1. الذ ي من ن ب غ ب
ِ ْ : َّ ِي نَ ُؤْ ِ ُو َ ِالْ َيBu cümlenin evvelki cümle ile nazmını îcab ettiren
münasebet vecihleri ise: Bu cümle, mü'minleri medheder, evvelki cümle
de Kur'anı medheder. Şu her iki medh arasında bir insibab (dökülmek)
vardır ki; o onu ister, o onu ister. Çünkü ikinci medih, birinci medhin
neticesidir ve birinci medhe bir bürhan-ı innîdir ve hidayetin semeresi ve
şahididir. Ve aynı zamanda hidayete bir yardımcı vazifesi görüyor. Çünkü
mü'minleri medhetmekte imana gelmek için bir teşvik vardır. Teşvik ise,
bir nevi' hidayettir.
َّ ِينَنile ُ ّ ِينَنarasındaki münasebete gelince: Bunların biri tahliye
الذ متق
, َخِْيَهdiğeri tahliye َحِْيَهdir. Tahliye َخِْيَهtathir etmek ve temizlemektir.
ت ل ت ل ت ل
Tahliye َ ِْيَهise, tezyin etmek ve süslendirmek mânasınadır. Bunlar
تحل
birbiriyle arkadaş olup burada olduğu gibi, daima birbirini takib ediyorlar.
Onun için kalb, takva ile seyyiattan temizlenir temizlenmez hemen onun
ardında iman ile tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.
Kur'an-ı Kerim, tahliye-i seyyiatı üç mertebesiyle zikretmiştir.
Birincisi, şirki terk; ikincisi, maâsiyi terk; üçüncüsü, mâsivâullahı terk
etmektir. Tahliye َحِْ َهise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalb
ت لي
2. sh: » (İ: 41)
ile olur veya kalıb ve beden ile olur veyahut mal ile olur. A'mal-i kalbînin
şemsi, îmandır. A'mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır. A'mal-i maliyenin
kutbu, zekattır.
S- ِ ْ َّ ِي نَ ُؤْ ِ ُو نَ ِالْ َيhal iktizasına göre îcaz ise de, aynı manayı
الذ ي من ب غ ب
ifade eden َ َ ْ ُ ْ ِ ُونkelimesine nazaran itnabdır (uzundur). Evet (ْ َ)
المؤمن ن ال
harfi َ َّ ِيile; َ ُ ْ ِ ُوkelimesi َ ُ ْ ِ ُوfiiliyle tebdil edilmiştir. Bu itnabın
مؤمن ن الذ ن يؤمن ن
îcaza tercih sebebi nedir?
C- ََّ ِين
الذ
esma-i mübhemeden olduğundan, onu tayin ve temyiz eden
yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet, sılasına aittir. Başka sıfatlarında hiç
kıymet yoktur. Bu ise, burada sılası olan îmana büyük bir azamet
vermekle insanları îman etmeye teşvik eder. Amma ُؤْ ِ ُونَنkelimesine
م من
bedel, fiil sîgasıyla َُؤْ ِ ُو ن
ي من
nin tercihi; îman fiilini hayal nazarına gösterip
keyfiyetin tasvir edilmesine, dâhilî ve haricî delillerin tecellisiyle îmanın
istimrar ve devam ile teceddüd etmesine işarettir. Evet delailin zuhuru
nisbetinde îman ziyadeleşir, teceddüd eder.
ب غب
ِ ْ ِالْ َيYani, nifaksız ihlâs-ı kalb ile îman ediyorlar. Veya iman edilen
şeyler gayb olmakla beraber îman ediyorlar. Veyahut gaibe veya âlem-i
gayba iman ediyorlar.
Îman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın tebliğ ettiği
zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrisini icmalen tasdik
etmekten hasıl olan bir nurdur.
S: Avâm-ı nâstan, hakaik-i diniyeyi tâbir eden ancak yüzde birdir?
C: Tâbir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet çok defa lisan,
3. sh: » (İ: 42)
insanın tasavvuratından incelerini tâbirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve
vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hattâ belâgat dâhîlerinden Sekkakî
gibi bir zat; İmri-ül Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belâgat
incelerini kavramamıştır. Maahaza îmanın var olup olmadığı sorgu ile
anlaşılır. Meselâ âmi bir adama, bütün cihetleriyle, eczasıyla kudretinde ve
tasarrufunda bulunan Sâniin yarattığı bu âlemin bir cihette Sânii olup
olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, quot;Hiçbir cihette değildir!
Olamaz!quot; dese kâfidir. Çünki nefiy cihetinin yani Sâni'siz olamayacağının
onun vicdanında sabit olduğuna delâlet eder.
Îman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre: quot;Cenab-ı Hakk'ın istediği
kulunun kalbine, cüz'-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.quot;
denilmiştir. Öyle ise îman, Şems-i Ezelî'den vicdan-ı beşere ihsan edilen
bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın iç yüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu
sayede bütün kâinat ile bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve herşeyle
kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule
gelir ki, insan o kuvvet ile her musibete, her hâdiseye karşı mukavemet
edebilir. Ve öyle bir vüs'at ve genişlik verir ki, insan o vüs'atle geçmiş ve
gelecek zamanları yutabilir.
Ve keza îman, Şems-i Ezelî'den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi;
saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltı ile, vicdanında bulunan
bütün emel ve istidadlarının tohumları, bir şecere-i tuba gibi neşv ü
nemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.
َ:وَ ي ِي ُوننَ الصّلَوة
ن ُق مBu cümlenin evvelki cümle ile bağlılık ve
münasebeti gün gibi aşikârdır. Lâkin bedenî ibadet ve taatlardan namazın
tahsisi, namazın bütün hasenata fihrist ve örnek olduğuna işarettir. Evet,
nasılki Fatiha Kur'ana, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata
fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekat ve sair hakikatları hâvi olduğu
gibi, idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin
nümunelerine de şamildir. Meselâ: Secdede, rükûda, kıyamda olan
melâikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere
benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.
S- َ ُ ِي ُونnin fiil sîgasıyla zikrinde ne hikmet vardır?
يق م
C- Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve âlem-i İslâma
4. sh: » (İ: 43)
yayılmış olan o intibah-ı ruhanîyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o
güzel vaziyeti ve o muntazam haleti hayale götürüp tasvir etmekle
sami'lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.
Evet dağınık bir vaziyette bulunan efradı büyük bir sevinçle içtimaa
sevkettiren malûm âletin sesi gibi, âlem sahrasında dağılmış insanları
cemaate davet eden ezan-ı Muhammedî'nin (A.S.M.) o tatlı sesiyle,
ibadete ve cemaate bir meyl, bir şevk husule gelir.