9. 9
Başlangıç
FUBAR. Jed’in onlara verdiği isim buydu işte. Bir kez deniz piyadesi oldu mu, öyle kalırdı insan. Hem çocuklara başka ne dese bilemiyordu. Kimisi zombi diyordu onlara ama doğru değildi bu. Zombi diye, yürüyen ölülere denirdi. Bu çocuklar ise tam tersiydi. Ortalıkta Chucky lakabı da dolanıyordu; büyük ihtimalle Vietnam’ı aklından çıkaramayan bir savaş gazisi tarafından ortaya atılmıştı, ancak doğruluk payı vardı. Tıpkı Vietkong’daki gibi, bir anda tepenize çullanıveriyordu bu çocuklar.
Chucky’ler kâbustular da. Bir kızın ya da bir oğlanın suratını taşıyan canavarlardı. Tıpkı eski filmlerdeki, bir manyağın ruhunu taşıyan küçük oyuncak bebekler gibi.
Ekim ayı başında, tüm dünyanın FUBAR’dan nasibini aldığı o gün, Michigan’da, Watersmeet’in dışındaki yardımlı yaşam tesisinde Grace’le birlikteydi. Daha bir saniye önce onun alt dudağına bulaşmış lapayı siliyordu. Derken, kim bilir ne kadar zaman sonra, kendini tahıl lapasının içinde sere serpe yatarken bulmuştu. Kulaklarından kan sızıyor, bir baş ağrısı matkap gibi beynini deliyordu. Grace de oradaydı. Yüzündeki o ablak bakıştan artık eser olmayan kadın ona, “Jed, aşkım, galiba altıma kaçırmışım,” demişti.
10. ILSA J. BICK
10
Teknik olarak, Grace aslında altındaki beze işemişti ama kimin umurundaydı? Tatlı Grace geri dönmüştü. Mucizeydi bu...
Koridora çıkıp da cesetleri gördükleri an başlarından aşağı kaynar sular dökülüvermişti. Hastabakıcılar, hemşireler, doktorlar, hepsi de mikado çöpleri gibi etrafa saçılmıştı.
Torunları Alice ise uysal bir tavırla annesinin gözlerini yiyordu.
Bunların üstünden hemen hemen dört ay geçmişti. Şimdi Ocak ayının ikinci haftasındaydılar ve Michigan’da değil, Wisconsin’deydiler. Sabahın bu erken saatinde güneşin ışıkları masmavi gökyüzünden seyrek ve cılız bir biçimde dökülüyordu. Hava durgundu ve insanın beynini donduran, etini deşen o soğuk yüzünden, adeta cam gibiydi. Patikada kar ayakkabılarıyla yürüyen, göl kenarındaki yaprak dökmeyen sık bitkilerin arasına giren Jed’in şöyle güzel bir ateşe özlem duymasına yol açıyordu bu hava. Ormanın daha da içine, gölün kıyısına doğru giden keskin dönemeçte durakladı ve yüz seksen derece döndü. Yerlerini ispiyonlayan o gri duman sütunu olmadan bile, yaklaşık dört yüz metre ötedeki, ağaçlık kumtaşı yamacın tepesinde dikili kulübelerini görebiliyordu. Günün bu saatinde, kulübenin büyük penceresi lacivert bir dörtgenden farksızdı, sahip oldukları iki at ise tüfek saçması kadar ufak görünüyordu.
Vietnam, tıpkı tanıdığı her gazi gibi Jed’in de hem içinde hem dışında iz bırakmıştı. Kurşunu sol gözüne yemiş olması başlı başına kötüydü. Bu da yetmezmiş gibi, mermi çapraz bir yol izleyip aşağı inmiş, başının arkasından çıkmıştı. Bir anda sol gözü jöleye, sağ oksipital lobu ise işlevini yitirerek yulaf lapasına dönmüştü. Teknik bakımdan, sağ gözü hâlâ sağlamdı ancak beyin hasarı, Vietnam’ın ardından sözcükleri tanıyama
11. GÖLGELER
11
yacağı ve okuyamayacağı anlamına geliyordu. Renkler de uçup gitmişti. Uyandığında gördüğü dünya küllü gri tonlardan ibaretti, oysa rüyaları ve eski anıları daima rengârenkti. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Deniz Kuvvetleri deli doktorlarının halüsinasyon dediği, hayalet uzuvların görsel halini andıran tuhaf mı tuhaf parıltılar görmeye başlamıştı.
Ne var ki, tıpkı Grace gibi... o da bugünlerde daha farklıydı.
Şimdi doğrulmuş, gözünü uzaktaki kulübeye dikmişti. Ha, sol gözü hâlâ kördü, göz yuvarı çoktan gitmiş, göz çukuru ise et kaplı plastik bir doku doldurulmuştu. Yapay bir göz taktırma işine hiç girişmemişti. Muhtemelen, başkalarını rahatsız etmekten çekinmediği içindi. Vietnam, dişlerinin arasına girip hiçbir şekilde çıkmayan, sinirli bir et parçası gibi sımsıkı yerleşmişti beynine. Kendisinin unutamadığını başkalarına neden unuttursundu ki?
Fakat sağlam sağ gözü hâlâ iş görüyordu. Hem de hiç olmadığı kadar iyiydi şu sıralar. Zaten, kopkoyu görünen pencereye de bu gözünü dikmişti. Biraz bekledi, bir an sonra gözünün önünde tül perdenin gevşek kıvrımları belirdi. Görüşü daha da netleşince içerideki deri kanepeyi ve yanan ateşin öfkeli, turuncu nabzını seçebildi. Ta en arkada, evin iyice içinde Grace’i gördü. Üstünde... Dikkatini topladı, zihnindeki nişangâhı ayarladı. Evet, Grace’in üstünde tüylü pembe bir kazak vardı ve kadın hiç şüphesiz her bir kaşığa kaç kahve taneciği düştüğünü hesaplayarak, eski bir demliğe kahve dolduruyordu.
Kendisinin bir anda kartal gözlerine sahip olması gibi, Grace’in rakamlarla arasının iyi olması da acayipti. Grace eskiden de zekiydi. Hemşirelik okulunu birincilikle bitirmişti ve matematikte üstüne yoktu. Jed hep, onun on beş yıl daha geç doğmuş olsa bir doktor ya da roket bilimci olabileceğini düşünmüştü. Fakat Michael’dan sonra kadın asla toparlanamamıştı.
12. I L S A J . B I C K
12
O yüzden de alzaymıra yakalanışı... aslında bir nevi kurtuluştu. Fakat FUBAR olmuş, Grace’in ta en başından beri gizli bir kasada sakladığı bütün hesaplamalar, bütün denklemler açığa çıkıvermişti.
Oğlanı kurtaran da Grace olmuştu. Kırk küsur yıllık hemşirelik deneyimi ve birikmiş zekâsı, tam zamanında Hızır gibi yetişmişti. Oğlanı iyileştirmek Grace’e de iyi gelmişti. Tabii ki kırık bir kalp kendini ne kadar tamir edebilirse... Grace, oğlana Michael’mış gibi davranıyor, oğlan da onun kendini böyle kandırmasına göz yumuyordu. Jed bu yüzden ona delicesine bağlanmıştı.
Odd Gölü, Wisconsin’in Bad River Rezervasyon bölgesinin güneybatısında, Nicolet’in derinliklerindeydi. Jed’in buzda balık tutmak için kullandığı kulübe –tır dorsesine oturtulmuş ve içi boşaltılmış karavan– kıyıdan rahatça 750 metre açıktaydı. Gölde biraz daha ilerleyip hafifçe sola dönerseniz buzun önce inceldiği, sonra on beş yirmi metreliğine tümüyle kaybolduğu ve lacivert-kara suların göründüğü bir yere geliyordunuz. Bunun nedeni, Minnesota’dan Ashland’e kadar yer kabuğunu yaran Douglas fayının bir kolunun gölün altından geçmesiydi. Gölün dibindeki çatlaktan çıkan su, birkaç derece daha sıcaktı. Dolayısıyla kışları o kısım hiçbir zaman tümüyle donmazdı. Göle, garip anlamına gelen Odd isminin verilmesi de bundandı işte. O ince buzun üstünde haddinden fazla ilerleyecek olursanız, bunun intihardan farkı yoktu.
Kayık evi yıpranmış olsa da sağlam sedir ağacındandı. Kuzeye bakan bir kapısı ve batıya bakan, çam ağacından kepenkleri vardı. Şimdilerde karla örtülü olan, ince kum birikintisinden bir burnun üstündeydi. Yirmi beş yıl önce, daha Michael on altı yaşındayken kendine ait bir yer istediğinde içini beraberce yapmış, pencereleri monte edip yalıtım malzemesiyle
13. GÖLGELER
13
kaplamış, sonra alçı panelleri döşemiş ve rafları çakmışlardı. Su tesisatı, elektrik şebekesi ya da gösterişli şeyler yoktu burada. Oğlunun tek istediği biraz huzur ve bir de yataktı. Üç yıl sonra orduya yazılan Michael’ın yatağı hâlâ duruyordu ama deniz piyadesinde huzur kalmamıştı. On yedi yıl sonra, mavi üniformalı ve ağırbaşlı üç adam kapılarını çalmış, iki hafta geçince de Michael üstü bayrakla kaplı bir tabut içinde dönmüştü Anbar yöresinden. Artık istemediği kadar huzura kavuşmuştu.
Jed’in inanılmaz keskinlikteki gözü, kuzeydeki kapının açıldığını anında fark etti. Fakat Tanrı biliyor ya, şu menteşelerin gıcırtısı herhalde ta Yukarı Yarımada’dan bile duyulmuştu. Dışarı ilk fırlayan, heyecanla hoplayıp zıplayan bir golden retriever oldu. Biraz sonra da karın beyazlığı üzerinde kara bir siluet gibi görünen ince ve atletik vücutlu oğlan onu takip etti. Jed kendini tutmasa, tıpkı Grace gibi, bunun gerçekten Michael olduğuna inanabilirdi. Fakat tam da o anda köpek onu görüp havladı, oğlan el salladı ve o tatlı acı an geçiverdi.
“Erken dönmüşsün. Baxter’s nasıldı?” diye sordu oğlan, Jed bata çıka ilerlerken.
Baxter’s dedikleri, yarımadayla sınırın hemen batısındaki eski bir yem ve tuzak mekânıydı. İnsanların mal takası yapıp dedikoduları paylaştığı tarafsız bölgeye gidiş geliş dört günlük mesafedeydi.
“Fena değildi. Şu menteşelerin biraz daha WD-40’a ihtiyacı var. Sana halletmeni söylemiştim.”
“Kusura bakma. Ama Spitfire’ı bitirdim. Kontak kablolarını söküp atmam yetti. Artık ipi çeker çekmez tekne çalışıyor. Gürültü çıkar diye denemedim ama ateşleme yapıyor.”
“Ya, öyle mi? Eline sağlık.” Jed’in dikkati dağılmıştı. Tac– Ops Bravo 51 modeli tüfeğini çıkarıp kayık evinin duvarına yasladı sonra kar ayakkabılarını çözmek için eğildi. Bravo iyi
14. I L S A J . B I C K
14
bir silahtı ama Vietnam’da keskin nişancılık yaptığı günlerde kullandığı M40’ın, yani Kate’in eline su dökemezdi. O silaha, İngilizcede “bütün düşmanları öldür” sözcüklerinin baş harflerini birleştirerek Kate adını vermişti. Jed kar ayakkabılarının bağcıklarını çözerken köpek gelip yüzünü yaladı. “Otur, Raleigh. Seni ihtiyar seni.”
“Bir şeye mi sıkıldın Jed?”
“İçeride anlatırım.” Menteşelerin çığlığı yüzünden dişlerini sıkan Jed, oğlanın peşine düştü. Kayık evi, onun Harley motosikletini, eski model Spitfire’ı, birkaç kanoyu ve kar aracını alacak kadar geniş, fakat yalıtıma rağmen buzhaneden farksızdı. “Yapma be evlat, sana mutfak tüpünü sorun etme demiştim. Üşümemen lazım. O bacağın kilitlenip kalsın mı istiyorsun?”
“Ben iyiyim,” diye itiraz etti oğlan. Ama Jed, ısıtıcının düğmelerini kurcalamaya başlamıştı bile. Gereğinden fazla sinirliydi, sebebini de biliyordu.
“Jed.” Omzundaki eli hissetti. “Hadi anlat.”
O da önce kuzey kapısının menteşelerine, sonra kayan kapının raylarına ve tekerleklerine WD-40 sürerken anlattı. İşini bitirdiğinde kutunun yarısı boşalmıştı ve oğlanın ağzını bıçak açmıyordu. Jed ona, “Şaşırmadın,” dedi.
“Hayır.” Bir alet kutusunu karıştıran oğlan, esnek saplı bir lokma anahtarını seçti. “Hangi kısımdanız dediler?”
“Kimse bilmiyor. Kara Kuvvetleri de olabilir, başkası da. Donanma pılını pırtısını toplayıp Clam Gölü’ndeki o telsiz istasyonundan kaçtığından beri buralarda gerçek bir ordu yok. Kalıbımı basarım şu paralı özel ordulardandır. FUBAR öncesinde de gayet örgütlenmiş haldeydiler.” WD-40 kutusunu bir rafa fırlatan Jed, Road King’inin selesine yaslandı, pervanenin cıvatasını sıkıştıran, yerine oturup oturmadığına bakan genci izledi. Pervane, terk edilmiş çift motorlu bir uçaktan alınmıştı,
15. GÖLGELER
15
fakat uçak motoru antikaydı ve gücü, onun üç metrelik çıplak, eğreti Spitfire’ını uyduruk bir rüzgâr kızağına dönüştürmeye ancak yetiyordu. Sığ suları sıyırarak yol alan bir bataklık teknesi gibi buzların üstünde gitmesi için tasarlanan rüzgâr kızağının teoride işe yaraması gerekiyordu. Dünya mahvolduktan neredeyse dört ay sonra bile, Jed hâlâ bu kadar gürültülü bir şeyi çalıştıramayacak kadar tedirgindi.
“Ben Baxters’ın yolunu tutmadan önce Abel, Chucky olmayan bir çocuk görürsem enselememi söyledi. Çünkü tanıdığı birkaç avcı, kimi getirsem almaya hazırmış.” Durakladı. “Canlı olduğu sürece Chucky’lere de razılarmış.”
“Neden ki?”
“Ne bileyim.” Ama Jed tahmin edebiliyordu. Vietnam’da yeteri kadarını görmüştü, babası da uçağı Pasifik’e çakılınca Japonların misafiri olmuştu. Deney yapmaya bayılanlar sadece Nazi doktorları değildi. Jed bazen, Chichi-jima’daki Japon böcek yiyicilerden ilk hangisinin leziz Amerikalı pilotlara alıcı gözle bakıp da bunlardan iyi biftek çıkar diye düşündüğünü merak ediyordu.
“Neden bir şey söylemedin?”
“Belki de Abel boşboğazlık ediyordur diye düşündüm.” Yalandı bu. 10 kilometrelik alandaki tek komşuları olan Abel seksenini geçeli epey olmuştu ve gerekmedikçe yollara düşmezdi. Yine de, yaşlı adam ayaklarını sürüye sürüye kulübelerine geldiğinde Jed bu ziyareti yola çıkmadan önce Abel’in yiyecek bir şeyler istediğine yormuştu. Hatta ona anlayış bile göstermişti. Abel kendisinden on beş yaş büyüktü, yapayalnızdı ve topladığı, tuttuğu, bulduğu ne varsa onunla hayatta kalıyordu. Giderek sertleşen bir kışta bunlar yeterli değildi elbette. İhtiyar komşularına yiyecek ayırmak doğru bir davranıştı. Fakat Jed, ihtiyar kurdun gözlerinin dört döndüğünü fark etmişti. Neyin
16. I L S A J . B I C K
16
peşindeydi acaba? Ufak tefek değişikliklerin listesini mi tutuyordu? Bir kenara atılmış bir kıyafet, normalde kapalı olan bir kapı. Belki. Devir böyleyken Jed ile Grace oğlandan kimsenin haberi olmasın diye ellerinden geleni yapmışlardı ama Jed artık, Abel’ın bir şeylerden işkillendiğini düşünüyordu. Hatta o adi ihtiyar, sağlam bir öğün yemek uğruna onları seve seve gammazlamaktan geri durmazdı. Yine de Jed, Abel hakkındaki şüphelerini kendine saklamıştı. Sebebi de belliydi. Yoksa oğlan giderdi, o ile Grace bir başlarına kalırlardı. Bu kadar basitti işte.
“İster paralı ordu olsun ister parasız, hatta isterse ikisinin karışımı; etraflarına yiyecek ve malzeme dağıtmaya devam ederlerse bir sürü gönüllü bulmaları işten bile değil.” Anahtarı yerine koyan oğlan Jed’in Rolling Thunder günlerinden kalma bir bandanaya elindeki makine yağını siliyordu. “Bunun ne anlama geldiğini ikimiz de biliyoruz Jed.”
Bu sözler ağırına gitmişti Jed’in. “Onun yerine, buralardan kaçıp adaya gidebiliriz. Orada kimsecikler yaşamıyor. Adadan Kanada kıyısına kadar 50 kilometre, en yakın kasabaya ise 100 kilometre var. Görünmez oluruz. Adaya sadece kanocular gelir, onlar da uçurumlar yüzünden kırk yılın başında bir uğrar. Kanon kürdan gibi parçalanırsa tek başına kalmak için kötü bir yer. Fakat biz başarabiliriz. Sen yeter ki şu kızağı çalıştır. Bize tek düşen Superior Gölü’ne gidip oraya yerleşmek.”
“Kışın ortasındayız Jed. Kar motosikletiyle Spitfire’ı kimseye yakalanmadan ya da görülmeden Superior Gölü’ne götürsek bile, ikisinden birinin motorunu çalıştırmak belaya davetiye çıkarmak gibi bir şey. Dahası, yanımıza depoyu tekrar dolduracak kadar yakıt da alamayız. Gölün orta yerinde kalakalırsak upuzun bir yolu yürümek ve kurtarabileceğimiz az miktarda malzemeyi sürüklemek zorunda kalırız. Buzun üstünde ko
17. GÖLGELER
17
rumasız olacağız. Spitfire’i kaybedip de ince buza ya da suya denk gelirsek, işimizin bittiğinin resmidir.”
“O zaman niye yaptın o Tanrı’nın cezası kızağı?”
“Nedenini sen de biliyorsun. Bana sen söylemiştin. Eğer buradan hızla kaçmak zorunda kalırsak kar motosikletiyle Odd Gölü’nü aşamayız. Buzun eridiği o yerden geçemeyiz. Sadece bir rüzgâr kızağı orayı aşabilir. Plana bağlı kalalım Jed. Buradan kaçman gerekip gerekmeyeceğini bile bilmiyoruz. Gerekti diyelim; o zaman sen ve Grace bahar geldi mi kanoyla sizin şu adanın yolunu tutarsınız. Daha da iyisi, Superior’a varır varmaz kendinize yelkenli bir tekne bulursunuz. Etrafta bir sürü vardır, hem sahiplerinin itiraz edeceğini sanmam. O zaman motorlu bir şey kullanmak zorunda da kalmazsınız. Yelkenli tekne hem daha güvenlidir hem de yakıta ayıracağınız yeri erzaka ve diğer gerekli malzemeye ayırırsınız.”
“Ya sen?”
“Ne yapmam gerektiğini biliyorsun.”
“Ama bu düpedüz saçmalık. İntihardan farksız yahu. Kızın hâlâ sağ olup olmadığını bile bilmiyorsun.” Jed, gencin yüzündeki değişimi gördü. Acı bir ifade, kuyruklu yıldız gibi bir anda gelip geçivermişti. “Ne oldu?”
“Fırtına öncesi insanın içinde bir sıkıntı, bir gerginlik olur ya, sen de bilirsin. İşte şu anda ben de öyle hissediyorum ve giderek güçleniyor. Kız hayatta, başı da belada Jed. Çok yakında buradan gitmeye mecburum, yoksa patlayacağım.”
Jed gerçekten de biliyordu bu duyguyu. Er ya da geç geleceğini bildiğin bir saldırıyı beklemek, yavaş yavaş aklını kaçırmak demekti. Gördüğü en amansız, en berbat çarpışmaların bazılarında o da aynı hisleri tatmıştı. Jed uzun uzun içini çekti, çünkü biliyordu ki tartışmak yararsızdı. Oğlanın kıza karşı hislerini de anlıyordu. Kendisi de Grace için aynısını yapardı.
18. I L S A J . B I C K
18
“Bekleyebilir misin?” Oğlan duraksayınca Jed ekledi. “Bir hafta, en fazla on gün. Senden o kadarını rica ediyorum.”
“Neden diye sorsam?”
Jed bir anda yutkunmakta güçlük çektiğini fark etti. “Michael’ın doğum günü. Grace’in pasta pişirmek için un ve şeker sakladığını biliyorum. Onun için çok makbule geçerdi.” Durdu, sonra boğuk bir sesle ekledi. “Benim için de.”
“O zaman kalırım elbette,” dedi Tom Eden. “Sorun değil.”
Yalan söylemişti.
Tom, Jed’in patikada bata çıka yürüyüşünü, sonra gür bir çam ve baldıran örtüsünün içinde kayboluşunu izledi. Artık iyileştiği için, sadece yemek saatlerinde kulübeye uğruyordu Tom. Böylesi daha güvenliydi. Ansızın birisi gelebilirdi. Jed ile Grace ona kol kanat germekle kendilerini zaten tehlikeye atmışlardı. Onlara hayatını borçluydu. Jed ile Grace şayet batıya gitmek için başka bir rota izlemiş ya da bir marketin önünde ölü yatan üç çocuğu görüp de meraklanmamış olsalardı, Tom şimdiye çoktan ölmüştü. Dört gün sonra düşüp de yaşadığı hezeyanı atlatınca kendini Wisconsin’de bulmuştu Tom.
Altın kalpli zavallı Alex. Buz gibi soğuğa rağmen Tom’un yüreğinde akkor bir ateş parladı, oğlan inlememek için zor tuttu kendini. Herhalde Alex dönüp de onu bulamayınca aklını kaçıracak gibi olmuştu. O da olsa aynısını hissederdi. Alex geri dönmüştü, Tom emindi bundan. Alex inatçı kızdı, tam bir savaşçıydı. Tom ondan yana asla ümidini kesmezdi.
Derken, ansızın korku dolu, küçük bir inilti duydu.
Hayır. Nefesi kesiliverdi. Sus pus olmuştu. Başka bir yerde ve zamanda, başka birisi olsaydı köpeğe doğru bakar ya da etrafta sincap gibi küçük bir hayvanın koşturduğunu düşünürdü. Fakat Tom, başkası değildi. Afganistan’ın ardından bir baş
19. GÖLGELER
19
kası olamazdı, hatta kendisi bile olamazdı.
Aslında güçlükle bastırılmış bir hıçkırık olan o inilti tekrar duyuldu.
Duymazdan gel, tıpkı doktorların öğütlediği gibi. Hadi, nefes al. Avuçlarını şakaklarına iyice bastırarak soğuk havayı uzun uzun, güç bela içine çekti. Soludu, tekrar nefes aldı. Sen sadece nefes al. Bu gerçek değil, değil...
“L-L-lüffe.” Küçük kızın “şeker” ve “efendi” sözcüklerinden başka onların dilinde bildiği tek sözcük buydu herhalde. İsa aşkına, nerede duysa tanırdı bu sesi. Kız onun tek kelimesini anlamadığı Peştu dilinde makineli tüfek gibi bir şeyler daha söyledi, sonra “Lüffe, lüffe...” diye tekrarladı.
“Hayır,” diye fısıldadı Tom. “Sen aslında yoksun. Git buradan, git,” Gözlerini, sanki her şeyi engelleyebilecekmiş gibi sımsıkı yumdu ama iş işten geçmişti bir kere. O anının beynini ısırdığını, pençelerini geçirdiğini hissedebiliyordu. Başı dönüyordu ve ansızın genzi kalın bir toz tabakasıyla kaplanmıştı. Bu gerçek değil. Toz falan yok. Ben Wisconsin’deyim. Mevsimlerden kış. Hiçbir şey duymuyorum. Düşüncelerini dizginlemeye, aklını başına toplamaya çalıştı ama Afgan güneşinin altında adeta canlı canlı kızarıyordu. Sıcaklamıştı; dişlerinin arasında, dilinin üstünde kum taneciklerini hissediyor, uzaktan güm-güm- güm diye gelen tok silah seslerini duyuyordu. Ansızın bomba imha kıyafeti üstünde belirdi. Kendisini tıpkı hafızanın zincirleri gibi ezen, kırk kiloluk sert zırh ve poliüretan dolgudan oluşmuştu.
Bir telsiz hışırtısı. “Tanrı aşkına Tom!” Bir çıtırtı duyuldu ve en iyi arkadaşı, hayatını emanet etmekten çekinmediği Jim, sağ kulağındaki hoparlörden Tom’un kulağına bağırdı. “İsa adına Tom. Hadi, gel, gidelim. Kes şu teli...”
Hayır, Jim. Sen öldün. Tom artık nefes nefeseydi. Jim sen öl
20. I L S A J . B I C K
20
dün... Seni vurdum... “Amerikalı.” Bu seferki bir kız değil, bir oğlandı, aynı yaşlardaydı ama daha az korkutucuydu, titrek sesi sol kulağına çalınıyordu: “Amerikalı lütfen, Amerikalı lütfen, lütfen...”
“Beni yalnız bırak.” Bir seferinde psikiyatriste eski bir anının içinde hapsolmanın, zihninin kapkara bir anaforun içine çekilmesi gibi olduğunu söylemişti. Hafızanın gölgeleri olmaktan çıkan, gitgide gerçeğe dönüşen bir görüntü kâbusu içinde kalıyordunuz. “Çıkın gidin kafamdan. Kurtaramam sizi. Hiçbirinizi kurtaramam. Yapamam...”
“Tom.” Yine bir kız ama bu seferkinin yaşı bir hayli büyüktü. Üstelik de çok ama çok yakından tanıdığı biriydi. “Tom, yardım et bana, lütfen.”
Alex. Her şey, içindeki her şey ölmüştü. Kendi kalbini hissedemiyordu artık. Alex orada değildi; bunu biliyordu Tom. Fakat onu tekrar görmek için hayatını bile verirdi. Döndüğünde ‒gözlerini açıp da o korkunç geçmişe bakacak olsa‒ kızı orada, merhametsiz bir güneşin altında, yıkıntılar arasında, dizlerinin üstünde görecekti. Buna dayanamayacağını düşündü. Hayır, Tanrım, lütfen bunu yapma, lütfen...
“Tom,” dedi Alex yine. Bu sefer sesi titriyordu; yakarıyordu ve sesi o küçük kızınkine o denli benziyordu ki! “Tom, sakın yapma bunu. Beni buralarda bırakıp da gitme...”
“Alex, yapamam. Ah, Tanrım, ne olur,” diye soludu Tom. Bakmayacaktı. Gerçek değildi bu, Alex orada yoktu; o dehşetin bir parçası olmamıştı asla. “Tanrım, ne olur bir son ver buna, lüt...”
“Hadi Tom, gel artık.” Jim geri gelmişti. Arkadaşının telsizden gelen parazitli sesi telaşlıydı. “Unut be adam, hemen çık oradan. Kes şu teli, kap şu çocuğu da gel! Kızı bırak Tom, bırak kız kalsın. Oradan hemen...”
21. GÖLGELER
21
“SUSUN!” diye kükredi. Deli doktorları ona kendi kendiyle hep sakin konuşmasını salık veriyorlardı ama bu kısır döngüye kapılan kendileri değildi ki. “Susun, yalvarırım, ne olur susun!”
İşe yaramıştı bu. Tom beyninin bir anda o anıyı geride bıraktığını hissetti. Hep böyle oluyordu ve bunu sözcüklere dökmesi istense, kırılgan camın içinden mermi gibi geçmek, vücuduyla bir dünyadan öbürüne gitmek diye tarif edebilirdi.
Yanındaki Raleigh isimli köpek, burnuyla Tom’un sağlam baldırını dürttü ve tiz bir sesle, kısacık havladı.
“Ta-tamam, o-oğlum,” dedi Tom. Yaprak gibi titriyordu, dizlerinin tekrar tutmaya başladığını fark etmişti. Sağ eliyle kapının çerçevesine tutundu ve tahta, etini acıtana kadar sıktı. Acı çok kötü değildi ama yeterliydi. Hatta, işin aslı, mükemmeldi. Köpek bir kez daha sertçe havladı, sonra az sayfalı kitapların yere yuvarlanmasını önleyen bir kitap tutacağı gibi Tom’a destek oldu.
“Sağ ol oğlum. Bi-biliyorum.” Sarsılarak uzun uzun soludu. “O-oturmazsam düşeceğim.”
İnleyen Tom, eski bir portatif ordu yatağına uzandı. Yaylar gıcırtıyla isyan etti ve kasılmış adaleleri acıyınca Tom yüzünü buruşturdu, ardından istemeye istemeye gevşedi. Parkasının altından, gömleğinin kürek kemiklerine sımsıkı yapıştığını hissedebiliyordu. Ağır ağır nefesine söz geçirdi ve o mide bulantısı, baş dönmesi yatıştı. Artık endişeye yer olmadığını gören köpek kendi etrafında üç kez döndü, sonra içini çekerek zeytin yeşili battaniyeye çöktü.
Yüce İsa. Tom koluyla alnındaki teri sildi. Çok kötüydü yaşadıkları ama sebebini biliyordu. Kalbindeki sızı, yani Alex’in yokluğu, her geçen gün daha da kuvvetlenen bir feryattı.
Buradan gitmeliyim, keçileri kaçırmadan önce Michigan’a dönmeliyim.
22. I L S A J . B I C K
22
Bu işi artık yapabilirdi. Tom, elini sağ baldırına, Ellie’yi kaybettiği gün Harlan’ın onu vurduğu yere götürdü. Yeni bir yara izi de boynundaydı. Marketin otoparkında, boğazını parçalamaya çalışan o çocuktan kalma bir hatıraydı bu. Fakat en kötüsü, onun neredeyse öbür tarafı boylamasına yol açan, bacağındaki yaraydı. Yara iyileşmiş, üstü kalın, parlak ve gergin yara dokusuyla kaplı, yumruk büyüklüğünde bir kratere dönüşmüştü. Biraz gücünü yitirmişti ama artık eskisi gibi topallamıyordu, gerekirse hızla koşabilirdi. Yine de, özellikle kırsal alanda bacağı sorun yaratabilirdi. Jed, ellerindeki iki attan birini almasını isteyecek, o da elbette reddedecekti. Eğer Jed ile Grace herhangi bir sebepten ötürü buradan gitmek zorunda kalırlarsa atlara ihtiyaçları olacaktı. Belki de başka bir yerden at çalabilirdi. Michigan sınırına kadar olan yaklaşık 130 kilometrelik yolu o zaman çok daha hızlı gidebilirdi. Fakat herhangi bir hayvan (ya da insan) ek bir sorumluluk demekti. Ellie’ye Waucamaw’dan ayrılmalarından hemen önce böyle söylemişti. Herkesi kurtaramazlardı.
Sanki Ellie’yi çok kurtardın da. Bu düşünce boğazında düğümlendi. Başından beri, sağ kalmalarının çok basit bir denkleme dayalı olduğu hep aklının bir köşesindeydi. Alex ile Ellie’nin sağ kalmasını sağlayacak güç ve irade kendisinde yoksa, sevdiği bu insanları yitirecekti. Başarısız da olmuştu. Tekrar. Kendisine en çok ihtiyaç duyulduğu anda Ellie’yi kurtarmayı becerememişti. Küçük kızın canının yandığını düşündükçe gördüğü kâbuslar artık dinmeye yüz tutmuştu. Ellie’nin hâlâ sağ olma ihtimali varla yok arasıydı. Ellie ölmüştü; bunun vebali de boynunaydı. İstemese de, bunu böylece kabulleniyordu.
Alex ise... farklıydı. Tanrı aşkına, keşke ona her şeyi, tüm o korkunç olayları, neyi hangi bedel karşılığında yaptığını açıklayabilseydi. Dünyada bir tek o anlardı ve kendisini kurtaran da
23. GÖLGELER
23
bu olurdu. Avucunu göğsüne bastırdı, kalbinin güçlü atışlarını hissetti. Ne zaman Alex’i düşünse duyduğu acı, canını yakıyordu. Kederden öte, hüzünden keskin bir acıydı bu. Özlemdi. İhtiyaçtı. Bir şeylerin bitmediği hissiydi ve asla da bitmemesini umuyordu. Alex’i kaybettiğine inanmayı reddediyordu.
Ama kız tehlikedeydi. İçine doğuyordu öyle olduğu. Herhalde bu yüzden zihni Alex’i Afganistan’a, ölümün her an bir taşın altında ya da bir çöp poşetinde pusuya yattığı o yere taşımıştı.
Oraya gitme, orayı düşünme. Dişlerinin arasından bir inilti kaçtı. Hâlâ Alex’i kurtarmak için zamanı olduğunu düşünüyordu ancak çok değildi bu zaman. Belki de iş işten geçmişti bile.
Lütfen, Tanrım. Koluyla örttü gözlerini. Lütfen, yardımını esirgeme benden. Mucize falan bekliyor değilim. Lütfen, ben onu bulana kadar güvende olmasını sağla, hepsi bu. Ne olur.
Elbette hiçbir şey olmadı. Ne gökten inen şimşekler, ne cennetten yükselen bir koro ne de melekler. Sadece köpeğin homurtusu, ısıtıcının uğultusu. Ani bir rüzgâr kayık evini sarsıp tahtaları takırdattıysa da, altı üstü havaydı işte.
Sorun değildi bu. Önemli olan tek bir şey vardı, o da nasıl hissettiği ve ne bildiğiydi. Alex sağdı, kendisi de ona dönüyordu. Onu bulacak ya da bu uğurda ölecekti.
“Azıcık daha sabret Alex,” diye fısıldadı. “Lütfen dişini sık.”