1. BismillahirrahmanirrahimİSSN: 2146-2763
İmtiyaz Sahibi
Ahmet YAZICI
Yazı İşleri Müdürü
Ersin DEMİR
Yayın Kurulu
Mutlu BİNİCİ, Osman SÜNGÜ
Halid AKILLI, Esra Nur UÇKAN,
Hatice TURAN, Ali ERDOĞDU
Berra KEPEKÇİ, Hasan Ali YAZICI
İrem ÇIKRIKÇIOĞLU
Danışma Kurulu
Bekir AKMAN, Ayhan KARA
Eşref ERGÜN, Abdullah GÜLER
İmdat YAVAŞ, Mehmet IŞIKTAŞ
Semra KÜÇÜK, Zeynep ÖNDER
Tashih ve Redaksiyon
Ayşe KARAKOÇ, Özgül ÇİLEKÇİ
Hukuk Danışmanı
Av. Ömer Faruk GÜNDOĞDU
Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın
Yayının Mahiyeti: İki Aylık Dini Dergi
Yönetim Yeri
Cumhuriyet Mh. Fatih Cd. Tenha Sk. No:18 D:2
Kartal-İSTANBUL
İletişim Bilgileri
Tel: (0216) 354 69 17 Gsm: (0532) 589 94 30
siyerinebidergisi@hotmail.com
Baskı ve Cilt
Çetin Matbaa Tel: 0212 576 59 85
Abone Olmak İçin
Aşağıdaki Hesaplardan Birine Bir Yıllık Abonelik
Bedelini Yatırıp İsminizi ve Adres Bilgilerinizi Bize
Bildirmeniz Yeterlidir.
Posta Çeki Hesabı: Hesap No:
6143843 – Ahmet YAZICI
Banka Hesap: Türkiye Finans Katılım Bankası
İstanbul Merkez Şube
Hesap No: 1100026-1
Görsel Konsept
GAYE AJANS
Tasarım: Hasan Ali Yazıcı
gayeajans@hotmail.com
Tel: 0216 354 69 17
Yayınlanan malzemeler kaynak gösterile-
rek alıntılanabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına aittir.
Her dem yeniden diriliyoruz…
“Şah damarından yakın” olanın sözü dipdiri, “cevamiu’l-
kelîm” Nebî’nin sözü hep yeni.
Siyer-i Nebi dergisi (Mayıs-Haziran 2011) 10. sayısı ile üç
aylara hazırlanıyor. Dillerde Peygamber Efendimizin en veciz
duası: “Allah’ım, Receb ve Şâban ayını bize mübarek kıl ve
bizi Ramazan ayına ulaştır.”
***
“Coşkusu Sünnetten Yana Nesiller” yetiştirmeyi hedefleyen
dergimiz, çağın gençlerine önemli bir soru yöneltiyor: O, Na-
sıl Başardı? Bu sorunun cevabını ararken bakışları, Kur’an-ı
Hakîm ve Sîret’in sunduğu en güzel örneklere çeviriyor.
Batıl karşısında eğilip bükülmeyen, mağarayı cennete çevi-
ren, uykusu bile ibret/ibadet olan Ashâb-ı Kehf gençlerine…
Kendini Hakk’a adayan, ancak “rükûya eğilenlerle beraber
rükûya eğilen” Meryemlere…
Eyyüb Sultan’ın yolundan gidip Peygamber (sas) müjdesine
nail olan Fatihlere…
Efendimizden ayrılmamak uğruna köleliğe razı olan Zeyd b.
Hariselere...
Fatıma’yı emanet alan, Hasan ve Hüseyin’in babası, bileği
bükülmez Alilere...
Bu sayı, gençlere, yüreği genç olanlara ve onların ön-
derlerine adandı...
O’nun sözünü yere düşürmeyen erler, ömrünü nerede ve na-
sıl tükettiklerinin hesabını yaparlar. O’nun sevdiğini severler ve
şöyle niyaz ederler: İlahi! Sevdir bize sevdiklerini.
Kur’an’ın en büyük mucizesi”sahabe nesli”ni örnek alanlar,
karanlıkları aydınlatacak ve böylece Allah fecrin doğuşuna şa-
hit olacak.
O’na hasret olanlar asırlar sonra bile Akabe’de buluşup O’na
biatlerini tazeleyecek, O’nun kıymetini bilemeyen Taiflilere
karşı tek başına Addas gibi iman edecekler.
Siyer-i Nebi dergisine emek vermek bizler için büyük bir
mutluluk. Çünkü her bir cümle her bir satır bize O’nu hatır-
latıyor. Boşa harcanan dünya hayatında O’na sunabildiğimiz
en candan vefa. Rabbimiz! Bu emeğimizi her türlü bağımlı-
lıktan azade olarak sırf sana Allah ve Rasûlü’ne adadık.
Adağımızı kabul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiten ve bilen
Sensin.
2. Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR - Nasıl Başardı 3
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN - Coşkusu Sünnet’ten Yana Nesiller 5
Kronoloji 9
Mutlu BİNİCİ - Siyer-İ Nebi Dersleri 10 10
Doç. Dr. Adem APAK - Hz. Peygamber (sas) ve Gençler 14
Abdullah YILDIZ - Yoğunlaşmış İbadet Mevsimi: “Üç Aylar” 18
Adem SARAÇ - Birinci Akabe Biatı 22
Esra Nur UÇKAN - Cüveyriye Vâlidemiz (ra) 26
M. Emin YILDIRIM - Kur’an’ın En Büyük Mûcizesi Sahabe Nesli 28
Mesut YAĞMUR - Sana Hasret 31
Osman SÜNGÜ - Kehf’in Gençleri 32
Hatice TURAN - Hz. Meryem Sessiz… Kucağında Kelime 36
Umut AĞBAYRAM - İnce Kalpli Gençler 40
Erol DEMİRYÜREK - Keşke Demeden Önce 42
Hilal GÜLSEVEN - Rasûl’ün Sözünü Yere Düşürmeyen Erler 46
Fatma KOYUNCU - Acıları Damıtmak 49
Semra Küçük GÜLER - Allah Şahit Olsun 50
Ayşe UÇKAN - Yârenime Nâme - I 53
Prof. Dr. Şefaettin SEVERCAN - Peygamberlerin Tevhid Mücadelesi 54
Sümeyye OLGAÇ - Mürekkep ile Kalem Arasında 57
Sena Haliloğlu - O’nu Gören Gözleri Görmek İsterdim 58
Ali ERDOĞDU - Ünlü Tabakât Yazarı İbn Sa’d 60
Abdullah GÜLER - Addas’ın İmanı 62
Halid AKILLI - İlâhî! Sevdir Bize Sevdiklerini... 63
İÇİNDEKİLER
3. Elindeki gülü getirip Arabistan çölünün ortasına
dikti. “Bunun adı İslâm gülü. Güzelliği gözle-
re can, nefis kokusu gönüllere iman getirecek; canlı
renkleri ölü kalpleri diriltecek.” dedi. Herkes ona gü-
lüp geçti. Bu iklimde sadece ebûcehil karpuzunun çi-
çeği açar, başka çiçekler açmaz, açsa bile kimse ona
dönüp bakmaz, dediler. İslâm gülü ilk tomurcuğunu
verdiği zaman, ebûcehil karpuzu çiçeğinden başka-
sını bilmeyenler onun güzelliğini göremediler. Gül
diken zâtın gönlü biraz burkulmakla beraber ümi-
di kırılmadı. Gülünü sulamaya devam etti. Gülün
nefis kokusu iyice hissedilmeye başlayınca, zevk-i
selîm sahibi olmayanlar bu gönül okşayan kokuyu
beğenmediler. Kokusu bizi rahatsız ediyor, diye gül
ağacını taşladılar. Onu kendi topraklarından söküp
atmak istediler. Gül diken zât, gülün en güzel çiçek
olduğundan ve onu bir gün bu zevksiz ve duygusuz
insanlara kabul ettireceğinden emindi. Paniğe ka-
pılmadı. Güle atılan taşlara vücudunu siper etti. Gün
geldi, gözler ve gönüller birer birer açılmaya başladı.
Herkes gül kokusuna koştu; gül diken zâtın ellerine
kapandı. Senin ve gülünün kıymetini bilemedik, ba-
ğışla, dediler. Gül diken zât azmi, kararlı tutumu,
sabrı ve tahammülü sayesinde dâvayı kazanmıştı.
EN KÖTÜSÜ YILGINLIK
Bu hüzünlü gül hikâyesi, Resûl-i Ekrem Efendi-
mizin çileli mücadele hayatının hikâyesidir. Pey-
gamberler Sultanı Efendimizi başarıya götüren ilk
ve en önemli sebep, Allah’ın Elçisi olduğunda asla
şüphe etmemesi, gittiği yolun doğruluğuna yüzde
yüz inanmasıydı. Cenâb-ı Hakk’ın kendisini destek-
lediğini gördükçe, dâvasının hak olduğuna yeniden
iman ederdi. Böylece hem imanını yeniler hem de
azmini güçlendirirdi.
Hicretin dokuzuncu yılında yapılan o çetin ve sı-
kıntılı Tebük Gazvesi unutulacak gibi değildir. Müs-
NASIL BAŞARDI?
4. lümanlar bu seferde hem su hem yiyecek hem de
binit sıkıntısı çektikleri için bu sefere “usre” (zorluk,
güçlük) seferi adı verilmiştir. Yazın en sıcak günle-
rine denk gelmesine rağmen hiç kimse bu seferin
böylesine zahmetli ve zor olacağına ihtimal ver-
memişti. Askerin yiyeceği büsbütün tükenince, su
taşıdıkları develeri kesip yemeyi düşündüler. O za-
man Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ashâb-ı
Kirâm’a, arta kalan yiyecekleri getirmelerini emret-
ti. Zira o devirde herkes harbe kendi imkânlarıyla
gider; yiyeceğini, giyeceğini ve silahını kendisi te-
min ederdi. Herkes boşalan erzak torbalarını karış-
tırmaya başladı. Kimi bir avuç mısır, kimi bir avuç
hurma, kimi bir ekmek parçası getirdi. Yere serilen
deri yaygının üzerinde azıcık bir yiyecek birikti. O
zaman Peygamber-i Zîşân Efendimiz yiyeceklerin
bereketlenmesi için Cenâb-ı Hakk’a dua etti. Sonra
da herkesin o yiyeceklerle kaplarını doldurmasını
emretti. Asker emredileni yaptı ve doyuncaya ka-
dar yedi. Yine de o deri yaygının üzerinde bir hayli
yiyecek arttı. İşte o zaman Kâinâtın Efendisi, sıkıntı-
ya düştükleri bir zamanda Mevlâ’sının lutfettiği bu
maddî destek karşısında duyduğu minnet ve şük-
rânı “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve ennî Resûlul-
lah (Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve kendi-
min Resûlullah olduğuna kesinlikle inanırım)” diye
dile getirdi (Müslim, Îmân 45).
Efendimiz aleyhisselâm, dâvasının hak oldu-
ğuna imanı, tuttuğu yolun doğruluğuna güve-
ni sebebiyle çelik gibi bir azme sahipti. Önündeki
engebeler, virajlar onu yıldırmadı. Yoluna kurulan
tuzaklar azmini sarsmadı. Kendisini tereddüt ve
endişenin adam yiyen kollarına bırakmadı. Bir gün
olsun “acaba?” demedi. Zira azmini gevşetmesi-
ne, gayretini azaltmasına, sabırsızlık göstermesine
Cenâb-ı Mevlâ fırsat vermedi. Karşısına çıkan dağ
gibi engellere bakıp yılgınlık göstermemesi için
ona “azim sahibi peygamberleri” örnek gösterdi:
“Resûlüm! Peygamberlerden üstün irade sahi-
bi olanlar gibi sabret!” buyurdu (Ahkâf 46/35).
Getirdikleri hak dini kabul etmeyen kendi öz mil-
letleri tarafından türlü işkencelere tâbi tutulmak
peygamberlerin kaderiydi. Onların içinde malıyla,
canıyla, çocuklarıyla imtihan edilenler vardı. Sa-
dece kendileri değil, derin iman sahibi ümmetleri
de benzeri sıkıntılara uğramışlardı. Ama onlar bu
sıkıntılara katlanmışlardı. Zira zafere erişmek iste-
yenlerin sıkıntılara katlanması ilâhî bir kanundu.
Zâlim efendilerinden dayanılmaz işkenceler gö-
ren Habbâb ibni Eret gibi sahâbîler bir gün Efen-
dimiz aleyhisselâm’a dert yandılar:
- “Bizi kurtarması için Allah’tan yardım isteme-
yecek misin? Bizim için dua etmeyecek misin?”
dediler. Allah’ın Resûlü onlara biraz dayanmayı
tavsiye buyurdu:
- Sizden önce nice yiğit müslümanlar ne bü-
yük çileler çekmişlerdir. Onları kazdıkları çukurlara
gömmüşler, vücutlarını testereyle ikiye biçmiş-
ler, bedenlerini demir taraklarla taramışlar, etle-
rini parça parça etmişlerdi. Bütün bu zulümlere
rağmen onlar dinlerinden dönmemişlerdir, dedi
(Buhârî, İkrâh 1). Kendisi de çok çekti. Ama sabretti.
Ümidini yitirmedi. Önünde sonunda bu dinin öne-
mini, bu dâvânın büyüklüğünü kavrayacaklar, diye
düşündü. Yılgınlığa yüz vermedi. Hak düşmanla-
rıyla yıllarca tek başına mücadele etti. Her zorluğa
göğüs gerdi. Sonunda bu sarsılmaz azmi, gay-
reti, sabrı ve tahammülü sayesinde beklediği ve
umduğu zaferi kucakladı.
5. YENİLENME
Kureyş Kabilesi’nin Resûlullah Efendimize yaptı-
ğı en kötü en ağır en merhametsiz hareketin han-
gisi olduğu hususunda Ashâb-ı Kirâm farklı olaylar
anlatırlar. Kimine göre bu olayların en çirkini, ilâh-
larına Hz. Peygamber’in hakaret ettiğini, dinlerini
kötülediğini ve yaşayış tarzlarını küçümsediğini
ileri sürerek Mekkeli zorbaların onun gömleğine
yapışıp kendisini boğmaya çalışmalarıdır. Kimine
göre Peygamber-i Zîşân, Kâbe civarında namaz kı-
larken secdeye vardığı zaman sırtına yeni kesilmiş
bir devenin kanlı ve pis döl yatağını atmalarıdır.
Kimine göre Peygamber Efendimize yapılan en
büyük hakaret, Tâiflilerin o çirkin davranışıdır. Bu
zâlimlerin “Allah senden başka peygamber gön-
derecek adam bulamadı mı?” diye alay ederek,
mübarek vücudunu taşa tutarak kendisini toprak-
larından zorla çıkardıkları o dehşetli gün gerçekten
de unutulacak gibi değildir. Adamların gözleri ne
kadar körelmiş, şuurları ne kadar uyuşmuş olmalı
ki, ayaklarına kadar gelen, ellerine sevgiyle uzanan
o rahmeti, o bereketi görüp farkedemediler.
Yirmi üç yıl boyunca Allah’ın sevgilisini üzdüler,
bunalttılar, kırdılar, incittiler.
Ya Ashâb-ı Kirâm Efendilerimizin bu merha-
metsizlerden çektikleri!? Sadece fakir ve yoksul
sahâbîleri değil varlıklı, hatırlı, nüfuzlu, hem de
kendileri gibi Kureyşli müslümanları kırıp incit-
meleri! İslâm’ın açıkça yayılmasına karar verildiği
gün Kâbe’nin civarında kavmine hitâp ederek on-
ları İslâm’a dâvet eden Hz. Ebû Bekir’i öldüresiye
dövmeleri! Sekiz yaşında müslüman olan Zübeyr
ibni Avvâm’ı dininden döndürmek isteyen am-
casının onu hasıra sarıp dumana boğması! Bilâl-
i Habeşî’nin, Ammâr ibni Yâsir’in, Habbâb ibni
Eret’in ve diğer pek çok kölenin zâlim efendileri
tarafından ateşle dağlanması, kızgın güneşin kar-
şısında ağır taşlar altında inim inim inletilmesi,
dövülmesi, sövülmesi! Arabistan’ı kendilerine dar
getirdikleri Ashâb-ı Kirâm’ın yurtlarını, yuvalarını
terkedip deniz aşırı bir ülkeye, Habeşistan’a hic-
ret etmek zorunda kalması! Daha nice sahâbenin
dinlerinden en küçük fedakârlık yapmadan daya-
nılması zor baskılara tahammül etmesi!..
Sözün özü şudur: Tarihin her devrinde şu güzel
dünya başta peygamberler olmak üzere samimi
dindarlara birer çilehâne olmuştur. Allah demek
yasaklanmış, O’na ibadet etmek engellenmiş, di-
nin gereklerini yapmaya imkân ve fırsat verilme-
miştir. Ama peygamberler ve onların izince giden-
ler, tuttukları yolun hak olduğunu iyi bildikleri için
o yolda büyük bir azim ve gayretle yürümüşler,
Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine yardım edeceğine
sarsılmaz bir şekilde iman etmişler ve za’fa düş-
medikleri için sonunda umduklarına kavuşmuşlar-
dır. Muâz ibni Cebel Hazretlerinin zaman zaman
yanındaki zâta “Gel, bir süre oturup imanımızı
ve dinî duygularımızı güçlendirelim.” demesi
gibi müslümanların da zaman zaman oturup iman
ve azimlerini yenileyip güçlendirmeleri gerekebi-
lir. Bu duraksama bir gevşeme, bir oyalanma, bo-
şuna zaman harcama değildir; aksine tazelenme,
bilenme, atacağı adımı iyi hesap etmedir. Şartlar
ne olursa olsun Müslüman, “zafer bizimdir” diye
düşünmelidir. Hiçbir zaman “eyvâh” diye dövün-
memeli, “vah, tuh” diye esef etmemeli, biricik ön-
derimiz, yegâne örneğimiz Efendimiz gibi sabırla,
azimle, gayretle ve hepsinden önemlisi sarsıl-
mayan bir iman ile yürümeye devam etmelidir.
Gün gelecek, bahçemizdeki gül yediveren olacak,
gözü ve gönlü kapalı olanlar o gülü koklamaya
koşacaklardır.
Muâz ibni Cebel Hazretlerinin zaman zaman yanındaki zâta
“Gel, bir süre oturup imanımızı ve dinî duygularımızı güçlendire-
lim.” demesi gibi müslümanların da zaman zaman oturup iman
ve azimlerini yenileyip güçlendirmeleri gerekebilir. Bu duraksama
bir gevşeme, bir oyalanma, boşuna zaman harcama değildir; aksi-
ne tazelenme, bilenme, atacağı adımı iyi hesap etmedir.
6. Hadis edebiyatı tarihi içinde “Sahih”
adlı en son eserin musannifi ka-
bul edilen İbn Hibban el-Büstî’nin(354/965)
“Sahih”ini mütalaa ederken dikkatimi çeken
ve Türkçeleştirmekte gerçekten fevkalâde
zorlandığım hadisimiz, -görüldüğü gibi- her
konuda Müslüman’ın takınması gerekli temel
tavrı tespit etmekte ve sonucunu da açık şe-
kilde bildirmektedir. Bu sebeple hadîs-i şerîf,
“Müslüman bir gelecek” konusunun en ince,
başka bir deyişle en temel noktasını belirle-
mektedir: Sürekli sünnetten yana olma dikkat
ve coşkusu ya da her işin sünnetteki uygula-
masına râzı olma olgunluğu... Sünnet üzere
yaşama zevki... Her işinde sünneti ölçü alma
titizliği ve sevinci... Sünnetle yetinme bilinci...
Rivâyetler
Hadisimize ait rivâyetlerin büyük çoğunluğu,
ibadete düşkünlüğü ile meşhur olan sahabî Ab-
dullah b. Amr radıyallahu anh’den gelmektedir.
Rivâyetlerin genelde mâna akışı -bazı kelime fark-
lılıklarına rağmen- hemen hemen aynıdır. Zaten
hadisin vürûd sebebi de Abdullah b. Amr’ın, ev-
lendiği günden itibaren hanımını ihmal edecek
dereceye varan ibadet düşkünlüğüdür. Babasının,
durumu Hz. Peygamber’e haber vermesi üzerine
Efendimiz, Abdullah’ı Kur’an okumak, namaz kıl-
mak ve oruç tutmak gibi ibadetler konusunda iti-
dale davet etmiş, mevcut güç ve iştihasının uzun
vâdede devam etmeyebileceği, ona göre şimdi-
den orta bir yolla bu ibadetleri yapmasının daha
uygun olacağı uyarısında bulunmuş ve sonunda
da hadisimizdeki ölçüyü hatırlatmıştır:
“Her ibadet edenin bir hızlı dönemi, her ibade-
tin zevk ve şevkle çokça icra edildiği bir safhası
vardır. Yine her amelin ve âbidin bir de gevşeme,
bıkkınlık ve güçsüzlük dönemi vardır. Kimin ar-
zusu, zevki ve şevki sünnetteki ölçülere bağlılık
Abdullah b. Amr radıyallahu anh’den; “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Her amelin bir coşkusu, her coşkunun da bir gevşemesi vardır. Kimin (asıl)
coşkusu sünnetimden yana olursa, o mutlaka kurtulmuştur. Kimin de istek, arzu
ve rağbeti sünnet dışına yönelik olursa, o helâk olmuştur.” 1
ِّل ُكِلَو ًةَّرِش ٍلَمَع ِّل ُكِل َّنِإ� : َمَّل َسَو ِهْيَلَع ُهَّلال ىَّل َص ُِّيبَّنال الَق الَق وٍرْمَع ِنْب ِهَّلال ِدْبَع ْنَع
َكَلَه ْدَقَف َكِلَذ ِرْيَغ ىَلِإ� ُهُتَرْتَف َْتناَك ْنَمَو َحَلْفَأ� ْدَقَف يِتَّن ُس ىَلِإ� ُهُتَّرِش َْتناَك ْنَمَف ٌةَرْتَف ٍةَّرِش
7. şeklinde gerçekleşirse, -başka bir rivâyete göre-,
kimin gönlü sünnetteki uygulamaya ısınır, ona alı-
şır, onunla yetinirse, o kurtulmuştur. Kim de bunun
dışında bir uygulamaya iltifat ederse, -eninde so-
nunda- perişan oldu demektir.”
Hadisin Hz. Ebû Hüreyre’den gelen rivâyetinin
son kısmında da biraz farklı olarak şu değerlen-
dirme yer almaktadır: “Kim bu şiddetli arzu ve
bıkkınlık dönemlerini sünnet ölçüsüne yaklaştırır
ve o çizgide tutabilirse, onun kurtuluşa ereceğini
umunuz! Yok, eğer aşırılığı (ifrat ve tefriti) sebe-
biyle parmakla gösterilecek bir duruma gelmişse,
onu bir şey zannedip önemsemeyiniz.”
Hazreti Peygamber’in bu son uyarısını şöyle an-
lamak mümkün gözükmektedir: “Orta yolu göze-
ten, sırât-ı müstakimde olan, hırslılık ifratından ve
gevşeklik tefritinden uzak kalmaya çalışan kişinin
kurtulacağını umunuz. Onun insanlar arasındaki
şöhretine ve insanların onun hakkındaki kanaatle-
rine kıymet vermeyiniz.”2
Ahmed b. Hanbel’in Müsned’indeki3
bir rivâyette
ise, kendisine, ashabdan bazılarının ibadet konu-
sunda son derece gayretli oldukları haber verilin-
ce Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledil-
mektedir:
“Bu, İslâm alışkanlığı ve coşkunluğudur. Ancak her
alışkanlığın bir ileri safhası, her ileri safhanın, coş-
kunluğun bir gevşeme ve bıkkınlığı bulunmakta-
dır. Binaenaleyh kimin gönlü KİTAB ve SÜNNET’le
yetinmeye yatkın ise, ne a’la ne güzel... Kimin gön-
lü de Allah’a isyan olan şeylere meylederse, işte
onun işi bitiktir, o helak olmuştur.”
Bütün bu rivâyetlerinde hadisimiz, başlangıç
ve sonuç olarak işlerin en ölçülü uygulamasının
Sünnet’te yer aldığını, Müslümanların da bütün
şevk, zevk ve coşkularını Sünnet’teki örnek uy-
gulamaları kendi hayatlarına imkânları ölçüsünde
tatbik etmekte göstermeleri, Sünnet’e uygun ya-
şamaktan başka bir şeyin heyecanını taşımamaları
gerektiği vurgulamaktadır.
Mutlu Hayat Ölçüsü
Hadisimizin birinci dereceden muhatabı olan
Hz. Abdullah b. Amr’ın hayatının sonuna doğru,
eskiden yapageldiği ibadetleri aynı miktarda ya-
pacak gücü bulamadığı ve “Keşki, Rasûlullah’ın
tavsiye ettiği ruhsatları kabullenseymişim.” diye
pişmanlık duyduğunu hatırlayacak olursak, çok
rahat bir şekilde, “Mutlu hayat ölçüsü sünnettir.”
sonucuna varırız.
Hayatının tüm safhalarında insanı mutlu, huzur-
lu, sıhhatli, aktif, faydalı kılabilmek için günümüzde
çok değişik bilim dalları ve mesleklerin oluştuğu-
nu ve bunların her birinin hayatı çekilir kılabilmek
için birçok reçete ve teknik ürettiklerini biliyoruz.
Ne var ki, bunun tamamının, en sade, en doğru,
en mutedil, en makul ve en uygulanabilir örnek-
8. lerini biz Rasûl-i Ekrem Efendimizin sünnetinde
bulmaktayız. Hastalık-sağlık, uzun yaşama, kazan-
ma, harcama, dinç ve dinamik kalma, mutlu bir in-
san olma, âhirete uzanan temiz bir hayat yaşama,
hepsi ama hepsi sünnette örneklendirilmiştir. Gıda
rejiminden, ibadet hayatına; günlük yaşantıyı tan-
zimden milletlerarası ilişkilerde takınılacak tavırla-
ra kadar her şey prensip ve pratik olarak sünnette
ifadesini bulmuştur.
Hayatı Sünnet’le Yaşamak
Bu sebeple hayatı sünnetle yaşamak, Müslü-
manlar için hem bir ideal, hem bir görev hem de
en büyük mutluluktur. Hz. Peygamber’in yaşadığı
saadet asrı ile zamanımız, o günün şartları ile gü-
nümüz şartları arasında büyük ölçüde farklılıklar
ve başkalıklar olması, insan olarak hayatımız için
Sünnet’ten ölçüler çıkarmamıza ve onları, işaret
ettikleri tabiilik, sadelik ve pratiklik içinde uygu-
lamamıza asla engel değildir. Aynı devirde yaşıyor
olmamıza rağmen Batı hayat tarzı ve uygulamaları
ile bizim anlayış ve şartlarımız arasında da büyük
farklılıklar bulunmaktadır. Ne var ki o tür hayat
tarzını benimseyenler yıllardır, büyük bir gayret-
le -çoğu kere gülünç hallere düşme pahasına da
olsa- hayatlarını o çizgide sürdürmeye çalışıyor-
lar... Müslümanlar da biraz gayret ve dikkatle gün-
lük hayatlarına sünnet çizgisini hâkim kılabilirler.
Bunun için gerekli olan tek şey, tercihi ortaya koy-
mak, nasıl yaşaması gerektiğine içtenlikle bir ka-
rar vermektir. Coşkuyu, heyecanı, titizliği, dikkati,
gözü-gönlü Sünnet’ten yana çevirmektir. Ne ham
sofuluk adına ne de heva ve hevesler uğruna
Sünnet’ten yan çizmemek, en büyük heyecanı
sünneti yaşamakta duymaktır.
Bize göre hadisimizin asıl mesajı, mutlu ve
Müslüman bir gelecek için coşkusu sünnetten
yana olan nesiller yetiştirmeyi hedefleyen poli-
tikaların geliştirilmesidir. Sünneti aşmak, taşmak
ya da bir tarafa bırakmak şeklinde eğilim gös-
terecek nesillerin -sayısı ve niteliği ne olursa ol-
sun- “Müslüman ve mutlu bir gelecek” açısından
hiç bir şey ifade etmediği açıktır.
Müslüman nüfusun kalitesini Sünnet’i yaşama
oranı tayin eder. Duygular, düşünceler, tercihler,
uygulamalar, kurum ve kuruluşlar olarak, bütün
bir cemiyet olarak... Evet, tercihi, coşkusu, alış-
kanlığı, zevki ve neşesi Sünnet’ten yana olanlar
kurtulmuşlar, aksini yeğleyenler de -iddia ve po-
litikaları ne olursa olsun- çaresizlik içinde kal-
mışlardır.
Dünyanın en karanlık günlerinde, mutlu ve
aydınlık bir geleceği inşa etmiş olan Sünnet-i
Seniyye, Müslüman geleceğimiz için de yegâne
ölçü ve biricik güvencedir. Zira yüce Rabbimiz
gönderdiği “hidâyet rehberi” son kitabı, açıklama
ve uygulama görev ve yetkisini Hz. Peygamber’e
vermiş, O’nun Sîret ve Sünneti’ni, inananlara “en
güzel hayat modeli” olarak tanıtmıştır.
O halde tekrar edelim ki, “Müslüman bir ge-
lecek için sünnetten kaynaklanan politikalar,
coşkusu Sünnet’ten yana nesiller yetiştirecek
nüfus politikaları gerek...” Herhalde “Rabbimiz,
bize göz aydınlığı olacak eşler ve çocuklar ihsan
et...”4
âyet-i kerimesinin delâlet ettiği gerçek de
budur.
*Bu yazı hocamızın izniyle “Hadislerle Gerçekler” kitabından
alınmıştır.
1-İbn Hibban, Sahih, l, 172. Farklı lafızlar, rivayetler için bk. Ah
med b. Hahbel, Müsned, II, 158, 165, 188, 210; Tirmizî, Kıyame
21; İbn Ebî Asım, es-Sünne, l, 28.
2-Bkz. İbnu’l-Esir, Camiu’l-usul (A. Arnand), l, 314, dn. 1
3-Age. II, 165
4-el-Furkan (25), 74
“Her ibadet edenin bir hızlı dönemi, her ibadetin zevk ve şevkle
çokça icra edildiği bir safhası vardır. Yine her amelin ve âbidin bir de
gevşeme, bıkkınlık ve güçsüzlük dönemi vardır. Kimin arzusu, zevki
ve şevki sünnetteki ölçülere bağlılık şeklinde gerçekleşirse, -başka bir
rivâyete göre-, kimin gönlü sünnetteki uygulamaya ısınır, ona alışır,
onunla yetinirse, o kurtulmuştur. Kim de bunun dışında bir uygulama-
ya iltifat ederse, -eninde sonunda- perişan oldu demektir.”
9. Efendimiz aleyhisselam’ın Ramazan ayında ilk vahyi alması
Dâru’l-Erkam’da İslamî davetin başlaması
II. Akabe Biatı
613 Açık davet emrinin verilmesi
(Hicr sûresi 94. ayet-Şuarâ sûresi 214-215. ayetler)
İsra ve Mirac mucizeleri (Receb 27), namazın farz kılınması
I.Akabe Biatı
Musab b. Umeyr’in öğretmen olarak Medine’ye gönderilmesi
I. Habeşistan hicreti
Ebû Tâlib’in vefatı
Hz. Hatice’nin vefatı
Peygamberimizin Sevde bint Zem’a ile evlenmesi
Zeyd b. Harise ile Taif’e gitmesi
Akabe’de Medineli altı kişi ile görüşmesi ve
bu kimselerin Müslüman olması
II. Habeşistan hicreti
Hz. Hamza’nın Müslüman olması
Hz. Ömer’in Müslüman olması
Müslümanların Dâru’l-Erkam’dan çıkmaları
Kureyş müşriklerinin Müslümanlara ve
Haşimoğullarına boykot uygulamaları
Boykotun sona ermesi
610
622
613
621
615
620
616
619
9
10. Rasûl’ün Sevgilisi
Hicretin sekizinci yılı… İslam mücahitleri Mute
Ovasında Bizans İmparatorluğunun devasa orduları
karşısında yiğitçe direnmiş; fakat şehit düşen,
komutanları Zeyd b. Harise’yi orada bırakarak
Medine’ye dönmüşlerdi. Şehidin ailesini ziyaret
eden Efendimiz, Zeyd’in gözü yaşlı kızını görünce
dayanamadı ve ağlamaya başladı. Rasûl-i Ekrem’in,
içini çekerek akıttığı gözyaşları sahabileri hayrete
düşürdü. Ashâb-ı Kiram: “Bu ne hâl ya Rasûlallah!
Neden ağlıyorsunuz?” diye sorduğunda Efendimiz
şöyle buyurdu: “Bu, sevgilinin sevgilisine duyduğu
özlemdir.”1
Zeyd b. Harise… Rasûl’ün, ‘sevgilim’ diye inleyerek
ardından gözyaşı döktüğü, ömrünün sonuna dek
hatırasını yâd ettiği, ‘kardeşim’ diyerek medhettiği
kahraman sahabi… Sevgili Efendimizin en güzel
günlerinde sevincini paylaştığı; en acı günlerinde
derdine ortak edindiği yüce arkadaşı… Peygamberin
evinde büyüyen, Peygamber tarafından terbiye
edilen, adeta Muhammed aleyhisselam ve Hz.
Hatice’nin, oğulları gibi üzerine titredikleri temiz bir
delikanlı… Allah ve Rasûlüne bağlılığın zirvesi, İslam
gençliğinin sembol ismi…
Zeyd’in bir günü yıllara, belki de çağlara bedeldir
ki o gün ‘Taif Günü’dür. Taiflilerin Efendimizi taşladığı,
linç etmek istediği, Zeyd’in ise Rasûlün önüne,
arkasına, sağına ve soluna atılarak onu taşlardan
korumaya çalıştığı gün… Hani, Nebiler Sultanının
“Hayatımın en acı günü.”2
dediği kara gün... İşte o
gün, Rasûlün yanındaki tek dostu Zeyd b. Harise’ydi
ve Zeyd’in muhteşem bir hikâyesi vardı:
Siyer-i Nebi Dersleri 10
11. Esaretten Sultanlığa
Zeyd henüz sekiz yaşındayken annesi Sûda bint
Sâlebe ile birlikte dayılarını ziyaret etmek amacıyla
Ma’noğullarının yurduna gitti. Onlar buradayken
düşman bir kabile, Ma’noğullarının yurduna baskın
yaptı. Eşkiyalar pek çok kimseyi öldürmüş, çok
canlar yakmıştı. Zeyd de anasından koparılmış ve
esir edilmişti. Küçük çocuk, köle tüccarlarının elinde
pazar pazar dolaştırıldı ve nihayet Ukaz panayırına
getirilerek satışa çıkarıldı. Zeyd b. Harise’yi Kureyş’in
önde gelenlerinden Hakim b. Hizam dört yüz
dirheme satın alarak Mekke’ye götürdü.
Hakim b. Hizam yeni kölesini, halası Hatice binti
Huveylid’e hediye etti. Hatice dünya kadınlarının en
yücesi, en kıymetlisiydi. Kocası ise âlemlere rahmet
olan kutlu nebiydi. Henüz vahiy gelmemiş, yeryüzü
İslam’ın nuru ile şereflenmemişti. Ama Zeyd’in acı
dolu günleri sona ermiş, yaşadığı bunca ıstıraptan
sonra sevgi ve merhamet sahibi güzel insanların
yuvasına adeta misafir olmuştu.
Efendimiz aleyhisselam Zeyd’i görür görmez çok
sevmiş ve “Bu köle benim olsaydı, onu azad eder,
hürriyetine kavuştururdum.” demişti. Hatice bu
sözler üzerine Zeyd’i Muhammed aleyhisselama
hediye etti. Sevgili Peygamberimiz onu hemen
azad etti.3
Artık Zeyd köle değil, Muhammed
ailesinin saygın bir ferdi olmuştu.
Efendimiz, cahiliye bataklığının ortasında,
Zeyd’i tertemiz bir genç olarak yetiştiriyor, onun
terbiyesi ile bizzat ilgileniyordu. Yusuf aleyhisselam
Mısır’a basit bir köle olarak getirilip sonunda nasıl
sultanlığa ermişse, Zeyd de âlemlerin sultanı olan
Aziz Peygamberin sevgili dostu olmuştu. Öyleyse
insanlar, içinden çıkılması imkânsız gibi görünen
zorluklardan Allah cellenin lütfu ile kurtulabilir
ve böylece karanlık geceler, nurlu bir sabah ile
nihayete ererdi. Kâdir-i Mutlak olan Allah için hiçbir
şey güç ve imkânsız değildi.
Gözü Yaşlı Bir Baba
Zeyd, Rahman olan Allah’ın rahmetiyle nice
çilelerden kurtulmuştu; ama ailesi onu kaybettiği
günden beri acı çekiyor, onun için ağıtlar yakıyor,
onu bulmak için her yolu deniyordu. Zeyd’in
babası, gelen geçen herkesten oğlunu soruyor,
kervancılardan haber almaya çalışıyor; fakat ümit
verici tek bir şey bile duyamıyordu. Yer yarılmış,
Zeyd yok olup gitmişti. Babası acısını şiirlere
dökmüş, oğlunu nasıl kaybettiğini, yaşadığına dair
hiçbir fikrinin olmadığını yine de ölünceye kadar
Zeyd’i aramaktan vazgeçmeyeceğini gözyaşları
içinde anlatıyordu.4
Bir hac mevsimi Mekke’ye gelen Kelb kabilesi
mensupları Zeyd’le karşılaştıklarında ona, ailesinin
acısını, babasının hüznünü ve onu bulmak için nasıl
çabaladığını anlattılar. Zeyd, akrabaları aracığıyla
babasına haber göndererek çok uzaklarda
olduğunu, nice sıkıntılar çektiğini fakat buna
rağmen şimdi durumunun çok iyi olup Beytullah’ın
yanında ve pek şerefli bir ailenin içinde yaşadığını
bildirdi.5
Hiç Kimseyi Sana Tercih Etmem
Zeyd’in babası Harise, aldığı haber üzerine
hemen hazırlanarak kardeşi ile Mekke’ye geldi.
Yıllardır özlemini çektiği çocuğunun kokusunu
hissediyor, onu evine geri götürmenin sabırsızlığını
yaşıyordu. Nihayet Efendimiz aleyhisselamın
huzuruna geldi ve meramını anlatmaya başladı:
“Ey Kureyş kavminin efendisi! Siz Allah’ın
komşularısınız. Muhtaçlara yardım eder, açları
doyurur, esirlere yardım edersiniz. Sana, yanında
bulunan oğlumuz için geldik. Onun kurtuluş
bedeli hakkında bize insaflı davran, biz onu sana
ödeyelim, sen de oğlumuzu serbest bırak.
Nebiyy-i Muhterem hazretleri, bu kişilerin
Zeyd’in babası ve amcası olduğunu öğrenince hiç
O’nunla bir saat geçirmek isteyenler, O’nu -rüyalarında bile olsa-
görmeyi arzulayanlar; Zeyd’in, tercihini Ondan yana kullanmasını
elbette ki anlayacaklardır. Bırakın Zeyd gibi Efendimizle bir ömür
birlikte olmayı O’nun ümmeti olmak dahi bizler için en büyük
mutluluk değil midir?
12. ummadıkları bir teklifte bulundu: “İsterseniz tercihi
Zeyd’e bırakalım. Şayet sizinle gelmek isterse hiçbir
ücret talep edecek değilim. Fakat benimle kalmayı
dilerse beni tercih edeni hiç kimseye bırakmam.”
Bu teklif Zeyd’in babasını ve amcasını çok
sevindirdi: “Sen bize çok insaflı davrandın. Büyük
bir lütûf ve cömertlikte bulundun.” dediler.
Nihayet Zeyd geldiğinde Efendimiz ona sordu:
“Bu adamları tanıyor musun?”
Zeyd: “Evet, bunlar babam ve amcamdır.” dedi.
Allah Rasûlü: “Sen, benim kim olduğumu öğrendin.
Sana olan sevgimi ve şefkatimi biliyorsun. Seni
serbest bırakıyorum. Ya beni tercih et ve yanımda
kal ya da babanla birlikte git.” buyurunca Zeyd:
“Ben hiç kimseyi sana tercih etmem. Sen benim
için anne ve baba makamındasın.” dedi.6
Zeyd Benim Oğlumdur
Zeyd’in babası ve amcası kulaklarına inanamadı.
Sahi insan anne-babasının sevgisini değil de bir
başkasını tercih eder miydi? Özgürlük bırakılıp
da köleliğe razı olunur muydu? Baba Harise
hayret ve öfke içinde: “Yazıklar olsun sana. Sen
köleliği hürriyete, anne-babana ve ailene tercih mi
ediyorsun!” dediğinde Zeyd şu cevabı verdi: “Ben
buzattaöyleşeylergördümkihiçkimseyionatercih
edemem. Ondan hiçbir zaman ayrılmayacağım.”
Bu sözler Efendimizi çok duygulandırdı. Zeyd’in
elinden tutarak Kâbe’ye götürdü ve orada bulunan
halka şöyle seslendi: “Ey insanlar! Şahit olunuz
ki, Zeyd benim oğlumdur. Ben ona varisim o da
benim varisçim olacaktır.”7
Bu hadise Muhammed aleyhisselamın İslam
öncesi hayatını ve eşsiz şahsiyetini en güzel şekilde
anlatmaktadır.Zeydyıllaröncekaybettiği,hasretiyle
gözyaşları döktüğü ailesine kavuşma imkânını
yakalamışken anne-babasını ve sıcak yuvasını değil
Muhammed aleyhisselamı tercih etti ve bütün
kölelerin hayalini kurduğu özgürlüğü, elinin tersiyle
reddetti. Zira Zeyd hem anne baba sevgisini dahi
gölgede bırakan bir sevgiyi hem de kimselerde
göremeyeceği eşsiz güzellikleri Muhammed
aleyhisselamda buldu. Efendimizin yanında hiçbir
zaman köle veya hizmetçi muamelesi görmedi ki
hürriyeti arzulasın. O, Allah Rasûlünden tüm ahlakî
güzellikleri, sevgi ve merhameti, kula kulluğu bir
yana bırakıp Allah’a kul olmanın gerçek özgürlük
olduğunu, Allah’a kul olanın Allah dışındaki her
şeye efendi olacağını öğrenmişti.
Efendimiz aleyhisselamın hayatının ve şahsiyetinin
layıkıyla anlatılması veya yazılması mümkün değildir.
Onun yanında bir ömür geçirenler dahi O’nu tavsif
etmekten aciz kalmışlardır. Zeyd, Muhammed
aleyhisselamın yanında kim bilir nasıl bir saadet
yaşamıştır ki O’nun olmadığı bir hayatı düşünmek
dahiistememiştir.O’nunlabirsaatgeçirmekisteyenler,
O’nu - rüyalarında bile olsa - görmeyi arzulayanlar;
Zeyd’in, tercihini Ondan yana kullanmasını elbette
ki anlayacaklardır. Bırakın Zeyd gibi Efendimizle bir
ömür birlikte olmayı O’nun ümmeti olmak dahi bizler
için en büyük mutluluk değil midir?
Yine bu hadise Zeyd b. Harise’nin sadakatini,
basiret ve firaset sahibi bir genç olduğunu
göstermektedir. Rasûl-i Kibriya Hazretlerinin
yüce vasıflarını keşfeden, tanıdığı gördüğü diğer
insanlardan bambaşka bir hali olduğunu anlayan
Zeyd, onun yanında kalmak için sevdiklerinden
vazgeçmiştir. Şayet Zeyd, Efendimizin yanında
kalmayı değil de babasıyla gitmeyi tercih etseydi,
ölümüyle yok olup gidecek, dünya değirmeni onu
da öğütecekti. Ama Zeyd, Efendimiz’i tercih etti,
Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderildiğinde
ona ilk olarak Zeyd iman etti ve ömrünü O’nun
yoluna feda etti. Zeyd, Rasulullahın sevgilisi,
mücahitlerin kumandanı, İslam’ın kahramanı oldu.
Hayat, bazen bizleri bir tercih yapmaya, dönüşü
olmayan önemli kararlar almaya mecbur eder.
Allah tercihlerimizi, kararlarımızı hakkımızda hayırlı
eylesin.
13. Anne Sevgisi
Efendimizin evlenmesinden kısa bir süre sonra
sütannesi Halime Mekke’ye, oğlunu ziyarete geldi.
Sonsuz vefa ve sevgi sahibi Peygamberimiz onu
görünce çok sevindi. Sütannesini en güzel şekilde
misafir etti. Halime yurdundaki kuraklığı ve çektiği
sıkıntıları anlatınca Efendimiz ve Hz. Hatice kendisine
kırk koyun ve binmesi için de bir deve hediye
ettiler8
Rasûl aleyhiselam insanların en cömerdi ve
en vefalısıydı. Ümmetine de cimrilikten kaçınmayı,
yapılan kötülükleri affedip iyilikleri hatırda tutmayı
öğütlerdi. Sütannesini ihmal etmeyen Efendimiz
müminlere annelerinin haklarına riayet etmelerini, en
çok annelerine ilgi göstermeleri gerektiğini söylerdi.
Allah’ın Aslanı
Allah Rasûlü otuz yaşına ulaştığında amcası
Ebu Talib’in bir oğlu oldu. Annesi oğluna Haydar
ismini verdi. Haydar, aslan anlamına geliyordu ki
çocuk büyüdüğünde isminin hakkını vermiş ve
Allahın Aslanı olmuştu. Peygamber Efendimiz
ise çocuğa Ali ismini verdi.9
Ali, Ebu Talib’in
oğluydu ama Allah celle’nin merhameti ve ikramı
olarak Efendimiz aleyhisselam’ın evinde, O’nun
terbiyesinde büyüdü.
Ebu Talib’in ailesi kalabalık, maddi durumu çok
kötüydü. Efendimiz otuz beş yaşındayken Mekke’de
şiddetli bir kıtlık meydana geldi. Bu kıtlık Ebu Talib’i çok
daha fazla etkilemişti. Amcasının yaşadığı sıkıntıyı gören
Peygamberimiz ona yardım etmek amacıyla diğer
amcası Abbas’ın yanına gitti. Abbas Haşimoğullarının
en zenginiydi. Muhammed aleyhisselam ve Abbas
Ebu Talib’in durumu düzelinceye kadar birer çocuğunu
almaya karar verdiler. Ebu Talib’in de kabulüyle Cafer’in
bakımını Abbas, Ali’nin bakımını ise Efendimiz üstlendi.10
Abdülmuttalib vefat ettiğinde biricik torununu
oğlu Ebu Talib’e emanet etmişti. Ebu Talib,
Efendimizin en yoksul amcasıydı. Ama yüreği sevgi
ve merhametle doluydu. O ve hanımı Fatıma binti
Esed, yetim Muhammed’i kendi çocuklarından
bile daha çok sevdi. Şimdi ise Efendimiz evlenmiş,
Rabbinin rahmetiyle zengin olmuştu. Artık sıra
ona gelmişti. Amcasının kendisine yaptığı iyiliklere
karşılık O da amcasına yardım etmek istiyordu. Hem
akrabalık bağlarına riayet ediyor hem de amcasının
ailesine vefa gösteriyordu. Kötülüğe dahi iyilikle
cevap veren Rasûl-i Zîşan Hazretleri, iyiliğe karşılık
neler yapmazdı? O, akrabalara yardım etmeyi,
akrabalık bağlarını gözetmeyi öğütlerdi.
Hz. Ali, Allah celle’nin lütfu ile beş yaşından itibaren
Muhammed aleyhisselam’ın evinde büyüdü. O, her
şeyi Efendimizden öğrendi. Vahyin atmosferi içinde
yaşadı. Efendimizin en yakını, yardımcısı, hicret gecesi
fedaisi, savaş meydanlarında kahramanı ve sevgili kızı
Fatıma’nın eşi oldu.
Allah Rasûlünün rehberliğinde yetişen gençlere,
Hz. Zeyd’e ve Hz. Ali’ye selam olsun. Rasûlün
sevgisiyle yetişen ve O’nun sünnetini rehber edinen
kimselerden olmayı hepimize nasip eylesin. Âmin.
1- İbn Sa’d,Tabakatü’l Kübra,III,47
2- Buhari, Bed’ül-Halk 6,Tevhid 9
3- İbn Hişam,Sire,I,266
4- İbn Sa’d,III,41
5- Süheyli,Ravdu’l-Unuf,III,17
6- İbn Sa’d,III,42
7- Süheyli,III,18. Bu hadiseden sonra Zeyd’e, Zeyd b. Muham
med denilmeye başlandı. Bu durum Ahzab Suresinin 5. Ayet
nin nüzulüne kadar devam etti. Bu tarihten sonra Zeyd’e yeni
den Zeyd b. Harise denildi.
8- Halebî,İnsanu’l-Uyûn,I,168
9- Halebî,I,432
10-İbn Hişam,I,264
13
14. Son semavî din olan İslâm, bütün insanlık için
evrensel mesajların yanı sıra aynı zamanda
bir eğitim sistemi, toplumlar ve insanlar arası iliş-
kilerin temeli olan değerler ve davranışlar düzeni
getirmiştir. Gerek eğitim sistemi, gerekse davra-
nış düzeni konusunda insanlık için en güzel örnek
de şüphesiz bu dinin tebliğcisi Hz. Peygamber’dir
(sav). Bundan dolayı Rasûl-i Ekrem’in (sas) bir eği-
timci olarak gençlere yaklaşımını, onlarla olan iliş-
kilerini doğru bir şekilde tespit etmek, onun tavır
ve davranışlarının gerisinde yatan temel prensip-
leri kavramak ve çocuklarını bu doğrultuda yetiş-
tirmek Müslüman cemiyetin en öncelikli görevi
olmalıdır.
Hz. Peygamber (sas) tebliğ görevini üstlenme-
sinden itibaren kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-
fakir, hür-köle ayrımı yapmadan toplumun tüm
katmanlarını İslâm’a davet etti. Bunun sonucu
olarak Mekke’nin hemen her kesiminden insan-
lar Müslüman oldular. Ancak İslâm’a ilk girenlerin
en bariz ortak özelliği, genelde otuzlu yaşlardaki
gençlerden meydana gelmiş olmasıdır. Gerçek-
HZ. PEYGAMBER (sas) ve GENÇLER
15. ten de Hz. Peygamber (sas) İslâm’ı tebliğ ederken
toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini
oluşturan gençlerden büyük ölçüde destek almış-
tır. O, tebliğe başladığı ilk andan itibaren kadın-
erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle ayırımı
yapmaksızın tüm insanları İslâm’a davet etmiştir.
Nitekim ilk Müslümanlar incelendiğinde içlerin-
de toplumun her kesiminden fertlerin yer aldığı
görülmektedir. Ancak, bunlar arasında gençlerin
çoğunlukta olduğu da aşikârdır. İslâm hareketinin
de başlangıçta, toplumun bu kesimden destek al-
dığını, en fazla katılımın özellikle gençlerden gel-
diğini tespit edebiliyoruz. Yaygın kanaatin aksine
köleler, fakirler, kimsesiz ve zayıf kimselerin İslâm
hareketine duyduğu sempati ve ilgiden daha
fazlasını, refah içerisinde yaşayan Mekke’nin nü-
fuzlu ailelerine mensup gençlerin gösterdiği gö-
rülür. Nitekim Mekke’nin nüfuzlu ve refah içinde
yaşayan ailelerine mensup gençler, İslâm’a; yaş-
lılar, köleler, fakirler, kimsesiz ve zayıf kimselerin
duydukları sempati ve ilgiden daha yoğun alâ-
ka göstermişlerdir. İslâm’ı yayma konusunda Hz.
Peygamber’e (sas) asıl destek ve yardımcı olanlar
da gençlerdir. İlk Müslümanlardan birkaç kişi, elli
yaş civarında, birkaç kişi otuz beş yaşın üzerinde,
geri kalan çoğunluk ise otuz yaşın altında bulu-
nuyordu. Meselâ genç yaşta İslâm’ı kabul eden-
lerden Hz. Ali 10, Abdullah b. Ömer 13, Zeyd b.
Hârise 15, Abdullah b. Mes’ûd ve Zübeyr b. el-
Avvâm 16, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b.
Avf, Erkam b. Ebu’l-Erkam ve Sa’d b. Ebû Vakkâs
17, Mus’ab b. Umeyr 18-20, Câfer b. Ebû Tâlib 22,
Osman b. Huveyris, Osman b. Affân, Ebû Ubeyde
ve Hz. Ömer 25-31 yaşlarında idiler. Genç erkek-
ler gibi, genç kız ve hanımlar da İslâm’ı ilk seçen-
ler arasında yerlerini almışlardır. Hz. Ömer’in (ra)
kız kardeşi Fâtıma bint. el-Hattâb (rah), Hz. Ebû
Bekir’in kızları Esmâ (rah) ve Âişe (rah) bunların
başında gelir. Bu gençlerin çoğu, refah ve itibar
sahibi olan ailelerini terk ederek, büyük çile ve
fedakârlıklara katlanarak Hz. Peygamber’in (sas)
safında yer almayı tercih etmişlerdir. Burada ve-
rilecek iki örnek bu hususu açıklar mahiyettedir:
Mus’âb b. Umeyr (ra) zengin bir aile çocuğu idi.
Mekke’de en güzel, lüks ve gösterişli giyinen, ko-
kular sürünen bir gençti. Mekke’de Kureyş genç-
leri arasında onun kadar müreffeh bir hayat süren
bir başka genç yoktu. İslâmı hiç itirazsız kabul etti.
Müslüman olduğunu öğrenen ailesi onu yakalayıp
hapsetti. Annesi son derece itibarlı bir kadındı ve
oğlunun Hz. Muhammed’in (sas) yanında olması-
na asla rıza göstermiyordu. Mus’âb (ra) bir yolunu
bularak evden kaçtı ve Habeşistan’a hicret ederek
annesinin elinden kurtuldu. Uhud Savaşında şehit
olduğu zaman, naaşının üzerine örtülecek kısa bir
gömleğinden başka bir şeyi bulunamadı. Onunla
başı örtülünce ayakları açılmış, ayakları örtülünce
de başı açık kalmıştır (Buhârî, Cenâiz 25, 26)
Kureyşli bir başka genç olan Ebû Huzeyfe (ra),
Kureyş liderlerinden ve Bedir savaşında kâfir ola-
rak ölen Utbe b. Rebia’ın oğlu idi. Ebû Huzeyfe
(ra) zengin ve asil, bolluk içinde yaşayan birisiydi.
Babasından sonra Kureyş liderliği kendisini bekli-
yordu. O, bütün bu servet, itibar ve rahatlığı terk
ederek İslâm’la birlikte çileyi ve fakirliği seçti.
Yukarıda zikredilenlerin dışında genç yaşta
İslâm’ı kabul eden pek çok şahıs mevcuttur. Onlar
arasından İslâm’ın Mekke ve Medine dönemle-
İslâm hareketine duyduğu sempati ve ilgiden daha fazlasını, refah içerisinde yaşa-
yan Mekke’nin nüfuzlu ailelerine mensup gençlerin gösterdiği görülür. İslâm’ı yay-
ma konusunda Hz. Peygamber’e (sas) asıl destek ve yardımcı Hz. Peygamber (sas)
İslâm’ı tebliğ ederken toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan
gençlerden büyük ölçüde destek almıştır. Yaygın kanaatin aksine köleler, fakirler,
kimsesiz ve zayıf kimselerin olanlar da gençlerdir.
16. rinde ve Hz. Peygamber’in (sas) vefatından sonraki
zamanlarda çok önemli görevler üstlenen şahıslar
yetişmiştir. İçlerinden devlet başkanları, valiler, hâ-
kimler, öğretmenler ve ülkeler fetheden komutanlar
çıkmıştır. Özetle İslâm hareketini asıl yönlendiren ve
onu Arap toplumunun yeni kim¬liği haline gelme-
sinde canla başla destekleyerek Hz. Peygamber’e
(sas) yardımcı olan, işte bu idealist gençlerdi. Siyer
kaynakları incelendiğinde Hz. Peygamber’in (sav),
İslâm toplumunun şekillenmesinde ve İslâmî de-
ğerlerin yaşanmasında ve yayılmasında gençlere
büyük görevler verdiği açıkça görülür. Onların ce-
saret ve enerjilerinden gereği gibi yararlanmak için
her şeyden önce gençlerin kendine güvenli, sağ-
lam bir kişilik geliştirmelerine imkân sağlanmasını
istemiştir. Zira o, sorumluluk gerektiren en yüksek
görevlere hazırlanmalarını gençliğin tabiî hakkı ve
amme menfaatlerinin bir gereği olarak görüyor-
du. Bun¬dan dolayı gençlere özel ilgi gösteriyor
ve onları görevler üstlenmeleri hususunda sürekli
teşvik ediyordu. Gerçekten de bu süreçte görev ve
sorumluluğun bilincinde olan kumandanlar, âlimler
ve hâkimler yetişmişse bu ancak Rasûlüllah’ın (sas)
teşviki sayesinde olmuştur.
Askerlik, eğitim-öğretim ve yargı alanlarında
bunun açık örneklerini görmek mümkündür. İlk
Müslüman gençlerin faaliyetlerine bir örnek teş-
kil etmek üzere Hz. Peygamber’e (sas) evini tahsis
eden ve 17 yaşında İslâm’ı kabul etmiş olan Erkam
b. Ebu’l-Erkam’ın (ra) İslâm’ın ilk yıllarında üstlen-
miş olduğu role özellikle temas etmek gerekir. Teb-
liğin ilk yıllarında Hz. Peygamber’in (sas) Erkam’ın
(ra) evindeki faaliyetlerinin önemli bir adım teşkil
ettiği görülmektedir. Bu ev davet faaliyeti için son
derece elverişli idi. Üstelik Kâbe haremi dâhilinde
Safâ tepesinin eteğinde bulunuyordu. Hac ve umre
maksadıyla dışarıdan gelenlerle dikkat çekmeden
burada temas kurma imkânı vardı. Ayrıca Mekkeli
Müslümanlar da bu eve kolayca gelip gidebiliyor-
lardı. Hz. Peygamber (sas) burada bir yandan as-
hâbına dinî bilgiler öğretiyor; diğer yandan İslâm’a
davet görevini yerine getiriyordu. Buradaki faaliyet-
ler sonucunda pek çok kişinin İslâm’a girdiği bilin-
mektedir. Hz. Ömer (ra) Dâru’l-Erkam’da Müslüman
olanların sonuncusu kabul edilir. Buranın bir merkez
olarak kullanılması ilk Müslümanların İslâm’ı kabul
tarihlerine bir esas teşkil etmiştir. Nitekim tarihçi-
ler ilk sahâbîlerin Müslüman oluşları, “Rasûlüllah’ın
Dâru’l-Erkam’a girmesinden önce-sonra”, “Dâru’l-
Erkam’da iken” şeklinde tarihlendirilmiştir. (İbn
Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbra-
him el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., I, 270)
İslâm’ın ilk yıllarında büyük hizmeti geçen genç-
lerin başında Hz. Ali (ra) gelir. O, Müslümanlar ara-
sında ün kazandığı kahramanlıklarını gençliğinde,
20 ilâ 30 yaşları arasında gerçekleştirmiştir.
Gençlerin Mekke döneminde İslâm’ın Arap
Yarımadası’nın dışında tanınmasında da önemli
katkıları olmuştur. 25 yaşlarında iken Habeşistan’a
hicret eden Hz. Ali’nin (ra) ağabeyi Câfer b. Ebû
Tâlib’in (ra), İslâm’ı savunmak üzere Habeşistan hü-
kümdarının, Hıristiyan din adamlarının ve saray er-
kanının huzurunda yaptığı konuşma, edebî yönden
ve muhtevâ açısından tarih kitaplarımızı süslemek-
tedir. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 359-360)
Mekkeli gençlerden Dârü’l-Erkam’da iken Müslü-
man olan Mus’ab b. Umeyr (ra), I. Akabe Biatı’ndan
sonra Hz. Peygamber (sas) tarafından Medine’ye
öğretmen olarak gönderildi. O sırada 25 yaşlarında
bir genç olan Mus’ab’ın (ra) faaliyetleri sonucun-
da pek çok Medineli Müslüman oldu. Hepsinden
önemlisi o, Üseyd b. Hudayr (ra) ve Sa’d b. Muâz
(ra) gibi iki nüfuzlu kabile reisinin İslâm’a girişini
17. sağladı. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 46)
Mekke’de olduğu gibi Medine döneminde de
gençlerin etkinlikleri dikkat çekmektedir. Bunlar
arasında Zeyd b. Sâbit (ra), Hz. Peygamber (sas)
tarafından komşu hükümdar, emîr ve Arap kabi-
lelerine gönderilen mektupların pek çoğunu yaz-
mıştır. Aynı zamanda Vahiy kâtipleri arasında yer
alan Zeyd (ra), Hz. Peygamber (sas) vefat ettiğin-
de 21 yaş civarındaydı. İlk halîfe Hz. Ebû Bekir (ra)
döneminde Kur’ân-ı Kerîm’i toplamakla Zeyd’i (ra)
görevlendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’i cem eden bu
sahâbînin, böylesine ciddi ve önemli bir faaliyeti
gerçekleştirdiği sıralarda 22 yaş dolaylarında olma-
sı, İslâm’ın ilk döneminde gençlerin ne derece bü-
yük rol oynadığını ortaya koyması bakımından ilgi
çekicidir. (Buhârî, Menâkıb 16; Tirmizî, Menâkıb 33)
Allah Rasûlü (sas) gençlerin ilgi alanında yetiş-
mesine büyük ilgi ve dikkat göstermiştir. Zekâ ve
kabiliyetine güvendiği gençlerin ilimde uzman-
laşmaları için bütün engelleri kaldırmış, bu husus-
ta başkalarına göstermediği müsamahayı onlara
sunmuştur. Kur’ân âyetleriyle karıştırılabileceği
endişesiyle hadislerin yazılmasını yasakladığı bir
dönemde, ilk Müslüman gençlerden Abdullah b.
Amr b. el-Âs’a (ra) hu konuda özel izin vermiştir.
Nitekim Abdullah b. Amr, Allah Rasûlü’nden (sas)
aldığı izinle es-Sahîfetü’s-Sâdıka adını verdiği bir
hadis risâlesi kaleme almıştır. (İbn Sa’d, et-Tabakât,I-
VIII, Beyrut ts. II, 373)
Hz. Peygamber (sas) vahiy kâtiplerini genellikle
gençler arasından seçmiş; gençlerin fetvâ verme-
sine müsaade etmiş, ayrıca onlardan öğretmenler
tayin etmiştir. Üstelik onları çoğu yaşlı sahâbîler-
den oluşan ordulara komutan tayin etmiştir. Yine
pek çok gazvede sancağı bizzat gençlere vermiştir.
Örnek vermek gerekirse Tebük Seferi’nde sancağı
Zeyd b. Sâbit’e (ra), Bedir’de Hz. Ali’ye (ra), vermiş-
tir. 18 yaşında olan Üsâme b. Zeyd’i (ra) Suriye’ye
gönderdiği orduya komutan tayin etmiştir. Rasûlül-
lah (sas) Benî Kudâa üzerine göndermek üzere ha-
zırladığı birliğin sancağını da Üsâme b. Zeyd’e (ra)
vermiştir. Bu birlik, aralarında Hz. Ebû Bekir (ra), Hz.
Ömer (ra) ve Ebû Ubeyde (ra) gibi Muhâcirlerin de
yer aldığı binlerce askerden oluşuyordu. Sahâbîler-
den bazı¬ları Üsâme’nin (ra) kumandan tayin edil-
mesini hoş karşılamayınca Hz. Peygamber (sas) on-
ları uyararak Üsâme’yi (ra) övmüş ve desteklemiştir.
Rivayete göre Üsâme’nin (ra) yaşı henüz 18 veya 20
idi (Buhârî, Meğazi 87; Müslim, Fedâil 63)
Hz. Peygamber (sas) pek çok hadisinde faziletli
gençleri methetmiştir. O, kıyamet gününde arşın
gölgesi altında mutlu olacaklar arasında, gönlü
Allah’a bağlı, severek Allah’a ibadet eden gençleri
de zikretmiştir: “Yedi sınıf insan vardır ki, Yüce Allah
kendi gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan
kıyamet gününde bunları kendi arşının gölgesinde
muhafaza edecektir. Bunlar; adaletli devlet başkanı,
Allah’a ibaret ederek temiz bir hayat içinde serpilip
büyüyen genç, gönlü mescitlere sevgiyle bağlan-
mış olan namazlı kimse, Allah için seven ve bu sev-
gi ile birleşip bu sevgi ile ayrılan kişi, sosyal mevki
sahibi ve güzelliği olan bir kadın tarafından çağrılıp
da kadınlığını kendisine sunduğunda ‘ben Allah’tan
korkarım’ cevabıyla onu terk eden erkek kişi, sağ
elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek derecede
gizli sadaka veren kişi, tenha yerlerde Allah’ı anıp
gözleri yaş döken takvalı kişi” (Buhârî, Zekât 16; Müslim,
Zekât 91)
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, gençlerin
eğitiminde yetişkinlere büyük görev düştüğü açık-
tır. Bundan dolayı yetişkinlerin kuracağı sıcak ve
mutlu bir aile yuvasında Hz. Peygamber’in (sas) aile
fertlerine karşı tutumu gençlere hem teorik açıdan
öğretilmeli ve hem de genç bizzat kendisi, bunun
uygulamasına aile içinde tanık olmalıdır.
Bu konuda geniş bilgi için bk. Sarıçam, İbrahim, Hz.
Muhammed ve Evrensel Mesajı,s. 304-308; Yeken, Fethi,
İslâm Gençliği, (çev. Abdülkadir Kınar), İstanbul 1993, s.
49-68; Tokpınar, Cemil, Peygamberin Diliyle Gençlik, İs-
tanbul 1996, s. 11-123; Mahmud, Abdülhâlim, Müslüman
Gençliğin Eğitimi, (çev. Bedrettin Çetiner), Konya 1997,
s. 122-147, 159-176; Gündüz, Turgay, İslâm, Gençlik ve
Din Eğitimi, İstanbul 2003, s. 138-186; Hökelekli, Haya-
ti, “Gençlik ve Din”, Gençlik Din ve Değerler Psikolojisi
(ed. Hayati Hökelekli), İstanbul 2006, s. 9-33; Kula, Naci,
“Gençlerimize Peygamberimizi Nasıl Anlatalım”, Hz. Mu-
hammed ve Gençlik, Ankara, 1995, s. 67-73; Perşembe, Er-
kan, “Genç-Aile İlişkilerinde Uyumun Sağlanmasında Di-
nin Fonksiyonel Rolü Üzerine”, Gençlik Dönemi ve Eğitimi,
(hz. İsmail Kurt-Seyit Ali Tüz), İstanbul 2000, s. 259-276.
18. Vakit Bilinci ve İbadetlerin Yoğunlaştığı
Zamanlar
Şu kısacık ömrümüzü neler uğruna tükettiği-
mizin, zamanımızı nasıl hoyratça harcadığımızın,
imkân ve enerjimizi neler için seferber ettiğimizin,
gündemimizi kimlerin ve nelerin işgal etmesine
izin verdiğimizin hesabının tek tek görüleceği bir
Gün mutlaka gelecek. Kendisinden hesaba çekile-
ceğimiz nimetlerin başında da zaman nimeti gelir
kuşkusuz. Şu kadrü kıymetini bilemediğimiz, nasıl
geçtiğini fark edemediğimiz, tükettiğimiz, “öldür-
düğümüz” zaman...
İşte pervasızca harcadığımız vakitlerin değerini
bizlere hatırlatan mübarek bir mevsim yine geldi:
“Üç Aylar”!
Recep, Şaban ve içinde “bin aydan hayırlı olan
Kadir Gecesi”nin bulunduğu Ramazan ayı…
1-Receb Ayı: Haram/Hürmetli Ay
Hz. Peygamber (sas) diğer aylardan daha çok
Recep ayına, Recep’ten daha çok Şaban ayına,
ondan daha çok da Ramazan ayına önem verir,
daha bir özen gösterir, ibadet ve âhiret havasına
girerdi.
“Allah’ım, Receb ve Şaban ayını bize mü-
barek kıl ve bizi Ramazan ayına eriştir”1
diye
dua ederdi.
Receb ayı, Kur’ân’ın hürmete layık gördüğü
(haram) dört aydan biridir. Haram aylar, Re-
ceb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Üçü peş
peşe gelirken, Receb ayı tek başına hürmetli ay
olarak kalır. Receb ayında oruç tutmanın, dua,
tevbe ve istiğfarı çoğaltmanın, hayır-hasenatta
bulunmanın faziletine dair hadis kitaplarında
çeşitli rivayetler yer alır.
YOĞUNLAŞMIŞ İBADET MEVSİMİ:
“ÜÇ AYLAR”
19. Regaip Gecesi
Receb ayının ilk cuma gecesine Regaip gecesi
denir. Elbette her Cuma gecesi kıymetlidir, ancak
iki kıymetli gece bir araya gelince, daha bir kıymet
kazanır.
Reğâib; ihsanlar, ikramlar demektir. Allah Teâlâ
bu gecede, müminlere, rağîbetler (ihsanlar, ikram-
lar) yapar. Dolayısıyla bu geceye özel bir hürmet
gösterip, bu ihsanlardan yararlanmak gerekir.
Mîrac Gecesi
“Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevre-
sini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya bir
kısım ayetlerimizi gösterelim diye götüren o
Allah’ın şanı yücedir. Şüphesiz O, işitendir, gö-
rendir.” (İsra 17/1)
Risaletin 11. yılı Recep ayının 27. gecesi, İsrâ ve
Mîrâc mûcizesi gerçekleşmiştir. İsrâ, gece yolculu-
ğu/yürüyüşü; Mîrâc ise, yükseğe çıkmak ve yük-
selme âleti demektir. İsra mucizesi ayetlerle sâbit
iken2
, Mirac (yükselme) olayı Kur’an’da anılmaz,
ama çok sayıdaki hadiste ayrıntılı biçimde anlatılır:
Rasûlullah (sas) bir gece Kâbe’nin ‘Hatîm’ de-
nilen kısmında iken Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya
getirilip burada namaz kıldı, oradan semâya yük-
seltilip bazı peygamberlerle görüştü, sonra da
Sidretü’l-Müntehâ’ya yükseltildi. Yanında bulunan
Cebrâil (a.s) buradan öteye geçemedi; “benim için
burası sınırdır, parmak ucu kadar daha ilerlersem,
yanarım...” dedi. Mîrâc’da Cenab-ı Hakk, kulu ve
rasûlü Muhammed’e (sas) nice âlemler gösterdi.
Kuluna vahyedeceğini vasıtasız vahyetti.
Rivayetlerdeki bazı ayrıntılar da şöyledir: Göğün
en yüksek tabakasına Refref ile ulaştı ve Allah’ın
huzuruna çıktı. Başka önemli emirlerin yanı sıra
beş vakit namaz da işte burada emredildi. Birçok
hadise göre bu yolculuk sırasında ona (sas) cennet
ve cehennem de gösterildi. Daha sonra Hz. Pey-
gamber (sas) Mescid-i Haram’a geldi. Ertesi gün
bu olayı anlattığında Mekkeli müşrikler onunla
alay ettiler ve müminlerden bazıları da bunda şüp-
heye düştüler. Hz. Ebu Bekir (r.a), bu durum karşı-
sında, “o söylüyorsa doğrudur” diyerek sadakatini
ispatladı ve “Sıddîk” unvanını aldı.
Mi’rac hakkındaki farklı görüşleri zikreden Mev-
dûdî, kanaatini şöyle özetler: Bazıları bunun rü-
yada meydana geldiği, bazıları olay sırasında Hz.
Peygamber’in (sas) tamamen uyanık olduğu ve
bedeni ile birlikte yolculuk ettiği, bazıları ise bu-
nun sadece mistik bir görüntü olduğu görüşünde-
dirler. Fakat bu ayetin başlangıç sözleri (“Kulunu...
götüren o Allah yücedir”), bunun Allah’ın sınırsız
gücü ile meydana gelmiş olan doğa-üstü bir olay
olduğunu gösterir. Eğer olay sadece mistik bir gö-
rüntüden ibaret olsaydı ayet, bu olayı meydana
getiren varlığın her tür zayıflık ve eksiklikten uzak
olduğunu gösteren “subhâne” ifadesi ile başla-
mazdı. Yine “Kulunu bir gece... götüren” sözleri,
bunun sadece bir görüntü veya rüya olmadığını,
bilakis Allah’ın Peygamberi’ne (sas) ayetlerini gös-
terdiği fiziki ve bedeni bir yolculuk olduğunu gös-
terir. O halde, miracın sadece ruhsal bir deneyim
olmayıp, Allah’ın Peygamber’i (sas) için hazırladığı
fiziki bir yolculuk ve bir gözlem olduğu kabul et-
melidir.3
Beş vakit namazla özdeşleşen bu geceyi; huşû
dolu namazlarla geçirmek ve namazı bir ömür
boyu ikâme etme yani dosdoğru kılma konusun-
da bir vesile olarak değerlendirmek ve “Namaz
müminin mîracıdır”4
hadis-i nebevisi uyarınca
her namazı bir “mîrac” yani Rab Teâlâ ile sohbet
kılmak gerekir.
2-Şaban Ayı: Rasûlullah’ın Ay’ı
Şaban ayının “kendisine ait” olduğunu belir-
ten Hz. Peygamber (sas), bu ayda ibadete özel bir
önem vermiş, Recep ayından daha fazla oruç tut-
maya, sadaka vermeye gayret etmiştir. Şöyle bu-
yurmuştur:
“Recep ayı Allah’ın ayı, Şaban benim ayım,
Ramazan da ümmetimin ayıdır.”5
Bu hadis-i şerif hakkında yapılan yorumlar-
dan biri şöyledir: Receb ayında yüce Rabbimi-
zin güzel isim ve sıfatlarını öğrenip düşünerek
Tevhid’in hakikatini kavramak, Şaban ayında
Allah Rasûlü’nü (sas) sîreti ve sünneti ile birlik-
te tanıyarak ona bol bol salat u selam etmek,
Ramazan ayında ise Kur’ân-ı Kerim’i daha çok
20. okuyup tefekkür ederek, anlayarak yaşamak işaret
buyrulmuştur.
Peygamberimizin (sas) özellikle bu ayda oruç
ibadetini artırdığını biliyoruz. Hz. Aişe annemiz,
Rasûlüllah’ın (sas) bu aydaki orucu hakkında şöyle
der:
“Şaban ayındaki kadar çok oruçlu olduğu bir
ay görmedim.”6
Berât Gecesi
Şaban’ın on beşinci gecesi “Leyletü Nısf-i
Şa’bân” (Şaban’ın Yarısı Gecesi); bilinen adı ile Berât
Gecesi’dir. “Berât” kelimesinin aslı Arapça “berâet”
olup “kurtulmak, iyileşmek” demektir. Borçtan, suç-
tan, cezadan, hastalıktan kurtulmak, iyileşmek, uzak-
laşmak, temizlenmek anlamlarına gelir. Ayrıca, “yazı,
belge” anlamı da kazanmıştır. Dinî anlamıyla berâet,
günahlardan, kötülüklerden arınmak, temize çıkmak,
ilâhî af ve rahmete nail olmak, erişmektir. Bu geceye,
bereketli ve feyizli olması sebebiyle Mübarek gece
(leyle-i mübarek); günahların affı ve kulların temize
çıkarılması sebebiyle Berat gecesi (leyle-i berat/fer-
man) ve Sakk/belge gecesi, kulların ihsana kavuş-
maları nedeniyle de Rahmet gecesi (leyle-i rahmet)
denmiştir. Tevbe(Berâe)/1.ayette geçtiği üzere ‘Şir-
ke/müşriklere ültimatom, son ihtar, kesin uyarı’
anlamına da gelir.
Bazı müfessirler, “Apaçık kitaba yemin olsun ki,
biz Kur’ân’ı mübarek bir gecede indirdik.” (Duhân
44/2-5) âyetindeki “mübarek gece”nin Berat Gecesi;
çoğu müfessir ise Kadir Gecesi olduğu görüşünde-
dir. İlk müfessirlerden İkrime ve bir grup âlim, Kur’ân
Levh-i Mahfuz’dan topluca dünya semasına bu gece
indirildi; Kadir Gecesi de Cebrail vasıtasıyla Peygam-
berimize parça parça indirilmeye başladı, der.7
Kısa-
ca; Berat ve Kadir gecesi Kur’ân’ın bize lütfedildiği iki
kutlu gecedir.
Peygamberimiz (sas): “Şaban ayının yarısı gelin-
ce; gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçirin.”8
buyurarak, hem Şaban ayında hem de Berat gecesin-
de yapılması gereken ibadetleri işaret etmiştir.
Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah, Şaban’ın
on beşinci gecesinde, Kelb kabilesinin koyunları-
nın tüyleri sayısından daha çok insanı cehennem-
den kurtarır. Ancak, kendisine şirk koşanların,
Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyen-
lerin, akrabalarıyla bağını koparanların, kibir-
lilerin, ana-babasına isyankâr olanların ve içki
içmeye devam edenlerin yüzüne bakmaz.”9
“Kim Şâban’ın 15.gecesini ibadetle ihyâ ederse,
kalplerin öldüğü günde o kişinin kalbi ölmez.”10
Elbette, bir geceyi ibadetle geçirip sonra eski ha-
yata geri dönmenin hiçbir anlamı yoktur. Ancak bu
gece tevbe, istiğfar ve af dilemek için bulunmaz bir
fırsattır: Bu geceler ve günler her türlü günah, hata
ve isyandan vazgeçip yepyeni bir başlangıç yapmak
isteyenler için bir dönüm noktası olabilir. Sadece ha-
rama batanlar değil herkes için fırsat! Günahı, hatası,
ihmâli olmayan var mı?
Bu yüzden Rasûlüllah (sas) bu kutlu zamanlarda şu
duaları tavsiye buyurur:
“Allahım, sen çok affedicisin, affetmeyi sever-
sin; beni de affet.”11
Hz. Aişe (r.anhâ): Rasûlüllah’ın, bu gece kıldığı na-
mazın secdesinde şöyle dua ettiğini nakleder:
“Allahım! Gazabından rızana sığınıyorum.
Cezandan affına sığınıyorum. Allahım! Senden,
yine sana iltica ediyorum. Sana yaptığım senâyı
(övgüyü), senin kendine yaptığın senâ ölçüsünde
yapmaktan âciz olduğumu itiraf ederim. Senin
komşuluğun ve yakınlığın, azizliktir. Senin senâ
ve övülmen yücedir. Senin ordun mağlup edile-
mez. Sen, vaat ettiğin şeyde, vaadinden dönmez-
sin. Senden başka tanrı, senden başka mabud
yoktur.”12
Özetle Berât gecesi ve Şaban ayı; müminlerin ve
tüm insanlığın her türlü şirkten, haramlardan, günah-
lardan kurtuluşu için bulunmaz bir fırsattır.
Ramazan’a Doğru…
Kutlu Peygamberimiz (sas) bir Şaban ayının son
gününde ashabına şöyle hitap eder:
“Ey insanlar! Yüce ve mübarek bir ay’ın gölgesi
üzerinize bastı. O ayda bir gece vardır ki bin ay-
dan daha hayırlıdır. ...”
21. Ertesi gün başlayacak kutlu Ramazan’ı müjdeleyen
sevgili Peygamberimiz (sas) bin aya yani ortalama
bir insan ömrüne denk Kadir Gecesi’ne dikkat çeke-
rek, hangi gecesi olduğu kesin belirtilmeyip her ge-
cesi Kadir olması muhtemel bu ayın her gününü ve
gecesini Allah’ın razı olacağı amellerle geçirmeyi,
hiç bir ânını gafletle geçirmemeyi hatırlatır. Hadisin
devamında, farz olan orucun ve farz namazların dı-
şında nafile namaz kılmayı, hayır işlemeyi, insanlara
merhametli davranmayı tavsiye ederek, “O ayda
bir hayır işleyen kimse diğer aylarda bir farz iş-
lemiş gibi olur. O ayda bir farz işleyen ise diğer
aylarda yetmiş farz işleyen gibidir.”13
buyurur.
(‘Yetmiş’ çokluktan kinayedir.)
Evet, bir farza yetmiş farz, hatta daha fazlası! Ve
“bir gece”ye “bin ay”dan daha hayırlısı!
Ramazan Ayı: Kur’an Ay’ı
Ramazan ayının fazileti elbette Allah için tutulan
oruçtan gelir. Peygamberimiz (sas) şöyle buyurur:
“Ramazan geldiğinde Cennet kapıları açılır,
Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar da bağ-
lanır.”14
Ancak bu ayı asıl mübarek kılan ise, Kadir Gece-
sinde Kur’an’ın nazil olmaya başlamasıdır.
“Ramazan ayı ki o ayda Kur’an insanlara yol
gösterici, doğru yola iletici, eğri ile doğruyu
birbirinden ayırt edici olarak indirildi.” (Bakara
2/185)
Ramazan ayına bu sebeple “Kur’an Ay’ı” dendi.
Kur’an, her Ramazan’da kalbimize yeniden insin diye!..
Ve Kadir Gecesi…
“Biz onu (Kur’ân’ı) kadir gecesinde indirdik.
Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bile-
ceksin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Me-
lekler ve Ruh (Cebrail) o gecede Rablerinin iz-
niyle her türlü iş için iner. O gece, tanyerinin
ağarmasına kadar bir esenliktir.”(Kadr suresi)
Bu gece bin aydan daha hayırlıdır.
Kur’an’da bu gibi yerlerde geçen sayı, olayın
değerini sayılarla sınırlama amacı taşımaz. Bu
sadece çokluğu ifade etmek içindir. Bu gece in-
sanların hayatında binlerce aydan daha hayırlı-
dır. Nice binlerce ay ve binlerce sene geçip git-
miştir de, insanların hayatlarında bu mübarek
ve mutlu gecenin yaptığı etkinin ve sağladığı
değişimlerin bir nebzesini bile bırakamamıştır.15
Vaktin Çocuğu Olmak…
Kadir gecesinde seküler zihinleri allak-bullak
eden, maddi değer ölçülerini altüst eden bir nis-
petle karşı karşıyayız. Allah’ın lûtf u keremi ile
“bir”in “bin”e hatta “bin”lere, “milyon”lara katlandı-
ğına inanan bir kıymet bilinci, bir zaman idraki, bir
değer ölçüsü...
Bunu ancak “mümin” ve “müslim” bir zihin kav-
rayabilir. Ve işte fırsat: Recep, Şaban, Ramazan!
Vaktin çocuğu (ibnü’l-vakt) olarak yaşadığı
her ânı/vakti kulluk idraki ve sorumluluğu için-
de geçirmeleri gereken biz Müslümanlar, tam
da bu espriyi özetleyen “Vakit nakittir” atasözü-
nün de içini boşaltıp “vakt”in değerini/bedelini
“nakit”le eşitleyiverdik.
İmdi, İslâm Dini, başta namaz olmak üzere “va-
kitli”16
ibadetler nizamı ile insan hayatının her ânı-
nı anlamlı ve değerli kıldı. Müslümanın her vakti
programlanmıştır; hayatı ibadettir.
Vaktin çocukları, kıymetli vakitlerin en kıymetli-
leri olan Üç Aylar’ın kıymetini bilenlerdir, vesselam!
1- Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/259.
2-İsra 17/1. ve Necm 53/1-18. ayetler
3- Mevdudî, Tefhimu’l-Kur’an, 3/69-70.
4- M.H.Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Yûnus/10. âyetin tefsiri.
5-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/423.
6- Zebidî, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 6/295.
7-Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 4294
8- İbn Mâce, İkâmetü’s-salat 191.
9-Tirmizî, Savm 39.
10-İbn Mâce, 1782.
11-Tirmizî, Daavât 84.
12- Müslim, Salât 222.
13-Terğîb, 2/94-95.
14- Müslim, Sıyâm 1.
15-Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, Kadir sûresi tefsiri
16- Nisa 4/103
22. İslâm ile şereflenerek, Medine’nin İlk Müs-
lümanları unvanını alan 6 seçkin insan, çok
iyi bir çalışma yapmışlardı. O kadar ki, sadece
evlerde değil, Medine’nin sokaklarında, hurma-
lıklarında, çarşılarında, dükkânlarında, her yer-
de sürekli İslâm konuşuluyordu artık1
…
Bir yıl böyle ciddi çalışmalarla geçti…
Çok ciddi sorumluluk üstlenip, çok ciddi ça-
lışmalar yapacaklarına dair Peygamber Efendi-
mize söz veren Hz. Es’ad ve Arkadaşları, aynı
zamanda “Gelecek yıl Hacc mevsiminde gelme-
ye söz veriyoruz.” diye de açıkça söz vermişlerdi.
Ve bir sene geçmiş, yine Hacc mevsimi gelmişti.
Hz. Es’ad bin Zürare (ra) ve arkadaşları, bir
yıldır hasretiyle yanıp kavruldukları Peygamber
Efendimiz ile buluşmaya gideceklerdi…
İlk buluşma ve görüşme 6 kişi ile gerçekleş-
mişti. Şimdi 12 kişi olarak gidiyorlardı.
Bunların 5’i, bir yıl önce Peygamberimiz ile
görüşüp İslâm ile şereflenenlerden iken, 7’si ise
yeni gelenlerden oluşuyordu. Birinci görüşme-
de bulunan Hz. Câbir bin Abdullah (ra), hasta
olduğu için bu anlamlı sefere çıkamamıştı. 2
Gidenler büyük bir heyecanla yola çıkarlar-
ken, geride kalanlar da Peygamberimiz’e selâm-
larıyla beraber gönüllerini de gönderiyorlardı.
Yola koyulanlar bir başka heyecan içindeydiler,
yolcu edenler bir başka heyecan…
Medine’den Mekke’ye doğru yola çıkan kafile
bir hayli kalabalıktı. Bunca kalabalık yığın ara-
sında sadece 12 Müslüman vardı.
Çalışmışlardı… Peygamber Efendimiz (sas)
başta olmak üzere, İslâm ile şereflenen her bir
sahâbî çok ciddi bir çalışma içindeydiler. Zaman
durma zamanı değildi çünkü. Hira Nûr’daki
vuslattan bu yana 12 yıl geçmişti. Yine bir Hacc
mevsimiydi. Önceki yıl gelip de Müslüman olan
6 Yesribli de 12 olarak geliyordu…
Peygamber Efendimiz (sas), her fırsatta ve her
yerde insanları İslâm ile şereflenmeye çağırıyor,
bu uğurda her türlü tehlikeyi de göze alıyordu.
Tabir yerindeyse Hacc mevsiminde karargâhını
Mina bölgesine kurmuştu sanki… Karşılaştığı
her insana bir umut deyip yaklaşıyor ve her bi-
rini Allah’a îmâna davet ediyordu. Biz burada
sadece Medine’den gelenler kısmını anlatmaya
çalışacağız…
Birinci Akabe Biatı
“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek,
zina yapmamak, çocuklarınızı açlık korkusuyla öldürmemek,
yalan-dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmamak, hiçbir ha-
yırlı işte bana muhalefet etmemek üzere bana biat ediniz.”
23. Oldukça kalabalık ve karmaşık bir topluluk ile
beraber Mekke’ye kadar gelen bu 12 seçkin Müs-
lüman, bir an önce Peygamber Efendimiz (sas) ile
buluşmak için sabırsızlanıyorlardı.
Nihayet beklenen zaman geldi. Müslüman kar-
deşlerini çok iyi organize eden Hz. Es’ad (ra)’ın her
birine gizlice gönderdiği haber ile yürekler ağızlara
geldi.
- Bu gece, gece yarısını geçe Akabe mevkiinde
Peygamber Efendimiz ile buluşacağız!
Akabe; Mekke’ye üç km. kadar uzaklıkta bulunan
Mina ile Mekke arasındaki bir mevkiye verilen ad
olup, aynı zamanda Akabe adına bölgenin başka
yerlerinde de rastlanmaktadır. Aynı adı taşıyan bir-
çok yer bulunmasına rağmen Akabe denince ilk
defa bu meşhur ahidleşme ve anlaşmaların yapıldı-
ğı mevkî hatıra gelmektedir.
Bir yıllık hasret bu gece bitecekti nihayet. Sevgi-
liler Sevgilisi ve Canlar Canı ile bu gece buluşacak-
lardı. Önceki yıl O’nunla görüşüp İslâm ile şerefle-
nen 5’inin yanında; bu 5 arkadaşın yüzünde, özün-
de, sözünde ve halinde Peygamberimiz’i gözleyip
duran 7 Müslüman ise bir başka heyecan furyasın-
daydılar. O’nu ilk defa göreceklerdi çünkü. Görmüş
olanlar, bir an önce kavuşmayı beklerlerken, ilk defa
görüşecek olanlarda daha fazla bir heyecan göz-
leniyordu. Çünkü onlar Peygamberimizi görmeden
îmân etmişler, görmeden sevmişlerdi O’nu; şimdi
de göreceklerdi işte…
Medine’den beraber geldikleri kalabalık yığının
içinden birer ikişer sıyrılıp, hiç birine herhangi bir
şey sezdirmeden, gizlice gece karanlığını yararak
Akabe’ye doğru sessizce yürümeye başladılar.
Hz. Es’ad bin Zürâre (ra), her türlü tedbiri almış,
hazırlığını çok ciddi bir şekilde yapmıştı. Bu anlamlı
yerde ve bu anlamlı saatte sevgili Müslüman kar-
deşleri ile buluşmuş, âlemleri aydınlatacak olan İki
Cihan Güneşi’ni beklemeye başlamışlardı.
Bekleme uzun sürmedi… Peygamberler ve Gö-
nüller Sultanı karanlığı yararak yanlarına geldi.
Bütün her şeyleriyle olduğu gibi; gözleri de Sevgili
Gözleri’ne kilitlendi…
Nefesler tutulmuştu âdeta… Tepeden tırnağa ka-
dar bütün her şeyleri ile vericiye yönelmişler, bütün
her şeyleri ile tam bir alıcı olmuşlardı.
Bütün insanlığa örnek olacak bir uygulama ile
önce tanışma faslı oldu. İslâm ile yeni tanışanları
büyük bir muhabbetle süzen Peygamber Efendimiz
(sas), her biriyle ayrı ayrı ilgilendi. Hz. Es’ad ve arka-
daşlarının yapmış oldukları çalışmayı dinleyince de,
öyle memnun oldu ki, mübarek Nûr Yüzü daha bir
nurlanarak, gecenin karanlığında her tarafı aydınla-
tırcasına parıldadı.
24. Müslümanların sorumlusu ve kabile başkanı olan
Hz. Es’ad bin Zürâre (ra), arkadaşlarını bir bir tanıttı.
Bu 12 seçkin zevât şunlardan oluşuyordu…
1. Hz. Es’ad bin Zürâre (kendisi)
2. Hz. Avf bin Hâris
3. Hz. Rafi’ bin Mâlik
4. Hz. Kutbe bin Âmir
5. Hz. Ukbe bin Âmir
6. Hz. Muaz bin Hâris
7. Hz. Zekvan bin Abdi Kays
8. Hz. Ubâde bin Sâmit
9. Hz. Yezid bin Sa’lebe
10. Hz. Abbâs bin Ubâde
11. Hz. Ebu’l- Haysem Mâlik bin Teyyihan
12. Hz. Uveym bin Sâide3
.
Bir rivayette Hz. Ukbe bin Vehb ile Hz. Seleme bin
Selâme’nin de bu Birinci Akabe Biatı’na katılan Ensâr
arasında bulundukları zikredilir. Böyle olursa, bilinen
erkek ve yetişkin Sahâbelerin sayısı Câbir dahil 15’i
buluyor. Bu sayıya Medine’de olan hanımlar ve ço-
cuklar dâhil değildir.4
Geçen yıl Müslüman olanların hepsi de Hazrec
kabilesinden idiler. Şimdi gelen 12 kişinin 2’si Evs ka-
bilesindendi. 100 yılı aşkındır süren ve son Buas Sa-
vaşları da daha yeni biten Evs-Hazrec düşmanlığı, İs-
lâm ile sona erecekti Allah’ın izniyle. Aralarında uzun
yıllara yayılan kan davaları vardı. Bu iki kabilenin bir
araya gelmesini hayal etmek bile hayal iken, şimdi bu
gerçek oluyordu. Buna çok memnun olan Peygam-
berimiz (sas), gülleri bile kıskandıracak bir güzellikle
gülümsedi.
Zaman çok önemli olduğu gibi çok da kısaydı. Bu
yüzden her zaman ve her yerde zamanı en iyi ve en
güzel bir şekilde değerlendiren Hz. Peygamber (sas),
bu 12 seçkin Müslüman’a İslâm esaslarını öz bir şe-
kilde anlattı. Yapmaları gerekenleri de yine öz bir şe-
kilde ifade etti.
Sonra da şöyle buyurdu…
- “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık et-
memek, zina yapmamak, çocuklarınızı açlık korku-
suyla öldürmemek, yalan-dolanlarla hiç kimseye ifti-
rada bulunmamak, hiçbir hayırlı işte bana muhalefet
etmemek üzere bana biat ediniz. İçinizden sözünde
duranlar, mükâfat olarak cennete gireceklerdir. Kim
-insanlık hali- bunlardan birini yapar da dünyada ce-
zalandırılırsa, bu, ona keffaret olur. Yine kim -insanlık
hali- bunlardan birini yapar da Cenâb-ı Hak bunu
gizlerse, onun işi Allah’a kalır. Allah, dilerse bağışlar,
dilerse azâba uğratır!”5
Medine’nin seçkin 12 Müslüman’ı büyük bir coş-
kuyla atıldılar…
- Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağız. Hırsızlık
etmeyeceğiz. Çocuklarımızı açlık korkusuyla öldür-
meyeceğiz. Yalan-dolan uydurarak hiç kimseye iftira-
da bulunmayacağız. Hiçbir hayırlı işte Sana muhale-
fet etmeyeceğiz!6
İş olsun diye konuşmamışlardı. Mecbur kaldıkları
için söz vermemişlerdi. Bütün içtenlik ve samimiyet-
leri ile söz verip biat ettiler. Ve ettikleri biate de bağlı
kaldılar. Verdikleri sözü yerine getirdiler.
Bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Bu
sözleşme ile bütün Arabistan’da hüküm süren şirkin,
küfrün, zulmün ve her türlü kötü âdet ve alışkanlıkla-
rın ortadan kaldırılması prensip olarak kabul edilmiş
oluyordu. Yani büyük bir aydınlanma süreci içinde
yerlerini alıyorlardı…
Karşılarında bütün İnsanlığın Emini durmuş, ken-
dilerini fazilete çağırıyordu. Bu güne kadar ne çek-
mişlerse, cahiliye kurallarından çekmişlerdi. Şimdi ise,
Allah Rasûlü’nün fazilet davetine icabet ederek, arzu
ettikleri kaliteyi yakalama fırsatı vardı önlerinde.
Gönüller Sultanı’nı gönülden dinleyen bu gönül
ehli seçkin ve özel topluluk, artan bir coşku ile biat ve
sözlerini yenilediler…
- Gerek bolluk ve gerekse darlıkta, gerek sağlık ve
gerekse hastalıkta, gerek rahatlık ve gerekse sıkıntı-
da, gerek sevinç ve gerekse üzüntüde, hangi hâl ve
durumda olursak olalım sana her hâl-ü kârda itaat
edeceğimize dair söz veriyoruz. Sen de her zaman ve
her yerde bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacak-
25. sın, yani Sana her zaman öncelik verecek ve Seni her
zaman dinleyeceğiz! Hiçbir şekilde Sana itaatsizlik et-
meyecek, sürekli itaat halinde olacağız!7
Medine’nin bu seçkin ve özel şahsiyetlerinin ver-
dikleri söz dikkate şayandır. Çünkü onların söz ver-
dikleri hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının teme-
lini teşkil eden unsurlardı.
Bütün insanlığı ciddi anlamda huzur ve saadete
kavuşturmak ve cemiyet hayatını asayiş temeli üzeri-
ne oturtmak için gelen İslâm, elbette ki bu hususları
vazgeçilmez birer esas olarak öngörecek ve münte-
siplerinden kesin söz alacaktı. Öyle de oldu…
Her mesele konuşulmuş ve artık ayrılık vakti gel-
mişti…
Peygamber Efendimiz (sas), bu seçkin Müslüman-
ların nur yüzlerine bakarak, yüreklerine işleyen bir
cümle kullandı…
- “Bana burada anlatma fırsatı vermiyorlar! Ben de
sizinle gelsem, kendi canlarınızı ve çoluk-çocuğunuzu
koruyup gözettiğiniz gibi, beni de koruyup gözetir mi-
siniz? Bu şartla ben de sizinle geleyim!”8
Bir anda oldukları yere çakılan bu 12 seçkin
Müslüman, ne diyeceklerini bilemediler. İçlerinden
gelmesini istiyorlardı, ama Yesrib tekin bir yer de-
ğildi. Rasûlullah (sas) için çok tehlikeliydi. Böylesi-
ne haklı bir teklif karşısında “hayır” da diyemezler-
di. Çaresizlik içinde çırpınırlarken yine Hz. Es’ad bir
Zürâre (ra) öne çıktı.
- Ey Allah’ın Rasûlü! Allah şahit ki, biz Allah ve
Rasûlü’ne îmân ederken her şeyi göze alarak inan-
dık. Seninle beraber olmak, bizim için şereflerin en
büyüğüdür. Fakat gel gör ki, Yesrib senin için emin
bir yer değil. Müşriklerin yanında, Sana çok şid-
detli düşman olan Yahudiler de var. Bize izin ver.
Dönüp gereğince çalışalım. Bu güzel dinimizi, Al-
lah ve Rasûlü’nü anlatalım. Uygun görürsen yine
sabret! Seneye burada tekrar buluşalım. Gelişme-
lere göre durum değerlendirmesini yaparız. Şim-
dilik bize izin ver yâ Rasûlallah!9
- “Haklısınız, öyle yapalım; seneye burada buluşa-
lım!”10
- Annemiz-babamız, çoluk-çocuğumuz, canımız-
kanımız sana feda olsun yâ Rasûlallah!
Gecenin karanlığında, Aydınlar Aydını’ndan ay-
dınlık meşalesi alarak aydınlanan bu seçkinler toplu-
luğu, memleketlerinden başlamak üzere, önce yakın
çevrelerini, sonra da dünyayı aydınlatmak üzere ora-
dan ayrılıp, yine gizlice giderek, geldikleri kalabalık
topluluğa katıldılar.
Bir süre sonra da, Peygamberler ve Gönüller
Sultanı’nı gönüllerine almış olarak, kafileleri ile bera-
ber Medine’ye döndüler.
Birinci Akabe Biati’ne katılan bu seçkin Sahâbe,
Medine’ye döner dönmez daha bilinçli faaliyetlere
başladılar.
Birinci Akabe Biatı adı verilen bu buluşmada bu-
lunan Sahâbîlerden biri olan Hz. Ubâde bin Sâmit, o
meşhur hadiseyi anlattıktan sonra, şöyle özetliyordu:
- Refahta olduğu kadar sıkıntıda, sevinçte oldu-
ğu kadar üzüntüde de O’nu destekleyecek ve her
konuda emirlerine itaat edeceğimize; Rasûlullah’ı
kendi nefislerimizden aziz tutup, durum ne olursa
olsun O’na muhalefet etmeyeceğimize; Allah yolun-
da hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağı-
mıza; Allah’a asla şirk koşmayacağımıza, hırsızlık ve
zina yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeye-
ceğimize, kendiliğimizden uyduracağımız yalan ve
dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmayacağımıza,
hiç bir hayırlı işte Rasûlullah’a muhalefet etmeyece-
ğimize dair bey’at ettik. Ayrıca bizden birinin verdiği
sözünde durmasına karşılık onun ecir ve mükâfâtının
Allah’a ait olduğuna ve ona cennet nimetinin verile-
ceğine; kim insanlık haliyle bunlardan birini işler de
ondan dolayı dünyada cezaya çarptırılırsa bunun ona
keffâret olacağına; kim de yine bunlardan birini işler
de işlediği o suçu Allah açığa vurmazsa onun işinin
Allah’a kalacağına; Allah’ın dilerse onu bağışlayıp di-
lerse azaba uğratacağına dair Rasûlullah’ın bize bil-
dirdiği hususlara sadık kalacağımıza da söz verdik. 11
Verilen söz harfi harfine tutulacak ve Rasûlullah
bundan çok memnun olacaktı.
Sallallahu aleyhi ve sellem…
1-İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 70-71.
2-İbn Sa’d, et-Tabakâtü’lüKübrâ, c. 1, s. 220.
3-Belâzürî,Ensâbu’l-Eşrâf,c.1,s.239;Taberî,Târih,c.2,s.235.
4-Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, c. 1, s. 317.
5-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, Kitâbu’l-Îmân, 10-11; Ahmed bin
Hanbel, el-Müsned, c. 5, s. 323.
6-Ebu’l-Ferecİbnü’l-Cevzî,el-VefâbiAhvâli’l-Mustafâ,c.1,s.217-218.
7-İbn İshâk-İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 70-73.
8-Beyhakî,Delâilü’n-NübüveveMa’rifetuAhvâliSahibi’ş-Şerîa,c.2,s.245.
9-Ebû Nuaym İsfehânî, Delâîlü’n-Nübüvve, s. 222.
10-Beyhakî, Delâil, c. 2, s. 245-246.
11-Hüseyin Algül, Osman Çetin, İslâm Târihi, c. 1, s. 253.
26. Müreysi Kuyusunda su çekerken başlamıştı her şey.
Kovalar karışınca, susuzluktan dil boğaza yapışınca,
öfke tutulamayıp eller kalkınca,
“Yetişin Ensar! Yetişin Kureyş! Yetişin Hazrec!” nidaları duyulunca
Kılıçlar da havaya kalkmıştı.
Şeytan, cahiliye damarının kabardığını görünce
sevincinden yerinde duramamıştı.
Dil kılıçtan keskindir, kınında muhafaza etmeli onu.
Münafıkların başlıyor yeni bir oyunu:
“Mekke’den muhacir geldiler. Yer verdik, besledik.
İman et, dediler ettik. Savaş, dediler geldik.
Bir secde etmediğimiz kaldı Muhammed’e.
Yok, bunlar bizim kıymetimizi bilememişler.
‘Besle kargayı, oysun gözünü.’ demişler.
Hele bir dönelim Medine’ye.
Aziz olan, zelil olanı gönderecektir geriye.”
…
Kulak, duymak istemedi bu alçak sözleri;
“yanlıştır” dedi. “zandır, yakıştırmadır” dedi.
Ama dil kıvrak, dolandı her bir yanı.
Bir fitne aldı başını gitti. Oğul Abdullah münafık babasına kılıcı çekti.
“Vallahi, Efendim izin vermedikçe Medine’ye sokmam.
İzzetin Allah ve Rasûlü’ne ait olduğunu
itiraf etmedikçe seni hayatta bırakmam.”
Ömer sabırsız; eli kılıç kabzasına gidip gidip geliyor.
Efendimiz, “Muhammed, ashâbını öldürttü, dedirtmem.” diyor.
Dil kılıcı kınına girmedi daha. Tetikte bekliyor.
Fitne kazanını kaynatmaya fırsat vermemeli.
Öyleyse orduyu bir gün bir gece yürütmeli.
Mustalik Gazvesi, dünya hayatının bir perdesi.
İçinde pek çok olay, pek çok hikmet gizli.
CÜVEYRİYE VÂLİDEMİZ (ra)
Seslenis
Ezvâc-ı Tâhirâttan
27. Ordu hızlı hızlı yürüyor.
Âişe’nin devesi, boş hevdecle koşuyor.
Gerdanlık düşmüş, işin bahanesi.
Yeni imtihan sorusu, pek çetrefilli.
Dili başka yüreği başkalara intikam fırsatı doğdu.
“İfk” ile müminler imtihan, münafıklar zelil oldu.
…
Sıra esirlerde. Genç bir kadıncağız koşturuyor telaş içinde.
Habibullah’ın önünde derdini dökmekte:
“Ben kabile reisinin kızıyım. Adım Berre.
Ne olur fidyemi temin edin de
kavuşayım hürriyetime…”
Babası Hâris b. Ebi Dırâr develeri almış yedeğine
Kızının fidyesini ödemeye geliyor Medine’ye.
Lakin bakmış bakmış da develere
Kıyamamış ikisini saklamış dağın gerisine.
“Ey Hâris! Akik’te sakladığın develer nerde?”
Bu söz sarsmış da Hâris’i, iman gelip yerleşmiş gönlüne.
Kızı Berre, çoktan ısınmış İslam’ın güzelliğine.
Kalbi imanla dolu. Adı “Cüveyriye” oldu.
Hem kurtuldu hem “müminlerin annesi” oldu.
Yakışır mı Rasûl’ün akrabalarını esir tutmak!
Çözün kölelik bağını, düğünümüz var!
Yüzlerce esir serbest bırakıldı.
Mustalikoğulları bu cömertliğe hayran kaldı.
İman, girdiği yeri aydınlatır; ışık, neşe saçar.
Kavmi için Cüveyriye’den hayırlı “kızcağız” mı var?
Cüveyriye Vâlidemiz. “İyilik” senin yüreğinde,
elinde ve dilinden hiç düşürmediğin zikirde.
Kuşluk vaktine kadar çektiğin tesbihte.
Seninle öğrendik “yarattıkları sayısınca,
kendisinin hoşnut olduğunca,
arşının ağırlığınca,
bitip tükenmeyen kelimeleri adedince
tenzih etmeyi ve hamd etmeyi.”
O’nunla şereflendin, O’nunla şereflendi kâinât
Üzerinize olsun tahıyyât, tayyibât ve salevât.
28. Mûcize kelimesi “acz” kökünden ve if’al
vezninden ism-i fail olup, bu kelime-
nin manası, “insanı aciz bırakan iş” demektir.1
Kur’an-ı Kerim’de “acz” kökünden gelen çeşitli
fiil ve sıfat kalıpları ile birçok kullanımı olmasına
rağmen, “mûcize” kelimesi bilinen anlamı ile hiç
geçmemektedir. Yine hadislerin Arapça metin-
lerinde de “mûcize” kelimesine rastlayamıyoruz.
Bu kelimenin İslam ilim tarihinde ilk kullanılmaya
başlandığı dönemi, bazı araştırmacılar Hicri 4. yüz-
yıl olarak gösterirler.2
Öyleyse bugün gerek Kur’an
meallerinde, gerek hadis tercümelerinde “mûcize”
diye okuduğumuz yüzlerce ifadenin aslı hangi ke-
limedir? Bu sorunun cevabını bulmak için Kur’an
ve hadislere müracaat ettiğimizde; “âyet” ya da
çoğul olarak âyât, beyyine, burhan, sultan, hak
veya furkan” kelimelerinin kullanıldığını görmek-
teyiz. Bugün mûcize dendiği zaman ilk akla ge-
len, Hz. Salih’in dişi devesi3
, Hz. Musa’nın asası ve
bembeyaz eli4
, Hz. İsa’nın gösterdiği nice olağa-
nüstü işleri5
ve diğer birçok peygamberin hariku-
lade hadiseleri Kur’an içerisinde hep “âyet veya
âyât” şeklinde ifade bulmaktadır.
Sözlük anlamı “insanı aciz bırakan iş” olarak
beyan edilen mûcize kelimesinin genel manada
tarifi ise şöyle yapılır: “Peygamberlerin nübüvvet-
lerinin doğruluğunu teyit etmek için Allah tarafın-
dan elçilerine bahşedilen harikulade (olağanüstü)
işlere mûcize denir.6
” Bu tarif gereği mûcize den-
diği zaman akıllara hemen âdet üstü, olağan dışı
ve harikulade işler gelmektedir. Ama bugün bizim
için artık sıradanlaşan, her gün gördüğümüz için
alıştığımız nice şeyler de, bir beşer olarak bizleri
aciz bırakmaktadır. Eğer etrafımızda binlerce şey
karşısında böyle aciz kalıyorsak, yine bir beşer ola-
rak bunların en küçüğünü bile ortaya koymamız
NÜBÜVVETİN EN BÜYÜK MÛCİZESİ KUR’AN;
KUR’AN’IN EN BÜYÜK MÛCİZESİ SAHABE NESLİ
Mehmet Emin YILDIRIM
29. imkân sahasında değilse, demek ki, bizler binlerce
mûcizenin ortasında bir hayat sürmekteyiz.
Eğer Kur’an’ın ilk ve önemli mesajı olan “ikra/
oku” emrine uyup etrafımızdaki enfüsî ve afakî
ayetleri okuyabilirsek; her birinin birer mûcize ol-
duğunu ikrar etmez miyiz? Başta nefislerimiz ol-
mak üzere, etrafımızdaki binlerce şey, üzerinde te-
fekkür ettiğimiz zaman bizleri aciz bırakıp; “Süb-
hanallah” dedirtecek boyutta birer mûcize değil
midir? İnsanın parmak uçlarında saklı olan özel
kimlik kartından tutun, göz retinalarına; genetik
haritasından, bünyesinde saklı binlerce hücresine;
saç ve sakal tellerinden, tırnaklarına; bir damla su
ile başlayan hayat yolculuğundan, anne karnında-
ki evrelerine; beynine kodlanan huduri bilgilerden,
doğar doğmaz kendisine takdim edilen anne sü-
tünün içeriğine ve daha saymakla bitiremeyeceği-
miz yüzlerce şey birer mûcize değil midir?
Ya kâinat kitabındaki mûcizeler? Sürekli geniş-
leyen evrenden, semaların katmanlarına; güneşin,
ayın, yıldızların yörüngelerinden, yeryüzünün çe-
kim gücüne; denizler ve altlarında saklı binlerce
bilinen ve bilinmeyen hayatlardan, gece ve gün-
düzün peşi sıra birbirlerini takip etmelerine; ağaç
ve bitkilerden, adı bilinen-bilinmeyen binlerce
canlıya; hepsi birer mûcize değil mi? Elbette bun-
ların hepsi birer mûcizedir ve bunları doğru bir
şekilde okuyarak, bu nimetleri kendilerine musah-
har kılan otorite karşısında iki büklüm olup, O’nun
yüceliğini, kendisinin ise acziyetini itiraf edecek
kullar beklemektedir.
Hâl böyle olmasına rağmen yine de insan ar-
tık her gün gördüğü için alıştığı, kendisi için sıra-
danlaşan bu şeylerle değil, âdet üstü bazı olaylarla
tatmin olmak istemekte, daha açık işaretleri mü-
şahede etme arzusuna girmektedir. İnsanın böy-
le bir beklenti içerisinde olduğunu elbette bilen
Rabbimiz, işte bunun için, tarifi mümkün olmayan
rahmetinin bir gereği olarak insana, harikulade sa-
yılabilecek bazı açık işaretler taşıyan mûcizelerini,
elçilerinin aracılığı ile göndermiştir.
Rabbimiz gönderdiği bu mûcizeleri peygam-
berlerinin eliyle, ilahî mesaja muhatap olan belli
topluluklara ulaştırırken, bunlar amaçsız ve gaye-
siz bir şekilde değil, belli bir amaç doğrultusun-
da ortaya çıkmaktadır. Yani hiçbir mûcize amaçsız
değildir; her birinin gündeme gelmesinin alt bir
zemini vardır. Bu gözle mûcizelere baktığımızda,
Rabbimizin mûcizeleri göndermesinin üç temel
amacının olduğunu görürüz. Bunlardan ilki; hida-
yet vesilesi olması içindir. İkincisi; ‘helâk’a meşru
bir sebep olması için, yani itiraz kapılarını tama-
men kapatmak içindir. Üçüncüsü ise; elçilere ve
onlara iman edenlere bir nusret/yardım olması
içindir.7
İşte bu üç temel amaçtan dolayı Rabbimiz
gönderdiği elçilere ilahî bir ikram olsun diye çeşitli
mucizeler bahşetmiştir.
Peki, bu ikram-ı ilahiyeler idrak edilmeleri itibari
ile hep aynı nitelikte midir? Elbette ki hayır! Birçok
kelam âlimimiz bu yönü ile de mucizeleri üçe ayırır.
Onlara göre bu ilahî ikramlar; bazen hissi olabilir;
yaşanan zaman ve mekân ile sınırlı kalabilir. Bazen
haberi olabilir; yakın ve uzak gelecekte olacak bazı
hadiselerin nasıl gerçekleşeceği yönünde bilgiler
içerebilir. Bazen de aklî olabilir; buna bilgi mucize-
si de denir; zaman ve mekân üstü bir muhteva taşı-
yabilir; ilk gün mûcize olduğu gibi, son güne kadar
da mûcize olma özelliğini devam ettirir.8
Ya kâinat kitabındaki mûcizeler? Sürekli genişleyen evrenden, semaların
katmanlarına; güneşin, ayın, yıldızların yörüngelerinden, yeryüzünün çekim
gücüne; denizler ve altlarında saklı binlerce bilinen ve bilinmeyen hayatlar-
dan, gece ve gündüzün peşi sıra birbirlerini takip etmelerine; ağaç ve bitki-
lerden, adı bilinen-bilinmeyen binlerce canlıya; hepsi birer mûcize değil mi?
30. Peygamberlik silsilesinin son halkası olan Efen-
dimizin (sas) hayatında bu üç mûcize çeşidine de
rastlamak mümkündür; ama O’na (sas) bahşedi-
len en büyük mûcize, hatta diğer birçok şeyi göl-
gede bırakıp tek ve tartışılmaz bir hâl alacak olan
mûcize, elbette Kur’an’dan başka bir şey değildir.
İlahî vahyin, Allah Rasûlü’ne verilmiş en büyük
mûcize olduğuna herhalde hiç kimsenin bir itira-
zı olmayacaktır. Ama bu noktada şu soruyu sor-
ma hakkımız vardır: “Kur’an’ı en büyük mûcize
kılan özellik nedir?” Bu soru çok önemlidir ve
doğru cevaplar bulmamız, bize ilahî kelamın de-
ğer ve kıymetini öğretecek niteliktedir. Bu soruya
cevap bulma amacı ile Kur’an üzerinde biraz gay-
ret gösterdiğimiz zaman görürüz ki; Kur’an’ın
bir değil, binlerce mûcizesi vardır.
Mesela; 23 yıllık bir zaman diliminde tedricen
inmesine rağmen içerisinde hiçbir çelişkinin ol-
maması, lafız-mana dengesinin insanı hayretler
içerisinde bırakacak boyutta olması, mesajları ile
toplumun her kesimine hitap edebilmesi, akılları
ikna ederken yürekleri de tatmin etmesi, belli bir
zamana ve belli muhataplara konuşmasına rağ-
men evrenselliğini muhafaza edebilmesi, nazım,
nağme ve tenasübü ile işitenleri âdeta büyüle-
mesi, korunmuşluğu, eşsiz belagat ve fesahati,
söz sultanlarına söz söylemeyi bıraktıracak ka-
dar sözü yerinde ve güzel kullanabilmesi onun
mûcizelerinden sadece birkaçıdır. Bu sayılanların
yanında Kur’an’ın en büyük mûcizelerinden biri
de hiç şüphesiz inşâ ettiği ilk ve örnek nesil olan
sahabedir. Dolayısı ile sahabe, Efendimizin (sas)
Kur’an’ın elmas kılıcı ile oluşturduğu mûcize bir
nesildir.
Sahabenin nasıl mûcizevî bir nesil olduğunu
bize, Fıkıh usulü sahasında kaleme aldığı “En-
vârü’l-burûk fî envâi’l-furûk” adlı eseri ile hak-
lı bir otorite kazanan Maliki Fakihi el-Karâfî (ö.
684/1285) şöyle belirtir:
Yani;“Bazı usul âlimleri derler ki: Eğer Efendi-
mizin nübüvvetinin delili olarak sahabe neslin-
den başka hiçbir şey ortada olmasaydı, saha-
benin varlığı bile tek başına buna delil olmak
için yeterdi.”9
Görüldüğü gibi Karâfî’nin bu sözü, bize sahabe
neslinin nasıl mûcizevî bir nesil olduğu gerçeğini
duyurmaktadır. Bundan dolayı şu iddiayı rahatlıkla
dile getirebiliriz: “Nübüvvetin en büyük mûcize-
si Kur’an; Kur’an’ın en büyük mûcizelerinden
biri de sahabe neslidir.”
Peki, böyle bir iddianın bizim dünyamıza bakan
bir yönü var mıdır? Sahabenin mûcize bir nesil ol-
duğunu söylemek, bugünün dünyasında bize nasıl
bir fayda sağlayacaktır? İşte asıl cevabını bulmamız
gereken sorular bunlardır ve bu sorulara bulacağımız
cevaplar, zihin dünyamızı aydınlatacak ve bize birçok
açıdan olumlu katkılar kazandıracaktır.
Şu temel hakikat unutulmamalıdır ki, sahabenin
mûcizevî bir nesil olması Kur’an sayesinde olmuş-
tur. Efendimiz (sas) cahiliyenin zifiri karanlığını,
vahyin nuru ile aydınlatmış, diri diri kız çocuklarını
toprağa gömecek kadar insanlığını unutmuş bir
topluluktan, karıncayı incitmemeyi düşünen bir
nesil ortaya çıkarmıştır. Onları ortaya çıkaran, bu dü-
ِول ُسَرِل ْن ُكَي ْمَل ْوَل َينِّيِلو ُصُاْال ُضْعَب َالَقَو
َّلاِإ� ةَز ِجْعُم َمَّل َسَو عليه الله صلي ِهالل
ِهِتَّوُبُن ِاتَبْثِإ� يِف ُهْوَف َكَل ابه َح ْصَأ�
31. zeyde övülen ve gıpta ile bakılan bir seviyeye ulaş-
tıran, tek ve en önemli kaynak, hiç şüphesiz Kur’an
olmuştur. Dolayısı ile Kur’an, içerisinde muhatapla-
rını değiştiren ve geliştiren büyük bir potansiyel ta-
şımaktadır. İşte bugün Kur’an’ın dostlarından daha
fazla, onun düşmanlarının farkında olduğu bir ger-
çek olan bu potansiyel, tüm canlılığı ile hâlen varlığı-
nı devam ettirmektedir. Dünya istikbarini korkutan
ve endişeye düşüren de bu değil midir?
Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin tamamı-
nı dikkate aldığımızda, askerî, ekonomik, siyasî ve
teknolojik sahada egemen güçleri rahatsız ede-
cek boyutta bir potansiyele ciddi oranda sahip
olunmamasına rağmen, yine de baş düşman ola-
rak İslam’ın görülmesi başka ne ile izah edilebilir
ki? Onlar bizden, bizlerin nüfus itibari ile çoklu-
ğumuzdan, ya da halkı Müslüman olan ülkelerin
yerüstü ve yeraltı kaynaklarının fazla olmasından
ziyade, elimizde olmasına rağmen farkına vara-
madığımız Kur’an’ın bu muhteşem potansiyelin-
den korkuyorlar. Onlar çok iyi biliyorlar ki; tarihte
bir kez olan, bir daha olur. Eğer tarih eşkıya-
dan sahabe, katilden veli, nesneden özne olan bir
topluluğun Kur’an’ın elmas kılıcı ile ortaya çık-
tığını yazmışsa ve 1400 yıldır hâlen yazmaya da
devam ediyorsa, onların İslam’dan korkmalarını
fazla da yadırgamamak gerekiyor.
Onların bu korkuları bir tarafa, bize düşen gö-
rev bu büyük sermayenin farkına varıp yeniden
mûcizevî nesiller olmak ve böyle nesillerin ortaya
çıkmasını sağlamak adına gerekli gayretleri gös-
termektir.
Ancak böyle bir gayret bizi dünyada izzete,
âhirette ise cennete taşıyacaktır.
1-İbn Faris, Mucemu Mekayis fi’l-Lûğa, s. 738-739.
2-Halil İbrahim Bulut, Mûcize, TDV, İslam Ansiklopedisi, c.
30, s. 350-351.
3-Araf Sûresi, 7/73.
4-Araf Sûresi, 7/106-108; Hud Sûresi, 11/96; Kasas Sûresi,
28/31-32, 35.
5- Alî İmran Sûresi, 3/49-50.
6-Bâkıllanî, İ’câzü’l-Kur’an, s.216; Zerkanî, Menahilü’l-
İrfan, c.1, s.66.
7-Halil İbrahim Bulut, Mûcize, TDV, İslam Ansiklopedisi, c.
30, s. 350-351.
8- A.g.e. s.350-352.
9-Karâfî, el-Furûk, c.4, s.1305.
SANA HASRET
Yudum yudum yumdum gözlerimi.
Seninle teselli ettim, çaresiz yüreğimi.
Merhametin bir kuş oldu, kondu ellerime,
Hasretin, sonsuzluğun gölgesinde ısıtır içimi.
Tebessümün kalplerdeki buzları eritti.
İnanan ferdi, cemiyeti varlığın sırrına erdi.
Yeryüzünde cehalet manasını yitirdi.
Hasretin, sonsuzluğun gölgesinde ısıttı içimizi.
Zamanın ötesinde, yolların sonunda,
Anlam kazandı ruhlar senin yâdınla.
En kıymetlisin ezelden gelen,
Hissettiğim Sensin, duyduğum Sen.
Elest bezmi’nden beri hakkı söyleyen,
Sonsuzluğun gölgesinde ruhuma işleyen
Sensin,
Hep Sen.
Mesut YAĞMUR
32. K
ur’an kıssalarında hepimiz kendimize
ait bir hikâye bulabiliriz. Hatta bu kıs-
salar tamamen bizi anlatıyor da ola-
bilir. Kur’an-ı Kerim bizleri bu dünyada kendi
hikâyemizi yazmaya çağırmaktadır. Çünkü her-
kes, arkasından bir hikâye bırakarak göçüp git-
miştir. Bizlerin de anlaşılır ve değer verilir bir
öyküsü olmalıdır.
Kur’an’ı ve Rasûl-i Ekrem’i (sas) çok iyi anlamak
gerekmektedir. Bunların ışığında bir hayatı inşa
ederek, hayat hikâyemizi Rabbimiz katında ve in-
sanların yanında anılmaya değer hale getirebiliriz.
İnsanlardan gezmeleri ve daha önceki kavimler
hakkında bilgi edinmeleri istenmiştir. Yaşayacak-
ları ömrü nasıl değerlendirmeleri gerektiği konu-
sunda fikir vermesi açısından bu çok önemlidir.
Allah’ın kullarına muamelesi, esas itibarıyla mer-
hamet, iyilik ve lütuf temelleri üzerine şekillenir.
Ancak kendilerini bu temellerden yoksun bırakan-
lar, adalet gereği cezaya çarptırılırlar.
Dünya ve ahiret birbirini takip eden iki hayattır.
Birinde imtihan edilir, diğerinde karşılığını alırız.
Dünya-ahiret dengesini iyi kurmak zorundayız.
Yalnız biri tercih edilerek yaşanamaz. Bu dengenin
güzel olması için Yüce Kur’an’ın bize takdim ettiği
kıssalardan Ashab-ı Kehf’i açıklamaya çalışacağız.
Ashab-ı Kehf’in kıssası Kur’an’da anlatılan en
güzel kıssalardan birisidir. Fakat insanların ibret
nazarıyla bakması gereken bu hadise efsaneleşti-
rilmek suretiyle hakikatten soyutlanmış ve hayatın
dışına atılmaya çalışılmıştır.
Kelam-ı Kadim, bu konunun gerekli olan kısım-
larını Kehf Sûresi’nde açıklamaktadır. Bu kıssa aynı
zamanda sûreye isim de olmuştur. “Kehf” kelimesi
geniş mağara ve dağların içindeki dehliz manası-
na gelir.
Ashab-ı Kehf’in hikâyesiyle ilgili “Ey Muham-
med! Garipliğine rağmen, Ashab-ı Kehf kıssa-
sının sakın Allah’ın en harikulade mucizesi ol-