsal ticaretler
Meslek odası, meslek yasası, güvencesizlik
DSM-V, ilaç ve sigorta şirketleri
Psikologların 12 Eylül’deki ve diğer kırılma noktalarındaki sorumluluğu/sorumsuzluğu
- Bireye “sen değiş, toplum değişmiyor” diyen yaklaşım
- Anaakım psikolojinin toplumsuzluğu, tarihsizliği, kültürsüzlüğü ve diğer -sizlikleri
Sosyal psikoloji
Gelişim psikolojisi
Kültürel psikoloji
- Akademik psikolojinin yaşamdan kopukluğu: Sosyal psikoloji örneği
- Akım fanatikleri olarak psikologlar ve aşırı çözümlemeler (psikanaliz sorunsalı)
- Bireyci toplum-toplulukçu toplum (kültürel psikolojiye sosyal psikoloji eleştirisi)
- Tarihsel bağlamı içinde psikoloji
Üçlü sömürgeci işbölümü ve laboratuvara tıkılmış bir alan olarak psikoloji
- Direnişin medyası ve sosyal medya psikolojisi (Che’nin radyosu: Radio Rebelde)
- Eğitim psikolojisi açısından direniş:
Yatay öğrenme
Akrandan öğrenme
Ezilenlerin pedagojisi
- Ezilenlerin sağlık psikolojisi:
Gaza dayanma bilişleri
Empati: Karasinek örneği
- Tüketici psikolojisi açısından İstiklal’de, baret, maske ve bayrak satımı
- Politik psikoloji açısından Gezi Parkı Direnişi:
Halkla ilişkiler ve kamuoyu
Diktatörün psikolojisi
- Örgüt psikolojisi açısından Gezi Parkı Direnişi:
Motivasyon
- Gelişim psikolojisi açısından Gezi Parkı Direnişi:
Yaş özellikleriyle direniş İlişkisi
Direniş ve rol modelleri
- Çevre psikolojisi açısından Gezi Parkı Direnişi
- Evrimsel psikoloji açısından Gezi Parkı Direnişi
Polisle direnişçiler arasında yer işaretleme kavgası
Hiyerarşi belirlenimleri
Damgalama davranışları
- Kişilik Psikolojisi açısından Gezi Parkı Direnişi
Direnişçilik, kişilik özelliği mi yoksa bir süreç değişkeni mi?
- Adli Psikoloji açısından Gezi Parkı Direnişi
Suçlu kim? Katil kim?
- Direniş ve kimlik
- Bilişsel bilim açısından direniş: Lidersiz direniş, dağıtık biliş
- Alternatif: Ezilenlerin psikolojisi (Toplumsal Ulamlar, Çoğul Kimlikler)
Tümdengelime karşı tümevarım
Akademiden sokağa değil sokaktan akademiye
Bireyden topluma değil toplumdan bireye
Psikologların sınıfsal ve mesleksel özeleştirisi
(...)
Gezgin, U.B. (2013). Gezi Direnişi sonrası ezilenlerin psikolojisi. Bianet, 9 Haziran 2013.
http://bianet.org/bianet/siyaset/147384-gezi-direnisi-sonrasi-ezilenlerin-psikolojisi
Gezi’ye Destek için Açık Ders:
Gezi Sonrası Anaakım Psikoloji Sorgulanırken:
Ezilenlerin Psikolojisi
Yard.Doç.Dr. Ulaş Başar Gezgin
Ezilenlerin psikolojisini tartışmaya açmak için ezenlerin psikolojisiyle ve ezenlere hizmet eden
psikolojiyle hesaplaşmak gerekiyor. Ezenlere hizmet eden psikolojinin en klasik örneklerinden
biri, ‘Vietnam sendromu’ kavramı. ‘Vietnam sendromu’, Vietnam-Amerikan Savaşı’na
gönderilen Amerikan askerlerinin orada yaptıkları/yaşadıkları sonucu ortaya çıkan travma
sonrası stres bozukluğu olarak nitelendiriliyor. Birincisi, ‘Vietnam Savaşı’ (ve ‘Irak Savaşı’)
sözü bile, sömürgeci mantığı yansıtıyor. Vietnamlılar, o savaşa, ‘Amerikan Savaşı’ diyorlar.
Daha tarafsız bir ifade, Vietnam-Amerikan Savaşı olabilir. İkincisi, ‘Vietnam sendromu’ sözü,
Amerikan askerlerinin mağduriyetini hesaba katarken, Vietnam halkına yaşatılan travmalara
gözünü kapatıyor. Ezenlere hizmet eden psikolojinin bir başka düzeydeki örneği, ‘denek’
kavramı. Psikoloji araştırmalarına katılanlar için ‘denek’ ((experimental) subjects) sözünü
kullanan psikologlar, katılanlarla asimetrik bir ilişki kurmuş oluyor. Bu bilimsel-otoriter
yaklaşım, psikoloji bilgisinin ne için üretildiğinin farkında bile değil. Karşımızdaki, hayvan değil
(ki hayvana bile böyle mi yapılmalı?); bu insanlar, psikoloji bilgisinin üretimine biz deneycilerle
aynı düzeyde katkı sağlayan katılımcılar (participants). Bilgi, kendini ve toplumu özgürleştirmek
için üretildiğinde, katılımcılar (‘denek’ler değil) özne konumuna yüksel(til)miş oluyor.
Psikologların Sınıfsal Profili
Ezenlerin psikolojisini daha kapsamlı olarak incelemek için, psikologların sınıfsal özelliklerine
girmek gerekiyor. Birincisi, psikolojiyi büyük oranda bir sosyete sporu olarak değerlendirmek,
yanlış olmaz. Psikologlar, çoğunlukla orta ve üstü kesimlerden geliyor; alt kesimlerden gelenler
de, Bourdieu’nun ‘kültürel sermaye’ kavramını anımsatır bir biçimde, sınıf değerleri ediniyorlar.
Psikologlar, pratikte, çoğunlukla, zenginlere hizmet ediyor. Seans ücretleri, eğer tanıdıksanız,
150 Lira’ya düşebilir belki; ancak, genellikle 300-500 Lira aralığında. Son istatistiklere göre,
Türkiye’de psikologların çoğu, özel üniversitelerden çıkıyor (bu noktada, Murat Paker ya da
Mete Tunçay gibi, beni, “Türkiye’de özel üniversite yok, vakıf üniversitesi var” diye düzeltmeye
kalkanlar çıkabilir. ‘Özel üniversite’ sözünü burada bilinçli olarak kullanıyorum; çünkü adının
tersine, birçok sözde ‘vakıf üniversitesi’, kar amacı güdüyor. Vergi muafiyeti, ek kalemlerdeki
ihaleler, para getirmediği için kapatılan bölümler vb. örnekler, sayfalarca uzatılabilir. Ercan ve
Korkusuz Kurt’un 2011 tarihli ‘Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite’ kitabını
öneririm. Ayrıca, Aslı Odman’ın aynı kitapta yazdığı gibi, kar amacı güden bir yabancı şirket
tarafından yönetilen Bilgi Üniversitesi, iyimserler için bile, ‘kar amacı gütmeyen’ statüsüne
giremiyor. Vakıf üniversitelerinin kâr amacı gütmemesi koşulunun, Bilgi örneğinde bir kez daha
ve bir başka yoldan delindiği görülüyor.) Psikologların çoğunun özel üniversitelerden çıkması,
psikoloji diploması alabilenlerin, çoğunlukla, parası olanlar ya da ağır borç yükü altına girmeye
razı olanlar olduğunu gösteriyor. Bu durum, özellerde ticari amaçla açılan klinik psikoloji yüksek
lisans programlarıyla doruğuna çıkıyor (buradan, “tüm özel üniversitelerdeki klinik psikoloji
programları kötüdür” gibi bir sonuç çıkmasın).
Kapitalizm, ‘yaşam boyu eğitim’ adı altında, işgücünü sürekli eğitim almaya zorlanan bir
tüketiciye dönüştürüyor. Psikoloji diploması almış genç meslektaş, kendini geliştirmek adına
yeni sertifikalar almak durumunda. Artık, psikologluğun temel yetileri, psikoloji bölümlerinde
öğretilmiyor. Onun yerine, genel bir diplomanın üstüne, “1 milyar ver, şu testi öğren”; “3 milyar
ver, şuradan sertifika al” sistemine geçilmiş oluyor. Bu durum, mezun olduğunda, aileden bir
sermayesi ya da toplumsal sermayesi (bağlantılar-ilişkiler) olmayan psikologları da mesleğin
çeperlerine ve hatta dışına itiyor. Türk Tabipler Birliği, Barolar Birliği, Türk Psikologlar
Derneği, İHD, TİHV vb. kuruluşlar dururken, travma sertifika programını bir özel üniversite
altında ve o üniversitenin reklamını yapacak bir biçimde gerçekleştirmek bile, bu koşullarda
sıradanlaşıyor. Şanlı Gezi Direnişi’nde travma yaşatılan direnişçilerin bir bölümü, bu ticarileşmiş
psikoloji ortamında, psikolojik destek alamıyor. Oysa, asimetriyi değil eşitliği gözeten psikolojik
yardım (terapi değil), bir insan hakkıdır. Demek ki, psikologların sınıfsal konumlanışlarının
kendisi bile, bir insan hakları ihlalidir. Ve hiçbirimiz temiz değiliz. En muhaliflerimiz bile kirli.
Piyasa koşullarına göbekten bağlıyız.
Öte yandan, psikologların bir meslek örgütünün/odasının ve meslek yasasının olmaması, bu
koşulları derinleştiriyor. Bir kere, psikologların, avukatlar gibi, meslektaşların etik ihlalleri
karşısında, men cezası türünden yaptırımları bulunmuyor. Pozitif psikoloji, yaşam koçluğu ve
diğer ruhsal ticaretler, hatta ‘psikologum’ diyerek halkı aldatanlar, bir etik kurul aracılığıyla
bilimsel hizaya getirilemiyor. ‘Solculuk, hastalıktır; tedavi edilmelidir” diyen ‘profesör’, işine
devam ediyor, daha bilimdışı, daha gerici görüşleriyle ve her yıl, çok sayıda kendi klonunu
yaratarak. Psikologların yasal güce sahip meslek örgütünün yokluğu, aynı zamanda,
psikologların bir kesimini, özellikle de yeni mezunları, özlük hakları olmayan, asgari ücrete ve
biraz üstüne çalışan, psikolog olmalarına karşın psikolojik tacize (mobbing) maruz kalan ve
mevsimlik işçiler gibi kimi zaman işsiz kalan prekaryatlara çeviriyor. Özellerden ve de devletten
çok fazla psikoloji diploması çıkarken, kapitalizmin bir klasiği olarak, eğitim kotaları,
toplumdaki ihtiyaca göre belirlenmiyor. Psikoloji kontenjanları, birinci olarak, lise
mezunlarından gelen talebe göre oluşturuluyor. Kapitalizmde özgürlüğümüz var; psikoloji
okuyup işsiz kalma özgürlüğü. Birçok sektörde olduğu gibi, kapitalizm, istihdama tamı tamına
ya da yaklaşık olarak karşılık gelecek sayıda mezun vermiyor. Herzaman daha fazla mezun
veriyor ve buradan çıkan yedek işgücü sayesinde, hem çalışma koşullarını hem de ücretleri
rahatlıkla aşağıya çekiyor. ““Bu maaşa çalışmam” mı diyorsun?! Defol! Daha düşüğe çalışmak
isteyen yeni mezunlar (ya da üniversite ortamlarında, Yard.Doç.lar) var” deniyor. Psikoloji
bölümü kontenjanları, bölümdeki hocaların yeterliliklerine ve olanaklarına göre belirlenmiyor.
Üniversite yönetiminden gelen ticarileşme baskısı nedeniyle, çatışan, uyumsuz görülen ve kapı
önüne konan her ünvandan psikologun ülkesi, Türkiye. Bunun içinde, bilmemkimin eşi dostu
diye notların yükseltilmesini istemek bile var.
Psikolojinin ticarileşmesinin bir başka boyutu, DSM-V. Bu, Tanı ve İstatistik Elkitabı. Klinik
psikologların ve psikiyatrların İncili olan bu kitapta, her bir psikolojik rahatsızlık, semptomlar
halinde listeleniyor. “Karşınızdaki, şu şu şu belirtiler gösteriyorsa, şu rahatsızlığa sahiptir” gibi
bir yaklaşımla çalışan kitap, ABD’de, ilaç ve sigorta şirketlerinin lobiciliği kapsamında ve
çoğunlukla psikiyatrlar tarafından tıbbi bir modelle hazırlanıyor. Bu cümledeki üç kavramsal
öğeyi açalım: Birincisi, bu kitap, ABD’de, temsil niteliği kısıtlı bir kesimle oluşturulurken, tüm
dünyada geçerliymiş gibi kullanılıyor. Bir kere, kültür, farklı; dahası, sınıfsal farklar da
olabiliyor. Psikologlar, yurtdışında geliştirilmiş bir testi Türkiye’de kullanmadan önce, geçerlik-
güvenirlik çalışması yapıyorlar; ancak, bu elkitabı için, aynısı sözkonusu değil. Bu elkitabının
kullanımının, içinde bulunduğumuz Amerikan sömürgeciliğinin psikologlar olarak beynimize
işlenmiş oluşuyla açıklamak, pek de yanlış olmaz. İkincisi, bu kitap, hiç de öyle tümüyle bilimsel
bir süreç içerisinde hazırlanmıyor. İlaç ve sigorta şirketlerinin çıkarı, kitabın kapsamına ve
içeriğine dayanıyor. Rahatsızlıklar, ne kadar geniş tutulursa, ilaç ve sigorta şirketleri, o kadar çok
kazanıyor. Birkaç gün önce, kitabın 5. baskısı yayınlandı. Her baskıda, eklemeler ve çıkarmalar
oluyor. Daha önce, eşcinsellik, bir hastalık olarak yer almıştı örneğin. Bunun kaldırılması,
bilimsel ölçütler nedeniyle değil, lobiler sayesinde oldu. Olumlu olan bu örnek, aynı zamanda,
Kuhn, Feyerabend ve Lakatos’un bilim felsefesi ve bilim toplumbilimi yaklaşımlarına göz
kırpıyor. Bilim, yalnızca bilim değil; aynı zamanda, lobicilik gibi toplumsal boyutları da
bünyesinde barındırıyor. Üçüncüsü, kitap, tıbbi modele dayanıyor. Bu model, psikolojik
rahatsızlıkları, biyokimyasal bir sorun alarak algılıyor. Yani, ilaçlar yoluyla, hastanın kimyasını
düzeltmeye dayanıyor. Oysa, rahatsızlığın, toplumsal ve psikodinamik vb. kulvarlarda, çok
çeşitli açıklanma biçimleri var. Bu yönüyle, kitap, çoğulcu bir bilim okumasına izin vermiyor.
Bir sonraki konuya geçmeden, psikologların sınıfsal yapısıyla ilgili olarak bir noktaya daha
dikkat çekebiliriz: Bu, psikologların 12 Eylül’deki ve diğer kırılma noktalarındaki
sorumluluğu/sorumsuzluğu konusu. 12 Eylül döneminde, Hipokrat Yemini’ni tersine çeviren
(Sağlık Bakanı’nın açıklamasını analım: “Madem devlete karşı geliyorsun, ne diye ambulans
bekliyorsun”) işkenceci doktorların yanında, kimi psikologların da yer aldığı söyleniyor. 11
Eylül sonrasında ise, Guantanamo’da ve diğer esirhanelerde mahkumlara işkence eden ya da
işkence edilmesine yardımcı olan psikologlar, Amerikan Psikologlar Derneği’nde büyük
tartışmalara yol açmıştı. 12 Eylül’le göstermelik hesaplaşma sürecinde, 78’liler Vakfı’nın
yayınladığı listenin bir benzeri olarak, bugün bir kısmı hayatta olmasa bile, 12 Eylül
psikologlarının isim isim açıklanması ve insanlık suçlarıyla birlikte anılması gerekiyor. 12
Eylül’ün ve diğer kırılma noktalarının psikologları afişe edilmediği için, “solculuk hastalıktır,
tedavi edilmelidir” zihniyeti, pervasızca yoluna devam ediyor.
Şanlı Gezi Direnişi’nin rüzgarı, psikologlar üstünde de esti (Burada, ‘Şanlı Gezi Direnişi’nden
kasıt, yalnızca Taksim değil; bu söz, burada, Gezi’den esinlenen Beşiktaş, Gazi, Ümraniye,
Kızılay, Dersim, Antakya, İzmir, Eskişehir gibi direnişleri kapsayacak biçimde kullanılıyor).
Türk Psikologlar Derneği’nin (TPD) toplumsal olaylara duyarsız kalmasından rahatsız olan bir
grup genç psikologun birkaç yıl önce kurduğu TODAP (Toplumsal Dayanışma için Psikologlar
Derneği), Gezi’den önce de zaten tepkisini dile getiriyordu. Psikologlar için yeni olan ise,
genellikle tepkisiz kalan TPD’nin de egemenlere karşı tavır alması, istifa/görevden alma talebini
yükseltmesi ve şimdiye dek pek anlaşamayan TODAP ile TPD’nin alanlarda birarada yer alması
oldu. Bu birlikteliğin sürmesi, temennimizdir. Bu birliktelik, Türkiye için duyulan umudun
psikologlar için de duyulabileceğini göstermekte. Diğer bir deyişle, bu yazıdaki eleştirel tonu,
Gezi öncesi statüko için geçerli saymak gerekir. Toplum, dönüşürken; psikologlar da dönüşüyor.
Gezi Direnişi’nden Sonra Akademik Psikolojinin ve Psikoloji Bilgisinin Eleştirisi
Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde, psikolojik yardım, bireye, “sen değiş, toplum
değişmiyor” diyen tutucu bir anlayışa dayanıyor. Bireyin yanında ve/ya da bireyin yerine, bireyin
parçası olduğu toplulukların ve genel olarak toplumun değişmesi gerektiği gerçeği, hasıraltı
ediliyor. Şanlı Gezi Direnişi öncesinde katıldığım bir toplumsal travma toplantısında, değişimin
yalnızca bireyden istenmesini eleştirdiğim zaman, büyük bir tepkiyle karşılaşmıştım. Gezi’den
sonra, böyle bir tepkinin kalmış olabileceğini pek sanmıyorum ya da umuyorum kalmamıştır.
Ancak, yine de, değişim, bir gecede olmuyor. Travmalar için direnişçilere destek olmak isteyen
kimi psikologlar (hepsi değil), ‘mağduriyet’ sözcüğünü kullanabiliyor örneğin. Liberal bir
kavram olan ‘mağduriyet’, yukarıdaki ‘denek’-‘katılımcı’ örneğinde olduğu gibi, direnişçileri,
edilgen varlıklar olarak görüyor. Bunun yerine, ‘direnişçi’ ya da bu yazıda görüldüğü gibi,
‘ezilen’ kavramının kullanılması gerekiyor. Birçok örnekte, direnişe katılan ezilenler, toplumsal
bilinç anlamında, ortalama bir psikologun ilerisinde oluyor. Dolayısıyla, kimi durumlarda,
psikologlar, ezilenlere yardım edecek durumda değil; tam tersine, psikologların ezilenlerden
yardım alması gerekiyor. Bu konu, ezilenlerin pedagojisi akımının kurucusu olan Brezilyalı
Marksist düşünür Paulo Freire’in ‘diyalog’ kavramına rahatlıkla bağlanabilir.
Bir diğer konu, anaakım psikolojinin (AP) epistemik özellikleri. Anaakım psikoloji,
toplumsuzluğu, tarihsizliği, kültürsüzlüğü ve diğer –sizlikleri nedeniyle eleştirilip aşılmayı
gerektiren bir bilgi pratiği. AP’de toplumsallık, içkin olmadığı için; diğer bir deyişle,
toplumsallık, psikolojinin temel bir özelliği sayılmadığı için, ‘sosyal psikoloji’ diye ayrı bir alan
var. Bu alan, birey üstündeki toplumsal etkilere odaklanıyor. AP, bireysel tarihi de (bebeklik,
çocukluk, yaşlılık vb.) temel bir özellik saymadığı için, ‘gelişim psikolojisi’ diye ayrı bir alan
var. Aynı biçimde, kültürü ikincil saydığı için, ‘kültürel psikoloji’ diye bir alan var.
Akademik psikolojinin yaşamdan kopukluğu, olağan bir durum. Son yıllarda yavaş yavaş değişse
de, özgürleşme pratikleri adına, toplumsal sorunlara çözüm üreten akademik bir psikolojiden söz
etmek, zorlama olur. Türkiye’de sosyal psikoloji, uzun yıllar, “laf salatası yapıyorlar” diyerek
sosyolojiye burun kıvırdı ve birkaç olumlu örnek dışında (ilk akla gelenler, Serdar
Değirmencioğlu ve Melek Göregenli), toplumsal sorunların arkasından dolaşmayı tercih etti ve
bir kesim, bu biçimde profesör yapıldı. Başka alanlarda da olduğu gibi, toplumsal sorunlara ne
kadar az dokunursanız, o kadar makbul bir akademisyen oluyorsunuz. Sonra gelsin ünvanlar,
idari görevler, televizyon programları...
Akademik psikologların bir bölümünde, akım fanatizmi görülüyor. Psikoloji içindeki akımlara
(örneğin bilişsel-davranışçı, psikodinamik vb.) fazlasıyla bağlı olanlar, aslında, değerli psikolog
Jean Piaget’in benzeştirme (asimilasyon) yanılgısına düşmüş oluyor. Yani zihniyetini dışarıdaki
gerçekliğe göre yenilemek yerine, gerçekliği çarpıtıp zihniyetine uyumlu duruma getiriyor. Gezi
Direnişi’nin bu tür psikologlara ihtiyacı yok; hatta, tersine, az önce belirtildiği gibi, bu
psikologların direnişçilerden öğrenecekleri çok şey var.
Bir başka yazıda belirttiğim gibi (Bianet, 5 Haziran 2013), Şanlı Gezi Direnişi, Türkiye’de
yaygın olan görüşün tersine, ülkenin toplulukçuluktan bireyciliğe bir geçiş yaşamadığını ve
kültürü bağımsız bir özne olarak görmenin yanlışlığını gösteriyor. 12 Eylül bile, bunu
başaramadı. Sosyal psikolojiye karşılık gelen toplumsal bağlam, kültürel değerlerden daha güçlü
ve önemli.
Bu bölümü bitirmeden, bir konuya daha girelim: Bu, tarihsel bağlamı içinde psikoloji konusu.
19. yüzyılın ürünü olan sosyal bilimler, sömürgeci mantığı yansıtıyor. Bu mantık, dünyayı üçe
ayırıyor. Gelişmiş (‘Batılı’) toplumlar, ki bunlara sosyoloji bakıyor; biraz gelişmiş ama ‘Batı’
kadar gelişmemiş toplumlar, ki bunlara şarkiyatçılar (oriental studies) bakıyor ve gelişmemiş
‘ilkel’ toplumlar, ki bunlara antropoloji bakıyor. Psikoloji, bu üçlemenin neresinde duruyor?
Psikoloji, tarihsel olarak, bu üçlemenin birinci ayağında duruyor ve fakat, çıkışında, laboratuvara
hapsedilmiş ve toplumsal bağlamından koparılmış bir bilgi alanı. Bu tarihsel geçmiş nedeniyle,
hâlâ toplumdan kopukluk ve ‘Batılı’ olmayan bağlamlarda geçerlilik sorunu yaşıyor.
Psikolojik Açıdan Şanlı Gezi Direnişi
Bu bölümde, eleştirel psikoloji açısından, Şanlı Gezi Direnişi’ni kısa kısa yorumluyoruz. Bu
bölüm, daha sonraki çalışmalarda geliştirilecek hazırlık notları niteliği taşıyor. Dolayısıyla,
kapsayıcı değil; ancak, araştırmacılara esin vermeyi amaçlıyor.
- Direnişin Medyası ve Sosyal Medya Psikolojisi: Direnişin sosyal medya üstünden
örgütlenmesi, sosyal medya psikolojisi açısından incelenebilir. Küba Devrimi’nde Sierra
Maestra’da savaşan Che Guevara’nın canlı yayın yaptığı bir radyo kanalı vardı: Radio Rebelde.
2013’te ise, sosyal medya var. Sosyal medya psikolojisiyle ilgili 2012’de yazdığım kitapta
(Gezgin, 2012), sosyal medyanın aşağıdaki özelliklerini sıralamıştım. Bu özeti, hazırlamakta
olduğum başka bir kitap bölümünden alıntılıyorum:
- Medya ile sosyal medya, bir kere iletişim araçlarında farklılaşmaktadır. Medya başlığı
altında, televizyon, video oyunları, radyo, gazeteler, dergiler, kitaplar vb.
sayılabilecekken; sosyal medya için, sosyal ağ ve paylaşım siteleri, anlık iletileşme, cep
telefonları, akıllı telefonlar vb. sıralanmaktadır.
- Medya, en düşük düzeyde etkileşimliyken; sosyal medya, yüksek düzeyde etkileşimli.
- Medyada, içeriği, medya profesyonelleri, üreticiler ve şirketler üretirken; sosyal
medyada, içeriği, medya profesyonelleri, üreticiler ve şirketler yanında kullanıcılar,
amatörler, yurttaşlar/ağdaşlar ve tüketiciler üretiyor.
- Medyada eşanlılık düşükken, sosyal medyada yüksek.
- Medya, çoğunlukla anonim. Medya kullanıcılarının kimliği bilinmiyor. Medyada bu
kimliğin bilinmesi zorunluluğu yok. Reklam ve izlenme oranları gibi gerekçelerle
izleyicilere odaklanılabiliyor; ancak, bu, çok az program ve çok az konu için sözkonusu.
Sosyal medya ise, hem anonim hem nonim (isimli iletişim, anonimliğin tersi) hem de
südonim (takma adla iletişim) olabiliyor. Çet, genellikle anonimken; çevrimiçi
çöpçatanlık ve Ekşi Sözlük ve Wikipedia gibi uygulamalar, südonim. Gerçek isim
kullanılmıyor; takma ad var; ancak bu takma adla gerçek ad arasında çoğunlukla
belirsizlik var.
- Medya kullanıcıları, yurttaş gibi. Birincil ilişkileri yok ve birbirlerini tanımıyorlar.
Anonim ortamlarda, sosyal medya kullanıcıları, yurttaşlar. Nonim ortamlarda, köylü
gibiler; çünkü birincil ilişkileri var. Herkes, birbirini (gerçek yaşamdan) tanıyor. Südonim
ortamlarda ise, kullanıcılar, kentteki köylü gibiler. Kimi konularda, birbirlerini yakından
tanıyorlar; kimi konularda ise, bu, böyle değil.
- Sosyal medyanın kullanıcı kimliğine etkisi, medyanınkinden daha büyük. Sosyal
medya, birey ve ilişkileri üzerinden tanımlanırken, medya, kullanıcıyı sürü gibi görüyor.
Ancak, bunun istisnası var. Bu da, niş pazarlama. Niş pazarlamada, medya, herkesi değil,
belli bir kesimi hedefliyor. Örneğin, kadın kanalı, çocuk kanalı, Arap kanalı, Karadenizli
kanalı, Müslüman kanalı vb. Bunlarda, kimlik etkisi daha güçlü.
- Kullanıcılar, medyadaki kişilerle kimi zaman özdeşlik kurabiliyor; ama herzaman değil.
Sosyal medyada ise, çoğunlukla özdeşleşme sözkonusu.
- Medyanın inanılabilirliği/sahiciliği, medya profesyonellerinden, hükümetlerden ve
şirketlerden ileri geliyor; sosyal medyanınki ise, yurttaşlardan/ağdaşlardan. (Bu, 2013’te,
özellikle, Reyhanlı yasağında görüldü.)
- Medya ile sosyal medya, gerçek yaşamla ilişkilerinde de farklılaşıyor. Kimi zaman,
medya kullanıcıları, medya içeriğine maruz kaldıktan sonra, gerçek yaşamda harekete
geçiyor. Örneğin, insanlar, medyada reklamları izledikten sonra çeşitli ürünleri satın
alabiliyor. Televizyonda ya da gazetelerdeki davetleri gördükten sonra çeşitli etkinliklere
katılabiliyorlar. Ancak, sık sık söylenen ‘Twitter eylemcisi’ sözünün tersine, sosyal
medya kullanıcıları, çoğunlukla, sosyal medyada oluşturdukları davetlere etkin olarak
katılıyorlar.
- Yetiştirme etkisi açısından, medyadaki haberlerin ve gerçek kesit tarzı programların
toplumsal zihniyeti etkilediği biliniyor; ancak kurmacaların (örneğin filmler) etkisi,
herzaman o kadar güçlü değil. Sosyal medyada da, gerçeklik ile toplumsal zihniyet
arasındaki ilişki, o kadar açık değil. Bu konuda daha fazla araştırma gerekiyor. Ancak, bu
araştırmaların bulgularını görmeden önce, sosyal medyada gerçekle kurmacanın daha çok
içiçe geçtiği söylenebilir.
- Medyadaki kişiliklerle medya kullanıcıları arasında, hem fiziksel hem de psikolojik bir
mesafe var. Onlarla gerçek yaşamda karşılaşma olasılığı düşük. Sosyal medyada görülen
kişilikler ise, onlarla görüşmesek bile, herzaman bize yakın. Onlarla, gerçek yaşamda
görüşme olasılığımız da yüksek. Birçok durumda, sosyal paylaşım siteleri üstünden
iletişim, anlık iletileme, cep iletileri, telefon konuşmaları, yüzyüze görüşmeler vb. ile
destekleniyor.
- Birçok durumda, medya içeriği üreticileri ile medya kullanıcıları arasındaki ilişki,
tekyönlü. Vizontele filminin andığı gibi, “Zeki Müren de bizi görmüyor.” Sosyal
medyada ise, içerik üreticileri ile sosyal medya kullanıcıları arasındaki ilişki, n-yönlü. N-
yönlüden kasıt, herbir ilişkilenme oturumunda, iki ve daha fazla kullanıcı arasında ikiden
fazla olan okların yönleri. Bunların n-yönlü olmasının önemli bir nedeni, bu iletişimin
çoğunlukla kamusal olması. Medya ile edilgen medya kullanıcısı arasındaki ilişkinin
tersine, sosyal medya kullanıcıları, istedikleri zaman, diyalog içinde özneleşebiliyor.
- Medya üretiminde kendiliğindenlik düşük. Medya, yüksek düzeyde planlanıyor. Sosyal
medya üretiminde ise, kendiliğindenlik had safhada ve planlama da bir o kadar düşük.
- Medyada kişiselleştirme özelliği, düşük. Medya, kullanıcıların türdeş olduğunu
varsayıyor. Onları heterojen olarak gördüğü az sayıdaki örnek ise, yukarıda belirtilen niş
pazarlamaya karşılık geliyor. Sosyal medyadaki kişiselleştirme özelliği ise, yüksek.
Sosyal medya, kullanıcıların türdeş olduğunu varsaymıyor ve niş pazarlamadaki her bir
izleyici grubuna tek kimlik ilkesinin tersine, aynı anda birden çok kimliğin var olmasını
sağlayacak esneklikte. Nasıl ki, gerçek yaşamda, her bireyin, birden fazla kimliği var
(cinsiyet, sınıf, yaş, eğitim düzeyi, meslek durumu ve meslek, din ve inanç, siyasal görüş
vb.); sosyal medyada da öyle.
- Medya ile sosyal medya, ünlüler ve ünlenme konularında da farklılaşıyor. Medyada
ünlülük statüsüne ulaşanlar, yalnızca küçük bir azınlık. Medyada ünlü olmanın birçok
koşulu içinde, seçmeli olarak, nüfuzlu bir aileden gelmek, para saçabilecek bir birikime
sahip olmak, başarılı sosyal ilişkilere sahip olmak, çeşitli cemaatlere üye olmak gibi
öğeler var. Sosyal medyada ise, çok sayıda kullanıcı ünlü olabiliyor; ve bunun için, mali
kaynak ya da güçlü toplumsal ilişkiler zorunlu değil. Sosyal medyada parlamak daha
kolay.
Gezi Direnişi patlak vermeden önce hazırladığım bu liste, birçok psikoloji ve genel olarak sosyal
bilim araştırması yapmaya izin veriyor. Başka bir yazıda, bu konuyu ayrıntılı olarak ele
alacağım.
- Eğitim Psikolojisi Açısından Direniş: Eğitim psikolojisi açısından Şanlı Gezi Direnişi, yatay
öğrenme, akrandan öğrenme ve ezilenlerin pedagojisi bağlamında incelenebilir. Direnişçiler,
direnmeyi, deneyimli birilerinden bir kurumda öğrenmiyorlar; sokakta, birbirlerinden öğreniyor,
birbirlerini dönüştürüyorlar. “Gaz maskesi nasıl takılır?”, “gaz gelince ne yapmalı?”, “nasıl
barikat kurulur?” gibi konular, yatay olarak öğreniliyor.
- Ezilenlerin Sağlık Psikolojisi: Direniş, sağlık sorunlarının insan psikolojisine etkisini (ve tam
tersi) konu alan sağlık psikolojisine önemli bir katkı sunuyor. Direnişçilerin gaza dayanma gücü,
“bu, çok kötü; ama geçici. İlaç sıkınca geçecek” ve/ya da “kötüyüm, bayılacak gibiyim, ama
birisi şimdi ilacı sıkar bana. Dayanışma, bana sahip çıkar” gibi düşüncelerle artıyor. (Bu,
özellikle, Beşiktaş direnişinde sözkonusu idi.) Direniş, aynı zamanda, sağlığa ilişkin empatiyi de
arttırıyor. İnsanlar, engelli olanlara daha olumlu bakabiliyor. Değil mi ki, direnişte gözünü
kaybedenler oldu. Ayrıca, sosyal medyada dolaşan karasinek esprisi de, türcü önyargıların
kırılmasının bir ölçüde göstergesi olarak değerlendirilebilir. Gaz yiyen bir Beşiktaşlı, sosyal
medyada, “eve karasinek girdi; ben kendim gaz yedikten sonra, ona ilaç sıkmaya kıyamıyorum”
yazdı. Bir de, gazdan etkilenen kedilere ve köpeklere yardım eden direnişçiler örneği var.
- Tüketici Psikolojisi Açısından Direniş: İstiklal’de ve çevresinde, baret, maske ve bayrak
satımı gibi olgular, tüketici psikolojisi açısından incelenebilir.
- Politik Psikoloji Açısından Gezi Parkı Direnişi: Halkla ilişkiler ve kamuoyu bağlamında,
Gezi Direnişi’nde, ezenlerin (devlet görevlileri) psikolojisi incelenebilir. Ayrıca, birkaç hafta
önce, ABD’de, başbakanın eşine armağan edilen ‘Diktatörün Psikolojisi’ kitabı, çözümleme için
kullanılabilir. Bir diğer araştırma konusu, otoriter kişilik ve sosyal uyma gibi olgular üstünden
dönebilir. Bu açıdan, ODTÜ Psikoloji Bölümü’nden Prof.Dr. Nebi Sümer’in 7 Haziran 2013’te,
saat 22:00’de, Kanal B’de yaptığı yorumlar, dikkate alınabilir (Bu program, TV arşivi sitesinde,
‘Nebi Sümer’ adını arayarak bulunabilir. http://tvarsivi.com/ ). Hepsinin ötesinde, direniş ve grup
kimliği çalışılabilir.
- Örgütsel Psikolojisi Açısından Gezi Parkı Direnişi: Şanlı Gezi Direnişi, örgütsel psikoloji
alanındaki kapitalist hegemonyayı ve İK eksenli yaklaşımları eleştirip geliştirmek için muazzam
olanaklar sunuyor. Motivasyon ve örgütlenme biçimleri, derinlemesine incelenebilir.
- Gelişim Psikolojisi Açısından Gezi Parkı Direnişi: Gelişim psikolojisi altında, yaş
özellikleriyle direniş ilişkisi ve rol modelleri gibi konular incelenebilir.
- Çevre Psikolojisi Açısından Gezi Parkı Direnişi: Çevre psikolojisi alanı, insanların çevre
dostu/düşmanı tutum, değer, davranış ve bilişlerini psikolojinin sağladığı yöntemlerle inceliyor.
Çevre değerleri açısından Gezi Parkı Direnişi hakkında, yavaş yavaş sosyal bilim çalışmaları
yapılırken; psikoloji çalışmaları da gerekli.
- Evrimsel Psikoloji Açısından Gezi Parkı Direnişi: Diğerlerine göre daha az bilinen ve
Türkiye’de çok daha genç olan evrimsel psikoloji alanı, evrim kuramının hayvanlarla ilgili
açıklamalarını bir diğer hayvana, yani insana uyguluyor ve bunu yaparken, toplumsal
Darwincilik’ten kaçınıyor. Uzun uzun anlatılması gereken bu alan için, şimdilik, yalnızca
çalışılabilecek kavramları sıralayalım: Polisle direnişçiler arasında yer işaretleme kavgası,
hiyerarşi belirlenimleri, damgalama davranışları vb.
- Kişilik Psikolojisi açısından Gezi Parkı Direnişi: Direnişçilik, kişilik özelliği mi yoksa bir
süreç değişkeni mi? Bu konuda, kişilik testi geliştirilebilir ya da varolan testlerden bir set
oluşturulabilir. Çalışma, deneysel de olabilir, yarı-deneysel de...
- Adli Psikoloji Açısından Gezi Parkı Direnişi: Şanlı Gezi Direnişi’nin adli psikolojiye büyük
katkısı olduğu kuşkusuz. Yasaları mutlak normlar olarak kabul eden adli psikoloji yaklaşımları,
Şanlı Gezi Direnişi nedeniyle ter döküyor. Kimin suçlu, kimin katil olduğu birbirine karışıyor.
- Bilişsel Bilimler Açısından Direniş: Direnişin lidersiz olması dolayısıyla, Şanlı Gezi Direnişi,
dağıtık biliş (distributed cognition) modelleriyle incelenebilir.
Sonuç
Bütün bu eleştirilerin ve önerilerin tepkisellik düzeyinde kalmayıp alternatif bir psikolojiye
evrilmesi gerekiyor. Akademiden sokağa doğru olan açıklama oku, sokaktan akademiye
uzanarak, çift-yönlü bir epistemik trafiğe yol açmalıdır. Şanlı Gezi Direnişi’nden önce muhalif
akademisyenlerin yaptığı foruma 20 kişi gelirken, direnişten sonra Taksim’de yapılan
akademisyen yürüyüşüne yüzlerce akademisyen katılıyor. Akademinin direnişte bir öncülüğü
olmadı. Akademi, fırsatçı sayılabilir. Ama madem alana indi, sokaktan öğrenip akademiye öyle
dönmeli. Aynı biçimde, kafadaki kuramla Gezi’yi açıklamaya çalışmak yanında, Gezi’den yeni
kuramlar ve modeller çıkarma çabaları yaygınlaştırılmalı. Psikologlar, umutsuz vakalar değil.
Direniş, AKP’lileri bile dönüştürüyor; psikologları hayli hayli dönüştürür. Akademik
psikologların Nietzsche’nin ‘ters sakatlar’ olarak adlandırdığı (der ki, “bazı insanların eli yoktur,
ayağı yoktur, “sakat” deriz; bazıları ise, yalnızca ‘kulak’tan, yalnızca ‘göz’den, yalnızca ‘el’den
vb. oluşur. Duyarlar ama göremezler; görürler ama tutamazlar” vb.) darkafalı akademik
uzmanlaşma yerine, özgürleştirici ve kapsayıcı bilgi pratiklerine yönelmesi ve yükseltmelerde de
bunu dikkate alması gerekiyor. Böylece, direnişe sahip çıkan ve direnişçilerin gücüne güç katan
“güçlendirici” (empowering) bir psikolojinin gelişme dinamikleri de ortaya çıkmış olacak.
Kaynakça
Ercan, F. ve Korkusuz Kurt, S. (der.) (2011). Metalaşma ve iktidarın baskısındaki üniversite.
İstanbul: SAV.
Gezgin, U.B. (2013). Alandan notlar ve öneriler. Bianet, 5 Haziran 2013.
http://bianet.org/bianet/yasam/147262-alandan-notlar-ve-oneriler
Gezgin, U. B. (2012). Psychology of You 2.0: Psychology of Social Media. Germany: Lambert
Publishing. http://www.amazon.com/Psychology-You-2-0-Social-Media/dp/365913077X
(*) Bu yazı, 6 Haziran 2013 Perşembe, 19:30, Taksim Gezi Parkı’nda Darüşşafaka Köyü’nde
verilen açık dersin notlarından oluşturulmuştur.
Bir Komün Olarak Taksim 2013: Başarılar, Eksikler, Öneriler
Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com
Tüm Yapıtları: http://www.slideshare.net/dr_gezgin/gezgin-kaynaka-20-mays-2013-stanbul
5 Haziran’da yayınlanan bir yazımda, şöyle demiştim:
“‘Bir Komün Olarak Gezi Parkı Direnişi’ gibi bir başlık altında şunları söyleyebiliriz:
Çoğumuz, Gezi Parkı Direnişi’ni bir ayaklanma ya da bir tepki olarak görüyor. Ancak,
Gezi, aynı zamanda, yeni bir toplumun kuruluş özelliklerini taşıyor. Halkın oluşturduğu
barikatlarla TOMA’lara ve diğer araçlara kapatılmış olan Taksim Meydanı ve Gezi Parkı
alanında, sabah, belli bir saatte, göstericiler tarafından çöp toplanıyor. Halk, çeşitli
kuruluşlarla birlikte, kendi sağlık hizmetini kendi veriyor; kalacak yer ve yiyecek-içecek
gibi gereksinimlerini kendileri karşılıyor. Polis, günlerdir, kurtarılmış bölgeye giremiyor.
Bu, Türkiye tarihinde bir dönüm noktası. Herkes gitsin görsün. Halk, kendini yönetebilir
mi, Taksim’den öğrensin. Küçücük bir toplaşmaya bile saldıran polis, Taksim’e adımını
atamıyor. (...)
(...) Taksim Meydanı’na ve Gezi Parkı’na giden bütün yollar, halkın oluşturduğu
barikatlarla korunmuş durumda. Bu barikatlar, yan yatırılmış çevik kuvvet araçlarından,
yanal olarak park edilip lastikleri patlatılmış belediye otobüslerinden ve birçok
kendiliğinden malzemeden oluşturulmuş durumda. (...)
Çarşı’nın direnişinde, yine, yeni bir toplumun nüvelerini görebiliyoruz. Bir kere, Çarşı,
ele geçirdiği iş makinesinin üstüne, TOMA’ya (Toplumsal Müdahale Aracı) karşılık
olarak ‘POMA’ (Polise Müdahale Aracı) yazmış durumda. Ayrıca, bu devrimci taraftar
grubunun protestoları örgütlemek için kendi arasında işbölümü yaptığını görüyoruz.
Örneğin, eldivencilerin görevi, gelen gaz bombalarını polise geri atmak. Bir taş kırıcılar
ekibi var. Bir de, elbette, tam teşekküllü bir Çarşı Sağlık Ekibi. (...)” (Gezgin, 2013).
Bu yazı, 4 Haziran 2013’te yazılmıştı. O günden bu yana, Gezi’de ve çevresinde, panayır havası
egemen oldu ve alternatif toplum uygulamaları hız kazandı. Bu yazıda, bu başarılı uygulamaları
tanıtırken, eleştirel gözlüğü çıkarmıyoruz.
Direnişin bir kütüphanesi, güneş enerjili mutfağı, vegan sofrası, devrim müzesi, reviri, dilek
ağacı (polis aracı), ücretsiz yiyecek-içecek ve barınma malzemesi dağıtma ağı vb. var.
Direnişçiler, ekim de yapıyor. Ekim yapılan yere, ‘Gezi Bostanı’ deniyor. Buraya çok çeşitli
tohumlar ekilmiş durumda.
Artık “direnişin müziği var” diyebiliriz (bu müziklerin 10 tanesi, şurada görülebilir:
http://www.bianet.org/bianet/siyaset/147299-capulcu-muzik-arsivi ). Direnişin medyası da var
artık. Bir kere, kimi gazeteler (Yurt, Cumhuriyet, Birgün, Evrensel, Radikal, Sözcü, Sol,
Aydınlık vb.) değiş-tokuş ile ücretsiz olarak okunabiliyor. Yurt Gazetesi, meydanda, zaten,
değiş-tokuşa gerek kalmadan ücretsiz olarak bulunabiliyor. Direnişe başından beri destek olan
Hayat TV, Ulusal Kanal, Halk TV, İMC TV, TV On ve Etha’nın yanına e-kanallar eklendi.
Çoğu, Youtube ve Ustream üzerinde olan bu kanallara, son olarak Çapul TV
(http://www.capul.tv/ ) katıldı.
Bu başarıları sıraladıktan sonra, Taksim Komünü’nün eksiklerini sayalım ve önerilerde
bulunalım:
- Pek politik sayılamayacak küçük bir çekirdek kadroyla başlayan direniş, kitleselleşmesi
nedeniyle, karar düzeneklerinde sorun yaşıyor. Bunu, en son, 6 Haziran 2013’te düzenlenmesi
planlanan sanatçı konserlerinin sonradan iptal edilmesinde gördük. Konser, dayanışmanın aldığı
bir karar değildi. İnsanlar, diğer illerde direnirken, Gezi’deki birçok direnişçi, böyle bir etkinliği
doğru bulmadı ve hatta, bunu, daha önce AKP’ye destek verenlerin ve (Oya Baydar ve diğer
birkaçı dışında) daha hâlâ özeleştiri vermemiş ya da günah çıkarmamış ‘Yetmez Ama
Evet’çilerin direnişe sızmaları olarak yorumladı. Barikat kararını alan da, koordinasyon değildi.
Koordinasyona kalsaydı, barikat falan kurulmazdı. Bu, barışçıl gösteri anlayışına tersti. Ancak, o
barikatlar sayesindedir ki, insanlar, günlerdir, Taksim’de saldırı korkusu olmaksızın
yürüyebiliyor.
- Direnişi başlatan büyük oranda apolitik çekirdek kadronun, direniş kitleselleştikten sonra,
siyasetlerden bayraksız protesto istemeleri gibi durumlar, komündeki karar düzenekleriyle ilgili
sorunların bir başka yansıması. İnsanın, bu durum için, “o siyasetler, karar düzeneklerinde yer
almıyor mu ki böyle talepler gelebiliyor?” diyesi geliyor. Siyasetlerin bayrak açmasını fırsatçılık
diye yorumlayanlar, onların, direnişin Gezi’de ve heryerde kitleselleşmesinde büyük rolü
olduğunu unutuyor. Kaldı ki, siyasetler de, gökten zembille inmiyor; onlar da, büyük oranda,
halktan oluşuyor. Hatta bayraklı sol, orta sınıftan gelen ilk direnişçi çekirdeğe göre daha halkçı
bir nitelik taşıyor. Bayraklı sol, zaten varolan kaynaklarını ve ilişki ağını açarak, direnişin etki
alanını genişletti. Bu, ilk çekirdeğin düşündüğü gibi, yalnızca bir ağaç meselesi olarak
algılansaydı; o ağaçlar, çoktan sökülmüş olacaktı.
- İşportacılar ve mangal dumanı, ortada, direnişten çok zafer sarhoşluğu olduğunu gösteriyor.
Kaldı ki, madem ki ücretsiz olarak yiyecek-içecek dağıtılan bir komün, burası; neden işportacılar
orada?! İşportacılar, orada kapitalizmin temsilcileri sayılabilir. Onların, bir dayanışmacının
önerdiği gibi, Gezi’den çıkarılıp Meydan’a yönlendirilmesi gerekiyor.
- Bu alternatif oluşumların yanına, Özgür Üniversite gibi bir Gezi Akademi kurulsaydı; çok iyi
olurdu. Akademisyenler, Gezi’de (ve İzmir’de), direniş alanlarında açık dersler verdiler. Ancak,
bunlar, tekil örnekler olarak kaldı ve üniversiter bir yapıya evrilemedi. Bunda, akademisyenlerin
direnişte öncü rol oynamamalarının ve ancak direniş büyüdükten sonra fırsattan yararlanıp
kitlenin peşine takılmalarının büyük etkisi var. Yine de, direniş akademileri oluşturmak için geç
değil.
- Gezi’nin en ciddi sorunlarından biri, izdiham. Gezi’de, bir yangında ya da 1 Mayıs 1977 gibi
bir saldırıda, insanların birbirini ezerek ölümlere yol açma olasılığı, büyük tehlike. Bu nedenle,
kimi çadırların tahliye edilmesiyle, yolların açılarak işaretlenmesi gerekiyor. Nasıl ki, Gezi’deki
revir bölgesine giriş yok; yollar da bu biçimde işaretlenmeli. Ayrıca, olası bir saldırıda ya da
afette, çıkış planı yok. İnsanlar, alanı acil bir durumda nerelerden terkedecek? Bunların
netleştirilmesi gerekiyor. Buna bağlanabilecek bir diğer nokta ise, şu: Bölge, daha önce, Surp
Agop Ermeni Mezarlığı’ydı. Divan Otel’in yapımında bu mezarlıktan çıkartılan taşların
kullanıldığı söyleniyor. Yani Gezi’de, 1915’in etkisi de var. Ermeni mezarlıkları, Müslüman
mezarlıklarından çeşitli noktalarda farklılaşıyor. Bu farklılıklardan biri, Ermeni mezarlıklarında
(örneğin Hrant Dink’in yattığı Balıklı Ermeni Mezarlığı), asfalt yollarla herşeyin yerli yerinde
olması; her bir mezarın, harf ve sayı ile koordinat sistemine bağlanması; ve dolayısıyla, yerini
bilmediğiniz bir mezarı koordinatını öğrenerek bulabilme şansınız. Müslüman mezarlıklarında
ise, bir taştan bir taşa atlaya atlaya bulmaya çalışıyoruz mezarları. Kimi zaman, bulamıyoruz
bile. Asfalt yol, çok azında var. Gezi Direnişi de, Müslüman mezarlığı gibi değil, Ermeni
mezarlığı gibi olmalı. Alan, küçük ölçekte paftalanıp koordinat sistemi oluşturulmalı. Alternatif
kurumları gösteren bir kroki, zaten hazırlandı; ancak, belki de, bunun ayrıntılandırılması
gerekiyor.
- Gezi’de bir direniş anıtı yok. Yapılıp yapılmamasıyla ilgili iki görüş var: Birinciler, yapılması
yanlısı; çünkü bu direniş unutulmamalı. İkinciler ise, anıtın, kim olursa olsun birilerini
yüceltmesinin muktedirle aynı dili konuşmak olduğunu söylüyor. Ben ikinciye katılmıyorum.
Bu, zaten, (olumlu anlamda) bir iktidar kavgası. Kaldı ki, bir komünden çıkan anıt, herzaman,
kapitalist toplumdan çıkan bir anıta göre farklı değerlendirilmeli. Ayrıca, bu, lidersiz bir direniş
olduğundan; anıtta yüceltilecek bir lider yerine, kitleler sözkonusu olacak. Ağaçlar altında gaz
maskeli insanları gösteren basit bir anıtın bile, simgesel bir önemi olacak.
- Son günlerde, Gezi’yi dolduran kitle, direnişçiden çok şenlikçi havasında. Hükümet düşmüş
olsaydı, belki böyle bir kutlama yapılabilirdi. Ancak, kurtarılmış bölgenin kutlamasının
fazlasıyla yapıldığını söyleyebiliriz. Artık, insanların, içkiyi bir yana bırakıp hazırlanması
gerekiyor; hem siyasal olarak hem de pratik olarak. Gezi, insanların birbirinden öğrendiği bir
platform; bu öğrenme sürecinin hızlandırılması ve geliştirilmesi gerekiyor; çünkü bu komünün
günleri, sayılı olabilir. Alana yalnızca içki içmek için gelen güruh, bu direnişin siyasal anlamını
kavrayan birçokları tarafından artık rahatsızlık verici bir unsur olarak değerlendiriliyor.
- Başka yazarlar, direnişin dönüştürücü gücüne çeşitli örnekler verdi. Bu örneklere bir ek
yapalım: Ulusalcılar, Taksim’de Lazca parça çaldılar. Herkes kendi siyasal çizgisinde yumuşama
yaşıyor ve empati geliştiriyor. Bunun ‘yaşayan kütüphane’ gibi uygulamalarla güçlendirilmesi
gerekiyor. Bu uygulamada, ötekileştirilmiş olanların kütüphanedeki gibi raf kaydı tutuluyor.
Örneğin, bir Roman’la ya da Süryani’yle tanışmak istiyorsanız, yaşayan kütüphaneye gidip
randevu alıyorsunuz. Konuşuyorsunuz, öğreniyorsunuz, dönüşüyorsunuz. Aynısı, siyasi gruplar
için de yapılabilir. Çeşitli partilerin, hareketlerin, dergilerin vb. raf kaydı tutulur. Bir siyasetle
görüşüp sohbet etmek isteyenler, kendilerine, ‘yaşayan kütüphane’den ulaşabilir. Gerçi, bu,
standlar aracılığıyla da yapılabilir elbette.
- Gezi’de üretim yok; yalnızca tüketim var. “Ekmek elden, su gölden” yaşanıyor. Oysa, örneğin,
elişi yapılıp komün dışında (belki İstiklal’de) satılarak, belli bir gelir elde edilebilir. Böylece,
ilerleyen günlerde, boş durunca siyasal farklılıkları nedeniyle kavga edebilecek kitle, meşgul
edilmiş olacak. Ayrıca, insanlar, Gezi’de, yalnızca direnişi değil elişini de öğrenmiş olacak. Bu
yönde, çocuk atölyeleri başlıyor yavaş yavaş. Bostan ve alternatif enerji üretimi gibi
uygulamalar, bu açıdan, övgüye değer.
- Bir de şu var: ‘Çapulcu’, ‘Gezi Parkı’ gibi sözler, çeşitli şirketler tarafından satın alınmış
durumda. Böylece, yakın gelecekte, Rusya’daki ‘Leninade’ adlı soda benzeri durumlar
yaşayacağız (bkz. http://leninade.realsoda.com/ ). Keşke, (ben de dahil olmak üzere) direnişçiler,
sermaye düzeninde yaşadıklarının farkına varıp bu isimlerin haklarını önceden satın alabilseydi.
Direnişin kitleselleşmesine, ne yazık ki, ticarileşmesi eşlik edecek.
- Peki ama paraya ne gerek var değil mi? Çok gerek var. Gezi’deki içkici güruh, “sefasını bırakıp
diğer ilçelerdeki ve illerdeki direnişe nasıl destek olabilirim?” sorusunu düşünmelidir.
Boğazından geçen lokmayı saymalıdır; çünkü onlar sefa sürerken, başka yerlerde direniş
sürüyor. Birilerinin, bunlara, “sen daha az iç, ye; artan parayı diğer yerlerdeki direnişe
gönderelim” deme zamanıdır. Artan paralar, diğer ilçe ve illerdeki direnişçilerin gaz maskeleri
vb., sağlık giderleri, avukat masrafları, pankart ve bildiri basımı masrafları, kokart ve tişört
basımı, internet masrafları gibi kalemler için kullanılmalıdır. Gezi’dekileri tasarruflu olup
sorumluluk almaya davet ediyoruz.
- Gezi’de, şu an, gerçel olarak, zorunlu askerlik yok. Profesyonelliğe dayalı gönüllü askerlik var.
Bu, ne demek oluyor? Küçük bir kesim, olası bir saldırıda, kitleyi korumak üzere alanda. Onlar,
ilk günden beri (31 Mayıs 2013) vardı zaten; ama sonradan gelenler, o kadar hazır değil. Alanı
savunma, bir avuç gence bırakılmamalı. Herkes, savunma sorumluluğunu almalı; (Türkiye’de
olumsuz olarak uygulanmakla birlikte), zorunlu askerliğin temel düşüncesi budur. Alanın
savunması, bir avuç inançlı gence bırakılamayacak kadar ciddidir.
- Son olarak, Şanlı Gezi Direnişi, bilindiği gibi, diğer ilçelere ve illere çoktan yayılmış durumda.
Ancak, direniş ruhunun direniş olmadığı yerlerde de günlük yaşamın bir parçası olması için,
kokart, tişört vb. çalışmaların yapılması gerekiyor. Bu çalışmalar, başladı bile.
Yaygınlaştırılmalı.
Komünün eksikleri var elbet. Kapitalizmden yeni çıkmış bir topluluğun tümüyle başarılı
olmasını beklemek, haksızlık olur. Komün, öğrenen bir organizmadır. Birbirinden öğrenenlerin
toplamı olan komün, elbette, bu eksiklerin üstesinden gelecektir.
İlgilisine Kaynak
Gezgin, U.B. (2013). Şanlı Taksim Gezi Direnişi: Alandan Notlar ve Öneriler. Bianet, 5 Haziran
2013. http://bianet.org/bianet/yasam/147262-alandan-notlar-ve-oneriler
Sosyal Medya Psikolojisi ve Şanlı Gezi Direnişi
Sosyal medyanın sert yorumla gücü, yumuşak yorumla etkisi, Şanlı Gezi Direnişi’nden önce,
Arap Baharı/Kışı, Japonya’daki deprem ve nükleer sızıntı, İran’daki protestolar, Suriye’deki iç
savaş gibi bağlamlarda, birçok araştırmada incelendi. Bu ve benzeri örneklerden çıkarılmış olan
tablo, Şanlı Gezi Direnişi’ne ne ölçüde uygun? Direniş, o tabloyu tümüyle doğruluyor mu?
Tümüyle doğrulamıyorsa, Gezi, bu tabloya özgün olarak ne katabilir? Kuram(lar)la
gerçeklik(ler) arasında sık sık gidip gelmeyi gerektiren bu sorular, bu yazının temel konusunu
oluşturuyor. Yazıda, çıkış noktası olarak, 2012’de yazdığım sosyal medya psikolojisi
kitabımdaki medya ve sosyal medya ayrımlarını kullanıyorum (Gezgin, 2012). Bu ayrımlar,
Gezi’den önce yapıldığı için, bugünün direniş atmosferinden etkilenmemek gibi bir özelliğe
sahip. Aşağıda bu ayrımları sıralayıp Gezi ile bağlantılı olarak yorumluyorum.
Medya ve Sosyal Medya Araçları
Medya, araçlarında farklılaşıyor. Bu farklılaşma, Gezi’den önce, kendini en yoğun olarak
Reyhanlı yasağında gösterdi. Televizyonlar ve radyolar, büyük oranda sus(turul)muşken, sosyal
ağ ve paylaşım siteleri, anlık iletileşme, cep telefonları, akıllı telefonlar vb. durmuyordu. Aynısı,
Gezi Direnişi sırasında da oldu. Bilindiği gibi, bir avuç televizyon ve radyo dışında (Ulusal
Kanal, Halk TV, Hayat TV, İMC TV, Özgür Radyo, Yön Radyo, Cem Radyo vd.), kanallar,
direnişin canlı yayınını yapmadılar ve onun yerine ilgisiz programlar (Penguenler vb.)
gösterdiler.
Medyada ve Sosyal Medyada Etkileşim
Medyadaki düşük düzeydeki etkileşim özelliği, direnişin canlı yayınını yapan kanallarda bile
kendini hissettirdi. Kanallar, bunu aşmak adına, izleyicilerin bağlanıp yurttaş muhabir olarak
haber geçebilecekleri hatta canlı yayına katılabilecekleri telefon numaralarını duyurdular. İleti
geçip yorumlarını iletebilecekleri numaralar da verildi. Bu kanalların, anaakım kanallara göre bir
üstünlüğü vardı. Direniştekiler, bu kanallara, dolayısıyla direnenlere haber gidebilsin diye,
gönüllü muhabir oluyorlardı. Böylece, anaakım medyanın ulaşmak istese bile ulaşamayacağı
birçok noktaya bu kanallar ulaştı. Anaakım medya, iyi niyetli olsaydı bile, bu kanallar kadar
başarılı bir canlı yayın yapması olanaksız olacaktı; çünkü anaakım, mobil gazeteciliğe hazır
değil, istekli de değil. Oysa, BBC ve CNN’de, mobil gazetecilik ve yurttaş gazeteciliği, çok
gelişmiş durumda. Sosyal medyada ise, yüksek düzeyde etkileşim, zaten var. Bilgi ve görüntü
paylaşımları, yayılıyor, yorumlanıyor ve direnişin gereksinimlerine göre kullanılıyordu. Ayrıca,
direnişin canlı yayınını yapan kanalların sosyal medya kaynaklı bilgi ve görüntüleri bol bol
kullanması, dikkate değerdi. Bu kanallar, yayınlarını, kendi canlı yayın ekipleri ve yurttaş
muhabirler yanında, sosyal medyadan gelenlerle de güçlendirdi. Bu üç kaynak, doğrulama
yapmak için nirengi noktası olarak da kullanıldı. Bir yandan da, tam tersine, bu kanalları çeşitli
nedenlerle izleyemeyenler için, birçok sosyal medya kullanıcısı, sosyal medyada kısa kısa
haberler geçti. Örneğin, “Ulusal Kanal’a göre, Akaretler yolu açılıyormuş” ya da “Halk TV’ye
göre camide revir kurulmuş”. Bu bilgilendirmelerde, bu kanalların, direnişçilerin gözünde
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN
GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN

More Related Content

Similar to GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN

Rumeli ve Fuat Balkan
Rumeli ve Fuat BalkanRumeli ve Fuat Balkan
Rumeli ve Fuat Balkan
Levent Ağaoğlu
 
İcerikler (no. 31-40)
İcerikler (no. 31-40) İcerikler (no. 31-40)
İcerikler (no. 31-40)
YaseminSengunDemirca
 
Tarih
TarihTarih
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden DoğuşuBir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşukaosakatki
 
Mumcu bornova
Mumcu bornovaMumcu bornova
Mumcu bornova
ndoanalbayrak
 
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber OrtaylıSon İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
menemenazdacorba
 
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can AkinAtaturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
Can Akin
 
Vietnam - Ulaş Başar Gezgin
Vietnam - Ulaş Başar GezginVietnam - Ulaş Başar Gezgin
Vietnam - Ulaş Başar Gezgin
Ulaş Başar Gezgin
 

Similar to GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN (8)

Rumeli ve Fuat Balkan
Rumeli ve Fuat BalkanRumeli ve Fuat Balkan
Rumeli ve Fuat Balkan
 
İcerikler (no. 31-40)
İcerikler (no. 31-40) İcerikler (no. 31-40)
İcerikler (no. 31-40)
 
Tarih
TarihTarih
Tarih
 
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden DoğuşuBir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
 
Mumcu bornova
Mumcu bornovaMumcu bornova
Mumcu bornova
 
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber OrtaylıSon İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
Son İmparatorluk Osmanlı – İlber Ortaylı
 
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can AkinAtaturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
Ataturk Turk Kadini - International Women's Day - Can Akin
 
Vietnam - Ulaş Başar Gezgin
Vietnam - Ulaş Başar GezginVietnam - Ulaş Başar Gezgin
Vietnam - Ulaş Başar Gezgin
 

More from Ulaş Başar Gezgin

Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar GezginNeden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Ulaş Başar Gezgin
 
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar GezginPsikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Ulaş Başar Gezgin
 
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
Ulaş Başar Gezgin
 
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Ulaş Başar Gezgin
 
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar GezginDeprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Ulaş Başar Gezgin
 
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
Ulaş Başar Gezgin
 
Ulaş Başar Gezgin Kitapları
Ulaş Başar Gezgin KitaplarıUlaş Başar Gezgin Kitapları
Ulaş Başar Gezgin Kitapları
Ulaş Başar Gezgin
 
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptxÇin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Ulaş Başar Gezgin
 
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar GezginYarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Ulaş Başar Gezgin
 
Political Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptxPolitical Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptx
Ulaş Başar Gezgin
 
Sanat Psikolojisi
Sanat PsikolojisiSanat Psikolojisi
Sanat Psikolojisi
Ulaş Başar Gezgin
 
Yapay zeka sosyolojisi
Yapay zeka sosyolojisiYapay zeka sosyolojisi
Yapay zeka sosyolojisi
Ulaş Başar Gezgin
 
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar GezginTurist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Ulaş Başar Gezgin
 
Ulaş Başar Gezgin kitapları
Ulaş Başar Gezgin kitaplarıUlaş Başar Gezgin kitapları
Ulaş Başar Gezgin kitapları
Ulaş Başar Gezgin
 
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezginTuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Ulaş Başar Gezgin
 
Sanat psikolojisi giris
Sanat psikolojisi girisSanat psikolojisi giris
Sanat psikolojisi giris
Ulaş Başar Gezgin
 
sanat psikolojisi
sanat psikolojisi sanat psikolojisi
sanat psikolojisi
Ulaş Başar Gezgin
 
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Ulaş Başar Gezgin
 
Buyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik PsikolojiBuyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik PsikolojiUlaş Başar Gezgin
 

More from Ulaş Başar Gezgin (20)

Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar GezginNeden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
Neden Umutlu Olmalıyız? - Ulaş Başar Gezgin
 
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar GezginPsikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
Psikoloji ve Yapay Zeka - Ulaş Başar Gezgin
 
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
1 Mayıs'ın ve Protestoların Psikolojisi.pptx
 
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
20 Soruda Politik Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
 
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar GezginDeprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
Deprem Sonrası Psikoloji - Ulaş Başar Gezgin
 
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
Yapay Zeka Sosyolojisi 2023
 
Ulaş Başar Gezgin Kitapları
Ulaş Başar Gezgin KitaplarıUlaş Başar Gezgin Kitapları
Ulaş Başar Gezgin Kitapları
 
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptxÇin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
Çin Kitabı Sunumu - Ulaş Başar Gezgin.pptx
 
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar GezginYarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
Yarım Saatte Psikolojiye Giriş - Ulaş Başar Gezgin
 
Political Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptxPolitical Psychology of China Threat.pptx
Political Psychology of China Threat.pptx
 
Sanat Psikolojisi
Sanat PsikolojisiSanat Psikolojisi
Sanat Psikolojisi
 
Yapay zeka sosyolojisi
Yapay zeka sosyolojisiYapay zeka sosyolojisi
Yapay zeka sosyolojisi
 
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar GezginTurist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
Turist Psikolojisi Sunumu Ulaş Başar Gezgin
 
Ulaş Başar Gezgin kitapları
Ulaş Başar Gezgin kitaplarıUlaş Başar Gezgin kitapları
Ulaş Başar Gezgin kitapları
 
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezginTuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
Tuketici psikolojisi sunumu ulas basar gezgin
 
Sanat psikolojisi giris
Sanat psikolojisi girisSanat psikolojisi giris
Sanat psikolojisi giris
 
sanat psikolojisi
sanat psikolojisi sanat psikolojisi
sanat psikolojisi
 
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
Gezi ve Politik Psikoloji Sunumu SOMDER
 
Buyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik PsikolojiBuyuk Diktatorle Politik Psikoloji
Buyuk Diktatorle Politik Psikoloji
 
Soma ve psikoloji
Soma ve psikolojiSoma ve psikoloji
Soma ve psikoloji
 

GEZİ DİRENİŞİ'NİN PSİKOLOJİSİ VE SOSYOLOJİSİ: DÜNYAYI DEĞİŞTİREN 40 GÜN

  • 1. Dünyayı Değiştiren 40 Gün Gezi Direnişi’nin Psikolojisi ve Sosyolojisi (Yard.Doç.Dr.) Ulaş Başar Gezgin 26 Haziran 2013
  • 2. İçindekiler 1 Haziran 2013: 1453: Fetih mi, İşgal mi, Eldeğiştirme mi? 5 Haziran 2013: Şanlı Taksim Gezi Direnişi: Alandan Notlar ve Öneriler 5 Haziran 2013: Kan Var Meydanda 6 Haziran 2013: Saygon’dan İstanbul’a: Bir Sömürgeci Silahı Olarak Portakal Gazı 8 Haziran 2013: Haydi Haydi Hızlı 9 Haziran 2013: Gezi’ye Destek için Açık Ders: Gezi Sonrası Anaakım Psikoloji Sorgulanırken: Ezilenlerin Psikolojisi 10 Haziran 2013: Bir Komün Olarak Taksim 2013: Başarılar, Eksikler, Öneriler 11 Haziran 2013: Sosyal Medya Psikolojisi ve Şanlı Gezi Direnişi 15 Haziran 2013: Gezi Parkı’nı Savunmak, Mustafa Kemal’i ve Adnan Menderes’i Savunmaktır! 15 Haziran 2013: Gezi Direnişi, Marksizm ve Psikoloji (Bilimsel Bildiri Özeti) 20 Haziran 2013: Gezi Interview, Mexico, Mundo Nuestra Newspaper, Welcome To The World of Struggles 20 Haziran 2013: Direnişin Psikolojisi: Kibir Sendromu Tezi Aslında Neleri Örtüyor? 20 Haziran 2013: Gezi Hareketi ve Eğitim: Gezi’den Şimdiye Dek Neler Öğrendik ve Bundan Sonra Neler Öğrenebiliriz? 22 Haziran 2013: Gezi için Kadıköy Forumu Notları, 21 Haziran 2013: Kimliğini Kaybedip Bulmak 25 Haziran 2013: Gezi için Kadıköy Forumu Notları, 23 Haziran 2013: Ortak Bölenleri Değil Ortak Çarpanları Bulmak (ya da TOMA Geldi, Hadi Barışın!) 26 Haziran 2013: 24 Haziran 2013 Gezi Forumları Üstüne: “Metin Göktepe Parkı Forumu: Ama Bu Gençler de İçlerinden Bir Deniz Gezmiş Çıkarmalılar!” 27 Haziran 2013: Gezi’nin Psikolojisini Anlamak: İçeriden ve Dışarıdan Bakışlar 28 Haziran 2013: Gezi’de n Tarz-ı Siyaset: Halk/Ulus/Millet, Sınıf, Cemaat, Birey vd. Yaşamı
  • 3. 1453: Fetih mi, İşgal mi, Eldeğiştirme mi? Türkiye’de resmi tarihle büyütülen çoğunluk, 1453’ü Türk’ün ve/ya da İslam’ın zaferi olarak tariflese de, işin aslı öyle değil. Fatih’in ordusunda Hıristiyan Sırplar, Bizans Ordusu’nda ise paralı asker olarak Türkler varken, bu Türk-İslam tezinin Fatih Sultan Mehmet’i de ‘fetih’i de sonradan İslamlaştırmaktan ve Türkleştirmekten öteye geçemediğini söylemek durumundayız. Bir benzeri Ankara Savaşı ve Çanakkale Savaşı için geçerli olan bu durum, oldukça metaforik olarak Asya’yla Avrupa’yı (ne yazık ki) birleştirecek olan (ya da birleştirmesi beklenen) 3. köprüye ‘Yavuz Sultan Selim’ adının verilmesiyle doruğuna ulaştı. Bir köprü olarak Atatürk ve bir köprü olarak Fatih Sultan Mehmet, metaforik coğrafyada bir yere konabilir belki; ancak, köprüye, Alevi katliamlarıyla anılan Yavuz Sultan Selim’in adının verilmesi, Suriye’ye ve Büyük Ortadoğu Projesi çalışmalarına bir gönderme olarak okunmalı belki de. Bu, bir medeniyetler köprüsü değil; iki medeniyeti birleştirmiyor. Köprünün gerçel ve simgesel ordular için yapıldığı anlaşılıyor. Bir köprü de ‘Barış Köprüsü’ olsaydı fena mı olurdu... Ama yok, “Türkler, savaşçı bir millettir; başkaları düşünsün barışı...” Geçenlerde, II. Abdülhamit’e demiryolculuk alanında fahri doktora veren üniversite, herhalde, Yavuz Sultan Selim’e verecek doktora da bulur. Barış Çalışmaları, İnşaat Mühendisliği, Hoşgörü Sosyolojisi vb. ne güne duruyor... Resmi tarihle büyütülen çoğunluğun dışında kalanların bir bölümüne göre, Fatih Sultan Mehmet, İslam bayrağı altında hoşgörünün simgesiydi. Kendisi, birçok kültürü özümsemiş, yüksek eğitimli bir kişilikti. Diğerlerine göre ise, kiliseleri camiye çeviren Fatih Sultan Mehmet, Bizans’ın İstanbul’a sokmayıp Kırım’a sürdüğü Ermenileri İstanbul’a getirip onlara patrikhane kurdurarak, Ermenilerden Osmanlı’nın makbul Hıristiyan vatandaşını yaratmış ve onları eski Bizans coğrafyasında süregelen Bizans/Rum etkisine karşı güçlendirmişti. İstanbul’u Ermenilere açan Fatih Sultan Mehmet’e, Ermeni Patrikhanesi minnettar. Aslında, Osmanlı’nın elinde İstanbul tarihi, II. Abdülhamit’e dek, çoğunlukla, Rum’ların azaltıldığı bir gayrımüslim çorbası olarak okunabilir. Zaten, Yunanistan’ın bağımsızlığıyla, “komünistler Moskova’ya” der gibi, “Rumlar, Atina’ya (hatta cehennemin dibine)” demek önünde pek bir engel kalmamış oluyordu. Her savaşın tarafları var. Bizans tarihçileri, 29 Mayıs 1453’ü, Osmanlı ordusunun yiğitliğinin hakkını vererek, bir yağma ve tecavüz günü olarak anıyorlar. Fatih, gerçekten hoşgörülü olsaydı; kiliseleri kilise olarak bırakıp onların yanına camiler yapardı. Ayrıca, bugün Fatih Camii’nin bulunduğu yer, Patrikhane ve Bizans imparatorlarının mezarlığıydı. Fatih Camii’nin yapımında, imparatorların mezar taşlarının da kullanıldığı sanılıyor. Hoşgörülü bir sultan, kendinden önceki imparator mezarlarını korurdu. Bizans’tan Avrupa’ya kaçan bilginlerin Rönenans’a önayak oldukları sık sık dile getirilir. Daha az dile getirilen bir konu ise, 29 Mayıs’ın, Avrupa devletlerinin İpek Yolu’na alternatif bir deniz yolu arayışlarına hız kazandırması. Dolayısıyla, aslında, 29 Mayıs, kısa erimde Osmanlı’yı güçlendirirken, uzun erimde çöküşüne önayak oluyor. Yine Türk-İslam tezinin gölgesinde kalan bir konu, kuşatma sırasında Osmanlı’nın ikinci adamı olan Sadrazam Çandarlı 2. Halil Paşa’nın 29 Mayıs’tan hemen sonra idamı. Zağanos Paşa’yla iktidar mücadelesinde olan paşa, daha ılımlı politikalar güdüyor. Yaklaşık 2 yüzyıl kadar
  • 4. iktidarda olan aileden gelen paşanın, Fatih döneminden önce, ülkeyi, gölgedeki birinci adam olarak yönetmişliği var. Fatih’e, “kuşatmayı kaldıralım; Avrupa’da Haçlı Ordusu toplanıyor. Bizi Avrupa’dan atarlar” diyor. Zağanos Paşa, onun Bizans’tan rüşvet aldığı söylentisini yayıyor. Çandarlı Paşa’nın Yedikule Zindanı’na atıldıktan sonra idam edilmesi, hem Saray’da Fatih’in mutlak egemenliğine yol açıyor hem de Osmanlı’da devşirme paşaların dönemini başlatıyor. Çandarlı, kaygısında haksız değil. Papa, bir haçlı ordusu toplamaya başlarken hastalanıp ölüyor. Çandarlı’dan sonra sadrazam olan Zağanos Paşa da, ilerleyen yıllarda, bir savaştaki yenilgiden sorumlu tutulup azlediliyor. İstanbul’da kalan Fener Rumları’nın eliyle Tercüme Odası’nın ve Osmanlı’nın içeriden modernleşme çabalarının başlangıcı da sayılabilir 29 Mayıs 1453. Bir diğer konu, Türkiye’de, Bizans’ın Hıristiyan dünyanın temsilcisi olarak görülmesi biçimindeki yanılgı. Bizans, Vatikan’ın dışladığı bir doğu kilisesiydi. Osmanlı akınlarına karşı bir tampon vazifesi görüyordu. 13. yüzyılın başında, Bizans’taki Latin katliamı ve sonrasında Haçlıların Bizans’ı kuşatması gibi olaylar, gözden kaçırılmamalı. Şu da söylenebilir: İstanbul’un asıl fethi, Adnan Menderes zamanında oluyor. 6-7 Eylül saldırılarıyla, köyden kente göçün hız kazanmasıyla ve İstanbul’un surlarından karayolu açılmasıyla... O zamana dek, burjuvazi, hâlâ büyük oranda ‘gayrı-müslim’. Fatih, Çandarlı, Zağanos Paşa, Bizans, Sırp Ordusu vd. hangi sınıflar ittifakını temsil ediyordu? Bu da, az incelenen konulardan. Devrin rantiyeleri kimlerdi? Bizans, Osmanlı tarafından alınmasaydı; kentte, çirkin yapılar ve gri ton, egemen olacak mıydı yine? Heryere AVM’ler dikilecek miydi? İstanbul’un İslami sermaye tarafından fethi, çok yakın zamanda. Asıl fetih, yeni başlıyor hatta. Kentin ötekileri savulun!
  • 5. Şanlı Taksim Gezi Direnişi: Alandan Notlar ve Öneriler Büyük 15-16 Haziran 1970 Direnişi’ne benzetilebilecek Şanlı Taksim Gezi Direnişi sürüyor. Türkiye’nin birçok aydını, bu konuda yazdı çizdi ve anaakım ve muhalif medya izin verdiği ölçüde konuştu. Kuramsal konuların ve siyasal gündem tartışmalarının arasında, bizzat alanı çözümleyen ve bunu yaparken toplumsal bilimlerin kavramsal araçlarını kullanan yazıların sayısı, son derece az. Bu yazıda, bu boşluğu –naçizane- doldurmaya çalışıyoruz. ‘Bir Komün Olarak Gezi Parkı Direnişi’ gibi bir başlık altında şunları söyleyebiliriz: Çoğumuz, Gezi Parkı Direnişi’ni bir ayaklanma ya da bir tepki olarak görüyor. Ancak, Gezi, aynı zamanda, yeni bir toplumun kuruluş özelliklerini taşıyor. Halkın oluşturduğu barikatlarla TOMA’lara ve diğer araçlara kapatılmış olan Taksim Meydanı ve Gezi Parkı alanında, sabah, belli bir saatte, göstericiler tarafından çöp toplanıyor. Halk, çeşitli kuruluşlarla birlikte, kendi sağlık hizmetini kendi veriyor; kalacak yer ve yiyecek-içecek gibi gereksinimlerini kendileri karşılıyor. Polis, günlerdir, kurtarılmış bölgeye giremiyor. Bu, Türkiye tarihinde bir dönüm noktası. Herkes gitsin görsün. Halk, kendini yönetebilir mi, Taksim’den öğrensin. Küçücük bir toplaşmaya bile saldıran polis, Taksim’e adımını atamıyor. Siviller girmeye başladı elbet; ancak, onlar da korka korka; çünkü linç edileceklerini biliyorlar. Bu halk, birçok özgür tutsağın öldürülmesinden sorumlu olan eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ü tanıdı. Utanmadan kurtarılmış bölgeye gelen bu kişi, kendini linçten zor kurtardı. Halk, dostunu da düşmanını da iyi biliyor. Belki herkes farkında değildir (bunu, özellikle, Taksim’e gitmemiş ya da gidememiş olanlar için vurgulayalım): Taksim Meydanı’na ve Gezi Parkı’na giden bütün yollar, halkın oluşturduğu barikatlarla korunmuş durumda. Bu barikatlar, yan yatırılmış çevik kuvvet araçlarından, yanal olarak park edilip lastikleri patlatılmış belediye otobüslerinden ve birçok kendiliğinden malzemeden oluşturulmuş durumda. Her gece saat üçte ya da beşte, polisin Taksim’e saldırı planladığı söyleniyor; direnişçiler hazırlanıyor ve bu, gerçekleşmiyor. Ancak, Beşiktaş ve Kabataş’ta havanın kararmasıyla, Çarşı Grubu biraraya geliyor ve onlara polisin saldırısı başlıyor. Yoğun gaz bulutları, Taksim’e doğru çıkıyor. Çarşı’nın direnişinde, yine, yeni bir toplumun nüvelerini görebiliyoruz. Bir kere, Çarşı, ele geçirdiği iş makinesinin üstüne, TOMA’ya (Toplumsal Müdahale Aracı) karşılık olarak ‘POMA’ (Polise Müdahale Aracı) yazmış durumda. Ayrıca, bu devrimci taraftar grubunun protestoları örgütlemek için kendi arasında işbölümü yaptığını görüyoruz. Örneğin, eldivencilerin görevi, gelen gaz bombalarını polise geri atmak. Bir taş kırıcılar ekibi var. Bir de, elbette, tam teşekküllü bir Çarşı Sağlık Ekibi. Çarşının, ayrıca, en zorlu durumlarda bile, mizahı elden bırakmaması, onları devrimin güleryüzlü kahramanları durumuna getiriyor. Gezgin (2010)’da şöyle bir yorum yapmıştım: “Takım yenince, taraftar, kendi yenmiş kadar oluyor; yenilince, kendi yenilmiş kadar. Taraftar için tehdit ve gerilim öğesi, diğer takım taraftarlarınca alay konusu edilmek oluyor. Taraftarlığın gücü, oldukça ilginç ve garip. Taraftarlar bu enerjilerini ve önemseyişlerini dünyayı değiştirmek için kullansalardı, bambaşka bir dünyada yaşayacaktık. Taraftarların bir grev kırılınca duydukları üzüntü, takımları yenilince duydukları üzüntüden büyük olduğunda, Şeyh Bedreddin’in avuçlarındaki Cennet, dünyaya inecek.
  • 6. (...) [T]araftarlık kaçınılmazsa, bunun dünyayı değiştirmek üzere açılan kanallara akıtılmasının yolları bulunmalıdır.” Çarşı Grubu, tam da bu sözleri doğruluyor. Onlar için, polisle çatışmak, bir maç. Yenerlerse, Beşiktaş, yenmiş olacak; yenilirlerse, yine, Beşiktaş; ve onlar yendiğinde, biz de yenmiş sayılacağız. Böyle bir taraftar grubunun olduğu yere, ‘Başbakanlık Ofisi’ kuran zihniyetin, toplumsal dinamikleri küçümsediği bir kez daha ortaya çıkıyor. Oysa, o ofis, en çok, Fatih’e yakışırdı. Özellikle de, İmam Hatip’e çevirdikleri eski Darüşşafaka Lisesi binasına... Direnişçilerden övgüyle söz ederken, bir yandan, onların (yani kendimizin) zayıf noktalarını da burada sıralayalım: Öncelikle, sözkonusu olan, homofobik bir kitle. Travestileri aşağılayan sloganlar atılıyor. Oysa o travestiler, sevin ya da sevmeyin, direnişçilere tıbbi yardımda bulundular; Tarlabaşı’nda zor durumda olanlara maske dağıttılar. Aynı biçimde, bol küfürlü sloganlar atılıyor; ama bunlar, bir ölçüde kabul edilebilir. Çünkü insanlar, çok öfkeli. Öfke, küfre dönüşüyor. Yine de, seks işçilerini aşağılayan sloganlar, soru işareti uyandırıyor. Bu, klasik toplumsal çözümlemeler çuvalına sığmazken, duruma en fazla ‘lümpen ayaklanması’ denebiliyor. Ancak, yine de, proleteryanın yokluğunda, en iyi çatışanların lümpenler olduğu görülüyor. Çünkü bu, onlar için, yaşam biçiminin, mahallenin ve takımın onurunu korumak anlamına geliyor. Başka ortamlarda da dile getirildiği gibi, kitlenin siyasal ve mesleki çeşitliliği, dikkat çekici. Bunun olumlu yanı, şu: Bu durum, geniş halk kesimlerinin direnişi benimsemesini kolaylaştırıyor. Ayrıca, sanatçıların, meslek odalarının, doktorların, avukatların vb. katılımıyla, direnişin toplumsal etki ağı da genişlemiş oluyor. Olumsuz yanı ise, sloganların yer yer milliyetçi hatta faşizan yönlere kayışıyla, kimi insanlarda kuşku uyanması. Bu kuşkular, tümüyle doğru değil. Çünkü bu, bir halk hareketi. Her kesimden insan olacak. TGB ile BDP bile yanyana geliyor ve gelecek; çünkü sözkonusu olan, siper yoldaşlığı. Siyasal farklılıkların vurgulandığı ortamlarda, farklılıkların tartışılmasının ileriye atılması ve alanda birliğe odaklanılması gerekiyor. Bu açıdan, AKP’nin stratejik olarak yapabileceği en başarılı iş, Taksim’deki kitleye uzun süre saldırmamak. Kitle, uzun süre atıl kaldığında, arasındaki farklara daha çok odaklanıyor. Belki de, meydanda sanat ve spor etkinlikleri yaparak, bu fazla enerjiyi eritmek gerekiyor. Bir sabah, kürsüye çıkan sanatçıya (Kürtçü diye) Ahmet Kaya söyletilmedi. Sonra başkaları araya girip bu faşizan tepkiyi engelledi. Bu tür olayların daha fazla yaşanmaması gerekiyor. Saldırmazlık ortamında, sivillerin araya sızması için zaman da kazanılmış oluyor. Oysa, saldırı anında tüm farklılıklar unutuluyor. Kimi İstiklal Marşı söyleyecek; kimi de devrim marşı; başkaları ise, Kürtçe söyleyecek. Bunlar, alanda dayanışmaya engel değil. Şimdiye kadar engel olmadı; bundan sonra da olmamalı. Bu çeşitlilik, provakasyon iddialarında da dikkate alınmalı. Kitlenin büyük bir bölümü, şimdiye dek apolitik olan kesimden geliyor. Onların siyasal hattından daha ileri eylemler gerçekleştirildiğinde, bunu sivil polislere bağlıyorlar. Oysa, herkes bilmelidir ki; ortanın çok solunda olan insanlar da var. Bir gazeteci, alanda, “siz bu otobüsleri yakasınız diye bilinçli olarak buraya bıraktılar. Kötü izlenim versin diye” diyebiliyor. Oysa, halk, kendini savunmak için o otobüslerden barikat kuruyor. O barikatlar kurulmasaydı; polis, Taksim’e çoktan girmiş olurdu. İş makinelerinin yakılması da, illa provakasyon olmayabilir. Kimi direnişçiler, böylece,
  • 7. devlete hem bir ileti göndermiş oluyorlar hem de güvenlik güçlerinin gelip gelmediğini test etmiş oluyorlar. Siyasal ve mesleksel çeşitliliğe saygı duyulmalı. Ayrıca, birbirini suçlayıcı tavırlardan da vazgeçilmeli. Bu tavırlar, beyaz Türklerin eyleme katılımlarında görülebiliyor. Hava kararmadan ayrılan kimileri, ayrılma nedenleri sorulduğunda, “eylemin profili değişiyor; marjinaller gelmeye başladı” diyebiliyor. Ya da daha ilk kez alana inmiş bilmemkim, kim olduğunuza neci olduğunuza bakmadan, kendi mağduriyetini abartıp sizi birşey yapmamakla suçlayabiliyor (özellikle Beşiktaş’taki Beyaz Türkler’de görülüyor bu tepki). Oysa, Çarşı Grubu gibi gerçekten bedel ödeyen direnişçiler, kimseyi suçlamadan hareket ediyorlar. Buna dikkat edilmeli. Bir de, Bianet’in de vurguladığı gibi, sosyal medyadaki bilgi kirliliğine dikkat çekelim. Bir geceyarısı, Taksim’de kapalı bir alanda korkuyla bekleşen bir grup apolitik genç, Twitter’daki yorumlara bakarak, “Taksim’i kaybettik; ama direniş, başka şehirlerde sürüyor. Yine kazanacağız” diyordu örneğin. Bunları söyledikleri sırada, Taksim Meydanı, hıncahınç doluydu. Saldırı falan da yoktu (Beşiktaş dışında). Dışarı çıksalardı, gerçeği göreceklerdi. Ayrıca, bilinçli olarak yalan haberlerin yayıldığı da görüldü. Türkiye Baharı ve Sosyal Medya konulu bir inceleme yazısında, bu konuyu ayrıntılı olarak incelemek gerekiyor. İşin, biraz da, sosyal psikolojik boyutlarına girelim: Direnişin bize gösterdiği derslerden biri, sanıldığının tersine, bizim, toplulukçuluktan bireyciliğe bir geçiş toplumu olmadığımız. Tersine, biz, hâlâ, dayanışma duyguları güçlü olan ve bireyci olmaya ayak direyen bir toplumuz. Bize, içimizde kalmış dayanışma ruhunu ortaya çıkaracak bir ortam gerekliydi. İşte, o ortam, bu ortam. Parkta oluşturulan Yardım Duvarı’na, halk, yiyecek, içecek, tıbbi yardım malzemesi vb. getiriyor ve bunlar, ücretsiz dağıtılıyor. Yemek Sepeti sitesinin dediğine göre, yurtdışındaki insanlar tarafından, çok sayıda sipariş, ‘Taksim Gezi Park’ adresine veriliyor. Farklı takımlardan taraftarların dayanışması da görülmeye değer. Gençlerin militanlaşma süreci, sosyal psikoloji ve ezilenlerin psikolojisi açısından incelenmeyi hak ediyor. Başka bir yazıda bu konuya girmeli. Özellikle, rol modelleri olgusu incelenebilir. Ayrıca, sokakta, yatay öğrenme sözkonusu. Alana ilk kez çıkanlar, daha deneyimli olanlara soruyor. “Gaz gelince ne yapıyoruz?”, “Nasıl önlem alırız?” vb. Birbirini tanımayan insanlar, evlerini açıyorlar; alanda, bir saldırı beklendiğinde, maske ve ilaç dağıtanları görüyorsunuz. İşte gerçek Türkiye bu! Özlediğimiz Türkiye! Peki, İstiklal, ne durumda? İlk günlerdeki kaygılardan biri, şu idi: Bedava içki dağıtılıyordu ve kimileri, dağıtanların sivil polis olduğunu düşündü. Sivil polis, direnişçileri sarhoş edip sonra da saldıracaktı. Bunu söyleyenler, Taksim’e gelselerdi, o işlerin öyle işlemediğini görebilirlerdi. Meydandaki direnişçilerin çoğu, içki falan içmeyen (en azından direniş sırasında içmeyen) çelik iradeli gençler. Geçtiğimiz gecelerde, içki içen de çok oldu elbet; ama onlar, genellikle, İstiklal’de takıldılar. Yani direnişin içki nedeniyle zafiyete uğraması, söz konusu değil. İstiklal, bir ileri bir geri giden gençlerin sık sık slogan attığı, polisin üniformasıyla giremediği bir halde. Gençler, özgürlüğün tadını çıkarıyor. Kimisi, bol bol içip “şerefine” sloganı atıyor; diğerleri, İstiklal gecelerinin müdavimleri. Sokaklarda, gaz maskeleri ve baretler, kestane-mısır gibi satılıyor. Halk, saldırı bekliyor ve buna herzaman hazır. Şu an, Taksim Meydanı’na çıkan yollar içinden, yalnızca İstiklal, açık. Yani, polis saldırısının, önümüzdeki günlerde buradan gelmesi, büyük olasılık. Belediye araçlarının sabahtan gelip daha önce İstiklal’e barikat kurmak için kullanılmış olan büyük saksıları toplaması da, bunun işareti sayılabilir. Ancak, İstiklal, uzun bir cadde olduğundan, oraya polis girene kadar, meydandaki halk, önlemini çoktan alacaktır.
  • 8. Son sorumuz şu: Bundan sonra ne olur? Sorunun yanıtı, bol bol spekülasyonu gerektiriyor. Öncelikle, İstanbul’da şu anda bulunan polis, 1 Mayıs’taki kadar güçlü değil; çünkü, 1 Mayıs’ta, tüm ülkenin güvenlik güçleri, İstanbul’a kaydırılmış; İstiklal’in her sokağı, bir ile verilmişti. Oysa, hemen hemen her şehirde protesto olması, polisin gücünü kısıtlıyor. Ayrıca, direnişe yönelik her kesimden desteğin, polisin içinde de kök salması olanaklı. İstanbul’da birçok özel güvenlik görevlisi, direnişi destekliyor sözgelimi. Türkiye Baharı’nın Arap Baharı’na/Kışı’na ne ölçüde benzediği, rahat koltuklarından ahkam kesmeyi seven köşe yazarlarını dikkate almadan, ayrıca incelenmeli. Diğer illerdeki protestoların ve direnişin kalbi olan İstanbul’un başkent olmamasının etkisi gibi konular, derinlemesine yorumlama gerektiriyor. Beyaz Saray’ın açıklaması, Borsa’nın ve TL’nin değer kaybetmesi, birçok yabancı sanatçının ve aydının Gezi’yi desteklemesi, otellerin sezon normallerinin çok altında dolu olması vb. başbakanın gidici olduğuna işaret ediyor. Yurtdışına çıkması ise, bir raslantı değil. Kimi, bunu, ateşi söndürmek için geriye çekilme ve işi zamana yayma girişimi olarak yorumluyor; kimisi ise, başbakanın, bu süreçte, ABD’yle el altından çeşitli görüşmeler yapacağını ve bu görüşmelerin sonuçlarına ve Abdullah Gül ile Fethullah Gülen ikilisinin konumlanışlarına göre, başbakanın görevden alınmasının mümkün olduğunu tahmin ediyor. Birçok ülkede olduğu gibi, bu durumda, Abdullah Gül’ün yetkilerini kullanarak hükümeti düşürmesi ve seçim yapılana dek bir geçici hükümet kurdurması, büyük olasılık. Bu sürecin kazananı, bizleriz; bir de Gülen. Aralarındaki kavgada, Gülen’in elinin güçlenmesi sözkonusu. Zaten Ecevit’le daha önceki pazarlık sonucu seçim anlaşması yapıp Erbakan’a karşı DSP’yi destekleyen Gülen Cemaati, buna karşılık, Ecevit eliyle, cemaat okullarının tanınırlığını sağlamıştı. Bu formülde, Kılıçdaroğlu’yla Gülen, el sıkışabilir. Meydanlarda atılan sloganlarda, Gülen’in hiç eleştirilmemesi, bu açıdan, dikkat çekiyor. Ankara kulislerindeki söylentilere göre, bir toplantıda, AKP’nin Merkez Yürütme Kurulu, başbakana, İçişleri Bakanı’nın, İstanbul Valisi’nin ve İstanbul Emniyet Müdürü’nün görevden alınmasını ve işin böylece kapatılmasını önerdi; ancak, başbakan, “taviz yok” dedi. Evet, bu, bir söylenti. Doğru olmayabilir. Ancak, bu sürecin, AKP’nin içinde çatırdamalara yol açtığı çok açık. Bu süreçten Türkiye halkları için demokratikleşme çıkar mı? Elbette çıkar! Hükümet istifa etmese bile, yukarıda anılan üçlünün istifa etmesi ya da görevden alınması, onların yerine atananların halka şiddet uygulamaya kalkmadan önce kırk saat düşünmesine yol açacak. Diktatörlükler böyledir. Aslında onların en zayıf noktaları, en güçlü oldukları noktalarıdır. 1 Mayıs’ta bizi sokmadıkları alanda daha güçlüyüz. Medyanın yasağı da kırıldı; diğer yasaklar da... Domino taşı gibi düşecek hepsi. Ama yarın ama öbürgün... İlgilisine Kaynak Gezgin, U. B. (2010). Futbol neden en yaygın spordur? Resim sergilerine gidenlerin sayısı neden az? Ve dahası… Cogito Dergisi, sayı 63 (Yaz 2010). http://www.ykykultur.com.tr/dergi/?dizi=Cogito İzinsiz Gösteri Dergisi, sayı 199 (Kasım-Ekim 2009). http://www.izinsizgosteri.net/new/?issue=58&page=1&content=479 http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=799&Itemid=30
  • 9. Kan Var Meydanda Bir türkü duyuldu Türkiye’de İstanbul şehrinde 2013’ün yaz günlerinde Duyabilirsin kulak verirsen o türküye Özgürlük türküsü idi bu İnletiyordu meydanı Hissedebilirdi dünya, tutkusunu, heyecanını Orada toplanan insanların Ey çocuklar, kan var meydanda. Günler boyu geceler boyu Bekliyorlar meydanda. “kurmak için daha iyi bir ülkeyi” İdi yankılanan türkü orada. “Değil mi ki evlatlarıyız bu vatanın Seviyoruz anavatanı, Kardeşlik için, özgürlük için, Elele veriyoruz elele.” Ey çocuklar, kan var meydanda. Sonra geldi emniyet güçleri, TOMA’ları ile, gazları ile, suları ile. Korktu devlet Kendi oğullarından, kızlarından. Ama yiğitlik vardı meydanda Sahici ve adil bir gelecek, Halkın polisi zarar vermez Gençlerine bu ülkenin. Ey çocuklar, kan var meydanda. Türkiye’de 31 Mayıs gecesi Yıllardan 2013 idi, Yukarıdan emir geldi, Üstten geldi, asta gitti. Ateş açtı ülkenin polisi, Kana durdu gençler ve öldüler, binlerin kanı meydanda, Saklayamaz onu yalanlar. Ey çocuklar, kan var meydanda. Dört gün daha sürdü öfke, Halk, silahların önünde. Kaç kişi öldürüldü
  • 10. Bu lanet işe giriştiklerinde? Sakladılar gerçekleri, Örtmek için korkak utançlarını, Ama kanlıdır elleri kanlı, Ve karanlıktır karanlık, adları. Ey çocuklar, kan var meydanda. Gözyaşları dökülüyor Türkiye’de, Yitirdiğimiz çocuklar için. Korku var, gizlenme var. Ve terörist devletin demir pençesi Bugün sessizliğe büründürebilir herkesi, Ama silinmez, asla silinemez Meydanın her yanına yayılan o kan. Ey çocuklar, kan var meydanda. Söz-Müzik: Phillip Morgan Çeviren ve 2013 Gezi Parkı Direnişi’ne uyarlayan: Ulaş Başar Gezgin, 5 Haziran 2013 Şarkı, şuradan dinlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=N4PJVLTrjt0 Ağsayfası: http://gezginulas.blogspot.com/2013/06/kan-var-meydanda.html
  • 11. Saygon’dan İstanbul’a: Bir Sömürgeci Silahı Olarak Portakal Gazı Şanlı Gezi Parkı Direnişi’nde kullanılan gazlardan biri, oldukça farklı. Birçok eylemci, turuncu renkte olan ve insan üzerindeki etkileri açısından biber gazıyla farklılaşan bu maddenin portakal gazı olduğunu düşünüyor. Bu konudaki bilimsel çalışmalar sürerken, bu maddenin portakal gazı olduğunu varsayalım ve onun Amerikan askerleri ve Amerikancı Güney Vietnam hükümeti tarafından Vietnam halkı üstünde kullanıldığını anımsatalım. Gezi Parkı Direnişi’nden yıllar önce, Portakal Gazı’nın bu savaştaki kullanımıyla ilgili bir inceleme hazırlamıştım. Onu daha sonra, Prof.Dr. Serdar Değirmencioğlu ile genişlettik ve yakında bir uluslararası konferansta sunacağız (The 14th SCRA (Society for Community Research and Action) Biennial Conference, http://www.scra27.org/calendar/2013-scra-biennial-conference ). Bu yazıda, bu ilk incelemeden kimi bölümlere yer verip ondan sonra Saygon-İstanbul benzetmesi yaparak, AKP hükümetinin yalnızca faşist değil (Gramsci’nin Kuzey İtalya-Güney İtalya ilişkileri bağlamında belirttiği gibi) aynı zamanda bir iç-sömürgeci olduğu tezini işleyeceğim. Zamanı dar olanlar, doğrudan, sonuç bölümünü okuyabilir. Vietnam-Amerikan Savaşı’nda, 4 milyonu sivil olmak üzere 7.5 milyon Vietnamlı ölürken; savaştan sonra 40 bin Vietnamlı, patlamamış bombalardan öldü; birçokları, yaralandı ya da uzuvlarını yitirdi. Savaşın etkileri bu kadarla kalsa yine iyiydi. Amerikan Ordusu, ‘Operation Ranch Hand’ adı altında, 1961-1971 arasında Güney Vietnam’ın onda biri kadar büyük bir bölgeye (yaklaşık 17 bin km2; 10 İstanbul büyüklüğünde) 80 milyon litre Portakal Gazı (PG, Agent Orange) sıktı. PG, zehirli bir bitki (ve gerçekte insan) öldürücü; Vietnam-Amerikan Savaşı sırasında direnişi kırmak için kullanılıyor. Güney Vietnam’ın yabanıl ormanlarında gerillalar bir görünüp bir kayboluyorlar. Amerikan Ordusu’nun çözümü, oldukça ‘bilimsel’: Birçok yeşil alana PG ve diğer zehirler sıkılıyor ki; ağaçlar, yapraklarını döküp gerillayı açığa çıkarsın. Diğer amaçlar ise, verimli toprakları ekin ekilemez duruma getirip böylece gerillanın beslenme kaynaklarını ortadan kaldırmak ve bölgeyi yaşanmaz duruma getirmekti . Amerikan uçakları ve helikopterleri, bu zehirli kimyasalları çok geniş alanlara havadan sıkarken, sivil- asker/gerilla ayrımı gözetilmedi. Zaten “tüm köyler düşmandı”. Etkilenen bölgelere bir kere değil defalarca en yüksek dozda PG sıkıldı. PG ve diğer zehirli kimyasallardan 4.8 milyon Vietnamlı etkilendi. Bu, Güney Vietnam’ın toplam nüfusunun dörtte biriydi. PG’nin ana maddesi olan dioksinin, Vietnam-Amerikan Savaşı sırasında 25,585 köye ve mezraya sıkıldığı sanılıyor. İnsanlık tarihinde üretilmiş en zehirli gazlardan biri olarak değerlendirilen PG’nin kalıcı etkileri var. Toprağın gazdan tümüyle arınması da olanaksız. PG etkileri, ölümden de beter: Gaza doğrudan ya da yemek ve su dolayısıyla dolaylı olarak maruz kalmış ana-babalardan olma binlerce az görünür türden engelli doğum oldu ve bu engelli doğumlar, üçüncü kuşakta da sürüyor. Gaza maruz kalmışların kanserden ölme olasılığı, maruz kalmamışlara göre % 30 fazla. Ayrıca, PG, sinir sistemi, sindirim sistemi, dolaşım sistemi, solunum sistemi vd. ve deri hastalıklarına neden oluyor. Bugün Vietnam’da 3 milyon PG mağduru olduğu sanılıyor. Vietnam-Amerikan Savaşı’nda PG üreten ve sağlayan 37 Amerikan şirketi var. En büyük 7 üretici şunlardı: Dow Chemical, Monsanto, Uniroyal, Hercules, Diamond Shamrock, Thompson Chemical ve T.H. Agriculture ve Nutrition. En büyük 2 üretici ise, Monsanto ve Dow’du. Günyüzüne çıkarılan gizli ABD belgelerine göre, Amerikan şirketleri, 1965’te bile, PG’nin
  • 12. insanlar üzerindeki etkilerinin farkındaydı; yine de bunu üretip Amerikan Ordusu’na sattılar. Dioksin üreten işçilerin hastalıkları, kamuoyundan gizlendi. Şirketlerin araştırmacıları, kimi araştırmaların sonuçlarını gizledi; verilerle oynadı; sahte bulgular üretti. Bu belgelere göre, PG üreticileri, dioksinin etkilerini bilmelerine karşın, bu maddeyi kullandılar; çünkü dioksinsiz üretim daha pahalıydı ve üretimi daha uzun sürüyordu. Diğer şirketler, zararlı etkileri nedeniyle, dioksini üretimde kullanmazken, sorumlu şirketler, kullandılar. 2009’da ABD’li PG mağduru Vietnam gazileri, bu bilgiler ışığında, Dow ve Monsanto’ya yeniden dava açtı. Gazilere göre, ordunun, dioksinin etkilerinden haberi yoktu; sorumlu, ordu değil üretici şirketlerdi. Bu görüş, PG’nin sıkılışının ilk dönemlerinde doğru olabilir: Ordu, PG’nin olumsuz sonuçlarını bilseydi, askerlere özel tedbir talimatları verecekti; yoksa, kendi askerini zehirleyecek bir maddeyi çıplak elle kullandırtmazdı. Ancak, daha sonraki dönemlerde, PG’nin etkisi, ordu tarafından da bilinmesine karşın, Vietnam’da kullanımı sürdürüldü; çünkü nasılsa, PG işi, Güney Vietnam Ordusu’na devredilmişti ve zaten, PG, düşmana sıkılıyordu. 1990’da yayınlanan Zumwalt Raporu, ordunun da PG’nin zararlı etkilerini bildiğini gösteriyor. Amerika Vietnam Gazileri Örgütü, Portakal Gazı’nın Vietnam, Kamboçya ve Laos dışında, ABD’deki üslerde, Kanada’da, Kore’de ve Tayland’da da kullanıldığını belirtiyor. Ancak, PG’nin en çok kullanıldığı yer, Vietnam. PG ve benzeri gazların yapımında çalışan çeşitli ülkelerden (ABD, Tayvan, Yeni Zelanda, Kanada) işçiler ve sızıntılardan etkilenen sivil halklar, sayıca küçük öbekler oluştururken, Vietnamlılar, insanlık tarihinde, bu zehirlerin en yaygın biçimde sıkıldığı halklar. ABD ve bağlaşıklarının askerleri, PG ve diğer zehirli kimyasallara geçici bir süre için maruz kalmışken; Vietnamlılar, zehir bulaşmış toprak, yemek ve su döngüsü içinde bunlara sürekli olarak maruz kaldılar. Bu nedenle, zehirli kimyasalların etkileri, Vietnamlılarda daha aşırı. 2006’da gerçekleştirilen araştırmada, Güney Vietnam’ın 1962-1971 arasında yüksek düzeyde PG sıkılan çeşitli bölgelerinde ve özellikle eski Amerikan üsleri çevresinde, besin, insan kanı ve anne sütünde hâlâ PG’nin etkilerinin sürdüğü bulunuyor; bunlarda yüksek düzeyde dioksin saptanıyor. Bu bölgelerde balık ve ördekler zehirli. Bu, PG’nin su altlarında biriktiğini gösteriyor. PG, tümüyle temizlenemiyor; on yılda yalnızca yarısı doğaya karışabiliyor. Vietnam-Amerikan Savaşı’nda 5 bin Güney Kore askeri öldü. Savaşa 300 bin asker gönderen Güney Kore de PG’den etkilendi. Vietnam-Amerikan Savaşı gazisi 90 bin Güney Koreli’nin PG’den etkilendiği sanılıyor. Onbinlerce Güney Kore askerinde deri hastalıkları görülüyor. Ocak 2006’da Güney Kore mahkemesi, Dow Chemical ve Monsanto’yu 6,800 Güney Koreli PG mağduru için 62-65 milyon Dolar tazminat ödemeye mahkum etti. 2004’e dek Yeni Zelanda hükümetleri, PG iddialarını reddetmiş, PG gerçeğini inkar etmişti. Eski bir savaş karşıtı eylemcisi olan Yeni Zelanda eski başbakanı Helen Clark, Yeni Zelandalı PG mağdurlarından 2006’da resmi olarak özür diledi. Mağdurların herbirine, 24,100 Amerikan Doları tutarında ödeme yapıldı. Yeni Zelandalı PG mağdurları, çektikleri sıkıntılarla karşılaştırıldığında tazminatı az buluyor. PG mağdurlarının savaşımı sırasında skandal bir olay da açığa çıktı: 2005’te, Yeni Zelanda’nın Vietnam-Amerikan Savaşı sırasında ABD’ye PG sağlayanlardan biri olduğu ortaya çıktı. Vietnam-Amerikan Savaşı’na 4 bin Yeni Zelanda askeri katılmış, 37’si ölmüştü. Avustralyalı PG mağdurlarına da tazminat ödendi.
  • 13. ABD Ordusu, PG’yi Vietnam’a sıkmadan önce, 1966’da ve 1967’de, PG ve diğer gazların denemelerini bir Kanada askeri üssünde (Gagetown üssü, New Brunswick) yapmıştı. 2007’de Kanada, PG denemelerinin yapıldığı üste ya da çevresinde yaşayıp PG’den etkilenenlerin herbirine 19,200 ABD Doları tazminat ödedi. Tazminat, toplam 4,500 kişiyi kapsıyor. Kanadalı PG mağdurları, her yıl ilaçlara 19,200 Dolar’dan daha çok para ödediklerini belirterek, bu miktarı az buluyorlar. Vietnam-Amerikan Savaşı boyunca, Güneydoğu Asya’nın çeşitli ülkelerinde yaklaşık 3 milyon Amerikan askeri görev aldı; ne kadarının PG’den etkilendiği tam olarak bilinmiyor; ancak 230 bin ABD’li PG mağduru olduğu sanılıyor. PG kullanımı emrini veren Amiral Zumwalt’ın oğlu ve torunu da, PG mağduru. 1984’te, PG üreticisi belli başlı 7 şirket (Dow Chemical, Monsanto, Uniroyal, Hercules, Diamond Shamrock, Thompson Chemical ve T.H. Agriculture ve Nutrition), Amerikalı PG mağdurlarına toplam 180 milyon Dolar ödedi. PG üreticileri, suçlarını kabul etmediler; mahkemenin uzamaması için, davacı olan Amerikalı PG mağdurlarıyla mahkeme dışında anlaşma yaptılar; tazminat, böyle ödendi. Toplam 291 bin ABD’li mağdur tazminat aldı. Dolayısıyla, her bir mağdura az bir miktar düştü. 3 kuşak mağdurların varlığı düşünüldüğünde, Amerikalı PG mağdurlarının çok azının tazminat alabildiği düşünülüyor; kimisi, tazminat alamadan öldü ve sonradan başvuranlar için para kalmadı. Monsanto, 1984’teki davadan önce de, Times Kumsalı skandalıyla gündeme gelmişti. Kumsal, dioksinle tümüyle kirlenmişti. PG üreten şirketler, savunmalarında, ABD ordusunun istediği standartlarda üretim yaptıklarını belirtiyorlar. Yani bir suçlu varsa, o da, ordu. Ancak, ABD Ordusu, özel izin olmadan –ki verilmiyor zaten- yargılanamıyor. Dolayısıyla, PG üreten şirketler, bu savunma biçimiyle, ABD’nin dokunulmazlık zırhına sığınmış oluyorlar. 1991’de Amerikan Kongresi, Amerikalı Vietnam Savaşı Gazileri’nin PG’den etkilendiğini yıllar sonra kabul etti ve PG’nin Amerikalı Vietnam gazilerinin hastalıklarının nedeni olduğu saptandığından, PG mağduru askerlere, engelli gazilere verilen haklar verildi; Bir Amerikan askeri, PG kaynaklı hastalıklardan ölmüşse, ailesi, para yardımı alabiliyor. Vietnam’da sıkılan PG’den etkilenmiş olabilecek diğer bir nüfus, 1.6 milyon Vietnamlı-Amerikalı. Bunlardan, Amerikancı Güney Vietnam askeri olarak PG sıkmışlar ve PG sıkılmış bölgelerde çarpışmışlar var; ancak, bunlarla ilgili araştırma bulunmuyor. Bu nüfusun ABD yanlısı ve Vietnam karşıtı oluşu, konuyla ilgili bilgi toplanmasını zorlaştırıyor. Vietnamlı PG mağdurlarını, 2003’te kurulan ve bugüne dek Vietnamlı PG mağdurlarına tazminat ödenmesi için 8 milyondan fazla imza toplamış olan Vietnam Portakal Gazı/Dioksin Mağdurları Derneği (VPGM) temsil ediyor. 31 Ocak 2004’te, Vietnamlı PG mağdurları, New York’ta, Brooklyn Mahkemesi’nde, PG üretmiş olan 37 ABD şirketine tazminat davası açtı. Mart 2005’te, mahkeme, davanın yasal bir dayanağı olmadığını ve şirketlerin ABD’nin PG’yi savaşta kullanma biçiminden sorumlu tutulamayacağını ileri sürerek takipsizlik kararıyla davayı reddetti. Mahkemeye göre, PG, insanlara zarar vermek için değil, yaprakları dökmek amacıyla kullanılmıştı; bu nedenle, PG kullanımı, uluslararası yasaların ihlali olarak görülemezdi. Yine mahkemeye göre, PG’yle Vietnamlı mağdurların hastalıkları arasındaki nedensel ilişkiyi kanıtlayan veriler bulunmuyor. Ağustos 2008’de VPGM, ABD Anayasa Mahkemesi’nde dava
  • 14. açılması için dilekçe verdi. 2 Mart 2009’da ise, Anayasa Mahkemesi, hiç bir gerekçe göstermeden, dava açmayı reddetti. VPGM, PG üreticisi şirketler yerine, ABD’ye doğrudan dava açamıyor; çünkü bunun için ABD’nin izni gerekiyor (!) ABD’nin dokunulmazlığı, yargılanmasına engel oluyor. ABD’de dava açan Vietnamlı PG mağdurlarından ikisi (Nguyen Van Quy ve Nguyen Thi Hong), dava sürecinde, PG kaynaklı hastalıkları nedeniyle öldü. Sonuç olarak, Vietnamlı PG mağdurları, tek kuruş tazminat almış değil. ABD, tazminat ödemeye yanaşmasa da, kimilerine göre, mahkeme süreci, boşa gitmiş bir zaman değil(di); çünkü bu süreç, dünyanın dört bir yanındaki PG mağdurlarını biraraya getirdi. ABD mahkemeleri, Vietnamlı PG mağdurları konusunda, kimyasal üreten şirketleri zora sokacak kararlar vermiyor; çünkü bu, ABD ordusunun savaş suçları işlediğinin ve dolayısıyla ordunun savaş suçlusu olduğunun kanıtı olacaktı. Kimileri, ABD’nin Vietnam’daki savaş suçlarını kabul etmemesinin, bu suçları işlemeye başka ülkelerde (Irak) devam etmesinden kaynaklandığını ileri sürüyor. ABD’nin Vietnamlı PG mağdurlarına muamelesi, insanlıkdışı ve kimilerine göre, ırkçılığın bir göstergesi. Yasalar, ABD’li mağdurlara tıkır tıkır işlerken Vietnamlı mağdurlara işlemiyor. Öte yandan, 1984’te Monsanto’nun ve Dow Chemical’ın Amerikalı PG mağdurlarına tazminat ödemesinin ahlaksal değil pratik bir karar olduğu düşünülüyor. Şirketler, ödemeleri, müşteri kaybetmemek amacıyla yapıyor. Vietnamlı PG mağdurlarına tazminat ödemeyerek, müşteri kaybetmiş olmuyorlar. Bugün Dow, PG üretmiyor; ama dioksin içeren ürünler üretmeye devam ediyor. Dow ve Monsanto şirketleri, Vietnam’da iş yapmayı sürdürüyor; ama PG mağdurlarına yardım etmiyorlar. Monsanto’ya göre, Vietnam-Amerikan Savaşı’yla ilgili sorunlar, ABD ve Vietnam arasında çözülmeli; bu, Monsanto’nun işi değil. Vietnamlı PG mağdurları, çeşitli etkinliklerle, uluslararası arenada seslerini duyurmaya çalışıyor. Bunlardan biri, 2008’de, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombasının mağdurları ve görgü tanıklarıyla, Vietnamlı PG mağdurlarının Vietnam’da buluşması oldu. 2004’te, Vietnam’da, 10 Ağustos, Portakal Gazı Mağdurları Günü olarak ilan edildi. Çeşitli kaynaklar, PG kullanımının bir savaş suçu olup olmadığını soruyor. PG kullanımı, çeşitli uluslararası anlaşmaların ihlali anlamına geliyor. Kimi kaynaklar, PG’nin bir kitle imha silahı olduğunu belirtiyor; Vietnam’da siviller üstünde kullanılmış oluşuna dikkat çekiyor ve ABD’nin bu tutumunu, varolmayan kitle imha silahları dolayısıyla Irak’ın işgal edilmesi ile ilişkilendiriyor. *** Sonuçlar Şimdiye kadar söylediklerimizi özetleyelim: Portakal Gazı, yalnız Vietnamlıları değil, onbinlerce Amerikan askerini ve ABD bağlaşığı olarak savaşan Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve Güney Koreli askerleri de etkiledi. Amerikalı, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Güney Koreli ve Kanadalı PG mağdurları tazminat kazanırken; Vietnamlı PG mağdurları, tek kuruş alamadı. ABD’de PG’nin kullanımı, çok önce, 1970’te yasaklanmıştı; çünkü araştırmalar, PG’nin korkunç etkilerini göstermişti. Çeşitli kaynaklarda Amerikan Ordusu’nun PG’nin korkunç sonuçlarından haberdar olduğunu gösteren çeşitli bilgilere yer veriliyor; ancak, kimyasal, düşman üstünde kullanıldığı için, bu etkiler, umursanmıyordu. PG üreticilerinin PG ile hastalıklar arasındaki
  • 15. ilişkileri yoksayışı, sigara şirketlerinin tütünle kanser arasındaki ilişkiyi uzun yıllar yoksayışına benzetiliyor. Ancak, tütün, dünyanın birçok ülkesinde yüzmilyonlarca insanı etkilerken; PG’nin etkisi, Vietnamlı siviller, Vietnam Savaşı gazileri ve savaş dışındaki birkaç olayla kısıtlı. Yukarıda sunulan bilgilerden Taksim Direnişi için şu sonuçlara varılabilir: - Türkiye’de dioksin kullanılmış olsa bile, bunların, başka kimyasallar içinde düşük bir oranda kullanıldığı ve Vietnam’daki kadar yoğun olarak kullanılmadığı için, aynı etkileri göstermeleri, düşük olasılık. Yine de, bu durum, PG kullanımının bir savaş suçu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. - Bir de neo-liberalizm eleştirisi gerekli: Güvenlik amaçlı kimyasal üretimini piyasanın (ve/ya da ceberrut devletlerin) insafına bırakmak, saflık olur. Vietnam örneğinde, kimi şirketlerin, kimyasalları ayrıştırmak pahalı olduğu için, maliyetten düşmek adına, özellikle dioksin kullandığı görülüyor. Şirketler, sorumludur; yalnızca polis ve devlet değil. Ayrıca, bu piyasaya aşırı güvenin yanına düşman hukuku ekleniyor. Yukarıdaki Vietnam örneğinde görüldüğü gibi, “Zaten başkası üstünde kullanılacak; beni ilgilendirmez” tavrı, bu maddeleri kullananların dokunulmazlık zırhı altında soruşturulmaması ile pekiştiriliyor. - İleride, Türkiye’de, bir Portakal Gazı Mağdurları Derneği kurulabilir. Bu, uluslararası düzeyde açılan davalarda müdahillik sorununu çözebilir. - Vietnam örneğinde, halka PG atanların, en azından ilk dönemlerde, PG’nin ölümcül etkilerinden haberdar edilmediğini görüyoruz. Aynısı, Türkiye’deki durum için de sözkonusu olabilir. PG kullanımı emrini veren Amerikalı komutanın piyade olan oğlunun ve onun çocuğunun PG mağduru olması, bu açıdan dikkat çekici. - Direnişte toplanan kapsüllerin üstündeki yazılardan, bu kimyasal silahları üretenlerden birinin Nonlethal Technologies (Ölümcül Olmayan Teknolojiler, http://www.nonlethaltechnologies.com/ ) olduğu görülüyor. İnsan hakları örgütleri ve baro, yalnızca güvenlik güçlerine ve hükümete değil, aynı zamanda bu şirkete de dava açmalıdır. Yukarıda sicili bozuk olduğu görülen Dove ve Monsanto da, Türkiye’de boykot edilmelidir. - PG’nin besin zincirine girmesinin Türkiye için anlamı şudur: İstanbul balığı da, zehir döngüsünün içinde. Ayrıca, PG’nin yoğun olarak sıkıldığı bölgelerde, bitkilerin durumunu da incelemek gerekiyor. - PG’nin uzun erimli çözümü, vetiver otu (Vetiveria Zizanoides) ekimi. 1 metreye dek büyüyen vetiver otu, kökleriyle, zehirli maddeleri arındırıyor; vetiver otunun, PG’nin topraktan arınmasında etkili olabileceği sanılıyor. Ayrıca, tüm Türkiyelilerin, dioksin taramasından geçirilmesi gerekiyor. - Kendi halkıyla savaşan Amerikancı Güney Vietnam hükümeti ile Erdoğan hükümeti, birçok benzerlikler taşıyor. Göstericileri insansızlaştırılmış bir biçimde algılama, bunun bir örneği. Göstericiler ne ölüyor ne yaralanıyor; onlar, yalnızca, “etkisiz hâle getiriliyor”. - Gezi Parkı için yapılan eylemlerdeki polisin tavrı, 1968 Hue Kimyasal Saldırısı ile büyük benzerlikler gösteriyor. 3 Haziran 1963’te Amerikancı Güney Vietnam askerleri, Hue kentinde dua etmekte olan Budist rahipleri yoğun bir göz yaşartıcı bomba saldırısına maruz bırakmıştı. Dualı protestonun nedeni, Katolik olan Amerikancı hükümetin, ülkede, Budizm’i yasaklamaya kalkmasıydı. Bu saldırı, ulusal ve uluslararası kamuoyunda büyük tepki toplayınca, Güney Vietnam hükümeti, uzlaşma yolları aradı; anlaşma yapıldı; ancak hükümler uygulanmadı. Bu süreç, Güney Vietnam hükümetinin darbeyle düşürülmesine kadar sürdü. Saldırı, ABD’nin imgesini sarsmış ve ABD, bu kamburu sırtında taşımak istememişti (bkz.
  • 16. http://en.wikipedia.org/wiki/Hu%E1%BA%BF_chemical_attacks ). Bugün de, ABD’nin, “Erdoğan hükümetini artık taşımak istemiyorum” noktasına gelmesi, şaşırtıcı olmayacak.
  • 17. Haydi Haydi Hızlı (1) Orta Yaş Hızlı olmalı herşey, Haydi haydi hızlı! Daha hızlı doğsun güneş, söyleyin, Daha hızlı dolsun meydanlar, parklar, yangın kuleleri, Unutuluşa mahkum edilmiş cinler çıksınlar şişelerinden Tüm kara iklimlerinde gemi direkleri. Hızlı olmalı herşey, Haydi haydi hızlı! Ha diyelim, ters düz olsun dünya, baş olsun ayaklar, Omuzdan tutsun birbirini, fişek yemiş bacaklar, Çadırlara pislemiş kuşları uğur mu saymalı? Bu merdivenler bir son bulacakmış diyorlar inanmalı mı? Hızlı olmalı herşey, Haydi haydi hızlı! Çıkamadık kutumuzdan bozar diye bizi dünya, Votkayı zula etmiş liseliler gibiyiz bu padişahlıkta, Konservede yaşıyoruz zaten, bozulmamak için yıllardır, Kullanma tarihi geçecekken açtılar bizi, hayırdır?! Hızlı olmalı herşey, Haydi haydi hızlı! (2) Gençlik Hızlı olmalı herşey, Haydi haydi hızlı! Bir tivit hızında iç çekip bir esemes kadar hürüz, Bir yutubdan saundklauda yankılanıyor türkümüz, Varız ve yokuz, Şröndinger’in kedisi gibiyiz, Varız ve yokuz, bir varmış bir yokmuş devrinde miyiz? Hızlı olmalı herşey, Haydi haydi hızlı!
  • 18. Biz Keloğlanlar, Kelkızlar, padişahın kurbanına Dönüşürken, bu cinler periler diyarında, Yine de GTA’dan çıkmış bir nesil olarak, Sis atanlara ses atıyoruz sıcak sıcak. Hızlı olmalı herşey, Haydi haydi hızlı! Kim ‘geym ovır’ o belli değil, ama çok canımız var, Altı yıldız oldu, koptu geliyor, aha şimdi tankımız var, Hızlı olmalı herşey, bu levıllar, bu silahlar, Hileyi bilen söylüyor, dolup taşıyor forumlar. Hızlı olmalı herşey, Haydi haydi hızlı! Ulaş Başar Gezgin, 8 Haziran 2013 http://gezginulas.blogspot.com/2013/06/haydi-haydi-hzl.html
  • 19. Gezi’ye Destek için Açık Ders: Gezi Sonrası Anaakım Psikoloji Sorgulanırken: Ezilenlerin Psikolojisi Ne Zaman?: 6 Haziran 2013 Perşembe, 19:30 (Üniversite hocalarının AKM önünde 19:00’da yapacağı basın açıklamasından hemen sonra; 20:00-20:30 gibi AKM önünde başlayacak konserlerden hemen önce) Nerede?: Taksim Gezi Parkı’nda Darüşşafaka Köyü’nde (Yeşil-Siyah bayraktan tanınabilir) Yard.Doç.Dr. Ulaş Başar Gezgin (Vakit Yettiğince) Konu Başlıkları (duruma göre, başka bir gün, ikinci bir ders yapılabilir) - Ezenlerin Hizmetindeki Psikoloji: Vietnam Sendromu - Psikologların Sınıfsal Özellikleri: Sosyete sporu olarak psikoloji Ücretli sertifika programları Özel-devlet mezunu orantısızlığı Klinik psikoloji programlarında ticarileşme Travma tüccarlığı Seans ücretleri Pozitif psikoloji, yaşam koçluğu ve diğer ruhsal ticaretler Meslek odası, meslek yasası, güvencesizlik DSM-V, ilaç ve sigorta şirketleri Psikologların 12 Eylül’deki ve diğer kırılma noktalarındaki sorumluluğu/sorumsuzluğu - Bireye “sen değiş, toplum değişmiyor” diyen yaklaşım - Anaakım psikolojinin toplumsuzluğu, tarihsizliği, kültürsüzlüğü ve diğer -sizlikleri Sosyal psikoloji Gelişim psikolojisi Kültürel psikoloji - Akademik psikolojinin yaşamdan kopukluğu: Sosyal psikoloji örneği - Akım fanatikleri olarak psikologlar ve aşırı çözümlemeler (psikanaliz sorunsalı) - Bireyci toplum-toplulukçu toplum (kültürel psikolojiye sosyal psikoloji eleştirisi)
  • 20. - Tarihsel bağlamı içinde psikoloji Üçlü sömürgeci işbölümü ve laboratuvara tıkılmış bir alan olarak psikoloji - Direnişin medyası ve sosyal medya psikolojisi (Che’nin radyosu: Radio Rebelde) - Eğitim psikolojisi açısından direniş: Yatay öğrenme Akrandan öğrenme Ezilenlerin pedagojisi - Ezilenlerin sağlık psikolojisi: Gaza dayanma bilişleri Empati: Karasinek örneği - Tüketici psikolojisi açısından İstiklal’de, baret, maske ve bayrak satımı - Politik psikoloji açısından Gezi Parkı Direnişi: Halkla ilişkiler ve kamuoyu Diktatörün psikolojisi - Örgüt psikolojisi açısından Gezi Parkı Direnişi: Motivasyon - Gelişim psikolojisi açısından Gezi Parkı Direnişi: Yaş özellikleriyle direniş İlişkisi Direniş ve rol modelleri - Çevre psikolojisi açısından Gezi Parkı Direnişi - Evrimsel psikoloji açısından Gezi Parkı Direnişi Polisle direnişçiler arasında yer işaretleme kavgası Hiyerarşi belirlenimleri Damgalama davranışları - Kişilik Psikolojisi açısından Gezi Parkı Direnişi Direnişçilik, kişilik özelliği mi yoksa bir süreç değişkeni mi? - Adli Psikoloji açısından Gezi Parkı Direnişi Suçlu kim? Katil kim? - Direniş ve kimlik - Bilişsel bilim açısından direniş: Lidersiz direniş, dağıtık biliş - Alternatif: Ezilenlerin psikolojisi (Toplumsal Ulamlar, Çoğul Kimlikler) Tümdengelime karşı tümevarım
  • 21. Akademiden sokağa değil sokaktan akademiye Bireyden topluma değil toplumdan bireye Psikologların sınıfsal ve mesleksel özeleştirisi (...)
  • 22. Gezgin, U.B. (2013). Gezi Direnişi sonrası ezilenlerin psikolojisi. Bianet, 9 Haziran 2013. http://bianet.org/bianet/siyaset/147384-gezi-direnisi-sonrasi-ezilenlerin-psikolojisi Gezi’ye Destek için Açık Ders: Gezi Sonrası Anaakım Psikoloji Sorgulanırken: Ezilenlerin Psikolojisi Yard.Doç.Dr. Ulaş Başar Gezgin Ezilenlerin psikolojisini tartışmaya açmak için ezenlerin psikolojisiyle ve ezenlere hizmet eden psikolojiyle hesaplaşmak gerekiyor. Ezenlere hizmet eden psikolojinin en klasik örneklerinden biri, ‘Vietnam sendromu’ kavramı. ‘Vietnam sendromu’, Vietnam-Amerikan Savaşı’na gönderilen Amerikan askerlerinin orada yaptıkları/yaşadıkları sonucu ortaya çıkan travma sonrası stres bozukluğu olarak nitelendiriliyor. Birincisi, ‘Vietnam Savaşı’ (ve ‘Irak Savaşı’) sözü bile, sömürgeci mantığı yansıtıyor. Vietnamlılar, o savaşa, ‘Amerikan Savaşı’ diyorlar. Daha tarafsız bir ifade, Vietnam-Amerikan Savaşı olabilir. İkincisi, ‘Vietnam sendromu’ sözü, Amerikan askerlerinin mağduriyetini hesaba katarken, Vietnam halkına yaşatılan travmalara gözünü kapatıyor. Ezenlere hizmet eden psikolojinin bir başka düzeydeki örneği, ‘denek’ kavramı. Psikoloji araştırmalarına katılanlar için ‘denek’ ((experimental) subjects) sözünü kullanan psikologlar, katılanlarla asimetrik bir ilişki kurmuş oluyor. Bu bilimsel-otoriter yaklaşım, psikoloji bilgisinin ne için üretildiğinin farkında bile değil. Karşımızdaki, hayvan değil (ki hayvana bile böyle mi yapılmalı?); bu insanlar, psikoloji bilgisinin üretimine biz deneycilerle aynı düzeyde katkı sağlayan katılımcılar (participants). Bilgi, kendini ve toplumu özgürleştirmek için üretildiğinde, katılımcılar (‘denek’ler değil) özne konumuna yüksel(til)miş oluyor. Psikologların Sınıfsal Profili Ezenlerin psikolojisini daha kapsamlı olarak incelemek için, psikologların sınıfsal özelliklerine girmek gerekiyor. Birincisi, psikolojiyi büyük oranda bir sosyete sporu olarak değerlendirmek, yanlış olmaz. Psikologlar, çoğunlukla orta ve üstü kesimlerden geliyor; alt kesimlerden gelenler de, Bourdieu’nun ‘kültürel sermaye’ kavramını anımsatır bir biçimde, sınıf değerleri ediniyorlar. Psikologlar, pratikte, çoğunlukla, zenginlere hizmet ediyor. Seans ücretleri, eğer tanıdıksanız, 150 Lira’ya düşebilir belki; ancak, genellikle 300-500 Lira aralığında. Son istatistiklere göre, Türkiye’de psikologların çoğu, özel üniversitelerden çıkıyor (bu noktada, Murat Paker ya da Mete Tunçay gibi, beni, “Türkiye’de özel üniversite yok, vakıf üniversitesi var” diye düzeltmeye kalkanlar çıkabilir. ‘Özel üniversite’ sözünü burada bilinçli olarak kullanıyorum; çünkü adının tersine, birçok sözde ‘vakıf üniversitesi’, kar amacı güdüyor. Vergi muafiyeti, ek kalemlerdeki ihaleler, para getirmediği için kapatılan bölümler vb. örnekler, sayfalarca uzatılabilir. Ercan ve Korkusuz Kurt’un 2011 tarihli ‘Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite’ kitabını öneririm. Ayrıca, Aslı Odman’ın aynı kitapta yazdığı gibi, kar amacı güden bir yabancı şirket tarafından yönetilen Bilgi Üniversitesi, iyimserler için bile, ‘kar amacı gütmeyen’ statüsüne giremiyor. Vakıf üniversitelerinin kâr amacı gütmemesi koşulunun, Bilgi örneğinde bir kez daha ve bir başka yoldan delindiği görülüyor.) Psikologların çoğunun özel üniversitelerden çıkması,
  • 23. psikoloji diploması alabilenlerin, çoğunlukla, parası olanlar ya da ağır borç yükü altına girmeye razı olanlar olduğunu gösteriyor. Bu durum, özellerde ticari amaçla açılan klinik psikoloji yüksek lisans programlarıyla doruğuna çıkıyor (buradan, “tüm özel üniversitelerdeki klinik psikoloji programları kötüdür” gibi bir sonuç çıkmasın). Kapitalizm, ‘yaşam boyu eğitim’ adı altında, işgücünü sürekli eğitim almaya zorlanan bir tüketiciye dönüştürüyor. Psikoloji diploması almış genç meslektaş, kendini geliştirmek adına yeni sertifikalar almak durumunda. Artık, psikologluğun temel yetileri, psikoloji bölümlerinde öğretilmiyor. Onun yerine, genel bir diplomanın üstüne, “1 milyar ver, şu testi öğren”; “3 milyar ver, şuradan sertifika al” sistemine geçilmiş oluyor. Bu durum, mezun olduğunda, aileden bir sermayesi ya da toplumsal sermayesi (bağlantılar-ilişkiler) olmayan psikologları da mesleğin çeperlerine ve hatta dışına itiyor. Türk Tabipler Birliği, Barolar Birliği, Türk Psikologlar Derneği, İHD, TİHV vb. kuruluşlar dururken, travma sertifika programını bir özel üniversite altında ve o üniversitenin reklamını yapacak bir biçimde gerçekleştirmek bile, bu koşullarda sıradanlaşıyor. Şanlı Gezi Direnişi’nde travma yaşatılan direnişçilerin bir bölümü, bu ticarileşmiş psikoloji ortamında, psikolojik destek alamıyor. Oysa, asimetriyi değil eşitliği gözeten psikolojik yardım (terapi değil), bir insan hakkıdır. Demek ki, psikologların sınıfsal konumlanışlarının kendisi bile, bir insan hakları ihlalidir. Ve hiçbirimiz temiz değiliz. En muhaliflerimiz bile kirli. Piyasa koşullarına göbekten bağlıyız. Öte yandan, psikologların bir meslek örgütünün/odasının ve meslek yasasının olmaması, bu koşulları derinleştiriyor. Bir kere, psikologların, avukatlar gibi, meslektaşların etik ihlalleri karşısında, men cezası türünden yaptırımları bulunmuyor. Pozitif psikoloji, yaşam koçluğu ve diğer ruhsal ticaretler, hatta ‘psikologum’ diyerek halkı aldatanlar, bir etik kurul aracılığıyla bilimsel hizaya getirilemiyor. ‘Solculuk, hastalıktır; tedavi edilmelidir” diyen ‘profesör’, işine devam ediyor, daha bilimdışı, daha gerici görüşleriyle ve her yıl, çok sayıda kendi klonunu yaratarak. Psikologların yasal güce sahip meslek örgütünün yokluğu, aynı zamanda, psikologların bir kesimini, özellikle de yeni mezunları, özlük hakları olmayan, asgari ücrete ve biraz üstüne çalışan, psikolog olmalarına karşın psikolojik tacize (mobbing) maruz kalan ve mevsimlik işçiler gibi kimi zaman işsiz kalan prekaryatlara çeviriyor. Özellerden ve de devletten çok fazla psikoloji diploması çıkarken, kapitalizmin bir klasiği olarak, eğitim kotaları, toplumdaki ihtiyaca göre belirlenmiyor. Psikoloji kontenjanları, birinci olarak, lise mezunlarından gelen talebe göre oluşturuluyor. Kapitalizmde özgürlüğümüz var; psikoloji okuyup işsiz kalma özgürlüğü. Birçok sektörde olduğu gibi, kapitalizm, istihdama tamı tamına ya da yaklaşık olarak karşılık gelecek sayıda mezun vermiyor. Herzaman daha fazla mezun veriyor ve buradan çıkan yedek işgücü sayesinde, hem çalışma koşullarını hem de ücretleri rahatlıkla aşağıya çekiyor. ““Bu maaşa çalışmam” mı diyorsun?! Defol! Daha düşüğe çalışmak isteyen yeni mezunlar (ya da üniversite ortamlarında, Yard.Doç.lar) var” deniyor. Psikoloji bölümü kontenjanları, bölümdeki hocaların yeterliliklerine ve olanaklarına göre belirlenmiyor. Üniversite yönetiminden gelen ticarileşme baskısı nedeniyle, çatışan, uyumsuz görülen ve kapı önüne konan her ünvandan psikologun ülkesi, Türkiye. Bunun içinde, bilmemkimin eşi dostu diye notların yükseltilmesini istemek bile var. Psikolojinin ticarileşmesinin bir başka boyutu, DSM-V. Bu, Tanı ve İstatistik Elkitabı. Klinik psikologların ve psikiyatrların İncili olan bu kitapta, her bir psikolojik rahatsızlık, semptomlar halinde listeleniyor. “Karşınızdaki, şu şu şu belirtiler gösteriyorsa, şu rahatsızlığa sahiptir” gibi
  • 24. bir yaklaşımla çalışan kitap, ABD’de, ilaç ve sigorta şirketlerinin lobiciliği kapsamında ve çoğunlukla psikiyatrlar tarafından tıbbi bir modelle hazırlanıyor. Bu cümledeki üç kavramsal öğeyi açalım: Birincisi, bu kitap, ABD’de, temsil niteliği kısıtlı bir kesimle oluşturulurken, tüm dünyada geçerliymiş gibi kullanılıyor. Bir kere, kültür, farklı; dahası, sınıfsal farklar da olabiliyor. Psikologlar, yurtdışında geliştirilmiş bir testi Türkiye’de kullanmadan önce, geçerlik- güvenirlik çalışması yapıyorlar; ancak, bu elkitabı için, aynısı sözkonusu değil. Bu elkitabının kullanımının, içinde bulunduğumuz Amerikan sömürgeciliğinin psikologlar olarak beynimize işlenmiş oluşuyla açıklamak, pek de yanlış olmaz. İkincisi, bu kitap, hiç de öyle tümüyle bilimsel bir süreç içerisinde hazırlanmıyor. İlaç ve sigorta şirketlerinin çıkarı, kitabın kapsamına ve içeriğine dayanıyor. Rahatsızlıklar, ne kadar geniş tutulursa, ilaç ve sigorta şirketleri, o kadar çok kazanıyor. Birkaç gün önce, kitabın 5. baskısı yayınlandı. Her baskıda, eklemeler ve çıkarmalar oluyor. Daha önce, eşcinsellik, bir hastalık olarak yer almıştı örneğin. Bunun kaldırılması, bilimsel ölçütler nedeniyle değil, lobiler sayesinde oldu. Olumlu olan bu örnek, aynı zamanda, Kuhn, Feyerabend ve Lakatos’un bilim felsefesi ve bilim toplumbilimi yaklaşımlarına göz kırpıyor. Bilim, yalnızca bilim değil; aynı zamanda, lobicilik gibi toplumsal boyutları da bünyesinde barındırıyor. Üçüncüsü, kitap, tıbbi modele dayanıyor. Bu model, psikolojik rahatsızlıkları, biyokimyasal bir sorun alarak algılıyor. Yani, ilaçlar yoluyla, hastanın kimyasını düzeltmeye dayanıyor. Oysa, rahatsızlığın, toplumsal ve psikodinamik vb. kulvarlarda, çok çeşitli açıklanma biçimleri var. Bu yönüyle, kitap, çoğulcu bir bilim okumasına izin vermiyor. Bir sonraki konuya geçmeden, psikologların sınıfsal yapısıyla ilgili olarak bir noktaya daha dikkat çekebiliriz: Bu, psikologların 12 Eylül’deki ve diğer kırılma noktalarındaki sorumluluğu/sorumsuzluğu konusu. 12 Eylül döneminde, Hipokrat Yemini’ni tersine çeviren (Sağlık Bakanı’nın açıklamasını analım: “Madem devlete karşı geliyorsun, ne diye ambulans bekliyorsun”) işkenceci doktorların yanında, kimi psikologların da yer aldığı söyleniyor. 11 Eylül sonrasında ise, Guantanamo’da ve diğer esirhanelerde mahkumlara işkence eden ya da işkence edilmesine yardımcı olan psikologlar, Amerikan Psikologlar Derneği’nde büyük tartışmalara yol açmıştı. 12 Eylül’le göstermelik hesaplaşma sürecinde, 78’liler Vakfı’nın yayınladığı listenin bir benzeri olarak, bugün bir kısmı hayatta olmasa bile, 12 Eylül psikologlarının isim isim açıklanması ve insanlık suçlarıyla birlikte anılması gerekiyor. 12 Eylül’ün ve diğer kırılma noktalarının psikologları afişe edilmediği için, “solculuk hastalıktır, tedavi edilmelidir” zihniyeti, pervasızca yoluna devam ediyor. Şanlı Gezi Direnişi’nin rüzgarı, psikologlar üstünde de esti (Burada, ‘Şanlı Gezi Direnişi’nden kasıt, yalnızca Taksim değil; bu söz, burada, Gezi’den esinlenen Beşiktaş, Gazi, Ümraniye, Kızılay, Dersim, Antakya, İzmir, Eskişehir gibi direnişleri kapsayacak biçimde kullanılıyor). Türk Psikologlar Derneği’nin (TPD) toplumsal olaylara duyarsız kalmasından rahatsız olan bir grup genç psikologun birkaç yıl önce kurduğu TODAP (Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği), Gezi’den önce de zaten tepkisini dile getiriyordu. Psikologlar için yeni olan ise, genellikle tepkisiz kalan TPD’nin de egemenlere karşı tavır alması, istifa/görevden alma talebini yükseltmesi ve şimdiye dek pek anlaşamayan TODAP ile TPD’nin alanlarda birarada yer alması oldu. Bu birlikteliğin sürmesi, temennimizdir. Bu birliktelik, Türkiye için duyulan umudun psikologlar için de duyulabileceğini göstermekte. Diğer bir deyişle, bu yazıdaki eleştirel tonu, Gezi öncesi statüko için geçerli saymak gerekir. Toplum, dönüşürken; psikologlar da dönüşüyor.
  • 25. Gezi Direnişi’nden Sonra Akademik Psikolojinin ve Psikoloji Bilgisinin Eleştirisi Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde, psikolojik yardım, bireye, “sen değiş, toplum değişmiyor” diyen tutucu bir anlayışa dayanıyor. Bireyin yanında ve/ya da bireyin yerine, bireyin parçası olduğu toplulukların ve genel olarak toplumun değişmesi gerektiği gerçeği, hasıraltı ediliyor. Şanlı Gezi Direnişi öncesinde katıldığım bir toplumsal travma toplantısında, değişimin yalnızca bireyden istenmesini eleştirdiğim zaman, büyük bir tepkiyle karşılaşmıştım. Gezi’den sonra, böyle bir tepkinin kalmış olabileceğini pek sanmıyorum ya da umuyorum kalmamıştır. Ancak, yine de, değişim, bir gecede olmuyor. Travmalar için direnişçilere destek olmak isteyen kimi psikologlar (hepsi değil), ‘mağduriyet’ sözcüğünü kullanabiliyor örneğin. Liberal bir kavram olan ‘mağduriyet’, yukarıdaki ‘denek’-‘katılımcı’ örneğinde olduğu gibi, direnişçileri, edilgen varlıklar olarak görüyor. Bunun yerine, ‘direnişçi’ ya da bu yazıda görüldüğü gibi, ‘ezilen’ kavramının kullanılması gerekiyor. Birçok örnekte, direnişe katılan ezilenler, toplumsal bilinç anlamında, ortalama bir psikologun ilerisinde oluyor. Dolayısıyla, kimi durumlarda, psikologlar, ezilenlere yardım edecek durumda değil; tam tersine, psikologların ezilenlerden yardım alması gerekiyor. Bu konu, ezilenlerin pedagojisi akımının kurucusu olan Brezilyalı Marksist düşünür Paulo Freire’in ‘diyalog’ kavramına rahatlıkla bağlanabilir. Bir diğer konu, anaakım psikolojinin (AP) epistemik özellikleri. Anaakım psikoloji, toplumsuzluğu, tarihsizliği, kültürsüzlüğü ve diğer –sizlikleri nedeniyle eleştirilip aşılmayı gerektiren bir bilgi pratiği. AP’de toplumsallık, içkin olmadığı için; diğer bir deyişle, toplumsallık, psikolojinin temel bir özelliği sayılmadığı için, ‘sosyal psikoloji’ diye ayrı bir alan var. Bu alan, birey üstündeki toplumsal etkilere odaklanıyor. AP, bireysel tarihi de (bebeklik, çocukluk, yaşlılık vb.) temel bir özellik saymadığı için, ‘gelişim psikolojisi’ diye ayrı bir alan var. Aynı biçimde, kültürü ikincil saydığı için, ‘kültürel psikoloji’ diye bir alan var. Akademik psikolojinin yaşamdan kopukluğu, olağan bir durum. Son yıllarda yavaş yavaş değişse de, özgürleşme pratikleri adına, toplumsal sorunlara çözüm üreten akademik bir psikolojiden söz etmek, zorlama olur. Türkiye’de sosyal psikoloji, uzun yıllar, “laf salatası yapıyorlar” diyerek sosyolojiye burun kıvırdı ve birkaç olumlu örnek dışında (ilk akla gelenler, Serdar Değirmencioğlu ve Melek Göregenli), toplumsal sorunların arkasından dolaşmayı tercih etti ve bir kesim, bu biçimde profesör yapıldı. Başka alanlarda da olduğu gibi, toplumsal sorunlara ne kadar az dokunursanız, o kadar makbul bir akademisyen oluyorsunuz. Sonra gelsin ünvanlar, idari görevler, televizyon programları... Akademik psikologların bir bölümünde, akım fanatizmi görülüyor. Psikoloji içindeki akımlara (örneğin bilişsel-davranışçı, psikodinamik vb.) fazlasıyla bağlı olanlar, aslında, değerli psikolog Jean Piaget’in benzeştirme (asimilasyon) yanılgısına düşmüş oluyor. Yani zihniyetini dışarıdaki gerçekliğe göre yenilemek yerine, gerçekliği çarpıtıp zihniyetine uyumlu duruma getiriyor. Gezi Direnişi’nin bu tür psikologlara ihtiyacı yok; hatta, tersine, az önce belirtildiği gibi, bu psikologların direnişçilerden öğrenecekleri çok şey var. Bir başka yazıda belirttiğim gibi (Bianet, 5 Haziran 2013), Şanlı Gezi Direnişi, Türkiye’de yaygın olan görüşün tersine, ülkenin toplulukçuluktan bireyciliğe bir geçiş yaşamadığını ve kültürü bağımsız bir özne olarak görmenin yanlışlığını gösteriyor. 12 Eylül bile, bunu
  • 26. başaramadı. Sosyal psikolojiye karşılık gelen toplumsal bağlam, kültürel değerlerden daha güçlü ve önemli. Bu bölümü bitirmeden, bir konuya daha girelim: Bu, tarihsel bağlamı içinde psikoloji konusu. 19. yüzyılın ürünü olan sosyal bilimler, sömürgeci mantığı yansıtıyor. Bu mantık, dünyayı üçe ayırıyor. Gelişmiş (‘Batılı’) toplumlar, ki bunlara sosyoloji bakıyor; biraz gelişmiş ama ‘Batı’ kadar gelişmemiş toplumlar, ki bunlara şarkiyatçılar (oriental studies) bakıyor ve gelişmemiş ‘ilkel’ toplumlar, ki bunlara antropoloji bakıyor. Psikoloji, bu üçlemenin neresinde duruyor? Psikoloji, tarihsel olarak, bu üçlemenin birinci ayağında duruyor ve fakat, çıkışında, laboratuvara hapsedilmiş ve toplumsal bağlamından koparılmış bir bilgi alanı. Bu tarihsel geçmiş nedeniyle, hâlâ toplumdan kopukluk ve ‘Batılı’ olmayan bağlamlarda geçerlilik sorunu yaşıyor. Psikolojik Açıdan Şanlı Gezi Direnişi Bu bölümde, eleştirel psikoloji açısından, Şanlı Gezi Direnişi’ni kısa kısa yorumluyoruz. Bu bölüm, daha sonraki çalışmalarda geliştirilecek hazırlık notları niteliği taşıyor. Dolayısıyla, kapsayıcı değil; ancak, araştırmacılara esin vermeyi amaçlıyor. - Direnişin Medyası ve Sosyal Medya Psikolojisi: Direnişin sosyal medya üstünden örgütlenmesi, sosyal medya psikolojisi açısından incelenebilir. Küba Devrimi’nde Sierra Maestra’da savaşan Che Guevara’nın canlı yayın yaptığı bir radyo kanalı vardı: Radio Rebelde. 2013’te ise, sosyal medya var. Sosyal medya psikolojisiyle ilgili 2012’de yazdığım kitapta (Gezgin, 2012), sosyal medyanın aşağıdaki özelliklerini sıralamıştım. Bu özeti, hazırlamakta olduğum başka bir kitap bölümünden alıntılıyorum: - Medya ile sosyal medya, bir kere iletişim araçlarında farklılaşmaktadır. Medya başlığı altında, televizyon, video oyunları, radyo, gazeteler, dergiler, kitaplar vb. sayılabilecekken; sosyal medya için, sosyal ağ ve paylaşım siteleri, anlık iletileşme, cep telefonları, akıllı telefonlar vb. sıralanmaktadır. - Medya, en düşük düzeyde etkileşimliyken; sosyal medya, yüksek düzeyde etkileşimli. - Medyada, içeriği, medya profesyonelleri, üreticiler ve şirketler üretirken; sosyal medyada, içeriği, medya profesyonelleri, üreticiler ve şirketler yanında kullanıcılar, amatörler, yurttaşlar/ağdaşlar ve tüketiciler üretiyor. - Medyada eşanlılık düşükken, sosyal medyada yüksek. - Medya, çoğunlukla anonim. Medya kullanıcılarının kimliği bilinmiyor. Medyada bu kimliğin bilinmesi zorunluluğu yok. Reklam ve izlenme oranları gibi gerekçelerle izleyicilere odaklanılabiliyor; ancak, bu, çok az program ve çok az konu için sözkonusu. Sosyal medya ise, hem anonim hem nonim (isimli iletişim, anonimliğin tersi) hem de südonim (takma adla iletişim) olabiliyor. Çet, genellikle anonimken; çevrimiçi çöpçatanlık ve Ekşi Sözlük ve Wikipedia gibi uygulamalar, südonim. Gerçek isim kullanılmıyor; takma ad var; ancak bu takma adla gerçek ad arasında çoğunlukla belirsizlik var. - Medya kullanıcıları, yurttaş gibi. Birincil ilişkileri yok ve birbirlerini tanımıyorlar. Anonim ortamlarda, sosyal medya kullanıcıları, yurttaşlar. Nonim ortamlarda, köylü gibiler; çünkü birincil ilişkileri var. Herkes, birbirini (gerçek yaşamdan) tanıyor. Südonim
  • 27. ortamlarda ise, kullanıcılar, kentteki köylü gibiler. Kimi konularda, birbirlerini yakından tanıyorlar; kimi konularda ise, bu, böyle değil. - Sosyal medyanın kullanıcı kimliğine etkisi, medyanınkinden daha büyük. Sosyal medya, birey ve ilişkileri üzerinden tanımlanırken, medya, kullanıcıyı sürü gibi görüyor. Ancak, bunun istisnası var. Bu da, niş pazarlama. Niş pazarlamada, medya, herkesi değil, belli bir kesimi hedefliyor. Örneğin, kadın kanalı, çocuk kanalı, Arap kanalı, Karadenizli kanalı, Müslüman kanalı vb. Bunlarda, kimlik etkisi daha güçlü. - Kullanıcılar, medyadaki kişilerle kimi zaman özdeşlik kurabiliyor; ama herzaman değil. Sosyal medyada ise, çoğunlukla özdeşleşme sözkonusu. - Medyanın inanılabilirliği/sahiciliği, medya profesyonellerinden, hükümetlerden ve şirketlerden ileri geliyor; sosyal medyanınki ise, yurttaşlardan/ağdaşlardan. (Bu, 2013’te, özellikle, Reyhanlı yasağında görüldü.) - Medya ile sosyal medya, gerçek yaşamla ilişkilerinde de farklılaşıyor. Kimi zaman, medya kullanıcıları, medya içeriğine maruz kaldıktan sonra, gerçek yaşamda harekete geçiyor. Örneğin, insanlar, medyada reklamları izledikten sonra çeşitli ürünleri satın alabiliyor. Televizyonda ya da gazetelerdeki davetleri gördükten sonra çeşitli etkinliklere katılabiliyorlar. Ancak, sık sık söylenen ‘Twitter eylemcisi’ sözünün tersine, sosyal medya kullanıcıları, çoğunlukla, sosyal medyada oluşturdukları davetlere etkin olarak katılıyorlar. - Yetiştirme etkisi açısından, medyadaki haberlerin ve gerçek kesit tarzı programların toplumsal zihniyeti etkilediği biliniyor; ancak kurmacaların (örneğin filmler) etkisi, herzaman o kadar güçlü değil. Sosyal medyada da, gerçeklik ile toplumsal zihniyet arasındaki ilişki, o kadar açık değil. Bu konuda daha fazla araştırma gerekiyor. Ancak, bu araştırmaların bulgularını görmeden önce, sosyal medyada gerçekle kurmacanın daha çok içiçe geçtiği söylenebilir. - Medyadaki kişiliklerle medya kullanıcıları arasında, hem fiziksel hem de psikolojik bir mesafe var. Onlarla gerçek yaşamda karşılaşma olasılığı düşük. Sosyal medyada görülen kişilikler ise, onlarla görüşmesek bile, herzaman bize yakın. Onlarla, gerçek yaşamda görüşme olasılığımız da yüksek. Birçok durumda, sosyal paylaşım siteleri üstünden iletişim, anlık iletileme, cep iletileri, telefon konuşmaları, yüzyüze görüşmeler vb. ile destekleniyor. - Birçok durumda, medya içeriği üreticileri ile medya kullanıcıları arasındaki ilişki, tekyönlü. Vizontele filminin andığı gibi, “Zeki Müren de bizi görmüyor.” Sosyal medyada ise, içerik üreticileri ile sosyal medya kullanıcıları arasındaki ilişki, n-yönlü. N- yönlüden kasıt, herbir ilişkilenme oturumunda, iki ve daha fazla kullanıcı arasında ikiden fazla olan okların yönleri. Bunların n-yönlü olmasının önemli bir nedeni, bu iletişimin çoğunlukla kamusal olması. Medya ile edilgen medya kullanıcısı arasındaki ilişkinin tersine, sosyal medya kullanıcıları, istedikleri zaman, diyalog içinde özneleşebiliyor. - Medya üretiminde kendiliğindenlik düşük. Medya, yüksek düzeyde planlanıyor. Sosyal medya üretiminde ise, kendiliğindenlik had safhada ve planlama da bir o kadar düşük. - Medyada kişiselleştirme özelliği, düşük. Medya, kullanıcıların türdeş olduğunu varsayıyor. Onları heterojen olarak gördüğü az sayıdaki örnek ise, yukarıda belirtilen niş pazarlamaya karşılık geliyor. Sosyal medyadaki kişiselleştirme özelliği ise, yüksek. Sosyal medya, kullanıcıların türdeş olduğunu varsaymıyor ve niş pazarlamadaki her bir izleyici grubuna tek kimlik ilkesinin tersine, aynı anda birden çok kimliğin var olmasını sağlayacak esneklikte. Nasıl ki, gerçek yaşamda, her bireyin, birden fazla kimliği var
  • 28. (cinsiyet, sınıf, yaş, eğitim düzeyi, meslek durumu ve meslek, din ve inanç, siyasal görüş vb.); sosyal medyada da öyle. - Medya ile sosyal medya, ünlüler ve ünlenme konularında da farklılaşıyor. Medyada ünlülük statüsüne ulaşanlar, yalnızca küçük bir azınlık. Medyada ünlü olmanın birçok koşulu içinde, seçmeli olarak, nüfuzlu bir aileden gelmek, para saçabilecek bir birikime sahip olmak, başarılı sosyal ilişkilere sahip olmak, çeşitli cemaatlere üye olmak gibi öğeler var. Sosyal medyada ise, çok sayıda kullanıcı ünlü olabiliyor; ve bunun için, mali kaynak ya da güçlü toplumsal ilişkiler zorunlu değil. Sosyal medyada parlamak daha kolay. Gezi Direnişi patlak vermeden önce hazırladığım bu liste, birçok psikoloji ve genel olarak sosyal bilim araştırması yapmaya izin veriyor. Başka bir yazıda, bu konuyu ayrıntılı olarak ele alacağım. - Eğitim Psikolojisi Açısından Direniş: Eğitim psikolojisi açısından Şanlı Gezi Direnişi, yatay öğrenme, akrandan öğrenme ve ezilenlerin pedagojisi bağlamında incelenebilir. Direnişçiler, direnmeyi, deneyimli birilerinden bir kurumda öğrenmiyorlar; sokakta, birbirlerinden öğreniyor, birbirlerini dönüştürüyorlar. “Gaz maskesi nasıl takılır?”, “gaz gelince ne yapmalı?”, “nasıl barikat kurulur?” gibi konular, yatay olarak öğreniliyor. - Ezilenlerin Sağlık Psikolojisi: Direniş, sağlık sorunlarının insan psikolojisine etkisini (ve tam tersi) konu alan sağlık psikolojisine önemli bir katkı sunuyor. Direnişçilerin gaza dayanma gücü, “bu, çok kötü; ama geçici. İlaç sıkınca geçecek” ve/ya da “kötüyüm, bayılacak gibiyim, ama birisi şimdi ilacı sıkar bana. Dayanışma, bana sahip çıkar” gibi düşüncelerle artıyor. (Bu, özellikle, Beşiktaş direnişinde sözkonusu idi.) Direniş, aynı zamanda, sağlığa ilişkin empatiyi de arttırıyor. İnsanlar, engelli olanlara daha olumlu bakabiliyor. Değil mi ki, direnişte gözünü kaybedenler oldu. Ayrıca, sosyal medyada dolaşan karasinek esprisi de, türcü önyargıların kırılmasının bir ölçüde göstergesi olarak değerlendirilebilir. Gaz yiyen bir Beşiktaşlı, sosyal medyada, “eve karasinek girdi; ben kendim gaz yedikten sonra, ona ilaç sıkmaya kıyamıyorum” yazdı. Bir de, gazdan etkilenen kedilere ve köpeklere yardım eden direnişçiler örneği var. - Tüketici Psikolojisi Açısından Direniş: İstiklal’de ve çevresinde, baret, maske ve bayrak satımı gibi olgular, tüketici psikolojisi açısından incelenebilir. - Politik Psikoloji Açısından Gezi Parkı Direnişi: Halkla ilişkiler ve kamuoyu bağlamında, Gezi Direnişi’nde, ezenlerin (devlet görevlileri) psikolojisi incelenebilir. Ayrıca, birkaç hafta önce, ABD’de, başbakanın eşine armağan edilen ‘Diktatörün Psikolojisi’ kitabı, çözümleme için kullanılabilir. Bir diğer araştırma konusu, otoriter kişilik ve sosyal uyma gibi olgular üstünden dönebilir. Bu açıdan, ODTÜ Psikoloji Bölümü’nden Prof.Dr. Nebi Sümer’in 7 Haziran 2013’te, saat 22:00’de, Kanal B’de yaptığı yorumlar, dikkate alınabilir (Bu program, TV arşivi sitesinde, ‘Nebi Sümer’ adını arayarak bulunabilir. http://tvarsivi.com/ ). Hepsinin ötesinde, direniş ve grup kimliği çalışılabilir. - Örgütsel Psikolojisi Açısından Gezi Parkı Direnişi: Şanlı Gezi Direnişi, örgütsel psikoloji alanındaki kapitalist hegemonyayı ve İK eksenli yaklaşımları eleştirip geliştirmek için muazzam olanaklar sunuyor. Motivasyon ve örgütlenme biçimleri, derinlemesine incelenebilir.
  • 29. - Gelişim Psikolojisi Açısından Gezi Parkı Direnişi: Gelişim psikolojisi altında, yaş özellikleriyle direniş ilişkisi ve rol modelleri gibi konular incelenebilir. - Çevre Psikolojisi Açısından Gezi Parkı Direnişi: Çevre psikolojisi alanı, insanların çevre dostu/düşmanı tutum, değer, davranış ve bilişlerini psikolojinin sağladığı yöntemlerle inceliyor. Çevre değerleri açısından Gezi Parkı Direnişi hakkında, yavaş yavaş sosyal bilim çalışmaları yapılırken; psikoloji çalışmaları da gerekli. - Evrimsel Psikoloji Açısından Gezi Parkı Direnişi: Diğerlerine göre daha az bilinen ve Türkiye’de çok daha genç olan evrimsel psikoloji alanı, evrim kuramının hayvanlarla ilgili açıklamalarını bir diğer hayvana, yani insana uyguluyor ve bunu yaparken, toplumsal Darwincilik’ten kaçınıyor. Uzun uzun anlatılması gereken bu alan için, şimdilik, yalnızca çalışılabilecek kavramları sıralayalım: Polisle direnişçiler arasında yer işaretleme kavgası, hiyerarşi belirlenimleri, damgalama davranışları vb. - Kişilik Psikolojisi açısından Gezi Parkı Direnişi: Direnişçilik, kişilik özelliği mi yoksa bir süreç değişkeni mi? Bu konuda, kişilik testi geliştirilebilir ya da varolan testlerden bir set oluşturulabilir. Çalışma, deneysel de olabilir, yarı-deneysel de... - Adli Psikoloji Açısından Gezi Parkı Direnişi: Şanlı Gezi Direnişi’nin adli psikolojiye büyük katkısı olduğu kuşkusuz. Yasaları mutlak normlar olarak kabul eden adli psikoloji yaklaşımları, Şanlı Gezi Direnişi nedeniyle ter döküyor. Kimin suçlu, kimin katil olduğu birbirine karışıyor. - Bilişsel Bilimler Açısından Direniş: Direnişin lidersiz olması dolayısıyla, Şanlı Gezi Direnişi, dağıtık biliş (distributed cognition) modelleriyle incelenebilir. Sonuç Bütün bu eleştirilerin ve önerilerin tepkisellik düzeyinde kalmayıp alternatif bir psikolojiye evrilmesi gerekiyor. Akademiden sokağa doğru olan açıklama oku, sokaktan akademiye uzanarak, çift-yönlü bir epistemik trafiğe yol açmalıdır. Şanlı Gezi Direnişi’nden önce muhalif akademisyenlerin yaptığı foruma 20 kişi gelirken, direnişten sonra Taksim’de yapılan akademisyen yürüyüşüne yüzlerce akademisyen katılıyor. Akademinin direnişte bir öncülüğü olmadı. Akademi, fırsatçı sayılabilir. Ama madem alana indi, sokaktan öğrenip akademiye öyle dönmeli. Aynı biçimde, kafadaki kuramla Gezi’yi açıklamaya çalışmak yanında, Gezi’den yeni kuramlar ve modeller çıkarma çabaları yaygınlaştırılmalı. Psikologlar, umutsuz vakalar değil. Direniş, AKP’lileri bile dönüştürüyor; psikologları hayli hayli dönüştürür. Akademik psikologların Nietzsche’nin ‘ters sakatlar’ olarak adlandırdığı (der ki, “bazı insanların eli yoktur, ayağı yoktur, “sakat” deriz; bazıları ise, yalnızca ‘kulak’tan, yalnızca ‘göz’den, yalnızca ‘el’den vb. oluşur. Duyarlar ama göremezler; görürler ama tutamazlar” vb.) darkafalı akademik uzmanlaşma yerine, özgürleştirici ve kapsayıcı bilgi pratiklerine yönelmesi ve yükseltmelerde de bunu dikkate alması gerekiyor. Böylece, direnişe sahip çıkan ve direnişçilerin gücüne güç katan “güçlendirici” (empowering) bir psikolojinin gelişme dinamikleri de ortaya çıkmış olacak.
  • 30. Kaynakça Ercan, F. ve Korkusuz Kurt, S. (der.) (2011). Metalaşma ve iktidarın baskısındaki üniversite. İstanbul: SAV. Gezgin, U.B. (2013). Alandan notlar ve öneriler. Bianet, 5 Haziran 2013. http://bianet.org/bianet/yasam/147262-alandan-notlar-ve-oneriler Gezgin, U. B. (2012). Psychology of You 2.0: Psychology of Social Media. Germany: Lambert Publishing. http://www.amazon.com/Psychology-You-2-0-Social-Media/dp/365913077X (*) Bu yazı, 6 Haziran 2013 Perşembe, 19:30, Taksim Gezi Parkı’nda Darüşşafaka Köyü’nde verilen açık dersin notlarından oluşturulmuştur.
  • 31. Bir Komün Olarak Taksim 2013: Başarılar, Eksikler, Öneriler Ulaş Başar Gezgin, ulasbasar@gmail.com Tüm Yapıtları: http://www.slideshare.net/dr_gezgin/gezgin-kaynaka-20-mays-2013-stanbul 5 Haziran’da yayınlanan bir yazımda, şöyle demiştim: “‘Bir Komün Olarak Gezi Parkı Direnişi’ gibi bir başlık altında şunları söyleyebiliriz: Çoğumuz, Gezi Parkı Direnişi’ni bir ayaklanma ya da bir tepki olarak görüyor. Ancak, Gezi, aynı zamanda, yeni bir toplumun kuruluş özelliklerini taşıyor. Halkın oluşturduğu barikatlarla TOMA’lara ve diğer araçlara kapatılmış olan Taksim Meydanı ve Gezi Parkı alanında, sabah, belli bir saatte, göstericiler tarafından çöp toplanıyor. Halk, çeşitli kuruluşlarla birlikte, kendi sağlık hizmetini kendi veriyor; kalacak yer ve yiyecek-içecek gibi gereksinimlerini kendileri karşılıyor. Polis, günlerdir, kurtarılmış bölgeye giremiyor. Bu, Türkiye tarihinde bir dönüm noktası. Herkes gitsin görsün. Halk, kendini yönetebilir mi, Taksim’den öğrensin. Küçücük bir toplaşmaya bile saldıran polis, Taksim’e adımını atamıyor. (...) (...) Taksim Meydanı’na ve Gezi Parkı’na giden bütün yollar, halkın oluşturduğu barikatlarla korunmuş durumda. Bu barikatlar, yan yatırılmış çevik kuvvet araçlarından, yanal olarak park edilip lastikleri patlatılmış belediye otobüslerinden ve birçok kendiliğinden malzemeden oluşturulmuş durumda. (...) Çarşı’nın direnişinde, yine, yeni bir toplumun nüvelerini görebiliyoruz. Bir kere, Çarşı, ele geçirdiği iş makinesinin üstüne, TOMA’ya (Toplumsal Müdahale Aracı) karşılık olarak ‘POMA’ (Polise Müdahale Aracı) yazmış durumda. Ayrıca, bu devrimci taraftar grubunun protestoları örgütlemek için kendi arasında işbölümü yaptığını görüyoruz. Örneğin, eldivencilerin görevi, gelen gaz bombalarını polise geri atmak. Bir taş kırıcılar ekibi var. Bir de, elbette, tam teşekküllü bir Çarşı Sağlık Ekibi. (...)” (Gezgin, 2013). Bu yazı, 4 Haziran 2013’te yazılmıştı. O günden bu yana, Gezi’de ve çevresinde, panayır havası egemen oldu ve alternatif toplum uygulamaları hız kazandı. Bu yazıda, bu başarılı uygulamaları tanıtırken, eleştirel gözlüğü çıkarmıyoruz. Direnişin bir kütüphanesi, güneş enerjili mutfağı, vegan sofrası, devrim müzesi, reviri, dilek ağacı (polis aracı), ücretsiz yiyecek-içecek ve barınma malzemesi dağıtma ağı vb. var. Direnişçiler, ekim de yapıyor. Ekim yapılan yere, ‘Gezi Bostanı’ deniyor. Buraya çok çeşitli tohumlar ekilmiş durumda. Artık “direnişin müziği var” diyebiliriz (bu müziklerin 10 tanesi, şurada görülebilir: http://www.bianet.org/bianet/siyaset/147299-capulcu-muzik-arsivi ). Direnişin medyası da var artık. Bir kere, kimi gazeteler (Yurt, Cumhuriyet, Birgün, Evrensel, Radikal, Sözcü, Sol, Aydınlık vb.) değiş-tokuş ile ücretsiz olarak okunabiliyor. Yurt Gazetesi, meydanda, zaten, değiş-tokuşa gerek kalmadan ücretsiz olarak bulunabiliyor. Direnişe başından beri destek olan Hayat TV, Ulusal Kanal, Halk TV, İMC TV, TV On ve Etha’nın yanına e-kanallar eklendi.
  • 32. Çoğu, Youtube ve Ustream üzerinde olan bu kanallara, son olarak Çapul TV (http://www.capul.tv/ ) katıldı. Bu başarıları sıraladıktan sonra, Taksim Komünü’nün eksiklerini sayalım ve önerilerde bulunalım: - Pek politik sayılamayacak küçük bir çekirdek kadroyla başlayan direniş, kitleselleşmesi nedeniyle, karar düzeneklerinde sorun yaşıyor. Bunu, en son, 6 Haziran 2013’te düzenlenmesi planlanan sanatçı konserlerinin sonradan iptal edilmesinde gördük. Konser, dayanışmanın aldığı bir karar değildi. İnsanlar, diğer illerde direnirken, Gezi’deki birçok direnişçi, böyle bir etkinliği doğru bulmadı ve hatta, bunu, daha önce AKP’ye destek verenlerin ve (Oya Baydar ve diğer birkaçı dışında) daha hâlâ özeleştiri vermemiş ya da günah çıkarmamış ‘Yetmez Ama Evet’çilerin direnişe sızmaları olarak yorumladı. Barikat kararını alan da, koordinasyon değildi. Koordinasyona kalsaydı, barikat falan kurulmazdı. Bu, barışçıl gösteri anlayışına tersti. Ancak, o barikatlar sayesindedir ki, insanlar, günlerdir, Taksim’de saldırı korkusu olmaksızın yürüyebiliyor. - Direnişi başlatan büyük oranda apolitik çekirdek kadronun, direniş kitleselleştikten sonra, siyasetlerden bayraksız protesto istemeleri gibi durumlar, komündeki karar düzenekleriyle ilgili sorunların bir başka yansıması. İnsanın, bu durum için, “o siyasetler, karar düzeneklerinde yer almıyor mu ki böyle talepler gelebiliyor?” diyesi geliyor. Siyasetlerin bayrak açmasını fırsatçılık diye yorumlayanlar, onların, direnişin Gezi’de ve heryerde kitleselleşmesinde büyük rolü olduğunu unutuyor. Kaldı ki, siyasetler de, gökten zembille inmiyor; onlar da, büyük oranda, halktan oluşuyor. Hatta bayraklı sol, orta sınıftan gelen ilk direnişçi çekirdeğe göre daha halkçı bir nitelik taşıyor. Bayraklı sol, zaten varolan kaynaklarını ve ilişki ağını açarak, direnişin etki alanını genişletti. Bu, ilk çekirdeğin düşündüğü gibi, yalnızca bir ağaç meselesi olarak algılansaydı; o ağaçlar, çoktan sökülmüş olacaktı. - İşportacılar ve mangal dumanı, ortada, direnişten çok zafer sarhoşluğu olduğunu gösteriyor. Kaldı ki, madem ki ücretsiz olarak yiyecek-içecek dağıtılan bir komün, burası; neden işportacılar orada?! İşportacılar, orada kapitalizmin temsilcileri sayılabilir. Onların, bir dayanışmacının önerdiği gibi, Gezi’den çıkarılıp Meydan’a yönlendirilmesi gerekiyor. - Bu alternatif oluşumların yanına, Özgür Üniversite gibi bir Gezi Akademi kurulsaydı; çok iyi olurdu. Akademisyenler, Gezi’de (ve İzmir’de), direniş alanlarında açık dersler verdiler. Ancak, bunlar, tekil örnekler olarak kaldı ve üniversiter bir yapıya evrilemedi. Bunda, akademisyenlerin direnişte öncü rol oynamamalarının ve ancak direniş büyüdükten sonra fırsattan yararlanıp kitlenin peşine takılmalarının büyük etkisi var. Yine de, direniş akademileri oluşturmak için geç değil. - Gezi’nin en ciddi sorunlarından biri, izdiham. Gezi’de, bir yangında ya da 1 Mayıs 1977 gibi bir saldırıda, insanların birbirini ezerek ölümlere yol açma olasılığı, büyük tehlike. Bu nedenle, kimi çadırların tahliye edilmesiyle, yolların açılarak işaretlenmesi gerekiyor. Nasıl ki, Gezi’deki revir bölgesine giriş yok; yollar da bu biçimde işaretlenmeli. Ayrıca, olası bir saldırıda ya da afette, çıkış planı yok. İnsanlar, alanı acil bir durumda nerelerden terkedecek? Bunların netleştirilmesi gerekiyor. Buna bağlanabilecek bir diğer nokta ise, şu: Bölge, daha önce, Surp Agop Ermeni Mezarlığı’ydı. Divan Otel’in yapımında bu mezarlıktan çıkartılan taşların kullanıldığı söyleniyor. Yani Gezi’de, 1915’in etkisi de var. Ermeni mezarlıkları, Müslüman mezarlıklarından çeşitli noktalarda farklılaşıyor. Bu farklılıklardan biri, Ermeni mezarlıklarında (örneğin Hrant Dink’in yattığı Balıklı Ermeni Mezarlığı), asfalt yollarla herşeyin yerli yerinde olması; her bir mezarın, harf ve sayı ile koordinat sistemine bağlanması; ve dolayısıyla, yerini
  • 33. bilmediğiniz bir mezarı koordinatını öğrenerek bulabilme şansınız. Müslüman mezarlıklarında ise, bir taştan bir taşa atlaya atlaya bulmaya çalışıyoruz mezarları. Kimi zaman, bulamıyoruz bile. Asfalt yol, çok azında var. Gezi Direnişi de, Müslüman mezarlığı gibi değil, Ermeni mezarlığı gibi olmalı. Alan, küçük ölçekte paftalanıp koordinat sistemi oluşturulmalı. Alternatif kurumları gösteren bir kroki, zaten hazırlandı; ancak, belki de, bunun ayrıntılandırılması gerekiyor. - Gezi’de bir direniş anıtı yok. Yapılıp yapılmamasıyla ilgili iki görüş var: Birinciler, yapılması yanlısı; çünkü bu direniş unutulmamalı. İkinciler ise, anıtın, kim olursa olsun birilerini yüceltmesinin muktedirle aynı dili konuşmak olduğunu söylüyor. Ben ikinciye katılmıyorum. Bu, zaten, (olumlu anlamda) bir iktidar kavgası. Kaldı ki, bir komünden çıkan anıt, herzaman, kapitalist toplumdan çıkan bir anıta göre farklı değerlendirilmeli. Ayrıca, bu, lidersiz bir direniş olduğundan; anıtta yüceltilecek bir lider yerine, kitleler sözkonusu olacak. Ağaçlar altında gaz maskeli insanları gösteren basit bir anıtın bile, simgesel bir önemi olacak. - Son günlerde, Gezi’yi dolduran kitle, direnişçiden çok şenlikçi havasında. Hükümet düşmüş olsaydı, belki böyle bir kutlama yapılabilirdi. Ancak, kurtarılmış bölgenin kutlamasının fazlasıyla yapıldığını söyleyebiliriz. Artık, insanların, içkiyi bir yana bırakıp hazırlanması gerekiyor; hem siyasal olarak hem de pratik olarak. Gezi, insanların birbirinden öğrendiği bir platform; bu öğrenme sürecinin hızlandırılması ve geliştirilmesi gerekiyor; çünkü bu komünün günleri, sayılı olabilir. Alana yalnızca içki içmek için gelen güruh, bu direnişin siyasal anlamını kavrayan birçokları tarafından artık rahatsızlık verici bir unsur olarak değerlendiriliyor. - Başka yazarlar, direnişin dönüştürücü gücüne çeşitli örnekler verdi. Bu örneklere bir ek yapalım: Ulusalcılar, Taksim’de Lazca parça çaldılar. Herkes kendi siyasal çizgisinde yumuşama yaşıyor ve empati geliştiriyor. Bunun ‘yaşayan kütüphane’ gibi uygulamalarla güçlendirilmesi gerekiyor. Bu uygulamada, ötekileştirilmiş olanların kütüphanedeki gibi raf kaydı tutuluyor. Örneğin, bir Roman’la ya da Süryani’yle tanışmak istiyorsanız, yaşayan kütüphaneye gidip randevu alıyorsunuz. Konuşuyorsunuz, öğreniyorsunuz, dönüşüyorsunuz. Aynısı, siyasi gruplar için de yapılabilir. Çeşitli partilerin, hareketlerin, dergilerin vb. raf kaydı tutulur. Bir siyasetle görüşüp sohbet etmek isteyenler, kendilerine, ‘yaşayan kütüphane’den ulaşabilir. Gerçi, bu, standlar aracılığıyla da yapılabilir elbette. - Gezi’de üretim yok; yalnızca tüketim var. “Ekmek elden, su gölden” yaşanıyor. Oysa, örneğin, elişi yapılıp komün dışında (belki İstiklal’de) satılarak, belli bir gelir elde edilebilir. Böylece, ilerleyen günlerde, boş durunca siyasal farklılıkları nedeniyle kavga edebilecek kitle, meşgul edilmiş olacak. Ayrıca, insanlar, Gezi’de, yalnızca direnişi değil elişini de öğrenmiş olacak. Bu yönde, çocuk atölyeleri başlıyor yavaş yavaş. Bostan ve alternatif enerji üretimi gibi uygulamalar, bu açıdan, övgüye değer. - Bir de şu var: ‘Çapulcu’, ‘Gezi Parkı’ gibi sözler, çeşitli şirketler tarafından satın alınmış durumda. Böylece, yakın gelecekte, Rusya’daki ‘Leninade’ adlı soda benzeri durumlar yaşayacağız (bkz. http://leninade.realsoda.com/ ). Keşke, (ben de dahil olmak üzere) direnişçiler, sermaye düzeninde yaşadıklarının farkına varıp bu isimlerin haklarını önceden satın alabilseydi. Direnişin kitleselleşmesine, ne yazık ki, ticarileşmesi eşlik edecek. - Peki ama paraya ne gerek var değil mi? Çok gerek var. Gezi’deki içkici güruh, “sefasını bırakıp diğer ilçelerdeki ve illerdeki direnişe nasıl destek olabilirim?” sorusunu düşünmelidir. Boğazından geçen lokmayı saymalıdır; çünkü onlar sefa sürerken, başka yerlerde direniş sürüyor. Birilerinin, bunlara, “sen daha az iç, ye; artan parayı diğer yerlerdeki direnişe gönderelim” deme zamanıdır. Artan paralar, diğer ilçe ve illerdeki direnişçilerin gaz maskeleri vb., sağlık giderleri, avukat masrafları, pankart ve bildiri basımı masrafları, kokart ve tişört
  • 34. basımı, internet masrafları gibi kalemler için kullanılmalıdır. Gezi’dekileri tasarruflu olup sorumluluk almaya davet ediyoruz. - Gezi’de, şu an, gerçel olarak, zorunlu askerlik yok. Profesyonelliğe dayalı gönüllü askerlik var. Bu, ne demek oluyor? Küçük bir kesim, olası bir saldırıda, kitleyi korumak üzere alanda. Onlar, ilk günden beri (31 Mayıs 2013) vardı zaten; ama sonradan gelenler, o kadar hazır değil. Alanı savunma, bir avuç gence bırakılmamalı. Herkes, savunma sorumluluğunu almalı; (Türkiye’de olumsuz olarak uygulanmakla birlikte), zorunlu askerliğin temel düşüncesi budur. Alanın savunması, bir avuç inançlı gence bırakılamayacak kadar ciddidir. - Son olarak, Şanlı Gezi Direnişi, bilindiği gibi, diğer ilçelere ve illere çoktan yayılmış durumda. Ancak, direniş ruhunun direniş olmadığı yerlerde de günlük yaşamın bir parçası olması için, kokart, tişört vb. çalışmaların yapılması gerekiyor. Bu çalışmalar, başladı bile. Yaygınlaştırılmalı. Komünün eksikleri var elbet. Kapitalizmden yeni çıkmış bir topluluğun tümüyle başarılı olmasını beklemek, haksızlık olur. Komün, öğrenen bir organizmadır. Birbirinden öğrenenlerin toplamı olan komün, elbette, bu eksiklerin üstesinden gelecektir. İlgilisine Kaynak Gezgin, U.B. (2013). Şanlı Taksim Gezi Direnişi: Alandan Notlar ve Öneriler. Bianet, 5 Haziran 2013. http://bianet.org/bianet/yasam/147262-alandan-notlar-ve-oneriler
  • 35. Sosyal Medya Psikolojisi ve Şanlı Gezi Direnişi Sosyal medyanın sert yorumla gücü, yumuşak yorumla etkisi, Şanlı Gezi Direnişi’nden önce, Arap Baharı/Kışı, Japonya’daki deprem ve nükleer sızıntı, İran’daki protestolar, Suriye’deki iç savaş gibi bağlamlarda, birçok araştırmada incelendi. Bu ve benzeri örneklerden çıkarılmış olan tablo, Şanlı Gezi Direnişi’ne ne ölçüde uygun? Direniş, o tabloyu tümüyle doğruluyor mu? Tümüyle doğrulamıyorsa, Gezi, bu tabloya özgün olarak ne katabilir? Kuram(lar)la gerçeklik(ler) arasında sık sık gidip gelmeyi gerektiren bu sorular, bu yazının temel konusunu oluşturuyor. Yazıda, çıkış noktası olarak, 2012’de yazdığım sosyal medya psikolojisi kitabımdaki medya ve sosyal medya ayrımlarını kullanıyorum (Gezgin, 2012). Bu ayrımlar, Gezi’den önce yapıldığı için, bugünün direniş atmosferinden etkilenmemek gibi bir özelliğe sahip. Aşağıda bu ayrımları sıralayıp Gezi ile bağlantılı olarak yorumluyorum. Medya ve Sosyal Medya Araçları Medya, araçlarında farklılaşıyor. Bu farklılaşma, Gezi’den önce, kendini en yoğun olarak Reyhanlı yasağında gösterdi. Televizyonlar ve radyolar, büyük oranda sus(turul)muşken, sosyal ağ ve paylaşım siteleri, anlık iletileşme, cep telefonları, akıllı telefonlar vb. durmuyordu. Aynısı, Gezi Direnişi sırasında da oldu. Bilindiği gibi, bir avuç televizyon ve radyo dışında (Ulusal Kanal, Halk TV, Hayat TV, İMC TV, Özgür Radyo, Yön Radyo, Cem Radyo vd.), kanallar, direnişin canlı yayınını yapmadılar ve onun yerine ilgisiz programlar (Penguenler vb.) gösterdiler. Medyada ve Sosyal Medyada Etkileşim Medyadaki düşük düzeydeki etkileşim özelliği, direnişin canlı yayınını yapan kanallarda bile kendini hissettirdi. Kanallar, bunu aşmak adına, izleyicilerin bağlanıp yurttaş muhabir olarak haber geçebilecekleri hatta canlı yayına katılabilecekleri telefon numaralarını duyurdular. İleti geçip yorumlarını iletebilecekleri numaralar da verildi. Bu kanalların, anaakım kanallara göre bir üstünlüğü vardı. Direniştekiler, bu kanallara, dolayısıyla direnenlere haber gidebilsin diye, gönüllü muhabir oluyorlardı. Böylece, anaakım medyanın ulaşmak istese bile ulaşamayacağı birçok noktaya bu kanallar ulaştı. Anaakım medya, iyi niyetli olsaydı bile, bu kanallar kadar başarılı bir canlı yayın yapması olanaksız olacaktı; çünkü anaakım, mobil gazeteciliğe hazır değil, istekli de değil. Oysa, BBC ve CNN’de, mobil gazetecilik ve yurttaş gazeteciliği, çok gelişmiş durumda. Sosyal medyada ise, yüksek düzeyde etkileşim, zaten var. Bilgi ve görüntü paylaşımları, yayılıyor, yorumlanıyor ve direnişin gereksinimlerine göre kullanılıyordu. Ayrıca, direnişin canlı yayınını yapan kanalların sosyal medya kaynaklı bilgi ve görüntüleri bol bol kullanması, dikkate değerdi. Bu kanallar, yayınlarını, kendi canlı yayın ekipleri ve yurttaş muhabirler yanında, sosyal medyadan gelenlerle de güçlendirdi. Bu üç kaynak, doğrulama yapmak için nirengi noktası olarak da kullanıldı. Bir yandan da, tam tersine, bu kanalları çeşitli nedenlerle izleyemeyenler için, birçok sosyal medya kullanıcısı, sosyal medyada kısa kısa haberler geçti. Örneğin, “Ulusal Kanal’a göre, Akaretler yolu açılıyormuş” ya da “Halk TV’ye göre camide revir kurulmuş”. Bu bilgilendirmelerde, bu kanalların, direnişçilerin gözünde