1. ÖZET: “Üniversitelerde özerklik önemlidir. Bir bilim
adamı için en anormal şeylerden birisi; siyasi ya da başka ge-
rekçelerle bildiklerini söyleyememesidir. Yeni bir şey söyle-
mekten korkan bir bilim adamı, insan hayatını kolaylaştıran
buluşların altına nasıl imza atabilir? Dünyanın tartışmasız en
büyük gücü olan ABD, bilime bütçesinden en fazla pay ayıran
ülkedir. En iyi üniversiteler de, en iyi bilim adamları da bu
ülkededir. Japonya da öyledir. Avrupa Birliğinin ise bu ko-
nuda önemli çabaları vardır. Sovyetler Birliği dönemindeki
altyapı çalışmaları, bugünün Rusya’sını yeniden küresel bir
güç olmanın eşiğine getirmiştir. Çin’in bir dev olması yine
bu ülkedeki üniversitelerin sayısı ve kalitesi ile ilgilidir. Bu
ülkede tam 35 milyon öğrenci öğrenim görmektedir ve on
binlercesi Çin dışında özellikle de lisansüstü alanlarda eği-
tim almaktadır. OECD’nin bu konuda yaptığı bir araştırmada
Türkiye OECD ülkeleri arasında Meksika’dan daha iyi fakat
diğer OECD ülkelerinin tamamının altında yer almıştır. En
başarılı ülke ise eğitim sistemini yaşamın bir parçası gibi de-
ğerlendiren Finlandiya’dır.”
ANAHTAR KELİMELER: Üniversite, özerklik, bilim, siyaset,
kürsü.
ABSTRACT: “The autonomy of universities is im-
portant. One of the things that is most abnormal for a scien-
tist; for political or other reasons can not say they know. A
scientist who is afraid to say something new, how he could
sign the bottom of inventions that make life easier for peop-
le? Arguably the world’s greatest power is the US, which is
the maximum numerator that separates the science from the
budget of the country. The best universities, the best scien-
tists in this country. So is Japan. There are significant efforts
of the European Union in this regard. The infrastructure in
the period of the Soviet Union, today’s Russia is re-teeter on
the brink of becoming a global power. China is a giant and
still be related to the number and quality of universities in
this country. There are 35 million students in this country,
and tens of thousands of them outside China, especially in
the areas of graduate training. According to a report by the
OECD in this regard, Turkey among OECD countries, from
Mexico is better, but the other has been involved in all six of
the OECD countries. The country’s most successful consisted
of evaluating the education system as a part of life.”
Keywords: University, autonomy, science, politics, lectern.
Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 51
2. B
ir ülke için olmazsa olmazlardan
birisi de üniversite eğitimidir. Ka-
naatimce bu fırsat herkese veril-
melidir. Bir başka deyişle, isteyen
herkes üniversite imkânından yararlana-
bilmelidir. Zira yatırım insana, dolayısıyla
ülkenin geleceğinedir. Maliye teorisinde
zorunlu olmayan eğitim hizmetleri “yarı
kamusal”olarak tanımlansa da (bunun an-
lamı, aldığı eğitime bireyin de mali katkı-
da bulunması zorunluluğudur)Türkiye’nin
sosyal yapısı dikkate alındığında üniversi-
te eğitiminin parasız ya da sembolik bir
katkıyla yürütülmesi mümkündür. Zaten
şu andaki yükseköğretimimiz de böyledir.
Eğitime devletin katkısının oranı dikkate
alındığında normal öğretimde sıfırlanan
katkı paylarının ikinci öğretimde sem-
bolik hale getirildiği söylenebilir. Türkiye
önemli sayılabilecek bir süredir, bütçe
giderlerinde en büyük payı eğitim harca-
malarına ayırmaktadır. Bu pay uluslararası
karşılaştırmalarda halen düşükse de, ken-
di içerisinde anlamlıdır. 2016 bütçesi için
de durum böyledir.
Türkiye’de üniversitelerle ilgili çok
olumlu olan bir gelişme ise, özel üniversi-
telerin önünün açılmış olmasıdır. Zira ilk
özel üniversitenin 1984 yılında açıldığı ül-
kemizde bu tekel 1990’lı yıllarda kırılmış,
2000’li yıllarda ise iyice kolaylaştırılmıştır.
Halen var olan 193 üniversitenin 70’ten
fazlası vakıf üniversitesidir. Bu şekilde
hem daha fazla insan için imkan hem de
kaliteli eğitim için alternatif oluşturulmuş-
tur.
Elbette bunlar konunun kantitatif
tarafıdır. Daha önemli olan tarafı ise “ka-
litatif” olanıdır. Dünyanın en iyi laboratu-
varları, altyapıları da olsa işletecek insan
olmadıkça anlamlı olmaz. Ancak Türki-
ye’de bu konuda da son yıllarda önemli
gelişmeler olduğu göz ardı edilemez. Av-
rupa Birliği çerçeve programlarına katılım,
değişim programları, TÜBİTAK’ın imkânla-
rının eskiyle kıyaslanmayacak derecede
genişletilmiş olması ve teoriden pratiğe
aktardığı faaliyetlerin somut yansımaları
bunun göstergelerindendir. Örneğin ile-
tişim ve savunma bakımından fevkalade
önemli olan uyduların artık büyük oranda
yerli imkânlarla yürütülmesi ya da savun-
ma sanayiindeki üretime olan destek veya
yerli otomobille ilgili yapılan çalışmalar
böyledir. Kısaca Türkiye teorik, bilimsel
altyapısını belli bir aşamaya getirmiştir ve
pratiğe dökmeye başlamıştır. Sıra bunla-
rın tanıtımı ve pazarlanması aşamasına
gelmiştir. Ancak bu konuda yeterince ileri
olduğumuz söylenemez.
Bilimsel çalışmalar uzun vadeli
yatırımlardır ve geri dönüşü de öyledir. Bi-
limsel çalışmaların yeri ise esasen üniver-
sitelerdir. Kısa vadede maliyeti yüksek, ge-
tirisi ise düşüktür ama bilimsel çalışmalar
uzun vadede önce bölgesel, sonra küresel
güç olmanız anlamına gelir. Bunun örnek-
leri de yok değildir. Dünyanın tartışmasız
en büyük gücü olan ABD, bilime bütçesin-
den en fazla pay ayıran ülkedir. En iyi üni-
versiteler de, en iyi bilim adamları da bu
ülkededir. Japonya da öyledir. Avrupa Bir-
liğinin ise bu konuda önemli çabaları var-
dır. Sovyetler Birliği dönemindeki altyapı
çalışmaları, bugünün Rusya’sını yeniden
küresel bir güç olmanın eşiğine getirmiş-
tir. Çin’in bir dev olması yine bu ülkedeki
üniversitelerin sayısı ve kalitesi ile ilgilidir.
Bu ülkede tam 35 milyon öğrenci öğrenim
görmektedir ve on binlercesi Çin dışında
özellikle de lisansüstü alanlarda eğitim al-
maktadır.
İsrail nisbi olarak çok küçük olma-
sına rağmen etrafındaki ülkeleri tehdit
edebilme gücünü, önemli ölçüde bilimsel
çalışmalardaki başarısına bağlıdır. Güney
Kore bu sayede büyük dünya markaları-
na sahip olmuştur.
Bilimsel çalış-
malara İsrail’e
benzer ne-
denlerle önem
veren diğer bir
ülke de İran’dır.
Bu sayede İran
bölgesel bir güç olarak etkinliğini artırmış
ve kendisinde bölge ülkelerini tehdit ce-
sareti bulmuştur. Bu ülkeyle hiç de barışık
olmayan İsrail ve 1979’dan beri bölgede-
ki çıkarlarını baltalamasına rağmen ABD
şimdiye kadar İran’a saldırmaya cesaret
edememiştir. Uzun görüşmelerden sonra
Ocak 2016’da İran’a ambargo da kalktığı-
na göre, İran önümüzdeki dönemde daha
da güç kazanacaktır.
Türkiye’de de son 10-12 yıl içeri-
sinde üniversite sayısının artmış olması
başlı başına dikkate değer bir durumdur.
YÖK Başkanının açıklamalarına göre halen
5.5 milyon öğrenci üniversitelere devam
etmektedir. Bir zamanlar sadece bir üni-
versite ve yine sadece iki bin küsur (1930-
31 öğretim döneminde 2.167) öğrencinin
eğitim gördüğü dikkate alınırsa rakam
daha anlamlı hale gelir. Üniversite sayısı
ve üniversitelerin kapasitesi henüz bütün
potansiyele cevap veremese de, Avru-
pa ülkelerinin ortalamasını yakalamıştır.
Yine YÖK Başkanının açıklamalarına göre
üniversitelerde okullaşma oranı % 45’lere
yaklaşmıştır. Üstelik sadece birkaç büyük
şehirde değil, neredeyse Anadolu’nun
en ücra köşelerine kadar uzanmış ağı ile
193’e yükselen üniversite sayısı, aynı za-
manda bir ekonomi demektir.
1990’lı yıllarda Anadolu’da yeni
üniversitelerin açılması ve bu üniversiteler
için yurt dışına gönderilen adaylar büyük
şehirlerdeki tekeli de kırmıştır. Üniversite-
lerin ekonomik yönü bir sebep olmaktan
ziyade sonuçtur. Örneğin 40.000 civa-
rındaki öğrenciye eğitim verilen Afyon
Kocatepe Üniversitesi’nin varlığı, önemli
sayıda kişinin bu şehirden göçünü önle-
mektedir. Çok daha önce bunu keşfetmiş
olan Eskişehir ise tam bir öğrenci şehridir.
Ülkemizin öğrenci alt yapısı en güçlü ille-
rinden birisi olan Eskişehir, akıllı bir strate-
ji ile bunu başarmıştır.
Ülkemizde de üniversite ve öğ-
renci sayısının artması yanında, özellikle
Türk ve Akraba Topluluklardan, Eski Os-
manlı coğrafyasından ülkemizde eğitim
görmek için gelen öğrencilerin sayısı
da sürekli artış
Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 52
3. göstermektedir.YineYÖK Başkanının açık-
lamalarına göre ülkemizde 55.000 civarın-
da yabancı öğrenci eğitim görmektedir.
1990’larda altyapı yoksunluğu nedeniyle
başarılamayan şeyin, şimdilerde ivme ka-
zanmış olması başlı başına önemlidir. Zira
büyük devlet daha fazla kilometre kare
toprağı olan ülke değil, geleceğini planla-
yan ülkedir.
Üniversite şehri olmak bir tara-
fa, ekonomisinde üniversite eğitiminin
önemli yeri olan ülkeler de vardır. Örne-
ğin dünyanın en büyük ekonomilerinden
birisi olan İngiltere’nin yabancı öğrenci-
lerden elde ettiği gelir 40 milyar dolar ci-
varındadır. Bu sayede bir ekonomi değil,
bir kültür de oluşturulmaktadır. Ülkelerine
dönen bu kişiler eğitim gördükleri ülkele-
rin adeta gönüllü elçiliğini yapmaktadır.
Dönmeyenler ise kazanılan beyin olarak
bu ülkeye hizmet vermektedir.
KÜRSÜ DOKUNULMAZLIĞI
Üniversiteler bilim merkezleri,
akademisyenler de fikir üreten kişiler ol-
malıdır. Zira akademisyenler toplumun
“aydınlık yüzünü” temsil etmektedir. Bu-
nun ön şartı da akademisyenlerin kendile-
rini hiçbir baskıya maruz kalmadan ifade
edebilecekleri bir ortamın oluşturulması-
dır. Ancak doğal olarak bunun çerçevesi
“bilimsel” olmalıdır. Akademisyenin ken-
disini siyasal baskı altında hissetmesi ne
kadar tehlikeli ise, görüşlerini siyasal bir
taraftan açıklaması da o derece sakıncalı-
dır. Örneğin akademisyenlerin altına imza
attıkları terör bildirisi böyle bir yönü tem-
sil eder.
En tehlikelisi ise akademik cami-
anın susturulmuş olmasıdır. Bunun en
yüksek düzeyden ifade edilmesi ise bir
rasyonaliteye işaret eder. Nitekim eski
YÖK başkanının bu yöndeki ifadeleri bir
ezberi daha bozmuştur. Özellikle “farklı”
düşünenler geçmişte mobbingi, yani psi-
kolojik şiddeti kılcal damarlarıma kadar
hissetmiştir. Bunun günümüzde sıfırlandı-
ğı da söylenemez. Akade-
mik ifade özgürlüğünün
teminatı olan özerklik;
uzun yıllar hiyerarşik
yapılanma, kadro-
laşma ve grup-
laşma için bir
istismar aracı olarak kullanılmıştır.
Eğitimciler herkesin öğrenme ye-
teneğine sahip olduğunu, ancak zekâ dü-
zeyine göre öğrenme süresinin farklılaşa-
cağını ifa etmektedirler. O halde herkesin
zekâ düzeyi, ilgisi ve potansiyeli diğerin-
den farklıdır. Dolayısıyla bunu harekete
geçirecek ortamın oluşturulması, bir baş-
ka deyişle fırsat eşitliğinin sağlanması ge-
rekmektedir. Ancak ülkemizde uzun yıllar
siyasi irade/idare vasıtasıyla buna engel-
ler çıkarılmıştır. Süreç Osmanlı’nın son za-
manlarına da götürülebilirse de, bugünkü
durumun temeli esasen tevhid-i tedrisat-
la atılmıştır. Zira bu kanunla devlet kendi
verdiği eğitimin dışında hiç bir alternatife
izin vermemiştir. Bu politika kişisel ve ku-
rumsal potansiyelin açığa çıkmasını uzun
yıllar engellemiştir. Farklı yeteneklere sa-
hip kişilerin kendilerini ifade etmesi sta-
tükoya aykırıdır ama mesele elbette bu
statükonun aşılmasını gerektirir.
Bir fikir üretme merkezi olması gereken
üniversitelerin sadece resmi düşüncenin
tekrarlandığı yer olmaktan çıkarılması bir
başka gerekliliktir. İnkılap tarihi dersleri-
nin üniversitelerde halen zorunlu olarak
okutuluyor olması bunun somut bir gös-
tergesidir. O halde ezberleri bozmak, eski
köyle yeni adetler getirmek gerekir.
Akademisyen olmanın en iyi ta-
rafı; bu kürsünün arkasına geçtiğinizde
doğal sınırlar içerisinde özgürce her şeyi
söyleyebilmenizdir. Düşünen, düşünce
üreten, olaylara şüp- heyle yakla-
ş a n ,
sorgulayan, tartışan, tartışmaya açık olan
veya olması gereken bu kürsüde akade-
misyenler uzun yıllar kendilerine dikte
ettirilen şeyleri tekrarlamak zorunda kal-
dılar. Zira zihinlere kazınmış ideolojik sap-
lantılar “dersin dışına” çıkılmasını yasak-
lıyordu. Sosyal etkinliklerde bulunmak,
sivil toplumlara üye olmak, bir“camia”içe-
risinde bulunmak”ise sürekli olarak tehdit
olarak algılandı.
Eski YÖK Başkanının isabetli tes-
pitiyle; “yükseköğretim sistemindeki so-
runlar yasalarla değil ancak ortak akıl ile
çözülebilir. Akademik özgürlük ve etik
ortam sağlanmadan, akademisyenlere
mobbing uygulamak sorunları katmerleş-
tirmeden ve ertelemeden daha başka bir
işe yaramaz. Bunlar akademik kültür ve
zihniyet meselesidir. Çuvaldızı kendimi-
ze de batırmamız lazım. Üzerimizde haklı
olarak bir tedirginlik, çekingenlik var.”
Elbette akademisyenler de suç iş-
leyebilir. Belki yüz kızartıcı suçlar bir tarafa
bırakılırsa yasaların-yönetmeliklerin ifade
özgürlüğünü genişletici şekilde yorum-
lanması gereklidir. Bir başka deyişle yasa
ve yönetmelikler akademisyenlerin tepe-
sinde Demoklesin kılıcı gibi sallanarak yıl-
dırma politikasına araç edilmemelidir. An-
cak bir zihniyet dönüşümü yaşanmadıkça
sorunların tam olarak üstesinden gelmek
mümkün değil. Bu zihniyet dönüşümü bir
taraftan resmi ideolojinin tabularını tartış-
maya açmayı gerektirirken, diğer taraftan
heterojenik yapının akademisyenlerce iç-
selleştirilmesini kapsar.
GOVERNANCE-YÖNETİŞİM
Yönetmek ayrı, yönetişmek ayrı-
dır. Yönetişim eski tarz yöneticilerin pek
kavrayamadığı bir terimdir. Governance
(gavırnıns) artıkTürkçe literatüre girmiş ve
yönetişim olarak doğru bir şekilde karşılık
bulmuştur. Kabaca kurumsal yapının sa-
dece belli bazı kişilerin iki dudağı arasın-
dan çıkartılarak, yönetilenlerin de fikrini
alıp katılımlarını sağlamayı amaçlayan bir
yönetim tarzıdır. Diğer bir deyişle seçkinci
değildir. Bu tarz yönetim, katılımcı, şef-
faf, hesap verebilir bir nitelik taşır. Bir
başka deyişle zor olandır. Zira her
kararın sizden çıkması, kimsenin
de buna itiraz edememesi ga-
yet kolay bir yönetim tarzıdır.
Yönetişim kamuya ait bi-
rimler arasında rekabeti de
gerektirir. Toplam kalite
yönetimi gibi.
Yönetim ve yöne-
a
a
a
b
c
cc
c
d
d
d
d
d
e e
e
g g
k
km
t
m
m
p s 1
1
1
12
2
2 2
3
4
4
4
Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 53
4. tişim kavramları arasındaki tarihsel sürece
dayalı genel bir karşılaştırma yapılacak
olursa; 21. yüzyılın yönetişim anlayışının;
20. yüzyılın yönetim anlayışını oldukça
kapsamlı bir değişime uğrattığı, mer-
keziyetçilik yerine, yerelliği, üniter yapı
yerine federalizmi, katı bürokrasi yerine
katılımı, kapalılık yerine açıklığı, hiyerarşi
yerine hesap verebilirliği ve sorumluluğu
getirerek, adeta “yönetsel bir devrimin
altına imzasını” attığı söylenebilir. Yöneti-
şim kavramı, dışarıdan bir baskı olmadan,
aralarında etkileşimin olduğu aktörlerin
etkilediği bir yapıyı ya da düzeni belirt-
mektedir. Bu durum, toplumsal eylem için
hem kısıtlayıcı hem de aynı zamanda ona
yetenek kazandıran, ya da onu güçlendi-
ren bir koşul olarak görülmektedir. Kısaca
yönetişim değişik aktörlerin etkileşiminin
ortaya çıkardığı bir süreçtir. Yönetişim, ik-
tidar gücünün sınırlarına ve hükümet dışı
örgütlerin rolüne ilişkin yeni bir bakış açı-
sına yönelik talebi yansıtmaktadır.
Bugün yaygınlıkla uygulanan ve
Churchill’in tanımlamasıyla, “berbat” bir
yönetim biçimi olan demokrasi, sadece in-
sanlığın keşfettiği arasında “en az berbat”
olanı olduğu yönündeki tespit aynı şahsa
aittir. Geçmişte % 51’in % 49’a tahakkümü
anlamına gelen çoğunlukçu demokrasi,
günümüzde katılımcı demokrasiyi ifade
etmek üzere şeffaflaştırılmıştır. Çoğulcu
demokrasi olarak bilinen bu yöntem, %
49’un görüşlerini de dikkate almayı ge-
rektirir. İşte yönetişim de böyle bir şeydir.
Çoğulcu değil, çoğunlukçudur.
Dünyada pek çok yönetim biçimi vardır,
ama esasen iki çatı altında yer alın bun-
ların tamamı: Üniter ve federal… Bu iki
yapılanmanın ayırt edici özelliği, devlet
olmanın vazgeçilmezi olan “egemenliğin”
paylaşılıp paylaşılmaması durumudur.
Üniter devletlerde egemenlik merkezi yö-
netimde iken, federal devletlerde, farklı
seviyelerde de olsa, “yerinden yönetim”
birimleri tarafından paylaşılmaktadır. Bun-
lar kimi zaman federe devlet, kimi zaman
eyalet kimi zaman kanton şeklinde ifade
edilir. Ama her biri alt yönetim (sub-go-
vernment) birimidir.
Çok bilinmez ama aslında üniver-
siteler de birer “yerinden yönetim” biri-
midir. Ancak belediyelerin aksine coğrafi
açıdan değil, “hizmet” açısından yerel yö-
netim biçimi olarak kabul edilir. Zira idari
ve mali özerkliği vardır. Merkezden aldığı
bütçesel imkânlar yanında öğrencilerin
geçmişte “harç” daha sonra “katkı payı”
olarak isimlendirilen parasal imkânlara sa-
hiptir. “Yerinden yönetimin”üniversiteler-
deki adı özerkliktir. Özerklik idari ve mali
açıdan yetki ve imkân sahibi olmayı ge-
rektirir. Türkiye’de üniter devlet yapısının
merkeziyetçi yorumu üniversiteler dâhil
yerinden yönetim birimlerinin yetkilerini
daraltmıştır. Bu yüzden; belediyelerin ger-
çek bir yerel yönetim, il özel idarelerinin
gerçek bir mahalli idare, üniversitelerin de
hakiki bir özerk yönetim olmasını sağlana-
mamıştır. Oysa denetleyici ve düzenleyici
birim olarak merkezi idare, işlerin aksayan
taraflarını düzeltme noktasında yetki sa-
hibi olduğu gibi, pek çok üniter devlette
yerinden yönetim birimlerine geniş idari
ve mali özerklik sağlanmıştır.
Üniversite eğitimi, toplumsal ge-
tirisi olduğundan devlet finansmanını
zorunlu kılmaktadır. Akademisyenler bi-
limsel çerçeve içerisinde iktidarı da eleşti-
rebilmelidir. Özerklik sadece idari ve mali
değil, aynı zamanda zihinsel de olma-
lıdır. Bu zihinsel özerklik bir taraftan
ülkeyi yönetenlerde, bir taraftan üni-
versiteyi yönetenlerde, bir taraftan da
akademisyenlerde olmalıdır. Üniversi-
teler değişimin temsilcisi, ezber bozan
kurumlar olmalıdır. Akademisyenlerin
görüş ve düşüncelerin açıklanması açık
ya da kapalı bir izne tabi olmamalıdır.
Zira üniversiteler beyin fırtınası yapılan
yerlerdir, düşünce ve bilgi üreten ku-
rumlardır.
Eskiden ilim ehli özerkliğin de öte-
sinde bağımsız bir statüye sahipti. Hiç
bir ilim adamı devlet ricalinin ayağına
gitmezdi. Bilakis padişahlar dâhil bü-
rokrasi mensupları ilim ehlinin ayağına
gider, onlardan emir ve talimat alırlardı.
Fatih Sultan Mehmet kendi açtığı med-
reseye bile sınavsız alınmamıştı. Hiçbir
bilim adamı padişaha-sultana yaranma
peşinde olmazdı. Tarihin en güçlü devlet
adamlarından; bizim aksak, kendilerinin
de emir dedikleri kudretli devlet adamı
Timur’un en değer verdiği kişiler bilim
adamları ve edebiyatçılardı. Önüne çıkan
orduları darmadağın eden Timur başarısı-
nı belki de biraz da buna borçludur. Toru-
nu ve hanlığın emirlerinden Uluğ Bey ise
en bilinen matematikçi ve gökbilimciler-
den birisidir. Semerkant’ta çok ciddi bir
medrese (üniversite) ve rasathane kurmuş
ve dünyanın önde gelen bilim adamlarını
burada toplamıştı.
Üniversitelerde özerklik o dönem-
de de bu dönemde de önemlidir. Bir bilim
adamı için en anormal şeylerden birisi; si-
yasi ya da başka gerekçelerle bildiklerini
söyleyememesidir. Yeni bir şey söylemek-
ten korkan bir bilim adamı, insan hayatını
kolaylaştıran buluşların altına nasıl imza
atabilir? Bu durum üniversiteyi birikmiş
bilgiyi, o da yarım yamalak aktarmaya ça-
lışan bir meslek okulu haline dönüştürür.
Yakın geçmişte o akademisyenler tek tip
kıyafete bile zorlandı. Oysa işin içerisin-
de olanlar bilir ki, akademisyenin mesaisi
olmaz. Akademisyen herhangi bir devlet
memuru olmadığı gibi, üniversiteler de
lise değildir. Tek tip kıyafete ve mesaiye
zorlanamaz-zorlanmamalıdır.
Her şey insan merkezli olmalı-
dır. Ancak toplumsal sorumluluğu olma-
yan insan, kendisine verilmiş olan yetkiyi
(üniversitelerde özerkliği) de bulduğu ilk
fırsatta istismar etmektedir. Her ne kadar
daha iyi ve mükemmel yasalar oluşturulsa
da mutlaka zaman içerisinde eksik yön-
leri ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu yasa-
Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 54
5. ları uygulayacak olan da insanın bizatihi
kendisidir. Zira Eflatun’un deyimiyle; siz
ne kadar mükemmel yasalar oluşturursa-
nız oluşturun, topluma karşı sorumluluk
duymayan insan yasayı dolanmanın bir
yolunu bulacaktır. Yönetici bir koordina-
tör olmalıdır. Ağzından çıkan her şey emir
telakki edilemez. Yöneticilik insanların ha-
yatlarını kolaylaştıran, onların ihtiyaçları-
na çözüm üreten birimin adıdır. Bir başka
deyişle yönetici bizatihi varlığı sorun olan,
koltuğunu koruma odaklı, kendisinden
ürkülen, personelin görmek istemediği
kişi olmamalıdır.
DEĞİŞİM İHTİYACI
Üniversite eğitimi de dahil, eği-
tim sistemimizin temel sorunlarından bi-
risi analitik ve akademik düşünme yerine
bilgi yükleme merkezli ve ezberciliğe da-
yalı olmasıdır. Öğrenci alınma sistemi de
buna dayalıdır. Daha fazla bilen (ya da ez-
berlemiş olan) öne geçmektedir. İletişim
imkânlarının bu denli geliştiği günümüz-
de öğrencilere tek taraflı bilgi yüklemek
yerine, onların bilgiye farklı kanallardan
ulaşmalarını temin etmek üzere rehberlik
etmek daha önemli bir vazife olmalıdır.
Aslında dünya bu sistemi keşfetmiştir.
PISA (Programme for International Stu-
dent Assessment-Uluslararası Öğrenci
Değerlendirme Programı PISA) projesi,
15 yaş altı öğrenciler için yaptığı değer-
lendirmede öğretim programlarında yer
alan matematik, fen bilimleri ve okuma
becerileri konu alanlarıyla ilgili bilgileri ne
dereceye kadar öğrendikleri değil, sahip
oldukları bu bilgi ve becerileri içinde ya-
şadıkları toplumda karşılaştıkları gerçek
ortamlarla ilişkilendirme ve olası sorunları
çözümlemede kullanabilme yeteneğini
ölçmeyi amaçlamaktadır. OECD’nin bu
konuda yaptığı bir araştırmada Türkiye
OECD ülkeleri arasında Meksika’dan daha
iyi fakat diğer OECD ülkelerinin tamamı-
nın altında yer almıştır. En başarılı ülke ise
eğitim sistemini yaşamın bir parçası gibi
değerlendiren Finlandiya’dır.
Özellikle üniversite eğitiminde
öğrencilerin hayatı öğrenmesine yardımcı
olacak programları önceliklemek gerek-
mektedir. Öğrenci kulüpleri buna kısmen
yardımcı olmaktadır. Ancak tamamen
gönüllü katılım esasına dayanan pek çok
öğrenci kulübünün faaliyetleri son derece
sınırlıdır. Üniversiteler; öğrencilerin sosyal,
sportif ve kültürel aktivitelere katılmaları-
nı teşvik edici uygulamaları artırmalıdır.
Bu konuya özel bir önem verilmeli, bir
koordinasyon kurulu oluşturulmalı ve
bütçe ayrılmalıdır. Üniversiteler esasen
akademik kurumlardır. Daha fazla büyü-
me, daha fazla öğrenci alma, daha fazla
bölüm açma yerine, daha fazla ulusal ve
uluslararası bilimsel ve kültürel etkinlik
düzenlenmelidir. Bunun sağlanabilmesi
elbette öncelikle milli eğitim politikasının
değişmesini gerektirir. Ancak konu zih-
niyet değişimini de gerektirdiği için, bir
anda olmasını beklemek mümkün olmaz.
Kısmi de olsa özerk olan üniversi-
te yönetimlerinin mevcut şartlar altında
yapabilecekleri şeyler vardır. Yukarıda da
izah edildiği üzere Türkiye nicel olarak ka-
bul edilebilir bir noktaya gelmiştir. Ancak
gerek öğrenci gerekse de öğretim üyesi
düzeyinde üniversitelerin niteliksel ihti-
yaçları önemli bir sorun olarak bekleme-
dedir. Üniversitelerde eğitim ve öğretim
birinci sıradadır ama öğrencilerin hayatı
öğrenmesini sağlayacak, onların kendi-
lerine güvenini pekiştirecek, geleceğe
güvenle bakmalarına yardımcı olacak et-
kinliklerin artırılması üniversite eğitiminin
bir parçası olmalıdır. Bir oranlama verecek
olursak, % 51 faaliyet alanı öğrencilikse
% 49 da diğer etkinler olmalıdır. Diğer
etkinlikler arasında yer alan sosyal-kültü-
rel-sportif ve bilimsel faaliyetlerin, öğren-
cinin başarı notu ile ilişkilendirilmesi uy-
gulamayı kurumsallaştıracaktır. Bu şekilde
sadece çocuklarda değil, gençlerde de
bir hastalık olan sosyal medya bağımlılığı
azalacaktır. Örneğin izcilik faaliyetlerinin
teşvik edilmesi ya da öğrencilerin doğa
sporlarına yönlendirilmesi böyledir. “Ha-
yatı, üniversitedeki başarıya veya karne
notlarına indergeyen telkinlerin ve eğitim
basamaklarının çocuklarımıza hiç bir za-
man çare olmadığını yıllardır ürettiğimiz
gençlikten anlamamız hiçte zor olmasa
gerek?”
Türkiye’de ve dünyada başarılı
üniversiteler de vardır. Örneğin ODTÜ, Bil-
kent, Koç ya da Sabancı gibi üniversiteler;
daha fazla öğrenci almak, bölüm açmak
ya da ikinci öğretime öğrenci almak gibi
bir çaba içerisinde değildir. ODTÜ’nün
kurumsal olarak övündüğü bir şey de öğ-
rencilerin bir mühendis, bir işletmeci, bir
sosyolog olmaları yanında, bir müzisyen,
bir sporcu ya da akademik camianın harcı
olmalarını sağlamak da vardır. Bunda et-
kili olan şey; ODTÜ kültürü olarak da bili-
nen, öğrencilerin özgürlüklerinin önünün
sınırsız bir biçimde açılmış olmasıdır. Öyle
ki; zaman zaman siyasileri bile protesto
etmekten çekinmemektedirler. Bunun
doğru olup olmadığı başka bir konudur
ama özgüvenin aşılanması bakımından
önemli bir örnektir.
Netice itibariyle herkese meslek
yüksekokulu düzeyinde de olsa üniversi-
te eğitimi imkânı vermek önemli olmakla
birlikte, sürekli daha fazla öğrenci almak
ve mezun etmek, daha fazla yapılaşmak
vb. gibi şekle dönük hali hazırdaki ya-
pının, daha işlevsel, kişinin iç dünyasıy-
la barışık olduğu, hayatın akışkanlığı ile
ilintili, yöneticilerin koordinatör olduğu,
yükselmelerin idari ve iradi olmaktan çı-
karıldığı, ulusal ya da uluslararası kişisel ve
kurumsal akışkanlığın olağan olduğu bir
anlayışa evrilmesi Türkiye’nin geleceğinin
sağlam temellere dayandığını göstermek
bakımından vazgeçilmezdir.
Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 55