1. Makale / Holografik Beyin ve Holografik Evren İç İçe
İnşaat Sanayi Dergisinin Sayın Okurlarına birinci makalemde Hologramın ne olduğunu, ikinci
makalemde de Hologram Evreni tanıtmaya çalışmıştım.
Bu makalemde de sizlere ana hatları ile beyin üzerinde yapılan bazı deneyleri anlattıktan
sonra, beynin de bir hologram olduğu kanaatine nasıl varıldığını izahla Hologram Evren ve
Hologram Beyin ilişkisine deyineceğim.
Ana Hatları ile İnsan Beyni
İnsanların ve tüm memelilerin merkezi sinir sistemi başlıca üç ana unsurdan oluşur. Omurilik
, beyin sapı ve beyin. Konumuz beyin olduğu için biz beyin üzerinde duracağız.
Tüm memelilerin beyinleri ebat bakımından birbirlerinden çok farklı iseler de (fil ve fare
misali), yapı bakımından büyük benzerlikleri vardır. Söz gelimi fare beyni yapı bakımından
insan beynine en yakın olan beyindir. Bu bakımdan beyin üzerinde yapılan araştırmalarda
daha ziyade kobay fareler kullanılmaktadır.
Canlı bir beyin kabuğunun dokusu muhallebi kıvamındadır, pipetle parça parça emilebilir.
Beynin kendisi acıyı hissetmez, kafa tası uyuşturularak açılırsa beynin kendisi üzerinde acı
hissetmeden kesme biçme yapılabilir.
Beynin yapısı hakkında, kadavralardan alınan beyinler üzerinde yapılan deneylerle, artık
beynin yapısı büyük oranda biliniyor.
Fakat beynin nasıl çalıştığı hakkında tüm bilgilere sahip olabilmek için yaşayan insanlar
üzerinde deney yapılması gerekiyor. Buna da hem ahlaki olmaması , hem de yasaların uygun
olmaması nedeniyle müsaade edilmiyor. Dolayısıyla insan beyninin yapısını daha iyi
bilmemize rağmen nasıl çalıştığını pek bilmiyoruz. Bilinen kısımlarında bilinme oranı çok
düşük. Bu şuna benziyor; her vatandaş arabasının motorunun piston, sübab, krank vs. çeşitli
parçalardan yapıldığını bilir. Ancak yeterli bir mühendislik bilgisine sahip değilse, o motorun
nasıl yapılacağını, yapılan motorun depodaki benzini nasıl alıp, çalışarak harekete
dönüştürdüğünü , bu hareketin nasıl tekerleğe ulaşarak arabayı yürüttüğünün sistemini bilmez.
Şuanda beynin çalışması ile ilgili bilgilerde yaklaşık böyledir. Canlı insan beyinleri üzerinde
gerektiği kadar deney yapılamadığı için yeterli bilgiye sahip olunamamaktadır.
Beynin nasıl çalıştığı, beynin bölümleri ve görevleri, nöronlar, snaplar, beyni çalıştıran
kimyasal ve elektriksel enerjiler konusuna değinmeyeceğim. Bu beyin uzmanlarının işi, ben
sadece bir okuyucuyum. Okuduğum ve öğrendiğim bazı bilgileri mümkün mertebe basite
indirgeyerek siz değerli okuyucularla paylaşmak istiyorum. Bu nedenle beyin üzerinde
yapılan ciddi araştırma ve deney sonuçlarından, sadece konumuz olan hologram sistemle ilgili
olanlar üzerinde duracağım.
Gören Göz mü , Beyin mi
1950 ve 1953 yılları arasında James D. Watson ile müşterek yaptığı çalışma ile DNA yapısını
çözenlerden birisi olan ve 1962 yılında bu buluşlarından dolayı Nobel Ödülü alan Francis
Crick'in görme olayını ortaya çıkarmak için beyin üzerinde yaptığı detaylı araştırma ve
deneyler hakkında bazı bilgiler vermek istiyorum. (Şaşırtan Varsayım kitabından)
2. Francis Crick'in yaptığı araştırmalar gösterdi ki herkesin doğal olarak bildiğinin aksine
görenin göz değil, beyin olduğudur.
Nasıl ki bir fotoğraf makinesinde mercek resmi çeken değil , sadece resmi oluşturacak olan
ışık (renk) dalgalarını geçiren bir aygıt olup, asıl resmi ortaya çıkaran makineye takılan
filimin kimyasal yapısıdır. Burada da gözün görevi fotoğraf makinesinin merceğinin
benzeridir. Resmi ortaya çıkaran göz değil beyindir. Göz sadece görüntüyü ihtiva eden ışık
dalgalarını geçirmekle sorumludur.
Görme olayını basitçe özetlersek:
Gözümüzdeki mercek, görüş alanımızdaki görüntüyü ışık dalgaları şeklinde, gözün arkasında
bulunan ağ tabaka (retina) denilen ince bir hücre tabakası üzerine odaklar. Ağ tabaka aslında
beynin küçük bir parçasıdır.
Ağ tabaka gelen bu bilgiyi beyne iletmeden önce bir ön işlemden geçirir ve kozmik ışıkları,
gama ışınları, x ışınları vs. gibi fazla bilgiyi kısmen ortadan kaldırır.
İşlenmiş görsel bilgiyi görme sinirleri vasıtasıyla iki ana yoldan beynin arkasındaki görme
kabuğuna (kortekse) ve diğer bazı görme bölgelerine gönderir. Görme sistemi ile ilgili çok
sayıda kabuk (korteks) bölgesi vardır. Beynin bu bölgelerine gelen sinyaller aynı anda
değerlendirilerek gözümüze yansıyan görüntünün şeklinin, renginin ve kendisinin nasıl bir şey
olduğuna karar verilir.
Gördüğümüz şey gerçekte orada olan değil, beynimizin orada olduğuna inandığıdır. Biz de
böylece kesin olarak neyi gördüğümüze değil, beynimizin neye karar verdiğine inanırız.
Ancak kararı veren beynimizin hangi bölümü olduğu ve görme olayının nasıl gerçekleştiği
daha tam çözülebilmiş değil. Burada gerçeği görmenin yorumunu zorlaştıran ve
gördüklerimizin gerçeğin ta kendisi olduğuna inanmamızı önleyen başka bir olgu var.
Bilindiği gibi insan gözü, (pardon insan beyni) sadece güneşten gelen 400 nm (nanometre) ile
700 nm arasındaki dalga boyalarına ait tayf renklerini ve onun türevlerini görebilmekte, diğer
dalga boylarına isabet eden dalga boylarını görememektedir. Yani kozmik ışınların, gama
ışınlarının, x ışınlarının, ultraviyole ışınlarının, kızıl ötesi ışınların hiçbirisinin renklerini
görememektedir. Yani görme kabiliyetimiz evrende var olan sistem içerisinde çok ufak bir
alanla sınırlandırılmıştır.
3. Bizim dışımızdaki canlıların da farklı görme alanları var. Bir objeye baktığımız zaman bu
canlılarla beraber aynı şeyi değil farklı şeyleri de görebiliyoruz.
Arılar üzerinde yapılan deneylerde arıların 100 nm ile 400 nm arasındaki dalga boylarına
isabet eden renkleri de gördükleri tespit edilmiş. Yani arılar bizim görmediğimiz şeyleri
görüyorlar.
Biz bir ağaca veya çimene baktığımızda onların yeşil renkli olduğunu görüyoruz. Aynı ağaç
ve aynı çim kim bilir arılara hangi renk cümbüşü içerisinde görünüyor.
Neticede farklı gözlemciler, aynı objeyi farklı şekillerde görüyorlar. Geçen makalemizde
açıkladığımız üzere evren bir hologram ise evrendeki her şeyde hologram plak üzerinde
kayıtlı olacağına göre acaba insanlar ve arılar bu hologram kaydı farklı açılardan mı izliyorlar.
Neden biz görme konusunda çok dar bir alana hapsedildik sorularını insan kendi kendine
sormadan edemiyor. Sıkıştırıldığımız alana bakılırsa bizler bir görme fakiriyiz. Evrende var
olanın çok çok ufak bir kısmını görebiliyoruz. Hani insanlar bazı şeylerden emin olmak için
"gözümle görmediğim şeye inanmam" derler ya. Ne kadar yanlış bir yargı değil mi? Acaba bu
hologram evren ile hologram beynin bir işbirliğinin sonucu mu? Acaba bizim görmek
istediklerimiz yerine, bize gösterilmek istenenleri mi görüyoruz?
Araştırmacı Lashley, bir farenin görme korteksinin (korteksin görme ile ilgili olduğu kabul
edilen bölümü) % 90'ı çıkartılmış olsa bile farenin karmaşık görme yeteneklerini gerektiren
deneyleri hala başarabildiğini keşfetmişti. Keza Prof. Karl H. Pribram'ın yönettiği bir
araştırmada da görme sinirlerinin % 98'i kesilmiş bir kedinin de aynı biçimde karmaşık görme
deneylerini başarabildiği ortaya konmuştur.
Bilindiği üzere bir hologram sistemde, hologram filminin en küçük bir parçası dahi bütünün
kendisini gösterdiğini daha önce gördük. Bu ve buna benzer diğer deneylerde de görüldüğü
üzere kesilip çıkarılan % 90 ve % 98'lik bölümlere rağmen geri kalan % 10 ve % 2'lik
4. parçalarla görme işlemi devam ediyorsa o zaman beyin içinde, hafıza gibi görmenin de bir
hologram gibi çalıştığı kanaatine varıldı. Nitekim Francis Crick'in çalışmaları da bu görüşü
destekler niteliktedir.
Bir hologramın başlıca özelliği, bir nesneyi orada olmadığı halde oradaymış gibi gösteren bir
illüzyon yaratması olduğuna göre biz gerçekte bir illüzyon mu görüyoruz sorusu akla
gelmiyor değil. Nitekim asırlardan beri mistik sufiler tarafından iddia edilen bu hususlar 21.
asırda bazı bilim adamlarınca da ifade edilmeye başlanmıştır.
Beyin Bir Hologram mıdır?
Uzun yıllar hatıraların beyinde belirli bir yerde depolandığı kanısı hakim olmuştur. 1940'lı
yılların başlarından itibaren bunun hakikaten böyle mi olduğuna dair araştırmalar yapılmaya
başlandı.
Bu araştırmayı başlatanlardan birisi de Prof. Karl H. Pribram'dı. 1946 yılında Karl H. Pribram
o dönemin büyük nöropsikoloğu Karl Lashley'le çalışmaya başladı. Karl Lashley 30 yıldır
hafızadan sorumlu olduğu zannedilen, beyindeki belirlenmeyen mekanizma üzerinde
çalışıyordu.
Beyinde bir yerlerde olduğuna inanılan hatıra izlerine engramlar deniyordu. Bu engramın
nasıl bir şey olduğunu bir nöron mu , yoksa özel bir molekül mü olduğunu hiç kimse
bilmiyordu.
Bu konuya açıklık getirmek üzere yaptığı deneylerde Leshley fareleri bir labirent içinde
koşturmak gibi çeşitli görevleri yerine getirmek üzere eğitiyordu. Sonra bu farelerin
beyinlerinin çeşitli bölümlerini ameliyatla çıkarttıktan sonra aynı farelere bu deneyleri yine
uyguladı. Beyinlerden bazı bölümlerin çıkarılmasının gayesi, farelerin beyinlerinden labirent
içinde koşma yeteneklerinin anılarını devre dışı bırakmaktı. Deney sonunda gördüki, farelerin
sağlık durumları zayıflıyor ve labirentin koridorlarında beceriksizce topallıyorlardı. Ama
beyinlerinin büyük bir bölümü çıkartılmış olsa bile hafızaları hiç bozulmuyordu ve fareler
daha önce öğrendikleri görevlerini yerine getiriyorlardı. Yani beyinlerinden hangi oranda
parça alınırsa alınsın anıları ortadan kalkmıyordu. Pribram için bu sonuçlar olağan üstü
bulgulardı. Pribram'a göre, eğer hatıralar beynin içinde, belli yerlerde, kütüphanedeki
raflardaki kitaplar misali özel bir yere sahipse, beyindeki bu cerrahi müdahaleler neden onlar
üzerinde etkisiz kalıyor, fareler daha önce öğrendiklerini aynen tekrarlıyorlardı. Pribrama'a
göre bunun tek nedeni, hatıraların beynin belirli bölgelerinde yerleşmiş olmayıp, tüm beyin
içine bir biçimde yayılmış veya dağıtılmış durumda oluşuydu. Bu durumun oluşmasına hangi
mekanizma yada sürecin neden olduğu konusunda bir fikir ileri süremiyorlardı. Taki 1960
yılının ortalarında hologram düzeninin nasıl kurulduğu açıklanana kadar.
Hologram, hatıraların beyinde belirli bir yerde olmayıp da tüm beynin içine nasıl olup da
dağılmış bulunduğuna bir yanıt getiriyordu. Eğer bir holografik filmin her bir parçası , bütün
bir genel görüntüyü (imajı) yaratabilmek için gereken tüm bilgiyi kapsıyorsa, beynin her
parçasının da yine aynı biçimde tüm hafızayı hatırlayabilmek için gerekli olan tüm bilgiyi
içermesi mümkündü. Pribram bunu böyle düşünüyordu. Bu benzerlik çok çarpıcıydı ama bu
kuramın daha sağlam kanıtlarla desteklenmesi gerekiyordu. Bu destekte Indiana Üniversitesi
Biyologlarından Paul Pietsch'in araştırmalarından geldi. Başlangıçta Pribram'ın görüşlerinin
karşısında olan Pietsch , Pribram'ın görüşlerini çürütmek üzere semenderler (dört bacaklı
kertenkeleye benzer bir hayvan) üzerinde çok çeşitli deneyler yaptı.
5. Bu hayvanların beslenme alışkanlıkları ile ilgili 700'den fazla operasyon yaparak beyinlerin
sağ ve sol yarım kürelerinin yerlerini değiştirdi. Fakat bu değişiklik beslenme alışkanlıklarını
etkilemedi. Başka deneylerle bu hayvanların beyinlerini dilim dilim kesti, fiskeledi, karıştırıp
kardı, eksiltti, hatta kıyma haline getirdi. Ancak beyinlerinden geri kalan kesilmemiş parçalar
yerine yerleştirildiğinde , semenderlerin davranışları yine normale döndü. Yani hologram
kurallar burada da kendini gösterdi.
Pribram'ın muhalifi olan Pietsch en büyük taraftarlarından biri oldu. Hatıralarda ve görmede
olduğu gibi beslenme davranışlarının da beynin her tarafına hologram bir yapıda dağılmış
olduğu tespit edildi. Bütün bu kanıtlara karşın Pribram'ın holografik modeli halen son derece
tartışmalıdır. Çoğu bilim adamı henüz Pribram'ın görüşünü kabule hazır değildir.
Bütün bu bulgulardan ve 1970'lere gelindiğinde bu kuramı doğrulayan yeterince kanıt
biriktikten sonra Pribram'ı şu soru rahatsız etmeye başladı. "Eğer beyinlerimizdeki gerçeklik
görüntüsü aslında bir görüntü değil de, bir hologramsa bu neyin hologramıydı?"
Bu sorgulamadan sonra Pribram, holografik beyin modelinden çıkartılacak mantıksal
önermenin, nesnel gerçekliğin yani bizim gördüğümüzü zannettiğimiz her şeyin, belki de
gerçekte var olmadığı yada bizim inandığımız anlamda var olmadığı, sonucunu doğuracağını
algıladı. Aynı şeyi yüzyıllar boyu mistikler, (tasavvufçular) söyleyip duruyordu. Acaba
onların söyledikleri doğru olabilir miydi? Bizim gerçeklik dediğimiz şey aslında hayal miydi?
Bu zihin kargaşası içerisinde olan Pribram, bir çözüm aramak için önce fizikçi olan kendi
oğluna gitti. Onun yönlendirmesiyle de Prof. David Bohm'un çalışmalarını incelemeye
başladı. Pribram bu incelemelerden sonra kendi sorusunun yanıtını bulmanın yanında
Bohm'un görüşüne göre tüm evrenin de bir hologram olduğunu öğrenmiş oldu.
Pribram ve Bohm bir arada düşünüldüğünde, bunların ortaya koyduğu kuramlar yeni ve son
derece anlamlı bir dünya tasarımı yaratmaktadır. "Beyinlerimiz, temelde başka boyutlardan,
uzay ve zamanın ötesindeki daha derin bir varoluş düzeninden yansıyan frekansları
yorumlamak suretiyle nesnel gerçekliği matematiksel olarak oluşturmaktadır. Beyin,
holografik bir evrenin içerdiği bir hologramdır."
"Bu anlayışa göre bizim alıştığımız ve algıladığımız anlamda bir dünya yoktur. Bizim
dışımızdan gelen bir dalga ve frekans okyanusu vardır. Bu dalgalar girişimini , hologram
beyinlerimiz bize dağlar , nehirler, canlılar ve bizim gördüğümüz nesnel varlıklar olarak
dönüştürmektedir. Yani gördüklerimiz, yaşadıklarımız ve bizatihi bizler kendimizde birer
gerçek olmayıp başka bir hologramdan yansıyan hayali nesneleriz. Yani bizler başka bir
hologram görüntüye bakan kimseler değil, o hologramın parçalarıyız."
Kur'an-ı Kerim "Ankebut Suresi (29/85)"
Ayet 64 Şu iğreti dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan başka şey değildir. Ahiret yurduna
gelince, asıl hayat işte odur. Ah bilebilselerdi.
Bu yazdıklarıma bakarak sakın bu adam aklını oynatmış demeyin. Bunlar benim görüşüm
değil, dünyaca ünlü iki profesörün uzun yıllara varan çalışmalarının ve deneylerin sonucunda
ortaya koydukları ve bilim dünyasında tartışılan görüşlerdir.
Geçen yazımda sizlere aklınıza mukayyet olun demedim mi?