2. I. Giriş
İnsanın yaratılışının nasıl olduğu noktasının
sorgulanmadığı hiçbir arkeolojik evre yok gibidir
şüphesiz. Yazılı devirlerden önceki dönemlerde bu
sorgulamanın ne şekilde gelişmiş olduğunu bilmiyoruz
belki ama çok eski çağlardan beri süre gelmiş ve yazılı
devirlerde devam etmiş sözlü bir geleneğin yazıya
çevrilmesinden ipuçları yakalamamız mümkündür.
Yazının kâşifi olan Sumer toplumunda ‘tanrıların
görüntüsünde’ çamurdan yaratılan insanın -ne
hikmetse- ‘tanrıların eti ve kanı ile yoğrulmuş bir ruhu da
oluvermişti.’ Mezopotamya mitlerinin aksine Antik
Mısır mitlerinde ise ‘insan yoktan var edilmişti’
tanrılarca. Bu eskiçağ yaratılış faraziyesinin en azından
İ.Ö. 1. yüzyıla kadar Cicero’nun ‘Tanrıların Doğası’ adlı
eserinde, insanların tanrıların şeklinde olduğu felsefesi
devam ediyordu ama bu benzerliğin şekilden ziyade
sadece erdem ve tanrıların sıfatları noktasında olması
gerektiğine itiraz edenler de yok değildi. Kur’an’ın pek
çok ayetine ve ruhuna ters olmasına karşın (İhlas: 4,
Şura: 11) Hellenistik, Grek ve Roma dünyasının
filozoflarını çok derinden etkilemiş olan bu inancın
tıpkı basım aktarımını tanrıların yerini sadece tanrı
alması bağlamında Tevrat’ta (Tekvin 1:26) dahi
okumamız bizi şaşırtmıyor. Bu eskiçağ din algısındaki
bazı konular devre dışı bırakıldığında insanın ‘yoktan’
ve ‘topraktan’ yaratıldığı fikrinin ana nokta olduğu
hemen anlaşılabilecek bir gerçeklik göstermektedir.
Ancak bu yaratılış safhalarının nasıl oluştuğunun
sorgulandığı bir eskiçağ dünyasından söz etmemizin
imkânsız olduğu da ortadadır.
Marcus Tullius Cicero
3. II. İslâm Dünyasında Yaratılış Teorileri
İnsanın yaratılışının bilimsel manada sorgulamalarının
özellikle VIII. yüzyıldan itibaren Müslüman âlimlerce
başlatıldığı bir gerçektir. Bu bağlamda Mutezile ekolü
anılabilir ve bu ekol ‘ol der olur’ manasındaki ayetleri
yorumlarken ki çıkış noktaları olan ‘yok olan muhataba
hitapta bir var oluş’ olacağı yorumuna Gazzâli’nin
‘yaratılışın yokken sonradan zaman içinde şekillendiği’
şeklindeki ifadeleriyle karşı çıktığı görülür. Bu
bağlamda yaratılışın şekillerinin sorgulandığı bir evre
İslam dünyasında başlayacaktır artık. Dolayısıyla ilk
canlı türlerinin sıcaklık, kuruluk, soğukluk ve nemlilik
faktörleriyle yaratılmış olduğunu ve hatta canlıların
laboratuvar ortamında çoğaltılabileceği fikrini 721
yılında Horasan-Tûs’ta doğmuş Câbir b. Hayyân
savunacaktı. Hatta tek bir cevherden tüm canlı türlerin
başka bir ana türe dönüşmeksizin ilk örneklerinin
komplekse doğru bir anda yaratıldığını ve ‘Âdem’in
yaratılışı evlatlarının yaratılışından önce olmadığı gibi
annelerinin yaratılışı da çocuklarından önce olmadı’ ile
ısının canlıların fiziksel ve karakter yapıların
oluşmasında önemli bir faktör olduğu düşüncesiyle
Nazzâm yaratılış teorileri içinde belki de en
ilginçlerinden birini söyleyecekti. Şüphesiz ona bu fikri
söyleten Araf suresinin 11. ayeti olmalıydı. Hatta bu
yıllar Kur’an’ın ‘yeryüzünde dolaşın ve yaratılışın nasıl
olduğunu görün’ ayeti ışığında seyahatlerin, deneylerin
ve teorilerin de kullanacağı bir evredir ve Câhız bu
noktada hem zoolog ve hem de belki ilk antropolog
olma noktasında önemli bir figür olacaktır.
Cabir b. Hayyân
Cahiz'ın Hayvanlar kitabından bir sayfa
4. Dahası o canlıların bir mutasyon ile coğrafi faktörlerle fiziksel
ya da karakteristik yapılarını etkilediğini ve bu etkilere karşı
gösterdiği uyum sağlayanların yaşadığı ya da
sağlayamayanların yok olduğunu yani doğal seleksiyonu
düşünmüştü. Bunu da ‘Allah bazı varlıkların ölümünü bazılarının
hayatının sebebi kılar’ düsturunca sistemleştirdiği anlaşılır. Bu
yüz yıllar bu görüşlerin devamı mahiyetinde ve bazı
eklemelerle mesela Bîrunî de suni seçim yolu ile üreme yani
iyi tohumların her zaman tercih edilmesi teorisi ile devam
ettirecektir. XI.-XII. yüzyılda ise İbn Miskeveyh ve İbn Tufeyl
bu anlamda sayılabilir. Ancak bu yüzyıl içinde Muhyidin-i
İbn-i Arabî, Futuhât-ı Mekkiye adlı eserinde –daha sonraki
yıllarda İmam Rabbânî (XVI-XVII. yüzyıl) tarafından tevil
edilecek ve günümüzde Hz. Âdem’e baba aranması şeklinde
de tezahür edecek- ‘insanın ilk atası Âdem’den önce yüz bin Âdem
gelip geçmiştir’ diyerek yeni bir tartışmanın fitilini daha
ateşlemiştir. XVII. yüzyılın sonlarına doğru Abdülkadir Bîdîl
yaratılış noktasında ‘Âdem, Âdem olmazdan önce maymundu’
demekle şimdiye kadar İslâm âlimlerinin tersine aşikâr hiç
söylenmemiş bir şey söyleyecekti. Aslında İslâm âlimleri
kendi dönemlerinde günümüze kadar bile sirayet etmiş olan
yaratılışla ilgili söylenebilecek ne varsa ilk kez söylemişlerdi.
Günümüzde ise birkaç ekleme yapılsa yeriydi ve sanki öyle
oluyor gibi. Ama burada hemen şunu da belirtmek isterim ki
tüm bu İslâm âlimlerinin insan yaratılışındaki ana mekânın
neresi olduğu noktasında Kur’an’ın, ‘ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım’ ayeti ışığında yeryüzünde gerçekleştiği
fikrindedir. Hatta İbnu’n Nefis bir adım daha ileri giderek
dirilişin de yeryüzünde olacağını ileri sürecektir.
Bîrunî
5. III. Batı’da Yaratılış Teorileri
Yaratılışın ne şekilde gerçekleşmiş olduğunun ve hatta ilk
kez sosyal bir tekâmülden söz edilecek faraziyeler İslam
dünyasında böylesine dolu dolu tartışılırken Batı’daki
yaratılış teorileri Doğu’nun VIII. yüzyıl fikirlerinin etkisi ve
etkileşimleri ile amatör bir uğraş olarak doğacaktı ilk
başlarda. Dolayısıyla J. Locke ve T. Hobbes insanın ilk
biçimlerinin nasıl olduğunu sorgulamışlardı. XVII. yüzyılda
E. Tyson şempanze ile insan arasında bir benzerlik olduğunu
söylese de hiç taraftar bulamayacaktı. Bu yıllarda İtalyan
felsefeci L. Vanini bu görüşü dillendirmiş fakat canıyla
ödemişti. XVIII. yüzyıla gelindiğinde Batı’da özellikle J. J.
Rousseau başta olmak üzere orangutanların kulübeler inşa
edip alet yapıp ateş yaktıkları ve bazı ahlaki duygularının
olduğuna inanılıyordu. XIX. yüzyıl Batı dünyasında insanın
köklerini bulma noktasından farklı yöntemlerin denendiği bir
milat olacaktır. Çünkü İngiliz Kraliyet Gemisi ile C. Darwin
1831’den altı yıl boyunca dünya etrafında dolaşıp canlı
türlerinden numuneler toplamakla meşguldü. Ama bir
önceki yüzyılda insanı orangutanla eşitleyen görüşün aksine
Darwin, insanı kuyruksuz maymun olarak tanımlayacak ve
her ikisinin de ortak bir atadan türediğini iddia edecekti. Bu
görüşlerini de ‘On The Origin of Species by Means of Natural
Selection or The Preservation of Favoured Races in The Struggle
for Life’/‘Doğal Seleksiyon Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine ya da
Yaşam Mücadelesinde Avantajlı Irkların Korunması’ adlı
eserinde anlatacaktı. Araştırmalar ilerledikçe Batı’da avcı-
toplayıcı toplulukların ağaçlar üzerinden artık yere indikleri,
iki ayak üzerinde dik olarak yürüyebildikleri, beyin
kapasitelerinin büyüdüğü ve toplumsallığın artık ortaya
çıktığı şeklinde bir anlayış yavaş yavaş yayılmaya da
başlamıştı.
C. Darwin
6. Dolayısıyla daha sonra keşfedilecek ve aşağıda anlatılacak
türler, onlara göre türler arasındaki kayıp bir halkanın
tamamlayıcısıydı. Bu yıllarda Batı’da kurulmuş enstitüler
tekli ya da çoklu yaratılış faraziyeleri üzerinde duruyordu.
Dolayısıyla A. Barnard Batılı diğer araştırmacılar gibi son
cümle olarak ‘bütün insanlık tektir’ notunu düşecekti bu
konuda. Dahası insanlık anasoydan mı ya da atasoydan mı
türemiş ve din algısı nasıl şekillenmiş olmalıydı?
sorularına cevap vermekle meşguldü. 1950’lerde tüm
insanların Doğu Afrika’da yaşamış bir kadından anasoylu
olarak 200.000 yıl önce türediği fikri ileri sürülmüştü
eldeki birkaç iskelet kalıntılarından. Ama çoğunlukla
Batı’da yaratılışın sadece tabiatın eseri olduğu noktasında
odaklaşan fikirler yayılıyordu. Dahası XIX. yüzyıl Batı’da
antropoloji ilminin emeklemeye başladığı yıllardı ve
insanın nasıl ortaya çıktığı belli bir metodoloji ışığında
sorgulanmaya başlayacaktı. Bu kapsamda Dünya’nın
çeşitli bölgelerinde kazılar yapılıyor ve insanın atası olarak
değer bulan bazı iskeletler gün ışığına çıkartılıyordu.
Homo Erectus
7. IV. Doğu’da Evrim Teorilerinin Sorgulanmasının
Akıbeti Ne Oldu?
Peki, bu yıllar Doğulu araştırmacılar için neyi ifade
ediyordu?
Batı, Doğu’dan öykünerek geliştirdiği evrim konusundaki
fikirleri antropoloji ve arkeoloji ilimleri ile
sağlamlaştırmaya çalıştı. XIX. yüzyıl bu bağlamda Batı
için çok verimli geçti. Zaten bu ilimlerden antropolojiyi
uygarlaşmamış ötekileri tanımak için sosyal, kültürel,
fiziki antropoloji olarak sistemleştirmişti. Kutsal
kitaplarında geçen olayları teyit ettirmek için de hem
arkeolojiyi ve hem de antik filolojiyi bir kurala bağlama
ihtiyacı hissetmişti. Bu yıllar çoğunlukla Osmanlı
münevverlerince bu ilimlere malayani ve dinsizlik
gözüyle bakılması şeklinde geçti. Bu bakış açısı ne yazık
ki hâlâ devam ediyor bazı çevrelerce. Dolayısıyla Orta
Çağ’da büyük gelişme gösteren yaratılış faraziyeleri artık
sorgulanamamış ve Batı’nın metaryalist yaklaşımları kimi
çevrelerce olduğu gibi kabul görmeye başlamıştı. Buna
karşın ne yazık ki evrim düşüncesine karşı -birkaç
deneme hariç- tam ve kapsamlı bir karşı tez de
üretilememiştir. Üretilemeyen bu tezlere karşılık sadece
Sa’lebi ve Taberi tarihinde karşılığını bulan Âdem’in iki
erkek çocuğu Habil ve Kabil’in kız kardeşleriyle
evlendirilmesi olayına bel bağlanmıştır. Bu hikâyenin
kaynağı ne Kur’an, ne Hadis-i Şerifler ve ne de tahrif
edilmiş Kitab-ı Mukaddes’tir. Bu hikâye, İsrailiyat odaklı
olarak üretilerek İslam dünyasına sokularak sadece tarih
ve tefsir kitaplarında yer bulmuştur.
Âdem ve Havva ile İkiz
Çocukları
ve Yılan Kılığındaki Şeytan
8. V. Batı’da Fiziki Antropoloji Işığında Yaratılış
a. İdrakli Mahluklar (Hominidler)
Batı’da fiziki antropoloji bağlamında ilk keşifler 1829-1830
yılında Belçika Engis Mağarası’nda yapılacaktı. 1856 yılında
da Almanya’nın Düsseldorf yakınlarındaki Neander
Vadisi’ndeki Feldhofer Mağarası’nda çalışan işçilerce
rastlantı sonucu bazı kemikler bulanacaktı. Daha sonra
sırasıyla 1848’de Cebeli Tarık’taki Forbes taş ocağı ile
1886’da Belçika’daki Spy Mağarası’nda keşfedilecek
kemiklerin 220.000-35.000/28.000 yılları arasında Würm
buzul devrinde yaşamış olan Neandertal türler olduğu
anlaşılacaktı. Bu iskeletler üzerindeki araştırmalar
ilerledikçe bu türlerin taş ve tahtadan aletler yapabildiği,
hayvan postlarını yüzebildikleri aletler kullandıkları ve bir
mezar kültürü geliştirdikleri, kanabilist oldukları ve burun
yapıların soğuk iklim yaşamına uygun olarak iri olduğu
noktasında fikirler beyan edilmeye başlandı.
1890 yıllarına doğru Afrika, Asya ve Avrupa’da yapılan
araştırmalar neticesinde kafatası kemikleri oldukça kalın ve
ağır olup başını pek dik tutamayan, dişleriyle çenesi büyük,
kaş kemerleri çıkık ve H. erectus/dik duran adam adı verilen
başka bir türe ait iskelet yapılarına daha rastlandı. Genellikle
taş balta çeşidi aletleri geliştirip ateşi yaygın kullandığı
tespit edildi.
1912 yılında jeolog C. Dawson ve S. Woodward İngiltere’de
keşfettikleri yeni bir türün haberini vereceklerdi ama sözü
edilen bu yeni türün alt çene ve dişlerinin modern bir
maymuna ancak kafatasının eski bir türe ait olduğu daha
sonra anlaşılacak Piltdown adamı olarak literatüre geçecek
ve bu ‘sözde iki araştırmacı’ büyük bir sahtekârlığa imza atmış
olacaklardı.
9. 1924 yılında ise ilk fosillerinin keşfedilmesiyle insan atalarının iki ayak
üzerinde dik yürüyen, çok uzağa gidemeyen, hızlı koşamayan,
konuşamayan, alet yapamayan, elleri insan elini andıran Güney Afrika
kökenli Australapitecuslar (3-1 milyon yıl) gibi insansılar yani
‘hominidler’ olarak değerlendirilmeye çalışıldı. Doğu ve güney
Afrika’da görülen bu türler yaygın bir şekilde bilinen ismiyle Lucy ya
da bilimsel adıyla A. anamensis, A. aferensis dik yürüyebiliyordu ama
gorildi. İnsana benzeyen tek yönü de leğen kemiği idi.
2.4-1.6 milyon yıl arasına yerleştirilen ve 661 cm3 kafatası kapasitesine
sahip ve insan benzeri diş yapısı özelliği gösteren Homo
habilis/becerikli adam adı konan tür 1960’larda Tanzanya’da
keşfedilecekti. Bu türün ilk alet yaptığı konusu hâlâ tartışılmaya
devam etmektedir ama araştırmacılar genellikle H. habilis’in ürettiği
aletlerin avlanmaktan çok etleri sıyırmak için yapılmış olduğuna
hükmedilecekti.
Batı’da bu ve bu bağlamda keşfedilen ve tarih öncesi çağlara ait
hominid iskelet kalıntılarının delilleri bağlamında maymundan gerçek
insana dönüşüm noktası üzerine yorumlar peş peşe gelmeye başladı.
Sonuç Afrika maymunlarının insanın en yakın soydaşları olduğu
noktasında kilitleniyordu. Ama en basitinden Miyosen devirde
görülmüş olan Ramapithecus (8-7.5 milyon yıl) ile 3-1 milyon yıl önce
yaşamış Australopithecus arası doldurulamamıştı yani boştu. Batı’da
‘insanın nasıl insan olduğu’ noktasındaki araştırmalar bu türler arasında
gensel bir geçiş olduğu ve biri diğerinin ara formu olabileceği
şeklindeki araştırmaları bıkmamacasına ve usanmamacasına hâlâ aynı
minval üzere devam ediyor. Oysaki bu türler arasında ara formların
olmadığı aşikâr olduğu gibi bu türlerin insan nesli ile de bir alakasının
olmadığı ortadadır aslında.
10. b. Kur’an’da İdrakli Mahlûklara (Homidler) Yer Verilmiş Olabilir mi?
Peki, acaba Kur’an bu türlerden söz etmiş olabilir mi? Kur’an’ın:
‘Bir zamanlar Rabb’in meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım’ demişti. (Melekler): ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan
dökecek birisini mi halife yapacaksın?” ayeti pek çok İslam âliminin
dikkatini çekmişti. Âlimler ayetin, yukarıda söz ettiğimiz gibi
Âdem’den önce Âdemlerin olabileceği noktasına düğümlenmişti
çoğu kez. Konu tartışıldı ve yaratılış olayının meleklerin levh-i
mahfuzdan bilebileceklerinden cinler olabileceğine kadar uzandı.
Bugün hiçbir tefsir kitabı yoktur ki Âdem’den önce tüm dünyanın
cinlerce doldurulmuş olduğunu yazmasın. Ama zannımca burada
unutulan bir nokta var. Ayet çok açıktır ve insandan önceki
türlerin birbirlerinin kanını döktükleri meselesidir. Acaba
kaynaklarda cinlerin kanı olduğuna dair küçük de olsa bir ima
var mıdır? Dolayısıyla Kur’an’da sözü edilen insandan önceki
canlılar konuşamayan ama alet yapabilen, iki ayak üzerinde
yürüyebilen, ateşi kontrol edebilen, ölülerini gömebilen, sadece
belli dönemlerde ve bölgede çeşitli mağaralarda yaşayıp nesilleri
kesilmiş dolayısıyla bizim idrakli mahlûklar olarak
nitelendirdiğimiz yukarıdaki türler olabilir mi? Nitekim
Kur’an’da Âdem’in eşyanın ismini sayabilmesi yani Âdem’in
konuşma yeteneği ile alakalı olarak geçmesinin de bu noktada
fikrimizi desteklediği kanaatindeyim. Bu durumda Hz.
Âdem’den önce yaratılıp yaşamış ve nesilleri kesilmiş olan bu
türlerin, her hangi bir şekilde insan soyu ile gensel bir bağı
olmadığı gibi sadece şekilsel açıdan benzerlik noktasında ortak
bir noktayı temsil ettiğini söylememizde bir sakınca
görünmemektedir.
11. VI. Arkeoloji Işığında Yaratılış
Arkeolojik olarak idrakli mahlûklar şeklinde tanımladığımız
türlerin son halkasının Neandertaller olduğu ortadadır. Bu
türlerin, Würm buzulunun son evrelerinde Suriye, Ürdün ve
Filistin topraklarını kaplayan Levant Bölgesi’nde belki de modern
insan ile karşılaşmış olma ihtimali üzerinde durulsa da soğuk
havayı geniş burunu ile içine çekerek onu vücudu için
sıcaklaştıracak bir mekanizmaya dönüştürme yetisine sahipken
havaların ısınmasıyla yaşamını artık devam ettiremediği ve bir
anda yok olduğu ortadadır. İşte arkeolojik veriler ışığında iklim
şartlarının insanın yaşamına elverişli bir hale dönüştüğü sırada -
yine arkeolojik verilerin ışığında- Son Buzul Çağı sona erdiğinde
‘ön tarımcı köy toplulukları’ olarak ortaya çıkmış ve dolayısıyla
insan ile topluluklarının bir anda ve belli bir bölgede yoğun bir
şekilde yaratılıp yaşadığı görülmektedir. Bu belli bölge, yabancı
bir arkeolog çift tarafından ‘çekirdek alanlar’ şeklinde tanımlanıp
‘Bereketli Hilal’ olarak literatüre geçirilmiş olan Doğu
Akdeniz’de Filistin ve Amanoslar, Kuzey’de Güneydoğu Toroslar
ile Doğu’da Zagros silsilesinin çizdiği hilal şeklindeki bölge idi.
İşte bu bölge içinde arkeoloji literatürüne ‘Natuf kültürü’ şeklinde
yer etmiş Filistin ve Ürdün bölgesindeki insan topluluklarının
keşfi çok önemliydi kuşkusuz. Çünkü bu kültürü ortaya koyan
insan toplulukları yukarıda izah ettiğimiz idrakli mahlûkların
aksine- yabani tahılları biliyor ve bunların ürettikleri taştan
oraklar ve kazmalarla hasatını yapabiliyorlardı. Ürettikleri olta ve
kancalar yanında kireç taşından kap kaçakları bile yapmışlardı.
Dahası bu insan toplulukları ocaklı daire şeklinde
temellendirdikleri basit kulübelerde yaşamış ilk köy toplulukları
idi ve genellikle İ.Ö. 12. bin yıl içinde tüm bu olayları
gerçekleştirmişlerdi.
12. Görüleceği gibi Son Buzul Çağı’nın idrakli mahlûklar olarak
isimlendirdiğimiz türleri artık yeryüzünde yoktu ve üretilen
nesneler de –her ne kadar bunun tersini söyleyenler olsa da-
onların ürettiklerinin bir devamı değildi. Bu aniden ve birden
bire ortaya çıkmış bir değişiklikti aslında. Bu özellik çok
geçmeden arkeoloji dünyasında fark edilmişti. Dolayısıyla bu
olağan üstü hal Önasya arkeolojisi için bir geçiş evresi olarak
algılanmış Mezolitik yani Orta Taş Çağı’nın söz konusu
olamayacağını tartışmaya açmıştı. Dolayısıyla bu çağın adı artık
arkeolojide ‘Epi-Paleolitik’ olarak değer bulmaya başlayacaktı.
Zaten üretilen bu kültürün de hemen sonrasındaki köy
topluluklarının ortaya koyacağı Şanlıurfa sınırları içindeki
Göbeklitepe kültürünü de temsil eden Çanak Çömleksiz
Neolitiğin bir ön evresi olduğu o kadar çok açık görülüyordu.
Göbeklitepe Çanak Çömleksiz Neolitik
Dönem Kalıntıları.
Körtiktepe Taş Kaplar
(Diyarbakır)
13. VII. Sonuç
Bu arkeolojik veriler ışığında ve Kur’an’ın da ifadesiyle ‘insanın (henüz) anılır bir şey değilken (yaratılmamışken)
üzerinden uzunca bir zaman geçtiğinin’ safhalarını ne kadar berrak olarak görebiliyoruz aslında. Veriler arttıkça
fulü olan bölümlerin daha da berraklaşacağı ortadadır. Tüm bu verilerin toplanmasının ve yorumlarının
yapılmasında izlenen metodun Kur’ânî olduğunu ‘yeryüzünde dolaşın da Allah’ın başlangıçta yaratmayı nasıl
yaptığına bakın’ ayeti nasıl da güzel özetliyor. Belki bu manada son söz olarak Âdem ile birlikte diğer
insanların da yeryüzüne aynı anda dağıldıklarının delili olarak ‘ant olsun, sizi yarattık sonra size şekil verdik,
sonra da meleklere Âdem için (Allah’a) secde edin dedik’ ayetini burada hatırlatmak isterim.