SlideShare a Scribd company logo
1 of 61
Download to read offline
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Kertenkele
Öyküleri
Ve
Multipl Skleroz
Yazan-Çizen
Doç. Dr. Sultan Tarlacı
Ege Sağlık Hastanesi, İzmir
28 Kasım 2012
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Kertenkele Kuyruğu Hakkında Bilimsel Not
Kertenkeleler, tehlike anında, kendi kendilerine, kuyruklarını bırakıp kaçabilirler.
Buna kendiliğinden uzuv koparma denir. Başka hayvanlarda da bu durum olmasına
karşın, özellikle kertenkelelerde sık izlenir. Kuyruğu bırakma bir savunma ve
korunma yoludur. Kuyruk, saldırıyı yapanı oyalarken, gövde uzaklaşır ve hayatta
kalma oranını bu yöntemle arttırır. Diğer yandan, kertenkele gibi bir hayvanın
ağırlığının önemli bir kısmını kuyruk ağırlığı oluşturduğundan, ağırlığın bırakılması
daha da hızlı kaçmaya imkan verir.
Kuyruk bırakma tam olarak hayvanın durumuna bağlıdır. Kertenkeleler, kuyruklarına
dokunulmadan da kuyruklarını bırakırlar. Dışsal uyaran olmadan, içsel sinir hücresel
uyarışlarla kuyruk bırakılır. Sadece görsel olarak tehlikeyi görmek bile kuyruk
bırakma için yeterli bir etki yapar.
Bazı kertenkeleler, enerjilerini sağlayan yağın önemli bir kısmını kuyruklarında
depolarlar. Bu da saldırganların kuyruğu tercih etmelerini sağlayabilir. Bazı türlerde
ise kuyruk daha dikkat çekici olsun diye, gövdeden daha farklı ve parlak renklidir.
Diğer yandan, enerjiden zengin kuyruk daha uzun hareket eder ve saldırganın
oyalanmasını uzatır. Uzun oyalanma esnasında kertenkelenin kaçma-kurtulma oranı
daha da yükselir.
Bu ilginç korunma yönteminin daha da ilginç yanı, bırakılan ya da kaybedilen
kuyruğun kısa sürede, tüm kısımları ile (sinirler, kas, toplar ve atar damarlar)
oluşmasıdır. Kertenkelelerin çoğunun kuyruğu 12 haftada eski halini alırken, bazı
türlerde bu süre 4-5 hafta sürebilir. Düzelme tüm dokuların bütün olarak oluşması
anlamına gelir. Bırakılan kuyruğun nasıl yerine geldiği sorusu üzerinde çok çalışma
olmasına karşın, cevaplarda henüz çok uzaktayız. MS açısından ise en önemli şey,
özellikle sinir hücresi gelişmesinin, kuyrukta tekrar nasıl olduğunu anlamaktır.
Bunun sırrını çözdüğümüz gün, MS dahil bir çok hastalığın tedavisini bulmuş
olacağız.
Kertenkelelerin bu olağandışı ve mucizevi kendini yenileme yeteneği önümüzde çok
iyi bir örnek olarak durmaktadır.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
BÖLÜM I
Kafamdaki Kertenkele
Kuyruğu
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
23 Mayıs 2001
Sıradan akşamlardan farklıydı
Saat sekize doğru, yüzümün sol tarafında, yanağımda, seğirmeler başlamıştı. Birkaç
saat içinde, seğirmeler, yanağımdan göz çevreme yayıldı ve ‘Bir şeyler mi oluyor
bana?’ diye düşündüm.
Hatta iki gözümü aynı anda kapatmaya çalıştığımda, sol gözümün daha geç
kapandığını hissediyordum.
Eşime dönüp ‘Bir bakar mısın? Sol gözüm daha mı geç kapanıyor?’ diye sordum. O da
her zamanki rahatlığıyla ‘Yok canım… Bir şey yok’ dedi. Sanki bana göre bir şey vardı
ama ne? Saat gece yarısına yaklaşmıştı ve uyku saatim gelmişti. “Haydi hayırlısı!
Sabaha belli olur” diye düşünürken, eşime “Yatalım” dedim.
Aslında uyumak için yatmaya gitmek de anlamsızdı. Çünkü yaklaşık beş-altı aydır –
daha sonra da uzun zaman olacağı gibi – uyku tutmuyordu. Her zaman, saat gece
yarısına yaklaşırken “tık” diye uyuyan ben, gecenin ilerleyen saatlerine kadar yatakta
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
debelenip duruyordum. Herkesin önerdiği “koyun sayma” işini çok denemiştim o
geceye kadar ama tekdüze işler beni sıktığı için, koyun saymak da sıkıyor, hatta
yatakta daha fazla döndürüyor, adeta boğuyordu.
Asıl neden “uyku hijyeni” denen şeyin eksikliği değildi. Odanın ısısı normaldi ve 96
m² nispeten küçük bir ev için gayet iyiydi. Dışarıdan gelen gürültü, patırtı yoktu. Aç
değildim. Yoğun çay, kafein almamıştım. O saatlerde, uykumu kaçıracak yeni bir film
izlememiş veya kitap okumamıştım. Evet, sanırım bunlar yerli yerindeydi ama yine
de uykuya dalamıyordum. Dışsal uyku hijyenim görünürde iyiydi. Eksik olan, içsel
uyku hijyenimdi.
Üç aydır her yerde, gece gündüz, yerken içerken, kafamda aynı şey dolanıp
duruyordu: ‘Bana bunu nasıl yaptılar? Nasıl bu iftirayı attılar?’” Ben bunu hak
etmemiştim. Ya da hak etmek için ne yapmıştım ve belki de en önemlisi ne
yapmamıştım? Evet, bir şeyleri eksik yapmıştım.
Bu düşünceler arasında koyun saymayı ısrarla reddetme sebebim belki de lisedeyken,
Almanya’da işçi olarak çalışan babamı senede bir gördüğümde bana “Oku. Doktor ol.
Yok, ‘okumayacağım’ dersen ve istersen sana otuz-kırk tane koyun alırız, çobanlık
yaparsın” demesi miydi? Oysa çevremizde o güne kadar otuz-kırk küçükbaş hayvan
alıp da çobanlık yapan da yoktu ama belki de koyun saymaya bu kadar karşı olmam
ve her sayışımda yedinci koyundan başa dönmem bundan olabilirdi.
Babamın korkutması ile değil, kendi isteğimle tıp doktoru olmaya karar vermiştim.
“Ben doktor olacağım” diye sürekli kafamdan geçiriyordum. Aslında doktor olmak,
benim için ‘hasta muayene etme’ ile eş anlamı değildi. Doktor olmak, bilim adamı,
araştırmacı olmaktı. Bu nedenle doktor olmayı istiyordum, hasta muayenesi yapmak
için değil. Daha ortaokuldayken babama zar zor bir mikroskop aldırmış ve yaprakları,
soğan zarlarını evde inceler olmuştum. Kışın soğuklarında kar tanelerini görebilmek
için mikroskobumla dışarıya çıkıyor, sıcak lamdan ve nefesimden kar tanelerinin
buharlaşmaması için kendimi ve mikroskobumu önce soğutuyor, yarım saat sonra da
kar tanelerinin o mucizevî görüntülerine ulaşıyordum. Kitaplardaki o birbirine
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
benzemeyen kar tanelerinin muhteşemliklerini görüyordum. Şimdilerdeki gibi bilgiye
rahatça ulaşma imkânı sağlayan internet olmadığı için de bulduğum birkaç kitabı,
şehrin 20 km. yukarısında olan ve elektrikler bir kesilince üç gün gelmeyen bir dağ
köyünde inceliyordum.
Ama çok iyi hatırlıyorum, o dönemde evlerde olan gaz lambaları ışığında adeta
zihnim açılıyor ve muhteşem bir öğrenme yeteneği kazanıyordu. O gaz lambaları
ışığında hazırladığım dönem ödevi ardından, ortaokul müdürü (o zamanlar fen bilgisi
ve tasarım dersine de giriyordu) amcamı çağırarak “Bu çocuğu meslek lisesine değil
de düz liseye verin. Bu çocuk çok parlak, zeki, gelecek vaat ediyor” diye uyarmıştı.
Babam, işçi olarak çalıştığı Almanya’dan senede bir ve nadiren iki kez geldiği için
benim okul ve diğer durumlarımla amcam ilgilenirdi. Yalnız beni bu gibi meseleler
ilgilendirmezdi. Beni ilgilendiren –bir şekilde– bilim adamı olmaktı. Bunu nasıl
başaracağımı bilmeden amcamla, ‘düz lise’ denilen liseye kaydolmaya gittim.
Lisede çok başarılı sayılmazdım. Özellikle Matematik ve Tarih dersleri benim için
zordu. Ha evet bir de Edebiyat dersi... Özellikle Divan Edebiyatı… Ama buna rağmen,
minyon tipli güzel Edebiyat öğretmenimden mi ne edebiyat derslerine severek
giderdim. Her şeye karşın, yine de en çok sevdiğim ders, lise ve ortaokulda
Biyoloji’ydi. Biyolojide de sinir sistemine bayılırdım. Elime geçen Fen ve Biyoloji
kitaplarının “sinir sistemi” bölümlerini defalarca okur ve hatta yıl bitince tatile
girdiğimizde Fen kitaplarının sinir sistemi kısımlarını kesip-koparıp bir kenara
özenle saklardım. Sinir sisteminde özellikle yıllar sonra daha çok kullandığım, sinir
hücrelerinin kendini baştan yaratmasını veya yenilemesini anlatan “rejenerasyon”
kelimesi beni etkilerdi. Rejenerasyon yani kendini yenilemesi, yeniden oluşturması…
“Hücrelerin AnKa kuşu gibi küllerinden yeniden DOĞMASI…”
Her kitapta şöyle yazardı: “Diğer tüm organlar rejenere olabilir ama sinir sistemi
rejenere olamaz, yani kendini yenileyemez. Hasar gördüğünde büyük oranda
düzelmeden aynı kalır…”
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Ben de “Allah Allah bunu neden hala çözemediler ki…” diye düşünerek, kafamda bir
mantık üretip sanki sadece benim bir küçük bilim adamı olarak bildiğim,
başkalarının bilmediği kertenkeleler üzerinden çözüm üretmeye çalışırdım.
Kertenkeleler, bir tehlike anında kuyruklarını bırakıyorlardı… Kuyrukları kendi
kendine hareket ederek düşmanı oyalarken kertenkelenin ana gövdesi kaçmaya
zaman buluyordu. Bu kertenkele, zaman içinde, herhangi bir tehlike anında
bırakılmaya hazır yeni bir kuyruk geliştirebiliyordu ve bu ‘yeni kuyruk oluşturma’
işini, kopan kuyruk yenilenirken rejenere olan bir sinir sistemi ile sağlıyordu.
Benim lisedeki çocuk aklıma göre bu kuyruğun yeniden oluşmasını ve büyümesini
sağlayan şey her neyse tüm kitaplarda dillendirilen, sinir hücrelerinin ‘rejenere
olamama’ sorununa bir çözüm getirebilirdi ve sanki bunu bir ben biliyordum da tüm
dünyanın bundan haberi yoktu.
Bu düşüncemden dolayı kurak yaz aylarında gözlerimi kesme taştan örme sıcak
duvarlara diker, kaçışan kertenkele görünce, bulduğum bir şeylerle hayvanın üzerine
hızla vurmaya çalışır ve kuyruğunu bıraktırmaya zorlardım. Başarıyordum da bazen.
Çok zor bir şeydi bu çünkü kertenkeleler, epey hızlı kaçıyor ve duvarda 90 derece
dönüşlü hareket ediyor, göz açıp kapayana kadar örme duvarda bir deliğe girip
kayboluyordu. Onun kaybolmasının ardından kuyruğunun geride kalan kısmına
saatlerce bakıp kalıyordum ama aklım kertenkelenin gövdesinde yani kaçan
kısmındaki kuyruk yerinde kalıyordu. Orada ne oluyordu da, sinir sistemi yeni bir
kuyruk oluşturabiliyordu? Nasıl?
Ama beni uyutmayan bu kertenkele anılarım değildi ki… O anılarımı hep bir saflık ve
sıcaklık içinde hatırlardım. Bu değildi.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Yoksa üniversite yıllarımın verdiği bir sıkıntı mıydı? Liseyi başarılı bir derece ile
bitirmiş ve üniversite giriş tercihlerim arasında Astronomi ve Arkeolojiyi de
düşünmüştüm ama beşinci ve altıncı sıralardaydı onlar. Çünkü öğretmenim bana
“Oğlum o meslekler aç kalır” deyip gözümü korkutmuştu. Ben de Biyoloji ve sinir
sistemi aşkına ilk beş tercihime Tıp Fakültesi yazdım ve Erzurum Atatürk üniversitesi
Tıp Fakültesini iyi bir puanla kazandım. Fakültede kötü bir birinci ve ikinci sınıf
geçirdim. Çünkü Tıp Fakültesi olmasına rağmen, ilk iki yıl, Matematik, Fizik, Türkçe,
Tarih gibi liseden beri hoşlanmadığım dersler yoğunluktaydı. “Allah Allah! Yanlış
yere mi geldim” diye de sık sık düşünürdüm. Üstelik bu düşünceler içinde İstatistik
dersinden adeta çakıyordum. Ama Tıp 3. sınıftan sonra zihnim iyice açıldı. Çünkü
sinir sistemi ve fizyoloji gibi beklediğim dersler vardı.
Sinir sistemi aşkım fizyoloji derslerinde adeta en üst noktaya çıktı. Fizyoloji
hocamızın Üner Tan olması da ayrı bir güzellikti. Sanırım benden başka herkes onu
yarı deli kabul ederdi. Ancak ben deliliğinin dahilikle bağlantılı olduğunu sezgisel
olarak onda görmüştüm.
Sinir sistemine dair öğrendiğim her şey, bende derin heyecanlar ve mucize hissi
oluşturuyordu. Bu derslerle “Kertenkele” sırrına artık daha çok yaklaşmıştım. Altı
yıllık bir eğitim ardından Tıp Fakültesini birincilikle bitirip bilim adamı olmanın yolu
aradım. (Diplomamı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf
Denktaş’tan almıştım, her zaman boynunda taşıdığı fotoğraf makinesi ile beni de
çekerek ölümsüz karelerine eklemişti)
Yalnız, fakülte bitince, her ne kadar adınızın önünde “Dr” unvanı olsa da “Pratisyen
Hekim” oluyorsunuz ve araştırıcı bilim adamı olmakla uzaktan yakından ilginiz
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
olmuyor. Sadece düz bir hekim oluyorsunuz ama her konudan da anlıyorsunuz!
Genelde bu istenmeyen bir konumdu.
O zaman ne yapmalıydı? Herkesin kafasında olduğu gibi benim de kafamda elbette
bir alanda uzman olmak vardı. Ne uzmanı? Sinir sistemi aşkı beni yine de bırakmadı
ve beyin cerrahisi seçmeyi düşündüm ama çevremde bugün de geçerli bir söz vardı:
“Doktorun aptalı cerrah olur, daha da aptalı beyin cerrahı olur.” Bu söz kafamda
yankılanıp duruyordu. Belki de öyleydi. Daha bir yıl önce, bir beyin cerrahı asistanı
ile gece nöbet tutarken karşılaşmış ve bana Amerika’nın Irak’a girdiğini bir ay sonra
öğrendiğini söylemişti. Şoke olmuştum. Dünyadan kopuk bir uzmanlık! Ayda on altı
gece nöbet… Yat, uyu, yemek ye, nöbete git, ertesi gün çalış, akşam evine uyumaya
gel, ertesi gün nöbete git şeklinde bir düzen… Bunu yapamazdım.
O zaman, yine, sinir sitemiyle ilgilenebileceğim bir alan tercih etmeliydim.
Herhalde o günlerde kafamda “Buldum! Buldum!” gibi bir aydınlanma olmadı ama
sonunda nöroloji uzmanı olmaya karar verdim. Bu buluş ardından uzmanlık
sınavında ilk beş tercihimi nöroloji uzmanlığına ayırdım. Formalite olarak altıncı
tercihe beyin cerrahisi yazdım. Nörolojiyi seçmem, arkadaşlar arasında sorun
olmuştu. Sürekli yanıma gelip “Oğlum ne yapıyorsun! Sen fakülte birincisisin. Sen
kazanırsın. Göz yaz, dâhiliye yaz… Ne yapacaksın nörolojiyi?” diyorlardı. Ama ben her
zamanki dik başlılığımla devam ettim. Uzmanlık sınavı geldi geçti ve Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Nöroloji bölümünü çok yüksek bir puanla 20 bin kişi içinde 19. olarak
kazandım. Bu kadar yüksek puanla genelde “göz” gibi çok istenen -göz’de
uzmanlıklar- seçildiğinden, sık sık “Ya sen ne yaptın… Puanına yazık oldu” diyorlardı.
Ama ben öyle düşünmüyordum. Nöroloji İstediğim bir uzmanlıktı. Ege Üniversitesine
Ana Bilim Dalı başkanıyla tanışmaya gittiğimde de olumlu bir görüşme yaptım. Çok
sakin ve olgun tavırlı gördüğüm bayan başkan “Çok güzel, galiba sen çok yüksek bir
puanla bize gelmişsin. Bu bizim için de iyi… Çıtayı yükseltecek bu… Senden sonra
gelecekleri de zorlayacak” dedi. Ama bu sözlerden tam beş yıl sonra çıtanın
yüksekliğinin ne durumda olduğunu, kişilere göre nasıl değiştiğini anlayacaktım.
Asistanlığım dört buçuk yıl sürmüş, göz açıp kapayana kadar bitmiş ve uzmanlığımı
alalı üç ay olmuştu. Beni uyutmayan ve yüzümde seğirmelere neden olan şey, uzman
olarak bir yerlere tayin olma heyecanı mıydı? Yok, yok… Sanırım o da değildi.
Bütün bunların nedeni bana atılan iftiraların verdiği kaygıydı. Çünkü kafamda “Bana
bunu nasıl yaparlar? Ben fakülteyi birincilikle bitirdim. Bu üniversiteye ilk tercihimle,
yüksek bir puanla girdim. Asistanlığımda birçok uluslararası yayın yaptım. 2000 ve
2001 yılında iki kez TUBİTAK beyin araştırmaları derneği ödülü, ardından da Sedat
Simavi sağlık bilimleri ödülü aldım ve bütün bunları yok sayarak ‘sana bu
üniversitede kalman için yeşil ışık yakmıyoruz’ dediler” düşüncesi dolanıp duruyordu.
Tüm bu düşünceler arasında “Yarın ilk iş olarak bir avukata gideceğim ve bu iftiraları
atanları mahkemeye vereceğim” diyordum kendi kendime…
Bu iftira benim tüm hayatıma girmiş, iftiraların sınırları İzmir’in dışına taşmış ve
sağır sultan bile iftirayı duymuştu. Başvurduğum diğer hastanelerde bana “senin için
o’cusun diyorlar” diye yüzüme söylüyorlardı. Manisa Celal Bayar Üniversitesine
gitmişti aynı iftira… Aydın Adnan Menderes Üniversitesine başvurdum oraya da
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
gitmiş. Bu iftiradan kurtulmalıydım. Oysa ben yaşamım boyu bir gruba, fikre ve
ideolojiye ait olmamıştım.
Biraz uyku sarhoşluğu, yüzümün sol tarafındaki seğirme ve göz kırpmalarımdaki
gecikmeler arasında “Tabip odasına da şikâyette bulunmalıyım” diye düşündüm. Saat
sabaha karşı 03:00 gösteriyordu. Uyuyamıyordum ama ne de olsa sabah gideceğim
bir işim yoktu. İşsizdim… Nöroloji uzmanıydım ve klinikten ayrılmam gerektiğinden
aktif olarak çalışamıyordum. Uyumasam ne olacaktı ki? Eşime baktım, gayet derin bir
şekilde uyuyordu.
Yataktan kalktım. Balkona çıkıp bir sigara yaktım. Yüzüm ısrarla seğiriyordu. Bir
nörolog olarak içimden bir ses geçti. Ama bu ses sezgisel değil, tam olarak bilgi ve
tecrübeye dayalıydı: “Oğlum bu seğirmelerin ardından bir pislik çıkacak… Hadi
hayırlısı…”
Beni, seğirmeden ve uykusuzluktan daha çok atılan iftira geriyordu. Güya ben bir
dinci gruba bağlıymışım. Dinciymişim! ‘Ben, ne yaptım da acaba böyle bir fikre neden
oldum?’ diye ısrarla ve karşı konulmaz bir şekilde düşünüyordum. Kendi kendime:
“Bunu nasıl derler? Ben ömrüm boyunca hiçbir –loji uzantısı içeren fikrin peşinden
gitmedim. Sadece mantığımın ve bilgimin egemenliğinde, doğru bildiğim yolda hep
yalnız gittim. Ve hiçbir gruba ait olmadım. Evet, dinci kabul edilen, geniş bir takipçisi
olan ve sözü edilen kişinin grubuna dahil olup onun peşinden giden pek çok kişi
Erzurum’da, Tıp Fakültesinde okurken çevremde vardı. Onlardan çokça arkadaşlarım
da vardı ama aynı arkadaş çevremde PKK’lı olduğunu sonradan öğrendiğim kişiler de
vardı. Ülkücüler de, dev solcular da… Ben hiçbirisine ait olmamıştım ki... İpimi
birilerinin eline vermek zaten mantığıma aykırıydı. Çünkü ben, sürüler oluşturan,
güdülen koyunlar gibi olamazdım. Evet, belki de tüm gece koyun saymayı bundan
reddediyordum. Bana sen “bir sürüye katılan koyunsun” demekle, sen “o’cuymuşsun”
demek arasında fark yoktu ki…
Balkonda sigaramı içerken derin bir sessizlik hissettim. Bazen bu gibi derin
sessizliklerde sorguladığım, tanrı, yaradılış gibi felsefi-mistik konuları klinik içinde
tutamadığım dilimle konuşmam ve tartışmam mı bu iftiralara neden oldu acaba diye
düşünürken sigarayı söndürüp yatağa döndüm. Saat sabaha karşı 4’e gelirken
yüzümün solundaki seğirmelerle ve iftira düşünceleri arasında koyun olmayı ve
saymayı reddederek uykuya daldım.
Her günkü gibi sabah 08.00’de, saatin çalması ile uyandık. Ben hemen yatak odamda,
sol yanımda duran aynaya yönelerek, yüzüme baktım. Eşime dönerek “Galiba yüz
felci oldum!” dedim. Sakindim. Ne de olsa uzman bir nörologdum. Yüz felci benim
tedavi hastalıklarımdandı ve bu güne kadar, asistanlığımda, hiç saymadım ama belki
50, belki de 200 hastayı tedavi etmiştim. Hepsi de gayet iyi şekilde iyileşmişti. Eşim,
sabahları her zaman zor uyanır ama “Ben yüz felci oldum”u duyunca heyecanla
yatağa oturdu ve “Bakıyım” dedi. Bakmasına gerek yoktu. Ne de olsa ben uzmandım.
Aynaya bakmaya devam ettim.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Eşim de sırtımdan öne uzanmış ve aynadaki yüzüme bakıyordu.
Kaşımı kaldırmaya çalıştım olmadı. Gözümü kapamaya çalıştım olmadı. Burun
kanadımı kaldırmaya çalıştım olmadı… Islık çalmak için dudaklarımı büzdüm, cılız ve
başımın arkasında nefesini hissettiğim eşimin duyamayacağı bir ses çıkardım.
Yanaklarımı şişirmeye çalıştım ama dudağımın sol tarafından “püf, püf” diye hava
kaçtı. Evet, yüz felci olmuştum. Kalkıp banyoya, yüzümü yıkamaya gittim ve çıkar
çıkmaz “Ben bir eczaneye gideyim, kortizon başlamam lazım” diye eşime endişeli
bakışları arasında söyledim. Endişeliydi çünkü üç-dört aydır hiçbir şey yolunda
gitmiyordu. Sıkıntımı görüyor ve içinde yaşadığım iftira patlamasının seslerini bir o
duyuyordu.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
27 Şubat 2001
Yeterli, senin cevaplarına inanırım ben!
Her günkü gibi Ege Üniversitesinde Nöroloji kliniğinin olduğu altıncı katın yolunu
tuttum. Önümde on gün kadar bir zaman kalmıştı ve uzmanlığımı aldıktan sonra
ayda bir yapılması gereken, akademik kurul kararı ile sürenin aylık uzatılması işi
yapılmıyordu. Biraz ne olacağını bilememenin heyecanıyla Ana Bilim Dalı başkanı
Prof. Cumhur Ertekin’in odasına gittim... Gözleri sulanmıştı. Belki de ağlamıştı.
“Günaydın hocam” diyerek açık kapıyı formalite icabı tıklatıp odasına girdim.
Asistanlığım süresince tezimin yöneticisi ve çalışma hocam olduğundan sık sık
odasını ziyaret ederdim. Araştırmaların sonuçlarını değerlendirmek için veya
konuşma yazma planlarımız için… Odasına birçok insana göre rahat girerdim. Ama
saygımı da hiçbir zaman eksiltmedim. Dört yıl boyunca her zaman yaptığım gibi
masasının önündeki deri koltuklardan birine oturdum. Daha ben söze başlamadan ve
nereden başlayacağımı düşünüp, biraz daha zaman kazanmak için koltuğa
yerleşmeye çalışırken söze girdi:
—Görüyor musun bana ne yapıyorlar. Ben ki, 1980’lerde demokrasi mücadelesi için
üniversiteden uzaklaştırılmış bir adamım. Bana adeta ültimatom gibi yazı yazıyorlar
ve çocuğum gibi yanımda yetiştirdiğim, bir çoğunun doçent olması için makalelere
adını yazdığım insanlar ‘Klinik içinde anti-demokratik ortam düzelinceye kadar
akademik kurul toplantılarına katılmayacağız” diye bana yazı yazıyorlar. Konuşurken
gözlerine bakıyordum. Zaten beraber çalıştığımız dört yıl boyunca, tez hocam da
olduğu için hep kafasına ve gözlerine bakmıştım. Son zamanlarda o gözlerini, yaşı
altmışı geçmesine karşın çoğu kez ıslak görüyordum. İntihar eden oğlunun yoğun
bakım zamanlarını ve daha da eskilerde oğlunun trafik kazası geçirip uzun dönem
komada kaldığı dönemleri bana anlatırken de gözlerindeki ıslaklığı görmüştüm. Ama
şimdi biraz daha ıslaktı, muhtemelen ağlamıştı. “Beni “antidemokratik” olarak
sunuyorlar” diyerek düşüncelerimi böldü ve ekledi “Daha sekiz ay önce hepsi bana
‘Hocam sen başkan ol, seni seçelim’ dediler. Hepsi bana anabilim dalı başkanı olmam
için oy verdi. Dört yıl önce de başkan olmamı kendileri istemişti. Şimdi ne değişti ki
beni protesto ediyorlar, istemiyorlar!
Bu arada masasının arkasındaki duvara gözüm ilişti. Her zaman arkasında çerçeveli
iki şey görürdüm. Birisi 1980’de üniversiteden atıldıktan sonra geri gelme yazısı,
diğeri ise neredeyse ülkemizin sayılı altın bilim adamlarının üye olabildiği Türkiye
Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliği belgesiydi. İlerlemiş yaşına rağmen, basit
kavramlardan büyük heyecanlar yaşayarak adeta çocuk gibi sevinerek bilimsel
çıkarımlar yapan, sürekli yanındaki kişilerin kendinden daha yaratıcı olmasını isteyen
ve bununla mutlu olan hocamın sayısız denilebilecek ödül belgesi vardı. Yurt içinden,
yurt dışından… Ama bunların hiçbirini ne Ana Bilim Dalı başkanı olmadan önce ne
de başkan olduktan sonra duvarlara astığını görmüştüm.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
—Bu ültimatom beni 1980’dekinden daha çok zedeledi, diye ekledi. Sözünü
bitirmeden “Ya kusura bakma, benim sıkıntılarımı da sana anlatıyorum” diye ekledi.
Kime anlatabilirdi ki? Klinikte herkes ona karşı cephe almıştı.
— Bu sabah neşeli ama çelebi olmayan bir hoca geldi. Daha önce bir gün de aracı gibi
başkası gelmişti. Senin için ‘dinci bir gruba dahil’ diyorlar. Ben bunu kimseye
sormam. Zaten kimin ne olduğu, ideolojisi, dini inancı beni ilgilendirmez ama bana
böyle dediler. Sultan’ı buraya almayalım dediler. Onlara yanıt vermek için ben sadece
senden bir yanıt beklerim. Aynı şeyi dekana da söylemişlerdi.
O sırada Başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissettim. Ben, olmadığım bir
şeye eklenmiştim. Ya da öyleydim de benim haberim yoktu. Öyle miydim? Doğru
bildiğim yolda yalnız giderim düsturu benim değil miydi? Benimdi…
Tüm bunlar ışık hızı ile kafamdan geçerken:
—Hocam, bu nasıl olabilir? Beni dört yıldır yakından tanıyorsunuz, evinize bile
geldim. Kendi evimden daha çok bu klinikte yaşadım. Beni arkadaşlarıma, asistan
arkadaşlarıma sorun. Böyle bir şey yok. Nasıl böyle bir kanıya varmışlar?
—Yeterli, senin cevaplarına inanırım ben.
Bu basit olarak gördüğüm meselenin yaşamımda önemli yol ayrımlarına neden
olacağını bilmeden ve belki de önemsemeden içimden geçirdim.
“Bunlar Cumhur hocamın sol görüşlü olduğunu biliyorlar. Beni almaması için böyle
bir yalan attılar ortaya… Ama tutmaz bu.” Çünkü biliyordum ki Cumhur hocam
objektif ve bilimsel bir insandı. Gerçekte dedikleri gibi bir grubun gizli bir üyesi
olsam da buna karışmazdı ki öyle değildim.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
—Hocam on gün sonra sürem bitiyor. Uzatma yapılamaz ise ilişiğim hastaneden ve
üniversiteden aniden kesilecek. İşsiz kalacağım.
—Haklısın ama akademik kurulu toplayamıyorum. Baksana yazılan ültimatoma...
Anti-demokratik ortam düzelene kadar katılmayacaklarmış kurul toplantılarına. Oysa
YÖK yasasına göre akademik kurul toplanmaması suç. Ceza gerektiriyor ama dekan
da işe karışmak istemiyor. Ben Ana Bilim Dalı başkanı olarak onlara Sultan’ı
üniversiteye alalım diyorum. Onlar hayır diyorlar. Daha önce tüm başkanlar kendi
istediklerini almışlardı. Herkes saygı göstermişti ama şimdi herkes bana karşı çıkıyor.
Bize rağmen istediğini alamazsın diyorlar. İstersen Manisa Celal Bayar ya da
Çukurova Üniversitesi Nöroloji başkanları ile görüşeyim. Beni severler. Oralara
akademik yükselme için geçebilirsin. Bu son sözlerin ardından başımdan aşağı
dökülen suyun sıcaklığı artarak sanki buharlaşma derecesine yaklaşmıştı.
—Hocam “Ben istiyorum alınsın” tavrınızdan ziyade bu isteğinizi akademik kurulda
sunup ‘Bu çocuğu alalım mı?’şeklinde bir oylama yapılırsa…
—Akademik kurul toplanamıyor ki nasıl bir araya geleceğiz?
—Hım… Evet, diye başımı salladım ama sallanan herhalde tüm dünyaydı. Aslında
benim zamana ihtiyacım vardı. Belki kliniğin içindeki soğuk savaş düzelir ve sonra
şansım yaver giderdi. Ama süreyi nasıl uzatacaktım? Sadece on gün vardı ve on
günün ardından uzun bir kurban bayramı tatili geliyordu. O, hafta sonları ile
birleştirilmiş ve uzamış bayram tatillerinden…
—Hocam izin verirseniz, uzatma kâğıdı elimde, akademik kuruldakileri tek tek
dolaşıp, onlara imzalatayım.
—Olur, bir dene…
Hemen odanın açık kapısının önünde duran sekreterine, her zaman neşeli ve gür
çıkan sesinden başka bir sesle seslenerek “Fehmi, bir uzatma kâğıdı getir” dedi. Kâğıt
geldi ve elime tutuşturuldu. Hayatımda istemek, hep kendi adıma zor, başkaları adına
kolay olmuştur. Gene aynısı oldu. Sıkıla sıkıla koridorda yan yana duran akademik
kurul öğretim üyelerinin kapılarını tıklatarak içeri girdim. Genelde hepsinin
bildiğinden emin olduğum klasik bir cümle ile başlıyordum:
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
—Hocam, biliyorsunuz, uzatmam on gün sonra bitiyor. Akademik kurul
toplanamıyor. Bir anda ilişiğim kesilecek, işsiz kalacağım.
Beş-altı odayı dolaştım.
Hepsi söz birliği etmişçesine bana aynı şeyi söyledi. Sanki ortak bir kalıptan çıkmış
gibi:“Bizim senle bir sorunumuz yok. Sen iyisin, çalışkansın ama bu kâğıdı
imzalayamayız.”
Her seferinde aldığım ve mantığını kavrayamadığım bu yanıtlarla son odayı tıklattım.
Aynı isteğimi safiyane bir tavırla bilgin olan hanım bir hocama tekrarladım ama
cevap beklediğim gibi ve herkesin kullandığı kalıpta olmadı.
—Senin burada kalmanı hiç kimse istemiyor. On gün sonra bayram var. Hastaneden
ve kadrodan ilişiğin pat diye kesilecek. Bana sorarsan sen bu on gün içinde Sağlık
Bakanlığına başvur ve tayin iste.
—Ama hocam az önce çoğu öğretim üyesi ile görüştüm ve bana senle sorunumuz yok
dediler.
—Sen onlara inanma, diye ekledi. “Seni burada hiçbiri istemiyor. Sen çok dik başlısın,
başına buyruksun. Kafana göre işler yapıyorsun.”
Bir anda şaşkınlığım en üst noktaya ulaştı. Bu lafı ben asistanlığımın ilk yılında
duymuş gibiydim. Daha altıncı ayımda, kendimce ilginç gördüğüm bir hastayı vaka
sunumu olarak yazmıştım. Yazmıştım derken, psikiyatriden, bizim nöroloji kliniğine
rotasyona gelen bir arkadaşın yardımıyla ikimiz İngilizce olarak ve çatlak bir dille de
olsa vakayı yazmıştık.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Hemen ertesi gün bir uzman ve iki öğretim üyesi profesör bana haber göndermişti:
“Bizim adımızı da yazsın o makaleye, ben hastayı acilde görmüştüm…” Bir diğeri de
“Ben hastaya yoğun bakımda vizit yapmıştım.” diyerek isimlerini eklettirdiler. Bana
ters gelmişti bu durum. Çünkü o zamana kadar öğrendiğim, bir makaleye adının
yazılması için çalışmanın hazırlanması, verilerin değerlendirilmesi, sonuç çıkarımı ve
yazımda emeklerinin geçmesi gerektiğiydi. Neredeyse hastayı sokakta önceden gören
bir öğretim üyesi de adını yazdıracaktı. Hiçbir yerde emekleri olmadığı için yazmak
istememiş ve dik başlılık yapmıştım. Acaba bu muydu dik başlı demelerinin nedeni?
Ama yazmıştım isimlerini. Bir vaka sunumuna göre yedi yazarlı olması çok dikkat
çekiciydi. Üstelik geçen zaman içerisinde o vaka yayınlanmak için birçok dergiye gitti
ama kabul edilmedi. Gençlik heyecanı ile yazdığım olgu sunumundan literatürde
yeterince vardı ve aslında o kadar da yeni bir vaka değildi. Ama adını yazdırmak için
istek yapanlar için bu da önemli değildi.
Ya da beni dik başlı nitelendirmelerinin sebebi, tüm bunlardan ders almayıp,
asistanlığımın üçüncü yılında Nörolojik Yoğun Bakım’a yatan hastaların arşivde
toplanmış ve çürümeye terk edikmiş bilgilerinden yararlanmak için yoğun bakım
sorumlusu olmayan kumral hoca ile yaptığım, beyin kanaması olan hastaların sağ
kalım ve sakatlığı seyri üzerine vücut ısısı etkisi hakkındaki çalışmam mıydı? Öyle
ya… Bu çalışmayı yaptığımı öğrenen ve kendisinin bilgisine güvendiğim, saygı
duyduğum yoğun bakımdan sorumlu hoca, sağduyusundan uzak şekilde, beni yoğun
bakımın önünde çok rezil edici bir şekilde haşlamıştı: “Bizim iznimiz olmadan, bu
kliniğin parçası da olsan, yoğun bakım hastalarının dosyaları üzerinde araştırma
yapamazsın. Ya da bizim adımız da yazacaksın… Hastaları biz takip ettik çünkü...” Bu
uyarıyı bana yapan da asistanlığım süresince bilimsel bilgi yaklaşımını kendime
model aldığım bir bayan öğretim üyesiydi. Çok kırılmıştım ve hatta çok çok
kırılmıştım. Ama anlaşılan onlarda kırılmaktan fazlası olmuştu. Ben bir asiydim, dik
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
başlıydım. Kendi kendime işler yapıyordum. Evet, kesin buradan çıkmıştı asilik.
Başka nereden olabilirdi ki…
Ya da aynı öğretim üyesinin Türkiye’de ilk kez, tarafımdan hazırlanan Multiple
Skleroz web sayfasında kendi adı olmadığı için Ana Bilim Dalı başkanına beni şikâyet
etmesi ardından mı “kendi başına iş yapar” olmuştum. Üstelik sonradan onun adını
da web sayfasına eklemiştim ama aynı kişi ortak iş yapıyoruz deyip, eşek gibi
çalıştırdıkları ve istatistiklerini dahi yaptırdıkları bir araştırmaya adımızı yazmak
şöyle dursun, teşekkür bile etmediler yazıda. Ya da tamamen benim verilerini
toplayıp, analiz edip Türkçe yazdığım bir makaleyi, sadece İngilizceye çevirdiği için
kendini birinci isim yazan ve yanında da başka bir hocayı ekleyip, araya benim adını
sıkıştıran hocaya mı bir şey yapmıştım? Yapmamıştım bir şey… Olsun deyip içime
atmıştım bu tavırları. Başkaldırmamıştım.
“Asi” diye nitelendirilmemin sebebi bunlar olmalıydı. Ya dik başlılık? O da bunlardan
çıkmış olmalıydı. Ama “dik başlılık, kendi başına işler yapma” kötü müydü?
Üniversitede akademik kariyer yapacak kişi bu özellikleri taşımamalı mıydı? Kendi
başına fikir üretip bir şeyler yapmamalı mıydı? Bunlar olmaz ise yeni fikirler farklı
bakış açıları nasıl doğabilirdi üniversitelerde? Bunlar olmadan, koyun sürüsünden
nasıl ayrı kalınabilirdi…
Bu karmaşık düşünceler içerisinde, bayan hocamın söylediklerinin yarattığı derin bir
çöküşle son bir kez dekanı ve ardından da rektörü ziyaret etmeyi planladım. Belki
onlar derdime çare olabilirdi. Belki mantığı iyi çalışan benim gibi birine denk
gelirdim ve şansım dönerdi. Dekana ulaşmak rektöre nispeten kolaydı. O gün dekanla
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
görüşüp sürenin bittiğini ama akademik kurulun klinik içindeki kavga nedeni ile
toplanmadığını, üniversite ile ilişiğimin kesileceğini, bana yardımcı olmasını rica
ettim. Ama “Ben sizin kliniğin içişlerine karışmam” diyerek karamsarlığımı devam
ettirdi. Bu da ilginçti. “Kliniğin iç işleri…” Her şeye burunlarını köküne kadar sokan
dekan ve rektörler, bu duruma karışmamayı tercih etmişlerdi. Belki daha önce
pisliklere daldırdıkları burunları hassasiyetlerini kaybetmişti ya da koku alamaz
olmuşlardı.
Ama rektöre ulaşmak o kadar kolay değildi. İlk randevu alma girişimlerim bayındırlık
bakanlığından randevu almaktan zor oldu ve başarısızlıkla sonuçlandı. Tekrar tekrar
aramamla beş gün sonraya randevu alabildim. Beş gün, beklemek için çok uzun,
bitmeye başlayan sürem içinse çok kısa bir zamandı.
Beş gün geçti ve rektörlüğe gittim. Rektörün odası üst kattaydı. Yaz sıcağında içerisi
epey serin, hatta soğuktu. Belki de ben heyecandan, salınan adrenalinden damarlarım
büzüşmüş ve üşümüştüm. Üst kata çıktım ve geldiğimi sekretere söyledim. “Saat
13:00’da randevum vardı” diye ekledim. “Buyurun oturun. İçeride bir misafiri var”
dedi. Zaman akışı yine yavaşlamıştı... Sonra, ahşaptan yapılmış, yüksek tavanlı eski
İzmir evlerinde olan odalara benzer odanın kapısı açıldı ve bir genç odadan çıktı.
Sekreter, o çıkınca kapıya yanaşarak. “Dr. Sultan Bey geldiler” dedi ve ardından bana
el işareti ile içeri girebileceğimi ifade etti. Girdim ve masanın önündeki koltuklardan
birine oturdum. Ben otururken, rektörün önünde bir ajanda açıktı ve bir şeyler
yazıyordu. Sonra birden “Buyurun sizi dinliyorum” dedi. Sanki yüzüme hiç
bakmamıştı ya da ben öyle algılamıştım. Ajandasına bakıyordu. Ya bir şey çiziyordu
ya da benim söylediklerimi not alıyordu.
Daha önce bir rektörle hiç görüşmemiştim. Rektörler toplantılarında vali, il garnizon
komutanı ile bir arada oturduklarını biliyordum. Protokolde hep yüksek
yerlerdeydiler. Kendilerine ait fildişi kuleleri vardı. Sağdan soldan duyardık: “Falan
kişi, rektör seçilince 500 kişiyi kadroya aldı. Hepsi kendi adamları... Falan rektör
dincileri alıyor. Falan rektör Alevileri yolluyor, Hıristiyanları tercih ediyor…” Gerçi bu
duyduklarımın zamanla gerçek olduklarını gözlerimle de görecektim.
Belki de rektörlerde olduğunu düşündüğüm güç beni heyecanlandırmıştı. Belki
mucizevî bir çözüm oluştururdu. Durumu bizim nöroloji kliniğindeki öğretim
üyelerine ve dekana anlattığım gibi rektöre de aynen anlattım. Fark ettim, ben
konuşurken ajandasına hala bir şeyler yazıyordu. Bir an aklımdan geçirdim: “Her
halde ziyaretçisi fazladır, olan biteni hatırlamak için notlar alıyor…” Ama beni hiç
dinlemeyip kafasına göre o haftaki programını da yazıyor olabilirdi. Bir ara yazmayı
kesip, ince, Erbakan benzeri kestiği bıyığı altından:
—Sizin klinikte fazla uzman var. Bu aşamada sizin kliniğe uzman almayı
planlamıyoruz”
Bu sefer bir anda donup kaldım. Çünkü son 1–2 aydır aldığım olumsuz yanıtlardan
olsa gene şaşırmazdım (Bir yıl kadar geçmeden ülküsü olmayan bayındırlık
makamındaki aynı rektör görevdeyken, AKP hükümete gelince, sıradan bitiren üç
nöroloji asistanı kısa sürede üniversite kadrosuna uzman olarak aldılar. AKP
kadrolaşacak diye!)
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Sözüne devam ederek:
—Kliniğin iç işlerine karışmak da istemem” diye tamamladı. Oysa o, üniversitedeki en
üst iradeydi ama karışamıyordu Tıp Fakültesi Nöroloji kliniğine… YÖK yasalarına
göre suç sayılan, akademik kurulun toplanmaması gibi bir olay oluyor ve rektör
karışmak istemiyordu. Sen kimdin ki? Ne iş yaparsın? Bayındırlık bakanlığında kapıcı
mısın?
Rektörlükten ayrılırken artık tüm umutlarım tükenmişti ama yine de belki fikri
değişir umuduyla, özgeçmişimi içeren bir dosya bırakmıştım ona. Bu iş olmayacaktı.
Asistanlığıma başladığım üniversitede akademisyenliğe devam ettirilmeyecektim.
Tüm bunların ardından kliniğimizdeki Ana Bilim Dalı başkanına gittim. Durumu
anlattım. “Sen Manisa Celal Bayar’a git orası İzmir’e yakın, oranın başkanı beni sever.
Ben rica ederim” dedi. Kabul ettim. Ege Üniversitesi olmazsa Manisa olsun. En
azından akademisyenliğe devam ederim diye düşündüm.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Denize Düşen Yılana Sarılır!
Manisa Celal Bayar Üniversitesi ve benim yaşadığım İzmir’in ilçesi Bornova birbirine
adeta komşu yerlerdi. Hatta üniversite, İzmir sınırına yerleşikti. Zaten öğretim
üyelerinin çoğunluğu İzmir-Bornova’da yaşıyor, çalışmak için sabah servisleri ile
Manisa’daki üniversiteye gidiyorlardı. Kendime ait aracım olmadığından, yaklaşık
20-25 km olan Bornova-Manisa Celal Bayar arası yolu her sabah otobüslerle almak
zorundaydım.
Manisa’daki üniversite hastanesine ilk gidişim zor olmadı. Birbiri yanında üç bloktan
oluşan bir hastanesi vardı. Bir üniversite hastanesine göre epey küçük bir hastane
diye düşünmüştüm ilk gördüğümde. Belki bu düşünceye beni daha önce çalıştığım
Atatürk Üniversitesi ve Ege Üniversitesi hastanelerinin yataklı birimlerinin çok büyük
olması itmişti. Her neyse ben yine hazırlandığım kalın bir çalışma ve biyografi
klasörü ile Celal Bayar Nöroloji bölümü başkanının yanına vardım. İlk görüşmede
bana “Burada bir ay çalışın. Biz sizi tanıyalım size de bizi tanıyın. Dışarıdan
başkalarının söyledikleri benim için önemli değil” demişti. Bugün gibi net bir ses
tonuyla hatırlıyorum bu ifadeyi. Verdiğim çalışma dosyasına bakarak “Çalışmalarınız
çok güzel” dediğini de hatırlıyorum.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Beni kliniğe götürüp asistan ve uzmanlarla tanıştırdı. Bir hastaneye göre dar ve kalp-
damar, nöroloji ve nöroşirurji hastalarının ortak yattığı bir koridordan geçip en
sonunda seminerlerin verildiği ve asistan uzmanların dinlendiği bir odaya ulaştık.
Ortam aslında sıcaktı. Beni de sıcak karşıladılar. Kısa sürede bu sıcaklık karşılıklı hal
aldı ve kaynaştık. Bu arada ben onların vizitlerine katıldım, seminerlerinde dinleyici
olarak bulundum hatta dergi saatinde beyin ödemi konusunda bir makale sundum.
Epey hoşlarına gitti. Ancak benim klinik içi gözlemim bu kadar olumlu değildi. Çok az
sayıda yataklı birimleri vardı. Yatırdıkları hastalar arasında basit denilen “yüz felci”
hastaları bile vardı. Bunu garipsemiştim. Çünkü bu hastaların kalitesi ve
hastalıklarının ortaya çıkardığı problemlerle asistan eğitimi yapılıyordu. Bu asistanlar
da eğitim ve çalışmalarının sonunda nöroloji uzmanı olarak görev alıyordu. Büyük
üniversitelerle karşılaştırıldığında, görülen hastaların oluşturacağı tecrübe ve hasta
çeşitliliği yeterli sayılmazdı. Bu nedenle pek de istekli değildim ama başka çarem de
yoktu. Denize düşen yılana sarılır misali bir durum vardı ortada…
Aradan bir ay geçti. Bir aylık çalışma ve tanışma planlamıştık... Bu süre sonunda
sabırsızlıkla verilecek kararı bekliyordum. Manisa Celal Bayar Nörolojide Ana Bilim
Dalı başkanı dosyamı akademik kurula sunacağını ve diğer kişilerin de onayını
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
isteyeceğini, bu arada kadro sorunu olduğundan devlette bir yerlere tayin
yaptırmamın iyi olacağını, oradan geçişin daha rahat olacağını söyledi. Sözünü
dinleyip Ankara’ya gittim. Sağlık Bakanlığının kapısını aşındırıp uzman olarak tayin
istedim. Henüz, uzmanlık sonrasında mecburi hizmetin olmadığı zamanlardı… Her
ihtimale karşın, doğduğumum memleket olsun diyerek, Rize, Pazar devlet
hastanesine tayin istedim… Olmaz olmaz diye düşünürken bir hafta sonra tayin yazısı
geldi. “On beş gün içinde görev yerinize ulaşmanız gerekmektedir, Yer: Rize Pazar
devlet Hastanesi…”
Bu arada Manisa ile olan bir aylık bekleme süresi üzerine iki hafta eklendi ve hocayı
aradım.
—Hocam merhabalar. Müsait misiniz? Dr. Sultan ben…
—Evet…
—Herhangi bir karar çıktı mı acaba akademik kuruldan? Bana bu hafta toplanacağını
söylemiştiniz de…
—Biz arkadaşlarla görüştük.
Sana şimdilik yeşil ışık yakmıyoruz. Kadro sorunu var. Sen istersen Pazar devlet
hastanesine git. Daha sonra, kadro ayarlayabilirsek biz belki seni çağırırız.
—A… ma… Hocam… Siz!
—Arkadaşlar, bizim kendi üniversitemizde yetiştirdiğimiz birisini alalım, diyor. Bizim
üniversite ekolümüzle yetişmiş birisi. Onların dediklerini de dikkate almalıyım.
—Tamam hocam… Teşekkürler… Sağ olun.
Artık Manisa umutları da tükenmişti. Oysa karşılama, bir ay içindeki karşılıklı
izlenimler ve mesajlar, bu durumun tam tersiydi. Nasıl böyle olmuştu ki? Biraz
umutsuzluk biraz gerginlikle tekrar cep telefonumu aldım ve Cumhur hocamı aradım.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
—Hocam şimdi az önce Manisa’daki hocamla ile görüştüm. Bana “Sana yeşil ışık
yakamıyoruz” dedi. Bu nasıl olur? Çok umutluydum ben…
—Tamam, Sultan, bir dakika ben doktor hanımı arıyorum.
—Tamam hocam… Sağ olun.
Aradan iki dakika geçmedi herhalde. Benim telefonum çaldı. Arayan Cumhur
hocamdı:
—Kendisiyle görüştüm. Diyor ki “Onun için dinci bir gruba dâhil diyorlar, ben onu
buraya alamam.”
Bir anda ne olduğumu anlamadım. Şaşırdım. Öfkelendim. Kızardım, bozardım.
Beynimin ilkel kısımları herhalde en şiddetli çalışmasını gösterdi. Hiçbir şey
diyemedim. “Tamam, hocam” diyerek telefonu kapadım. Kapamamla Manisa Celal
Bayar Nöroloji Ana Bilim Dalı hocasının cep numarasını çevirmem bir oldu.
—Hocam, Cumhur Bey ile görüştüm. Ona beni, bir dinci gruba dahil olduğum için
almadığınızı söylemişsiniz. Buna nasıl inanırsınız? “Siz bizi tanıyacaksınız, biz de
seni” demiştiniz. Böyle bir şeye nasıl inanırsınız! Bunu Ege Üniversitesi nörolojiden
birisi uydurdu. Size iletti…
—Ben böyle bir şey söylemedim, diye ekledi. İnanmamıştım:
—Az önce Cumhur Bey ile görüştüm. Böyle demişsiniz hocama…
—Yok, ben öyle bir şey söylemedim, dedi ısrarla…
Artık epey öfkelendiğimi kendim de fark ettim ama bana açık açık yalan söylendiğini
hissettiğimden kendimi dizginlemeyi düşünmedim bile.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
—Ya hocam… Buna nasıl inanırsınız? Bunu söyleyenleri ve yayanları mahkemeye
vereceğim. Başka yolu yok gibi görünüyor. Bu iftira üzerimde kaldı. Öyle biri olsam
üzülmeyeceğim. Hani deşifre oldum, beni almadılar deyip bir kenara çekileceğim ama
öyle bir grupla ilişkim olmadığını biliyorum. Siz de mahkemede şahit olacaksınız, size
kimin bunu aktardığını söyleyeceksiniz.
—Yapma. Keskin sirke küpüne zarar... Sen sakin ol. Tayinin çıkmış. Sen Rize Pazar
devlet hastanesine git. Biz seni durum sakinleşince oradan çağırırız…
Bu beni daha da öfkelendirdi. Bu söylediğinden, söylediklerimi onaylamadığımı
anlamıştım ama açık olarak söylemiyordu. Ben yine konuşmasının arasına
sıkıştırdım:
—Başka yolu yok. Mahkemeye başvuracağım.
—Bak… Daha geçen ay buradan iki kişiyi… Hatta gözde doçent olan birini
uzaklaştırdılar. Afyon üniversitesine gitti. İstersen oraya git, diye tavsiyede bulundu.
Ama bu sözlerinden “Sen bir dincisin. Dinciler oraya gitti, kabul edildiler. Sen de
oraya git. Seni de kabul edebilirler” gibi bir anlam çıkıyordu. Ben yine “mahkemeye
başvuracağım” dedim ve telefonu kapattım. Dış kapıya baktım. Sokağa çıkıp önce bir
avukat bulacaktım. Çıktım. Epey yürüdüm. Biraz avukat tabelalarına bakıp hiçbir
yarar sağlamayacağını düşünerek eve döndüm.
Eve geldiğimde biraz daha sakindim. En iyisinin “bir meslektaşına iftira atmak”
suçunu tabip odasına bildirmek olacağını düşündüm. Öyle de yaptım. Tabip odasına
gittim. Odanın avukatı ile ücretsiz görüştüm. Durumu anlattım. Yazılı anlatmamı
istedi.
T.C.
İZMİR TABİP ODASI YÖNETİM KURULU BAŞKANLIĞINA
İZMİR
1995 yılı, Kasım ayında TUS sınavıyla Nöroloji Asistanlığı yapmak için Ege Üniversitesi
Nöroloji ABD çalışmaya başladım (EK1). Bu dönem içerisinde birçok yurt dışı ve yurt içi yayımlarımız
oldu, Nöroloji alanında başarılı çalışmalarımızdan dolayı ödül de aldık (EK2). 20.11.2000 tarihinde Ege
Üniversitesi, Tıp Fakültesinden Nöroloji uzmanlığımı aldım (EK3). Uzun dönem birlikte çalıştığım, Ana
Bilim dalı başkanı sayın Prof.Dr.C.E tarafından akademisyenliğe devam etmem için Nöroloji Ana Bilim
dalında kalmam istendi. İki ay kadar klinikte Nöroloji Uzmanı olarak çalıştım. Bu arada dekanlıktan
kadro istekleri oldu. 3 ay geçmesine rağmen kadro olmadığı gerekçesiyle bekledim. Ancak, uzmanlık
sınavı sonrası olan uzatmalarımın ikisini (2’şer aydan toplam 4 ay) kullandığımdan, tekrar uzatma izni
alınması gerekti. Bunun verileceği tek yerde Akademik kuruldu. Fakat o dönemde öğretim üyelerinin bir
grubunun ana bilim dalı başkanı Dr.E’le, kliniğin işleyişi nedeniyle olan tartışmaları sonucu Akademik
kurul 3 ay toplanamadı. Uzatmamın yapılması için dekan Dr.A.E ile, rektör Prof.Dr.Ü.B ile bireysel
olarak görüşmeme rağmen, uzatmam yapılmadı ve daha önce nöroloji kliniğinde hiç olmamış (daha önce
uzmanlığını alan herkes, uzatmalarını kullanmıştır) bir şekilde 2 ayda maaşım kesildi. Bir ay ücret
almadan devam ettim ve 15.3.2001’de açıkta kaldığım için ayrılmak zorunda kaldım.
Dekanla görüşmemde, hiç bir yetkim ve yaptırımım olamayacağı halde akademik kurulu benim
toplamamı söyledi. Ana bilim dalı başkanı karşısında olan grupla tek tek görüşmelerde adeta bir
inatlaşmayla, kanuni olarak yapılması gereken ve YÖK kanununa göre yaptırımlar gerektiren, akademik
kurul toplantısı bir türlü yapılamadı. Ege Üniversitesi rektörüyle yaptığım görüşmede, uzatmalarımın
bittiğini ve kurulun toplanmadığını, bu konuda yardımcı olmasını rica ettiğimde; bunun olamayacağını,
kliniğin iç işlerine karışamayacağını, kendilerinin bunu halletmesi gerektiğini belirtti. Sorunu benim
halletmem gerektiğini söyledi. Bu arada Nöroloji Ana bilim dalı öğretim üyelerinin başkan dışında
tamamı, kanuni olarak suç olan; devamlı yapılan asistan eğitimleri, seminer ve bilimsel toplantıların hiç
birisine katılmama ve protesto kararına devam ettiler. 3 ay kadar bu eğitimden çekilme devam ettiği
halde, klinikte asistanların eğitimi-öğretimi aksadığı halde, YÖK’ün bir üniversitesinde, Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi, Nöroloji Ana Bilim dalındaki bu şahıslara hiç bir yaptırım uygulanmadı.
Bu dönemde, 1980’li yıllarda siyasi görüşünden dolayı üniversiteden uzaklaştırılan, 3.5 yıl
beraber çalıştığım, TÜBA üyesi ve saygın bilim adamı, Prof.Dr.C E’in beni akademisyenliğe alma için
çaba göstermesi nedeniyle bana karşı da tavır aldılar ve bahsettiğim siyası düşüncesinden yararlanmak
için, beni tam tersi karşı görüş olabilecek “dini bir gruba dahil ve eşiminde kapalı (!)” olduğu şeklinde
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
bir yalan/iftira/hakaret ortaya attılar. Bu kişilerin değişik zamanlarda, Aralık 2000-Ocak 2001 tarihleri
arasında, Ana bilim dalı başkanına giderek “dinci bir gruba dahil birisini uzman olarak almaması”
yönünden baskıları ve söylemleri olmuş. Daha sonra gelişen Celal Bayar Üniversitesine başvurumda aynı
problem olması sonucu, Prof.Dr.C. E’nin Ağustos 2001’de bana ifadesiyle bu kişiler:
Prof.Dr.S. B,
Prof.Dr.N.A,
Doç.Dr.A.S,
Doç.Dr.H.Ş,
Doç.Dr.N.Ç,
Doç.Dr.H.K olduğunu öğrendim.
Ana Bilim dalı başkanı Prof.Dr.C,, bu konuda ellerinde bir kanıtları varsa getirmelerini, o
zaman akademik kadro isteminde bulunmayacağını belirtmiş. Bu tarihlerde, Ana bilim dalı başkanı beni
çağırarak, bu söylenenlerin doğru olup olmadığını sordu. Bende açık bir dille bunun doğru olmadığını
belirttim. Oysa benim yaşantım, Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine bağlığım 5 yıl aynı yerde çalıştığım
arkadaşlarımca bilinmekteydi. Bahsedilen kişi ile ve gruplarıyla en ufak aktif ya da pasif ilişkim ya da
katkım olmamıştı. Yaşamım boyu, benim için tek doğru yol bilimdi ve hayat felsefem açısından bu yaşıma
kadar hiç bir siyasi, dini görüş ve grupla bağlantım olmadı. Bunu Sayın Ana bilim dalı başkanı da
bilmekteydi. Bu iftiraları Dekan beye ve rektöre ilettiklerini ve bu nedenle uzatma isteğime en ufak bir
çaba göstermediklerini daha sonra öğrendim. Daha sonra, Ege Üniversitesinden 15.3.2001’de ayrıldım.
Bu olaylar ve ana bilim dalı başkanına alınan tavırdan dolayı o da istifa etti.
Olaylar bununla da kalmadı. Nisan 2001 sonlarına doğru, Manisa, Celal Bayar Üniversitesi,
Nöroloji Ana Bilim dalı başkanı olan Prof.Dr.D.S ile görüşerek, (resmi bir kadro açılmamıştı)
başvurdum. Kendileri, tanımak için 1 ay Nöroloji ana bilim dalında çalışmamı önerdiler. Bir ay gönüllü-
ücretsiz çalıştım. Ancak, açıkta olduğum için resmi bir kadroya geçmem gerektiği ve daha sonra resmi bir
yazı ile istek yapılıp Celal Bayar Üniversitesine geçebileceğim belirtildi. Sağlık Bakanlığına Başvurup
tayinimi istedim. Tayinim çıktı (EK4). Daha sonra Prof.Dr.S, konuyu kendi akademik kurullarına
götürdü ve Kurul kararı sonucu olarak bana yeşil ışık yakamayacaklarını, arkadaşlarının istemediğini
belirtti. Tatmin edici bir cevap değildi. Çünkü, zaman geçmesi gerektiğini ve belki daha sonra
olabileceğini ifade etti. Prof.E’le tanıştıkları için, görüşmesini ve alınmama nedenimi öğrenmesini rica
ettim. Prof. E’ye alınmama gerekçem olarak “dini bir gruba dahil” olduğumu duyduğunu ve bu nedenle
alamayacağını, bunun dekan ve rektörle arasında soruna neden olacağını belirtti. Aynı gün, Prof. Dr.
D.S ile bizzat telefon görüşme ile öğrendim ki sebep benim “dini bir gruba dahil” olmammış. Ege
üniversitesindeki karşı ekibin yalanı/iftirası oraya da ulaşarak benim önüme engel olarak kondu.
Bu dönemdeki ruhsal sıkıntılardan dolayı bedensel olarak da zarar gördüm ve 3 Nisan 2001’de
ağır bir yüz felci geçirdim (EK5). Bütün bu olumsuzlukları bir mektupla, Haziran 2001’de YÖK başkanı
sayın Prof.Dr.Kemal GÜRÜZ’e ilettim (EK6). Ancak, herhangi bir yanıt tarafıma iletilmedi.
Temmuz 2001’de Ege Üniversitesi, Nöroloji Ana Bilim Dalı başkanlığına, Dr.E’in istifası
sonrası seçilen Prof.Dr.A.Ü’ye giderek, bu söylentilerin devam ettiğini ve öğretim üyelerini uyarmalarını,
yoksa hukuksal girişimlerde bulunacağımı belirttim. Böyle bir girişimin herkese zarar vereceğini
belirterek, yapmamam gerektiğini ve öğretim üyelerinin böyle bir şey söyleyeceğine inanmadığı söyledi.
Konuşma içinde de, yanımda bulunan eşimi “şimdiye kadar kapalı” bildiklerini belirtti! Daha sonra,
yukarıda ismi bulunan öğretim üyelerinden bazılarını bu konuda bilgilendirdiğini (!) öğrendim.
Bu arada başvurduğum, SSK Bozyaka/İZMİR’de Nöroloji Klinik şefi Doç.Dr.M.G’ye ve Aydın,
Adnan Menderes Üniversitesi Ana bilim dalı başkanı Doç.Dr.A.A’ya aynı iftiranın ulaştırıldığını
öğrendim. Bürokratik işlemlerden dolayı bu yerlere çalışmaya başlayamadım. Bu kişilerle görüşmemde,
söylentilerin kendileri üzerinde etkisi olmadığını öğrendim.
Yapılan bu tür davranışların meslek ilkeleri içinde olmadığını, maddi ve manevi olarak zarar
gördüğümü, kendimin çizdiğim akademik çizginin tamamen bahsettiğim kişilerce değiştirildiğini ve
geleceğimle oynandığını, bu günkü ortamda tarafı olduğumu iddia ettikleri kişilerin “irtica” kapsamında
olduğunu, bunun beni çevremde de küçük düşürdüğünü, dolayısıyla adı geçen Ege Üniversitesi, Nöroloji
ABD’da çalışan; Doç.Dr.N.Ç, Prof.Dr.S.B, Prof.Dr.N.A, Doç.Dr.A.S, Doç.Dr.H.Ş, Doç.Dr.H.K’dan
şikayetçi olduğumu belirtir, adı geçen kişilerin meslek ahlakı yönüyle değerlendirilmesi ve gerekli
işlemlerin yapılması dileğiyle bilginize arz ederim.
Saygılarımla.
Dr.Sultan TARLACI
Nöroloji Uzmanı
Yazdım verdim ve iki hafta sonra yanıt geldi. Benim için anlamsızdı:
“Şikâyet dilekçenizde belirttiğiniz kişilerden Cumhur Ertekin ile görüşülmüş ve
konu ile ilgili kanıt belgesi sunmanız gerektiği yargısına varılmıştır.”
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Belge! İftiranın belgesi? Rüşvetin belgesi bazen bulunabiliyor ama iftiranın belgesinin
nasıl bulunabileceğini o gün bugün öğrenemedim!
Benzer bir dilekçe ve şikâyet yazısını YÖK başkanı Kemal Gürüz’e gönderdim (Kemal
Gürüz, 6 Aralık 1995 tarihinde YÖK Başkanı seçilmiş. Daha sonra aynı göreve,
Cumhurbaşkanı tarafından ikinci kere atanmış. 7 Ocak 2009 tarihinde Ergenekon
soruşturması kapsamında gözaltına alındı. 28 Şubat Soruşturması kapsamında 25
Haziran 2012 tarihinde tutuklanarak Sincan Cezaevi'ne gönderildi). İadeli taahhütlü
gönderdiğimden alındı notu dışında bir yanıt alamadım:
Sayın Prof. Dr. Kemal Gürüz,
Düşünce ve yaşadıkları anlatabilmem için bu mektubu uzun tutmak zorunda olduğumu belirterek
sabrınız için şimdiden teşekkür ediyorum.
20.11.2000 tarihinde Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesinden Nöroloji Uzmanlığımı aldım. Uzun
dönem birlikte çalıştığım, Ana Bilim dalı başkanı ve TÜBA üyesi sayın Prof.Dr.Cumhur ERTEKİN
tarafından akademisyenliğe devam etmem için Nöroloji Ana Bilim dalında kalmam istendi.
…
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Isparta’nın dikenli gülleri…
Hemen her gün üniversitelerin internet sayfalarına bakıyor ve kadro açıp
açmadıklarını inceliyordum.
Asistanlığımda abone olduğum Neurology dergisinin arka sayfalarında yer alan,
nöroloji uzmanı arayan Amerika’daki hastanelerin ilanlarına bakıyordum ancak, yurt
dışı beni endişelendiriyordu. Evliydim ve yurt dışına gittiğimde uzman olarak hemen
başlayamıyordum. Hatta pratisyen hekim olarak da çalışamıyordum. Her şeye adeta
sıfırdan başlamak gerekiyordu. Böyle durumda işi olan eşim de her şeye yeniden
başlayacaktı. Dolayısı ile akademisyenliği yurt içinde yapma arayışlarına gidiyordum.
Ama Ege Üniversitesindeki uzatmam yapılmadığından adeta kıç üstü düşmüş ve işsiz
kalmıştım. Artık günlerim evde, telefon başında geçiyordu. Yakın çevredeki
üniversiteleri arayarak nöroloji uzmanına ihtiyaçları olup olmadığını soruyordum.
Afyon Kocatepe Üniversitesini aradım. Bana “Hemen dosyanı al gel... Bizim
uzmanımız yurt dışında… Birine ihtiyacımız var” dediler. Ama bu deyiş beni çok
çabuk vazgeçirdi. O sırada internette dolaşırken Isparta Süleyman Demirel
Üniversitesi web sayfasında bir nöroloji uzmanı kadrosu açıldığını gördüm. “Evet,
Isparta…” diye düşündüm ve ertesi gün otobüse binip Isparta nöroloji başkanının
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
yanına ulaştım. Sıcak bir karşılamanın ardından bana “Aslında bu kadro isteğini biz
yapmadık. Yani bundan bizim haberimiz yoktu. Gazetede gördük.” Deyince ağzım bir
karış değil üç karış açık kaldı. Daha “öyle mi?” demek için ağzımı kapamaya fırsat
bulamadan:
— Dekan kadro açmış. Spor hekimliğinde uzman bir bey var. Eşi Hacettepe’den yeni
mezun bir nöroloji uzmanı… Onu buraya almak için kadro açmış.
O anda ne düşüneceğimi bilemedim ya da ne söyleyeceğimi… Zaten Isparta’yı pek
sevmemiştim. Bir zamanların cumhurbaşkanının memleketi de olsa küçük şehir
görünümü vardı. Tek güzel yanı şehre girerken yeni yapılan ağaçlandırılmış alandı.
Ha bir de çok modern üniversite hastanesi. “Aman, ne olacak burası da olmazsa ne
yapayım.” Diye düşünürken başkan, sözüne devam etti:
—Ama dosyan iyi… Seni daha önceden bizim Hasan da biliyor. Seni almak isteriz.
Bu “Seni almak isteriz” lafı bana hemen bir savaş izlenimi verdi. Habersiz açılan bir
kadro için Ana Bilim Dalı başkanı ile dekanın arenada savaşı…
Bu savaşta gladyatörlerden biri olacağımı o anda anlamıştım ya da içime doğmuştu.
Ne olabilirdi ki? Zaten buraya gelene kadar bütün uzuvlarımı kesmişlerdi. Geride bir
başım ve onu taşıyan gövdem kalmıştı. Arenada başımı kaybetsem ne çıkardı? Hiçbir
şey... Savaşı kabul ettim ve dosyamı ilgili personel işlerine vermem gerektiği söylendi.
Dosyayı verdim.
Bana İngilizce ve bilim sınavı yapılacak tarihleri bildirdiler. Ardından aynı gün
İzmir’e döndüm. Daha sonra yabancı dil sınavı için verilen tarihte sınava girdim ve
sınavdan geçer not aldım. Ertesi gün de on sorudan oluşan yazılı bilim sınavı yapıldı.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Sınav o kadar iyi geçti ki, soruları kendime ben hazırlasam, o kadar iyi
hazırlayamazdım. Sınav sonrası on beş gün içinde sonuçları beklemek üzere İzmir’e
döndüm.
Ancak sınav sonuçlarının açıklanacağı tarih gelmesine karşın personel işlerine telefon
ettiğimde, sonucun açıklanmadığını söylediler. Bir hafta sonra tekrar aradım. “Dekan
şehir dışında… O gelince sonuç belli olacak” dediler. Oysa YÖK yasasına göre iki hafta
sonra sonuç bildirilmeliydi. Bu durum, arenada zaten beklenen bir şeydi. Bu arada -
sonuç belli mi diye- nöroloji Ana Bilim Dalı başkanını aradım. “Dekan bastırıyor”
diye yanıt verdi. Aslanlarını arenaya sürmüştü. Çünkü benim hem yayınlarım hem de
bilim sınavımdan aldığım puan belirgin olarak diğer adaydan yüksekti.
Aradan üç-dört gün geçmedi ki personel işlerinden beni aradılar: “Doktor Bey, sınav
sonuçları açıklandı. Ancak rektör bey iki kişiden hangisinin alınacağına karar
veremedi. Sizlerin bir sözlü sunumunu istiyor. Ondan sonra karar verecek. Salı günü
saat 10.00’da burada olun…”
Bu kadar da olmazdı. Rektör karar verememiş(!) Neye bakıyordu ki… Puanlar
belliydi. Yayınlar ve sayıları belliydi. Bunlar objektif sayılardan oluşmuyor muydu? 3,
2’den daha büyük değil miydi?
İnternete girip rektörün e-posta adresini buldum ve bildiklerimi yazdım:
Sayın Prof. Dr. M. Lütfü ÇAKMAKÇI,
Süleyman Demirel Üniversitesi web sayfasında e-pota adresinizi gördüğüm için size
yazma gereği hissettim. Rektörlüğünüzün en son açtığı, Tıp Fakültesi, Nöroloji Ana
Bilim Dalı için Yardımcı Doç. öğretim üyesi kadrosu için başvurmuştum. İngilizce ve
Bilim sınavına katıldım. İngilizceden 72 ve bilimden 74 geçer not aldım. Ancak, daha
sonra edindiğim duyumlara göre, benimle birlikte aynı kadro için başvuran arkadaş
sınav sonucuna, sınav sorularının ana bilim dalınca bana verildiği gerekçesiyle
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
itiraz etmiş. Oysa ana bilim dalı başkanını bir başvuruda dosyamı verirken gördüm
bir de sınav sırasında. Ve bu arada dekanlık da diğer başvuran kişinin alımı için
ısrar ediyormuş. Bu söylentilerin geçek olup olmadığını bilmiyorum ama gerçekten
üzücü. Lise 1. sınıftan bu yana kendi mesleğine yönelmiş, Tıp fakültesini dönem
birinciliğiyle bitirmiş, TUS sınavında çok yüksek bir puanla ilk tercihime giren kişi
olarak ve asistanlık dönemimde alanımızla ilgili saygın dergilerde 10 yurtdışı yayın
ve 7 yurt içi yayın yapan birisi olarak bu söylentilere gerçekten çok üzüldüm. Ve bu
Cuma günü, bütün bu söylentiler üzerine, puanlarımız eşit olduğundan (!) ve karar
verilemediğinden tekrar çarşamba günü, sizin önünüzde istediğimiz bir konuyu
anlatmak için beni çağırdılar. Yer, saat ve ne ile anlatılacağını belirtmediler.
Bilimsel objektiflikle değerlendirilen, iki kişinin sınav sonuçlarının ve diğer
değerlendirmelerin aynı olması mümkün olduğunu düşünmek zor.
Bu nedenle ve bahsettiğim söylentiler nedeni ile çarşamba günü yapılacak sözlü
sınava katılamayacağımı bildirir, mektubumu hoş görüyle karşılayacağınızı
düşünerek, sağlıklı günler dilerim.
Saygılarımla.
Bu yazdıklarımdan rektörün ne hissettiğini bilmiyorum ve de önemsemiyordum da.
Üç beş ay sonra, bir toplantıda ana bilim dalı başkanının bana “Ne yazdın rektöre?
Küplere binmiş!” dediğini gayet iyi hatırlıyorum. Daha sonra öğrendiğim bilgi de,
diğer başvuran kişinin üniversiteye alındığı ve bir yıl sonra kendi isteği ile ayrıldığı.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Yüzüme Batırılan ElektroMiyoGrafi İğneleri!
Kortizon başlamama rağmen yüz felcim dördüncü gününde daha çok ağırlaştı.
Gözkapağım birazcık hareket ederken hiç kapanmaz oldu. Artık, yüzümün sol
tarafında en ufak bir hareket yoktu.
Yiyecekleri ağzımda kontrol etmekte zorlanıyor, hemen sağ yanağıma doğru dilimle
itiyordum…
Çok sevdiğim kolayı içmek, su içmekten daha zordu. Baloncukları sol dudağımdan
kontrol edilemez bir şekilde kaçıyordu. Pipet iyi bir seçimdi ve kola içmemi epey
kolaylaştırmıştı. Dışarı çıktığımda ise güneş ışığı, tüm fotonlarının her birini, bir
toplu iğne gibi gözüme sokarcasına rahatsız ediyordu. En koyusundan bir güneş
gözlüğü kullanmak, görmemi rahatlatmıştı. Bir nöroloji uzmanı olarak anladığım şey,
hastalıklar kitaplarda yazdığı gibi değildi. Aynı zamanda hastaya empati yapmak bile
hastalığa karşı hisleri ve hastalığın verdiği yetersizliği anlamaya yetmiyordu. Hasta
olunmalıydı anlamak için…
İlk iki hafta boyunca yüzümde pek bir düzelme olmadı. Zaten olmasını da
beklemiyordum. İkinci haftada asistanlık yaptığım ve kovulurcasına uzaklaştırıldığım
nöroloji kliniğindeki ağabeylerimden birine gidip “Yüzüme bir EMG yapalım mı abi?
En azından yüz sinirim ne kadar hasar var, öğreniriz” dedim.
“Olur yapalım. Geç şöyle…” dedi.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Yatağa uzandım. Önce elektrikli uyarılar geldi. Ardından eşek arısı sokar gibi iğneler
battı yüz kaslarıma. Gözümü sıkmaya, ıslık çalmaya, dudaklarımı büzmeye, burun
kanadımı kaldırmaya çalıştım. Cihazdan normalde yüz kaslarının hareketinden çıkan
seslerden hiçbiri gelmedi. EMG yapan tecrübeli öğretim üyesi, “Total aksonal
dejenerasyon” dedi. Bu, yüz sinirinin bıçakla kesilircesine tam olarak işinin bittiği
anlamına geliyordu.
Sonra teşekkür edip ayrıldım EMG yapılan odadan. Beş yıldır çalıştığım, gece nöbette
sessizliğini hissettiğim boş koridorlarda dolaşırken, abla dediğim bir öğretim üyesi
gördü beni.
—Geçmiş olsun. Yüz felci olmuşsun. Şimdi nasılsın?
—İyiyim. EMG’de total aksonal zedelenme çıktı.
—eMaR çektirdin mi?
—Yok çektirmedim.
—Neden? Çektirseydin.
—Tipik bir yüz felci… Hastalarıma çektirmiyorum. Kendime de çektirmedim.
—Ya… Allah korusun. eMeS, meMeS olmayasın. Sen bir eMaR çektir bence.
Klinikten uzaklaşırken geçirdiğim beş yıldan ziyade son dört-beş ayda yaşanan
olumsuzlukları hatırladım ve aklımdan “bedenimi zedelediniz zannediyordum ama
aslında daha büyük zedelenmeyi ruhumda yapmışsınız. Farkında değilsiniz. Ya da
farkındasınız ama umursamıyorsunuz.” diye geçirdim ve “akademik ortamda”
olmayan bir iş aramak için evin yoluna koyuldum…
Kertenkelenin gövdesinden kopmuştum. Kendi kendime hareket etmem gerekiyordu
ama kaçan gövdeyi korumak için değil. Kendim için… Belki de daha çok beş parçaya
ayrılmış bir denizyıldızı gibiydim ve bir parçası olarak ben küçük de olsa başka bir
denizyıldızı oluşturacaktım.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Bir Yıl Sonra…
Küçük, özel bir hastanede nöroloji uzmanı olarak iş bulmuştum. Haftanın altı günü
çalışıyor ve sadece Pazar günlerini kendime ayırıyordum. Daha doğrusu
ayırabiliyordum. O Pazar sabahı, tatil olan, değerli pazarlarımdan biriydi. Aynı
zamanda Pazar günü kahvaltı günüydü çünkü kalan altı gün eşim ve ben kahvaltı
yapmazdık. Her Pazar olduğu gibi zevkle, hemen her şeyi içeren geniş bir kahvaltı
masası hazırladım. Bu Pazar günlerinin klasiğiydi çünkü… Masaya oturdum ve eşim
sanki beni yeni görüyormuşçasına yüzüme baktı… Baktı… Bu bakış, ilk görüşte aşktan
hatırladığım bakış değildi. Daha çok “bir sorun var” türündeki bir bakıştı.
O bana bakarken ben de “ne var?” dercesine gözlerine baktım ve hemen ekledi “Senin
gözünde… Göz kapağında bir kasılma var. Yerken kapağın düşüyor. Sağ yana göre
epey aşağı düştü. Şimdi dikkatimi çekti. Gözün mü sulanıyor?” diye bakışının
anlamını açıkladı.
Aslında bu durumu uzun zaman önce ben de fark etmiştim ama diğer birçok
hastalığın bıraktığı sekelleri bildiğimden, geçirdiğim yüz felci ardından bunu
önemsememiştim. Yüz sinirim düzelirken, dudağıma gelmesi gereken sinirler göz
kapağıma gitmişti. Bu nedenle yemek yerken, sadece ağzıma değil göz kapağıma da
uyaran gidiyor ve göz kapağım bir şey çiğner gibi aşağı çekiliyordu. Bunun
farkındaydım ama eşimin fark ettiği diğer şeyi ben fark etmemiştim. “Gözün
sulanıyor muydu?” deyince aklıma geldi. “Eh bir de o olsa ne olacak” diye düşündüm.
“O” dediğim durum “timsah gözyaşları”ydı. Normalde dudaklarıma gelmesi gereken
sinirler hedefini şaşırarak gözyaşı bezlerine ulaşmıştı ve yemek yeme esnasında
dudağımı hareket ettiren sinir uyarıları aynı zamanda gözümü uyarıyor ve
yaşartıyordu. Ya da daha nörolojik bir ifade ile “timsah gözyaşları” döküyordum.
“Timsah gözyaşları” ilk duyduğumdan beri aklıma takılmıştır. Günlük dilde “timsah
gözyaşları” deyimini “Sahte ağlama, naz yapma ya da dikkat çekmek için ağlama”
anlamlarında kullanırız ama yemek yeme sırasında olan, üstelik sadece sol gözümden
olan ağlamalarım sahte değildi. Eşime o gün naz yapmak gibi bir isteğim de yoktu.
Onlar, acı ifadesinin ürünü olmayan, yemek yemeye eşlik eden tükürük salgısı gibi
salgılardı ve içlerinde ne sahte ne de gerçek bir duygu vardı. Belki de bu gözyaşları,
geçmişte akıtmadığım gözyaşlarımın dışa duygusuz vurmasıydı. Çünkü ben hep
gözyaşı dökmek yerine çabalayarak ter dökmeyi tercih etmiştim.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Aklımdan uzaklaştıramadığım düşünce ise timsahların gözyaşı döküp dökmediğiydi.
Daha doğrusu ağlayıp ağlamadığı... 1400’lü yıllardan kalma bir batıl inanca göre
timsahlar insan yerken gözyaşı dökerlermiş.
Aslında onların gözyaşları da acı, üzüntü ya da mutluluk gibi duygu içermeyen
gözyaşlarından… Belki gözyaşı bile değil… Bir yanılsama. Çünkü timsahların gözyaşı
kanalı soluk borusu ile bağlantılıdır ve bu durum yemek yeme esnasında gözlerinde
küçük hava kabarcıkları oluşturur. En azından benimkiler, duygusuz da olsa gerçek
gözyaşıydı.
Aradan geçen zaman içerisinde geçmişteki deneyimlerimle, AKP hükümeti
döneminde, YÖK için başlatılan tartışmalara bir gazeteye yazı göndererek bende
katılmıştım. Katılmalıydım, çünkü olayın doğrudan tanığıydım.
Değişim fırsatı kaçmasın Radikal Gazetesi, 11/12/2003
Üniversite denilince hemen akla gelen ve çok tartışılan YÖK'te yönetim nöbet değiştirdi. Görev süresi dolan Prof. Dr.
Kemal Gürüz'ün yerine Prof. Dr. Erdoğan Teziç YÖK Başkanlığı'na getirildi.
Politikacılar 'koltuk sevdalısı' diye sunulurken, dekan ve rektörler gözden kaçar. Üniversitede laiklik karşıtı
yaklaşımlar kabul edilemez, ama bu, değişim fırsatını tepmek anlamına gelmez
YÖK ve üniversitelerimiz, kendilerine ördükleri taş duvarlar arkasında dünyadan ve dışlarındaki rüzgârdan uzak
kalmaya çalışıyorlar. YÖK yasa tasarısına esas karşı çıkış nedenlerini ideolojik-radikal kökten dinciliğin önünü
açmaya engel olarak göstermeye çalışıyorsalar da esas gayeleri, içinde bulundukları taştan kulelerin zarar görmesini
engellemeye çalışmak, bunca yıldır üniversitelerde ne yapıldığı ve nasıl yapıldığı tartışmasını başka bir zemine
kaydırarak, kendilerine gelebilecek eleştirileri engellemeye yöneliktir. 'Manastır keşişleri' gibi yaşamaya devam
etmek istiyorlar çünkü.
Bugün, Türkiye'deki üniversitelerin iç yapılarına bakıldığında, bilim dışında pek çok şey yapılmaktadır -az da olsa
özverili bilim insanlarına haksızlık etmeyelim. Kabile içi evlenme geleneği yürürlükteymiş gibi, öğretim üyeliklerine
yakın akrabalar alınmakta ve bazı bölümlerde belirgin olarak bu durum dikkat çekmektedir. Kişilerin bilimsel
yeterliliklerine, üretkenliğine, düşünce sistemine bakılmaksızın, sadece uysal, söz dinleyen, çanta taşıyan, özgür
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
bilimsel fikirleri yeşertemeyecek taş duvarların içine, yeni kadro olarak alınmaktadır. Çünkü, hem bir birlerine benzer
görünmek istemekteler hem de bir birlerine benzer kişileri kendi aile içlerine almaktadırlar.
İdeolojik-akademik yükseltme
Dışarıdan bakıldığında üniversite hocaları apolitik, derin bilgi sahibi, '-lojiler'i aşmış insanlar olarak görülürler. Oysa
hemen herkes gibi öğretim üyelerinin de politik, ideolojik ve dinsel görüşleri vardır. Hatta bu bireysel eğilimler,
ülkemizde çok iyi görüleceği gibi, grup psikolojisine dönüşür ve o üniversite kampüsünü bütünüyle etkisi altına alır.
Sonuçta da o üniversitenin bir '-lojisi' doğar. Bugün, ülkemizdeki her üniversitenin kendine ait politik, dini-siyasi
eğilimleri vardır ve bu içinde barındırdığı öğretim üyelerince de gayet iyi bilinir. Oysa politik görüşleri siyasal
bilgiler fakültesinde, dini görüşleri ilahiyat fakültesinde tartışma konusu yapma dışında, akademik ortamda hiçbir
değerinin olmaması gerekir. Tartışmasının da... Bireysel olarak kişi her türlü ideoloji, dini kabul edebilir, savunabilir.
Ama öğrenci karşısında yalnızca bilimsel konuşulması gereken konu konuşulur. Öğretim üyelerinin ve üniversitelerin
politikalarının, siyası ve dini görüşlerinin, akademisyen seçiminde etkili olması önümüzdeki karanlık bir engeldir.
Bazı üniversiteler 'dinci' bazıları ise 'solcu' olarak adlandırılmaktadır. Bunu yapan, geçtiğimiz 20 yılda yapılan
akademisyen seçimindeki tercihlerdir.
Bilimsel vizyon ilk sırada değil
Her zaman politikacılar 'koltuk sevdalıları' olarak halka lanse edilmelerine karşın, aslında birileri daima gözden
kaçar: Taş duvarlar arkasındaki dekanlar ve rektörler. Dekanlık ve rektörlük seçimlerini kazanmak girişimi tam bir
siyasi çekişmedir. Bilimsel vizyon ise ilk sıralardan sonra gelmekle birlikte, kaçıncı sırada olduğunu tespit etmek çok
zordur. Koltuklarını elde eder etmez, ilk yaptıkları şey kendi siyasi-dini görüşlerine sahip olan, kendini seçimlerde
destekleyen öğretim üyelerinin sırtını bir şekilde sıvazlamaktır.
Yardımcı doçentler doçent, uzmanlar yardımcı doçent yapılır. Kendini desteklemeyenleri ise bir şekilde yıldırarak,
başka birimlere göndererek üniversiteden uzaklaştırmak ya da doğrudan atmaktır. Bunun örnekleri çoktur... Ve
ardından da bir sonraki seçimde, koltuğu sağlama almak için kendine yakın insanları bir yerlerden (belki üniversite
dışından) bulup getirip yeni kadro açarak oy artırmaktan ibarettir.
Kişisel düşmanlık!
Öğretim üyeleri arasında kişisel ilişkilerde zıtlık ve soğukluk her yerde ciddi şekilde göze çarpar. Çoğu öğretim üyesi
arasında fikir ve ideal birliği yoktur. Adeta düşmandırlar. Bu sadece bilimsel alanlarla sınırlı değildir, sokakta
anabilim dalı koridorlarında bir birlerini görseler ya yönlerini değiştirir ya da başlarını öne eğerler.
Bazen ise, anabilim dalı başkanları yıllarca eksik öğretim üyeleri kadrolarını dekanlık aracılığı ile rektörlüklerine
bildirirler. Ancak, anabilim dalı -dekan-rektör üçlü bağında bir kopukluk varsa bu kadro uzun yıllar gelmeyebilir.
Bazen de hiç bir kadro isteği yapılmadığı halde, bir gün bir gazeteyi açan anabilim dalı başkanı, kendi bölümü için
yardımcı doçent kadrosu açıldığını görebilir. Kadro isteğinde ne zaman bulunduğunu düşünürken, istek yapmadığını
ve 'tepeden inme' birinin geldiğini anlar.
'Söz uçar, yazı kalır'
Gazeteyi gören başka biri de 'tepeden inme' gelecek kişiyi bilmeden o kadroya başvurur. Yapılan yabancı dil, bilim
sınavı ve yayın sayısına güvenerek sınavlara girer. Sınavlar var olan YÖK Yasası'na göre, üniversite içinde
yapılmaktadır. 'Tepeden inme' gelenin yayın sayısı komik, bilimsel sınav puanı yeterli olmadığı halde, anabilim dalı
başkanından habersiz kadroyu açan rektörün isteği ile 'Başvuran iki aday arasında seçim yapılamadığından, sözlü
sınava gelmesi...' gayriresmi olarak bildirilir. Kararı rektör verecektir. Oysa YÖK Yasası'nda böyle bir kanun yoktur.
Sonuçta, 'söz uçar, yazı kalır' misali 'tepeden inme' rektör yardımı ile yerine iniş yapar.
Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de bilim üreten insanlar vardır. Bunların bazıları da şans eseri olarak
üniversitelerde kalmıştır. Üniversitelerimizdeki, yayın üretmeyen, köşe başlarını tutan öğretim üyeleri de ne
hikmetse son günlerde gazete ve dergilerde, yayın sayısının yabancı dergilerde belirgin arttığını ve uluslararası
sıralamalarda yükseldiğimizi savunmaktadırlar.
Sayılar neyi gösterir?
Yayınların yapıldığı kesin. Elde sayılar var. Ama bu yayınların çoğunluğu, genellikle yüzde 5'i oluşturan bir grup
tarafından yapılmaktadır. Geri kalan öğretim üyelerinin böyle bir yayın, bilgi üretme kaygısı yoktur. Üretilen makale
ve SCI'e (Science Citation Index) giren makale sayısı ile ülkeler sıralamasında yükselmiş olabiliriz. Ancak, yayınların
niteliğine bakıldığında orijinal yeni fikir denilebilecek yayın sayısı bir elin parmakları/yılı geçmez.
Nitelikli yayın sayısının aynı oranda arttığını kimse söyleyemez. Bunun yanında üniversite öğretim üyesi sayısı
başına düşen yayın sayısı komik derecede düşüktür. Yapılan yayınlarda adeta bir isim bolluğu da her zaman
dikkatleri çeker. 'Çalışmacı sayısını çoğaltma' sanıldığından da çok sık yapılmaktadır. Akademisyenlerin bir yanılgısı,
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
uzun yıllardır ellerinde olan (hatta yüzyıllardır) 'kutsal bilginin/bilimin' yalnızca kendi şatoları içinde olduğudur.
Oysa gelişen teknoloji ve iletişim yöntemleri ile artık aklı eren herkes, istediği her bilgiye en ince ayrıntısına kadar
ulaşabilir. Bunun için 'Profesör Aklıderin' olmak gerekmiyor.
Bilime artık üniversite dışında rahatlıkla ulaşılabilmekte ve şatolarla çevredeki dünya arasındaki dengeyi üniversite
algılamalı ve ona göre davranmalıdır. Çünkü dışarından bakıldığında, şatoların içini görenler, içeride bir şeylerin
eksik olduğunu farkındalar.
Öneriler
1. Yeni öğretim üyesi alımı merkezi sistemle yapılmalıdır. Böylece, eskilerin yanı başında 'söz dinleyen' taze
akademisyenler yerine, 'fikir üreten, dik başlı' öğretim üyesi yetişir. Merkezi sistemle akademik kadro alımı,
üniversitelerin siyasi-ideolojik yapısını heterojenleştirecek ve farklı fikirlerin yeşerebileceği bilimsel bir ortama
imkân sağlayacaktır. Üniversitelerin siyasallaşması da ancak bu şekilde önlenebilir.
2. Gerektiğinde, doçentlik ve profesörlük unvanları belli koşullar yerine getirilmediğinde geri alınabilmelidir. Buna
ek olarak, özellikle tıp fakültelerindeki doçent ve profesörlerin unvanlarını muayenehanelerinin duvarların kamyon
büyüklüğündeki panolara yazması yasaklanmalı, unvanla 'ekonomik kazanç sağlama' yolu engellenmelidir.
3. Belli bir süre içinde, belli bilgi üretimi yapmayan veya bu konuda katkıda bulunmayan öğretim üyeleri
üniversitelerden uzaklaştırılabilmelidir. 65 milyon yıl önce soyu tükenen bir türü korumaya gerek yoktur.
4. Öğrenciler de öğretim üyelerini belli ölçülerde değerlendirebilmeli ve bu değerlendirme sonuçları, 'üniversitede
kal' veya 'git' kararında etkili olabilmelidir.
Sonuç
Üniversitelerin işlevi, yalnızca ekmek parası kazanmayı öğretmek ya da okullarda öğretmen yetiştirmek değildir. Her
şeyden önemlisi, gerçek hayat ile hayata ilişkin gittikçe artan bilgiler arasındaki ince ayarlamayı yapmaktır.
Üniversitelerimiz bunu yapabilmişler midir? Bu güne kadar hayır. O zaman değişim şarttır.
Elbette ki üniversitelerin ve ülkemizin geleceğini tehlikeye atacak, laiklik karşıtı, gerici yaklaşımlar kabul edilemez.
Ama üniversitelerimizin ve özellikle YÖK Başkanı'nın, (yazı, Kemal Gürüz'ün görev süresi dolmadan önce kaleme
alınmıştır) sanki 'Her şey yolunda ve üniversiteler şimdiye kadar ideal şekilde işlevini yerine getirmiştir' gibi
davranması, her düşünceyi ideolojik çerçevede değerlendirerek karşı çıkması kabul edilemezdir. Bu bir fırsattır ve
bilim insanı sezgisi ile 'değişim' fırsatı değerlendirilmelidir.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
BÖLÜM II
Kertenkele Kuyruğundaki
MS
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Sıradan bir “O Gün”…
O sabah -Pazar günleri dışında- her gün gittiğim hastaneme gittim ve her sabah
yaptığım gibi ilk iş olarak bilgisayarımı açıp maillerime baktım. Bir-iki maile cevap
yazdım ve ardından, dışarıda bekleyen poliklinik hastamı, muayene için odaya aldım.
Otuz yaşlarında bir kadındı. Odaya girerken, çoğu hastada olmayan endişeli bir hal
vardı. Heyecanlıydı. “Günaydın” dedi ve muayene masasının önünde duran iki
koltuktan soldakine oturdu. Ben de o esnada “Günaydın, geçmiş olsun” dedim ve her
zamanki aceleciliğimle ekledim:
— Şikâyetimiz nedir?
Bir anlık tereddütle:
—Yüzümün sol tarafı uyuşuyor ve dilimin de sol tarafında tat alamıyorum, diye söze
başladı ve devam etti:
—İki ay önce sağlık ocağına gittim. Bana B-vitaminleri verdiler ama iki aydır geçmedi.
Bu arada internetten araştırdım. Şikâyetlerim, birçok hastalığın belirtisi
olabiliyormuş.
Biraz durakladı, ardından:
—Çok korktum ve geldim, dedi.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Aslında korkmakta haklıydı. Şikâyetini söylemesinin ardından bir nöroloji uzmanı
olarak benim de aklıma gelen MS’di. Olmamasını da umdum ama kendine bakımı ve
giyimi açısından elit görünümlü ve sosyal düzeyi iyi, otuz yaşlarında genç bir kadın,
bu yakınmalarla bana doğrudan, sezgisel olarak MS düşündürmüştü. Ne de olsa MS
hastalarının %70-75’i kadındı (bu kadınların çoğu sosyal düzeyi yüksek kadınlardı) ve
hastaların %90’ında görüldüğü üzere, hastalık 15-30 yaş aralığında ortaya çıkıyordu.
Yoğunluk 28-30 yaş aralığıydı. 10 yaşın altında bu ihtimal %1’di ve hasta zaten çocuk
değildi. Kızılderili, Eskimo, Aborjin de olmadığına, bizim memlekette yaşadığına
göre, zihnim sezgisel bir hesap yaptı ve buna rağmen sordum:
— Neden korktunuz?
— Şey… Beyin sapı tümörü ya da MeSe diye bir hastalık…
Ben, hemen refleks olarak ekledim:
— eMeS, Multipl Skleroz!
— Evet, şikayetlerim, o hastalığın da belirtisi olabiliyormuş. Çok kaygılandım
doğrusu.
Kaygılanmakta haklı olduğunu tekrar düşündüm ve başımla “evet” şeklinde onaylar
gibi hareket yaptım ve ekledim:
—Evet, haklısın, bazen basit ve anlamsız denilebilecek şikâyetlerin altından eMeS
çıkabiliyor. Bu şikâyetlere eşlik eden başka şikayetiniz var mı? Çift görme,
dengesizlik, el-kol uyuşması gibi?
Daha sözümü bitirmeden:
— Yok, diye ekledi.
— Peki, bu şikâyetiniz iki aydır devamlı var mı? Bazen düzeldiği oluyor mu?
—Yok, hep aynı… Sürekli var. Sabah uyanıyorum var, akşam yatıyorum var…
Sözünü bitirmeden ben ekledim:
— Ya tat?! O da mı iki aydır kayıp?
—Evet, iki aydır dilimin sol kısmında hiçbir tat alamıyorum
— Çiğnemede bir sorun var mı? Ağzından dökülme, yiyecekleri ağızda
toparlayamama gibi…
— Hayır, yok.
Bu cevapların ardından, ben, her hastaya sorduğum klasik sorularımı sıraladım:
— Başka bir hastalığınız var mı? Yüksek tansiyon? Diyabet? Ya da başka bir hastalık!
Kullandığınız herhangi bir ilaç var mı?
Bunların hepsine topluca bir “Yok, hayır” dedi.
Ardından “Şöyle buyurun, muayene masasına oturun, bir muayene edelim” dedim
Muayene masasına geçti. Ben de her hastama yaptığım şekilde önce kan basıncını
ölçtüm.
Normaldi. Duyu muayenesinde yüzünün sol tarafı, yanak ve çene bölgesinde, özellikle
ağrı duyumunun farklı olduğunu ve değdirilen iğneyi, iğne olarak değil de kalın ve
kunt olarak hissettiğini söyledi.
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
Yanağında, yüzeysel dokunmaları hissetmesi de normal değildi. Yüzünün sol tarafı,
sağ tarafına göre dokunmaları daha az hissediyordu. Aynı farklılık yanağının içinde
ve dilinin sol tarafında da vardı. Bunların hepsi yüzün duyusunu alan ve “trigeminal
sinir” denen sinirde bir sorun olduğunun işaretiydi.
Kollarında ve ayaklarında ise bir farklılık, bunlara benzer bir problem yoktu. Sağa-
sola, yukarı-aşağı bakışında herhangi bir kısıtlılık veya istemsiz göz hareketi var mı
diye muayene ederken, onun kanında artan endişe hormonları, yani adrenalin
seviyesi göz bebeklerinden adeta görünüyordu. Her iki göz bebeği de sanki göz bebeği
büyütücü damla damlatılmış gibi kocaman olmuştu ve sağa-sola endişeli bakışlar
savuruyordu. Daha muayene bitmeden, heyecanlı bir sesle sordu:
— eMeS var mı?
Bu soru ardından, içimden bir gülücük geçti ama hastamın, bunu yüzümden
algılayabildiğini sanmıyorum. Çünkü çok heyecanlıydı. Yine de bir yutkundum ve:
—Şu an yüzünüzde ve dilinizde hakikaten bir sorun olduğunu düşündüren bulgular
var ama bunlar, bize doğrudan bir hastalık adı söyletecek kadar yeterli bulgular değil.
Tabii, ön tanı dediğimiz birçok hastalık listesi aklımıza geliyor ama doğrudan eMes ya
da tümör diyemeyiz. Bu bulgularla kesin tanıya ulaşamayız.
Ben, bir duraklama ve nefes ardından:
—Öncelikle bir, beyin görüntülemesi, eMaR yapmamız gerekiyor, derken, o hemen
ekledi:
—Tomografi?
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
—Yo, hayır. eMaR çekmemiz lazım. Tomografi, kırığı, beyin kanamasını iyi gösterir
ama bu konuda bize pek yardımcı olamaz, dedim. eMaR yapmamız lazım, diye
tekrarladım.
—Tamam, hemen çekelim, diye onayladı.
O sırada, ben, her zaman yaptığım gibi, hastamla konuşurken MR beyin isteğimi
yapmaya başlamıştım bile…
— Alt katta radyolojide MR bölümü var. Bugün çekilir. Bir-iki saat sonra sonucu
çıkar. Ardından sonuçla geliniz, konuşalım, diye ekledim. Yanıtını aldığı halde tekrar
sordu:
—Tamam. Bugün çıkar mı sonuç?
—Hı… Hı… Bugün çıkar. Sanırım bir-iki saatte sonucu elinizde olur. Çıkınca geliniz.
“Tamam” dedi ama sanırım aklındaki sorular ve kaygısı iyice artmıştı.
Benim için aynı şey geçerli değildi çünkü birçok nörolog için bu tablo ilk başta MS’i
düşündürür. Bende de aynı şeyi düşündürmüştü ve bu nedenle hastamın kafasında
olan sorular bende yoktu ve onun kadar kaygılanmıyordum. Zaten bir profesyonel
olarak, hastam ile aynı kaygıyı yaşamaya hakkım yoktu. Böyle bir durumda, akıllıca
karar verme zincirim büyük ihtimalle bozulurdu. Bu hastalık, hastamın hastalığıydı!
İki saat sonra kapıyı tıklatarak girdi. Daha oturmadan:
—Sanırım bir şeyler var ama anlamadım, dedi
Ben de biraz gülümseyerek: “Evet, biz doktorlar bazı şeyleri hastalar anlamasın diye
farklı kelimelerle yazarız” dedim. Yerine otururken filmi masanın üzerine bıraktı…
Her zamanki gibi ilk önce raporu okudum:
“…T2 ağırlıklı serilerde 2 adet periventriküler bölgeye lokalize, biri sağ corona radiata
seviyesinde, 4 mm boyutunda, diğeri sol oksipital hornda 6 mm çapında
demyelinizasyon alanı. FLAIR kesitlerde de aynı bölgelerde demyelinizasyonla uyumlu
plaklar tespit edildi. Ancak, post- kontrast incelemede bahsedilen lezyonlarda kontrast
tutulumu tespit edilmedi. MS? Vaskülit??”
—Evet, bizim dille yazılmış ama söylenebilecek şu MR’da şikâyetlerinizi
açıklayabilecek bulgular var.
Bu MR’ın anlaşılır açıklaması şöyle olabilir:
“…Farklı ve doku hasarını gösteren (T2 ağırlıklı serilerde) çekim tekniğinde 2 adet
beyin boşluklarının hemen yanında yerleşik (periventriküler bölgeye lokalize), biri sağ
derin beyin boşluğunda (corona radiata seviyesinde), 4 mm boyutunda, diğeri sol arka
görme beyin kabuğunun altındaki beyin boşluğunun boynuz gibi olan kısmının hemen
kenarında (oksipital hornda) 6 mm çapında sinir kılıflarının soyulduğunu gösteren
(demyelinizasyon) alanı. eMeS plak alanlarını daha iyi ortaya koyan teknikle yapılan
çekimde (FLAIR kesitlerde) de aynı bölgelerde Sinir kılıflarının soyulduğunu gösteren
(demyelinizasyonla uyumlu) hasarlı alanlar (plaklar) tespit edildi. Ancak, damardan
ilaç verilip bunların boyanıp boyanmadığına baktığımız başak çekimlerde (post-
kontrast incelemede) bahsedilen hasarlı alanların (lezyonlarda) boyar ilaç (kontrast)
tutulumu tespit edilmedi. Öncelikle tanımız görüntülemede eMeS? Ancak görüntüler
damar cidarı iltihabı (Vaskülit) da düşündürmektedir?”
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
—Yani ben MS miyim? Diye ekledi beklemeden.
—Bu sorunun yanıtı keşke her zaman siyah-beyaz gibi, hayır-evet şeklinde olsa… Ama
siyah-beyaz arasında“gri” bölge denen bir şey var. Şimdi bu görüntülere bakınca
kesin MS diyemiyoruz. Biz şu görüntülere “olabilir” gözü ile bakıyoruz. Bu
görüntülerde bazen MR’a bakınca hastayı görmesek de “Ha… Bu MS” deriz ama
maalesef gri bölgelerde tanı kolay olmuyor. Bazen tanı aynen “puslu mantığa”
benzer…
Derken aklıma bilgisayarlardaki bit’ler geldi: 0’lar ve 2’ler. Teknik detaylara girip
ipin ucunu kaçırmamak ve anlaşılır olmak için başka bir yöne kaydırdım konuyu:
—Yani şunu demek istiyorum: Bir tanı, eMeS var-SİYAH diyor, başka bir tanı, eMeS
yok-BEYAZ diyor. eMeS hastalığında, sıklıkla, tanı, siyah-beyaz gibi kolayla
konamıyor. Bazen arada GRİ bölgeler vardır ve siyah veya beyaz durumuna geçmesi
için, zaman içerisinde hastayı takip etmek gerekebilir ya da yeni tamamlayıcı, destek
verici laboratuvar testleri gerekebilir.
— Peki, ne yapacağız? Diye endişeyle sorarken sesi titriyordu.
— Başka testler de yapmak lazım. Bu filmdeki görüntüleri taklit eden başka
hastalıklar da var. Tüberküloz yani verem, vaskülit dediğimiz damar cidarı iltihapları,
kadınlarda sık olan anti fosfolipid antikor sendromu, Lyme hastalığı, Behçet, Çölyak
hastalığı gibi bir dizi hastalıklar… Bunlara uygun testlere de bakmak lazım. Olup
olmadıklarını araştırmamız lazım… Vitamin eksiklikleri, genetik bazı hastalıklar da
benzer bir görüntü oluşturabilir!
—Olur, hemen bakalım, dedi ve arttığı gözlerinden anlaşılan merakını bir soru ile dışa
vurdu.
— Bu MS’i ilk kez internette gördüm. Nasıl bir hastalık bu? Nadir galiba?
— Evet, diğer nörolojik hastalıklara göre gerçekten nadir. 100 bin kişide 5-30 kişide
görünüyor. Bizim ülkemizde nispeten sık. Bu sıklık, iklimle sıkı ilişkilidir. Avrupa’da
da sıktır. Kuzeye ve güneye gidildikçe sıklığı azalır. Soğuk yerlerde o kadar azdır ki,
Eskimolar’da neredeyse görülmez.
— O zaman Erzurum’a mı taşınsak? Orası bildiğim kadarı ile kışın -35 derece kadar
soğuk olabiliyor, diyerek espri ile araya girdi.
— Evet… Taşınabilirsin. Ama senin için hastalık tanısı zaman içerisinde “kesin”
olacaksa bu pek değişmez. Yine de senden sonraki kuşaklarda değişebilir. On beş
yaşından önce Erzurum’a göç etseydin bu durum ortaya çıkmayabilirdi. Her neyse
şaka bir yana, bilinen, MS’in çevresel ve genetik nedenlerle ortaya çıktığıdır. Yüksek
riskli bölgeye gidersen ama genetiğin iyi ise hastalık çıkmayabilir. Ya da çıkma
ihtimali azalır.
—Yani genetiğimin sağlam olması gerektiğini söylüyorsunuz.
—Tüm hastalıklar için geçerli. Psikiyatrik hastalıklar için bile…
Dikkatli ve söylediklerimi kavradığını anlar bir bakışla “MR’da parlak alanlar dediniz.
Orada ne olmuş farklı olarak?” diye devam etti.
—Orada ne olmuş? Aynen bir elektrik kablosu gibi düşünebilirsiniz. Bir kablonun
içinde bakır tel, telin dışında nasıl bir plastik kaplama var… Beynindeki sinir
hücrelerinde de bir çeşit, kablo benzeri uzantılar vardır. Bu parlak görünen
Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir…
Ticari amaçlarla satışı yapılamaz.
KertenkeleKuyruğuÖyküleri
bölgelerde kablonun dışındaki plastik soyulmuş ya da zedelenmiş… Böyle bir
benzetme yapabiliriz… Bu…
Daha sözümü bitirmeden, “Neden soyulmuş ki? Onu zedeleyen nedir? Diye ekledi.
— Bunu zedeleyen, plastiği eriten kendi bağışıklık sistemimiz… Normalde bağışıklık
ya da savunma sistemi, bedeni dışarıdan gelen yabancılara, mikroplara karşı korur.
Onlara saldırır. Ama burada olan, kendinden olana saldırmak, onu yabancı saymak…
Bu bir nevi iç terör. Kendinden olana saldırmak… Öncelikle, yönünü şaşırmış ve bir
dereceye kadar neredeyse anarşist hale gelmiş bağışıklık sistemindeki bazı hücreler
hem kendileri hem de salgıladıkları hormon benzeri maddelerle, sinir sisteminde
(beyin + omurilik) zayıf olan bölgelere saldırıya geçerler. Aslında bu terörist hücreler
az sayıda hepimizin bedeninde bulunurlar. Bunlar çoğalmazlar ve bedenin herhangi
bir yerine saldırıya cesaret etmezler. Bir kenarda adeta beklerler. Fakat nedenini
bugün tam anlayamadığımız bir (ya da birden çok) nedenle bedende, kendi kendine
terör başlar. Kendinden olanı yabancı kabul ederler!
Normal şartlarda, kandan beyne her şey elini-kolunu sallayarak geçemez. Arada bir
koruma-engel vardır. Aynen tarihi Berlin duvarı ya da Çin Seddi gibi. Bu duvardan
sadece beyine gereken belli maddeler, seçilerek, özel kapı bölgelerinden geçerler.
Ancak, terör olan yerde, giriş kapılarına ya da yerlerine bakılmadan, engeli kıran ve
zedeleyen saldırılar yapılır. Yıkılmalar belli bir seviyeye ulaştığında ise, artık kan ile
beyin arasındaki engel bozulmuştur. Kontrolden çıkmış terörist bağışıklık sistemi
elemanlarının karşısına sinir sistemi savunmasız olarak kalır. Bu bozulma durumu,
çekilen tetik sonrası, hastalık sürecini başlatan ilk aşamadır.
İkinci aşama ise terör saldırıları nedeni ile aradaki engelin kalktığı beyne saldırıdır.
Beyinde ise ilk saldırı noktası, yukarıda belirtildiği üzere, oligodendroglia
hücrelerinin oluşturduğu yağ kılıfları ya da bilimsel adı ile miyelin kılıfıdır. Saldırıya
geçen hücreler daha çok, lenfosit olarak adlandırılan hücre grubu içinde yer alan,
saldırgan ve yok edici özelliği olan CD8+ kod adlı hücrelerdir. Bunlar çok iç kısımlara
ulaşarak belirgin hasar yaparlar. Daha az oranda ise, çevrede bulunan ve saldırı
merkezine çok ilerlemeyen, ağırlıklı olarak bu terör saldırısına yardımcı olan CD4+
kod adlı savunma hücreleridir. Burada bu terörist saldırıları yapan hücreler aslında
ciddi bir yanılgı içindedirler. Saldırıları iyilik için, bedeni korumak için yaptıkları
yanılgısındadırlar. Ama onlara bilgi aktaran ve onları terörist saldırıya sevk eden
hücreler yanlış bilgi aktarmışlardır. Artık iş işten geçmiş ve zarar verilmiştir bile…
Kendilerinin yaptığı saldırılardan sonra, serbest bırakılan kimyasal ve biyolojik
silahların ardından, bağışıklık sisteminin başka hücreleri de aynı yoldan gider ve
hasar daha da artar. Beyinde ya da omurilikte doku hasarı ortaya çıkar. Zedelenmiş
bölgede, miyelin kılıfları iyice soyulur. Sinir iletimleri ve elektrik akımları, bu yalıtım
kılıfı yokluğunda aksar ve kısa devreler yaratır. Artık sinir hücresi ana uzantıları olan
aksonlar çıplak kalmıştır. Saldırı şiddetli olduğunda ise bazen aksonların kendileri
bile etraftaki kılıfları ile birlikte zedelenirler. Saldırı sonrası ortalığı tamir etmeye ve
toparlamaya gelen destek hücreleri ise çalışmaya koyulur ama zarar büyüktür. Hele
hele aksonlar da zedelenmiş ise tamir etme iyice zorlaşır. Ortaya çıkan bu hasar
görünür olduğunda plak (skleroz=sertleşme) olarak adlandırılır. Bu plaklar,
saldırının şiddetine göre bir bölgede ya da bir anda beyin-omurilikte birçok alanda
(multipl=çoklu) ortaya çıkabilirler. Plakların beyin ve omurilikteki yerlerine göre
klinik belirtiler ortaya çıkar. Görme sinirinde ise görme kaybı, ayak hareket
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele
Kertenkele

More Related Content

What's hot

Contribution of Muslims in Science & technology
Contribution of Muslims in Science & technologyContribution of Muslims in Science & technology
Contribution of Muslims in Science & technologyShakiluzJAhmed
 
Sufis of Twelfth and Thirteenth Centuries Andalusia (Jamaludin, J.A.)
Sufis of Twelfth and Thirteenth Centuries Andalusia (Jamaludin, J.A.)Sufis of Twelfth and Thirteenth Centuries Andalusia (Jamaludin, J.A.)
Sufis of Twelfth and Thirteenth Centuries Andalusia (Jamaludin, J.A.)Jamal A. Jamaludin
 
32 Farz ve 54 Farz
32 Farz ve 54 Farz32 Farz ve 54 Farz
32 Farz ve 54 FarzTalha Çelik
 
HayatıMıZda SabrıN öNemi
HayatıMıZda SabrıN öNemiHayatıMıZda SabrıN öNemi
HayatıMıZda SabrıN öNemiguest82d7cb
 
Ghid de orientare scolara
Ghid de orientare scolaraGhid de orientare scolara
Ghid de orientare scolararaurora16
 
Başarıyı etkileyen etmenler
Başarıyı etkileyen etmenlerBaşarıyı etkileyen etmenler
Başarıyı etkileyen etmenlerUğur Sever
 

What's hot (8)

Contribution of Muslims in Science & technology
Contribution of Muslims in Science & technologyContribution of Muslims in Science & technology
Contribution of Muslims in Science & technology
 
Mimar sinan
Mimar sinanMimar sinan
Mimar sinan
 
Sufis of Twelfth and Thirteenth Centuries Andalusia (Jamaludin, J.A.)
Sufis of Twelfth and Thirteenth Centuries Andalusia (Jamaludin, J.A.)Sufis of Twelfth and Thirteenth Centuries Andalusia (Jamaludin, J.A.)
Sufis of Twelfth and Thirteenth Centuries Andalusia (Jamaludin, J.A.)
 
32 Farz ve 54 Farz
32 Farz ve 54 Farz32 Farz ve 54 Farz
32 Farz ve 54 Farz
 
HayatıMıZda SabrıN öNemi
HayatıMıZda SabrıN öNemiHayatıMıZda SabrıN öNemi
HayatıMıZda SabrıN öNemi
 
Ghid de orientare scolara
Ghid de orientare scolaraGhid de orientare scolara
Ghid de orientare scolara
 
Başarıyı etkileyen etmenler
Başarıyı etkileyen etmenlerBaşarıyı etkileyen etmenler
Başarıyı etkileyen etmenler
 
Islamic Names
Islamic NamesIslamic Names
Islamic Names
 

Viewers also liked

Viewers also liked (17)

Australia Sopt Assessment
Australia Sopt AssessmentAustralia Sopt Assessment
Australia Sopt Assessment
 
Accu reference-medical-lab
Accu reference-medical-labAccu reference-medical-lab
Accu reference-medical-lab
 
PURE Executive Brochure
PURE Executive BrochurePURE Executive Brochure
PURE Executive Brochure
 
Openstack meetup amsterdam (1)
Openstack meetup amsterdam (1)Openstack meetup amsterdam (1)
Openstack meetup amsterdam (1)
 
FLEXIGRIP Thoracic Trauma Workshop Mons 230115
FLEXIGRIP Thoracic Trauma Workshop Mons 230115FLEXIGRIP Thoracic Trauma Workshop Mons 230115
FLEXIGRIP Thoracic Trauma Workshop Mons 230115
 
Mohamed Ali CV
Mohamed Ali CVMohamed Ali CV
Mohamed Ali CV
 
Cia 1 leadership intro, styles
Cia 1 leadership intro, stylesCia 1 leadership intro, styles
Cia 1 leadership intro, styles
 
језичке недоумице
језичке недоумицејезичке недоумице
језичке недоумице
 
CVTemplate_en_GB
CVTemplate_en_GBCVTemplate_en_GB
CVTemplate_en_GB
 
MousumiDebnath-Resume
MousumiDebnath-ResumeMousumiDebnath-Resume
MousumiDebnath-Resume
 
Dhanyaj Auto_Corporate Presentation
Dhanyaj Auto_Corporate PresentationDhanyaj Auto_Corporate Presentation
Dhanyaj Auto_Corporate Presentation
 
Inten sari
Inten sariInten sari
Inten sari
 
The Forest Lake Times _ ..
The Forest Lake Times _ ..The Forest Lake Times _ ..
The Forest Lake Times _ ..
 
printing-Document
printing-Documentprinting-Document
printing-Document
 
Smit Ovens - Dryers & Photonic Systems V2
Smit Ovens - Dryers & Photonic Systems V2Smit Ovens - Dryers & Photonic Systems V2
Smit Ovens - Dryers & Photonic Systems V2
 
Pearl Harbor
Pearl HarborPearl Harbor
Pearl Harbor
 
Pete zivanche -resume-2016
Pete zivanche -resume-2016Pete zivanche -resume-2016
Pete zivanche -resume-2016
 

Similar to Kertenkele

Pinar Turen Denedim
Pinar Turen DenedimPinar Turen Denedim
Pinar Turen Denedimitu
 
John farndon zeki olduğunu düşünüyor musun
John farndon   zeki olduğunu düşünüyor musunJohn farndon   zeki olduğunu düşünüyor musun
John farndon zeki olduğunu düşünüyor musunHARUN PEHLIVAN
 
Kitaplar ve Okumak ++ ile ilgili alıntılar ve yazılar
Kitaplar ve  Okumak ++ ile ilgili alıntılar ve yazılarKitaplar ve  Okumak ++ ile ilgili alıntılar ve yazılar
Kitaplar ve Okumak ++ ile ilgili alıntılar ve yazılarYaseminSengunDemirca
 
Gençliğimizi Sonsuz Yapabilmek
Gençliğimizi Sonsuz YapabilmekGençliğimizi Sonsuz Yapabilmek
Gençliğimizi Sonsuz Yapabilmekyolyordam yolyordam
 
Marti e-dergisi Ocak2012 01_sayi
Marti e-dergisi Ocak2012 01_sayiMarti e-dergisi Ocak2012 01_sayi
Marti e-dergisi Ocak2012 01_sayiYasemin Sungur
 
Geek kiz ön okuma
Geek kiz ön okumaGeek kiz ön okuma
Geek kiz ön okumaonokumalar
 
Sezgi ve bilgi üzerine
Sezgi ve bilgi üzerineSezgi ve bilgi üzerine
Sezgi ve bilgi üzerineBunyamin Halac
 
Cahit arf makineler dusunebilir mi
Cahit arf makineler dusunebilir miCahit arf makineler dusunebilir mi
Cahit arf makineler dusunebilir mimustafa sarac
 

Similar to Kertenkele (14)

Pinar Turen Denedim
Pinar Turen DenedimPinar Turen Denedim
Pinar Turen Denedim
 
Kız Tavlama Sanatı
Kız Tavlama SanatıKız Tavlama Sanatı
Kız Tavlama Sanatı
 
John farndon zeki olduğunu düşünüyor musun
John farndon   zeki olduğunu düşünüyor musunJohn farndon   zeki olduğunu düşünüyor musun
John farndon zeki olduğunu düşünüyor musun
 
Dıt Dıt’ın ne?
Dıt Dıt’ın ne?Dıt Dıt’ın ne?
Dıt Dıt’ın ne?
 
Kitaplar ve Okumak ++ ile ilgili alıntılar ve yazılar
Kitaplar ve  Okumak ++ ile ilgili alıntılar ve yazılarKitaplar ve  Okumak ++ ile ilgili alıntılar ve yazılar
Kitaplar ve Okumak ++ ile ilgili alıntılar ve yazılar
 
Gençliğimizi Sonsuz Yapabilmek
Gençliğimizi Sonsuz YapabilmekGençliğimizi Sonsuz Yapabilmek
Gençliğimizi Sonsuz Yapabilmek
 
Marti e-dergisi Ocak2012 01_sayi
Marti e-dergisi Ocak2012 01_sayiMarti e-dergisi Ocak2012 01_sayi
Marti e-dergisi Ocak2012 01_sayi
 
Geek kiz ön okuma
Geek kiz ön okumaGeek kiz ön okuma
Geek kiz ön okuma
 
Yolunu Kaybetmis Koyunlar
Yolunu Kaybetmis KoyunlarYolunu Kaybetmis Koyunlar
Yolunu Kaybetmis Koyunlar
 
Sezgi ve bilgi üzerine
Sezgi ve bilgi üzerineSezgi ve bilgi üzerine
Sezgi ve bilgi üzerine
 
1000 Misket teorisi
1000 Misket teorisi1000 Misket teorisi
1000 Misket teorisi
 
1000 misket teorisi
1000 misket teorisi1000 misket teorisi
1000 misket teorisi
 
Cahit arf makineler dusunebilir mi
Cahit arf makineler dusunebilir miCahit arf makineler dusunebilir mi
Cahit arf makineler dusunebilir mi
 
Hayatı Temellendirmek
Hayatı TemellendirmekHayatı Temellendirmek
Hayatı Temellendirmek
 

Kertenkele

  • 1. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Kertenkele Öyküleri Ve Multipl Skleroz Yazan-Çizen Doç. Dr. Sultan Tarlacı Ege Sağlık Hastanesi, İzmir 28 Kasım 2012
  • 2. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Kertenkele Kuyruğu Hakkında Bilimsel Not Kertenkeleler, tehlike anında, kendi kendilerine, kuyruklarını bırakıp kaçabilirler. Buna kendiliğinden uzuv koparma denir. Başka hayvanlarda da bu durum olmasına karşın, özellikle kertenkelelerde sık izlenir. Kuyruğu bırakma bir savunma ve korunma yoludur. Kuyruk, saldırıyı yapanı oyalarken, gövde uzaklaşır ve hayatta kalma oranını bu yöntemle arttırır. Diğer yandan, kertenkele gibi bir hayvanın ağırlığının önemli bir kısmını kuyruk ağırlığı oluşturduğundan, ağırlığın bırakılması daha da hızlı kaçmaya imkan verir. Kuyruk bırakma tam olarak hayvanın durumuna bağlıdır. Kertenkeleler, kuyruklarına dokunulmadan da kuyruklarını bırakırlar. Dışsal uyaran olmadan, içsel sinir hücresel uyarışlarla kuyruk bırakılır. Sadece görsel olarak tehlikeyi görmek bile kuyruk bırakma için yeterli bir etki yapar. Bazı kertenkeleler, enerjilerini sağlayan yağın önemli bir kısmını kuyruklarında depolarlar. Bu da saldırganların kuyruğu tercih etmelerini sağlayabilir. Bazı türlerde ise kuyruk daha dikkat çekici olsun diye, gövdeden daha farklı ve parlak renklidir. Diğer yandan, enerjiden zengin kuyruk daha uzun hareket eder ve saldırganın oyalanmasını uzatır. Uzun oyalanma esnasında kertenkelenin kaçma-kurtulma oranı daha da yükselir. Bu ilginç korunma yönteminin daha da ilginç yanı, bırakılan ya da kaybedilen kuyruğun kısa sürede, tüm kısımları ile (sinirler, kas, toplar ve atar damarlar) oluşmasıdır. Kertenkelelerin çoğunun kuyruğu 12 haftada eski halini alırken, bazı türlerde bu süre 4-5 hafta sürebilir. Düzelme tüm dokuların bütün olarak oluşması anlamına gelir. Bırakılan kuyruğun nasıl yerine geldiği sorusu üzerinde çok çalışma olmasına karşın, cevaplarda henüz çok uzaktayız. MS açısından ise en önemli şey, özellikle sinir hücresi gelişmesinin, kuyrukta tekrar nasıl olduğunu anlamaktır. Bunun sırrını çözdüğümüz gün, MS dahil bir çok hastalığın tedavisini bulmuş olacağız. Kertenkelelerin bu olağandışı ve mucizevi kendini yenileme yeteneği önümüzde çok iyi bir örnek olarak durmaktadır.
  • 3. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri BÖLÜM I Kafamdaki Kertenkele Kuyruğu
  • 4. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri 23 Mayıs 2001 Sıradan akşamlardan farklıydı Saat sekize doğru, yüzümün sol tarafında, yanağımda, seğirmeler başlamıştı. Birkaç saat içinde, seğirmeler, yanağımdan göz çevreme yayıldı ve ‘Bir şeyler mi oluyor bana?’ diye düşündüm. Hatta iki gözümü aynı anda kapatmaya çalıştığımda, sol gözümün daha geç kapandığını hissediyordum. Eşime dönüp ‘Bir bakar mısın? Sol gözüm daha mı geç kapanıyor?’ diye sordum. O da her zamanki rahatlığıyla ‘Yok canım… Bir şey yok’ dedi. Sanki bana göre bir şey vardı ama ne? Saat gece yarısına yaklaşmıştı ve uyku saatim gelmişti. “Haydi hayırlısı! Sabaha belli olur” diye düşünürken, eşime “Yatalım” dedim. Aslında uyumak için yatmaya gitmek de anlamsızdı. Çünkü yaklaşık beş-altı aydır – daha sonra da uzun zaman olacağı gibi – uyku tutmuyordu. Her zaman, saat gece yarısına yaklaşırken “tık” diye uyuyan ben, gecenin ilerleyen saatlerine kadar yatakta
  • 5. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri debelenip duruyordum. Herkesin önerdiği “koyun sayma” işini çok denemiştim o geceye kadar ama tekdüze işler beni sıktığı için, koyun saymak da sıkıyor, hatta yatakta daha fazla döndürüyor, adeta boğuyordu. Asıl neden “uyku hijyeni” denen şeyin eksikliği değildi. Odanın ısısı normaldi ve 96 m² nispeten küçük bir ev için gayet iyiydi. Dışarıdan gelen gürültü, patırtı yoktu. Aç değildim. Yoğun çay, kafein almamıştım. O saatlerde, uykumu kaçıracak yeni bir film izlememiş veya kitap okumamıştım. Evet, sanırım bunlar yerli yerindeydi ama yine de uykuya dalamıyordum. Dışsal uyku hijyenim görünürde iyiydi. Eksik olan, içsel uyku hijyenimdi. Üç aydır her yerde, gece gündüz, yerken içerken, kafamda aynı şey dolanıp duruyordu: ‘Bana bunu nasıl yaptılar? Nasıl bu iftirayı attılar?’” Ben bunu hak etmemiştim. Ya da hak etmek için ne yapmıştım ve belki de en önemlisi ne yapmamıştım? Evet, bir şeyleri eksik yapmıştım. Bu düşünceler arasında koyun saymayı ısrarla reddetme sebebim belki de lisedeyken, Almanya’da işçi olarak çalışan babamı senede bir gördüğümde bana “Oku. Doktor ol. Yok, ‘okumayacağım’ dersen ve istersen sana otuz-kırk tane koyun alırız, çobanlık yaparsın” demesi miydi? Oysa çevremizde o güne kadar otuz-kırk küçükbaş hayvan alıp da çobanlık yapan da yoktu ama belki de koyun saymaya bu kadar karşı olmam ve her sayışımda yedinci koyundan başa dönmem bundan olabilirdi. Babamın korkutması ile değil, kendi isteğimle tıp doktoru olmaya karar vermiştim. “Ben doktor olacağım” diye sürekli kafamdan geçiriyordum. Aslında doktor olmak, benim için ‘hasta muayene etme’ ile eş anlamı değildi. Doktor olmak, bilim adamı, araştırmacı olmaktı. Bu nedenle doktor olmayı istiyordum, hasta muayenesi yapmak için değil. Daha ortaokuldayken babama zar zor bir mikroskop aldırmış ve yaprakları, soğan zarlarını evde inceler olmuştum. Kışın soğuklarında kar tanelerini görebilmek için mikroskobumla dışarıya çıkıyor, sıcak lamdan ve nefesimden kar tanelerinin buharlaşmaması için kendimi ve mikroskobumu önce soğutuyor, yarım saat sonra da kar tanelerinin o mucizevî görüntülerine ulaşıyordum. Kitaplardaki o birbirine
  • 6. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri benzemeyen kar tanelerinin muhteşemliklerini görüyordum. Şimdilerdeki gibi bilgiye rahatça ulaşma imkânı sağlayan internet olmadığı için de bulduğum birkaç kitabı, şehrin 20 km. yukarısında olan ve elektrikler bir kesilince üç gün gelmeyen bir dağ köyünde inceliyordum. Ama çok iyi hatırlıyorum, o dönemde evlerde olan gaz lambaları ışığında adeta zihnim açılıyor ve muhteşem bir öğrenme yeteneği kazanıyordu. O gaz lambaları ışığında hazırladığım dönem ödevi ardından, ortaokul müdürü (o zamanlar fen bilgisi ve tasarım dersine de giriyordu) amcamı çağırarak “Bu çocuğu meslek lisesine değil de düz liseye verin. Bu çocuk çok parlak, zeki, gelecek vaat ediyor” diye uyarmıştı. Babam, işçi olarak çalıştığı Almanya’dan senede bir ve nadiren iki kez geldiği için benim okul ve diğer durumlarımla amcam ilgilenirdi. Yalnız beni bu gibi meseleler ilgilendirmezdi. Beni ilgilendiren –bir şekilde– bilim adamı olmaktı. Bunu nasıl başaracağımı bilmeden amcamla, ‘düz lise’ denilen liseye kaydolmaya gittim. Lisede çok başarılı sayılmazdım. Özellikle Matematik ve Tarih dersleri benim için zordu. Ha evet bir de Edebiyat dersi... Özellikle Divan Edebiyatı… Ama buna rağmen, minyon tipli güzel Edebiyat öğretmenimden mi ne edebiyat derslerine severek giderdim. Her şeye karşın, yine de en çok sevdiğim ders, lise ve ortaokulda Biyoloji’ydi. Biyolojide de sinir sistemine bayılırdım. Elime geçen Fen ve Biyoloji kitaplarının “sinir sistemi” bölümlerini defalarca okur ve hatta yıl bitince tatile girdiğimizde Fen kitaplarının sinir sistemi kısımlarını kesip-koparıp bir kenara özenle saklardım. Sinir sisteminde özellikle yıllar sonra daha çok kullandığım, sinir hücrelerinin kendini baştan yaratmasını veya yenilemesini anlatan “rejenerasyon” kelimesi beni etkilerdi. Rejenerasyon yani kendini yenilemesi, yeniden oluşturması… “Hücrelerin AnKa kuşu gibi küllerinden yeniden DOĞMASI…” Her kitapta şöyle yazardı: “Diğer tüm organlar rejenere olabilir ama sinir sistemi rejenere olamaz, yani kendini yenileyemez. Hasar gördüğünde büyük oranda düzelmeden aynı kalır…”
  • 7. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Ben de “Allah Allah bunu neden hala çözemediler ki…” diye düşünerek, kafamda bir mantık üretip sanki sadece benim bir küçük bilim adamı olarak bildiğim, başkalarının bilmediği kertenkeleler üzerinden çözüm üretmeye çalışırdım. Kertenkeleler, bir tehlike anında kuyruklarını bırakıyorlardı… Kuyrukları kendi kendine hareket ederek düşmanı oyalarken kertenkelenin ana gövdesi kaçmaya zaman buluyordu. Bu kertenkele, zaman içinde, herhangi bir tehlike anında bırakılmaya hazır yeni bir kuyruk geliştirebiliyordu ve bu ‘yeni kuyruk oluşturma’ işini, kopan kuyruk yenilenirken rejenere olan bir sinir sistemi ile sağlıyordu. Benim lisedeki çocuk aklıma göre bu kuyruğun yeniden oluşmasını ve büyümesini sağlayan şey her neyse tüm kitaplarda dillendirilen, sinir hücrelerinin ‘rejenere olamama’ sorununa bir çözüm getirebilirdi ve sanki bunu bir ben biliyordum da tüm dünyanın bundan haberi yoktu. Bu düşüncemden dolayı kurak yaz aylarında gözlerimi kesme taştan örme sıcak duvarlara diker, kaçışan kertenkele görünce, bulduğum bir şeylerle hayvanın üzerine hızla vurmaya çalışır ve kuyruğunu bıraktırmaya zorlardım. Başarıyordum da bazen. Çok zor bir şeydi bu çünkü kertenkeleler, epey hızlı kaçıyor ve duvarda 90 derece dönüşlü hareket ediyor, göz açıp kapayana kadar örme duvarda bir deliğe girip kayboluyordu. Onun kaybolmasının ardından kuyruğunun geride kalan kısmına saatlerce bakıp kalıyordum ama aklım kertenkelenin gövdesinde yani kaçan kısmındaki kuyruk yerinde kalıyordu. Orada ne oluyordu da, sinir sistemi yeni bir kuyruk oluşturabiliyordu? Nasıl? Ama beni uyutmayan bu kertenkele anılarım değildi ki… O anılarımı hep bir saflık ve sıcaklık içinde hatırlardım. Bu değildi.
  • 8. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Yoksa üniversite yıllarımın verdiği bir sıkıntı mıydı? Liseyi başarılı bir derece ile bitirmiş ve üniversite giriş tercihlerim arasında Astronomi ve Arkeolojiyi de düşünmüştüm ama beşinci ve altıncı sıralardaydı onlar. Çünkü öğretmenim bana “Oğlum o meslekler aç kalır” deyip gözümü korkutmuştu. Ben de Biyoloji ve sinir sistemi aşkına ilk beş tercihime Tıp Fakültesi yazdım ve Erzurum Atatürk üniversitesi Tıp Fakültesini iyi bir puanla kazandım. Fakültede kötü bir birinci ve ikinci sınıf geçirdim. Çünkü Tıp Fakültesi olmasına rağmen, ilk iki yıl, Matematik, Fizik, Türkçe, Tarih gibi liseden beri hoşlanmadığım dersler yoğunluktaydı. “Allah Allah! Yanlış yere mi geldim” diye de sık sık düşünürdüm. Üstelik bu düşünceler içinde İstatistik dersinden adeta çakıyordum. Ama Tıp 3. sınıftan sonra zihnim iyice açıldı. Çünkü sinir sistemi ve fizyoloji gibi beklediğim dersler vardı. Sinir sistemi aşkım fizyoloji derslerinde adeta en üst noktaya çıktı. Fizyoloji hocamızın Üner Tan olması da ayrı bir güzellikti. Sanırım benden başka herkes onu yarı deli kabul ederdi. Ancak ben deliliğinin dahilikle bağlantılı olduğunu sezgisel olarak onda görmüştüm. Sinir sistemine dair öğrendiğim her şey, bende derin heyecanlar ve mucize hissi oluşturuyordu. Bu derslerle “Kertenkele” sırrına artık daha çok yaklaşmıştım. Altı yıllık bir eğitim ardından Tıp Fakültesini birincilikle bitirip bilim adamı olmanın yolu aradım. (Diplomamı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’tan almıştım, her zaman boynunda taşıdığı fotoğraf makinesi ile beni de çekerek ölümsüz karelerine eklemişti) Yalnız, fakülte bitince, her ne kadar adınızın önünde “Dr” unvanı olsa da “Pratisyen Hekim” oluyorsunuz ve araştırıcı bilim adamı olmakla uzaktan yakından ilginiz
  • 9. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri olmuyor. Sadece düz bir hekim oluyorsunuz ama her konudan da anlıyorsunuz! Genelde bu istenmeyen bir konumdu. O zaman ne yapmalıydı? Herkesin kafasında olduğu gibi benim de kafamda elbette bir alanda uzman olmak vardı. Ne uzmanı? Sinir sistemi aşkı beni yine de bırakmadı ve beyin cerrahisi seçmeyi düşündüm ama çevremde bugün de geçerli bir söz vardı: “Doktorun aptalı cerrah olur, daha da aptalı beyin cerrahı olur.” Bu söz kafamda yankılanıp duruyordu. Belki de öyleydi. Daha bir yıl önce, bir beyin cerrahı asistanı ile gece nöbet tutarken karşılaşmış ve bana Amerika’nın Irak’a girdiğini bir ay sonra öğrendiğini söylemişti. Şoke olmuştum. Dünyadan kopuk bir uzmanlık! Ayda on altı gece nöbet… Yat, uyu, yemek ye, nöbete git, ertesi gün çalış, akşam evine uyumaya gel, ertesi gün nöbete git şeklinde bir düzen… Bunu yapamazdım. O zaman, yine, sinir sitemiyle ilgilenebileceğim bir alan tercih etmeliydim. Herhalde o günlerde kafamda “Buldum! Buldum!” gibi bir aydınlanma olmadı ama sonunda nöroloji uzmanı olmaya karar verdim. Bu buluş ardından uzmanlık sınavında ilk beş tercihimi nöroloji uzmanlığına ayırdım. Formalite olarak altıncı tercihe beyin cerrahisi yazdım. Nörolojiyi seçmem, arkadaşlar arasında sorun olmuştu. Sürekli yanıma gelip “Oğlum ne yapıyorsun! Sen fakülte birincisisin. Sen kazanırsın. Göz yaz, dâhiliye yaz… Ne yapacaksın nörolojiyi?” diyorlardı. Ama ben her zamanki dik başlılığımla devam ettim. Uzmanlık sınavı geldi geçti ve Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nöroloji bölümünü çok yüksek bir puanla 20 bin kişi içinde 19. olarak kazandım. Bu kadar yüksek puanla genelde “göz” gibi çok istenen -göz’de uzmanlıklar- seçildiğinden, sık sık “Ya sen ne yaptın… Puanına yazık oldu” diyorlardı. Ama ben öyle düşünmüyordum. Nöroloji İstediğim bir uzmanlıktı. Ege Üniversitesine Ana Bilim Dalı başkanıyla tanışmaya gittiğimde de olumlu bir görüşme yaptım. Çok sakin ve olgun tavırlı gördüğüm bayan başkan “Çok güzel, galiba sen çok yüksek bir puanla bize gelmişsin. Bu bizim için de iyi… Çıtayı yükseltecek bu… Senden sonra gelecekleri de zorlayacak” dedi. Ama bu sözlerden tam beş yıl sonra çıtanın yüksekliğinin ne durumda olduğunu, kişilere göre nasıl değiştiğini anlayacaktım. Asistanlığım dört buçuk yıl sürmüş, göz açıp kapayana kadar bitmiş ve uzmanlığımı alalı üç ay olmuştu. Beni uyutmayan ve yüzümde seğirmelere neden olan şey, uzman olarak bir yerlere tayin olma heyecanı mıydı? Yok, yok… Sanırım o da değildi. Bütün bunların nedeni bana atılan iftiraların verdiği kaygıydı. Çünkü kafamda “Bana bunu nasıl yaparlar? Ben fakülteyi birincilikle bitirdim. Bu üniversiteye ilk tercihimle, yüksek bir puanla girdim. Asistanlığımda birçok uluslararası yayın yaptım. 2000 ve 2001 yılında iki kez TUBİTAK beyin araştırmaları derneği ödülü, ardından da Sedat Simavi sağlık bilimleri ödülü aldım ve bütün bunları yok sayarak ‘sana bu üniversitede kalman için yeşil ışık yakmıyoruz’ dediler” düşüncesi dolanıp duruyordu. Tüm bu düşünceler arasında “Yarın ilk iş olarak bir avukata gideceğim ve bu iftiraları atanları mahkemeye vereceğim” diyordum kendi kendime… Bu iftira benim tüm hayatıma girmiş, iftiraların sınırları İzmir’in dışına taşmış ve sağır sultan bile iftirayı duymuştu. Başvurduğum diğer hastanelerde bana “senin için o’cusun diyorlar” diye yüzüme söylüyorlardı. Manisa Celal Bayar Üniversitesine gitmişti aynı iftira… Aydın Adnan Menderes Üniversitesine başvurdum oraya da
  • 10. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri gitmiş. Bu iftiradan kurtulmalıydım. Oysa ben yaşamım boyu bir gruba, fikre ve ideolojiye ait olmamıştım. Biraz uyku sarhoşluğu, yüzümün sol tarafındaki seğirme ve göz kırpmalarımdaki gecikmeler arasında “Tabip odasına da şikâyette bulunmalıyım” diye düşündüm. Saat sabaha karşı 03:00 gösteriyordu. Uyuyamıyordum ama ne de olsa sabah gideceğim bir işim yoktu. İşsizdim… Nöroloji uzmanıydım ve klinikten ayrılmam gerektiğinden aktif olarak çalışamıyordum. Uyumasam ne olacaktı ki? Eşime baktım, gayet derin bir şekilde uyuyordu. Yataktan kalktım. Balkona çıkıp bir sigara yaktım. Yüzüm ısrarla seğiriyordu. Bir nörolog olarak içimden bir ses geçti. Ama bu ses sezgisel değil, tam olarak bilgi ve tecrübeye dayalıydı: “Oğlum bu seğirmelerin ardından bir pislik çıkacak… Hadi hayırlısı…” Beni, seğirmeden ve uykusuzluktan daha çok atılan iftira geriyordu. Güya ben bir dinci gruba bağlıymışım. Dinciymişim! ‘Ben, ne yaptım da acaba böyle bir fikre neden oldum?’ diye ısrarla ve karşı konulmaz bir şekilde düşünüyordum. Kendi kendime: “Bunu nasıl derler? Ben ömrüm boyunca hiçbir –loji uzantısı içeren fikrin peşinden gitmedim. Sadece mantığımın ve bilgimin egemenliğinde, doğru bildiğim yolda hep yalnız gittim. Ve hiçbir gruba ait olmadım. Evet, dinci kabul edilen, geniş bir takipçisi olan ve sözü edilen kişinin grubuna dahil olup onun peşinden giden pek çok kişi Erzurum’da, Tıp Fakültesinde okurken çevremde vardı. Onlardan çokça arkadaşlarım da vardı ama aynı arkadaş çevremde PKK’lı olduğunu sonradan öğrendiğim kişiler de vardı. Ülkücüler de, dev solcular da… Ben hiçbirisine ait olmamıştım ki... İpimi birilerinin eline vermek zaten mantığıma aykırıydı. Çünkü ben, sürüler oluşturan, güdülen koyunlar gibi olamazdım. Evet, belki de tüm gece koyun saymayı bundan reddediyordum. Bana sen “bir sürüye katılan koyunsun” demekle, sen “o’cuymuşsun” demek arasında fark yoktu ki… Balkonda sigaramı içerken derin bir sessizlik hissettim. Bazen bu gibi derin sessizliklerde sorguladığım, tanrı, yaradılış gibi felsefi-mistik konuları klinik içinde tutamadığım dilimle konuşmam ve tartışmam mı bu iftiralara neden oldu acaba diye düşünürken sigarayı söndürüp yatağa döndüm. Saat sabaha karşı 4’e gelirken yüzümün solundaki seğirmelerle ve iftira düşünceleri arasında koyun olmayı ve saymayı reddederek uykuya daldım. Her günkü gibi sabah 08.00’de, saatin çalması ile uyandık. Ben hemen yatak odamda, sol yanımda duran aynaya yönelerek, yüzüme baktım. Eşime dönerek “Galiba yüz felci oldum!” dedim. Sakindim. Ne de olsa uzman bir nörologdum. Yüz felci benim tedavi hastalıklarımdandı ve bu güne kadar, asistanlığımda, hiç saymadım ama belki 50, belki de 200 hastayı tedavi etmiştim. Hepsi de gayet iyi şekilde iyileşmişti. Eşim, sabahları her zaman zor uyanır ama “Ben yüz felci oldum”u duyunca heyecanla yatağa oturdu ve “Bakıyım” dedi. Bakmasına gerek yoktu. Ne de olsa ben uzmandım. Aynaya bakmaya devam ettim.
  • 11. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Eşim de sırtımdan öne uzanmış ve aynadaki yüzüme bakıyordu. Kaşımı kaldırmaya çalıştım olmadı. Gözümü kapamaya çalıştım olmadı. Burun kanadımı kaldırmaya çalıştım olmadı… Islık çalmak için dudaklarımı büzdüm, cılız ve başımın arkasında nefesini hissettiğim eşimin duyamayacağı bir ses çıkardım. Yanaklarımı şişirmeye çalıştım ama dudağımın sol tarafından “püf, püf” diye hava kaçtı. Evet, yüz felci olmuştum. Kalkıp banyoya, yüzümü yıkamaya gittim ve çıkar çıkmaz “Ben bir eczaneye gideyim, kortizon başlamam lazım” diye eşime endişeli bakışları arasında söyledim. Endişeliydi çünkü üç-dört aydır hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Sıkıntımı görüyor ve içinde yaşadığım iftira patlamasının seslerini bir o duyuyordu.
  • 12. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri 27 Şubat 2001 Yeterli, senin cevaplarına inanırım ben! Her günkü gibi Ege Üniversitesinde Nöroloji kliniğinin olduğu altıncı katın yolunu tuttum. Önümde on gün kadar bir zaman kalmıştı ve uzmanlığımı aldıktan sonra ayda bir yapılması gereken, akademik kurul kararı ile sürenin aylık uzatılması işi yapılmıyordu. Biraz ne olacağını bilememenin heyecanıyla Ana Bilim Dalı başkanı Prof. Cumhur Ertekin’in odasına gittim... Gözleri sulanmıştı. Belki de ağlamıştı. “Günaydın hocam” diyerek açık kapıyı formalite icabı tıklatıp odasına girdim. Asistanlığım süresince tezimin yöneticisi ve çalışma hocam olduğundan sık sık odasını ziyaret ederdim. Araştırmaların sonuçlarını değerlendirmek için veya konuşma yazma planlarımız için… Odasına birçok insana göre rahat girerdim. Ama saygımı da hiçbir zaman eksiltmedim. Dört yıl boyunca her zaman yaptığım gibi masasının önündeki deri koltuklardan birine oturdum. Daha ben söze başlamadan ve nereden başlayacağımı düşünüp, biraz daha zaman kazanmak için koltuğa yerleşmeye çalışırken söze girdi: —Görüyor musun bana ne yapıyorlar. Ben ki, 1980’lerde demokrasi mücadelesi için üniversiteden uzaklaştırılmış bir adamım. Bana adeta ültimatom gibi yazı yazıyorlar ve çocuğum gibi yanımda yetiştirdiğim, bir çoğunun doçent olması için makalelere adını yazdığım insanlar ‘Klinik içinde anti-demokratik ortam düzelinceye kadar akademik kurul toplantılarına katılmayacağız” diye bana yazı yazıyorlar. Konuşurken gözlerine bakıyordum. Zaten beraber çalıştığımız dört yıl boyunca, tez hocam da olduğu için hep kafasına ve gözlerine bakmıştım. Son zamanlarda o gözlerini, yaşı altmışı geçmesine karşın çoğu kez ıslak görüyordum. İntihar eden oğlunun yoğun bakım zamanlarını ve daha da eskilerde oğlunun trafik kazası geçirip uzun dönem komada kaldığı dönemleri bana anlatırken de gözlerindeki ıslaklığı görmüştüm. Ama şimdi biraz daha ıslaktı, muhtemelen ağlamıştı. “Beni “antidemokratik” olarak sunuyorlar” diyerek düşüncelerimi böldü ve ekledi “Daha sekiz ay önce hepsi bana ‘Hocam sen başkan ol, seni seçelim’ dediler. Hepsi bana anabilim dalı başkanı olmam için oy verdi. Dört yıl önce de başkan olmamı kendileri istemişti. Şimdi ne değişti ki beni protesto ediyorlar, istemiyorlar! Bu arada masasının arkasındaki duvara gözüm ilişti. Her zaman arkasında çerçeveli iki şey görürdüm. Birisi 1980’de üniversiteden atıldıktan sonra geri gelme yazısı, diğeri ise neredeyse ülkemizin sayılı altın bilim adamlarının üye olabildiği Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliği belgesiydi. İlerlemiş yaşına rağmen, basit kavramlardan büyük heyecanlar yaşayarak adeta çocuk gibi sevinerek bilimsel çıkarımlar yapan, sürekli yanındaki kişilerin kendinden daha yaratıcı olmasını isteyen ve bununla mutlu olan hocamın sayısız denilebilecek ödül belgesi vardı. Yurt içinden, yurt dışından… Ama bunların hiçbirini ne Ana Bilim Dalı başkanı olmadan önce ne de başkan olduktan sonra duvarlara astığını görmüştüm.
  • 13. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri —Bu ültimatom beni 1980’dekinden daha çok zedeledi, diye ekledi. Sözünü bitirmeden “Ya kusura bakma, benim sıkıntılarımı da sana anlatıyorum” diye ekledi. Kime anlatabilirdi ki? Klinikte herkes ona karşı cephe almıştı. — Bu sabah neşeli ama çelebi olmayan bir hoca geldi. Daha önce bir gün de aracı gibi başkası gelmişti. Senin için ‘dinci bir gruba dahil’ diyorlar. Ben bunu kimseye sormam. Zaten kimin ne olduğu, ideolojisi, dini inancı beni ilgilendirmez ama bana böyle dediler. Sultan’ı buraya almayalım dediler. Onlara yanıt vermek için ben sadece senden bir yanıt beklerim. Aynı şeyi dekana da söylemişlerdi. O sırada Başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissettim. Ben, olmadığım bir şeye eklenmiştim. Ya da öyleydim de benim haberim yoktu. Öyle miydim? Doğru bildiğim yolda yalnız giderim düsturu benim değil miydi? Benimdi… Tüm bunlar ışık hızı ile kafamdan geçerken: —Hocam, bu nasıl olabilir? Beni dört yıldır yakından tanıyorsunuz, evinize bile geldim. Kendi evimden daha çok bu klinikte yaşadım. Beni arkadaşlarıma, asistan arkadaşlarıma sorun. Böyle bir şey yok. Nasıl böyle bir kanıya varmışlar? —Yeterli, senin cevaplarına inanırım ben. Bu basit olarak gördüğüm meselenin yaşamımda önemli yol ayrımlarına neden olacağını bilmeden ve belki de önemsemeden içimden geçirdim. “Bunlar Cumhur hocamın sol görüşlü olduğunu biliyorlar. Beni almaması için böyle bir yalan attılar ortaya… Ama tutmaz bu.” Çünkü biliyordum ki Cumhur hocam objektif ve bilimsel bir insandı. Gerçekte dedikleri gibi bir grubun gizli bir üyesi olsam da buna karışmazdı ki öyle değildim.
  • 14. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri —Hocam on gün sonra sürem bitiyor. Uzatma yapılamaz ise ilişiğim hastaneden ve üniversiteden aniden kesilecek. İşsiz kalacağım. —Haklısın ama akademik kurulu toplayamıyorum. Baksana yazılan ültimatoma... Anti-demokratik ortam düzelene kadar katılmayacaklarmış kurul toplantılarına. Oysa YÖK yasasına göre akademik kurul toplanmaması suç. Ceza gerektiriyor ama dekan da işe karışmak istemiyor. Ben Ana Bilim Dalı başkanı olarak onlara Sultan’ı üniversiteye alalım diyorum. Onlar hayır diyorlar. Daha önce tüm başkanlar kendi istediklerini almışlardı. Herkes saygı göstermişti ama şimdi herkes bana karşı çıkıyor. Bize rağmen istediğini alamazsın diyorlar. İstersen Manisa Celal Bayar ya da Çukurova Üniversitesi Nöroloji başkanları ile görüşeyim. Beni severler. Oralara akademik yükselme için geçebilirsin. Bu son sözlerin ardından başımdan aşağı dökülen suyun sıcaklığı artarak sanki buharlaşma derecesine yaklaşmıştı. —Hocam “Ben istiyorum alınsın” tavrınızdan ziyade bu isteğinizi akademik kurulda sunup ‘Bu çocuğu alalım mı?’şeklinde bir oylama yapılırsa… —Akademik kurul toplanamıyor ki nasıl bir araya geleceğiz? —Hım… Evet, diye başımı salladım ama sallanan herhalde tüm dünyaydı. Aslında benim zamana ihtiyacım vardı. Belki kliniğin içindeki soğuk savaş düzelir ve sonra şansım yaver giderdi. Ama süreyi nasıl uzatacaktım? Sadece on gün vardı ve on günün ardından uzun bir kurban bayramı tatili geliyordu. O, hafta sonları ile birleştirilmiş ve uzamış bayram tatillerinden… —Hocam izin verirseniz, uzatma kâğıdı elimde, akademik kuruldakileri tek tek dolaşıp, onlara imzalatayım. —Olur, bir dene… Hemen odanın açık kapısının önünde duran sekreterine, her zaman neşeli ve gür çıkan sesinden başka bir sesle seslenerek “Fehmi, bir uzatma kâğıdı getir” dedi. Kâğıt geldi ve elime tutuşturuldu. Hayatımda istemek, hep kendi adıma zor, başkaları adına kolay olmuştur. Gene aynısı oldu. Sıkıla sıkıla koridorda yan yana duran akademik kurul öğretim üyelerinin kapılarını tıklatarak içeri girdim. Genelde hepsinin bildiğinden emin olduğum klasik bir cümle ile başlıyordum:
  • 15. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri —Hocam, biliyorsunuz, uzatmam on gün sonra bitiyor. Akademik kurul toplanamıyor. Bir anda ilişiğim kesilecek, işsiz kalacağım. Beş-altı odayı dolaştım. Hepsi söz birliği etmişçesine bana aynı şeyi söyledi. Sanki ortak bir kalıptan çıkmış gibi:“Bizim senle bir sorunumuz yok. Sen iyisin, çalışkansın ama bu kâğıdı imzalayamayız.” Her seferinde aldığım ve mantığını kavrayamadığım bu yanıtlarla son odayı tıklattım. Aynı isteğimi safiyane bir tavırla bilgin olan hanım bir hocama tekrarladım ama cevap beklediğim gibi ve herkesin kullandığı kalıpta olmadı. —Senin burada kalmanı hiç kimse istemiyor. On gün sonra bayram var. Hastaneden ve kadrodan ilişiğin pat diye kesilecek. Bana sorarsan sen bu on gün içinde Sağlık Bakanlığına başvur ve tayin iste. —Ama hocam az önce çoğu öğretim üyesi ile görüştüm ve bana senle sorunumuz yok dediler. —Sen onlara inanma, diye ekledi. “Seni burada hiçbiri istemiyor. Sen çok dik başlısın, başına buyruksun. Kafana göre işler yapıyorsun.” Bir anda şaşkınlığım en üst noktaya ulaştı. Bu lafı ben asistanlığımın ilk yılında duymuş gibiydim. Daha altıncı ayımda, kendimce ilginç gördüğüm bir hastayı vaka sunumu olarak yazmıştım. Yazmıştım derken, psikiyatriden, bizim nöroloji kliniğine rotasyona gelen bir arkadaşın yardımıyla ikimiz İngilizce olarak ve çatlak bir dille de olsa vakayı yazmıştık.
  • 16. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Hemen ertesi gün bir uzman ve iki öğretim üyesi profesör bana haber göndermişti: “Bizim adımızı da yazsın o makaleye, ben hastayı acilde görmüştüm…” Bir diğeri de “Ben hastaya yoğun bakımda vizit yapmıştım.” diyerek isimlerini eklettirdiler. Bana ters gelmişti bu durum. Çünkü o zamana kadar öğrendiğim, bir makaleye adının yazılması için çalışmanın hazırlanması, verilerin değerlendirilmesi, sonuç çıkarımı ve yazımda emeklerinin geçmesi gerektiğiydi. Neredeyse hastayı sokakta önceden gören bir öğretim üyesi de adını yazdıracaktı. Hiçbir yerde emekleri olmadığı için yazmak istememiş ve dik başlılık yapmıştım. Acaba bu muydu dik başlı demelerinin nedeni? Ama yazmıştım isimlerini. Bir vaka sunumuna göre yedi yazarlı olması çok dikkat çekiciydi. Üstelik geçen zaman içerisinde o vaka yayınlanmak için birçok dergiye gitti ama kabul edilmedi. Gençlik heyecanı ile yazdığım olgu sunumundan literatürde yeterince vardı ve aslında o kadar da yeni bir vaka değildi. Ama adını yazdırmak için istek yapanlar için bu da önemli değildi. Ya da beni dik başlı nitelendirmelerinin sebebi, tüm bunlardan ders almayıp, asistanlığımın üçüncü yılında Nörolojik Yoğun Bakım’a yatan hastaların arşivde toplanmış ve çürümeye terk edikmiş bilgilerinden yararlanmak için yoğun bakım sorumlusu olmayan kumral hoca ile yaptığım, beyin kanaması olan hastaların sağ kalım ve sakatlığı seyri üzerine vücut ısısı etkisi hakkındaki çalışmam mıydı? Öyle ya… Bu çalışmayı yaptığımı öğrenen ve kendisinin bilgisine güvendiğim, saygı duyduğum yoğun bakımdan sorumlu hoca, sağduyusundan uzak şekilde, beni yoğun bakımın önünde çok rezil edici bir şekilde haşlamıştı: “Bizim iznimiz olmadan, bu kliniğin parçası da olsan, yoğun bakım hastalarının dosyaları üzerinde araştırma yapamazsın. Ya da bizim adımız da yazacaksın… Hastaları biz takip ettik çünkü...” Bu uyarıyı bana yapan da asistanlığım süresince bilimsel bilgi yaklaşımını kendime model aldığım bir bayan öğretim üyesiydi. Çok kırılmıştım ve hatta çok çok kırılmıştım. Ama anlaşılan onlarda kırılmaktan fazlası olmuştu. Ben bir asiydim, dik
  • 17. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri başlıydım. Kendi kendime işler yapıyordum. Evet, kesin buradan çıkmıştı asilik. Başka nereden olabilirdi ki… Ya da aynı öğretim üyesinin Türkiye’de ilk kez, tarafımdan hazırlanan Multiple Skleroz web sayfasında kendi adı olmadığı için Ana Bilim Dalı başkanına beni şikâyet etmesi ardından mı “kendi başına iş yapar” olmuştum. Üstelik sonradan onun adını da web sayfasına eklemiştim ama aynı kişi ortak iş yapıyoruz deyip, eşek gibi çalıştırdıkları ve istatistiklerini dahi yaptırdıkları bir araştırmaya adımızı yazmak şöyle dursun, teşekkür bile etmediler yazıda. Ya da tamamen benim verilerini toplayıp, analiz edip Türkçe yazdığım bir makaleyi, sadece İngilizceye çevirdiği için kendini birinci isim yazan ve yanında da başka bir hocayı ekleyip, araya benim adını sıkıştıran hocaya mı bir şey yapmıştım? Yapmamıştım bir şey… Olsun deyip içime atmıştım bu tavırları. Başkaldırmamıştım. “Asi” diye nitelendirilmemin sebebi bunlar olmalıydı. Ya dik başlılık? O da bunlardan çıkmış olmalıydı. Ama “dik başlılık, kendi başına işler yapma” kötü müydü? Üniversitede akademik kariyer yapacak kişi bu özellikleri taşımamalı mıydı? Kendi başına fikir üretip bir şeyler yapmamalı mıydı? Bunlar olmaz ise yeni fikirler farklı bakış açıları nasıl doğabilirdi üniversitelerde? Bunlar olmadan, koyun sürüsünden nasıl ayrı kalınabilirdi… Bu karmaşık düşünceler içerisinde, bayan hocamın söylediklerinin yarattığı derin bir çöküşle son bir kez dekanı ve ardından da rektörü ziyaret etmeyi planladım. Belki onlar derdime çare olabilirdi. Belki mantığı iyi çalışan benim gibi birine denk gelirdim ve şansım dönerdi. Dekana ulaşmak rektöre nispeten kolaydı. O gün dekanla
  • 18. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri görüşüp sürenin bittiğini ama akademik kurulun klinik içindeki kavga nedeni ile toplanmadığını, üniversite ile ilişiğimin kesileceğini, bana yardımcı olmasını rica ettim. Ama “Ben sizin kliniğin içişlerine karışmam” diyerek karamsarlığımı devam ettirdi. Bu da ilginçti. “Kliniğin iç işleri…” Her şeye burunlarını köküne kadar sokan dekan ve rektörler, bu duruma karışmamayı tercih etmişlerdi. Belki daha önce pisliklere daldırdıkları burunları hassasiyetlerini kaybetmişti ya da koku alamaz olmuşlardı. Ama rektöre ulaşmak o kadar kolay değildi. İlk randevu alma girişimlerim bayındırlık bakanlığından randevu almaktan zor oldu ve başarısızlıkla sonuçlandı. Tekrar tekrar aramamla beş gün sonraya randevu alabildim. Beş gün, beklemek için çok uzun, bitmeye başlayan sürem içinse çok kısa bir zamandı. Beş gün geçti ve rektörlüğe gittim. Rektörün odası üst kattaydı. Yaz sıcağında içerisi epey serin, hatta soğuktu. Belki de ben heyecandan, salınan adrenalinden damarlarım büzüşmüş ve üşümüştüm. Üst kata çıktım ve geldiğimi sekretere söyledim. “Saat 13:00’da randevum vardı” diye ekledim. “Buyurun oturun. İçeride bir misafiri var” dedi. Zaman akışı yine yavaşlamıştı... Sonra, ahşaptan yapılmış, yüksek tavanlı eski İzmir evlerinde olan odalara benzer odanın kapısı açıldı ve bir genç odadan çıktı. Sekreter, o çıkınca kapıya yanaşarak. “Dr. Sultan Bey geldiler” dedi ve ardından bana el işareti ile içeri girebileceğimi ifade etti. Girdim ve masanın önündeki koltuklardan birine oturdum. Ben otururken, rektörün önünde bir ajanda açıktı ve bir şeyler yazıyordu. Sonra birden “Buyurun sizi dinliyorum” dedi. Sanki yüzüme hiç bakmamıştı ya da ben öyle algılamıştım. Ajandasına bakıyordu. Ya bir şey çiziyordu ya da benim söylediklerimi not alıyordu. Daha önce bir rektörle hiç görüşmemiştim. Rektörler toplantılarında vali, il garnizon komutanı ile bir arada oturduklarını biliyordum. Protokolde hep yüksek yerlerdeydiler. Kendilerine ait fildişi kuleleri vardı. Sağdan soldan duyardık: “Falan kişi, rektör seçilince 500 kişiyi kadroya aldı. Hepsi kendi adamları... Falan rektör dincileri alıyor. Falan rektör Alevileri yolluyor, Hıristiyanları tercih ediyor…” Gerçi bu duyduklarımın zamanla gerçek olduklarını gözlerimle de görecektim. Belki de rektörlerde olduğunu düşündüğüm güç beni heyecanlandırmıştı. Belki mucizevî bir çözüm oluştururdu. Durumu bizim nöroloji kliniğindeki öğretim üyelerine ve dekana anlattığım gibi rektöre de aynen anlattım. Fark ettim, ben konuşurken ajandasına hala bir şeyler yazıyordu. Bir an aklımdan geçirdim: “Her halde ziyaretçisi fazladır, olan biteni hatırlamak için notlar alıyor…” Ama beni hiç dinlemeyip kafasına göre o haftaki programını da yazıyor olabilirdi. Bir ara yazmayı kesip, ince, Erbakan benzeri kestiği bıyığı altından: —Sizin klinikte fazla uzman var. Bu aşamada sizin kliniğe uzman almayı planlamıyoruz” Bu sefer bir anda donup kaldım. Çünkü son 1–2 aydır aldığım olumsuz yanıtlardan olsa gene şaşırmazdım (Bir yıl kadar geçmeden ülküsü olmayan bayındırlık makamındaki aynı rektör görevdeyken, AKP hükümete gelince, sıradan bitiren üç nöroloji asistanı kısa sürede üniversite kadrosuna uzman olarak aldılar. AKP kadrolaşacak diye!)
  • 19. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Sözüne devam ederek: —Kliniğin iç işlerine karışmak da istemem” diye tamamladı. Oysa o, üniversitedeki en üst iradeydi ama karışamıyordu Tıp Fakültesi Nöroloji kliniğine… YÖK yasalarına göre suç sayılan, akademik kurulun toplanmaması gibi bir olay oluyor ve rektör karışmak istemiyordu. Sen kimdin ki? Ne iş yaparsın? Bayındırlık bakanlığında kapıcı mısın? Rektörlükten ayrılırken artık tüm umutlarım tükenmişti ama yine de belki fikri değişir umuduyla, özgeçmişimi içeren bir dosya bırakmıştım ona. Bu iş olmayacaktı. Asistanlığıma başladığım üniversitede akademisyenliğe devam ettirilmeyecektim. Tüm bunların ardından kliniğimizdeki Ana Bilim Dalı başkanına gittim. Durumu anlattım. “Sen Manisa Celal Bayar’a git orası İzmir’e yakın, oranın başkanı beni sever. Ben rica ederim” dedi. Kabul ettim. Ege Üniversitesi olmazsa Manisa olsun. En azından akademisyenliğe devam ederim diye düşündüm.
  • 20. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Denize Düşen Yılana Sarılır! Manisa Celal Bayar Üniversitesi ve benim yaşadığım İzmir’in ilçesi Bornova birbirine adeta komşu yerlerdi. Hatta üniversite, İzmir sınırına yerleşikti. Zaten öğretim üyelerinin çoğunluğu İzmir-Bornova’da yaşıyor, çalışmak için sabah servisleri ile Manisa’daki üniversiteye gidiyorlardı. Kendime ait aracım olmadığından, yaklaşık 20-25 km olan Bornova-Manisa Celal Bayar arası yolu her sabah otobüslerle almak zorundaydım. Manisa’daki üniversite hastanesine ilk gidişim zor olmadı. Birbiri yanında üç bloktan oluşan bir hastanesi vardı. Bir üniversite hastanesine göre epey küçük bir hastane diye düşünmüştüm ilk gördüğümde. Belki bu düşünceye beni daha önce çalıştığım Atatürk Üniversitesi ve Ege Üniversitesi hastanelerinin yataklı birimlerinin çok büyük olması itmişti. Her neyse ben yine hazırlandığım kalın bir çalışma ve biyografi klasörü ile Celal Bayar Nöroloji bölümü başkanının yanına vardım. İlk görüşmede bana “Burada bir ay çalışın. Biz sizi tanıyalım size de bizi tanıyın. Dışarıdan başkalarının söyledikleri benim için önemli değil” demişti. Bugün gibi net bir ses tonuyla hatırlıyorum bu ifadeyi. Verdiğim çalışma dosyasına bakarak “Çalışmalarınız çok güzel” dediğini de hatırlıyorum.
  • 21. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Beni kliniğe götürüp asistan ve uzmanlarla tanıştırdı. Bir hastaneye göre dar ve kalp- damar, nöroloji ve nöroşirurji hastalarının ortak yattığı bir koridordan geçip en sonunda seminerlerin verildiği ve asistan uzmanların dinlendiği bir odaya ulaştık. Ortam aslında sıcaktı. Beni de sıcak karşıladılar. Kısa sürede bu sıcaklık karşılıklı hal aldı ve kaynaştık. Bu arada ben onların vizitlerine katıldım, seminerlerinde dinleyici olarak bulundum hatta dergi saatinde beyin ödemi konusunda bir makale sundum. Epey hoşlarına gitti. Ancak benim klinik içi gözlemim bu kadar olumlu değildi. Çok az sayıda yataklı birimleri vardı. Yatırdıkları hastalar arasında basit denilen “yüz felci” hastaları bile vardı. Bunu garipsemiştim. Çünkü bu hastaların kalitesi ve hastalıklarının ortaya çıkardığı problemlerle asistan eğitimi yapılıyordu. Bu asistanlar da eğitim ve çalışmalarının sonunda nöroloji uzmanı olarak görev alıyordu. Büyük üniversitelerle karşılaştırıldığında, görülen hastaların oluşturacağı tecrübe ve hasta çeşitliliği yeterli sayılmazdı. Bu nedenle pek de istekli değildim ama başka çarem de yoktu. Denize düşen yılana sarılır misali bir durum vardı ortada… Aradan bir ay geçti. Bir aylık çalışma ve tanışma planlamıştık... Bu süre sonunda sabırsızlıkla verilecek kararı bekliyordum. Manisa Celal Bayar Nörolojide Ana Bilim Dalı başkanı dosyamı akademik kurula sunacağını ve diğer kişilerin de onayını
  • 22. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri isteyeceğini, bu arada kadro sorunu olduğundan devlette bir yerlere tayin yaptırmamın iyi olacağını, oradan geçişin daha rahat olacağını söyledi. Sözünü dinleyip Ankara’ya gittim. Sağlık Bakanlığının kapısını aşındırıp uzman olarak tayin istedim. Henüz, uzmanlık sonrasında mecburi hizmetin olmadığı zamanlardı… Her ihtimale karşın, doğduğumum memleket olsun diyerek, Rize, Pazar devlet hastanesine tayin istedim… Olmaz olmaz diye düşünürken bir hafta sonra tayin yazısı geldi. “On beş gün içinde görev yerinize ulaşmanız gerekmektedir, Yer: Rize Pazar devlet Hastanesi…” Bu arada Manisa ile olan bir aylık bekleme süresi üzerine iki hafta eklendi ve hocayı aradım. —Hocam merhabalar. Müsait misiniz? Dr. Sultan ben… —Evet… —Herhangi bir karar çıktı mı acaba akademik kuruldan? Bana bu hafta toplanacağını söylemiştiniz de… —Biz arkadaşlarla görüştük. Sana şimdilik yeşil ışık yakmıyoruz. Kadro sorunu var. Sen istersen Pazar devlet hastanesine git. Daha sonra, kadro ayarlayabilirsek biz belki seni çağırırız. —A… ma… Hocam… Siz! —Arkadaşlar, bizim kendi üniversitemizde yetiştirdiğimiz birisini alalım, diyor. Bizim üniversite ekolümüzle yetişmiş birisi. Onların dediklerini de dikkate almalıyım. —Tamam hocam… Teşekkürler… Sağ olun. Artık Manisa umutları da tükenmişti. Oysa karşılama, bir ay içindeki karşılıklı izlenimler ve mesajlar, bu durumun tam tersiydi. Nasıl böyle olmuştu ki? Biraz umutsuzluk biraz gerginlikle tekrar cep telefonumu aldım ve Cumhur hocamı aradım.
  • 23. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri —Hocam şimdi az önce Manisa’daki hocamla ile görüştüm. Bana “Sana yeşil ışık yakamıyoruz” dedi. Bu nasıl olur? Çok umutluydum ben… —Tamam, Sultan, bir dakika ben doktor hanımı arıyorum. —Tamam hocam… Sağ olun. Aradan iki dakika geçmedi herhalde. Benim telefonum çaldı. Arayan Cumhur hocamdı: —Kendisiyle görüştüm. Diyor ki “Onun için dinci bir gruba dâhil diyorlar, ben onu buraya alamam.” Bir anda ne olduğumu anlamadım. Şaşırdım. Öfkelendim. Kızardım, bozardım. Beynimin ilkel kısımları herhalde en şiddetli çalışmasını gösterdi. Hiçbir şey diyemedim. “Tamam, hocam” diyerek telefonu kapadım. Kapamamla Manisa Celal Bayar Nöroloji Ana Bilim Dalı hocasının cep numarasını çevirmem bir oldu. —Hocam, Cumhur Bey ile görüştüm. Ona beni, bir dinci gruba dahil olduğum için almadığınızı söylemişsiniz. Buna nasıl inanırsınız? “Siz bizi tanıyacaksınız, biz de seni” demiştiniz. Böyle bir şeye nasıl inanırsınız! Bunu Ege Üniversitesi nörolojiden birisi uydurdu. Size iletti… —Ben böyle bir şey söylemedim, diye ekledi. İnanmamıştım: —Az önce Cumhur Bey ile görüştüm. Böyle demişsiniz hocama… —Yok, ben öyle bir şey söylemedim, dedi ısrarla… Artık epey öfkelendiğimi kendim de fark ettim ama bana açık açık yalan söylendiğini hissettiğimden kendimi dizginlemeyi düşünmedim bile.
  • 24. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri —Ya hocam… Buna nasıl inanırsınız? Bunu söyleyenleri ve yayanları mahkemeye vereceğim. Başka yolu yok gibi görünüyor. Bu iftira üzerimde kaldı. Öyle biri olsam üzülmeyeceğim. Hani deşifre oldum, beni almadılar deyip bir kenara çekileceğim ama öyle bir grupla ilişkim olmadığını biliyorum. Siz de mahkemede şahit olacaksınız, size kimin bunu aktardığını söyleyeceksiniz. —Yapma. Keskin sirke küpüne zarar... Sen sakin ol. Tayinin çıkmış. Sen Rize Pazar devlet hastanesine git. Biz seni durum sakinleşince oradan çağırırız… Bu beni daha da öfkelendirdi. Bu söylediğinden, söylediklerimi onaylamadığımı anlamıştım ama açık olarak söylemiyordu. Ben yine konuşmasının arasına sıkıştırdım: —Başka yolu yok. Mahkemeye başvuracağım. —Bak… Daha geçen ay buradan iki kişiyi… Hatta gözde doçent olan birini uzaklaştırdılar. Afyon üniversitesine gitti. İstersen oraya git, diye tavsiyede bulundu. Ama bu sözlerinden “Sen bir dincisin. Dinciler oraya gitti, kabul edildiler. Sen de oraya git. Seni de kabul edebilirler” gibi bir anlam çıkıyordu. Ben yine “mahkemeye başvuracağım” dedim ve telefonu kapattım. Dış kapıya baktım. Sokağa çıkıp önce bir avukat bulacaktım. Çıktım. Epey yürüdüm. Biraz avukat tabelalarına bakıp hiçbir yarar sağlamayacağını düşünerek eve döndüm. Eve geldiğimde biraz daha sakindim. En iyisinin “bir meslektaşına iftira atmak” suçunu tabip odasına bildirmek olacağını düşündüm. Öyle de yaptım. Tabip odasına gittim. Odanın avukatı ile ücretsiz görüştüm. Durumu anlattım. Yazılı anlatmamı istedi. T.C. İZMİR TABİP ODASI YÖNETİM KURULU BAŞKANLIĞINA İZMİR 1995 yılı, Kasım ayında TUS sınavıyla Nöroloji Asistanlığı yapmak için Ege Üniversitesi Nöroloji ABD çalışmaya başladım (EK1). Bu dönem içerisinde birçok yurt dışı ve yurt içi yayımlarımız oldu, Nöroloji alanında başarılı çalışmalarımızdan dolayı ödül de aldık (EK2). 20.11.2000 tarihinde Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesinden Nöroloji uzmanlığımı aldım (EK3). Uzun dönem birlikte çalıştığım, Ana Bilim dalı başkanı sayın Prof.Dr.C.E tarafından akademisyenliğe devam etmem için Nöroloji Ana Bilim dalında kalmam istendi. İki ay kadar klinikte Nöroloji Uzmanı olarak çalıştım. Bu arada dekanlıktan kadro istekleri oldu. 3 ay geçmesine rağmen kadro olmadığı gerekçesiyle bekledim. Ancak, uzmanlık sınavı sonrası olan uzatmalarımın ikisini (2’şer aydan toplam 4 ay) kullandığımdan, tekrar uzatma izni alınması gerekti. Bunun verileceği tek yerde Akademik kuruldu. Fakat o dönemde öğretim üyelerinin bir grubunun ana bilim dalı başkanı Dr.E’le, kliniğin işleyişi nedeniyle olan tartışmaları sonucu Akademik kurul 3 ay toplanamadı. Uzatmamın yapılması için dekan Dr.A.E ile, rektör Prof.Dr.Ü.B ile bireysel olarak görüşmeme rağmen, uzatmam yapılmadı ve daha önce nöroloji kliniğinde hiç olmamış (daha önce uzmanlığını alan herkes, uzatmalarını kullanmıştır) bir şekilde 2 ayda maaşım kesildi. Bir ay ücret almadan devam ettim ve 15.3.2001’de açıkta kaldığım için ayrılmak zorunda kaldım. Dekanla görüşmemde, hiç bir yetkim ve yaptırımım olamayacağı halde akademik kurulu benim toplamamı söyledi. Ana bilim dalı başkanı karşısında olan grupla tek tek görüşmelerde adeta bir inatlaşmayla, kanuni olarak yapılması gereken ve YÖK kanununa göre yaptırımlar gerektiren, akademik kurul toplantısı bir türlü yapılamadı. Ege Üniversitesi rektörüyle yaptığım görüşmede, uzatmalarımın bittiğini ve kurulun toplanmadığını, bu konuda yardımcı olmasını rica ettiğimde; bunun olamayacağını, kliniğin iç işlerine karışamayacağını, kendilerinin bunu halletmesi gerektiğini belirtti. Sorunu benim halletmem gerektiğini söyledi. Bu arada Nöroloji Ana bilim dalı öğretim üyelerinin başkan dışında tamamı, kanuni olarak suç olan; devamlı yapılan asistan eğitimleri, seminer ve bilimsel toplantıların hiç birisine katılmama ve protesto kararına devam ettiler. 3 ay kadar bu eğitimden çekilme devam ettiği halde, klinikte asistanların eğitimi-öğretimi aksadığı halde, YÖK’ün bir üniversitesinde, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nöroloji Ana Bilim dalındaki bu şahıslara hiç bir yaptırım uygulanmadı. Bu dönemde, 1980’li yıllarda siyasi görüşünden dolayı üniversiteden uzaklaştırılan, 3.5 yıl beraber çalıştığım, TÜBA üyesi ve saygın bilim adamı, Prof.Dr.C E’in beni akademisyenliğe alma için çaba göstermesi nedeniyle bana karşı da tavır aldılar ve bahsettiğim siyası düşüncesinden yararlanmak için, beni tam tersi karşı görüş olabilecek “dini bir gruba dahil ve eşiminde kapalı (!)” olduğu şeklinde
  • 25. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri bir yalan/iftira/hakaret ortaya attılar. Bu kişilerin değişik zamanlarda, Aralık 2000-Ocak 2001 tarihleri arasında, Ana bilim dalı başkanına giderek “dinci bir gruba dahil birisini uzman olarak almaması” yönünden baskıları ve söylemleri olmuş. Daha sonra gelişen Celal Bayar Üniversitesine başvurumda aynı problem olması sonucu, Prof.Dr.C. E’nin Ağustos 2001’de bana ifadesiyle bu kişiler: Prof.Dr.S. B, Prof.Dr.N.A, Doç.Dr.A.S, Doç.Dr.H.Ş, Doç.Dr.N.Ç, Doç.Dr.H.K olduğunu öğrendim. Ana Bilim dalı başkanı Prof.Dr.C,, bu konuda ellerinde bir kanıtları varsa getirmelerini, o zaman akademik kadro isteminde bulunmayacağını belirtmiş. Bu tarihlerde, Ana bilim dalı başkanı beni çağırarak, bu söylenenlerin doğru olup olmadığını sordu. Bende açık bir dille bunun doğru olmadığını belirttim. Oysa benim yaşantım, Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine bağlığım 5 yıl aynı yerde çalıştığım arkadaşlarımca bilinmekteydi. Bahsedilen kişi ile ve gruplarıyla en ufak aktif ya da pasif ilişkim ya da katkım olmamıştı. Yaşamım boyu, benim için tek doğru yol bilimdi ve hayat felsefem açısından bu yaşıma kadar hiç bir siyasi, dini görüş ve grupla bağlantım olmadı. Bunu Sayın Ana bilim dalı başkanı da bilmekteydi. Bu iftiraları Dekan beye ve rektöre ilettiklerini ve bu nedenle uzatma isteğime en ufak bir çaba göstermediklerini daha sonra öğrendim. Daha sonra, Ege Üniversitesinden 15.3.2001’de ayrıldım. Bu olaylar ve ana bilim dalı başkanına alınan tavırdan dolayı o da istifa etti. Olaylar bununla da kalmadı. Nisan 2001 sonlarına doğru, Manisa, Celal Bayar Üniversitesi, Nöroloji Ana Bilim dalı başkanı olan Prof.Dr.D.S ile görüşerek, (resmi bir kadro açılmamıştı) başvurdum. Kendileri, tanımak için 1 ay Nöroloji ana bilim dalında çalışmamı önerdiler. Bir ay gönüllü- ücretsiz çalıştım. Ancak, açıkta olduğum için resmi bir kadroya geçmem gerektiği ve daha sonra resmi bir yazı ile istek yapılıp Celal Bayar Üniversitesine geçebileceğim belirtildi. Sağlık Bakanlığına Başvurup tayinimi istedim. Tayinim çıktı (EK4). Daha sonra Prof.Dr.S, konuyu kendi akademik kurullarına götürdü ve Kurul kararı sonucu olarak bana yeşil ışık yakamayacaklarını, arkadaşlarının istemediğini belirtti. Tatmin edici bir cevap değildi. Çünkü, zaman geçmesi gerektiğini ve belki daha sonra olabileceğini ifade etti. Prof.E’le tanıştıkları için, görüşmesini ve alınmama nedenimi öğrenmesini rica ettim. Prof. E’ye alınmama gerekçem olarak “dini bir gruba dahil” olduğumu duyduğunu ve bu nedenle alamayacağını, bunun dekan ve rektörle arasında soruna neden olacağını belirtti. Aynı gün, Prof. Dr. D.S ile bizzat telefon görüşme ile öğrendim ki sebep benim “dini bir gruba dahil” olmammış. Ege üniversitesindeki karşı ekibin yalanı/iftirası oraya da ulaşarak benim önüme engel olarak kondu. Bu dönemdeki ruhsal sıkıntılardan dolayı bedensel olarak da zarar gördüm ve 3 Nisan 2001’de ağır bir yüz felci geçirdim (EK5). Bütün bu olumsuzlukları bir mektupla, Haziran 2001’de YÖK başkanı sayın Prof.Dr.Kemal GÜRÜZ’e ilettim (EK6). Ancak, herhangi bir yanıt tarafıma iletilmedi. Temmuz 2001’de Ege Üniversitesi, Nöroloji Ana Bilim Dalı başkanlığına, Dr.E’in istifası sonrası seçilen Prof.Dr.A.Ü’ye giderek, bu söylentilerin devam ettiğini ve öğretim üyelerini uyarmalarını, yoksa hukuksal girişimlerde bulunacağımı belirttim. Böyle bir girişimin herkese zarar vereceğini belirterek, yapmamam gerektiğini ve öğretim üyelerinin böyle bir şey söyleyeceğine inanmadığı söyledi. Konuşma içinde de, yanımda bulunan eşimi “şimdiye kadar kapalı” bildiklerini belirtti! Daha sonra, yukarıda ismi bulunan öğretim üyelerinden bazılarını bu konuda bilgilendirdiğini (!) öğrendim. Bu arada başvurduğum, SSK Bozyaka/İZMİR’de Nöroloji Klinik şefi Doç.Dr.M.G’ye ve Aydın, Adnan Menderes Üniversitesi Ana bilim dalı başkanı Doç.Dr.A.A’ya aynı iftiranın ulaştırıldığını öğrendim. Bürokratik işlemlerden dolayı bu yerlere çalışmaya başlayamadım. Bu kişilerle görüşmemde, söylentilerin kendileri üzerinde etkisi olmadığını öğrendim. Yapılan bu tür davranışların meslek ilkeleri içinde olmadığını, maddi ve manevi olarak zarar gördüğümü, kendimin çizdiğim akademik çizginin tamamen bahsettiğim kişilerce değiştirildiğini ve geleceğimle oynandığını, bu günkü ortamda tarafı olduğumu iddia ettikleri kişilerin “irtica” kapsamında olduğunu, bunun beni çevremde de küçük düşürdüğünü, dolayısıyla adı geçen Ege Üniversitesi, Nöroloji ABD’da çalışan; Doç.Dr.N.Ç, Prof.Dr.S.B, Prof.Dr.N.A, Doç.Dr.A.S, Doç.Dr.H.Ş, Doç.Dr.H.K’dan şikayetçi olduğumu belirtir, adı geçen kişilerin meslek ahlakı yönüyle değerlendirilmesi ve gerekli işlemlerin yapılması dileğiyle bilginize arz ederim. Saygılarımla. Dr.Sultan TARLACI Nöroloji Uzmanı Yazdım verdim ve iki hafta sonra yanıt geldi. Benim için anlamsızdı: “Şikâyet dilekçenizde belirttiğiniz kişilerden Cumhur Ertekin ile görüşülmüş ve konu ile ilgili kanıt belgesi sunmanız gerektiği yargısına varılmıştır.”
  • 26. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Belge! İftiranın belgesi? Rüşvetin belgesi bazen bulunabiliyor ama iftiranın belgesinin nasıl bulunabileceğini o gün bugün öğrenemedim! Benzer bir dilekçe ve şikâyet yazısını YÖK başkanı Kemal Gürüz’e gönderdim (Kemal Gürüz, 6 Aralık 1995 tarihinde YÖK Başkanı seçilmiş. Daha sonra aynı göreve, Cumhurbaşkanı tarafından ikinci kere atanmış. 7 Ocak 2009 tarihinde Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındı. 28 Şubat Soruşturması kapsamında 25 Haziran 2012 tarihinde tutuklanarak Sincan Cezaevi'ne gönderildi). İadeli taahhütlü gönderdiğimden alındı notu dışında bir yanıt alamadım: Sayın Prof. Dr. Kemal Gürüz, Düşünce ve yaşadıkları anlatabilmem için bu mektubu uzun tutmak zorunda olduğumu belirterek sabrınız için şimdiden teşekkür ediyorum. 20.11.2000 tarihinde Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesinden Nöroloji Uzmanlığımı aldım. Uzun dönem birlikte çalıştığım, Ana Bilim dalı başkanı ve TÜBA üyesi sayın Prof.Dr.Cumhur ERTEKİN tarafından akademisyenliğe devam etmem için Nöroloji Ana Bilim dalında kalmam istendi. …
  • 27. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Isparta’nın dikenli gülleri… Hemen her gün üniversitelerin internet sayfalarına bakıyor ve kadro açıp açmadıklarını inceliyordum. Asistanlığımda abone olduğum Neurology dergisinin arka sayfalarında yer alan, nöroloji uzmanı arayan Amerika’daki hastanelerin ilanlarına bakıyordum ancak, yurt dışı beni endişelendiriyordu. Evliydim ve yurt dışına gittiğimde uzman olarak hemen başlayamıyordum. Hatta pratisyen hekim olarak da çalışamıyordum. Her şeye adeta sıfırdan başlamak gerekiyordu. Böyle durumda işi olan eşim de her şeye yeniden başlayacaktı. Dolayısı ile akademisyenliği yurt içinde yapma arayışlarına gidiyordum. Ama Ege Üniversitesindeki uzatmam yapılmadığından adeta kıç üstü düşmüş ve işsiz kalmıştım. Artık günlerim evde, telefon başında geçiyordu. Yakın çevredeki üniversiteleri arayarak nöroloji uzmanına ihtiyaçları olup olmadığını soruyordum. Afyon Kocatepe Üniversitesini aradım. Bana “Hemen dosyanı al gel... Bizim uzmanımız yurt dışında… Birine ihtiyacımız var” dediler. Ama bu deyiş beni çok çabuk vazgeçirdi. O sırada internette dolaşırken Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi web sayfasında bir nöroloji uzmanı kadrosu açıldığını gördüm. “Evet, Isparta…” diye düşündüm ve ertesi gün otobüse binip Isparta nöroloji başkanının
  • 28. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri yanına ulaştım. Sıcak bir karşılamanın ardından bana “Aslında bu kadro isteğini biz yapmadık. Yani bundan bizim haberimiz yoktu. Gazetede gördük.” Deyince ağzım bir karış değil üç karış açık kaldı. Daha “öyle mi?” demek için ağzımı kapamaya fırsat bulamadan: — Dekan kadro açmış. Spor hekimliğinde uzman bir bey var. Eşi Hacettepe’den yeni mezun bir nöroloji uzmanı… Onu buraya almak için kadro açmış. O anda ne düşüneceğimi bilemedim ya da ne söyleyeceğimi… Zaten Isparta’yı pek sevmemiştim. Bir zamanların cumhurbaşkanının memleketi de olsa küçük şehir görünümü vardı. Tek güzel yanı şehre girerken yeni yapılan ağaçlandırılmış alandı. Ha bir de çok modern üniversite hastanesi. “Aman, ne olacak burası da olmazsa ne yapayım.” Diye düşünürken başkan, sözüne devam etti: —Ama dosyan iyi… Seni daha önceden bizim Hasan da biliyor. Seni almak isteriz. Bu “Seni almak isteriz” lafı bana hemen bir savaş izlenimi verdi. Habersiz açılan bir kadro için Ana Bilim Dalı başkanı ile dekanın arenada savaşı… Bu savaşta gladyatörlerden biri olacağımı o anda anlamıştım ya da içime doğmuştu. Ne olabilirdi ki? Zaten buraya gelene kadar bütün uzuvlarımı kesmişlerdi. Geride bir başım ve onu taşıyan gövdem kalmıştı. Arenada başımı kaybetsem ne çıkardı? Hiçbir şey... Savaşı kabul ettim ve dosyamı ilgili personel işlerine vermem gerektiği söylendi. Dosyayı verdim. Bana İngilizce ve bilim sınavı yapılacak tarihleri bildirdiler. Ardından aynı gün İzmir’e döndüm. Daha sonra yabancı dil sınavı için verilen tarihte sınava girdim ve sınavdan geçer not aldım. Ertesi gün de on sorudan oluşan yazılı bilim sınavı yapıldı.
  • 29. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Sınav o kadar iyi geçti ki, soruları kendime ben hazırlasam, o kadar iyi hazırlayamazdım. Sınav sonrası on beş gün içinde sonuçları beklemek üzere İzmir’e döndüm. Ancak sınav sonuçlarının açıklanacağı tarih gelmesine karşın personel işlerine telefon ettiğimde, sonucun açıklanmadığını söylediler. Bir hafta sonra tekrar aradım. “Dekan şehir dışında… O gelince sonuç belli olacak” dediler. Oysa YÖK yasasına göre iki hafta sonra sonuç bildirilmeliydi. Bu durum, arenada zaten beklenen bir şeydi. Bu arada - sonuç belli mi diye- nöroloji Ana Bilim Dalı başkanını aradım. “Dekan bastırıyor” diye yanıt verdi. Aslanlarını arenaya sürmüştü. Çünkü benim hem yayınlarım hem de bilim sınavımdan aldığım puan belirgin olarak diğer adaydan yüksekti. Aradan üç-dört gün geçmedi ki personel işlerinden beni aradılar: “Doktor Bey, sınav sonuçları açıklandı. Ancak rektör bey iki kişiden hangisinin alınacağına karar veremedi. Sizlerin bir sözlü sunumunu istiyor. Ondan sonra karar verecek. Salı günü saat 10.00’da burada olun…” Bu kadar da olmazdı. Rektör karar verememiş(!) Neye bakıyordu ki… Puanlar belliydi. Yayınlar ve sayıları belliydi. Bunlar objektif sayılardan oluşmuyor muydu? 3, 2’den daha büyük değil miydi? İnternete girip rektörün e-posta adresini buldum ve bildiklerimi yazdım: Sayın Prof. Dr. M. Lütfü ÇAKMAKÇI, Süleyman Demirel Üniversitesi web sayfasında e-pota adresinizi gördüğüm için size yazma gereği hissettim. Rektörlüğünüzün en son açtığı, Tıp Fakültesi, Nöroloji Ana Bilim Dalı için Yardımcı Doç. öğretim üyesi kadrosu için başvurmuştum. İngilizce ve Bilim sınavına katıldım. İngilizceden 72 ve bilimden 74 geçer not aldım. Ancak, daha sonra edindiğim duyumlara göre, benimle birlikte aynı kadro için başvuran arkadaş sınav sonucuna, sınav sorularının ana bilim dalınca bana verildiği gerekçesiyle
  • 30. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri itiraz etmiş. Oysa ana bilim dalı başkanını bir başvuruda dosyamı verirken gördüm bir de sınav sırasında. Ve bu arada dekanlık da diğer başvuran kişinin alımı için ısrar ediyormuş. Bu söylentilerin geçek olup olmadığını bilmiyorum ama gerçekten üzücü. Lise 1. sınıftan bu yana kendi mesleğine yönelmiş, Tıp fakültesini dönem birinciliğiyle bitirmiş, TUS sınavında çok yüksek bir puanla ilk tercihime giren kişi olarak ve asistanlık dönemimde alanımızla ilgili saygın dergilerde 10 yurtdışı yayın ve 7 yurt içi yayın yapan birisi olarak bu söylentilere gerçekten çok üzüldüm. Ve bu Cuma günü, bütün bu söylentiler üzerine, puanlarımız eşit olduğundan (!) ve karar verilemediğinden tekrar çarşamba günü, sizin önünüzde istediğimiz bir konuyu anlatmak için beni çağırdılar. Yer, saat ve ne ile anlatılacağını belirtmediler. Bilimsel objektiflikle değerlendirilen, iki kişinin sınav sonuçlarının ve diğer değerlendirmelerin aynı olması mümkün olduğunu düşünmek zor. Bu nedenle ve bahsettiğim söylentiler nedeni ile çarşamba günü yapılacak sözlü sınava katılamayacağımı bildirir, mektubumu hoş görüyle karşılayacağınızı düşünerek, sağlıklı günler dilerim. Saygılarımla. Bu yazdıklarımdan rektörün ne hissettiğini bilmiyorum ve de önemsemiyordum da. Üç beş ay sonra, bir toplantıda ana bilim dalı başkanının bana “Ne yazdın rektöre? Küplere binmiş!” dediğini gayet iyi hatırlıyorum. Daha sonra öğrendiğim bilgi de, diğer başvuran kişinin üniversiteye alındığı ve bir yıl sonra kendi isteği ile ayrıldığı.
  • 31. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Yüzüme Batırılan ElektroMiyoGrafi İğneleri! Kortizon başlamama rağmen yüz felcim dördüncü gününde daha çok ağırlaştı. Gözkapağım birazcık hareket ederken hiç kapanmaz oldu. Artık, yüzümün sol tarafında en ufak bir hareket yoktu. Yiyecekleri ağzımda kontrol etmekte zorlanıyor, hemen sağ yanağıma doğru dilimle itiyordum… Çok sevdiğim kolayı içmek, su içmekten daha zordu. Baloncukları sol dudağımdan kontrol edilemez bir şekilde kaçıyordu. Pipet iyi bir seçimdi ve kola içmemi epey kolaylaştırmıştı. Dışarı çıktığımda ise güneş ışığı, tüm fotonlarının her birini, bir toplu iğne gibi gözüme sokarcasına rahatsız ediyordu. En koyusundan bir güneş gözlüğü kullanmak, görmemi rahatlatmıştı. Bir nöroloji uzmanı olarak anladığım şey, hastalıklar kitaplarda yazdığı gibi değildi. Aynı zamanda hastaya empati yapmak bile hastalığa karşı hisleri ve hastalığın verdiği yetersizliği anlamaya yetmiyordu. Hasta olunmalıydı anlamak için… İlk iki hafta boyunca yüzümde pek bir düzelme olmadı. Zaten olmasını da beklemiyordum. İkinci haftada asistanlık yaptığım ve kovulurcasına uzaklaştırıldığım nöroloji kliniğindeki ağabeylerimden birine gidip “Yüzüme bir EMG yapalım mı abi? En azından yüz sinirim ne kadar hasar var, öğreniriz” dedim. “Olur yapalım. Geç şöyle…” dedi.
  • 32. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Yatağa uzandım. Önce elektrikli uyarılar geldi. Ardından eşek arısı sokar gibi iğneler battı yüz kaslarıma. Gözümü sıkmaya, ıslık çalmaya, dudaklarımı büzmeye, burun kanadımı kaldırmaya çalıştım. Cihazdan normalde yüz kaslarının hareketinden çıkan seslerden hiçbiri gelmedi. EMG yapan tecrübeli öğretim üyesi, “Total aksonal dejenerasyon” dedi. Bu, yüz sinirinin bıçakla kesilircesine tam olarak işinin bittiği anlamına geliyordu. Sonra teşekkür edip ayrıldım EMG yapılan odadan. Beş yıldır çalıştığım, gece nöbette sessizliğini hissettiğim boş koridorlarda dolaşırken, abla dediğim bir öğretim üyesi gördü beni. —Geçmiş olsun. Yüz felci olmuşsun. Şimdi nasılsın? —İyiyim. EMG’de total aksonal zedelenme çıktı. —eMaR çektirdin mi? —Yok çektirmedim. —Neden? Çektirseydin. —Tipik bir yüz felci… Hastalarıma çektirmiyorum. Kendime de çektirmedim. —Ya… Allah korusun. eMeS, meMeS olmayasın. Sen bir eMaR çektir bence. Klinikten uzaklaşırken geçirdiğim beş yıldan ziyade son dört-beş ayda yaşanan olumsuzlukları hatırladım ve aklımdan “bedenimi zedelediniz zannediyordum ama aslında daha büyük zedelenmeyi ruhumda yapmışsınız. Farkında değilsiniz. Ya da farkındasınız ama umursamıyorsunuz.” diye geçirdim ve “akademik ortamda” olmayan bir iş aramak için evin yoluna koyuldum… Kertenkelenin gövdesinden kopmuştum. Kendi kendime hareket etmem gerekiyordu ama kaçan gövdeyi korumak için değil. Kendim için… Belki de daha çok beş parçaya ayrılmış bir denizyıldızı gibiydim ve bir parçası olarak ben küçük de olsa başka bir denizyıldızı oluşturacaktım.
  • 33. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Bir Yıl Sonra… Küçük, özel bir hastanede nöroloji uzmanı olarak iş bulmuştum. Haftanın altı günü çalışıyor ve sadece Pazar günlerini kendime ayırıyordum. Daha doğrusu ayırabiliyordum. O Pazar sabahı, tatil olan, değerli pazarlarımdan biriydi. Aynı zamanda Pazar günü kahvaltı günüydü çünkü kalan altı gün eşim ve ben kahvaltı yapmazdık. Her Pazar olduğu gibi zevkle, hemen her şeyi içeren geniş bir kahvaltı masası hazırladım. Bu Pazar günlerinin klasiğiydi çünkü… Masaya oturdum ve eşim sanki beni yeni görüyormuşçasına yüzüme baktı… Baktı… Bu bakış, ilk görüşte aşktan hatırladığım bakış değildi. Daha çok “bir sorun var” türündeki bir bakıştı. O bana bakarken ben de “ne var?” dercesine gözlerine baktım ve hemen ekledi “Senin gözünde… Göz kapağında bir kasılma var. Yerken kapağın düşüyor. Sağ yana göre epey aşağı düştü. Şimdi dikkatimi çekti. Gözün mü sulanıyor?” diye bakışının anlamını açıkladı. Aslında bu durumu uzun zaman önce ben de fark etmiştim ama diğer birçok hastalığın bıraktığı sekelleri bildiğimden, geçirdiğim yüz felci ardından bunu önemsememiştim. Yüz sinirim düzelirken, dudağıma gelmesi gereken sinirler göz kapağıma gitmişti. Bu nedenle yemek yerken, sadece ağzıma değil göz kapağıma da uyaran gidiyor ve göz kapağım bir şey çiğner gibi aşağı çekiliyordu. Bunun farkındaydım ama eşimin fark ettiği diğer şeyi ben fark etmemiştim. “Gözün sulanıyor muydu?” deyince aklıma geldi. “Eh bir de o olsa ne olacak” diye düşündüm. “O” dediğim durum “timsah gözyaşları”ydı. Normalde dudaklarıma gelmesi gereken sinirler hedefini şaşırarak gözyaşı bezlerine ulaşmıştı ve yemek yeme esnasında dudağımı hareket ettiren sinir uyarıları aynı zamanda gözümü uyarıyor ve yaşartıyordu. Ya da daha nörolojik bir ifade ile “timsah gözyaşları” döküyordum. “Timsah gözyaşları” ilk duyduğumdan beri aklıma takılmıştır. Günlük dilde “timsah gözyaşları” deyimini “Sahte ağlama, naz yapma ya da dikkat çekmek için ağlama” anlamlarında kullanırız ama yemek yeme sırasında olan, üstelik sadece sol gözümden olan ağlamalarım sahte değildi. Eşime o gün naz yapmak gibi bir isteğim de yoktu. Onlar, acı ifadesinin ürünü olmayan, yemek yemeye eşlik eden tükürük salgısı gibi salgılardı ve içlerinde ne sahte ne de gerçek bir duygu vardı. Belki de bu gözyaşları, geçmişte akıtmadığım gözyaşlarımın dışa duygusuz vurmasıydı. Çünkü ben hep gözyaşı dökmek yerine çabalayarak ter dökmeyi tercih etmiştim.
  • 34. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Aklımdan uzaklaştıramadığım düşünce ise timsahların gözyaşı döküp dökmediğiydi. Daha doğrusu ağlayıp ağlamadığı... 1400’lü yıllardan kalma bir batıl inanca göre timsahlar insan yerken gözyaşı dökerlermiş. Aslında onların gözyaşları da acı, üzüntü ya da mutluluk gibi duygu içermeyen gözyaşlarından… Belki gözyaşı bile değil… Bir yanılsama. Çünkü timsahların gözyaşı kanalı soluk borusu ile bağlantılıdır ve bu durum yemek yeme esnasında gözlerinde küçük hava kabarcıkları oluşturur. En azından benimkiler, duygusuz da olsa gerçek gözyaşıydı. Aradan geçen zaman içerisinde geçmişteki deneyimlerimle, AKP hükümeti döneminde, YÖK için başlatılan tartışmalara bir gazeteye yazı göndererek bende katılmıştım. Katılmalıydım, çünkü olayın doğrudan tanığıydım. Değişim fırsatı kaçmasın Radikal Gazetesi, 11/12/2003 Üniversite denilince hemen akla gelen ve çok tartışılan YÖK'te yönetim nöbet değiştirdi. Görev süresi dolan Prof. Dr. Kemal Gürüz'ün yerine Prof. Dr. Erdoğan Teziç YÖK Başkanlığı'na getirildi. Politikacılar 'koltuk sevdalısı' diye sunulurken, dekan ve rektörler gözden kaçar. Üniversitede laiklik karşıtı yaklaşımlar kabul edilemez, ama bu, değişim fırsatını tepmek anlamına gelmez YÖK ve üniversitelerimiz, kendilerine ördükleri taş duvarlar arkasında dünyadan ve dışlarındaki rüzgârdan uzak kalmaya çalışıyorlar. YÖK yasa tasarısına esas karşı çıkış nedenlerini ideolojik-radikal kökten dinciliğin önünü açmaya engel olarak göstermeye çalışıyorsalar da esas gayeleri, içinde bulundukları taştan kulelerin zarar görmesini engellemeye çalışmak, bunca yıldır üniversitelerde ne yapıldığı ve nasıl yapıldığı tartışmasını başka bir zemine kaydırarak, kendilerine gelebilecek eleştirileri engellemeye yöneliktir. 'Manastır keşişleri' gibi yaşamaya devam etmek istiyorlar çünkü. Bugün, Türkiye'deki üniversitelerin iç yapılarına bakıldığında, bilim dışında pek çok şey yapılmaktadır -az da olsa özverili bilim insanlarına haksızlık etmeyelim. Kabile içi evlenme geleneği yürürlükteymiş gibi, öğretim üyeliklerine yakın akrabalar alınmakta ve bazı bölümlerde belirgin olarak bu durum dikkat çekmektedir. Kişilerin bilimsel yeterliliklerine, üretkenliğine, düşünce sistemine bakılmaksızın, sadece uysal, söz dinleyen, çanta taşıyan, özgür
  • 35. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri bilimsel fikirleri yeşertemeyecek taş duvarların içine, yeni kadro olarak alınmaktadır. Çünkü, hem bir birlerine benzer görünmek istemekteler hem de bir birlerine benzer kişileri kendi aile içlerine almaktadırlar. İdeolojik-akademik yükseltme Dışarıdan bakıldığında üniversite hocaları apolitik, derin bilgi sahibi, '-lojiler'i aşmış insanlar olarak görülürler. Oysa hemen herkes gibi öğretim üyelerinin de politik, ideolojik ve dinsel görüşleri vardır. Hatta bu bireysel eğilimler, ülkemizde çok iyi görüleceği gibi, grup psikolojisine dönüşür ve o üniversite kampüsünü bütünüyle etkisi altına alır. Sonuçta da o üniversitenin bir '-lojisi' doğar. Bugün, ülkemizdeki her üniversitenin kendine ait politik, dini-siyasi eğilimleri vardır ve bu içinde barındırdığı öğretim üyelerince de gayet iyi bilinir. Oysa politik görüşleri siyasal bilgiler fakültesinde, dini görüşleri ilahiyat fakültesinde tartışma konusu yapma dışında, akademik ortamda hiçbir değerinin olmaması gerekir. Tartışmasının da... Bireysel olarak kişi her türlü ideoloji, dini kabul edebilir, savunabilir. Ama öğrenci karşısında yalnızca bilimsel konuşulması gereken konu konuşulur. Öğretim üyelerinin ve üniversitelerin politikalarının, siyası ve dini görüşlerinin, akademisyen seçiminde etkili olması önümüzdeki karanlık bir engeldir. Bazı üniversiteler 'dinci' bazıları ise 'solcu' olarak adlandırılmaktadır. Bunu yapan, geçtiğimiz 20 yılda yapılan akademisyen seçimindeki tercihlerdir. Bilimsel vizyon ilk sırada değil Her zaman politikacılar 'koltuk sevdalıları' olarak halka lanse edilmelerine karşın, aslında birileri daima gözden kaçar: Taş duvarlar arkasındaki dekanlar ve rektörler. Dekanlık ve rektörlük seçimlerini kazanmak girişimi tam bir siyasi çekişmedir. Bilimsel vizyon ise ilk sıralardan sonra gelmekle birlikte, kaçıncı sırada olduğunu tespit etmek çok zordur. Koltuklarını elde eder etmez, ilk yaptıkları şey kendi siyasi-dini görüşlerine sahip olan, kendini seçimlerde destekleyen öğretim üyelerinin sırtını bir şekilde sıvazlamaktır. Yardımcı doçentler doçent, uzmanlar yardımcı doçent yapılır. Kendini desteklemeyenleri ise bir şekilde yıldırarak, başka birimlere göndererek üniversiteden uzaklaştırmak ya da doğrudan atmaktır. Bunun örnekleri çoktur... Ve ardından da bir sonraki seçimde, koltuğu sağlama almak için kendine yakın insanları bir yerlerden (belki üniversite dışından) bulup getirip yeni kadro açarak oy artırmaktan ibarettir. Kişisel düşmanlık! Öğretim üyeleri arasında kişisel ilişkilerde zıtlık ve soğukluk her yerde ciddi şekilde göze çarpar. Çoğu öğretim üyesi arasında fikir ve ideal birliği yoktur. Adeta düşmandırlar. Bu sadece bilimsel alanlarla sınırlı değildir, sokakta anabilim dalı koridorlarında bir birlerini görseler ya yönlerini değiştirir ya da başlarını öne eğerler. Bazen ise, anabilim dalı başkanları yıllarca eksik öğretim üyeleri kadrolarını dekanlık aracılığı ile rektörlüklerine bildirirler. Ancak, anabilim dalı -dekan-rektör üçlü bağında bir kopukluk varsa bu kadro uzun yıllar gelmeyebilir. Bazen de hiç bir kadro isteği yapılmadığı halde, bir gün bir gazeteyi açan anabilim dalı başkanı, kendi bölümü için yardımcı doçent kadrosu açıldığını görebilir. Kadro isteğinde ne zaman bulunduğunu düşünürken, istek yapmadığını ve 'tepeden inme' birinin geldiğini anlar. 'Söz uçar, yazı kalır' Gazeteyi gören başka biri de 'tepeden inme' gelecek kişiyi bilmeden o kadroya başvurur. Yapılan yabancı dil, bilim sınavı ve yayın sayısına güvenerek sınavlara girer. Sınavlar var olan YÖK Yasası'na göre, üniversite içinde yapılmaktadır. 'Tepeden inme' gelenin yayın sayısı komik, bilimsel sınav puanı yeterli olmadığı halde, anabilim dalı başkanından habersiz kadroyu açan rektörün isteği ile 'Başvuran iki aday arasında seçim yapılamadığından, sözlü sınava gelmesi...' gayriresmi olarak bildirilir. Kararı rektör verecektir. Oysa YÖK Yasası'nda böyle bir kanun yoktur. Sonuçta, 'söz uçar, yazı kalır' misali 'tepeden inme' rektör yardımı ile yerine iniş yapar. Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de bilim üreten insanlar vardır. Bunların bazıları da şans eseri olarak üniversitelerde kalmıştır. Üniversitelerimizdeki, yayın üretmeyen, köşe başlarını tutan öğretim üyeleri de ne hikmetse son günlerde gazete ve dergilerde, yayın sayısının yabancı dergilerde belirgin arttığını ve uluslararası sıralamalarda yükseldiğimizi savunmaktadırlar. Sayılar neyi gösterir? Yayınların yapıldığı kesin. Elde sayılar var. Ama bu yayınların çoğunluğu, genellikle yüzde 5'i oluşturan bir grup tarafından yapılmaktadır. Geri kalan öğretim üyelerinin böyle bir yayın, bilgi üretme kaygısı yoktur. Üretilen makale ve SCI'e (Science Citation Index) giren makale sayısı ile ülkeler sıralamasında yükselmiş olabiliriz. Ancak, yayınların niteliğine bakıldığında orijinal yeni fikir denilebilecek yayın sayısı bir elin parmakları/yılı geçmez. Nitelikli yayın sayısının aynı oranda arttığını kimse söyleyemez. Bunun yanında üniversite öğretim üyesi sayısı başına düşen yayın sayısı komik derecede düşüktür. Yapılan yayınlarda adeta bir isim bolluğu da her zaman dikkatleri çeker. 'Çalışmacı sayısını çoğaltma' sanıldığından da çok sık yapılmaktadır. Akademisyenlerin bir yanılgısı,
  • 36. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri uzun yıllardır ellerinde olan (hatta yüzyıllardır) 'kutsal bilginin/bilimin' yalnızca kendi şatoları içinde olduğudur. Oysa gelişen teknoloji ve iletişim yöntemleri ile artık aklı eren herkes, istediği her bilgiye en ince ayrıntısına kadar ulaşabilir. Bunun için 'Profesör Aklıderin' olmak gerekmiyor. Bilime artık üniversite dışında rahatlıkla ulaşılabilmekte ve şatolarla çevredeki dünya arasındaki dengeyi üniversite algılamalı ve ona göre davranmalıdır. Çünkü dışarından bakıldığında, şatoların içini görenler, içeride bir şeylerin eksik olduğunu farkındalar. Öneriler 1. Yeni öğretim üyesi alımı merkezi sistemle yapılmalıdır. Böylece, eskilerin yanı başında 'söz dinleyen' taze akademisyenler yerine, 'fikir üreten, dik başlı' öğretim üyesi yetişir. Merkezi sistemle akademik kadro alımı, üniversitelerin siyasi-ideolojik yapısını heterojenleştirecek ve farklı fikirlerin yeşerebileceği bilimsel bir ortama imkân sağlayacaktır. Üniversitelerin siyasallaşması da ancak bu şekilde önlenebilir. 2. Gerektiğinde, doçentlik ve profesörlük unvanları belli koşullar yerine getirilmediğinde geri alınabilmelidir. Buna ek olarak, özellikle tıp fakültelerindeki doçent ve profesörlerin unvanlarını muayenehanelerinin duvarların kamyon büyüklüğündeki panolara yazması yasaklanmalı, unvanla 'ekonomik kazanç sağlama' yolu engellenmelidir. 3. Belli bir süre içinde, belli bilgi üretimi yapmayan veya bu konuda katkıda bulunmayan öğretim üyeleri üniversitelerden uzaklaştırılabilmelidir. 65 milyon yıl önce soyu tükenen bir türü korumaya gerek yoktur. 4. Öğrenciler de öğretim üyelerini belli ölçülerde değerlendirebilmeli ve bu değerlendirme sonuçları, 'üniversitede kal' veya 'git' kararında etkili olabilmelidir. Sonuç Üniversitelerin işlevi, yalnızca ekmek parası kazanmayı öğretmek ya da okullarda öğretmen yetiştirmek değildir. Her şeyden önemlisi, gerçek hayat ile hayata ilişkin gittikçe artan bilgiler arasındaki ince ayarlamayı yapmaktır. Üniversitelerimiz bunu yapabilmişler midir? Bu güne kadar hayır. O zaman değişim şarttır. Elbette ki üniversitelerin ve ülkemizin geleceğini tehlikeye atacak, laiklik karşıtı, gerici yaklaşımlar kabul edilemez. Ama üniversitelerimizin ve özellikle YÖK Başkanı'nın, (yazı, Kemal Gürüz'ün görev süresi dolmadan önce kaleme alınmıştır) sanki 'Her şey yolunda ve üniversiteler şimdiye kadar ideal şekilde işlevini yerine getirmiştir' gibi davranması, her düşünceyi ideolojik çerçevede değerlendirerek karşı çıkması kabul edilemezdir. Bu bir fırsattır ve bilim insanı sezgisi ile 'değişim' fırsatı değerlendirilmelidir.
  • 37. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri BÖLÜM II Kertenkele Kuyruğundaki MS
  • 38. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Sıradan bir “O Gün”… O sabah -Pazar günleri dışında- her gün gittiğim hastaneme gittim ve her sabah yaptığım gibi ilk iş olarak bilgisayarımı açıp maillerime baktım. Bir-iki maile cevap yazdım ve ardından, dışarıda bekleyen poliklinik hastamı, muayene için odaya aldım. Otuz yaşlarında bir kadındı. Odaya girerken, çoğu hastada olmayan endişeli bir hal vardı. Heyecanlıydı. “Günaydın” dedi ve muayene masasının önünde duran iki koltuktan soldakine oturdu. Ben de o esnada “Günaydın, geçmiş olsun” dedim ve her zamanki aceleciliğimle ekledim: — Şikâyetimiz nedir? Bir anlık tereddütle: —Yüzümün sol tarafı uyuşuyor ve dilimin de sol tarafında tat alamıyorum, diye söze başladı ve devam etti: —İki ay önce sağlık ocağına gittim. Bana B-vitaminleri verdiler ama iki aydır geçmedi. Bu arada internetten araştırdım. Şikâyetlerim, birçok hastalığın belirtisi olabiliyormuş. Biraz durakladı, ardından: —Çok korktum ve geldim, dedi.
  • 39. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Aslında korkmakta haklıydı. Şikâyetini söylemesinin ardından bir nöroloji uzmanı olarak benim de aklıma gelen MS’di. Olmamasını da umdum ama kendine bakımı ve giyimi açısından elit görünümlü ve sosyal düzeyi iyi, otuz yaşlarında genç bir kadın, bu yakınmalarla bana doğrudan, sezgisel olarak MS düşündürmüştü. Ne de olsa MS hastalarının %70-75’i kadındı (bu kadınların çoğu sosyal düzeyi yüksek kadınlardı) ve hastaların %90’ında görüldüğü üzere, hastalık 15-30 yaş aralığında ortaya çıkıyordu. Yoğunluk 28-30 yaş aralığıydı. 10 yaşın altında bu ihtimal %1’di ve hasta zaten çocuk değildi. Kızılderili, Eskimo, Aborjin de olmadığına, bizim memlekette yaşadığına göre, zihnim sezgisel bir hesap yaptı ve buna rağmen sordum: — Neden korktunuz? — Şey… Beyin sapı tümörü ya da MeSe diye bir hastalık… Ben, hemen refleks olarak ekledim: — eMeS, Multipl Skleroz! — Evet, şikayetlerim, o hastalığın da belirtisi olabiliyormuş. Çok kaygılandım doğrusu. Kaygılanmakta haklı olduğunu tekrar düşündüm ve başımla “evet” şeklinde onaylar gibi hareket yaptım ve ekledim: —Evet, haklısın, bazen basit ve anlamsız denilebilecek şikâyetlerin altından eMeS çıkabiliyor. Bu şikâyetlere eşlik eden başka şikayetiniz var mı? Çift görme, dengesizlik, el-kol uyuşması gibi? Daha sözümü bitirmeden: — Yok, diye ekledi. — Peki, bu şikâyetiniz iki aydır devamlı var mı? Bazen düzeldiği oluyor mu? —Yok, hep aynı… Sürekli var. Sabah uyanıyorum var, akşam yatıyorum var… Sözünü bitirmeden ben ekledim: — Ya tat?! O da mı iki aydır kayıp? —Evet, iki aydır dilimin sol kısmında hiçbir tat alamıyorum — Çiğnemede bir sorun var mı? Ağzından dökülme, yiyecekleri ağızda toparlayamama gibi… — Hayır, yok. Bu cevapların ardından, ben, her hastaya sorduğum klasik sorularımı sıraladım: — Başka bir hastalığınız var mı? Yüksek tansiyon? Diyabet? Ya da başka bir hastalık! Kullandığınız herhangi bir ilaç var mı? Bunların hepsine topluca bir “Yok, hayır” dedi. Ardından “Şöyle buyurun, muayene masasına oturun, bir muayene edelim” dedim Muayene masasına geçti. Ben de her hastama yaptığım şekilde önce kan basıncını ölçtüm. Normaldi. Duyu muayenesinde yüzünün sol tarafı, yanak ve çene bölgesinde, özellikle ağrı duyumunun farklı olduğunu ve değdirilen iğneyi, iğne olarak değil de kalın ve kunt olarak hissettiğini söyledi.
  • 40. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri Yanağında, yüzeysel dokunmaları hissetmesi de normal değildi. Yüzünün sol tarafı, sağ tarafına göre dokunmaları daha az hissediyordu. Aynı farklılık yanağının içinde ve dilinin sol tarafında da vardı. Bunların hepsi yüzün duyusunu alan ve “trigeminal sinir” denen sinirde bir sorun olduğunun işaretiydi. Kollarında ve ayaklarında ise bir farklılık, bunlara benzer bir problem yoktu. Sağa- sola, yukarı-aşağı bakışında herhangi bir kısıtlılık veya istemsiz göz hareketi var mı diye muayene ederken, onun kanında artan endişe hormonları, yani adrenalin seviyesi göz bebeklerinden adeta görünüyordu. Her iki göz bebeği de sanki göz bebeği büyütücü damla damlatılmış gibi kocaman olmuştu ve sağa-sola endişeli bakışlar savuruyordu. Daha muayene bitmeden, heyecanlı bir sesle sordu: — eMeS var mı? Bu soru ardından, içimden bir gülücük geçti ama hastamın, bunu yüzümden algılayabildiğini sanmıyorum. Çünkü çok heyecanlıydı. Yine de bir yutkundum ve: —Şu an yüzünüzde ve dilinizde hakikaten bir sorun olduğunu düşündüren bulgular var ama bunlar, bize doğrudan bir hastalık adı söyletecek kadar yeterli bulgular değil. Tabii, ön tanı dediğimiz birçok hastalık listesi aklımıza geliyor ama doğrudan eMes ya da tümör diyemeyiz. Bu bulgularla kesin tanıya ulaşamayız. Ben, bir duraklama ve nefes ardından: —Öncelikle bir, beyin görüntülemesi, eMaR yapmamız gerekiyor, derken, o hemen ekledi: —Tomografi?
  • 41. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri —Yo, hayır. eMaR çekmemiz lazım. Tomografi, kırığı, beyin kanamasını iyi gösterir ama bu konuda bize pek yardımcı olamaz, dedim. eMaR yapmamız lazım, diye tekrarladım. —Tamam, hemen çekelim, diye onayladı. O sırada, ben, her zaman yaptığım gibi, hastamla konuşurken MR beyin isteğimi yapmaya başlamıştım bile… — Alt katta radyolojide MR bölümü var. Bugün çekilir. Bir-iki saat sonra sonucu çıkar. Ardından sonuçla geliniz, konuşalım, diye ekledim. Yanıtını aldığı halde tekrar sordu: —Tamam. Bugün çıkar mı sonuç? —Hı… Hı… Bugün çıkar. Sanırım bir-iki saatte sonucu elinizde olur. Çıkınca geliniz. “Tamam” dedi ama sanırım aklındaki sorular ve kaygısı iyice artmıştı. Benim için aynı şey geçerli değildi çünkü birçok nörolog için bu tablo ilk başta MS’i düşündürür. Bende de aynı şeyi düşündürmüştü ve bu nedenle hastamın kafasında olan sorular bende yoktu ve onun kadar kaygılanmıyordum. Zaten bir profesyonel olarak, hastam ile aynı kaygıyı yaşamaya hakkım yoktu. Böyle bir durumda, akıllıca karar verme zincirim büyük ihtimalle bozulurdu. Bu hastalık, hastamın hastalığıydı! İki saat sonra kapıyı tıklatarak girdi. Daha oturmadan: —Sanırım bir şeyler var ama anlamadım, dedi Ben de biraz gülümseyerek: “Evet, biz doktorlar bazı şeyleri hastalar anlamasın diye farklı kelimelerle yazarız” dedim. Yerine otururken filmi masanın üzerine bıraktı… Her zamanki gibi ilk önce raporu okudum: “…T2 ağırlıklı serilerde 2 adet periventriküler bölgeye lokalize, biri sağ corona radiata seviyesinde, 4 mm boyutunda, diğeri sol oksipital hornda 6 mm çapında demyelinizasyon alanı. FLAIR kesitlerde de aynı bölgelerde demyelinizasyonla uyumlu plaklar tespit edildi. Ancak, post- kontrast incelemede bahsedilen lezyonlarda kontrast tutulumu tespit edilmedi. MS? Vaskülit??” —Evet, bizim dille yazılmış ama söylenebilecek şu MR’da şikâyetlerinizi açıklayabilecek bulgular var. Bu MR’ın anlaşılır açıklaması şöyle olabilir: “…Farklı ve doku hasarını gösteren (T2 ağırlıklı serilerde) çekim tekniğinde 2 adet beyin boşluklarının hemen yanında yerleşik (periventriküler bölgeye lokalize), biri sağ derin beyin boşluğunda (corona radiata seviyesinde), 4 mm boyutunda, diğeri sol arka görme beyin kabuğunun altındaki beyin boşluğunun boynuz gibi olan kısmının hemen kenarında (oksipital hornda) 6 mm çapında sinir kılıflarının soyulduğunu gösteren (demyelinizasyon) alanı. eMeS plak alanlarını daha iyi ortaya koyan teknikle yapılan çekimde (FLAIR kesitlerde) de aynı bölgelerde Sinir kılıflarının soyulduğunu gösteren (demyelinizasyonla uyumlu) hasarlı alanlar (plaklar) tespit edildi. Ancak, damardan ilaç verilip bunların boyanıp boyanmadığına baktığımız başak çekimlerde (post- kontrast incelemede) bahsedilen hasarlı alanların (lezyonlarda) boyar ilaç (kontrast) tutulumu tespit edilmedi. Öncelikle tanımız görüntülemede eMeS? Ancak görüntüler damar cidarı iltihabı (Vaskülit) da düşündürmektedir?”
  • 42. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri —Yani ben MS miyim? Diye ekledi beklemeden. —Bu sorunun yanıtı keşke her zaman siyah-beyaz gibi, hayır-evet şeklinde olsa… Ama siyah-beyaz arasında“gri” bölge denen bir şey var. Şimdi bu görüntülere bakınca kesin MS diyemiyoruz. Biz şu görüntülere “olabilir” gözü ile bakıyoruz. Bu görüntülerde bazen MR’a bakınca hastayı görmesek de “Ha… Bu MS” deriz ama maalesef gri bölgelerde tanı kolay olmuyor. Bazen tanı aynen “puslu mantığa” benzer… Derken aklıma bilgisayarlardaki bit’ler geldi: 0’lar ve 2’ler. Teknik detaylara girip ipin ucunu kaçırmamak ve anlaşılır olmak için başka bir yöne kaydırdım konuyu: —Yani şunu demek istiyorum: Bir tanı, eMeS var-SİYAH diyor, başka bir tanı, eMeS yok-BEYAZ diyor. eMeS hastalığında, sıklıkla, tanı, siyah-beyaz gibi kolayla konamıyor. Bazen arada GRİ bölgeler vardır ve siyah veya beyaz durumuna geçmesi için, zaman içerisinde hastayı takip etmek gerekebilir ya da yeni tamamlayıcı, destek verici laboratuvar testleri gerekebilir. — Peki, ne yapacağız? Diye endişeyle sorarken sesi titriyordu. — Başka testler de yapmak lazım. Bu filmdeki görüntüleri taklit eden başka hastalıklar da var. Tüberküloz yani verem, vaskülit dediğimiz damar cidarı iltihapları, kadınlarda sık olan anti fosfolipid antikor sendromu, Lyme hastalığı, Behçet, Çölyak hastalığı gibi bir dizi hastalıklar… Bunlara uygun testlere de bakmak lazım. Olup olmadıklarını araştırmamız lazım… Vitamin eksiklikleri, genetik bazı hastalıklar da benzer bir görüntü oluşturabilir! —Olur, hemen bakalım, dedi ve arttığı gözlerinden anlaşılan merakını bir soru ile dışa vurdu. — Bu MS’i ilk kez internette gördüm. Nasıl bir hastalık bu? Nadir galiba? — Evet, diğer nörolojik hastalıklara göre gerçekten nadir. 100 bin kişide 5-30 kişide görünüyor. Bizim ülkemizde nispeten sık. Bu sıklık, iklimle sıkı ilişkilidir. Avrupa’da da sıktır. Kuzeye ve güneye gidildikçe sıklığı azalır. Soğuk yerlerde o kadar azdır ki, Eskimolar’da neredeyse görülmez. — O zaman Erzurum’a mı taşınsak? Orası bildiğim kadarı ile kışın -35 derece kadar soğuk olabiliyor, diyerek espri ile araya girdi. — Evet… Taşınabilirsin. Ama senin için hastalık tanısı zaman içerisinde “kesin” olacaksa bu pek değişmez. Yine de senden sonraki kuşaklarda değişebilir. On beş yaşından önce Erzurum’a göç etseydin bu durum ortaya çıkmayabilirdi. Her neyse şaka bir yana, bilinen, MS’in çevresel ve genetik nedenlerle ortaya çıktığıdır. Yüksek riskli bölgeye gidersen ama genetiğin iyi ise hastalık çıkmayabilir. Ya da çıkma ihtimali azalır. —Yani genetiğimin sağlam olması gerektiğini söylüyorsunuz. —Tüm hastalıklar için geçerli. Psikiyatrik hastalıklar için bile… Dikkatli ve söylediklerimi kavradığını anlar bir bakışla “MR’da parlak alanlar dediniz. Orada ne olmuş farklı olarak?” diye devam etti. —Orada ne olmuş? Aynen bir elektrik kablosu gibi düşünebilirsiniz. Bir kablonun içinde bakır tel, telin dışında nasıl bir plastik kaplama var… Beynindeki sinir hücrelerinde de bir çeşit, kablo benzeri uzantılar vardır. Bu parlak görünen
  • 43. Elektronik ortamda serbestçe ve istenildiği gibi dağıtılabilir… Ticari amaçlarla satışı yapılamaz. KertenkeleKuyruğuÖyküleri bölgelerde kablonun dışındaki plastik soyulmuş ya da zedelenmiş… Böyle bir benzetme yapabiliriz… Bu… Daha sözümü bitirmeden, “Neden soyulmuş ki? Onu zedeleyen nedir? Diye ekledi. — Bunu zedeleyen, plastiği eriten kendi bağışıklık sistemimiz… Normalde bağışıklık ya da savunma sistemi, bedeni dışarıdan gelen yabancılara, mikroplara karşı korur. Onlara saldırır. Ama burada olan, kendinden olana saldırmak, onu yabancı saymak… Bu bir nevi iç terör. Kendinden olana saldırmak… Öncelikle, yönünü şaşırmış ve bir dereceye kadar neredeyse anarşist hale gelmiş bağışıklık sistemindeki bazı hücreler hem kendileri hem de salgıladıkları hormon benzeri maddelerle, sinir sisteminde (beyin + omurilik) zayıf olan bölgelere saldırıya geçerler. Aslında bu terörist hücreler az sayıda hepimizin bedeninde bulunurlar. Bunlar çoğalmazlar ve bedenin herhangi bir yerine saldırıya cesaret etmezler. Bir kenarda adeta beklerler. Fakat nedenini bugün tam anlayamadığımız bir (ya da birden çok) nedenle bedende, kendi kendine terör başlar. Kendinden olanı yabancı kabul ederler! Normal şartlarda, kandan beyne her şey elini-kolunu sallayarak geçemez. Arada bir koruma-engel vardır. Aynen tarihi Berlin duvarı ya da Çin Seddi gibi. Bu duvardan sadece beyine gereken belli maddeler, seçilerek, özel kapı bölgelerinden geçerler. Ancak, terör olan yerde, giriş kapılarına ya da yerlerine bakılmadan, engeli kıran ve zedeleyen saldırılar yapılır. Yıkılmalar belli bir seviyeye ulaştığında ise, artık kan ile beyin arasındaki engel bozulmuştur. Kontrolden çıkmış terörist bağışıklık sistemi elemanlarının karşısına sinir sistemi savunmasız olarak kalır. Bu bozulma durumu, çekilen tetik sonrası, hastalık sürecini başlatan ilk aşamadır. İkinci aşama ise terör saldırıları nedeni ile aradaki engelin kalktığı beyne saldırıdır. Beyinde ise ilk saldırı noktası, yukarıda belirtildiği üzere, oligodendroglia hücrelerinin oluşturduğu yağ kılıfları ya da bilimsel adı ile miyelin kılıfıdır. Saldırıya geçen hücreler daha çok, lenfosit olarak adlandırılan hücre grubu içinde yer alan, saldırgan ve yok edici özelliği olan CD8+ kod adlı hücrelerdir. Bunlar çok iç kısımlara ulaşarak belirgin hasar yaparlar. Daha az oranda ise, çevrede bulunan ve saldırı merkezine çok ilerlemeyen, ağırlıklı olarak bu terör saldırısına yardımcı olan CD4+ kod adlı savunma hücreleridir. Burada bu terörist saldırıları yapan hücreler aslında ciddi bir yanılgı içindedirler. Saldırıları iyilik için, bedeni korumak için yaptıkları yanılgısındadırlar. Ama onlara bilgi aktaran ve onları terörist saldırıya sevk eden hücreler yanlış bilgi aktarmışlardır. Artık iş işten geçmiş ve zarar verilmiştir bile… Kendilerinin yaptığı saldırılardan sonra, serbest bırakılan kimyasal ve biyolojik silahların ardından, bağışıklık sisteminin başka hücreleri de aynı yoldan gider ve hasar daha da artar. Beyinde ya da omurilikte doku hasarı ortaya çıkar. Zedelenmiş bölgede, miyelin kılıfları iyice soyulur. Sinir iletimleri ve elektrik akımları, bu yalıtım kılıfı yokluğunda aksar ve kısa devreler yaratır. Artık sinir hücresi ana uzantıları olan aksonlar çıplak kalmıştır. Saldırı şiddetli olduğunda ise bazen aksonların kendileri bile etraftaki kılıfları ile birlikte zedelenirler. Saldırı sonrası ortalığı tamir etmeye ve toparlamaya gelen destek hücreleri ise çalışmaya koyulur ama zarar büyüktür. Hele hele aksonlar da zedelenmiş ise tamir etme iyice zorlaşır. Ortaya çıkan bu hasar görünür olduğunda plak (skleroz=sertleşme) olarak adlandırılır. Bu plaklar, saldırının şiddetine göre bir bölgede ya da bir anda beyin-omurilikte birçok alanda (multipl=çoklu) ortaya çıkabilirler. Plakların beyin ve omurilikteki yerlerine göre klinik belirtiler ortaya çıkar. Görme sinirinde ise görme kaybı, ayak hareket