SlideShare a Scribd company logo
1 of 112
Download to read offline
A K B A B A Y A Y I N I : 4
R E V A M I S A F A
M İ
V E
İ N S A N
Önsöz
Bu Lita,) ikinci dünya harbi içinde yazılmış makalelerim­
den aynı mevzu ailesine mensup olanları, yan yana getiriyor.
Bunun Hiç birinde M illet ve İnsan mefhumları karşı karşıya
gelip bir diyalektik maçı yapmış değillerdir ; fakat bunların
hepsinde millet grupuna ve insan cemiyetine ait meseleler göz­
den geçirildiği için fikir dairelerinin merkezi millet ve insandır.
Bu kitabı dolduran meseleleri imkân nisbetinde geniş bir
halk tabakasının anlayabilmesi için en sade ve aydınlık pren­
siplerine götürdüm. Mütehassıslara değil, ortalığa hitap ettim.
Bence aziz olan mefhnm psikolojisi ve tenkidi bakımından ayni
meseleler, felsefe mensuplarına bam başka izah açılarile tek­
rarlanabilirler. Bu benim ayrı bir eserimin has mevzuu olacaktır.
M illet ve İnsan arasında bir mefhum kavgası çıkınca
İnsan mefhumu nereye sığınacağını şaşırıyor. Biyolojiye sığın­
sa, orada butun öteki hayvanlar arasında bir hayvandır. Sosyo­
lojiye sığınsa, orada da hemen bir grupun vasıflarını giyinip
kuşanarak' M illî hususiliklerile görünüyor: muhit, dil, tarih,
an’ane içinde insan cemiyetinin hayvan sürüsünden farkını mil­
lî Vasıflarda bolduran spesifik bir bünyenin malı oluyor.
Fakat bu kitap, günün birinde, kıi’a birliklerinden başla­
yan bir milletler arası gruplaşmasına açılabilecek imkân kapı­
larını kapamaz. Bugün her millet için en yakm ve en gerçek
ideal, Kendi millî üzviyetleşmesini tamamlamaktır. Mahlut mil­
letten halis millete, kozmopolit milletten yekpare millete doğnı
tekâmül eden dünya henüz bu millî teşekkül devresinin şortu­
na varmış değildir. Bn tekâmül vetiresi içinde, millet, insan
veya Allah, bütün İdeallere milliyetten başka çıkar yol, doğru
yol, güzel ve sağlam yol yoktur.
P. S.
Cemiyet ve Uzviyet
Bundan yedi yüz yıl önce, fran şaîri Sadi Şirazî,
insan cemiyetini insan vücuduna benzetiyordu. Neslimin
hâfızası Gülistanın meşhur kıt’asını unutm am ıştır:
Beni Âdem azayı yekdigerend
Ki der âferiniş zi yek gevherend
Çii uzvî hederd avered ruzigâr
Diğer uzvuhara nemaned karar
Sadi’ye göre insan oğulları bir vücudun uzuvlarıdır;
yaradılışlarında bir mayadandırlar ; bu uzuvlardan birine
bir derd gelse ötekilerinin- de rahatı kaçar.
insan cemiyetini tek uzviyet halinde görmek, altı,
yedi yüz yıl sonra, sosyoloji dediğimiz cemiyet bilgisinin
temelini yapan düşüncedir. Bu. ilmin kurucusu Âuguste
Comte, geçen yüz yılın ortasında, sosyolojinin temellerini
cemiyetle uzviyet arasındaki münasebetin üstüne oturtu­
yordu. Herbert Spencer daha ileri giderek, 1876 da,
“sosyolojinin prensipleri,, adlı eserinde, insan cemiyetle­
rini canlı uzviyetlerden farksız buluyordu.
Bugünlerde de cemiyeti uzvî bir bütün gibi görem
içtimaiyatçılara ve iktisatçılara rastlıyoruz. Zamanımıza
kadar yaşayan bu fikrin tarihi Iran şairinden evvelki de­
virlere kadar uzanır. Sadiden bin iki yüz yıl önce, Saint
Paul, Romalılara mektuplarında “çünkü, diyordu, bizim
vücudumuzda türlü uzuvlarımız vardır ve bu uzuvlarım
hepsinin vazifesi bir değildir, onun gibi bizler de çokuz
ama İsanın şahsında tek vücutluyuz ve lıerbirimiz öte­
kimizin bir uzvuyuz.,,
e
Yine Sadiden bin yıl önce, Marc Aurele de: “Akıl
sahibi varlıklar, diyordu, birikirlerinden ayrı oldukları
halde, aralarında bir vücudun uzuvları gibi ayni müna­
sebet vardır, çünkü müşterek bir eser peşinde işbirliği
yapmak için yaratılmışlardır.,,
Demek ki bir insan cemiyetinin, meselâ bir mille­
tin tek bir insan vücudundan farksız olduğu düşüncesi,
bugün en az, bin iki yüz yaşındadır.
Bu ihtiyar fikir hâlâ ayakta mıdır? Müsbet dediği­
miz kontrollü ve haysiyetli ilim görüşü ile de bir millet
uzvî bir bütün müdür? Eğer Erzincanı yıkan zelzelenin
serpintileri Türkiyenin herhangi bir bucağındaki vatan­
daşı da sarsıyorsa, bu, hepimiz arasında, bir vücudun
uzuvları arasındaki bütün münasebetleri tekrarlayan
dosdoğru ve sımsıkı bir alâka bulunduğu için midir? Kı­
sacası, millî birlik uzvî birlik midir, yoksa insan cemi­
yetinin insan- vücuduna benzetilmesi, arz küresinin elma­
ya benzetilmesi gibi kuru bir teşbihten mi ibarettir?
Cemiyet ve uzviyet arasındaki münasebet konusu
önünde içtimaiyatçıları üç grupa ayrılmış buldum :
1. Cemiyetin yalnız fonksiyon değil, bünye olarak
ta uzviyetten farksızlığına inananlar. Bunlara göre cemi­
yet ve uzviyet arasında “ ayniyet = identite „ münasebeti
vardır.
2. Cemiyetin bünye olarak uzviyetten farklı, işleyiş
olarak farksız olduğuna inananlar. Bunlara höre sosyoloji
ve biyoloji kanunları arasında yakınlık, cemiyet ve uzvi­
yet arasında eşitlik “Mümaselet = analogie,, münasebeti
vardır.
3- Sosyolojile biyolojinin kanunları arasında hiçbir
münasebet olmadığına, fakat çarpaşık cemiyet bünyesinin
izahını kolaylaştırmak için onun uzviyete benzetilebilece-
ğine inananlar. Bunlara göre cemiyet ve uzviyet arasında
bir benzetiş münasebeti vardır.
7
L Cemiyetin hem fonksiyon, hem de bünye halinde
uzviyetten farksız olduğuna inanan modern içtimaiyatçı­
ların başında Herbert Spencerî görüyoruz. İngiliz müte­
fekkirine göre ferdî uzviyetle İçtimaî uzviyet arasında
hayalî değil hakikî bir eşitlik, ayniyetten farksız bir mü-
maselet vardır. Spencer, biyolojik taazuvun prensiplerile
İçtimaî taazzuvunkiler arasında temelli bir beraberlik ve
muvazilik görür. Meselâ ticarî mübadeleleri kanın devra-
hile bir tutar; asabî cümle merkezini, ellerinde haber al­
ma, emir ve kontrol şebekeleri bulunan büro müdürlerine
benzetir; İçtimaî iş bölümile biyolojik vazifelerin taksimi
arasında gayet derin bir münasebet bulunduğuna inanır.
Ingiliz filozofundan yirmi dört yaş daha genç bir
Fransız içtimaiyatçısı, Espinas, onu “organiciste,, akide­
sinde daha kuvvetli adımlarla takip eder. “Hayvan cemi­
yetleri,, adlı - eserile ün alan bu âlimin gözünde t( canlı
ferd bir cemiyet; cemiyet te bir canlı ferttir.,,, “ Bizim
vücudumuz milyonlarca küçük varlıktan mürekkeptir ki
bnnlarm hareketi büyük bir fabrikada amelenin çalışma­
sından farksızdır.,,
Espinas’a göre her tekâmülde' mutlak bir süreklilik
vardır. Bunun için ferd ve cemiyet, esaslarında biribirinin
aynı vetirelerin mahsulüdürler. H atta sosyoloji sınırlarını
kimyaya kadar iletir. İster zekâ, ister tabiat nizamında
olsun bütün şekiller arasında bir münasebet vardır: Bir-
şey mevcut olmak için mutlaka taazzuva (uzviyetleşme-
ğe) mecburdur ve böylelikle cihanşümul taazzuvun bir
'ânım temsil eder. Böylece hücreler uzuv, uzuvlar ferd,
ferdier cemiyet, ■mütefekkirler sistem, ressamlar ekol,
muharrirler nevi (genre) haline gelir.
Fakat Espinas, uğradığı hücumlar karşısında, fara-
ziyelerinin keskin taraflarını bizzat eğelemiş, bazı ifratla­
rını itiraf etmek yiğitliğini göstermiştir. Fikir hayatının
ikinci devresinde, onu, cemiyet ve uzviyet arasında ay­
niyet değile mümaselet bulanlara katılmış görüyoruz.
8
Yine geçen yüz yıl içinde Schaeffle, Lilienfeld, G.
de Grcef, Roberty gibi hayatları ve tesirleri zamanımıza
kadar uzamış Alman, Belçikalı, Rus içtimaiyatçı organi-
■istlere rastlıyoruz. Bunların en yenilerinden.biri de Al­
man mütefekkiri ve şimdi devlet nazırı Rosenberg’dir.
Cemiyeti içinden ırkın kanı geçen, deveran sistemine sa­
hip, canlı bir uzviyet gibi görüyor.
2. Cemiyet ve uzviyet arasında ayniyet değil, mü­
şabehet = benzerlik te değil, mümaselet = eşitlik bulan
mütefekkirler pek çoktur. Bunların başında Auguste Com-
te görünüyor. Büyük Fransız filozofu sosyolojinin biyolo
jiye ircama aleyhtar olmakla beraber cemiyet ve uzviyet
arasında müma-eletler bulunduğuna kanidir. Geçen yüz
yıluı sonunda. Espinas gibi Novicov/ da bazı ifratlarla
itham edilince, Revue Philosophıque de, Bougle ile yap­
tıkları bir münakaşada şöyle yazmıştı:
“Biz hiçbir zaman cemiyetlerin hayvanlar yeya ne­
batlar olduğunu söylemedik: Biz dedik ki canlı varlıkla­
rın kendilerine hâs tabiatleri vardır^ fakat cemiyetler bi^
yolojiinin tetkik ettiği umumî kanunlara tabidirler. „
(Cilt 2 — sahife 373).
Charles Maurras da diyor k i: “Siyaset ilmi müsta­
kildir. Bu demek değildir ki öteki ilimlerle münasebeti
yoktur. Sosyoloji biyolojiden ayrıdır: Bu demek değildir
ki ikisi de biribirine, aralarında hiç alâka olmıyan iki
yabancıdır.,, (Mes idees politiques. — S 97).
Cemiyet ve uzviyet arasında ayniyete yakın, gayet
derin bir mümaselet alâkası bulan Fransız içtimaiyatçıla­
rından biri de Rene Worms’dır.
Biraz da onu dinliyelim :
“Ferdî uzviyetler, cemiyette birleşerek, kendilerin­
den daha çapraşık (complexe), fakat kendilerine eşit (mü­
masil, = analogne) yeni bir varlık teşkil ederler; öyle bir
varlık ki onlar sayesinde yaşar, fakat yine de kendi ken­
disi için yaşar ve kendi üstüne olduğu gibi onlara da
9
tesir eder; nitekim onlar da (ferdî uzviyetler de) kendi
hücreleri sayesinde yaşarlar, fakat hücrevî hayatlarından
ayrı toptan bir yaşayışları, o hayattan çıktığı halde ona
üstün, ona hâkim bir yaşayışları vardır. Cemiyetin uz­
viyetle münsebeti, uzviyetin hücre ile münasebetine eşit­
tir {ikisi birbirinin aynidir, demiyoruz. ) Uzviyetlerden
yapılan cemiyet, bu yüzden daha az geçerek ( daha az
re e l) bir varhk değildir; hücerelerden yapılan uzviyet te
bu sebepten daha az gerçek, bîr varhk oiraadığ; gibi.
“Böylece, ancak görünüşte garip olan bir netice ile,
biyoloji metodunun kullanılması, cemiyet ve uzviyetin
birbirile fasılasız mukayesesi, şu hakikati bedahet haline
sokacaktır, ki o da sosyolojinin biyolojiden ayrı olma­
masıdır.„
Worms’u biraz daha iyi anlamak için, uzvî birlikle
mihaniki topluluk arasındaki farkı belirten bir misâl arı-
yalım ve üstünde durahm. Bu salondaki san dalyalar
mihaniki olarak yanyana gelmişlerdir. Aralarında uzvî
birlik yoktur. Çünkü onlardan herhangi birini ötekiler­
den ayırırsanız o tek başına var olmıya devam eder. Hiç­
birinin kendi kendisi olmak için ötekine ihtiyacı yoktur.
İnsan vücudunun veya herhangi bir uzviyetin parçalan
için hal böyle değildir. Yüreğim veya seirçe parmağım,
vücudumdan ayrı, tek başına yaşantıya devam edemez.
Rene Wcrms, hiç te haksız olmadan, insan cemiye­
tinden ayrı doğup büyüyen ve yaşıyan bir ferd tasarla­
manın imkânsızlığında ısrar ediyor. Böyle bir ferdini
var olması ve var olmıya devam etmesi mümkün ol­
sa bile, bu, cemiyet halinde kazanılan bilgiler ve itiyat­
lar sayesindedir. Ormanların dibinde münzevî yaşadık­
lara sanılan bazı vahşilere gelince, bunların İçtimaî bir
hayattan mahrum oldukları hiçbir zaman ne iddia, nede
isbat edilmiştir. Bu mahrumluk bir an için kabul edilse
bile onların vahşi bir hayvandan farkı olmadıklarını da
unutmamak gerektir. Kısacası, en son tahlilde, cemiyet
hep canlı varlıklardan mürekkep olduğu için biyolojik
10
varhk, sosyal, varlığım içindedir. İnsana bağlı her işin
iki cephesi vardır: “Biri içeri cephedir ki insanm hare­
ketleri bunîila İçtimaîdir.,, — “Sosyoloji biyolojinin yardı­
ma olmadan İlmî bir tarzda teessüs edemez; çünkü cemi­
yet halinde bulunan insanların gelişmesini anlamak için,
ilkönce onların uzvî bayatlarım idare eden kanunları bil­
melidir.,,
3, Cemiyetlerin uzviyetlere benzetilmesinde yalnız
bir teşbih kıymeti-buian ve İlcisi arasındaki münasebetin
yalünsî kıyas! olduğuna inananlar da az değildir. Büyük
Alman iktisatçısı Werner Sombart bunlardandır. Cemi­
yeti bir uzviyet telâkki ederek tabiat bilgilerinden alın­
mış mefhumlarla karıştırmaktan sakınmak lâzımgeldiğini
söylüyor ve ilâve ediyor: “Bu karışıklığın önüne geç­
mek için uzviyet mefhumunu tabiat hayatile sınırlandır­
m ak uygun olur: Nerde can varsa orada uzviyet vardır.
Fakat insan' cemiyeti ruhla birleşmiştir, kendi kendine
taazzuv etmiş bir varlık değildir. Uzvî bir. hayatı yoktur.,,
Bükreş Politeknik Okulu Ekonomi Profesörü Mihail
Msnoilesko da böyle düşünüyor: “Organisistİere göre,
diyor? cemiyet ve millet uzvî bir varlıktır; bütün İçtimaî
teşkküller arasındaki münasebetler, tek vücudun âzası
arasındaki münasebetlerdir. Bizce bu nazariyenin bir
teşbihten fazla kıymeti yoktur. Ancak halka, cemiyet
ve milliyet fikirlerini iyi anlatmak için propaganda ma­
hiyetinde kullamlmıya yarar.,,
İtalyan iktisatçısı Carî Costamagna da: “Şüphesiz,
diyor, devlet, Eflâtuna kadar çıkan ve on dokuzuncu
asırda bazı muvaffakiyetler kazanan bir nazariyenin id­
dia ettiği gibi fiziyolojik bir uzviyet olamaz.,,
En az bin ikiyüz yıldanberi, cemiyet ve uzviyet
arasındaki münasebeti kurcâhyan insan zekâsının yuka­
rıda gözden geçirdiğimiz çeşitli hükümlerine göre cemi­
yet, bir yüzile uzviyettir, öteki yüzile uzviyet değildir.
Uzviyettir, çünkü tıpkı canlı varlıklar gibi her parçası
u
‘ ayn bir fonksiyon yaptığı halde bu parçalan aşan ta®
bir “bütün,, vücuda getirir. Parçalarmdan hiçbiri bu bü­
tüne mensup olmadan yaşıyamaz;1meselâ bir teşbihin
tamesi gibi teşbihin dışında var olmaz. Beşerî görgü ve
deneme alanımız içinde hiçbir cemiyete mensup olmayan
bir ferd müşahede edilmemiştir. Cemiyet öteki yüziüe
uzviyet değildir, çünkü kollektif şuur dediğimiz mahiyet,
ne canlı nesiclerm mahsulüdür, ne biyolojik mânada an­
laşıldığı gibi gıdalanma ( tegaddi), çiftleşme ( tenasül J ?e
türeme ( tekessür) halleri vardır, ne de fiziyolojik mâna­
da anlaşıldığı gibi vücudun uzuvlarına sahiptir.
Fakat cemiyet mefkurau gibi uzviydt mefhumu da
böyle iki yüzlüdür. Uzvî dendiği zaman, bir yandan, par­
çalan hem birikirinden ayrı ve farklı, hem de birbsrile
ahenkli ve düzenli fonksiyonlar yapan bir bütünü kasd-
etmiş oluyoruz; bir yandan da doğrudan doğruya maddî
ve canlı varlıkları anlıyoruz. Daha doğrusu bünye bakı­
mında» uzvî ve vazife bakımından uzvî olan iki bambaş­
ka şeyi hep ayni kelime ile ifade ediyoruz. Bu, uzvî ke-
linıesine verilen mecazî mânanın suiistimali değildir.
Hayat kelimesi içinde böyledir: Yalnız biyolojiye
sorarsanız hayat, protoplazma denilen uzvî bir rasadde
üstüne, tabiat kanunlarına uyarak tesir yapan, taharrüş
kabiliyetini haiz ve son tahlilde alçak tamperatürlü bir
nevi ağır ihtirak hadisesine irca edilebilen hareketlerin
manzumesinden başka bir sey değildir. Fakat hayatı
bundan başka bir şey diye kabul etmezsek nebatların
hayatım, madenlerin hayatını, ruh hayatını, cemiyet ha­
yatım, hayvan hayatının bir teşbihinden ibaret sanmış o-
luruz. Ruh ve cemiyet hayatını bir yana bırakalım. Fa­
kat madde bilgilerinin son keşifleri bize gösteriyor ki
..hayat yalnız hayvanlara, hattâ yalnız nebatlara değil, bu­
güne kadar “brüte,, cansız sandığımız maddelere de şa­
mildir, Uzvî madde ile brüt madde «ırasında hissedilmez
bir derece farkı vardır, çünkü cansız maddede de öyle
hassasiyet ve hareket belirtileri görülmüştür ki hayatın
12
biltün maddeye şâmil olduğunu kabul edeceğimiz ge­
liyor. Hayat ve uzviyet mefhumlarının öz mânalarım
yalnız biyolojiye ve fiziyolojiye mal ederek öteki mâna­
larını mecaz ve istiare yolile bunlardan çıkmış farzetmi-
ye kalksak bile, bu kıyas ve teşbih ihtiyacı yine mana­
sız bir fantezi mahsulü sayılamaz. Hiç olmazsa bu iki
türlü hayat arasında -mahiyetçe değilse bile vazife ve
fonksiyon bakımından bir ayniyet vardır. Kelimelerin e-
timolojîk tarihi bize gösteriyor ki mecazî mânalar, zaman
ile aslî bir mahiyet almışlar ve realiteden daha reel bîr
hüviyete sahip olmuşlardır. Ö kadar ki çok defa bunlar­
dan hangisinin aslî ve hangisinin mecazî olduğum: aiîla-
mak imkânsızlaşrnıştır. Bu, mecerret mefhumların dar
kalıplan içine geniş ve sonsuz realiteyi sığdırmak imkân­
sızlığıdır ve mecaz burada hayalin değil, dosdoğru reali­
tenin mümessili sıfatile, mefhumun dar kalıbını çatlata­
rak ona reeli daha geniş ölçüde içine almak eiesfcikiye-
tini verir. Eğer hayat kelimesini yalnız biyolojik mâna­
sında kullansaydık varlığı izah için biyolojiden başka il­
mimiz oimıyacaktı.
O halde cemiyet, dar mânaasile değil, geniş raâna-
sile uzvî bir bütündür.
Demindenberi adı geçen filezoflarm, içtimaiyatçıla­
rın, iktisatçıların hepsi cemiveti müstakil bir bütün te­
lâkki etmekte birleşirler. Bu bütün, dar manasıle uzviye­
tin ta kendisi olmasa bile, uzviyetten: türemiş, uzviyetin
fonksiyonlarına ve terkibinin vasıflarına sahip, uzviyete
mensup, o halde uzvî bir bütündür.
Maddenin ve hayatın mahrem tabiatını izah için,
bugüne kadar, bütün dünya fikir tarihinde, iki faraziye
birsbinle çatışmıştır. Bunlardan birine göre madde, atom­
lardan mürekkptir, bölünebilir ve bugün de atomun par­
çalarına kadar bölünmüştür. Maddede görülen bütün de­
ğişiklikler, bu parçaların türlü hareketlerinin neticesidir.
Tıpkı bir makinede olduğu gibi herşeyin bütünü, parça-
13
lavından sonra gelir ve onun hareketlerine tâbidir. Felse­
fede bu görüşün bir adı da mekanizmdir ki hayattı me­
kanik hâdiselere ve fiziko - şimik um urlara irca eder.
Öteki görüşe göre, bilâkis, parçaların varlığım bü­
tün tayin ve temin eder. Misal: Bir ağacın yapraklar' o
ağacın yaşamasını mümkün kılar; fakat bu yapraklar:
vücude getiren, ağacın hayatıdır. Canlı varlık bir maki­
ne değildir. Makineyi en küçük parçalarına kadar söke­
bilir, sonra yeniden kurabilirsiniz, fakat bir ağaca sök­
tükten ve parça parça kestikten sonra yeniden kurup
yaşanamazsınız. Dağılmış bir insan vücudunun de yeniden
kurulup işlemesine imkân yoktur. Bunun için insan zekâsı
ve eli küçücük bir hücreyi biîe yaratamıyor, öldükten
sonra diriltemiyor. Felsefede vitalizm adını alan bu gö­
rüşe göre hayatî mekanik hadiselere ve fiziko - şimik un­
surlara indirerek izah etmek mümkün değildir.
Yeni psikoloji, ruh hallerini bunların terkiplerîle,
davranış diye tercüme ettiğimiz Cohıportment’larla veya
kendi parçalarını tayin eden geştalt bütünlerile yahut da
ruh sentezlerile izah etmektedir. “Şuurlu veya şuursuz
her ruh vakıası daima bir sentezin (terkibin) mahsulüdür.
Ruh bayatının hiç'bir yerinde unsurlara varılmadığı İçin
sentez ruh hayatıma mutlak bir kanunu gibidir. Bir ihsas
bir istek ne kadar basit olursa olîiun daima karışık
(Complexe) bir vetiredir. İstendiği kadar tahlil edilsin,
daima sentezin yaptığı birşey olarak görülür. Ruh vakıası,
tahlil vasıtasile bulunan, sözde unsurların mecmuundan
yahut herhangi bir konbinezonundan daima başka ve
fazla bir şeydir.,, . Bu sentez psikolojisi hakkında, yuka*
nki satırların muharriri Dwelshauvers’den Şekip Tunçs­
un tercüme ettiği ve Maarif Vekâletinin bastığı Psikoloji
adlı eserde tafsilât bulabilirsiniz.
Biyolojide de Reinke ve Driesch gibi büyük viialisi*
ler hayat hadiselerinin fiziko - şimik unsurlara hâkim ol­
duğuna, metafizik değil, doğrudan doğruya müsbet Hâreı
14
deneme ve deiiiieriie ortaya koymuşlardır. Bohr ve Hem-
denlıain gibi yüksek otoritelerin de iltihakile biyoloji,
mekanik izahlardan ayrılmakta, parçalar üstünde bütünün
hâkimiyetini kabul eden izahlara doğru yol almaktadır.
Bu hakikat lisaniyetta de anlaşılmış bulunuyor. Fer
dinand Brunot ve daha birçok lisaniyatçılar, grameri,
parçalardan bütüne, kelimenin bölümlerinden cümleye ve
sintakşa giden eski metoddan ayırmışlar, cümlenin camlı-
bütününden başhyarak nihayet kelime bölümlerine var­
mayı doğru bulmuşlardır. Yeni gramerde bu metod hâ­
kimdir ve Ankaradakî Gramer komisyonunda da bu bahis
uzun bir müzakere konusu oldu.
Hekimlikte de insanin bir makine gibi parçaların
yanyana gelmesinden mürekkep olduğuna inanan meka­
nik telâkki terkedilmektedir. Doktor Alesis Carrei’in ML’-
Homme, cet inconnu„ adlı ve Nasuhi Baydar tarafından
“Bilinmeyen İnsan,, diye tercüme edilen meşhur kitabında
mekanik telâkkinin iflâsına ait bir bahis vardır. Oradan
bir parça alıyorum :
“Vücudumzvm taazzuvu bir makineninkine benzemez.
Herhangi bir makine başlangıçta ayrı parçalardan mü­
rekkeptir ve bu parçalar bîr araya gelince basitleşir. îra-
san ilkönce bir hücreden müteşekkildir. Bu hücre diğer
iki hücreye ve bu iki hücre de sırasile diğer birçok hüc­
relere ayrılır. Denebilir ki hücreler, sayısız bir kalabalı­
ğın unsurları haline geldiği zaman dahi, menşelerindeki
birliğin hatırasını muhafaza ederler ve uzviyetin bütünlü­
ğü içinde kendilerine verilmiş olan vazifeyi önceden bi­
lirler. Deri hücrelerinin, ait oldukları hayvanın dışında
birkaç ay devam edecek surette kültürü yapılacak olursa
bir sathı kaplamak istiyorlarmış gibi, mozayık halinde
sıralandıkları görülür. Şişeler içinde yaşıyan lökositler,
vücudu bir takım yabancılara karşı müdafaa etmiyecek-
leri halde, mikroplarla kırmızı küreyveleri çarpıştırırlar
Vücuttaki unsurların, bütün içinde oymyacaklan roliî
15
doğuştan bilmeleri bunların varlıklarının hikmetine uy­
gundur. „
“Hücreler, peteklerini inşa, ballarını imâl, rüşeym-
lefini tağdiye eden ve sanki herbiri hendese, şimi, biyo­
loji biliyormuş da bütün camianın menfaati namına hal.
reket ediyormuş gibi görünen arılara benzerler. Hücrele­
rin bu kendi bünyevî unsurlarile uzuvlar teşkil etmek
meyli, böceklerdeki sosyal istidat gibi, müşahedenin bir
verimidir ve bugünkü mefhumlarla izahıı kabildir. Ek: bal
canlı vücudun nasıl taazzuv ettiğini anlamamıza yardım
etmektedir.„
Carrel’in bu izahından da anlıyoruz ki, vücudun
parçalarında bütünü yapan ve bütünden doğan istidatlar
vardır. Onun cümlesini tekrarlıyacağım: "Hücreler sayısız
bir kalabalığın unsurları haline geldiği zaman dahi, men-
şeeltmedeki birliğin hatırasını muhafazaederkr. ve uzvi­
yeti® bütünlüğü içinde kendilerine verilmiş olan vazifeyi
önceden bilirler.,, Halbuki makine parçası, makine haline
gelmeden evvel, menşeindeki birliğin hatırasına sahip de­
ğildir. Ancak makine haline geldikten sonra fonksiyonel
rolünü yapmıya başlar ve ancak ondan .«sonra bu faaliyetin
izlerini taşır.
Ekonomide de tesanütçülerden fsclidarîstes) başlayara
bütüncülük hareketi economie dirigee, plânlı ekonomi»
millî ve organize ekonomi safhalarına tekâmül etti.
İlkönce tesanütçüler, buhranları inceledikleri zaman
meselâ Nevyorkta baş gösteren bir krak hadisesinin ya­
hut Hindistanda fena bir pirinç rekoltesinin Londra ve
Paris borsalarım allak bullak ettiğini, elmas veya oto­
mobil sanayiinin amelesini işsiz bıraktığını gördüler. Ne
hacet! Elektirikçiler sendikasının kâtibi tarafından veri­
len bir emirle bütün bir şehir karanlıkta kalmıyor mray-
du ? BÖyleee ekonemi dünyasında da bütünün parçalara
hakimiyeti görülüyordu. Nicholson diyordu k i: “Buhar
nakliyatının ve telgraf hatlarının bütün küre .üzerinde
muazzam inkişafı modern endüstri uzviyetini koskocaman
bir polip haline sokmuştur; bütün vücudu hastalandırma­
dan cnim âzasından hiçbiri yaralanamaz. Herhangi bir
yerinde bir yara olsa bütün vücut can çekişme ihtilâçüarı
geçirir.,,
Tesanütçü ekonomiden sonra organize, plânlı ve yeni
millî ekonomiye tekâmül eden modern ekonomi, menşei
de, gayesi de ferdin menfaatinden başka birşey olmıyan
liberal ekonomiden ayrılır; bütünün menfaatini parçalar­
dan değil, parçanın menfaatini bütünden çıkarır. Umumî
menfaat hususî menfaatten evveldir. Bütünün parça üs­
tüne hâkimiyetim kuran plânlı ekonomi, İktisadî hareket­
leri tek merkezden ve parçalar arasında uzvî bir âhenk
temin ederek idare eder.
Ekonomide veya sosyolojide ferdiyetçi ( individua-
liste ) dedikleri eski faraziyeye göre cemiyetin hareket
noktası “ferd,,.dir. Cemiyetten önce ferd vardı ve cemi­
yet, ferdierin birbirîerile ihtiyarî olarak akdettikleri İçti­
maî bir mukaveleden doğmuştur. Bu mukavele ferd
tarafımdan ve ferd için yapılır. Devletin menşei ve ga­
yesi ferddir. Kanunu Eaasî hükmüne göre her. vatandaş
seçicidir, her seçici hükümrandır, o halde her vatandaş
hükümrandır. Bu akide, medern devletçiliğin zıddına
olarak, ferdin menfaatferine bekçilik etmekten başka va­
zifesi olmadığını iddia ettiği devletin rolünü asgariye
indiriyordu. Bütün hâkimiyeti parçaya vermiş ve.bütünü
parçaların riyazî bir yekûnu farzetmişti. Bu akideye
göre cemiyet bir kuru kalabalık değilse bile bir makine­
den ibaretti.
Mekanist görüşün cemiyet hadiselerine bu keyfî tat­
bikî, bence, o tarihlerde {on sekizinci yüz yılın sonunda)
sosyolojinin müsbet bir ili.şu haysiyetiie doğmamış olma­
sından ileri geliyordu,. Klâsik psikoloji, o zaman, ferd
denin-ce insanın, hem usraaî ve hem de ruhî vahdetini an-
16
17
hyordu. Fakat sosyolojinin getirdiği aydınlık altında,
yeni psikoloji, ferdiyet ve şahsiyet arasındaki farkı tayin
edebilir, insanda çocukluktan itibaren aklın ve şahsiye-
tm teşekkülü, ferdiyetini aşan sosyal bir vetiredir. Bir
makalemde kullandığım teşbihi burada tekrarlamama
izin veriniz: ferdiyeti bir ata, şahsiyeti bir süvariye ben­
zetebiliriz. İnsanın varlığında bu at (yani ferdiyet) tabi­
ati itm isil eder; bu süvari (yani şahsiyet) cemiyeti tem­
sil eder. Eski anlayışımızla ferdiyet şahsiyeti de içine
alıyordu; yeni anlayışımızla şahsiyet ferdiyeti aşar. Yeni
doğmuş çocuk bir ferddir, fakat bir şahsiyet değildir.
Süvarisi olmıyan bir at gibi seyis ( anne veya dadı ) ta­
rafından güdülür. Fakat şahsiyet ferdiyeti de içine alan,,
tam, çünkü sosyal bir hüviyettir.
Ferdiyetlerimiz, biyolojik vahdetler olarak birbirine
müsavi, fakat şahsiyetlerimiz derece derecedir. Biz fer­
diyetimizle tabiate, şahsiyetimizle cemiyete mensubuz.
Bunun için cemiyet, fercüerin kemim “kantitatif„ ve ri­
yazi bir yekûnu değil, şahsiyetlerin keyfî' ( kalitatif ) bir
miih&ssâlâsıdır. Çünkü şahsiyetler ferdiyetlerini aşan
bütün vasıflarını cemiyet bikinilinden alırlar. Az İçtimaî
kalmış adam bunun için şahsiyetsiz, iptidaî, hattâ vah­
şidir.
Neticemize gelelim; Bin iki yüz yıl önce Saint
Paul, yedi yüz yıl önce Şirazlı Sadi, cemiyet ve uzviyet ara­
sında bir münasebet keyfettikleri zaman, o günden bu-
günedek, en az on iki yüz yıl yaşamıya ve nihayet bu
çağın bütün müsbet ilimleri ve felsefesi tarafından kutlu-
laramıya lâyık bir hakikatin çekirdeğini yakalamışlardı.
Cemiyet ve uzviyet arasındaki sıkıt münasebet, bun­
larsa mutlaka birbirinin ayni olmasını icap ettirmez; bun­
ların arasındaki bünye ayrılığı da sıkı münasebetlerine
mâni değildir. Aralarında bünye ayrılığı, fakat fonksiyon bir­
liği olabilir. Bu birlik, cemiyetin ferd uzviyetini de içine
almasının bütün Continuite = süreklilik ve bağlılık şart­
larını hulâsa eder.
18
Bugiin hepisni&m cankurtaran simidi gibi •kendisine
sarıldığımız millî birlik mefhumu sadece toprak bîrişifin­
den, devlet birliğinden, hattâ büyük varta anlarında be­
liren tesanüt şuurunun kuvvetlendirdiği geçici millet bir­
liğinden ibaret değildir. Millî birlik, normal ve anormal
zamanlarda, buhran, ihtilâl, harp, refah ve barış devirle-"
rinde, ferdlerin faaliyetlerini millî ideale ve millî menfa­
ate göre duzenliyen canlı bir taazzuv ( uzViyetleştne) dur.
Millî taazzuvuna kavuşmamış memleketlerde millî
birlikten bahsedilmesi, ya tehlike karşısında duyulan ge­
çici tesanüt ihtiyacmdandır, ki bu takdirde esasa ait hiç­
bir kıymeti yoktur; yahut ta, millî taazzuvun henüz bir
özlenişinden ibarettir, ki bu takdirde millî birlik şutiru,
millî uzviyetleşme hareketine doğru koştuğu nisbette he­
define yaklaşır. Millî taazzuv olmıyan yerde millî birlik
mefhumu, böyle bir özleyiş ifade etse bile, kuvveden fiile
çıkıncıya kadar, henüz iyi duyulmamış ve iyi yaşanma­
mış ideallerin adını klişeleştiren mekanik bir -tekrardan
başka birşey olmaz.
İLİM KARŞISINDA MİLLİYETÇİLİK
.-Sosyoloji ve Milliyetçilik
Her ii'ım müstakil bir konuya sahiptir.
Sosyolojinin konusu “cemiyet,, tir.
Cemiyeti anlayış bakımından sosyoloji- pazariyeleri
üç grupa ayrılabilir:
1. Mekanist telâkki,
2. Organisist telâkki,
3. Fonksiyonel telâkki.
$
*
1. Mekanişt telâkki, cemiyeti mekanik bir sistem,
yıldız: veya atom sistemi halinde göriir, fiziğin ve riya­
ziyenin kanunlarını cemiyete tatbik etmek ister. On ye­
dinci asrın phisigue sociale nazariyesinin tazelene tazele-
ne devammnaıı başka birşey olmıyan bu telâkkiye göre
cemiyet, fertlerin mekanik ve riyazi bir yekûnudur.
Fizik ve riyaziyenin en büyük dehâlarını yetiştiren
on yedinci asırda, Spinoza, Hobbes, Decartes, Leibnitz,
Weignel... gibi filozof ve ilim adamları, içtimai ve ruhî
olayları fizikçinin fizik olaylarını incelemesi gibi aklî ve
objektif olarak tetkike başladılar. İnsan mekanik ilminin
incelediği bir astronomi sistemi gibi mütalâa edildi ve
oradan bir mecanigue sociale telâkkisi doğdu. Atomlar
arasındaki karşılıklı cazibe ve dafia kuvvetleri insanları
da kiribirine bağlıyor, âdeta başka bir yıldız sistemi ha­
linde insan cemiyeti vücude geliyordu. On yedinci yüz
20
yıl düşünürlerinin bu görüşleri ve metodları on sekizinci
ve on dokuzuncu yüzyılların biyoloji, psikoloji, istatistik
ve sosyoloji ilimlerinde geliştikçe gelişti; nihayet Carey’in
“İçtim aî ilmin esasları,, adlı eserinde en son inkişafını
buldu (3858). On dokuzuncu ve yirminci yüzyılların bazı
içtimaiyatçıları ve. bu arada meşhur Italyan sosyoloğu
Vilferdo Pareto da mekanist okula mensupturlar. Fakat
cemiyetin ve insan ruhunun bu mekanik izahı zamanı­
mızda hemen tam amile terkedilmiş gibidir [1].
2. Organisist telâkki cemiyeti uzvî bir sistem, hücrö
sistemi veya insan vücudu halinde görür. “Cemiyet ve
uzviyet,, konulu ve başlıklı kir makale serisinde de iza­
ha 'çalışmış olduğum gibi çok eski bir tarihi olan bu te­
lâkkiye göre cemiyet bir makine sistemi değil, her
ferdi ötekine uzviyet nizamında ve hayat ilgîlerile sımsı­
kı bağlı canlı bir bütündür ve biyolojinin kanunlarına
tâbidir. Son yetmiş yıl içinde biyolojinin harikalı ilerle­
yişi bu'ilm in söayoloji üzerine tesirlerini çoğaltmıştır;
fakat insan cemiyetlerinin insan vücuduna benzetilmesi
fikrinin, İran şairi Sadi’y® ve ondan çok daha önce Ko­
ma, Yunan, Hint ve Çin düşüncesine kadar uzanan bin­
lerce yıllık bir tarihi vardır.
Harvard üniversitesi sosyoloji profesörü Sorokin
Organisist okulu mensuplarını üç grupa ayırıyor: 1. Fel­
sefî, organisizm, 2. Psiko- sosyal organisizm, 3. Bio- organik
zümre.
Felsefî örğahisizra, cemiyeti fertlerin dışında (sur -
individuel), kendiliğinden doğan ve tabiat kanunlarile
yaşayan canlı bir bütün telâkki eder; fakat her hangi
bir biyolojik varlıkla veya uzviyetle mukayese etmez.
Cemiyetin mekanist telâkkisini şiddetle reddeder, çünkü
on«n zıddıdır. Cemiyet insan iradesile ve liberallerin san-
[1] P. A . Sorokin, Les theories sociologiques contempo-
raiîjes S. 19 ••71.
21
dıkian gibi “İçtimaî mukavele,, ile vücuda gelmiş meka­
nik ve sun’î bir şirket değildir.
PsiKö-sÖsya! organisizmin esasları felsefî orgami-
sizmden farksızdır. Yalnız bu grup fazla olarak, cemiye­
tin fertlerden üstün müstakil bir ruha, kollektif bir şuura,
kendine has bir iradeye ve fikirlere sahip olduğuna im -
nırlar (Durkheim ve Ziya Gök alp sosyolojisi).
Biyo organik zümreye göre ise cemiyet, biyolojik
uzviyetin hususî (speeifique) bir çeşidinden başka birşey
değildir. Mahiyeti, fonksiyona, menşei, tekâmülü ve te-
nevvüü bakımından her hangi bir uzviyete eştir ve aynı
biyoloji kanunlarına tâbidir.
Organisist telâkkinin bu son şekli ancak Rosenberg
gibi ırkçılar arasında taraftar bulmakta ve şiddetli ten­
kitlere uğramaktadır; fakat gerek felsefî, gerekse psiko-
sosyal organisizm, bugünkü sosyolojinin prensiplerini ve­
riyor. Çünkü fert psikolojisinden ayrı ve kendine has bir
konusu olmıyan sosyoloji, ilim haysiyetile varolamaz.
Zamanımızın en büyük içtimaiyatçıları bu grupun için­
dedirler^
3. Fonksiyonel telâkki, cemiyeti ne bir makine, ne
de bir uzviyet gibi anlar. Ona göre cemiyet, fertler ara­
sında. karşılıklı bir münasebet sistemidir. Böyle olmakla
beraber, fertlerden ayrı ve üstün, kendine has bir bütün­
dür. Mekanistlerin sandıklan gibi fertlerin .mekanik ve
riyası bir yekûnu değildir. Bu grupun organistlerte ihti­
lâfı azdır.
Yukarıki üç telâkki de iki temel grupa ayrılabilir ;
1. Cemiyet, makine gibi, parçaların yanyana gelme­
sinden olmadır. Bu parçalar fertlerdir. Aralarında meka­
nik ve riyazî münasebetler caridir. Rousseau'nun meşhur
İçtimaî mukavelesi, hürriyet, müsavat, seçim ve ekseri­
yet, parlamentarizm rejimi bu telâkkiden, doğmuştur.
Sosyolojide çoktan terkedildiği gibi Avrupa siyasî tari­
hinde de son Saatlerini yaşayan bu mekanik cemiyet gö­
rüşü yerini şu ikinci telâkkiye bırakıyor:
22
2, Cemiyet müstakil ve cani} bîr bütündür. Bir ti­
caret şirketi gibi fertlerin arasındaki ihtiyarî bir mukave­
leden değil, kökleri insanın menşeine kadar giden eski,
uzun bir tarihî tekâmülden doğmuştur. Fertlerden mürek­
kep olmakla beraber müstakil bir sentezdir; parçalarının
vasıflarından ayrı vasıflara sahiptir. Böyle olmasaydı sos­
yoloji bir ilim halinde teşekkül bile edemezdi, çünkü
müstakil bir konudan (mevzudan) mahrum kalırdı. Onuu
meselelerini fizik, şimi, fiziyoloji, biyoloji, psikoloji pay­
laşırlar ve ortada bir cemiyetler ilmi bırakmazlardı.
Hemen bütün içtimaiyatçıların müttefik oldukları
tasnife göre morfoloji sosyalde (cemiyet şekillerinde) bu­
gün en gerçek, en olgun, en ileri tip millettir. Her yerde
millî üniteler görüyoruz. Tarihî olgu (vâkıa) bakımından
millet,' ve sosyoloji bakımından milliyet, amelî olarak da,
inkâr edilmesi imkânsız, canlı ve parlak, en büyük sos­
yal hakikattir.
Biyoloji ve Milliyetçilik
İlk makalemizde birçok sosyologlara biyoloji ka­
nunlarını cemiyete tatbik etmek istediklerini ve sosyolo­
jide biyo - ofganisist grupun hangi fikirlerle teşekkül
ettiğini yazmıştık. Biyolojistler arasında da inr>an cerni-
yetlerile hayvan ve daha aşağı varlıkların taazzuvları
arasında tıpkılık { ayniyet) münasebeti görenler vardır.
Bunlardan Lamarck okuluna sadık kalan Fransız biyolo-
jisti nseşhur Felix le Dantec, mukayeselerine en çok vu­
zuh vermeğe muvaffak olanlardan biridir.
Bu âlime göre taazzuvda en geri kalmış varlıklar­
dan insan gibi en tekâmül etmişlerine ve tek höcreliler-
den çok hücrelilere kadar bütün canlı varlıklar, lıöcre,
küme, sürü ve cemiyet hayatlarında aynı biyoloji kanun­
larının emri altındadırlar.
Bütün canh varlıklarda her birinin mensup olduğu
kantonun zemini onun vatanıdır. İstihsal edilen gıda
mahdut olduğu için bu kantolara mensup fertler arasın­
da şiddetli bir rekabet ve mücadele vardır. Fakat rakip
gruplara mensup oldukları halde aynı kantonun fertleri,»•
arasında müşterek bir bağ da vardır. Oyle ki hepsi
birbirlerine rakip oldukları halde kendi zeminlerinden
olmıyanları yabancı sayarlar ve onlara düşmandırlar.
Yalnız insanlar ve hayvanlar sırasında değil, en
aşağı taazzuv derecesindeki bütün canlı varlıklar arasın­
da da birbirlerile birleşerek bir uzviyet bütünü hâline
gelmenin en büyük âmili, müşterek bir düşmana karşı
24
toplu müdafaa ihtiyacıdır. Bir camiaya ve bîr millete
mensup insanlar arasında kardeşlik hissini doğuran şey,
bunların arasındaki müşterek menfaatlerden gelen bu müda­
faa zaruretidir. Eğer bu müşterek düşman olmasaydı, insan,
hayvan ve hacre, fert halinde bütün canlı varlıklar bir­
birlerini yerlerdi ve hayattan eser kalmazdı. Sathî gö­
rüşle yıkıcı bir felâket sayılan harb, biyoloji görüşile,
bütün canlı varlıkların hayatını idame ettiren yapscı ve
yaşatıcı bir zarurettir. Çünkü en küçük canlı varlıktan
en büyüğüne kadar taazauv ve hayat hâdisesi, müşterek
bir düşmana karşı birleşen fertlerin derece derece grup-
laşmalarile mümkün olabiliyor. Eğer aralarında bu bo­
ğuşma olmasaydı o grupların hiç biri varolamıyacakiı.
Felix le Dantec, ebedî sislhün ve insaniyete îliğin
biyoloji kanunlarına aykırı bir ham hayalden başka bir
şey olmadığını şöyle izah eder:
“Hayat bir mücadeledir; harb canlı varlığın en ale­
lade fonksiyonudur. Bu harb kelimesini yalnız rakip ve
komşu milletler arasındaki müdadeleye hasrederler; fa­
kat aynı zamanda bir milletin mensuplarını birbirine ka­
tan meknî re sivil harbler de vardır ki eğer bir eessebi
istilâsının tehdidi .olmasa milletlerin vücudunu ortadan
kaldıaan ihtilâflarla neticelenirdi.,,
“Bir kere milletler teessüs ettikten sonra, fertler
arasında olduğu gibi bunlar arasında da tabiatile -ktsfcaraç­
lıklar ve rekabetler doğar. Ferdî kinlerin yanında kol-
lektif kinler vardır ve bu, hayat hâdisesinin mahiyetinin
neticesidir. Bazı hayalperveder, metafizik fikirlerden
ilham alarak bütün insanlar arasında kardeşlik özlemiş-
ler ve hülyalarının yıkılışı önünde insanın tabiatını itham
etmişlerdir. Haksızdırlar*. İnsanı değil hayatı itham et­
mek lâzımdır.,,
“Tarih bize öğretiyor ki milletler, ister küçük ve
ister geniş toprakları kaplamış olsunlar, komşu milletler­
le sık sık harb halinde bulunurlar. Sulh devreleri aaoır-
mal devrelerdir ki bu zamanlarda rakipler birbirlerini
25
tepeden tırnağa kadar süzerler ve birimlerimizi ?:aaf anı­
nı beklerler. İki millet döğüşmezse, bu, onların sevişti­
ğini değil, fakat bîrinin ötekini yeneceğinden emin olma­
dığını gösterir.,,
Cihan sulhunun dostu olan filozoflar milletleri biri-
birine düşüren bu düşmanlık hislerini ayıplarlar; hayalın
bir mücadele olduğunu unutarak bir dünya federasyonu
sayıklarlar; vehimden başk bir şey olmıyan bu ümitleri­
ni insanların iyileri arasında yayılmış bulunan kardeşlik
hislerine istinadettirirler; fakat hu kardeşlik hislerinin
menşelerini bir türlü hatırlamazlar. Bu hisleri doğuran
harbdir; menfaatlerin birbirinden ayırdığı fertleri toplu­
luklar haline getiren, müşterek düşmana karşı birleşmek
zaruretidir; işte ailenin bu müşterek düşmanıdır kİ kar­
deşler arasında kardeşliği doğurmuştur; işte tnilleLm bu
müşterek düşmanıdır ki vatandaşlar arasında kardeşliği
doğurmuştur.
Biyoloji gibi insanların ihtilâfları önünde taırsamile
objektif ve tarafsız kalan bir tabiat ilmi bile, en büyiik
mütefekkirlerin•n dilile, bize milliyetçilik mefhumunun
ne kadar tabiî ve insaniyetçilik mefhumunun ne kadar
hayalî olduğunu söylüyor. Bu makalede yalnız bir tek
ilim adamının şahitliğile kanaat edişimiz, biyoloji dalın­
da böyle düşünenlerin bir kişiden ibaret olduğunu gös­
termez. Bilâkis, yalnız isimlerinin listesi bile küçük bir
makalenin çerçevesine sığmıyan pek çok biyolojist bu
kanaattedir.
Ben kendi hesabıma biyoloji kanunlarının bu ka­
dar şaşmaz bir uygunlukla cemiyet hayatına tatbik edi­
lebileceğini münakaşa götürmez bir hakikat sayanlardan
değilim. Fakat biyolojinin ve sosyolojinin ayrı ayrı ka­
nunlara tabi olmaları aralarında hiç bir münasebet bu­
lunmadığım ispat etmez. Felsefe bakımından taazzuv
ve topluluk ( associaton ) hâdiselerinin, canlı ve caıassz
bütün varlıklarda aynı kanunlara tabi olduklarını görü­
yoruz, ki ileride bu bahse de geleceğiz.
— 3 —
P sikol oj i.ve Mil!iyetçîiik
Copernic’âen evvel astronomi, nasıl, güneşin arz
etrafında döndüğünü sanmışsa, eski psikoloji de İçtimaî
hâdiselerin ferdî şutır etrafında döndüğüne inanıyordu.
Feri demek her şey dem ekti: Vücut, ruh, ben (moi) ve
bu benlerin yekûnundan başka bir şey olmıyan cemiyet.
Meselâ Rousseaü fertleri mutlak vahdetler olarak ele alı­
yor ve cemiyet yapısını bunlar arasındaki İçtimaî muka­
vele'den ibaret sanıyordu.
Geçen asrm ortalarına kadar İlmî haysiyette bir ce­
miyetler bilgisi yoktu. Sosyoloji doğduktan sonra - ki bu
ismi biie ona geçen asırda Auguste comte vermiştir - vak-
tile astıonomide nasıl güneşin arz etrafında döndüğü ka­
naati iflâs etmişse, cemiyet hâdiselerinin de'ferdin etra­
fında döndüğü iddiası boşa çıkmıştır. Artık fert bir ha­
reket noktası değildir. Sosyologların araştırmaları göste­
riyor ki ilk İçtimaî taazzuv şekilleri olan gruplarda fer­
din solü pek azdır. Yeni psikoloji de bu müşahadeyi te-
yideder. Daha geçen. asırdanberi Amerikan filozofu
Channing’den başlıyarak William James, Josiah Royce ve
M. Baldıvin gibi filozof ve psikologlar, cemiyet olmadan,
ferdî şuurun ve şahsiyetin teşekkülü imkânsızlığında ısrar
etmişlerdir. Royce daha ileri giderek diyordu ki : “ Hiç
kiımse, İçtimaî benzerlerinin devamlı tesiri altında bulun­
madıkça, kendisinin kendi olduğunun farkına varamaz» «Böy-
lece lnsan ben’inin doğuşta varolmadığı, fakat öteki ben-
lere sürtünerek teşekkül ettiği anlaşılıyordu. İnsan, do-
27
ğuşünda şüphesiz "irsi kabiliyetler taşır. Belki daha ilk
günden itibaren, zeki ve sosyaldir. Fakat bu irsiyet oma
eertıiyetinin hediyesi olduğu gibi, bu kabiliyetler de ce­
miyet b a y a t a dışında teşekkül edemez.
Psikoloji bakımından artık bu fert mefhumunun tör-
kedilmesi ve yerine şahıs mefhumunun ikame edilmesi
gerekiyor. Çünkü fert, biyolojide ve öteki ilimlerde de
bölünmez her hangi bir vahdet mânasında kullanılan bir
mefhum olduğu için insana münhasır değildir; bundan
başka beynelmilel synthese cemiyeti tarafından yapılan
araştırmalardan da anlaşıldığı gibi [1] ferdiyet mutlak bir
realite olmaktan ziyade vahit mefhumunu andıran ve tah­
lili kolaylaştıran bir ölçü kıymetindedir: Biyolojide de, psi­
kolojide de, sosyolojide de mutlak bir ferdiyete raslanmı-
yör. Ferdiyfet, fertlerin kendi benzerlerile temasları ve
cemiyete intibakları neticesinde yerini şahsiyete verir. Bu
takdirde ferdiyet daha ziyade biyolojik, şahsiyet daha
ziyade sosyaldir. Başka bir yazımda da söylediğim gibi
aînsan ferdiyetüe tabiatı, şahsiyetile cemiyeti temsil eder„
Eski psikoloji ferdiyetle şahsiyeti biribirine karıştır­
mak hatasına düşüyordu. Halbuki insanın ferdiyeti bir
ata, şahsiyeti bir süvariye benzetilebilir. Uzviyetimiz üze­
rine cemiyetimiz binmiştir. Bu birleşmeden fert değil,
şdhıs doğar. Biz ferdiyetimizle hayvan, şahsiyetimizle
insanız.
Fakat şahsiyet yalnız cemiyete intibaktan doğm az;
onun tam teşekkülü için bazı İçtimaî baskılara karşı koy­
ması'da lâzımdır, ki şahsiyetli adam dediklerimizde de bu
mukavemete raslıyoruz. Fakat bu mukavemet ferdî değil,
şahsî ve kökleri bakımından yine İçtimaî dir. Çünkü de­
vamlı bir değişme halinde bulunan cemiyetin baskıları
(örfleri, âdetleri, ananeleri, kanunları ve birçok müeyyi­
deleri) arasında, tekâmüle tâbi oldukları için değişme­
ğe mahkûm olanları vardır. Cemiyet bunları değişmeğe
[İ] Indıvidualite — Felix Alcan Kitabe vi.
28
inkılâpçı büyük . şahsiyetlerini memur eder ve onlarda
yıksîmıya mahkûm baskılara karşı mukavemet uyandırır.
Demek ki, ferdin kendisine intibakını yaratan cemiyet
olduğu gibi mukavemetini emreden de cemiye?tir. Fert­
lerde yarattığı bu intibak sayesinde nizamını ve sağlam
ananesini muhafaza eden cemiyet, bu mukavemet saye­
sinde de çürük ananelerini tasfiye ederek muhtaç olduğu
inkılâba kavuşur.
Millî olmıyan içtimai bir müessese, hattâ İçtimaî bir
vakıa yoktur. Çünkü cemiyet olmasa şahıslar, şahıslar
olmasa cemiyet olmaz. Şahsiyetin teşekkülü zekânın te­
şekkülüne tâbidir. Dil olmadıkça zekâ teşekkül edemez.
Dil millî bir müessese olduğuna göre, psikoloji bakımın­
dan da cemiyetin bünyesi millîdir.
Gayrî millî cemiyet gösterilemez. Tarihte büyük im­
paratorluklar tasfiyeye uğnyarak millî câmialara ayrılmış­
lardır. (Eski Roma, Auusturya ve Osmanh imparator­
lukları ilâh*i gibi. Bugünün tezgâhında da tasfiyeye mah­
kûm imparatorluklar görüyoruz 1) Fakat bunlar bile, te­
baalarım kendi milliyetlerine mümkün olduğu kadar te-
messül ettirmek şartile bir müddet yaşamışlar ve. yaşa­
maktadırlar. Çeşitli milliyetlerden mürekkep Birleşik -
Devletler camiasında tek dil ve Anglo - Saksoa ruhlu
hâkimdir, sun’ı bile olsa orada bir Amerikalılık yaratıl­
mıştır. Çünkü psikoloji bakımından şahsiyetin teşekkül
edebilmesi ve insanın, ferdiyetini, yani hayvanlığını aşai
bilmesi için, İçtimaî muhitinden aldığı tesirlerin millî bir '
insicama sahip olması lâzımdır. Bu insicam olmazsa fer­
diyetin mukavemetleri ve isyanları, millî bîr ahenleten
mahrum kalan cemiyeti çil yavrusu gibi dağıtır.
Eski psikolojinin zannettiği gibi insan, fert halinde,
görünmez ellerle kendi kendine çalan bir musikî âleti
değildir. Onun bir sazendesi vardır ve bu sazende cemi-
yetfir, millî cemiyet.
Ferdiyetimizi bir radyo cihazına da benzetebiliriz.
Eski psikoloji, bu cihazın içindeki sesleri, kendiliğinden
29
olma sasıyor, bunların dışarıdan geldiğini, bilmiyordu.
Yeisi psikoloji bu cihazın içinde konuşan, haykıran, şarkı
ve fikir soyliyen sesin cemiyet olduğunu sosyoloji ile
beraber kabul etmektedir. Artık Tarde - Durkheim ara­
sındaki fert - cemiyet münakaşaları sosyolojinin tarihine
katışıyor. Psikolog’J. Piaget “Fert mi evvel, cemiyet ms?„
davasını “Tavsak mu yumurtadan -çıktı, yumurta mı ta­
vuktan ?„ münakaşasına benzetir. Sosyoloji bakımından
olduğu kadar psikoloji bakımından da münasebet, fertle
cemiyet değil, şahsiyetle cemiyet arasındadır. Bugünkü
psikoloji, şahsiyetin, fertler arasındaki İçtimaî temaslarla
ve cemiyetin mutlak tesirlerile teşekkül ettiği neticesine
vardığı için, büyük dâvamsz hesabına şu hükmü vermek­
ten çek'mmiyeceğiz: -•Milliyet olretyan yerde şahsiyet ve,
şahsiyet olmayan yerde insan yoktur.
Ekonomi ve Milliyetçilik
Hürriyetçi ekonominin temeli ferttir» Devletim va­
zifesi ferdin menfaatlerine bekçilik etmekten ibaret kalır.
Bütün İktisadî münasebetler, arz ve talep, sermaye ve
emek, ithalât ve ihracat, fertler ve onların teşkil ettikle­
ri sınıflar arasındaki serbest rekabet ve mücadelenin ne­
ticesine bırakılmıştır. Devlet hâkim sınıflarla mahkûm
sınıflar arasındaki büyük müsavatsızlık önünde bitaraf­
lıktan ayrılmaz. Ferdin menfaatlerine âlet olmaktan
başka hiç bir vazifesi kalnııyan hürriyetçi devletin millî
bir ideali yoktur.
Bugünkü demokrasi Avrtıpanın sanayi memleketle­
rinde doğmuştur. Bu sistem ziraatçı memleketlerin istis­
marına dayanır. Yapılan hesablara göre sanayici memle­
ketlerde bir işçinin temsil ettiği iş, ziraatçı memleketler­
de beş altı işçinin elde edebildiğine muadildir.
Demokrasi, ki bir kaç büyük sanayi memleketinin
geri kalan bütün dünya memleketlerini sömürmesinden
başka bir şey olmıysn sacayi kapitalizminin hukukî bir
ifadesidir, istismarcı milletleri dünya tarihinde eşi görül­
medik bir tarzda zengin etmiştir. Hakikatte, zengin
olan bu milletler, değil, bu mîlletler içinde beynelmilel
sermayenin ortağı ve ajanı olan fertlerin teşkil ettiği
bir tek sınıftır. O memleketlerde bu tek sınıfın kazanç
şebekesi dışında kalan ekseriyet, yine dünya tarihinde
eşi görülmedik bir sefalete düşmüştür.
Sınıf mücadelesi bu'tezattan doğar.. Çünkü, M - H.
31
Lenormand’ın pek iyi formülleştirdiği gibi istihsalin iki
âmili vardır: Sermaye ve emek. Bu iki âötilden kazanç
elde edilir. Bü kazancın bir parçası, kâr Halinde serma­
yeye gider; öteki parçası ücret halinde emeğe verilir.
Sermayeci de, işçi de bu kazancın büyük parçalarına sa­
hip olmak istedikleri için, aralarındaki çatışmadan ^mıf
mücadelesi doğmuştur.
Hürriyetçi devlet, prensipleri bakımından, bu raüca-
delede iki tarafı serbest bırakmak zorunda olduğu için
aralarını bulmağa ne mezun, ne de muktedirdir. Mezun
değildir, çünkü liberal bir nizamda rekabet, mücadele
ve fertlerin fertleri, sınıfların sınıfları istismarı serbesttir;
muktedir değildir, çünkü sınıflar arasındaki müsavatsız-
lığı ve mücadeleyi ortadan kaldıran bir teşkilâttan mah­
rumdur. Sınıf mücadelesi ve ona dayanan marksist eko­
nomi, bu hürriyet nizamından doğdu. Taşkın bir fertçi­
liğe dayanan bu hürriyetçi nizam, fertlerde kazanç hırsını o
hale getirdi ki paradan başka Allahı kaluny&n benci ve
menfaatçi bir bezirgân ahlâkı yarattı.
Hürriyetçi ekonominin karşısına iki .agah düşman
çıktı: Marksist ekonomi, mili! ekonomi.
Marksist ekonomi, zaferini mahkûm sınıfın hâkim sı­
nıfs galebesinde arıyordu; hayalen bütün millî hudutları
siliyor, “Dünya işçileri birleşiniz!,, diyordu. Millî ekono­
mi, hâkimiyeti bir sımfm elinden alıp ötekine vermek
değil, sınıflar arasındaki ihtilâfı ve müsavatsızlığı millî
menfaat lehine ortadan, -kaldırmak dâvasmdadır. rSamf
yok, millet var; ferdî menfaat yok, millî menfaat var;
hak yok, vazife var; ben yokum, biz vanz. Fakat bu­
radaki “yok„ izafidir: önce millî, sonra ferdî menfaat;
önce vazife, sonra hak; önce biz, sonra ben... demektir.
Bunun için marksist ekonomi ferdî mülkiyeti 'orta­
dan kaldırmak istediği halde millî ekonominin böyle--bir
dâvası yoktur. O, rekabete de cevaz verir. Millî 'eko­
nominin gözünde kazanç bîr suç değiiclir.
32
Şu kadar ki -mülkiyet, rekabet ve kazanç, hürriyet­
çi ekonomide olduğu gibi, millî menfaat ve mahkûm
sınıflar aleyhine başı boş bırakılamaz. Alabildiğine ka­
zanca, paraya tapan ahlâka, lükse ve sefahate paydos!
İstihsalin iki âmili, sermaye ve emek, aralarında sınıf
kavgasına imkân bırakmıyacak.bir teşkilâtla, kazançtan
— istedikleri değil — lâyık oldukları ve millî men-ffate
en uygun payı alırlar. Hususî menfaatlerin hâkimi ve
nâzımı âmme menfaatidir.
Marksist ekonomi dâvayı sınıflar arasında görür.
Halbuki sınıflar millî camialar içinde teşekkül etmişler­
dir. Bir cemiyet kadrosu olmıyan yerde sınıf yoktur.
Dâvayı parçada değil, bütünde gören millî ekonomi, sı­
nıfların menfaatini millî menfaatle ayarlıysak bu müea-
deieye nihayet verir; bütünün şartlarını islâh ederek
parçalar arasındaki ahenksizliği ortadan kaldırır.
Smlf mücadelesine dayanan marksist ekonomi, esa­
sen bu mücadeleyi doğuran hürriyetçi ekonominin piçi
oîduğü için, liberalizmle' beraber o da yıkılmıya mah­
kûmdur. Çünkü liberal olmıyan bir nizamda ne sınıf
mücadelesi,, ne de ona dayanan marksist ekonominin
vücuduna lüzum kalır.
Liberal nizamda patronların menfaatini patron sendi­
kaları, işçilerin menfaatini işçi sendikaları korumağa çalışır.
Aralarında bazan grevlerle neticelenen şiddetli mücadeleye
devlet karışmaz. İster grevle neticelensin, isterse birçok
İktisadî hasarlara sebep olsun, bu mücadeleden en çok
zarar gören millî menfaattir. Senelerdenberi Fransa ve
Amerika bize bunur* sayısız canlı misallerini vermiştir.
Millî ekonomi, bu sendikaları devletin mur kabesi
altında korporatif bir nizamın içine alır. Bütün istihsal,
istihlâk, maliyet, ücret, fiyat meseleleri, müsavi reylere
sahip olan işçilerle patronlar arasında, bu korporasyon-
larda halledilir.’ Halledilmediği takdirde, âmme menfaati
namına Devlet müdahale eder ve dâvayı, şu veya, bu
tarafın değil, âmmenin lehine karara bağlar.
33
Bugün Avrupa memleketlerinin her biri, kendi bün­
yesine göre ve birbirini taklidetmeğe muhtaç olmadan
her biri ayrı bir korporasyon nizamı vücuda getirmiştir..
Millî bir kadro içinde İktisadî birliği vücuda getiren bu
teşkilât, modern demokrasinin babası sayılan Fransaya da
nihayet girmiş bulunuyor. Çünkü lâkırdıda kalmak istemiyen
bir milliyetçilik, millî birliğini, bütün iktisadi ihtilâfları
ortadan kaldıran ve gayri tabiî kazançlara imkân bırak­
anıysa böyle bir teşeilâta bağlamak zorundadır.
3
— 5 —
Tarih ve Milliyetçilik
Tarihte milliyet fikri insan kam île sulanan ve a-
sırdan aşıra boy atan bir ağaç vuzuhu ile görünür. Onun
tohumlarına İlk çağlarda rasiıyoruz. Romanın parçalan-
masile O rta çağda asri milletler fidan halinde belirmeğe
başlamışlardır. Rönesanstan sonra millî birlikler, zamanı­
mıza kadar tam gövdelerile taazzuvlanm vücuda getirme­
ğe devam ediyorlar. Öyle ki bütün insanlık tarihi, milli­
yet fikrinin, milletlerin teşekkülü vakıasının, tohumundan
en yüksek dalının ucuna kadar, olgunlaştığını gösteren
millî taazzuv hadiselerinin silsilesinden başka birşey de­
ğildir.
Antikite çağındaki eski şark imperatorluklarma ba­
kalım (1). Bir millet tohumu halinde, kendine has vasıf-
arla şahsî' ve orjinal bir Mısır kavmi görüyoruz. Fakat
bu tohum bize bir Mısır milletinden bahsetmek cesaretini
verecek bir taazzuva kavuşmamıştır. Aşariler ve Kelda-
nilerde de millet farikasını görmek mümkün değildir. Iran
henüz asri bîr milletin vasıflarını taşımaktan uzak bir
kavim, olgunlaşmamış millî istidatların dağınık bir cami­
ası halindedir.
Akdeniz Avrupasında bir Yunan milleti yoksa da
Yunan tohumlu bir çok site milliyetleri vardır : Teb, İs­
parta, Atina. Kendi kendisüe fasılasız harp halinde bulu-
(1) Bu faslı yazmak için müracaat ettiğim eserler arassmdia
bilhassa Paul Hatıry’nin Fehmi Baldaş tarafından tercüme ecUîen
“Milliyetler meselesi,, adlı kitabından çok istifade ettim.
35
nan bu kavim, siteleri arasında millî bir vahdet yarata­
bilmiş değildir. Roma imperatorluğu, Grekleri, İspanyol­
ları, Galyalıları, Mısırlıları ve diğer kavimleri İdarî ve
siyasî bir vahdet altmda toplıyan gayri millî bir teşki­
lâttır. Fakat bu camia içinde müstakbel milletlerin to­
humları ilk fırsatta toprağı çatlatarak müstakil bünyeler
halinde fışkırmağa hazırlanınakta dır. Roma imparatorluğu
camiasına dahil kavimlerin bir millet hâline gelmek için
muhtaç oldukları sahayı kendilerine veriyor: Bizans, İtal­
ya, İspanya, . Galya. bu imparatorluğun çerçevesi içinde
müşterek millî vasıflar kazanan kütleler haline gelmeğe
başlamışlardır. Asrî milletlerin teşekkülü Romanın p a r ç a ­
lanmasını bekler.
Şarkta Bizans, ilk önce* Trakya, Anadolu, Suriye
ve Mısır arasındaki ihtilâflar yüzünden millî birliğini ku­
ramadı,* fakat imparatorluk dış eyaletlerini kaybettikçe
Yunan olmıyan bölgeler ortadan kalkmağa başladı, Yu­
nanca gittikçe daha fazla yayıldı ve İrsınlılara, Arapiara,
Türklere ilh... karşı açılan harpler, Bizanslılara, Elemana
fikrinin derinliğine, kültürünün yüksekliğine, dinî ve si­
yâsî vazifelerinin mukaddesliğine inanmak ihtiyacını ver­
di. Netekim millet denmeğe lâyık ilk camianın İstanbul
etrafında teşekkül ettiğini görüyoruz.
Balkanlarda onuncu ve on üçüncü asır arasında Bul-
garlar, on birinci ve on dördüncü asır arasında Sırplar
millî duygudan mahrumdular. İçlerinde taşıdıkları millî
tohum, ancak Osmanlı istilâsından sonra, siyasi, içtimai
ve dinî ihtilâfların tesiri altında büyüyor, millî bir mu­
kavemet şuuru haline geliyor. Rumenler on üçüncü asır­
dan sonra beliriyorlar.
Avrupanın garbında millî benliğini ilk bulan millet­
lerden biri Frangadır. On dördüncü asırdan sonra yaptığa
harpler ona bu şuuru verdi. Fransız ruhunun teşekkülün­
de Yüz sene muharebelerinin büyük tesirleri vardır. Ni­
hayet Jeahne d’Arc millî köpürüşü son haddine vardırıyor.
36
Aras sıılhünden sonra yıkılan Ingiliz hakimiyeti Fransada
millet fikrinin ve milliyet duygusunun parlamasına da se-
beb oldu. İspanya bütün millî benliğini ve varlığını Arap­
larla yaptığı harbe borçludur* İspanyolların ruhunda uzun
zaman “iman„ ve “vatan,, mefhumları kardeş fikirler ha­
linde yaşamış, Ispanyol kralları bu millî duygunun teşek­
külüne tam manasile çalışmıştır. İsviçrede de dışarıki
düşmanlarla m'ûharebeler millî duygunun teşekkülünü te­
min eder: 13 üncü asırda Avusturya hanedanlarına karşı
mücadeleler ve Giyom Tel efsanesi İsviçrede uyanan millî
istiklâl aşkının belirtileridir.
Italyaya gelince, .Ortaçağ sonunda Avrupanm en
medenî memleketi orasıdır. Fakat 19 uncu asır sonuna
kader İtalya millî vahdetten mahrum kalmıştır: Venedik,
Milano, Cenova ve Floransa arasındaki mücadeleler eski
Yunan sitelerini hatırlatır. Fakat İtalya aşkı ve İtalyanlık
mefhumu daima canlıdır. Hep eski Roma imperatorluğu-
nu yeniden kurmak hülyası, millî duygunun teşekkülünde
büyük bir. rol oynamış, fakat çok defa İtalyanları müthiş
hayal sukutlarına uğratmıştır. Nihayet 14 cü asırda Dante,
İtalyanlara millî birliğin en büyük tılsımını verdi: Millî
.İtalyan dili.
Rönesans can sonra büyük devletler ve millî birlikler
mutlak şekillerini almağa başlamışlardır. Artık milliyet
duygusu hep millî dil şuurile karışmağa ve yükselmeğe
başlıyor. 16mcı asırda bir yandan Rönesans hareketleri­
nin, bir yandan da Osmanlı İmperatorluğunun Avrupada
yayılmasına şahit oluyoruz. Türklere karşı açılan harpler
sayesinde bazı Avrupa milletleri millî benliklerinin şuuru­
nu daha fazla kazanmaktadırlar.
Avrupanın garbında da millî şuurun billûrlaştığını
görüyoruz. Ingilterede, bilhassa Elizabetten sonra (1558-
1603) lngilizler, en büyük düşmanları İspanyoUar karşı­
sında millî benliklerine dönmeğe başlıyorlar. Merkezî Âv-
rupada Alman Reform hareketi sür’atle millî bir kalkın­
37-
ma halini almıştır. Romen - Cermen ihtilâfı millî şuurun
parlamasına sebep olduğu gibi 1522 ile 1534 arasında
Luther’in İncili Almancaya tercüme ettirmesi de Certnen-
lik idealinin teşekkülünde Reformun büyük tesirlerini ko­
laylaştırmıştır.
Fransız ihlilâlinden sonra, millet fikrinin ve milliyet
hâdisesinin bugünkü inkişafına doğru geniş adımiar attı­
ğı görülüyor. “Hâkimiyet milletindir,, prensibi o zaman
doğmuştur. Biraz sonra, on altıncı asırdanberi türlü ida­
relere bölünmek yüzünden millî vahdetini bulamıyan ve
bdyiâk bir aşkla aradığı millî taazzuvuuna kavuşamıyara
İtalya, nihayet on sekizinci asırda milliyetçi muharrirleri­
nin telkin sağanağı altında uyanmağa başlıyor. Fakat Al-
manyada millî heyecan ve kalkınma çok daha azametli
ve ihtişamlıdır. Büyük Fichte, bir milletin ruhunu başka
bir milletin ruhuna irca etmek imkânı olmadığını ispat
eden meşhur “Nutuklar,, adlı kitabını yazıyor, milletin
yaşıyan bir uzviyet olduğunu haykırıyor.
Artık on dokuzuncu asrın birinci yarısından sorara
Avrupanın cenup doğusunda, merkezinde, cenubunda o za­
mana kadar millî birliklerinden mahrum kalan birçok
memleketlerin tarihî dileklerine kavuştuklarını görüyoruz:
Romanya, Yunanistan, Sırbistan istiklâllerini elde etmiş­
lerdir; Bulgaristan muhtariyete naildir. İtalyada Cavur’un
dehası parlıyor. Onun politikasile Victor Emmanuel
Napoli krallığına geçiyor ve Papa’nın memleketlerine sa­
hip oluyor. Italyan vahdeti ve nihayet Romanın fethi bir ha­
kikat olmuştur. Almanvada Bismârck Prusya kiralının
imperatorluğu altında büyük birliği kuruyor.
On dokuzuncu asrın sonlarında milliyetçilik, artık
yalnız tarihî bir kader ve millî bir heyecan değil, bir
ilim sistemi ve kaide haline gelmeğe başlamıştın Yir­
minci asırda bilhassa geçen dünya harbinden sonra bu
tarih hareketinin ne büyük zaferler elde ettiğini gördük*
Bunların başında Türk İstiklâl Harbi gelir'.
38
Milliyet fikri tarihin İlkçağlarında bir tohum, Orta­
çağlarında bir fidan, zamanımızda gölgesini bütün dün­
yaya salan bir.ağaç halindedir. Tarih, bu ağacı devirmek
için onun köküne vurulan her baltanın kırıldığını göste­
riyor. Çünkü bütün tarih boyunca insan toplulukların in­
en büyük özleyişi tam ve müstakil bir millî taazzuva ka­
vuşmaktır. İnsan fâni ferdiyetinin üstünde kendisini mü­
şahhas bir gerçeklik halinde yaşatacak bîr ideale sarıl-
smakta ölmezliğinin sırrını bulmuştur.
— 6 —
Felsefe ve Milliyetçilik
Bütün felsefe tarihinde, hayatı izah eden birbi­
rine zıt iki fikir görünür. Bunlardan biri canlı varlığı
cansız maddenin fiziko - şimik hâdiselerine irca eder.
Hayat, maddeden ve onu terkibeden atomların hareke­
tinden müstakil bir prensip değildir. Felsefede mekanizm
adım alan bu görüş, hayatın bütününü maddenin parça-
larile izah eder. Bunun zıddı olan fikre göre hayat
maddeden ayrı bir prensiptir ve fiziko - şimik unsurları­
na irca olunarak izah edilemez. Hayatın bütünile onu
terkibeden madde unsurları arasında öyle karşılıklı bir
münasebet vardır ki parçalar bütüne bağlı olmadan va-
rolamazlar. Hayat bir makinenin hareketine benzemez.
Makinede parça, bütününden ayrı da mevcut olduğu hal­
de, canlı varlıklarda, meselâ ağaçta yapraklar ancak
ağaçla beraber yaşîyabilirler. Felsefede vıtalizm adına
alan bu görüşe göre parçaların hayatı bütünün hayatına
tabidir, parça bütünün emrindedir.
Minnacık atomlardan koskocaman güneş sistemine
kadar her varlık bir topluluk association halindedir: Bir
hücre, bir yaprak, bîr ağaç, bir insan ruhu, bir aile, bir
kilise, bir sendika, bir ilim cemiyeti, bir millet... hep
birer topluluktur; her birinin parçalar», iş bölümü ile,
ayrı ayrı, bazan da birbirine zıt fonksiyonlara sahiptirler;
fakat her topluluğun kendi has bütünü, parçalarına müş­
terek bir varlık veçhesi verir. Bir uzviyetin unsurlar*
da, ne kadar çeşitli ve birbirile ne kadar mücadele ha-
40
linde olursa slsun, bütünün hayatına yardım eder ve bu
bütünün emrinde, onun hayatını muhafazaya ve idameye
çalışır.
İlimlerin yeni buluşları parçalardan bütüne giden
mekanist görüşten ayrılmakta, bütünden parçalara giden
vitalist görüşe sarılmaktadır. Gramerde bile eski Yunan
ve Roma zamanmdanberi cümle teşkiline yarıyan unsur­
ların, isim, sıfat, zamir ilâh.., gibi kelime bölümlerinin
tasnifile başlıyan eski tahlilci usul terkedilmiş ve yerine
Alfred Brunot, Meillet, - Vendryes gibi en büyük lisani-
yatçılarm müjdecisi oldukları terkipçi usul gelmiştir.
Yeni gramer, kelime parçasından cümle bütününe ( sin-
ta k sa ) değil, cümle bütününden kelime bölümlerine gi­
den bu terkipçi usulü kabul eder. (Yeni bir gramer me­
todu hakkında lâyiha - Ahmet Cevat Emre - Maarif Vekâ­
leti neşriyatından.)
Psikoloji de klasik tahlil ve tasnif metodunu terket-
iniştir. Gerek Behaviorisme, gerekse Geştalt ve synthese
psikolojileri, şuurlu ve şuursuz her ruh vakıasının bir
sentez (terkip) mahsulü olduklarını ve ruh hayatının hiç­
bir yerinde unsurlara varılmadığı için ruh hayatında sen­
tezin mutlak bir kanun sayılması lâzım geldiğini belirtir­
ler. Bu ruh bütünleri, daima, parçalarını teşkil eden
ruh unsurlarının yekûnundan fazla ve başka bir şeydir.
(Dıvelshauvers'den M. Şekib Tunç'un tercüme ettiği Psi­
koloji- Maarif neşriyatından.)
Hekimlikte de insan vücudu denilen çapraşık ve
mürekkep varlığın bütününe ait şartları ihmal ederek
hep parçalar, tahlil unsurları üstünde kalan eski metot
yıkılmaktadır. Alexis Carrel’in L’Homme, cet inconnu.,.
isimli meşhur kitabı, Paul Tournier’nin Midecine de la
personne gibi eserlerile büyük bir inkilâp hareketi do­
ğurmuş, Pariste insan vücudunun bütününe ait vasıfları
araştıran yeni bir enstitü açılmıştır.
Sosyolojinin ve biyolojinin de esasen bu topluluk
bütünlerine dayanan ilimler olduğunu evvelki makalelerde
izaha çalışmıştık. Artık bütünün vasıflarını ve. şartlarım
parçalarda ariyan klâsik tahlil metodu yerine her ilim
şubesinde ve felsefede mecmu heyetlerin, toplulukların^
bütünlerin kanunlarını ariyan ve inceleyen, »terkipler üs­
tünde düşünen yeni usuller hâkimdir.
İçtimaî inkılâplarda da bu görüşün zaferlerine şa­
hit oluyoruz. Cemiyetleri fertler arasındaki riyazi toplu­
luktan ibaret sayan ve “ekseriyet,, gibi kemmî bir pren­
sibe dayanan ferdiyetçi liberalizmin mekanik görüşü yı­
kılıyor; cemiyetlerin makine gibi parçalardan kurulan ve
insan idaresile vücut bulan sunî varlıklar değil, uzviyet
gibi bütünü ve parçaları aynı zamanda teşekkül eden,
parçaları bütünün emrinde ve istikametinde gelişen tabiî
varlıklar olduğu anlaşıldığı için, geçen cihan harbinden-
beri yapılan inkilâpların hepsi tek şefli, tek partili ve
totaliter bir cemiyet bünyesi doğurdular. Bu harb içinde
liberal demokrasilerin de resmen bu bünyeye doğru isti­
hale ettiklerini, harbden sonra daha temelli bir inkilâp
geçirmek yoluna girdiklerini görüyoruz.
Bilhassa cemiyetlerin hayâtında mekanist görüşün
tam bir iflâsa yuvarlandığına zerre kadar şüphe yoksa
da felsefi sistemlere has olan mücerrt mefhumları daha
ihtiyatlı kullanmaktan alınacak dersler ve faydalar da
yok değildir. Hakikatte mekanizm ve onun antitezi
gibi görünen eski ve yeni vitalizm arasındaki zıddiyet
zahiridir. Çünkü mekanizmin bütün prensiplerini kabul
eden vitalizm, onu ihtiva etmek suretile aşmıştır: Hayat
hâdiselerinde fiziko - şiıiıik unsurların rolünü bittabi in­
kâr etmez; bunların faaliyetile hayat arasındaki sıkı mü­
nasebeti elbette kabul eder; fakat hayatın bu unsurlar-
lardan müstakil bir prensip olduğuna inanır. Şüphesiz
insan vücudu bir makineye benzer; fakat makineden iba­
ret değildir; onu işleten hayat cevheri, hücreye varınca*
ya kadar en küçük parçasının bile varllık şartıdır. Fonk­
siyon bakımından makineyi andıran ve mekanistleri hak-
42
Iı çıkaran insan vücudu, hayatın prensipi ve mahiyeti
bakımından onların izahını kifayetsiz bırakmaktadır. Bu
boşluğu vitalizm doldurmuştur. En büyük mekanistler
de bunu kabul ederler. Meşhur Claude Bernard der ki:
“Eğer vitalistj^er canlı varlıkların kaba maddede bukm-
mıyan ve kendilerine has tezahürler gösterdiğini iddia
ediyorlarsa onlarla beraberim. Filvaki ben de kabul ede­
rim ki hayat tezahürleri yalnız fiziko - şimik hadiselerle
izah edilemez.„ Intr. a Vet. de la med. exper. 2 nci parti,
beşiaci fasıl. Böylece mekanizmi de içine alarak onu
aşan vitalizm bir nazariye ve bir antitez olmaktan
çıkarak tam ve kusursuz bir hakikat sistemi haline gelir.
Parça bütünün emrinde olunca, sosyal topluluklar­
da bütünün vasıflarım hep millî müessese ve ananeiede
görüyoruz: Lisan, estetik, ahlâk ilâh... Bugiin millî ka-
rekterden mahrum hiç bir İçtimaî grupa tesadüf etmiyo­
ruz. Zevale mahkûm bir iki istisnasıle bütün siyasî bir­
likler, millî birliklerdir. Her yerde millî camianın hürri­
yet ve menfaatlerini fertlerinkinden üstün tutan idareler
kuruluyor ve parçalan bütünün emrine veriyor. Bugiin
sonuna vardığım ve herkesin anlaması için mümkün ol­
duğu kadar sadeleştirmeğe çalıştığım “İlim karşısında
milliyetçilik,, serisinden çıkan açık netice şudur ki, tari­
hin yaman bir tecellisi olarak, büyük dâvamız lehine,
ilim, felsefe ve realite birbirine sarılıyor. İşte yeni dün­
ya bu eşsiz ve güzel kucaklaşmadan doğmaktadır;
MiîSet ve Halk
Hukukî ve siyasî mânasile millet;, coğrafya hudut­
ları müşterek, resmî lisanı ve kanunları müşterek, sayışı
fetihlerle çoğalıp yabancı devletlere arazi terkile azalan,
.tebaa dediğimiz insanların yekûnudur. Sosyolojik mâna­
sile millet yalnız tâbiiyet ifade etmez. Milletin fertleri
arasında, ayni coğrafya hudutlarının, aynı lisanın ve aynı
kanunların vücude getirdiği mekanik ve statik vahdetten
fazla olarak uzvî mükemmellikte bir bütünün, parçalarına
sari ve cemiyet müesseselerini doğuran bütün harsî vasıf­
larının da müşterek olması lâzımdır. Birinci mânasile,
coğrafî hudutlar içinde yaşıyan halk ve yalnız bu halk,
millettir; ikinci mânasile, bir milletin coğrafî hudutları
dışında yaşıyan ve yabancı bir devletin tabiiyeti altında
bulunan fertleri de millî câmiaya dahildir.
Türk ve Fransız lisanları bu iki mefhumu biribirin-
deıs ayırmaz ve ikisine de millet adını verir. Almancada
da “millet,, kelimesinin karşılığı, fransızcada olduğu gibi
“Natîön,, dur ve milliyetçilik mefhumu “Nationalismus,,
kelimesile ifade edilir. Fakat Alman sosyolojisi, milletin
bu iki mânasını biribirine karıştırmamak için başka bir
kelimeye, türkçedekinden ve fransızcadakinden daha ge­
niş bir mâna-verir. Bu kelime “Volk„ dur ve Türkçede
halk, fransızcada peuple mânasına gelir. Her iki dilde de
bu iki kelimenin başka bir karşılğı olmadığı için “Volk„
mefhumundan Almanların anladığı mânayı tamamile ifade
etmek mümkün olmaz.
Alman mütefekkirleri sırf bu mefhumların biribirine
karışmasını ölçmek için eserler yazmışlardır. Çünkü bun­
44
ların biribirine karışması, halkın zihninde Ahnanlık ide­
alinin vuzuh kazanmasına engel olacaktı. Bu ideal Al­
manyanın coğrafî hudutları dışında ve yabancı devletle­
rin tabiiyetinde yaşıyan Almanları da millî camia içinde
görür ve Avusturyada, Sudetlerde, Polonyada yaptığî
gibi, ergeç ötekileri de siyasî hudutları içine almayı özler.
Bunun için milletin hukukî ve siyasî mânasını İçtimaî­
sinden ayıracak bir kelimenin hayatiyetini artırmak lâ­
zım gelmişti.
Bu kelime, Volk, ilk unsuru kan ve tâli unsuru top­
rak olan bir tabiatın emrinde teşekkül etmiş canlı bir
bütün ifade eder ki coğrafya hudutları onu parçalayıp öl
düremez. Hep bu geniş Volk mefhumu içine giren Alsas -
Loren Almanile Polonya Almanı, Prusya veya Bavyera
Almanı arasında millî kıymet farkı yoktur.
Bana Öyle gelir ki Alman fikir adamlarının bilhas­
sa yenilerinin bu “Nation = Millet,, ve “Volk = Halk»
kelimelerine izafe etmek istedikleri mânalar, İlmî olmak­
tan ziyade notninalist bir endişe mahsulüdür. Aksi de
yapılabilirdi. Hukukî ve siyasî mânasile millete “halk„
İçtimaî manasile halka “millet,, denebilirdi. Nitekim Fran­
sız ve ondan mülhem Türk sosyolojisi, halka değil de
millete bu geniş mânasını vermiştir.. İki telâkki arasında
bir mâna tezadı yok, sadece bir “terminoloji :-= ıstılah
sistemi,, farkı vardır.
Kelime aynı da olsa, “millet,, in delâlet ettiği bire­
birinden çok farklı iki mefhumu bizim de biribirine ka­
rıştırmaktan sakınmamız lâzımdır. Bu kelimeyi yalnız
hukukî ve siyasî mânasile alacak olursak, yabancı mem-
lekerde yaşıyan öztürkleri tamamile yabancı saymamız
lâzımgelir, ki bu takdirde, Yunanistanla yaptığımız mü­
badele ve diğer memleketleri de içine alan göçmen poli­
tikamızı inkâr etmiş oluruz.
Hiç şüphesiz millî camiamızın hudutları, siyasî coğ­
rafya hudutlarımızdan ibaret değildir. Büyük bir milletin
çocukları olmak gururunu toprağın üstündeki itibarî bir
45
çizginin kuşağile boğamayız. Bir milletin tarihi coğrafya­
sının içine hapsedilemez; öyle olsaydı mekteplerde okut­
tuğumuz tarihi yeni baştan yazmamız lâzımgelirdi. Türk
milleti Sultan Osmandan çok evvel doğdu ve koskoca
Osmanlı imparatorluğunun hudutları bile onun millî hu­
dutlarını kuşatacak bir genişlikten mahrum kaldı.
Sınır-dîfi ve Sınır-içi Türklerini hep “millet,, kelime­
si?ıe ifadeye devam etsek bile bu kelimenin yalnız İkinci­
lere münhasır olmadığını hiçbir ân unutmamalıyız.
Almanca Volk kelimesi fransızcada peuple kelime­
sinden başka bir karşılık bulamıyor. Fakat bizde buna
“halk„ kelimesinden başka bulunabilecek bir karşılık daha
vardır - Kavim. Meşhur Macar Türkiyatçısı Vambery, bü­
tün şimal ve şark Türkleri hakkındaki büyük eserinin
adını TürkenVolk koymuştur ki, tercüme edilmesi lâzım
geİse - ki bütün kitabın tercümesi şarttır!- buna “Türk
halkı değil, “Türk kavmi,, demek elbette daha doğru
olurdu.
Fakat sosyoloji dilimizde, “millet„ ve “milliyet,,
milliyetçilik,, tâbirleri o kadar yerleşmiştir ki bunları de­
ğiştirmektense geniş mânalarını kavramakla iktifa etmek
belki daha doğru olur; hattâ en doğrusu, yarınki nesil­
lerin seve seve benimsemiyeceklerini bugünden hiç kimsenin
temin edemiyeceği “ulus„ kelimesini geniş millet mefhu­
muna karşılık olarak canlandırmaktır. Tarih ve dil inkı­
lâbımızın bu kelimeden anladığı mâna da, bütün dünya
Türklüğünü içine alan bir genişliğe sahip değil mi?
Millî Ahlâk
İnsanî ahlâk, başkasına zarar ,veren hareketleri yap­
mamak, fayda veren hareketleri yapmak gibi en sade
prensipine irca edilebilir. Böyle bir ahlâk, her tek adam­
dan, başkasını ziyana sokabilecek her türlü menfaat ve
keyiflerinden vazgeçmek fedakârlığını ister; bu kadar da
değil: Başkasına fayda veren hareketleri yapabilmesi için
ondan bazan hayatını feda etmeğe kadar gitmesini de
bekler.
Bu kendine kıymak iradesî, arzularının ve ihtirasla­
rının cazibesine esir doğan insan için katlanılması öyle
zor bir işkencedir ki, eğer yaşamanın keyiflerine baskın
çıkan bir idealin cazibesi olmazsa hiç kimse nefsinin sa­
yısız ve arsız isteklerile başedemez. İnsanın teldolaptan
ciğeri kapıp kaçan kediden canavarlara varıncaya kadar
bütün hayvanlardan farkı bu ideale sahip olmasıdır.
Fâni hayatının dışında hiç bir mâna bulmıyan adam,
bir daha görmiyeceği bu dünyanın bytüp lezzetlerine ka­
vuşmayı bir felsefe haline bile getirmiştir:
İç bâde, güzel sev, var ise aklü şuurun
Dünya var imiş ya ki yok olmuş, ne umurun
İnsanın bu hayvanca varlık telâkkisinden kurtulması
ona, öldükten sonra madde halinde değilse bile hiç ol­
mazsa mâna halinde devam edeceğini vadeden bir ideale
inanmasile mümkün olur.
Aile, zürriyet halinde devam ümidini verdiği için
insanın benciliğini (hodgâmlığını) epeyce azaltmıştır. Aile­
sine karşı herkes azeok fedakârdır. Fakat bu sefer de tek
adamın benciliği yerine bir ı ile hodgâmlığı geçer. Her­
kes şefkatinin, merhametinin ve fedakârlığının en büyük
payını kendi yakınlarına ayırdığı için sosyal ahlâk yine
tam olarak teşekkül etmez.
İnsana ebdilik imanını en çok veren duygu Allaha
inanması olmuştur. Payen devirlerde bile ahlâk, Eflâtu­
nun hayrı âlâsı gibi ilâhiyatçı görüşlere dayanır. Ortaça­
ğın dinleri ebedilik, imanını daha mazbut ve: ortamalı
akidelere bağlamıştır. Bu dini ahlâk, din ile dünya işleri
ayrılıncıya kadar, yaui onsekiz asır- yaşadı.
Fransız ihtilâlinden sonra onun yerini almak isteyen
lâik ahlâk insana ebedilik imanı veren cazibeden mah­
rumdu. Bunun için her buhran geçirdikçe ya dinî ahlâka
veya millî ahlâka tutunarak ayakta durabiliyordu. Onun
bu zaafı Allahsız kalan Avrupa ve Amerikanın ahlâkça
soysuzlaşmağa başlamasile neticelendi. Büyük kapitalizm
yeni doğmuştu. Bununla bir arada doğan kazanç hırsının
İktisadî sebeplerini iki sene evvel Cumhuriyette çıkan bir
makalemde şöyle izah etm iştim :
“Kapalı millî hudutlar yıkılmış ve yerine, millî hu­
dutlar kaldırılarak, şahsî teşebbüsün alabildiğine kazanç
elde edebileceği, dünya ölçüsünde geniş bir istismar mey­
danı açılmıştı. Bu imkânın kafalarda yaptığı inkılâp, ar­
tık derebeylik ve monarşi tahakkümlerini çoktan yıkan
fertlerin teker teker hür olmaları idealidir; ahlâkta yap­
tığı inkılâp da, bu hürriyetin sarhoşluğile, fertlerin, tabi-
atlerinde uyuyan en aşağı insiyaklarla harekete gelerek
altın peşinde, kazanç peşinde, umumî menfaatleri hususî
menfaatlerine feda edecek-»bir hodgâmlığa düşmeleridir.
O derecede ki, bütün kıymetler para kazanmanın bir va­
sıtası haline gelmişti. Herşeyin ölçüsü para: Şu fikrin on
paralık haysiyeti yoktur; o kadının gözleri milyon değer;
bu tablo on bin lira kıymetindedir; filânın ciğeri beşpara
eimez; bir fikir adamı bile kazandığı para nispetinde iyi
düşünür. Halbuki eski çağ veya feodalite edebiyatında
zenginlerin hicvedilmesine sık sık yaslanırdı. Plütark, Çi-
ceron zamanında serveti sayesinde iktidara geçen Kras-
süs'ii tezyif etmişti.„
Eğer bu soysuzlaştırın kazanç ahlâkımı* peşinden
millî ahlâk yetlşmeseydi günün birinde namustan ve vic­
dandan bahsetmek ayıp olacaktı. Daha şimdiden bunun
enayilik telâkki edilmeğe başlandığını da görmüyor muyuz?
Millî ahlâk, ilk çağlarındanberi, vatan sevgisi ve
kahramanlık ahlâkı halinde vardı. Fakat sosyolojinin
milliyetçiliğe bir ilim haysiyeti ve akide sağlamlığı ver­
mesi geçen asrın sonunda mümkün olmuş, milliyetçi re­
jimler de bu asırda, geçen Cihan Harbinden sonra doğ­
muştur.
“İlim karşısında milliyetçilik,, adlı makale serisinde
izaha çalıştığım gibi, sosyoloji ve psikolojij insan “ben„
inin en son tahlilinde cemiyetin tesirlerim bulur. Fikir
hayatının ilk safhasında şiddetli bir ferdiyetçi olan Mau-
rice Barres Frsınsanın eiı büyük milliyetçileri! den biri ol­
duktan sonra aynen şöyle demiştir-:
“Ben ciddi hir tahlile vurulduğu zaman yok olur ve
yerini, fâni mahsulü olduğu cemiyete bırakır... Başlangıçta
hür olmaktan büyük bir gurur duyan düşüncem, nihayet,
ben doğmadan çok evvel ona bütün inceliklerine kader
emreden bu toprağa ve bu ölülere bağlıdır.„
Böyiece ferdî düşünce ölenlerin fikirlerini devam
ettirdiği gibi, sahibi öldükten sonra, da, millî camiai çinde
yaşıyan dirilerin zekâlarında devam eder.
ister İlâhî, ister içtimai mânada ebedî olmanın ilk
şartı millî olmaktır. Bu ideal,, ferdin, milli müdafaa için
icabında seve seve canını verebilmesi mucizesini doğuran
kahramanlık ahlâkının da cazibe merkezidir.
Bunun için millî ahlâk olmıyan yerde ahlâk yoktur.
Doğan Dünyanın
Müjdecisi
İlim objektiftir. Hâdiseler arasındaki münasebet­
leri incelerken,, tahlil ve terkinlerine hiç bir tema­
yülün müdahalesini istemez; hiç değilse elinden geldiği
kadar böyle olmak ilmin şaşmaz prensipidir. Bir ilim ol­
mak haysiyetiyle; sosyoloji de, cemiyet hâdiselerine ait
gerçeklikleri ne iseler öylec^ anlamaktan ve kabul et­
mekten başka hiç bir gayenin emrinde değildir. Ne siyasî,
ne millî.
(İökalp’m inandığı ve istidlallerine temel olarak al­
dığı Diırkheimsasyolojisi de, neticelerinden başkalarının
çıkardıkları'' manalara lakayttır; ne istikbali haber verir,
ne de milletlere istikametler gösterir. Bu, ilimlerin değil,
onların donelerinden hareket eden siyasî ideolojilerin
işidir.
Gökalp, ilmin âlimden istediği objektif görüşe sahip
bir sosyolog değildi. Sosyolojide kendine has ve orijinal
hiç bir çalışması ve buluşu yoktur. Gökalp, Durkhemı
sosyolojisinin verimlerim Tiirk tarihine ve Türk cemiye­
tine tatbik ederek ondan millî ve siyasî istikametler çık­
mış bir ideologudur.
Gökalp’ı bir sosyoloji âlimi gibi alalamağa kalktsğı-
.msz anda önümüze çıkan adam, Durkiıeimin alelade bir
müterciminden başka ,birşey olmaz. Fakat Gökalp’ı bu
■4
50
sosyolojinin verimlerinden Türk dünyasına, hattâ garp
dünyasına ait istikametleri bulup çıkarmış bir ..cihan, te­
lâkkisinin öncüsü gibi anladığımız anda karşılaştığımız
adam, görüşünün ufukları ilmin çerçevesini kat kat aşan
ve hocası Durkheimi fersah fersah geride bırakan büyük
bir mürşid ve müjdecidir.
Gökalp bugün doğumuna şahit olduğumuz dünyayı
çeyrek asır evvel gör*dü ve müjdelerdi. Bu dünya, milli­
yet dünyasıdır. Çeyrek asır evvel, Gökalp, “Milliyet mef-
kûresı,, adlı makalesinde “Sosyalizm, diyordu, diğer kü­
çük mefkûreler gibi millî mefkurenin bir muavini mevki­
inde kalacaktır. Avrupa milletlerinde sosyalizm aleeMe-
vam kuvvetlenmekle beraber, muharebe zamanlarında
mevkiini millî mefkûreye bıraktığını görüyoruz. Siyasî
muharebelerden sarfınazar, hattâ yaluız iktisadiyat sahala­
rında bile, sınıf mefkûresi, milliyet mefkûrecinin bir ta,
bildir. Lisan, İçtimaî hayatın zemini, maneviyetra. nesci-
harsin ve medeniyetin temelidir. O halde - hangi zümreye
ve hangi faaliyete ait olursa olsun - istikbaldeki bütün
İçtimaî cereyanlar gerek doğrudan doğruya, gerek dolayı-
sile daima lisanı zümreyi tekasüf ettirecek ve her buh­
randan mutlaka - daha zinde ve daha kuvvetli bir surette-
milliyet? mefkûresi feveran edecektir.,,
Bu peygamberce istidlâlin uzağı ne dferece doğru
gördüğünü sonraki hâdiselerle kontrol edelim. İlk ve en
büyük hâdise: O makalenin yazıldığından bir iki yıl sonra
mütareke devrinde, Türk tarihinin en büyük buhranından'
doğan millî zaferi ve bu inkılâbı yapan sınıf değil, milletti.
Ayni yıllar içinde bizimkinden pek başka şartlar altsnda
doğan ve şüphesiz bizimkinden birçok ayrı vasıflara sa­
hip Italyan inkılâbı da, büyük harpten sonra ayaklaman
sınıf ideolojisini tepeleyerek onu milliyet idealinin emrine
verdi. Artık Almanyada, Macaristanda, Portekîzde, İs­
panyada ve bugünkü Fransaya kadar heryerde, nihayet
bütün smıf ihtilâlleri tepelenerek, Gokalp’m tahmin etti-v
ği gibi “Milliyet mefkuresinin tabii,, haline getirildi ve'
51
MHer buhrandan - daha zinde ve daha kuvvetli - milliyet
mefkuresi feveran etti.,, Büyük harpten sonraki Avrupa
tarihinde, müstesna olarak bile, bunun aksine bir tek,
bir tek, bir tek misâl gösterilemez.
Bu kadar da değil: Gökalp’m çeyrek asır evvel bü­
tün yazılarım dolduran fikir kökleri, sonradan, Avrupa­
cın bütün millî ihtilâl partilerinin programlarına ve nâzım
fikirleri arasına kelimesi kelimesine geçti: “Hak yok, va­
zife var„. “Fert yok, cemiyet var„. “Ferdiyet yok, şahsi­
yet var„, “Âmme menfaati hususî menfaatlerin üstünde­
dir,,, “Icapettiği zaman aile kendini hirfet ocağına (Kor-
porasyona), ocak ta kendini devlete feda etmelidir. „
“Hak milletin, şan onun - Gövde senin, can onun - Sen
öl ki, o yaşasın - Dökülecek kan onun, “İnsan bir fer­
diyet olduğu için değil, bir,şahsiyet, (millî bir şahsiyet)
olduğu için izzete ve şerefe, maliktir.» .
Bu fikirler şimdi bütün Avrupada millî inkılâp bay­
raklarının üstünde dalgalanıyor. Gokalp’ın garp dünyası
için en az çeyrek asır önce müjdelediği bu neticeler bü­
yük Türk dünyası için de, şimşek hızile gerçekleşme yo­
lundadır. Çünkü onun bir sözile bitireyim : “Türkler
her asrın yeni insanlarıdır^ Bundan dolayıdır ki yeni ha­
yat bütün gençlerin anası, olan Türklükten doğacaktır.^
İ DE AL
İdealsiz Adamı Çeviren
Boşluk
Nietzsche zahitlerin idealinden bahsederken { La
genealogie de la Morale s: 282 - 284) bundan mahrum
olan hayvan - adamın mânasızlığım belirtir, “insan niçin
yaşıyor?„ suali, “asetik» idealden mahrum olanlar için
cevapsızdır. Bunlar insan kaderinin peşinde şu ümitsiz
nakaratın çınladığını duyarlar: “Nafile!,, İdealsiz insanı
“büyiik bir boşluk çeviriyor, bu insan kendisini teyit et­
meyi, tefsir etmeyi, ikrar etmeyi bilmiyor, hayatın mânası
problemi önünde ıstırap çekiyor.,, Fakat bu idealsiz
adanma en büyük meselesi ızhrabın kendisi değildir, “O,
daha ziyade niçin ıztırap çekmeli? sualine cevap verme­
menin azabı içindedir. Hayvanların en cesuru ve iztı-
raplas’a en dayanıklısı insan, ıztıraptan ıztırap olduğu
i^in kaçmaz: Hattâ onu arar bile; elverir ki varlığının
hikmeti ve bu ıztırabm sebebi kendisine gösterilsin.,,
Fakat zahitlerin ideali sayesinde “iztirap izah edilmiş
oluyor, büyük boşluk doluyor, her türlü nihilizm üstüne
kapılar kapanıyor. Hayatın bu tefsiri hiç şüphesiz yeni
bir ıztırap getiriyor, eskisinden daha derin, daha mah­
rem, daha zehirli, daha öldürücü bir ıztırap, çünkü bir
hatanın cezası yerine geçiyor... ,Fakat bütün bunlara
rağmen selâmet de getiriyor, çünkü artık insanın bir mâ­
nası var, artık “Rüzgârın koğduğu bir yaprak, tesadüfün
zeki bir oyuncağı, mânâsız bir varlık değil o,1artık bir
56
şeyle? istiyebiliyor ve böylece insanın iradesi, “ Hiç ol­
mazsa irade kurtulmuş oluyor. Beşeri ve daha ziyade
“hayvanı,, ve en ziyade “maddî,, olan her şeye karşı za­
hitlerin bu kini; satıslardan, hattâ akıldan bu nefret; sa­
adetten Ve güzellikten bu korku; görünüş, değişme, oluş,
ölüm, ceht, hattâ arzu oîan her şeyden bu kaçmak
arzusu, bütün bunlar, anlamağa cesaret edelim, bir ' yok
olma iradesi, hayata bir düşmanlık, hayatın esaslı şartla­
rını kabulden çekinme ifade eder; fakat bu hiç olmazsa-
bir irade dir ve öyle kalacaktır. İnsan yokluğun iradesi­
ne sahip olmayı, hiç bir şey işteyernerneğe daima tercih
ediyor.,,
Nietzshe bu satırları yazdığı zaman (1887), milliyet­
çilik henüz bir akide haline gelmemiş olduğu için, geçeni
asırları dolduran ascetique = zühdî idealin yerine millî
idealin geçmeğe namzet olduğunu bilmiyordu. Bugün
uçak ve denizaltı kahramanlarının, savaş , meydanlarında
vurulanların ölünceye kadar yüreklerim dolduran ve
çarptıran mâna, ferdin cüce varlığından duyulan tiksinti
içinde, milleti yaşatmak için, nisanın — canına varıncaya
kadar — nefsine ait bütün kıymetleri- top yekûn feda et­
meğe hazır olması irâdesidir. Bu irade bütün selâmeti
ve ebediliği uğrana ferdin kendine kıymakta, şehveti göl­
gede bırakan bir keyif duymasından ileri geliyer. Ve bu
irade, öylesine bîr millî ideal hamlesi ki, taşıyanını ölü­
me bile fırlatıp atsa, peşinden büyük milletler ve mede­
niyetler yükseltiyor. Bıına manmıyan ve kendisinde bu
kahraman yapısı bulunmıyan asker, ana vatan kıyıların­
dan binlerce mil uzakta, denizin yüz metre derinliğinde,
ciğerini sun’î balon havasile şişirerek, bir düşman geresi^
sini torpillemek aşkiie nefsine ait bütün tadîarı ve onun
hülâsasından başka bir şey olmıyan canını tehlikeye at­
maz; ordunun daha az? tehlikeli hizmetlerine koşar. Çün­
kü insan, Sophokles'in cümlelerile "Karanlık benizlerin
üzerinde, fırtınalı lodos rüzgârları ile kabaran dalgalan
aşarak, gürültüler arasmda yoluna giden insan,,, “ Şu
57
çok bilmiş insan, gamsız kuş sürülerini, ormandaki yır­
tıcı hayvanlan, dehizdek? türlü mahlûkları ipten örülmüş
ağlarla tuzağa düşüren insan „ , “Dağın yabani hayvanını
zekâsile yola getiren ve altın yeleli başına koşum, ve
kimseye râmolımyan dağ boğasının boynuna boyunduruk
geçiren insan,,, Nietzsche’nin dediği gibi ıztıraptan da,
tehlikeden de, ölümden de kaçmaz; elverir ki ona bu
fedakârlığının ulvî sebebi izah edilsin. İnsan ki hayvanla­
rın en cesuru, insan ki Allaha en yakın kul, en yaratıeî
ve en kahraman, Okyanusların dibine iner ve stratfosfer-
lerin üstüne fırlar, yaşatmak için yaşar ve yaşatmak için
olur. Fakat ona ekmek ve ideal veriniz, ekmek ve ideal,
ideal, ideal!
Millî C e m iy etlerde İdeal
İdeal ferdî mânasile varılması özlenen herhangi bir
gaye’dit
İçtimaî mânasile ideal, gelecekte varılması özlenen
ve tasarlanan, meçhul yarınlara ait bir hayal değil, taze
ve dolgun bir millî şuur hali, cemiyetle fert arasındaki
gizli telleri seslendiren bir sosyal uyanış, tastamam bir
realite’dir. İztimaî mânasile ideal, millî şuıurun ferdî şuu­
rumuza dolması, ben imizi biz’in iştiyakları ve heyecanla-
rîle doldurmasıdır. Burada artık habire peşinden koşulan
ve bîr türlü vanlamıyan bir serap yok, her an aşılan bir
merhaleden yeni bir merhaleye doğru koşma ve kavuşma
vardır.
İçtimaî ve millî mânasile ideal, cemiyete zararla,
hattâ sadece faydasız, nafile ferdî isteklerimiz yerine İç­
timaî isteklerimizi dolduran millî şuur zenginliğidir. Bu
her an tazelenen dolgun şuur hali, içiıide artık niçin ya­
şadığımızı biliyoruz; Eger evleniyorsak, bu yalnız şu gü­
zel kızin gözlerine vurulduğumuz için değil, yalnız ev
hayatının disiplinine , kavuşmak için değil, bunların ve
buna benzer ferdî keyif ve menfaatlerden evvel, cemiye­
te bir aile hücresi daha kazandırmak, nüfusu çoğaltmak,
memlekete yeni kuvvetler ve millî hayata yeni hayatlar
katmak içiadir. Eğer ticaret yapıyorsak, bu yalnız para
kazanmak için değil, ondan evvel memleket istihsalini;
paramızın kıymetini, millî serveti çoğaltmak içindir. Ferdî
5§
hareketlerimizin en büyüğüuden en küçüğüne kadar hep­
sinde bir millî menfaat hesabı vardır: Şu köşeyi dönü­
yorsak, şu dostla sevişiyorsak, şu gazeteyi okuyorsak,
şu tiyatroyu seyrediyorsak bunların hep memlekete fay­
dalar temin ettiğine emin olduğumuz içindir. Hattâ ye­
mek, içmek gibi uzvî faaliyetlerimizin de gayesi millîdir.
Bir milletin uzvu olmaksak hayvanlaşacağımızı biliyorâz;
bir milletin uzvu olmamanın mümkün olmadığını biliyo­
ruz; ferdî hayatımızın millî hayatımızla kaim olduğunu
biliyoruz; ferdî hayatımızın fâni, millî hayatımızın bakî
olduğunu biliyoruz; millî hayatımızın devam edebilmesi
için ferdî hayatımızı onun emrine vermek lâzım olduğunu
biliyoruz.
Liberal demokrat cemiyetlerde bu millî şuur, sükûn
ve refah zamanlarında uykuya dalar, harp, ihtilâl ve buh­
ran zamanlarında uyanır. Sükûn zamanlarında fertlerin
çoğu, ancak aile ve dost kadrosu içinde sosyal hayatla­
rım yaşarlar; bütün fedakârlıkları kendi yakınlarına in­
hisar eder; kendilerinin ve yakınlarının saadetinden baş­
ka bir şey düşünmezler. Millî şuurlarının memlekete şa­
mil tarafı derin bir uyku içindedir. Fakat Gökaîp’ımızm
izah ettiği gibi: Milletin hayatı büyük bir tehlike ile teh­
dit olunduğu, cemiyet büyük bir hamle ile kendisini kur­
tarmağa azmettiği galeyanîı dakikalarda, cemiyet bu de­
rin ûykudan birdenbire uyanır. Fertler bu esnada kendi
menfaatlerini, şahsî arzularım, gailelerini unuturlar. Hep­
sinin ruhunda yalnız müşterek bir heyecan, müşterek bir
iMiras hüküm sürer.
Bu galeyanîı anlarda fertler son derece feda­
kâr olurlar. Bundan başka onların ümitleri, azimleri, me­
tanetleri de fevkalâde şiddet kazanır. Bu anlarda nice
sakin adamlar kahramanlıkta, nice bedbinler nikbinlikte,
nice meyuslar ümitvarlıkta nüraune olmuşlardır. Bu an­
larda bütün ruhlarda sari ve müstevli bir vecd vardır ki
hepsini en tatlı saadet duygularına boğar.,,
Gökalp’ımızm - mürşidi Durkheim gibi - en büyük
60
eksiği, liberal cemiyetlere has olan bir hali bütün cemi­
yetlere teşmil etmesidir. Sükûn zamanlarında millî şuu­
run uykuya dalması liberal cemiyetlere hastır. Çünkü
bunların sosyal yapıları, ferdidir; bütün kanunları ve an­
aneleri ferdin selâmetini idealleştirir. Ancak harp ve buh­
ran zamanlarında memleketin selâmetine, ferdin menfaat­
leri feda edilir. Böyle kemiyetlerde millî şuurun uyanma­
sı için harp, ihtilâl ve buhran sarsıntıları lâzımdır. Libe­
ral demokrasi "Hürriyet, sulh ve refah„ afyonlarıle sükûn
zamanlarında, fertlerin millî şuurunu kendi elile uykuya
yatırır.
Millî cemiyetlerin sosyal yapılan millîdir. Bu cemi­
yetlerde fert, refah mirasyedisi, Hürriyet sarhoşu ve sülb
esrarkeşi değildir. Her mesele onun için millî davadır ve
sükûn zamanlarında da o, bu dâvanın zaferi için uyanık
durur. Korporasyorı nizamı içinde mesleğini millî menfaat
emrine veren teşkilâtta vazife almıştır. Hiç bir millî me­
seleye otnuz silkemez. Çünkü sükûn zamanlarında da
millet bir ordu halinde ve millî hayat, kansız, fakat ga-
leyanh bîr mukaddes harp halindedir.
Millî adam sükûnu değil mübadeleyi, emnijr'eti değil
tehlikeyi, politikuyı değil kahramanlığı, uyuşukluğu değil
atılganlığı sever. Bu adamın gözünde sulh ve harp aynı
şeydir: Bir kaç damla kan, ikisinin arasındaki iştiyak,
heyecan ve hedef birliğini ortadan kaldırmaz.
Millî adamın ideali her zaman uyanıktır ; çünkü
onun bütün hayatı bu ideal hayatından başka bir şey
değildir.
Yatalak Cemiyetlerin
Gençliği
İdealsiz cemiyetlerde, ihtiyar ve yatalak, uyuşuk ve
mıymıntı cemiyetlerde gençlik, dâvasız ve teşkilâtsız bir
parazit sürüsüdür. Bütün ateş çağı, dinamizm ve kahra­
manlık çağı evle okul, kahveyle okul arasında geçen bu
şaşkın ve âvâre yağının başı omuzlarının arasına kaçmış,
bakışları ürkek ve solgun, sesi kısıktır. Talimatnamelerin
demir korsası, geçim zoru ve imtihan kâbusu içinde beyni
karmakarışık bilgilerin ve ihtiyaçların antreposu haline
gelmiştir. Bu yığın memleket dâvalarını alçak sesle ko­
nuşur ve hiç birinde faal rol almaz. Ona bir tek hedef
gösterilmiştir: Diploma. Bunu ele geçirinciye kadar o, e-
zelî ana kuzusu, İstiklâlinden' mahrum, sosyal bir rol sa.
hibi olmaktan mahrum bir tufeylidir ve... adam değildir.
Umumî hayatın dışına atılmış, önünde köpüren büyük ce­
miyet denizinin kıyısında, passif ve seyirci, her birinde
kendisinin büyük fonksiyonları olduğunu sezdiği sosyal
dalgalanışlara fersiz gozlerile uzaktan baka kalmıştır.
Bu gençlik eline son diplomayı geçirdiği gün iş iş­
ten geçer: Sekiz on yıllık otomat bayatı onda bütün hamle
ve teşebbüs kabiliyetlerini kıran bir memur iradesi, inti­
bak ve itaat ruhu teşekkül ettirmiştir. Hayat onun gö­
zünde, yüksekliği insanın göğsü hizasını aşmıyan sıra sara
taş kemerlerin altında yeknesak, düz ve loş bir dehlizdir
ve orada, bîr kapa kulu, bir emir kul» sabrsle, iki kat
eğilerek yürümekten başka bir şey yapılmaz.
İdeali taşıyıcı büyük inkılâp cemiyetlerinde, fakat
samimî inkılâp cemiyetlerinde gençlik, dâvah ve teşkilatlı,
dinamik çağının şuuruna ve memleket işlerinde — faal ne
demek! — en faal role sahiptir: Millî davasının düşmanı
olan bütün unsurlarla, bütün fikirlerle döğüşür. İnkılâbın
dinamosu odur. Millî iradeyi ayakta' tutan bütün enerji­
lerin kaynağı olduğunu, her memleket dâvasında yükse­
len .sıcak ve büyük sesiİe daima hissettirir; varlığım her
gün belli eder. Böyle cemiyetlerde gençlik, çocuklukla
olgunluk çağı arasında bir köprü, fiziyolojik bir istihale
devresinden ibarpt değildir. Sosyal bir âmildir ve ken­
dine hâs büyük bir rolü vardır ki o da cemiyetin heyecan
mihrakı olmak, ideal çoşkunluğunû yaşatmak ve her an
taptaze kalmaktır.
Faydacı ve pinti cemiyetlerde gaye ferdin kazan­
cından başka bir şey olmadığı için hayat iki bölüme ay­
rılır: Hazırlanma devresi, kazanma devresi: Kültürün ve
terbiyenin beşikten mezara kadar süren bir zekâ ve itiyat
sistemi olduğunu unuttukları için, bu cemiyetler, gençliği
bir hazırlanma devresi telâkki ederler. Bu devre, bittikten,
son diploma ele geçtikten ve hayatı kazanma devrine gi­
rildikten sonra, bir kaç meslek ve ihtisas kitabı müstesna
umumî kültürün kapıları kapanır. Artık mektep bitmiş,
meslek başlamıştır: gitsin okuma, gelsin kazanma. Sanki
gençlik millî bünyenin ve sosyal uzviyetin faal bir par­
çası değildir; bu uzviyetin diğer parçalan işlerken o bü­
tünün faaliyetine lâkayt, başını mektep kitabının üstüne
sarkıtarak yıllarca asosyal, cemiyet dışı bir mahlûk ha­
linde kalabilir; sanki insan cemiyet hayatına ilk gençliği
bittikten sonra doğar ve o zamana kadar anavatanın şiş­
kin karnında onun kanını emmeğe memur, henüz dünyaya
gelmemiş, teşekkül halinde, şuursuz ve iradesiz bir mah­
lûktur. .,
Bu ihtiyar ,telâkkiye göre sosyal mânasiie bir genç­
lik yok, fiziyolojik mânasiie bir gençlik vardır. Bu genç­
lik mektep dışında hep ,spora teşvik edilir. Mektebim di-
62
63
şında ona vadedilen tek şeref ve mükâfat, stadyumlarda­
dır. Ruhun değil, topuğun, dizkapağın ve pazının gemç-
iği kutlanır. Altın kupalara, çelenklere ve defne dallanma-
yalmz adale lâyıktır. Stadyumları dolduran bu gençliği
ideal vecdile kaynıyan mitinglerde ve meydanlarda gö­
remezsiniz. İhtiyar cemiyetlerde zaten bu fikir öfkesi, he­
yecan toplanmaları yoktur. Millî bayram günlerinde, zo­
raki birikmiş kalabalıkların önünde, her sene ayni teker­
lemeleri geveleyen, kukla hatipler dinlenir. Bunların ne
sesleri, ne zekâ ve muhayyileleri, ne iradeleri, yalnız yaş­
ları gençtir. Gözlerinin önünde, tâyin edileceklerini um­
dukları memuriyetin küçük yağlı kuyruğu sallanır. Bu
hayal bir kere hakikat olduktan sonra, kürsüde o hatibi
göremezsiniz. Yerinde yeni bir kapı kulu namzedi vardır.
Böyle cemiyetlerin hayatı tehlikededir ve buraları
kurtarmak için gençliği kurtarmakla işe başlanır. Bısmim
için büyük inkılâplar, büyük ve samimî, samimî, samimî
inkılâplar gençliğe dayanır, onu teşkilâtlandırır ve mitli
taazzuvun düşmanı olan unsurlara ve fikirlere karşı, elinde
bir ideal meşalesile, şahlandırır.
/ Şu mütlâk hakikati hepimiz temel çivisile beyinle­
rimize çakalım : Gençliği ayakta olmıyan cemiyet, yatak­
tadır !
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan
Peyami Safa  - Millet ve İnsan

More Related Content

Similar to Peyami Safa - Millet ve İnsan

496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf
496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf
496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdfSULEYMANATILLA1
 
Siraç Dergi | Sayı 1
Siraç Dergi | Sayı 1Siraç Dergi | Sayı 1
Siraç Dergi | Sayı 1Siraç Dergi
 
“Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek
“Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek“Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek
“Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla DüşünmekPraksisDergi
 
Marshall sahlins
Marshall sahlinsMarshall sahlins
Marshall sahlinsBilal Emrah
 
Mensur Boydaş: Vahdi Boydaş: Cinsiyet ve millet (24 35)
Mensur Boydaş: Vahdi Boydaş: Cinsiyet ve millet (24 35)Mensur Boydaş: Vahdi Boydaş: Cinsiyet ve millet (24 35)
Mensur Boydaş: Vahdi Boydaş: Cinsiyet ve millet (24 35)Mensur Boydaş
 
MATERYALİZM Felsefe proje ödevi̇ GÖKHAN ÖZDEMİR
MATERYALİZM Felsefe proje ödevi̇ GÖKHAN ÖZDEMİR MATERYALİZM Felsefe proje ödevi̇ GÖKHAN ÖZDEMİR
MATERYALİZM Felsefe proje ödevi̇ GÖKHAN ÖZDEMİR Zeynep Eren
 
Mustafa şevket efendi̇’ni̇n ri̇salesi̇ işiğinda zi̇hi̇n, hâri̇c ve nefsü’l em...
Mustafa şevket efendi̇’ni̇n ri̇salesi̇ işiğinda zi̇hi̇n, hâri̇c ve nefsü’l em...Mustafa şevket efendi̇’ni̇n ri̇salesi̇ işiğinda zi̇hi̇n, hâri̇c ve nefsü’l em...
Mustafa şevket efendi̇’ni̇n ri̇salesi̇ işiğinda zi̇hi̇n, hâri̇c ve nefsü’l em...bayconi
 
Gelin birlik olalım. turkish (türkçe)
Gelin birlik olalım. turkish (türkçe)Gelin birlik olalım. turkish (türkçe)
Gelin birlik olalım. turkish (türkçe)HarunyahyaTurkish
 
Platon (eflatun)
Platon (eflatun)Platon (eflatun)
Platon (eflatun)sevays067
 
Albert Champdor - Ölüler Kitabı - horozz.net
Albert Champdor - Ölüler Kitabı - horozz.netAlbert Champdor - Ölüler Kitabı - horozz.net
Albert Champdor - Ölüler Kitabı - horozz.netAdnan Dan
 
81750495 dunden-bugune-i̇nsan
81750495 dunden-bugune-i̇nsan81750495 dunden-bugune-i̇nsan
81750495 dunden-bugune-i̇nsankomsu65
 
Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam adlı eseri üzerinden yabancılaşma ve modernizm ka...
Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam adlı eseri üzerinden yabancılaşma ve modernizm ka...Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam adlı eseri üzerinden yabancılaşma ve modernizm ka...
Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam adlı eseri üzerinden yabancılaşma ve modernizm ka...Furkan Cangir
 

Similar to Peyami Safa - Millet ve İnsan (20)

496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf
496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf
496327691-İoanna-Kucuradi-Etik-TFK-Yayınları-kitap.pdf
 
Siraç Dergi | Sayı 1
Siraç Dergi | Sayı 1Siraç Dergi | Sayı 1
Siraç Dergi | Sayı 1
 
“Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek
“Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek“Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek
“Yoksulluk” Yazınının Yoksulluğu: Toplumsal Sınıflarla Düşünmek
 
Marshall sahlins
Marshall sahlinsMarshall sahlins
Marshall sahlins
 
Mensur Boydaş: Vahdi Boydaş: Cinsiyet ve millet (24 35)
Mensur Boydaş: Vahdi Boydaş: Cinsiyet ve millet (24 35)Mensur Boydaş: Vahdi Boydaş: Cinsiyet ve millet (24 35)
Mensur Boydaş: Vahdi Boydaş: Cinsiyet ve millet (24 35)
 
MATERYALİZM Felsefe proje ödevi̇ GÖKHAN ÖZDEMİR
MATERYALİZM Felsefe proje ödevi̇ GÖKHAN ÖZDEMİR MATERYALİZM Felsefe proje ödevi̇ GÖKHAN ÖZDEMİR
MATERYALİZM Felsefe proje ödevi̇ GÖKHAN ÖZDEMİR
 
Mustafa şevket efendi̇’ni̇n ri̇salesi̇ işiğinda zi̇hi̇n, hâri̇c ve nefsü’l em...
Mustafa şevket efendi̇’ni̇n ri̇salesi̇ işiğinda zi̇hi̇n, hâri̇c ve nefsü’l em...Mustafa şevket efendi̇’ni̇n ri̇salesi̇ işiğinda zi̇hi̇n, hâri̇c ve nefsü’l em...
Mustafa şevket efendi̇’ni̇n ri̇salesi̇ işiğinda zi̇hi̇n, hâri̇c ve nefsü’l em...
 
RIDVAN UYSAL
RIDVAN UYSALRIDVAN UYSAL
RIDVAN UYSAL
 
Gelin birlik olalım. turkish (türkçe)
Gelin birlik olalım. turkish (türkçe)Gelin birlik olalım. turkish (türkçe)
Gelin birlik olalım. turkish (türkçe)
 
Hitit Dini ve Mitolojisi
Hitit Dini ve MitolojisiHitit Dini ve Mitolojisi
Hitit Dini ve Mitolojisi
 
Insan Tanrı
Insan TanrıInsan Tanrı
Insan Tanrı
 
Platon (eflatun)
Platon (eflatun)Platon (eflatun)
Platon (eflatun)
 
Esra miriici
Esra miriiciEsra miriici
Esra miriici
 
Dogmatizm
DogmatizmDogmatizm
Dogmatizm
 
Sosyoloji nedir
Sosyoloji nedirSosyoloji nedir
Sosyoloji nedir
 
İbn Rüşd
İbn Rüşdİbn Rüşd
İbn Rüşd
 
Albert Champdor - Ölüler Kitabı - horozz.net
Albert Champdor - Ölüler Kitabı - horozz.netAlbert Champdor - Ölüler Kitabı - horozz.net
Albert Champdor - Ölüler Kitabı - horozz.net
 
Ders 1 sosyal yapi kavrami
Ders 1 sosyal yapi kavramiDers 1 sosyal yapi kavrami
Ders 1 sosyal yapi kavrami
 
81750495 dunden-bugune-i̇nsan
81750495 dunden-bugune-i̇nsan81750495 dunden-bugune-i̇nsan
81750495 dunden-bugune-i̇nsan
 
Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam adlı eseri üzerinden yabancılaşma ve modernizm ka...
Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam adlı eseri üzerinden yabancılaşma ve modernizm ka...Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam adlı eseri üzerinden yabancılaşma ve modernizm ka...
Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam adlı eseri üzerinden yabancılaşma ve modernizm ka...
 

Peyami Safa - Millet ve İnsan

  • 1. A K B A B A Y A Y I N I : 4 R E V A M I S A F A M İ V E İ N S A N
  • 2.
  • 3. Önsöz Bu Lita,) ikinci dünya harbi içinde yazılmış makalelerim­ den aynı mevzu ailesine mensup olanları, yan yana getiriyor. Bunun Hiç birinde M illet ve İnsan mefhumları karşı karşıya gelip bir diyalektik maçı yapmış değillerdir ; fakat bunların hepsinde millet grupuna ve insan cemiyetine ait meseleler göz­ den geçirildiği için fikir dairelerinin merkezi millet ve insandır. Bu kitabı dolduran meseleleri imkân nisbetinde geniş bir halk tabakasının anlayabilmesi için en sade ve aydınlık pren­ siplerine götürdüm. Mütehassıslara değil, ortalığa hitap ettim. Bence aziz olan mefhnm psikolojisi ve tenkidi bakımından ayni meseleler, felsefe mensuplarına bam başka izah açılarile tek­ rarlanabilirler. Bu benim ayrı bir eserimin has mevzuu olacaktır. M illet ve İnsan arasında bir mefhum kavgası çıkınca İnsan mefhumu nereye sığınacağını şaşırıyor. Biyolojiye sığın­ sa, orada butun öteki hayvanlar arasında bir hayvandır. Sosyo­ lojiye sığınsa, orada da hemen bir grupun vasıflarını giyinip kuşanarak' M illî hususiliklerile görünüyor: muhit, dil, tarih, an’ane içinde insan cemiyetinin hayvan sürüsünden farkını mil­ lî Vasıflarda bolduran spesifik bir bünyenin malı oluyor. Fakat bu kitap, günün birinde, kıi’a birliklerinden başla­ yan bir milletler arası gruplaşmasına açılabilecek imkân kapı­ larını kapamaz. Bugün her millet için en yakm ve en gerçek ideal, Kendi millî üzviyetleşmesini tamamlamaktır. Mahlut mil­ letten halis millete, kozmopolit milletten yekpare millete doğnı tekâmül eden dünya henüz bu millî teşekkül devresinin şortu­ na varmış değildir. Bn tekâmül vetiresi içinde, millet, insan veya Allah, bütün İdeallere milliyetten başka çıkar yol, doğru yol, güzel ve sağlam yol yoktur. P. S.
  • 4.
  • 5. Cemiyet ve Uzviyet Bundan yedi yüz yıl önce, fran şaîri Sadi Şirazî, insan cemiyetini insan vücuduna benzetiyordu. Neslimin hâfızası Gülistanın meşhur kıt’asını unutm am ıştır: Beni Âdem azayı yekdigerend Ki der âferiniş zi yek gevherend Çii uzvî hederd avered ruzigâr Diğer uzvuhara nemaned karar Sadi’ye göre insan oğulları bir vücudun uzuvlarıdır; yaradılışlarında bir mayadandırlar ; bu uzuvlardan birine bir derd gelse ötekilerinin- de rahatı kaçar. insan cemiyetini tek uzviyet halinde görmek, altı, yedi yüz yıl sonra, sosyoloji dediğimiz cemiyet bilgisinin temelini yapan düşüncedir. Bu. ilmin kurucusu Âuguste Comte, geçen yüz yılın ortasında, sosyolojinin temellerini cemiyetle uzviyet arasındaki münasebetin üstüne oturtu­ yordu. Herbert Spencer daha ileri giderek, 1876 da, “sosyolojinin prensipleri,, adlı eserinde, insan cemiyetle­ rini canlı uzviyetlerden farksız buluyordu. Bugünlerde de cemiyeti uzvî bir bütün gibi görem içtimaiyatçılara ve iktisatçılara rastlıyoruz. Zamanımıza kadar yaşayan bu fikrin tarihi Iran şairinden evvelki de­ virlere kadar uzanır. Sadiden bin iki yüz yıl önce, Saint Paul, Romalılara mektuplarında “çünkü, diyordu, bizim vücudumuzda türlü uzuvlarımız vardır ve bu uzuvlarım hepsinin vazifesi bir değildir, onun gibi bizler de çokuz ama İsanın şahsında tek vücutluyuz ve lıerbirimiz öte­ kimizin bir uzvuyuz.,,
  • 6. e Yine Sadiden bin yıl önce, Marc Aurele de: “Akıl sahibi varlıklar, diyordu, birikirlerinden ayrı oldukları halde, aralarında bir vücudun uzuvları gibi ayni müna­ sebet vardır, çünkü müşterek bir eser peşinde işbirliği yapmak için yaratılmışlardır.,, Demek ki bir insan cemiyetinin, meselâ bir mille­ tin tek bir insan vücudundan farksız olduğu düşüncesi, bugün en az, bin iki yüz yaşındadır. Bu ihtiyar fikir hâlâ ayakta mıdır? Müsbet dediği­ miz kontrollü ve haysiyetli ilim görüşü ile de bir millet uzvî bir bütün müdür? Eğer Erzincanı yıkan zelzelenin serpintileri Türkiyenin herhangi bir bucağındaki vatan­ daşı da sarsıyorsa, bu, hepimiz arasında, bir vücudun uzuvları arasındaki bütün münasebetleri tekrarlayan dosdoğru ve sımsıkı bir alâka bulunduğu için midir? Kı­ sacası, millî birlik uzvî birlik midir, yoksa insan cemi­ yetinin insan- vücuduna benzetilmesi, arz küresinin elma­ ya benzetilmesi gibi kuru bir teşbihten mi ibarettir? Cemiyet ve uzviyet arasındaki münasebet konusu önünde içtimaiyatçıları üç grupa ayrılmış buldum : 1. Cemiyetin yalnız fonksiyon değil, bünye olarak ta uzviyetten farksızlığına inananlar. Bunlara göre cemi­ yet ve uzviyet arasında “ ayniyet = identite „ münasebeti vardır. 2. Cemiyetin bünye olarak uzviyetten farklı, işleyiş olarak farksız olduğuna inananlar. Bunlara höre sosyoloji ve biyoloji kanunları arasında yakınlık, cemiyet ve uzvi­ yet arasında eşitlik “Mümaselet = analogie,, münasebeti vardır. 3- Sosyolojile biyolojinin kanunları arasında hiçbir münasebet olmadığına, fakat çarpaşık cemiyet bünyesinin izahını kolaylaştırmak için onun uzviyete benzetilebilece- ğine inananlar. Bunlara göre cemiyet ve uzviyet arasında bir benzetiş münasebeti vardır.
  • 7. 7 L Cemiyetin hem fonksiyon, hem de bünye halinde uzviyetten farksız olduğuna inanan modern içtimaiyatçı­ ların başında Herbert Spencerî görüyoruz. İngiliz müte­ fekkirine göre ferdî uzviyetle İçtimaî uzviyet arasında hayalî değil hakikî bir eşitlik, ayniyetten farksız bir mü- maselet vardır. Spencer, biyolojik taazuvun prensiplerile İçtimaî taazzuvunkiler arasında temelli bir beraberlik ve muvazilik görür. Meselâ ticarî mübadeleleri kanın devra- hile bir tutar; asabî cümle merkezini, ellerinde haber al­ ma, emir ve kontrol şebekeleri bulunan büro müdürlerine benzetir; İçtimaî iş bölümile biyolojik vazifelerin taksimi arasında gayet derin bir münasebet bulunduğuna inanır. Ingiliz filozofundan yirmi dört yaş daha genç bir Fransız içtimaiyatçısı, Espinas, onu “organiciste,, akide­ sinde daha kuvvetli adımlarla takip eder. “Hayvan cemi­ yetleri,, adlı - eserile ün alan bu âlimin gözünde t( canlı ferd bir cemiyet; cemiyet te bir canlı ferttir.,,, “ Bizim vücudumuz milyonlarca küçük varlıktan mürekkeptir ki bnnlarm hareketi büyük bir fabrikada amelenin çalışma­ sından farksızdır.,, Espinas’a göre her tekâmülde' mutlak bir süreklilik vardır. Bunun için ferd ve cemiyet, esaslarında biribirinin aynı vetirelerin mahsulüdürler. H atta sosyoloji sınırlarını kimyaya kadar iletir. İster zekâ, ister tabiat nizamında olsun bütün şekiller arasında bir münasebet vardır: Bir- şey mevcut olmak için mutlaka taazzuva (uzviyetleşme- ğe) mecburdur ve böylelikle cihanşümul taazzuvun bir 'ânım temsil eder. Böylece hücreler uzuv, uzuvlar ferd, ferdier cemiyet, ■mütefekkirler sistem, ressamlar ekol, muharrirler nevi (genre) haline gelir. Fakat Espinas, uğradığı hücumlar karşısında, fara- ziyelerinin keskin taraflarını bizzat eğelemiş, bazı ifratla­ rını itiraf etmek yiğitliğini göstermiştir. Fikir hayatının ikinci devresinde, onu, cemiyet ve uzviyet arasında ay­ niyet değile mümaselet bulanlara katılmış görüyoruz.
  • 8. 8 Yine geçen yüz yıl içinde Schaeffle, Lilienfeld, G. de Grcef, Roberty gibi hayatları ve tesirleri zamanımıza kadar uzamış Alman, Belçikalı, Rus içtimaiyatçı organi- ■istlere rastlıyoruz. Bunların en yenilerinden.biri de Al­ man mütefekkiri ve şimdi devlet nazırı Rosenberg’dir. Cemiyeti içinden ırkın kanı geçen, deveran sistemine sa­ hip, canlı bir uzviyet gibi görüyor. 2. Cemiyet ve uzviyet arasında ayniyet değil, mü­ şabehet = benzerlik te değil, mümaselet = eşitlik bulan mütefekkirler pek çoktur. Bunların başında Auguste Com- te görünüyor. Büyük Fransız filozofu sosyolojinin biyolo jiye ircama aleyhtar olmakla beraber cemiyet ve uzviyet arasında müma-eletler bulunduğuna kanidir. Geçen yüz yıluı sonunda. Espinas gibi Novicov/ da bazı ifratlarla itham edilince, Revue Philosophıque de, Bougle ile yap­ tıkları bir münakaşada şöyle yazmıştı: “Biz hiçbir zaman cemiyetlerin hayvanlar yeya ne­ batlar olduğunu söylemedik: Biz dedik ki canlı varlıkla­ rın kendilerine hâs tabiatleri vardır^ fakat cemiyetler bi^ yolojiinin tetkik ettiği umumî kanunlara tabidirler. „ (Cilt 2 — sahife 373). Charles Maurras da diyor k i: “Siyaset ilmi müsta­ kildir. Bu demek değildir ki öteki ilimlerle münasebeti yoktur. Sosyoloji biyolojiden ayrıdır: Bu demek değildir ki ikisi de biribirine, aralarında hiç alâka olmıyan iki yabancıdır.,, (Mes idees politiques. — S 97). Cemiyet ve uzviyet arasında ayniyete yakın, gayet derin bir mümaselet alâkası bulan Fransız içtimaiyatçıla­ rından biri de Rene Worms’dır. Biraz da onu dinliyelim : “Ferdî uzviyetler, cemiyette birleşerek, kendilerin­ den daha çapraşık (complexe), fakat kendilerine eşit (mü­ masil, = analogne) yeni bir varlık teşkil ederler; öyle bir varlık ki onlar sayesinde yaşar, fakat yine de kendi ken­ disi için yaşar ve kendi üstüne olduğu gibi onlara da
  • 9. 9 tesir eder; nitekim onlar da (ferdî uzviyetler de) kendi hücreleri sayesinde yaşarlar, fakat hücrevî hayatlarından ayrı toptan bir yaşayışları, o hayattan çıktığı halde ona üstün, ona hâkim bir yaşayışları vardır. Cemiyetin uz­ viyetle münsebeti, uzviyetin hücre ile münasebetine eşit­ tir {ikisi birbirinin aynidir, demiyoruz. ) Uzviyetlerden yapılan cemiyet, bu yüzden daha az geçerek ( daha az re e l) bir varhk değildir; hücerelerden yapılan uzviyet te bu sebepten daha az gerçek, bîr varhk oiraadığ; gibi. “Böylece, ancak görünüşte garip olan bir netice ile, biyoloji metodunun kullanılması, cemiyet ve uzviyetin birbirile fasılasız mukayesesi, şu hakikati bedahet haline sokacaktır, ki o da sosyolojinin biyolojiden ayrı olma­ masıdır.„ Worms’u biraz daha iyi anlamak için, uzvî birlikle mihaniki topluluk arasındaki farkı belirten bir misâl arı- yalım ve üstünde durahm. Bu salondaki san dalyalar mihaniki olarak yanyana gelmişlerdir. Aralarında uzvî birlik yoktur. Çünkü onlardan herhangi birini ötekiler­ den ayırırsanız o tek başına var olmıya devam eder. Hiç­ birinin kendi kendisi olmak için ötekine ihtiyacı yoktur. İnsan vücudunun veya herhangi bir uzviyetin parçalan için hal böyle değildir. Yüreğim veya seirçe parmağım, vücudumdan ayrı, tek başına yaşantıya devam edemez. Rene Wcrms, hiç te haksız olmadan, insan cemiye­ tinden ayrı doğup büyüyen ve yaşıyan bir ferd tasarla­ manın imkânsızlığında ısrar ediyor. Böyle bir ferdini var olması ve var olmıya devam etmesi mümkün ol­ sa bile, bu, cemiyet halinde kazanılan bilgiler ve itiyat­ lar sayesindedir. Ormanların dibinde münzevî yaşadık­ lara sanılan bazı vahşilere gelince, bunların İçtimaî bir hayattan mahrum oldukları hiçbir zaman ne iddia, nede isbat edilmiştir. Bu mahrumluk bir an için kabul edilse bile onların vahşi bir hayvandan farkı olmadıklarını da unutmamak gerektir. Kısacası, en son tahlilde, cemiyet hep canlı varlıklardan mürekkep olduğu için biyolojik
  • 10. 10 varhk, sosyal, varlığım içindedir. İnsana bağlı her işin iki cephesi vardır: “Biri içeri cephedir ki insanm hare­ ketleri bunîila İçtimaîdir.,, — “Sosyoloji biyolojinin yardı­ ma olmadan İlmî bir tarzda teessüs edemez; çünkü cemi­ yet halinde bulunan insanların gelişmesini anlamak için, ilkönce onların uzvî bayatlarım idare eden kanunları bil­ melidir.,, 3, Cemiyetlerin uzviyetlere benzetilmesinde yalnız bir teşbih kıymeti-buian ve İlcisi arasındaki münasebetin yalünsî kıyas! olduğuna inananlar da az değildir. Büyük Alman iktisatçısı Werner Sombart bunlardandır. Cemi­ yeti bir uzviyet telâkki ederek tabiat bilgilerinden alın­ mış mefhumlarla karıştırmaktan sakınmak lâzımgeldiğini söylüyor ve ilâve ediyor: “Bu karışıklığın önüne geç­ mek için uzviyet mefhumunu tabiat hayatile sınırlandır­ m ak uygun olur: Nerde can varsa orada uzviyet vardır. Fakat insan' cemiyeti ruhla birleşmiştir, kendi kendine taazzuv etmiş bir varlık değildir. Uzvî bir. hayatı yoktur.,, Bükreş Politeknik Okulu Ekonomi Profesörü Mihail Msnoilesko da böyle düşünüyor: “Organisistİere göre, diyor? cemiyet ve millet uzvî bir varlıktır; bütün İçtimaî teşkküller arasındaki münasebetler, tek vücudun âzası arasındaki münasebetlerdir. Bizce bu nazariyenin bir teşbihten fazla kıymeti yoktur. Ancak halka, cemiyet ve milliyet fikirlerini iyi anlatmak için propaganda ma­ hiyetinde kullamlmıya yarar.,, İtalyan iktisatçısı Carî Costamagna da: “Şüphesiz, diyor, devlet, Eflâtuna kadar çıkan ve on dokuzuncu asırda bazı muvaffakiyetler kazanan bir nazariyenin id­ dia ettiği gibi fiziyolojik bir uzviyet olamaz.,, En az bin ikiyüz yıldanberi, cemiyet ve uzviyet arasındaki münasebeti kurcâhyan insan zekâsının yuka­ rıda gözden geçirdiğimiz çeşitli hükümlerine göre cemi­ yet, bir yüzile uzviyettir, öteki yüzile uzviyet değildir. Uzviyettir, çünkü tıpkı canlı varlıklar gibi her parçası
  • 11. u ‘ ayn bir fonksiyon yaptığı halde bu parçalan aşan ta® bir “bütün,, vücuda getirir. Parçalarmdan hiçbiri bu bü­ tüne mensup olmadan yaşıyamaz;1meselâ bir teşbihin tamesi gibi teşbihin dışında var olmaz. Beşerî görgü ve deneme alanımız içinde hiçbir cemiyete mensup olmayan bir ferd müşahede edilmemiştir. Cemiyet öteki yüziüe uzviyet değildir, çünkü kollektif şuur dediğimiz mahiyet, ne canlı nesiclerm mahsulüdür, ne biyolojik mânada an­ laşıldığı gibi gıdalanma ( tegaddi), çiftleşme ( tenasül J ?e türeme ( tekessür) halleri vardır, ne de fiziyolojik mâna­ da anlaşıldığı gibi vücudun uzuvlarına sahiptir. Fakat cemiyet mefkurau gibi uzviydt mefhumu da böyle iki yüzlüdür. Uzvî dendiği zaman, bir yandan, par­ çalan hem birikirinden ayrı ve farklı, hem de birbsrile ahenkli ve düzenli fonksiyonlar yapan bir bütünü kasd- etmiş oluyoruz; bir yandan da doğrudan doğruya maddî ve canlı varlıkları anlıyoruz. Daha doğrusu bünye bakı­ mında» uzvî ve vazife bakımından uzvî olan iki bambaş­ ka şeyi hep ayni kelime ile ifade ediyoruz. Bu, uzvî ke- linıesine verilen mecazî mânanın suiistimali değildir. Hayat kelimesi içinde böyledir: Yalnız biyolojiye sorarsanız hayat, protoplazma denilen uzvî bir rasadde üstüne, tabiat kanunlarına uyarak tesir yapan, taharrüş kabiliyetini haiz ve son tahlilde alçak tamperatürlü bir nevi ağır ihtirak hadisesine irca edilebilen hareketlerin manzumesinden başka bir sey değildir. Fakat hayatı bundan başka bir şey diye kabul etmezsek nebatların hayatım, madenlerin hayatını, ruh hayatını, cemiyet ha­ yatım, hayvan hayatının bir teşbihinden ibaret sanmış o- luruz. Ruh ve cemiyet hayatını bir yana bırakalım. Fa­ kat madde bilgilerinin son keşifleri bize gösteriyor ki ..hayat yalnız hayvanlara, hattâ yalnız nebatlara değil, bu­ güne kadar “brüte,, cansız sandığımız maddelere de şa­ mildir, Uzvî madde ile brüt madde «ırasında hissedilmez bir derece farkı vardır, çünkü cansız maddede de öyle hassasiyet ve hareket belirtileri görülmüştür ki hayatın
  • 12. 12 biltün maddeye şâmil olduğunu kabul edeceğimiz ge­ liyor. Hayat ve uzviyet mefhumlarının öz mânalarım yalnız biyolojiye ve fiziyolojiye mal ederek öteki mâna­ larını mecaz ve istiare yolile bunlardan çıkmış farzetmi- ye kalksak bile, bu kıyas ve teşbih ihtiyacı yine mana­ sız bir fantezi mahsulü sayılamaz. Hiç olmazsa bu iki türlü hayat arasında -mahiyetçe değilse bile vazife ve fonksiyon bakımından bir ayniyet vardır. Kelimelerin e- timolojîk tarihi bize gösteriyor ki mecazî mânalar, zaman ile aslî bir mahiyet almışlar ve realiteden daha reel bîr hüviyete sahip olmuşlardır. Ö kadar ki çok defa bunlar­ dan hangisinin aslî ve hangisinin mecazî olduğum: aiîla- mak imkânsızlaşrnıştır. Bu, mecerret mefhumların dar kalıplan içine geniş ve sonsuz realiteyi sığdırmak imkân­ sızlığıdır ve mecaz burada hayalin değil, dosdoğru reali­ tenin mümessili sıfatile, mefhumun dar kalıbını çatlata­ rak ona reeli daha geniş ölçüde içine almak eiesfcikiye- tini verir. Eğer hayat kelimesini yalnız biyolojik mâna­ sında kullansaydık varlığı izah için biyolojiden başka il­ mimiz oimıyacaktı. O halde cemiyet, dar mânaasile değil, geniş raâna- sile uzvî bir bütündür. Demindenberi adı geçen filezoflarm, içtimaiyatçıla­ rın, iktisatçıların hepsi cemiveti müstakil bir bütün te­ lâkki etmekte birleşirler. Bu bütün, dar manasıle uzviye­ tin ta kendisi olmasa bile, uzviyetten: türemiş, uzviyetin fonksiyonlarına ve terkibinin vasıflarına sahip, uzviyete mensup, o halde uzvî bir bütündür. Maddenin ve hayatın mahrem tabiatını izah için, bugüne kadar, bütün dünya fikir tarihinde, iki faraziye birsbinle çatışmıştır. Bunlardan birine göre madde, atom­ lardan mürekkptir, bölünebilir ve bugün de atomun par­ çalarına kadar bölünmüştür. Maddede görülen bütün de­ ğişiklikler, bu parçaların türlü hareketlerinin neticesidir. Tıpkı bir makinede olduğu gibi herşeyin bütünü, parça-
  • 13. 13 lavından sonra gelir ve onun hareketlerine tâbidir. Felse­ fede bu görüşün bir adı da mekanizmdir ki hayattı me­ kanik hâdiselere ve fiziko - şimik um urlara irca eder. Öteki görüşe göre, bilâkis, parçaların varlığım bü­ tün tayin ve temin eder. Misal: Bir ağacın yapraklar' o ağacın yaşamasını mümkün kılar; fakat bu yapraklar: vücude getiren, ağacın hayatıdır. Canlı varlık bir maki­ ne değildir. Makineyi en küçük parçalarına kadar söke­ bilir, sonra yeniden kurabilirsiniz, fakat bir ağaca sök­ tükten ve parça parça kestikten sonra yeniden kurup yaşanamazsınız. Dağılmış bir insan vücudunun de yeniden kurulup işlemesine imkân yoktur. Bunun için insan zekâsı ve eli küçücük bir hücreyi biîe yaratamıyor, öldükten sonra diriltemiyor. Felsefede vitalizm adını alan bu gö­ rüşe göre hayatî mekanik hadiselere ve fiziko - şimik un­ surlara indirerek izah etmek mümkün değildir. Yeni psikoloji, ruh hallerini bunların terkiplerîle, davranış diye tercüme ettiğimiz Cohıportment’larla veya kendi parçalarını tayin eden geştalt bütünlerile yahut da ruh sentezlerile izah etmektedir. “Şuurlu veya şuursuz her ruh vakıası daima bir sentezin (terkibin) mahsulüdür. Ruh bayatının hiç'bir yerinde unsurlara varılmadığı İçin sentez ruh hayatıma mutlak bir kanunu gibidir. Bir ihsas bir istek ne kadar basit olursa olîiun daima karışık (Complexe) bir vetiredir. İstendiği kadar tahlil edilsin, daima sentezin yaptığı birşey olarak görülür. Ruh vakıası, tahlil vasıtasile bulunan, sözde unsurların mecmuundan yahut herhangi bir konbinezonundan daima başka ve fazla bir şeydir.,, . Bu sentez psikolojisi hakkında, yuka* nki satırların muharriri Dwelshauvers’den Şekip Tunçs­ un tercüme ettiği ve Maarif Vekâletinin bastığı Psikoloji adlı eserde tafsilât bulabilirsiniz. Biyolojide de Reinke ve Driesch gibi büyük viialisi* ler hayat hadiselerinin fiziko - şimik unsurlara hâkim ol­ duğuna, metafizik değil, doğrudan doğruya müsbet Hâreı
  • 14. 14 deneme ve deiiiieriie ortaya koymuşlardır. Bohr ve Hem- denlıain gibi yüksek otoritelerin de iltihakile biyoloji, mekanik izahlardan ayrılmakta, parçalar üstünde bütünün hâkimiyetini kabul eden izahlara doğru yol almaktadır. Bu hakikat lisaniyetta de anlaşılmış bulunuyor. Fer dinand Brunot ve daha birçok lisaniyatçılar, grameri, parçalardan bütüne, kelimenin bölümlerinden cümleye ve sintakşa giden eski metoddan ayırmışlar, cümlenin camlı- bütününden başhyarak nihayet kelime bölümlerine var­ mayı doğru bulmuşlardır. Yeni gramerde bu metod hâ­ kimdir ve Ankaradakî Gramer komisyonunda da bu bahis uzun bir müzakere konusu oldu. Hekimlikte de insanin bir makine gibi parçaların yanyana gelmesinden mürekkep olduğuna inanan meka­ nik telâkki terkedilmektedir. Doktor Alesis Carrei’in ML’- Homme, cet inconnu„ adlı ve Nasuhi Baydar tarafından “Bilinmeyen İnsan,, diye tercüme edilen meşhur kitabında mekanik telâkkinin iflâsına ait bir bahis vardır. Oradan bir parça alıyorum : “Vücudumzvm taazzuvu bir makineninkine benzemez. Herhangi bir makine başlangıçta ayrı parçalardan mü­ rekkeptir ve bu parçalar bîr araya gelince basitleşir. îra- san ilkönce bir hücreden müteşekkildir. Bu hücre diğer iki hücreye ve bu iki hücre de sırasile diğer birçok hüc­ relere ayrılır. Denebilir ki hücreler, sayısız bir kalabalı­ ğın unsurları haline geldiği zaman dahi, menşelerindeki birliğin hatırasını muhafaza ederler ve uzviyetin bütünlü­ ğü içinde kendilerine verilmiş olan vazifeyi önceden bi­ lirler. Deri hücrelerinin, ait oldukları hayvanın dışında birkaç ay devam edecek surette kültürü yapılacak olursa bir sathı kaplamak istiyorlarmış gibi, mozayık halinde sıralandıkları görülür. Şişeler içinde yaşıyan lökositler, vücudu bir takım yabancılara karşı müdafaa etmiyecek- leri halde, mikroplarla kırmızı küreyveleri çarpıştırırlar Vücuttaki unsurların, bütün içinde oymyacaklan roliî
  • 15. 15 doğuştan bilmeleri bunların varlıklarının hikmetine uy­ gundur. „ “Hücreler, peteklerini inşa, ballarını imâl, rüşeym- lefini tağdiye eden ve sanki herbiri hendese, şimi, biyo­ loji biliyormuş da bütün camianın menfaati namına hal. reket ediyormuş gibi görünen arılara benzerler. Hücrele­ rin bu kendi bünyevî unsurlarile uzuvlar teşkil etmek meyli, böceklerdeki sosyal istidat gibi, müşahedenin bir verimidir ve bugünkü mefhumlarla izahıı kabildir. Ek: bal canlı vücudun nasıl taazzuv ettiğini anlamamıza yardım etmektedir.„ Carrel’in bu izahından da anlıyoruz ki, vücudun parçalarında bütünü yapan ve bütünden doğan istidatlar vardır. Onun cümlesini tekrarlıyacağım: "Hücreler sayısız bir kalabalığın unsurları haline geldiği zaman dahi, men- şeeltmedeki birliğin hatırasını muhafazaederkr. ve uzvi­ yeti® bütünlüğü içinde kendilerine verilmiş olan vazifeyi önceden bilirler.,, Halbuki makine parçası, makine haline gelmeden evvel, menşeindeki birliğin hatırasına sahip de­ ğildir. Ancak makine haline geldikten sonra fonksiyonel rolünü yapmıya başlar ve ancak ondan .«sonra bu faaliyetin izlerini taşır. Ekonomide de tesanütçülerden fsclidarîstes) başlayara bütüncülük hareketi economie dirigee, plânlı ekonomi» millî ve organize ekonomi safhalarına tekâmül etti. İlkönce tesanütçüler, buhranları inceledikleri zaman meselâ Nevyorkta baş gösteren bir krak hadisesinin ya­ hut Hindistanda fena bir pirinç rekoltesinin Londra ve Paris borsalarım allak bullak ettiğini, elmas veya oto­ mobil sanayiinin amelesini işsiz bıraktığını gördüler. Ne hacet! Elektirikçiler sendikasının kâtibi tarafından veri­ len bir emirle bütün bir şehir karanlıkta kalmıyor mray- du ? BÖyleee ekonemi dünyasında da bütünün parçalara hakimiyeti görülüyordu. Nicholson diyordu k i: “Buhar
  • 16. nakliyatının ve telgraf hatlarının bütün küre .üzerinde muazzam inkişafı modern endüstri uzviyetini koskocaman bir polip haline sokmuştur; bütün vücudu hastalandırma­ dan cnim âzasından hiçbiri yaralanamaz. Herhangi bir yerinde bir yara olsa bütün vücut can çekişme ihtilâçüarı geçirir.,, Tesanütçü ekonomiden sonra organize, plânlı ve yeni millî ekonomiye tekâmül eden modern ekonomi, menşei de, gayesi de ferdin menfaatinden başka birşey olmıyan liberal ekonomiden ayrılır; bütünün menfaatini parçalar­ dan değil, parçanın menfaatini bütünden çıkarır. Umumî menfaat hususî menfaatten evveldir. Bütünün parça üs­ tüne hâkimiyetim kuran plânlı ekonomi, İktisadî hareket­ leri tek merkezden ve parçalar arasında uzvî bir âhenk temin ederek idare eder. Ekonomide veya sosyolojide ferdiyetçi ( individua- liste ) dedikleri eski faraziyeye göre cemiyetin hareket noktası “ferd,,.dir. Cemiyetten önce ferd vardı ve cemi­ yet, ferdierin birbirîerile ihtiyarî olarak akdettikleri İçti­ maî bir mukaveleden doğmuştur. Bu mukavele ferd tarafımdan ve ferd için yapılır. Devletin menşei ve ga­ yesi ferddir. Kanunu Eaasî hükmüne göre her. vatandaş seçicidir, her seçici hükümrandır, o halde her vatandaş hükümrandır. Bu akide, medern devletçiliğin zıddına olarak, ferdin menfaatferine bekçilik etmekten başka va­ zifesi olmadığını iddia ettiği devletin rolünü asgariye indiriyordu. Bütün hâkimiyeti parçaya vermiş ve.bütünü parçaların riyazî bir yekûnu farzetmişti. Bu akideye göre cemiyet bir kuru kalabalık değilse bile bir makine­ den ibaretti. Mekanist görüşün cemiyet hadiselerine bu keyfî tat­ bikî, bence, o tarihlerde {on sekizinci yüz yılın sonunda) sosyolojinin müsbet bir ili.şu haysiyetiie doğmamış olma­ sından ileri geliyordu,. Klâsik psikoloji, o zaman, ferd denin-ce insanın, hem usraaî ve hem de ruhî vahdetini an- 16
  • 17. 17 hyordu. Fakat sosyolojinin getirdiği aydınlık altında, yeni psikoloji, ferdiyet ve şahsiyet arasındaki farkı tayin edebilir, insanda çocukluktan itibaren aklın ve şahsiye- tm teşekkülü, ferdiyetini aşan sosyal bir vetiredir. Bir makalemde kullandığım teşbihi burada tekrarlamama izin veriniz: ferdiyeti bir ata, şahsiyeti bir süvariye ben­ zetebiliriz. İnsanın varlığında bu at (yani ferdiyet) tabi­ ati itm isil eder; bu süvari (yani şahsiyet) cemiyeti tem­ sil eder. Eski anlayışımızla ferdiyet şahsiyeti de içine alıyordu; yeni anlayışımızla şahsiyet ferdiyeti aşar. Yeni doğmuş çocuk bir ferddir, fakat bir şahsiyet değildir. Süvarisi olmıyan bir at gibi seyis ( anne veya dadı ) ta­ rafından güdülür. Fakat şahsiyet ferdiyeti de içine alan,, tam, çünkü sosyal bir hüviyettir. Ferdiyetlerimiz, biyolojik vahdetler olarak birbirine müsavi, fakat şahsiyetlerimiz derece derecedir. Biz fer­ diyetimizle tabiate, şahsiyetimizle cemiyete mensubuz. Bunun için cemiyet, fercüerin kemim “kantitatif„ ve ri­ yazi bir yekûnu değil, şahsiyetlerin keyfî' ( kalitatif ) bir miih&ssâlâsıdır. Çünkü şahsiyetler ferdiyetlerini aşan bütün vasıflarını cemiyet bikinilinden alırlar. Az İçtimaî kalmış adam bunun için şahsiyetsiz, iptidaî, hattâ vah­ şidir. Neticemize gelelim; Bin iki yüz yıl önce Saint Paul, yedi yüz yıl önce Şirazlı Sadi, cemiyet ve uzviyet ara­ sında bir münasebet keyfettikleri zaman, o günden bu- günedek, en az on iki yüz yıl yaşamıya ve nihayet bu çağın bütün müsbet ilimleri ve felsefesi tarafından kutlu- laramıya lâyık bir hakikatin çekirdeğini yakalamışlardı. Cemiyet ve uzviyet arasındaki sıkıt münasebet, bun­ larsa mutlaka birbirinin ayni olmasını icap ettirmez; bun­ ların arasındaki bünye ayrılığı da sıkı münasebetlerine mâni değildir. Aralarında bünye ayrılığı, fakat fonksiyon bir­ liği olabilir. Bu birlik, cemiyetin ferd uzviyetini de içine almasının bütün Continuite = süreklilik ve bağlılık şart­ larını hulâsa eder.
  • 18. 18 Bugiin hepisni&m cankurtaran simidi gibi •kendisine sarıldığımız millî birlik mefhumu sadece toprak bîrişifin­ den, devlet birliğinden, hattâ büyük varta anlarında be­ liren tesanüt şuurunun kuvvetlendirdiği geçici millet bir­ liğinden ibaret değildir. Millî birlik, normal ve anormal zamanlarda, buhran, ihtilâl, harp, refah ve barış devirle-" rinde, ferdlerin faaliyetlerini millî ideale ve millî menfa­ ate göre duzenliyen canlı bir taazzuv ( uzViyetleştne) dur. Millî taazzuvuna kavuşmamış memleketlerde millî birlikten bahsedilmesi, ya tehlike karşısında duyulan ge­ çici tesanüt ihtiyacmdandır, ki bu takdirde esasa ait hiç­ bir kıymeti yoktur; yahut ta, millî taazzuvun henüz bir özlenişinden ibarettir, ki bu takdirde millî birlik şutiru, millî uzviyetleşme hareketine doğru koştuğu nisbette he­ define yaklaşır. Millî taazzuv olmıyan yerde millî birlik mefhumu, böyle bir özleyiş ifade etse bile, kuvveden fiile çıkıncıya kadar, henüz iyi duyulmamış ve iyi yaşanma­ mış ideallerin adını klişeleştiren mekanik bir -tekrardan başka birşey olmaz.
  • 19. İLİM KARŞISINDA MİLLİYETÇİLİK .-Sosyoloji ve Milliyetçilik Her ii'ım müstakil bir konuya sahiptir. Sosyolojinin konusu “cemiyet,, tir. Cemiyeti anlayış bakımından sosyoloji- pazariyeleri üç grupa ayrılabilir: 1. Mekanist telâkki, 2. Organisist telâkki, 3. Fonksiyonel telâkki. $ * 1. Mekanişt telâkki, cemiyeti mekanik bir sistem, yıldız: veya atom sistemi halinde göriir, fiziğin ve riya­ ziyenin kanunlarını cemiyete tatbik etmek ister. On ye­ dinci asrın phisigue sociale nazariyesinin tazelene tazele- ne devammnaıı başka birşey olmıyan bu telâkkiye göre cemiyet, fertlerin mekanik ve riyazi bir yekûnudur. Fizik ve riyaziyenin en büyük dehâlarını yetiştiren on yedinci asırda, Spinoza, Hobbes, Decartes, Leibnitz, Weignel... gibi filozof ve ilim adamları, içtimai ve ruhî olayları fizikçinin fizik olaylarını incelemesi gibi aklî ve objektif olarak tetkike başladılar. İnsan mekanik ilminin incelediği bir astronomi sistemi gibi mütalâa edildi ve oradan bir mecanigue sociale telâkkisi doğdu. Atomlar arasındaki karşılıklı cazibe ve dafia kuvvetleri insanları da kiribirine bağlıyor, âdeta başka bir yıldız sistemi ha­ linde insan cemiyeti vücude geliyordu. On yedinci yüz
  • 20. 20 yıl düşünürlerinin bu görüşleri ve metodları on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların biyoloji, psikoloji, istatistik ve sosyoloji ilimlerinde geliştikçe gelişti; nihayet Carey’in “İçtim aî ilmin esasları,, adlı eserinde en son inkişafını buldu (3858). On dokuzuncu ve yirminci yüzyılların bazı içtimaiyatçıları ve. bu arada meşhur Italyan sosyoloğu Vilferdo Pareto da mekanist okula mensupturlar. Fakat cemiyetin ve insan ruhunun bu mekanik izahı zamanı­ mızda hemen tam amile terkedilmiş gibidir [1]. 2. Organisist telâkki cemiyeti uzvî bir sistem, hücrö sistemi veya insan vücudu halinde görür. “Cemiyet ve uzviyet,, konulu ve başlıklı kir makale serisinde de iza­ ha 'çalışmış olduğum gibi çok eski bir tarihi olan bu te­ lâkkiye göre cemiyet bir makine sistemi değil, her ferdi ötekine uzviyet nizamında ve hayat ilgîlerile sımsı­ kı bağlı canlı bir bütündür ve biyolojinin kanunlarına tâbidir. Son yetmiş yıl içinde biyolojinin harikalı ilerle­ yişi bu'ilm in söayoloji üzerine tesirlerini çoğaltmıştır; fakat insan cemiyetlerinin insan vücuduna benzetilmesi fikrinin, İran şairi Sadi’y® ve ondan çok daha önce Ko­ ma, Yunan, Hint ve Çin düşüncesine kadar uzanan bin­ lerce yıllık bir tarihi vardır. Harvard üniversitesi sosyoloji profesörü Sorokin Organisist okulu mensuplarını üç grupa ayırıyor: 1. Fel­ sefî, organisizm, 2. Psiko- sosyal organisizm, 3. Bio- organik zümre. Felsefî örğahisizra, cemiyeti fertlerin dışında (sur - individuel), kendiliğinden doğan ve tabiat kanunlarile yaşayan canlı bir bütün telâkki eder; fakat her hangi bir biyolojik varlıkla veya uzviyetle mukayese etmez. Cemiyetin mekanist telâkkisini şiddetle reddeder, çünkü on«n zıddıdır. Cemiyet insan iradesile ve liberallerin san- [1] P. A . Sorokin, Les theories sociologiques contempo- raiîjes S. 19 ••71.
  • 21. 21 dıkian gibi “İçtimaî mukavele,, ile vücuda gelmiş meka­ nik ve sun’î bir şirket değildir. PsiKö-sÖsya! organisizmin esasları felsefî orgami- sizmden farksızdır. Yalnız bu grup fazla olarak, cemiye­ tin fertlerden üstün müstakil bir ruha, kollektif bir şuura, kendine has bir iradeye ve fikirlere sahip olduğuna im - nırlar (Durkheim ve Ziya Gök alp sosyolojisi). Biyo organik zümreye göre ise cemiyet, biyolojik uzviyetin hususî (speeifique) bir çeşidinden başka birşey değildir. Mahiyeti, fonksiyona, menşei, tekâmülü ve te- nevvüü bakımından her hangi bir uzviyete eştir ve aynı biyoloji kanunlarına tâbidir. Organisist telâkkinin bu son şekli ancak Rosenberg gibi ırkçılar arasında taraftar bulmakta ve şiddetli ten­ kitlere uğramaktadır; fakat gerek felsefî, gerekse psiko- sosyal organisizm, bugünkü sosyolojinin prensiplerini ve­ riyor. Çünkü fert psikolojisinden ayrı ve kendine has bir konusu olmıyan sosyoloji, ilim haysiyetile varolamaz. Zamanımızın en büyük içtimaiyatçıları bu grupun için­ dedirler^ 3. Fonksiyonel telâkki, cemiyeti ne bir makine, ne de bir uzviyet gibi anlar. Ona göre cemiyet, fertler ara­ sında. karşılıklı bir münasebet sistemidir. Böyle olmakla beraber, fertlerden ayrı ve üstün, kendine has bir bütün­ dür. Mekanistlerin sandıklan gibi fertlerin .mekanik ve riyası bir yekûnu değildir. Bu grupun organistlerte ihti­ lâfı azdır. Yukarıki üç telâkki de iki temel grupa ayrılabilir ; 1. Cemiyet, makine gibi, parçaların yanyana gelme­ sinden olmadır. Bu parçalar fertlerdir. Aralarında meka­ nik ve riyazî münasebetler caridir. Rousseau'nun meşhur İçtimaî mukavelesi, hürriyet, müsavat, seçim ve ekseri­ yet, parlamentarizm rejimi bu telâkkiden, doğmuştur. Sosyolojide çoktan terkedildiği gibi Avrupa siyasî tari­ hinde de son Saatlerini yaşayan bu mekanik cemiyet gö­ rüşü yerini şu ikinci telâkkiye bırakıyor:
  • 22. 22 2, Cemiyet müstakil ve cani} bîr bütündür. Bir ti­ caret şirketi gibi fertlerin arasındaki ihtiyarî bir mukave­ leden değil, kökleri insanın menşeine kadar giden eski, uzun bir tarihî tekâmülden doğmuştur. Fertlerden mürek­ kep olmakla beraber müstakil bir sentezdir; parçalarının vasıflarından ayrı vasıflara sahiptir. Böyle olmasaydı sos­ yoloji bir ilim halinde teşekkül bile edemezdi, çünkü müstakil bir konudan (mevzudan) mahrum kalırdı. Onuu meselelerini fizik, şimi, fiziyoloji, biyoloji, psikoloji pay­ laşırlar ve ortada bir cemiyetler ilmi bırakmazlardı. Hemen bütün içtimaiyatçıların müttefik oldukları tasnife göre morfoloji sosyalde (cemiyet şekillerinde) bu­ gün en gerçek, en olgun, en ileri tip millettir. Her yerde millî üniteler görüyoruz. Tarihî olgu (vâkıa) bakımından millet,' ve sosyoloji bakımından milliyet, amelî olarak da, inkâr edilmesi imkânsız, canlı ve parlak, en büyük sos­ yal hakikattir.
  • 23. Biyoloji ve Milliyetçilik İlk makalemizde birçok sosyologlara biyoloji ka­ nunlarını cemiyete tatbik etmek istediklerini ve sosyolo­ jide biyo - ofganisist grupun hangi fikirlerle teşekkül ettiğini yazmıştık. Biyolojistler arasında da inr>an cerni- yetlerile hayvan ve daha aşağı varlıkların taazzuvları arasında tıpkılık { ayniyet) münasebeti görenler vardır. Bunlardan Lamarck okuluna sadık kalan Fransız biyolo- jisti nseşhur Felix le Dantec, mukayeselerine en çok vu­ zuh vermeğe muvaffak olanlardan biridir. Bu âlime göre taazzuvda en geri kalmış varlıklar­ dan insan gibi en tekâmül etmişlerine ve tek höcreliler- den çok hücrelilere kadar bütün canlı varlıklar, lıöcre, küme, sürü ve cemiyet hayatlarında aynı biyoloji kanun­ larının emri altındadırlar. Bütün canh varlıklarda her birinin mensup olduğu kantonun zemini onun vatanıdır. İstihsal edilen gıda mahdut olduğu için bu kantolara mensup fertler arasın­ da şiddetli bir rekabet ve mücadele vardır. Fakat rakip gruplara mensup oldukları halde aynı kantonun fertleri,»• arasında müşterek bir bağ da vardır. Oyle ki hepsi birbirlerine rakip oldukları halde kendi zeminlerinden olmıyanları yabancı sayarlar ve onlara düşmandırlar. Yalnız insanlar ve hayvanlar sırasında değil, en aşağı taazzuv derecesindeki bütün canlı varlıklar arasın­ da da birbirlerile birleşerek bir uzviyet bütünü hâline gelmenin en büyük âmili, müşterek bir düşmana karşı
  • 24. 24 toplu müdafaa ihtiyacıdır. Bir camiaya ve bîr millete mensup insanlar arasında kardeşlik hissini doğuran şey, bunların arasındaki müşterek menfaatlerden gelen bu müda­ faa zaruretidir. Eğer bu müşterek düşman olmasaydı, insan, hayvan ve hacre, fert halinde bütün canlı varlıklar bir­ birlerini yerlerdi ve hayattan eser kalmazdı. Sathî gö­ rüşle yıkıcı bir felâket sayılan harb, biyoloji görüşile, bütün canlı varlıkların hayatını idame ettiren yapscı ve yaşatıcı bir zarurettir. Çünkü en küçük canlı varlıktan en büyüğüne kadar taazauv ve hayat hâdisesi, müşterek bir düşmana karşı birleşen fertlerin derece derece grup- laşmalarile mümkün olabiliyor. Eğer aralarında bu bo­ ğuşma olmasaydı o grupların hiç biri varolamıyacakiı. Felix le Dantec, ebedî sislhün ve insaniyete îliğin biyoloji kanunlarına aykırı bir ham hayalden başka bir şey olmadığını şöyle izah eder: “Hayat bir mücadeledir; harb canlı varlığın en ale­ lade fonksiyonudur. Bu harb kelimesini yalnız rakip ve komşu milletler arasındaki müdadeleye hasrederler; fa­ kat aynı zamanda bir milletin mensuplarını birbirine ka­ tan meknî re sivil harbler de vardır ki eğer bir eessebi istilâsının tehdidi .olmasa milletlerin vücudunu ortadan kaldıaan ihtilâflarla neticelenirdi.,, “Bir kere milletler teessüs ettikten sonra, fertler arasında olduğu gibi bunlar arasında da tabiatile -ktsfcaraç­ lıklar ve rekabetler doğar. Ferdî kinlerin yanında kol- lektif kinler vardır ve bu, hayat hâdisesinin mahiyetinin neticesidir. Bazı hayalperveder, metafizik fikirlerden ilham alarak bütün insanlar arasında kardeşlik özlemiş- ler ve hülyalarının yıkılışı önünde insanın tabiatını itham etmişlerdir. Haksızdırlar*. İnsanı değil hayatı itham et­ mek lâzımdır.,, “Tarih bize öğretiyor ki milletler, ister küçük ve ister geniş toprakları kaplamış olsunlar, komşu milletler­ le sık sık harb halinde bulunurlar. Sulh devreleri aaoır- mal devrelerdir ki bu zamanlarda rakipler birbirlerini
  • 25. 25 tepeden tırnağa kadar süzerler ve birimlerimizi ?:aaf anı­ nı beklerler. İki millet döğüşmezse, bu, onların sevişti­ ğini değil, fakat bîrinin ötekini yeneceğinden emin olma­ dığını gösterir.,, Cihan sulhunun dostu olan filozoflar milletleri biri- birine düşüren bu düşmanlık hislerini ayıplarlar; hayalın bir mücadele olduğunu unutarak bir dünya federasyonu sayıklarlar; vehimden başk bir şey olmıyan bu ümitleri­ ni insanların iyileri arasında yayılmış bulunan kardeşlik hislerine istinadettirirler; fakat hu kardeşlik hislerinin menşelerini bir türlü hatırlamazlar. Bu hisleri doğuran harbdir; menfaatlerin birbirinden ayırdığı fertleri toplu­ luklar haline getiren, müşterek düşmana karşı birleşmek zaruretidir; işte ailenin bu müşterek düşmanıdır kİ kar­ deşler arasında kardeşliği doğurmuştur; işte tnilleLm bu müşterek düşmanıdır ki vatandaşlar arasında kardeşliği doğurmuştur. Biyoloji gibi insanların ihtilâfları önünde taırsamile objektif ve tarafsız kalan bir tabiat ilmi bile, en büyiik mütefekkirlerin•n dilile, bize milliyetçilik mefhumunun ne kadar tabiî ve insaniyetçilik mefhumunun ne kadar hayalî olduğunu söylüyor. Bu makalede yalnız bir tek ilim adamının şahitliğile kanaat edişimiz, biyoloji dalın­ da böyle düşünenlerin bir kişiden ibaret olduğunu gös­ termez. Bilâkis, yalnız isimlerinin listesi bile küçük bir makalenin çerçevesine sığmıyan pek çok biyolojist bu kanaattedir. Ben kendi hesabıma biyoloji kanunlarının bu ka­ dar şaşmaz bir uygunlukla cemiyet hayatına tatbik edi­ lebileceğini münakaşa götürmez bir hakikat sayanlardan değilim. Fakat biyolojinin ve sosyolojinin ayrı ayrı ka­ nunlara tabi olmaları aralarında hiç bir münasebet bu­ lunmadığım ispat etmez. Felsefe bakımından taazzuv ve topluluk ( associaton ) hâdiselerinin, canlı ve caıassz bütün varlıklarda aynı kanunlara tabi olduklarını görü­ yoruz, ki ileride bu bahse de geleceğiz.
  • 26. — 3 — P sikol oj i.ve Mil!iyetçîiik Copernic’âen evvel astronomi, nasıl, güneşin arz etrafında döndüğünü sanmışsa, eski psikoloji de İçtimaî hâdiselerin ferdî şutır etrafında döndüğüne inanıyordu. Feri demek her şey dem ekti: Vücut, ruh, ben (moi) ve bu benlerin yekûnundan başka bir şey olmıyan cemiyet. Meselâ Rousseaü fertleri mutlak vahdetler olarak ele alı­ yor ve cemiyet yapısını bunlar arasındaki İçtimaî muka­ vele'den ibaret sanıyordu. Geçen asrm ortalarına kadar İlmî haysiyette bir ce­ miyetler bilgisi yoktu. Sosyoloji doğduktan sonra - ki bu ismi biie ona geçen asırda Auguste comte vermiştir - vak- tile astıonomide nasıl güneşin arz etrafında döndüğü ka­ naati iflâs etmişse, cemiyet hâdiselerinin de'ferdin etra­ fında döndüğü iddiası boşa çıkmıştır. Artık fert bir ha­ reket noktası değildir. Sosyologların araştırmaları göste­ riyor ki ilk İçtimaî taazzuv şekilleri olan gruplarda fer­ din solü pek azdır. Yeni psikoloji de bu müşahadeyi te- yideder. Daha geçen. asırdanberi Amerikan filozofu Channing’den başlıyarak William James, Josiah Royce ve M. Baldıvin gibi filozof ve psikologlar, cemiyet olmadan, ferdî şuurun ve şahsiyetin teşekkülü imkânsızlığında ısrar etmişlerdir. Royce daha ileri giderek diyordu ki : “ Hiç kiımse, İçtimaî benzerlerinin devamlı tesiri altında bulun­ madıkça, kendisinin kendi olduğunun farkına varamaz» «Böy- lece lnsan ben’inin doğuşta varolmadığı, fakat öteki ben- lere sürtünerek teşekkül ettiği anlaşılıyordu. İnsan, do-
  • 27. 27 ğuşünda şüphesiz "irsi kabiliyetler taşır. Belki daha ilk günden itibaren, zeki ve sosyaldir. Fakat bu irsiyet oma eertıiyetinin hediyesi olduğu gibi, bu kabiliyetler de ce­ miyet b a y a t a dışında teşekkül edemez. Psikoloji bakımından artık bu fert mefhumunun tör- kedilmesi ve yerine şahıs mefhumunun ikame edilmesi gerekiyor. Çünkü fert, biyolojide ve öteki ilimlerde de bölünmez her hangi bir vahdet mânasında kullanılan bir mefhum olduğu için insana münhasır değildir; bundan başka beynelmilel synthese cemiyeti tarafından yapılan araştırmalardan da anlaşıldığı gibi [1] ferdiyet mutlak bir realite olmaktan ziyade vahit mefhumunu andıran ve tah­ lili kolaylaştıran bir ölçü kıymetindedir: Biyolojide de, psi­ kolojide de, sosyolojide de mutlak bir ferdiyete raslanmı- yör. Ferdiyfet, fertlerin kendi benzerlerile temasları ve cemiyete intibakları neticesinde yerini şahsiyete verir. Bu takdirde ferdiyet daha ziyade biyolojik, şahsiyet daha ziyade sosyaldir. Başka bir yazımda da söylediğim gibi aînsan ferdiyetüe tabiatı, şahsiyetile cemiyeti temsil eder„ Eski psikoloji ferdiyetle şahsiyeti biribirine karıştır­ mak hatasına düşüyordu. Halbuki insanın ferdiyeti bir ata, şahsiyeti bir süvariye benzetilebilir. Uzviyetimiz üze­ rine cemiyetimiz binmiştir. Bu birleşmeden fert değil, şdhıs doğar. Biz ferdiyetimizle hayvan, şahsiyetimizle insanız. Fakat şahsiyet yalnız cemiyete intibaktan doğm az; onun tam teşekkülü için bazı İçtimaî baskılara karşı koy­ ması'da lâzımdır, ki şahsiyetli adam dediklerimizde de bu mukavemete raslıyoruz. Fakat bu mukavemet ferdî değil, şahsî ve kökleri bakımından yine İçtimaî dir. Çünkü de­ vamlı bir değişme halinde bulunan cemiyetin baskıları (örfleri, âdetleri, ananeleri, kanunları ve birçok müeyyi­ deleri) arasında, tekâmüle tâbi oldukları için değişme­ ğe mahkûm olanları vardır. Cemiyet bunları değişmeğe [İ] Indıvidualite — Felix Alcan Kitabe vi.
  • 28. 28 inkılâpçı büyük . şahsiyetlerini memur eder ve onlarda yıksîmıya mahkûm baskılara karşı mukavemet uyandırır. Demek ki, ferdin kendisine intibakını yaratan cemiyet olduğu gibi mukavemetini emreden de cemiye?tir. Fert­ lerde yarattığı bu intibak sayesinde nizamını ve sağlam ananesini muhafaza eden cemiyet, bu mukavemet saye­ sinde de çürük ananelerini tasfiye ederek muhtaç olduğu inkılâba kavuşur. Millî olmıyan içtimai bir müessese, hattâ İçtimaî bir vakıa yoktur. Çünkü cemiyet olmasa şahıslar, şahıslar olmasa cemiyet olmaz. Şahsiyetin teşekkülü zekânın te­ şekkülüne tâbidir. Dil olmadıkça zekâ teşekkül edemez. Dil millî bir müessese olduğuna göre, psikoloji bakımın­ dan da cemiyetin bünyesi millîdir. Gayrî millî cemiyet gösterilemez. Tarihte büyük im­ paratorluklar tasfiyeye uğnyarak millî câmialara ayrılmış­ lardır. (Eski Roma, Auusturya ve Osmanh imparator­ lukları ilâh*i gibi. Bugünün tezgâhında da tasfiyeye mah­ kûm imparatorluklar görüyoruz 1) Fakat bunlar bile, te­ baalarım kendi milliyetlerine mümkün olduğu kadar te- messül ettirmek şartile bir müddet yaşamışlar ve. yaşa­ maktadırlar. Çeşitli milliyetlerden mürekkep Birleşik - Devletler camiasında tek dil ve Anglo - Saksoa ruhlu hâkimdir, sun’ı bile olsa orada bir Amerikalılık yaratıl­ mıştır. Çünkü psikoloji bakımından şahsiyetin teşekkül edebilmesi ve insanın, ferdiyetini, yani hayvanlığını aşai bilmesi için, İçtimaî muhitinden aldığı tesirlerin millî bir ' insicama sahip olması lâzımdır. Bu insicam olmazsa fer­ diyetin mukavemetleri ve isyanları, millî bîr ahenleten mahrum kalan cemiyeti çil yavrusu gibi dağıtır. Eski psikolojinin zannettiği gibi insan, fert halinde, görünmez ellerle kendi kendine çalan bir musikî âleti değildir. Onun bir sazendesi vardır ve bu sazende cemi- yetfir, millî cemiyet. Ferdiyetimizi bir radyo cihazına da benzetebiliriz. Eski psikoloji, bu cihazın içindeki sesleri, kendiliğinden
  • 29. 29 olma sasıyor, bunların dışarıdan geldiğini, bilmiyordu. Yeisi psikoloji bu cihazın içinde konuşan, haykıran, şarkı ve fikir soyliyen sesin cemiyet olduğunu sosyoloji ile beraber kabul etmektedir. Artık Tarde - Durkheim ara­ sındaki fert - cemiyet münakaşaları sosyolojinin tarihine katışıyor. Psikolog’J. Piaget “Fert mi evvel, cemiyet ms?„ davasını “Tavsak mu yumurtadan -çıktı, yumurta mı ta­ vuktan ?„ münakaşasına benzetir. Sosyoloji bakımından olduğu kadar psikoloji bakımından da münasebet, fertle cemiyet değil, şahsiyetle cemiyet arasındadır. Bugünkü psikoloji, şahsiyetin, fertler arasındaki İçtimaî temaslarla ve cemiyetin mutlak tesirlerile teşekkül ettiği neticesine vardığı için, büyük dâvamsz hesabına şu hükmü vermek­ ten çek'mmiyeceğiz: -•Milliyet olretyan yerde şahsiyet ve, şahsiyet olmayan yerde insan yoktur.
  • 30. Ekonomi ve Milliyetçilik Hürriyetçi ekonominin temeli ferttir» Devletim va­ zifesi ferdin menfaatlerine bekçilik etmekten ibaret kalır. Bütün İktisadî münasebetler, arz ve talep, sermaye ve emek, ithalât ve ihracat, fertler ve onların teşkil ettikle­ ri sınıflar arasındaki serbest rekabet ve mücadelenin ne­ ticesine bırakılmıştır. Devlet hâkim sınıflarla mahkûm sınıflar arasındaki büyük müsavatsızlık önünde bitaraf­ lıktan ayrılmaz. Ferdin menfaatlerine âlet olmaktan başka hiç bir vazifesi kalnııyan hürriyetçi devletin millî bir ideali yoktur. Bugünkü demokrasi Avrtıpanın sanayi memleketle­ rinde doğmuştur. Bu sistem ziraatçı memleketlerin istis­ marına dayanır. Yapılan hesablara göre sanayici memle­ ketlerde bir işçinin temsil ettiği iş, ziraatçı memleketler­ de beş altı işçinin elde edebildiğine muadildir. Demokrasi, ki bir kaç büyük sanayi memleketinin geri kalan bütün dünya memleketlerini sömürmesinden başka bir şey olmıysn sacayi kapitalizminin hukukî bir ifadesidir, istismarcı milletleri dünya tarihinde eşi görül­ medik bir tarzda zengin etmiştir. Hakikatte, zengin olan bu milletler, değil, bu mîlletler içinde beynelmilel sermayenin ortağı ve ajanı olan fertlerin teşkil ettiği bir tek sınıftır. O memleketlerde bu tek sınıfın kazanç şebekesi dışında kalan ekseriyet, yine dünya tarihinde eşi görülmedik bir sefalete düşmüştür. Sınıf mücadelesi bu'tezattan doğar.. Çünkü, M - H.
  • 31. 31 Lenormand’ın pek iyi formülleştirdiği gibi istihsalin iki âmili vardır: Sermaye ve emek. Bu iki âötilden kazanç elde edilir. Bü kazancın bir parçası, kâr Halinde serma­ yeye gider; öteki parçası ücret halinde emeğe verilir. Sermayeci de, işçi de bu kazancın büyük parçalarına sa­ hip olmak istedikleri için, aralarındaki çatışmadan ^mıf mücadelesi doğmuştur. Hürriyetçi devlet, prensipleri bakımından, bu raüca- delede iki tarafı serbest bırakmak zorunda olduğu için aralarını bulmağa ne mezun, ne de muktedirdir. Mezun değildir, çünkü liberal bir nizamda rekabet, mücadele ve fertlerin fertleri, sınıfların sınıfları istismarı serbesttir; muktedir değildir, çünkü sınıflar arasındaki müsavatsız- lığı ve mücadeleyi ortadan kaldıran bir teşkilâttan mah­ rumdur. Sınıf mücadelesi ve ona dayanan marksist eko­ nomi, bu hürriyet nizamından doğdu. Taşkın bir fertçi­ liğe dayanan bu hürriyetçi nizam, fertlerde kazanç hırsını o hale getirdi ki paradan başka Allahı kaluny&n benci ve menfaatçi bir bezirgân ahlâkı yarattı. Hürriyetçi ekonominin karşısına iki .agah düşman çıktı: Marksist ekonomi, mili! ekonomi. Marksist ekonomi, zaferini mahkûm sınıfın hâkim sı­ nıfs galebesinde arıyordu; hayalen bütün millî hudutları siliyor, “Dünya işçileri birleşiniz!,, diyordu. Millî ekono­ mi, hâkimiyeti bir sımfm elinden alıp ötekine vermek değil, sınıflar arasındaki ihtilâfı ve müsavatsızlığı millî menfaat lehine ortadan, -kaldırmak dâvasmdadır. rSamf yok, millet var; ferdî menfaat yok, millî menfaat var; hak yok, vazife var; ben yokum, biz vanz. Fakat bu­ radaki “yok„ izafidir: önce millî, sonra ferdî menfaat; önce vazife, sonra hak; önce biz, sonra ben... demektir. Bunun için marksist ekonomi ferdî mülkiyeti 'orta­ dan kaldırmak istediği halde millî ekonominin böyle--bir dâvası yoktur. O, rekabete de cevaz verir. Millî 'eko­ nominin gözünde kazanç bîr suç değiiclir.
  • 32. 32 Şu kadar ki -mülkiyet, rekabet ve kazanç, hürriyet­ çi ekonomide olduğu gibi, millî menfaat ve mahkûm sınıflar aleyhine başı boş bırakılamaz. Alabildiğine ka­ zanca, paraya tapan ahlâka, lükse ve sefahate paydos! İstihsalin iki âmili, sermaye ve emek, aralarında sınıf kavgasına imkân bırakmıyacak.bir teşkilâtla, kazançtan — istedikleri değil — lâyık oldukları ve millî men-ffate en uygun payı alırlar. Hususî menfaatlerin hâkimi ve nâzımı âmme menfaatidir. Marksist ekonomi dâvayı sınıflar arasında görür. Halbuki sınıflar millî camialar içinde teşekkül etmişler­ dir. Bir cemiyet kadrosu olmıyan yerde sınıf yoktur. Dâvayı parçada değil, bütünde gören millî ekonomi, sı­ nıfların menfaatini millî menfaatle ayarlıysak bu müea- deieye nihayet verir; bütünün şartlarını islâh ederek parçalar arasındaki ahenksizliği ortadan kaldırır. Smlf mücadelesine dayanan marksist ekonomi, esa­ sen bu mücadeleyi doğuran hürriyetçi ekonominin piçi oîduğü için, liberalizmle' beraber o da yıkılmıya mah­ kûmdur. Çünkü liberal olmıyan bir nizamda ne sınıf mücadelesi,, ne de ona dayanan marksist ekonominin vücuduna lüzum kalır. Liberal nizamda patronların menfaatini patron sendi­ kaları, işçilerin menfaatini işçi sendikaları korumağa çalışır. Aralarında bazan grevlerle neticelenen şiddetli mücadeleye devlet karışmaz. İster grevle neticelensin, isterse birçok İktisadî hasarlara sebep olsun, bu mücadeleden en çok zarar gören millî menfaattir. Senelerdenberi Fransa ve Amerika bize bunur* sayısız canlı misallerini vermiştir. Millî ekonomi, bu sendikaları devletin mur kabesi altında korporatif bir nizamın içine alır. Bütün istihsal, istihlâk, maliyet, ücret, fiyat meseleleri, müsavi reylere sahip olan işçilerle patronlar arasında, bu korporasyon- larda halledilir.’ Halledilmediği takdirde, âmme menfaati namına Devlet müdahale eder ve dâvayı, şu veya, bu tarafın değil, âmmenin lehine karara bağlar.
  • 33. 33 Bugün Avrupa memleketlerinin her biri, kendi bün­ yesine göre ve birbirini taklidetmeğe muhtaç olmadan her biri ayrı bir korporasyon nizamı vücuda getirmiştir.. Millî bir kadro içinde İktisadî birliği vücuda getiren bu teşkilât, modern demokrasinin babası sayılan Fransaya da nihayet girmiş bulunuyor. Çünkü lâkırdıda kalmak istemiyen bir milliyetçilik, millî birliğini, bütün iktisadi ihtilâfları ortadan kaldıran ve gayri tabiî kazançlara imkân bırak­ anıysa böyle bir teşeilâta bağlamak zorundadır. 3
  • 34. — 5 — Tarih ve Milliyetçilik Tarihte milliyet fikri insan kam île sulanan ve a- sırdan aşıra boy atan bir ağaç vuzuhu ile görünür. Onun tohumlarına İlk çağlarda rasiıyoruz. Romanın parçalan- masile O rta çağda asri milletler fidan halinde belirmeğe başlamışlardır. Rönesanstan sonra millî birlikler, zamanı­ mıza kadar tam gövdelerile taazzuvlanm vücuda getirme­ ğe devam ediyorlar. Öyle ki bütün insanlık tarihi, milli­ yet fikrinin, milletlerin teşekkülü vakıasının, tohumundan en yüksek dalının ucuna kadar, olgunlaştığını gösteren millî taazzuv hadiselerinin silsilesinden başka birşey de­ ğildir. Antikite çağındaki eski şark imperatorluklarma ba­ kalım (1). Bir millet tohumu halinde, kendine has vasıf- arla şahsî' ve orjinal bir Mısır kavmi görüyoruz. Fakat bu tohum bize bir Mısır milletinden bahsetmek cesaretini verecek bir taazzuva kavuşmamıştır. Aşariler ve Kelda- nilerde de millet farikasını görmek mümkün değildir. Iran henüz asri bîr milletin vasıflarını taşımaktan uzak bir kavim, olgunlaşmamış millî istidatların dağınık bir cami­ ası halindedir. Akdeniz Avrupasında bir Yunan milleti yoksa da Yunan tohumlu bir çok site milliyetleri vardır : Teb, İs­ parta, Atina. Kendi kendisüe fasılasız harp halinde bulu- (1) Bu faslı yazmak için müracaat ettiğim eserler arassmdia bilhassa Paul Hatıry’nin Fehmi Baldaş tarafından tercüme ecUîen “Milliyetler meselesi,, adlı kitabından çok istifade ettim.
  • 35. 35 nan bu kavim, siteleri arasında millî bir vahdet yarata­ bilmiş değildir. Roma imperatorluğu, Grekleri, İspanyol­ ları, Galyalıları, Mısırlıları ve diğer kavimleri İdarî ve siyasî bir vahdet altmda toplıyan gayri millî bir teşki­ lâttır. Fakat bu camia içinde müstakbel milletlerin to­ humları ilk fırsatta toprağı çatlatarak müstakil bünyeler halinde fışkırmağa hazırlanınakta dır. Roma imparatorluğu camiasına dahil kavimlerin bir millet hâline gelmek için muhtaç oldukları sahayı kendilerine veriyor: Bizans, İtal­ ya, İspanya, . Galya. bu imparatorluğun çerçevesi içinde müşterek millî vasıflar kazanan kütleler haline gelmeğe başlamışlardır. Asrî milletlerin teşekkülü Romanın p a r ç a ­ lanmasını bekler. Şarkta Bizans, ilk önce* Trakya, Anadolu, Suriye ve Mısır arasındaki ihtilâflar yüzünden millî birliğini ku­ ramadı,* fakat imparatorluk dış eyaletlerini kaybettikçe Yunan olmıyan bölgeler ortadan kalkmağa başladı, Yu­ nanca gittikçe daha fazla yayıldı ve İrsınlılara, Arapiara, Türklere ilh... karşı açılan harpler, Bizanslılara, Elemana fikrinin derinliğine, kültürünün yüksekliğine, dinî ve si­ yâsî vazifelerinin mukaddesliğine inanmak ihtiyacını ver­ di. Netekim millet denmeğe lâyık ilk camianın İstanbul etrafında teşekkül ettiğini görüyoruz. Balkanlarda onuncu ve on üçüncü asır arasında Bul- garlar, on birinci ve on dördüncü asır arasında Sırplar millî duygudan mahrumdular. İçlerinde taşıdıkları millî tohum, ancak Osmanlı istilâsından sonra, siyasi, içtimai ve dinî ihtilâfların tesiri altında büyüyor, millî bir mu­ kavemet şuuru haline geliyor. Rumenler on üçüncü asır­ dan sonra beliriyorlar. Avrupanın garbında millî benliğini ilk bulan millet­ lerden biri Frangadır. On dördüncü asırdan sonra yaptığa harpler ona bu şuuru verdi. Fransız ruhunun teşekkülün­ de Yüz sene muharebelerinin büyük tesirleri vardır. Ni­ hayet Jeahne d’Arc millî köpürüşü son haddine vardırıyor.
  • 36. 36 Aras sıılhünden sonra yıkılan Ingiliz hakimiyeti Fransada millet fikrinin ve milliyet duygusunun parlamasına da se- beb oldu. İspanya bütün millî benliğini ve varlığını Arap­ larla yaptığı harbe borçludur* İspanyolların ruhunda uzun zaman “iman„ ve “vatan,, mefhumları kardeş fikirler ha­ linde yaşamış, Ispanyol kralları bu millî duygunun teşek­ külüne tam manasile çalışmıştır. İsviçrede de dışarıki düşmanlarla m'ûharebeler millî duygunun teşekkülünü te­ min eder: 13 üncü asırda Avusturya hanedanlarına karşı mücadeleler ve Giyom Tel efsanesi İsviçrede uyanan millî istiklâl aşkının belirtileridir. Italyaya gelince, .Ortaçağ sonunda Avrupanm en medenî memleketi orasıdır. Fakat 19 uncu asır sonuna kader İtalya millî vahdetten mahrum kalmıştır: Venedik, Milano, Cenova ve Floransa arasındaki mücadeleler eski Yunan sitelerini hatırlatır. Fakat İtalya aşkı ve İtalyanlık mefhumu daima canlıdır. Hep eski Roma imperatorluğu- nu yeniden kurmak hülyası, millî duygunun teşekkülünde büyük bir. rol oynamış, fakat çok defa İtalyanları müthiş hayal sukutlarına uğratmıştır. Nihayet 14 cü asırda Dante, İtalyanlara millî birliğin en büyük tılsımını verdi: Millî .İtalyan dili. Rönesans can sonra büyük devletler ve millî birlikler mutlak şekillerini almağa başlamışlardır. Artık milliyet duygusu hep millî dil şuurile karışmağa ve yükselmeğe başlıyor. 16mcı asırda bir yandan Rönesans hareketleri­ nin, bir yandan da Osmanlı İmperatorluğunun Avrupada yayılmasına şahit oluyoruz. Türklere karşı açılan harpler sayesinde bazı Avrupa milletleri millî benliklerinin şuuru­ nu daha fazla kazanmaktadırlar. Avrupanın garbında da millî şuurun billûrlaştığını görüyoruz. Ingilterede, bilhassa Elizabetten sonra (1558- 1603) lngilizler, en büyük düşmanları İspanyoUar karşı­ sında millî benliklerine dönmeğe başlıyorlar. Merkezî Âv- rupada Alman Reform hareketi sür’atle millî bir kalkın­
  • 37. 37- ma halini almıştır. Romen - Cermen ihtilâfı millî şuurun parlamasına sebep olduğu gibi 1522 ile 1534 arasında Luther’in İncili Almancaya tercüme ettirmesi de Certnen- lik idealinin teşekkülünde Reformun büyük tesirlerini ko­ laylaştırmıştır. Fransız ihlilâlinden sonra, millet fikrinin ve milliyet hâdisesinin bugünkü inkişafına doğru geniş adımiar attı­ ğı görülüyor. “Hâkimiyet milletindir,, prensibi o zaman doğmuştur. Biraz sonra, on altıncı asırdanberi türlü ida­ relere bölünmek yüzünden millî vahdetini bulamıyan ve bdyiâk bir aşkla aradığı millî taazzuvuuna kavuşamıyara İtalya, nihayet on sekizinci asırda milliyetçi muharrirleri­ nin telkin sağanağı altında uyanmağa başlıyor. Fakat Al- manyada millî heyecan ve kalkınma çok daha azametli ve ihtişamlıdır. Büyük Fichte, bir milletin ruhunu başka bir milletin ruhuna irca etmek imkânı olmadığını ispat eden meşhur “Nutuklar,, adlı kitabını yazıyor, milletin yaşıyan bir uzviyet olduğunu haykırıyor. Artık on dokuzuncu asrın birinci yarısından sorara Avrupanın cenup doğusunda, merkezinde, cenubunda o za­ mana kadar millî birliklerinden mahrum kalan birçok memleketlerin tarihî dileklerine kavuştuklarını görüyoruz: Romanya, Yunanistan, Sırbistan istiklâllerini elde etmiş­ lerdir; Bulgaristan muhtariyete naildir. İtalyada Cavur’un dehası parlıyor. Onun politikasile Victor Emmanuel Napoli krallığına geçiyor ve Papa’nın memleketlerine sa­ hip oluyor. Italyan vahdeti ve nihayet Romanın fethi bir ha­ kikat olmuştur. Almanvada Bismârck Prusya kiralının imperatorluğu altında büyük birliği kuruyor. On dokuzuncu asrın sonlarında milliyetçilik, artık yalnız tarihî bir kader ve millî bir heyecan değil, bir ilim sistemi ve kaide haline gelmeğe başlamıştın Yir­ minci asırda bilhassa geçen dünya harbinden sonra bu tarih hareketinin ne büyük zaferler elde ettiğini gördük* Bunların başında Türk İstiklâl Harbi gelir'.
  • 38. 38 Milliyet fikri tarihin İlkçağlarında bir tohum, Orta­ çağlarında bir fidan, zamanımızda gölgesini bütün dün­ yaya salan bir.ağaç halindedir. Tarih, bu ağacı devirmek için onun köküne vurulan her baltanın kırıldığını göste­ riyor. Çünkü bütün tarih boyunca insan toplulukların in­ en büyük özleyişi tam ve müstakil bir millî taazzuva ka­ vuşmaktır. İnsan fâni ferdiyetinin üstünde kendisini mü­ şahhas bir gerçeklik halinde yaşatacak bîr ideale sarıl- smakta ölmezliğinin sırrını bulmuştur.
  • 39. — 6 — Felsefe ve Milliyetçilik Bütün felsefe tarihinde, hayatı izah eden birbi­ rine zıt iki fikir görünür. Bunlardan biri canlı varlığı cansız maddenin fiziko - şimik hâdiselerine irca eder. Hayat, maddeden ve onu terkibeden atomların hareke­ tinden müstakil bir prensip değildir. Felsefede mekanizm adım alan bu görüş, hayatın bütününü maddenin parça- larile izah eder. Bunun zıddı olan fikre göre hayat maddeden ayrı bir prensiptir ve fiziko - şimik unsurları­ na irca olunarak izah edilemez. Hayatın bütünile onu terkibeden madde unsurları arasında öyle karşılıklı bir münasebet vardır ki parçalar bütüne bağlı olmadan va- rolamazlar. Hayat bir makinenin hareketine benzemez. Makinede parça, bütününden ayrı da mevcut olduğu hal­ de, canlı varlıklarda, meselâ ağaçta yapraklar ancak ağaçla beraber yaşîyabilirler. Felsefede vıtalizm adına alan bu görüşe göre parçaların hayatı bütünün hayatına tabidir, parça bütünün emrindedir. Minnacık atomlardan koskocaman güneş sistemine kadar her varlık bir topluluk association halindedir: Bir hücre, bir yaprak, bîr ağaç, bir insan ruhu, bir aile, bir kilise, bir sendika, bir ilim cemiyeti, bir millet... hep birer topluluktur; her birinin parçalar», iş bölümü ile, ayrı ayrı, bazan da birbirine zıt fonksiyonlara sahiptirler; fakat her topluluğun kendi has bütünü, parçalarına müş­ terek bir varlık veçhesi verir. Bir uzviyetin unsurlar* da, ne kadar çeşitli ve birbirile ne kadar mücadele ha-
  • 40. 40 linde olursa slsun, bütünün hayatına yardım eder ve bu bütünün emrinde, onun hayatını muhafazaya ve idameye çalışır. İlimlerin yeni buluşları parçalardan bütüne giden mekanist görüşten ayrılmakta, bütünden parçalara giden vitalist görüşe sarılmaktadır. Gramerde bile eski Yunan ve Roma zamanmdanberi cümle teşkiline yarıyan unsur­ ların, isim, sıfat, zamir ilâh.., gibi kelime bölümlerinin tasnifile başlıyan eski tahlilci usul terkedilmiş ve yerine Alfred Brunot, Meillet, - Vendryes gibi en büyük lisani- yatçılarm müjdecisi oldukları terkipçi usul gelmiştir. Yeni gramer, kelime parçasından cümle bütününe ( sin- ta k sa ) değil, cümle bütününden kelime bölümlerine gi­ den bu terkipçi usulü kabul eder. (Yeni bir gramer me­ todu hakkında lâyiha - Ahmet Cevat Emre - Maarif Vekâ­ leti neşriyatından.) Psikoloji de klasik tahlil ve tasnif metodunu terket- iniştir. Gerek Behaviorisme, gerekse Geştalt ve synthese psikolojileri, şuurlu ve şuursuz her ruh vakıasının bir sentez (terkip) mahsulü olduklarını ve ruh hayatının hiç­ bir yerinde unsurlara varılmadığı için ruh hayatında sen­ tezin mutlak bir kanun sayılması lâzım geldiğini belirtir­ ler. Bu ruh bütünleri, daima, parçalarını teşkil eden ruh unsurlarının yekûnundan fazla ve başka bir şeydir. (Dıvelshauvers'den M. Şekib Tunç'un tercüme ettiği Psi­ koloji- Maarif neşriyatından.) Hekimlikte de insan vücudu denilen çapraşık ve mürekkep varlığın bütününe ait şartları ihmal ederek hep parçalar, tahlil unsurları üstünde kalan eski metot yıkılmaktadır. Alexis Carrel’in L’Homme, cet inconnu.,. isimli meşhur kitabı, Paul Tournier’nin Midecine de la personne gibi eserlerile büyük bir inkilâp hareketi do­ ğurmuş, Pariste insan vücudunun bütününe ait vasıfları araştıran yeni bir enstitü açılmıştır. Sosyolojinin ve biyolojinin de esasen bu topluluk
  • 41. bütünlerine dayanan ilimler olduğunu evvelki makalelerde izaha çalışmıştık. Artık bütünün vasıflarını ve. şartlarım parçalarda ariyan klâsik tahlil metodu yerine her ilim şubesinde ve felsefede mecmu heyetlerin, toplulukların^ bütünlerin kanunlarını ariyan ve inceleyen, »terkipler üs­ tünde düşünen yeni usuller hâkimdir. İçtimaî inkılâplarda da bu görüşün zaferlerine şa­ hit oluyoruz. Cemiyetleri fertler arasındaki riyazi toplu­ luktan ibaret sayan ve “ekseriyet,, gibi kemmî bir pren­ sibe dayanan ferdiyetçi liberalizmin mekanik görüşü yı­ kılıyor; cemiyetlerin makine gibi parçalardan kurulan ve insan idaresile vücut bulan sunî varlıklar değil, uzviyet gibi bütünü ve parçaları aynı zamanda teşekkül eden, parçaları bütünün emrinde ve istikametinde gelişen tabiî varlıklar olduğu anlaşıldığı için, geçen cihan harbinden- beri yapılan inkilâpların hepsi tek şefli, tek partili ve totaliter bir cemiyet bünyesi doğurdular. Bu harb içinde liberal demokrasilerin de resmen bu bünyeye doğru isti­ hale ettiklerini, harbden sonra daha temelli bir inkilâp geçirmek yoluna girdiklerini görüyoruz. Bilhassa cemiyetlerin hayâtında mekanist görüşün tam bir iflâsa yuvarlandığına zerre kadar şüphe yoksa da felsefi sistemlere has olan mücerrt mefhumları daha ihtiyatlı kullanmaktan alınacak dersler ve faydalar da yok değildir. Hakikatte mekanizm ve onun antitezi gibi görünen eski ve yeni vitalizm arasındaki zıddiyet zahiridir. Çünkü mekanizmin bütün prensiplerini kabul eden vitalizm, onu ihtiva etmek suretile aşmıştır: Hayat hâdiselerinde fiziko - şiıiıik unsurların rolünü bittabi in­ kâr etmez; bunların faaliyetile hayat arasındaki sıkı mü­ nasebeti elbette kabul eder; fakat hayatın bu unsurlar- lardan müstakil bir prensip olduğuna inanır. Şüphesiz insan vücudu bir makineye benzer; fakat makineden iba­ ret değildir; onu işleten hayat cevheri, hücreye varınca* ya kadar en küçük parçasının bile varllık şartıdır. Fonk­ siyon bakımından makineyi andıran ve mekanistleri hak-
  • 42. 42 Iı çıkaran insan vücudu, hayatın prensipi ve mahiyeti bakımından onların izahını kifayetsiz bırakmaktadır. Bu boşluğu vitalizm doldurmuştur. En büyük mekanistler de bunu kabul ederler. Meşhur Claude Bernard der ki: “Eğer vitalistj^er canlı varlıkların kaba maddede bukm- mıyan ve kendilerine has tezahürler gösterdiğini iddia ediyorlarsa onlarla beraberim. Filvaki ben de kabul ede­ rim ki hayat tezahürleri yalnız fiziko - şimik hadiselerle izah edilemez.„ Intr. a Vet. de la med. exper. 2 nci parti, beşiaci fasıl. Böylece mekanizmi de içine alarak onu aşan vitalizm bir nazariye ve bir antitez olmaktan çıkarak tam ve kusursuz bir hakikat sistemi haline gelir. Parça bütünün emrinde olunca, sosyal topluluklar­ da bütünün vasıflarım hep millî müessese ve ananeiede görüyoruz: Lisan, estetik, ahlâk ilâh... Bugiin millî ka- rekterden mahrum hiç bir İçtimaî grupa tesadüf etmiyo­ ruz. Zevale mahkûm bir iki istisnasıle bütün siyasî bir­ likler, millî birliklerdir. Her yerde millî camianın hürri­ yet ve menfaatlerini fertlerinkinden üstün tutan idareler kuruluyor ve parçalan bütünün emrine veriyor. Bugiin sonuna vardığım ve herkesin anlaması için mümkün ol­ duğu kadar sadeleştirmeğe çalıştığım “İlim karşısında milliyetçilik,, serisinden çıkan açık netice şudur ki, tari­ hin yaman bir tecellisi olarak, büyük dâvamız lehine, ilim, felsefe ve realite birbirine sarılıyor. İşte yeni dün­ ya bu eşsiz ve güzel kucaklaşmadan doğmaktadır;
  • 43. MiîSet ve Halk Hukukî ve siyasî mânasile millet;, coğrafya hudut­ ları müşterek, resmî lisanı ve kanunları müşterek, sayışı fetihlerle çoğalıp yabancı devletlere arazi terkile azalan, .tebaa dediğimiz insanların yekûnudur. Sosyolojik mâna­ sile millet yalnız tâbiiyet ifade etmez. Milletin fertleri arasında, ayni coğrafya hudutlarının, aynı lisanın ve aynı kanunların vücude getirdiği mekanik ve statik vahdetten fazla olarak uzvî mükemmellikte bir bütünün, parçalarına sari ve cemiyet müesseselerini doğuran bütün harsî vasıf­ larının da müşterek olması lâzımdır. Birinci mânasile, coğrafî hudutlar içinde yaşıyan halk ve yalnız bu halk, millettir; ikinci mânasile, bir milletin coğrafî hudutları dışında yaşıyan ve yabancı bir devletin tabiiyeti altında bulunan fertleri de millî câmiaya dahildir. Türk ve Fransız lisanları bu iki mefhumu biribirin- deıs ayırmaz ve ikisine de millet adını verir. Almancada da “millet,, kelimesinin karşılığı, fransızcada olduğu gibi “Natîön,, dur ve milliyetçilik mefhumu “Nationalismus,, kelimesile ifade edilir. Fakat Alman sosyolojisi, milletin bu iki mânasını biribirine karıştırmamak için başka bir kelimeye, türkçedekinden ve fransızcadakinden daha ge­ niş bir mâna-verir. Bu kelime “Volk„ dur ve Türkçede halk, fransızcada peuple mânasına gelir. Her iki dilde de bu iki kelimenin başka bir karşılğı olmadığı için “Volk„ mefhumundan Almanların anladığı mânayı tamamile ifade etmek mümkün olmaz. Alman mütefekkirleri sırf bu mefhumların biribirine karışmasını ölçmek için eserler yazmışlardır. Çünkü bun­
  • 44. 44 ların biribirine karışması, halkın zihninde Ahnanlık ide­ alinin vuzuh kazanmasına engel olacaktı. Bu ideal Al­ manyanın coğrafî hudutları dışında ve yabancı devletle­ rin tabiiyetinde yaşıyan Almanları da millî camia içinde görür ve Avusturyada, Sudetlerde, Polonyada yaptığî gibi, ergeç ötekileri de siyasî hudutları içine almayı özler. Bunun için milletin hukukî ve siyasî mânasını İçtimaî­ sinden ayıracak bir kelimenin hayatiyetini artırmak lâ­ zım gelmişti. Bu kelime, Volk, ilk unsuru kan ve tâli unsuru top­ rak olan bir tabiatın emrinde teşekkül etmiş canlı bir bütün ifade eder ki coğrafya hudutları onu parçalayıp öl düremez. Hep bu geniş Volk mefhumu içine giren Alsas - Loren Almanile Polonya Almanı, Prusya veya Bavyera Almanı arasında millî kıymet farkı yoktur. Bana Öyle gelir ki Alman fikir adamlarının bilhas­ sa yenilerinin bu “Nation = Millet,, ve “Volk = Halk» kelimelerine izafe etmek istedikleri mânalar, İlmî olmak­ tan ziyade notninalist bir endişe mahsulüdür. Aksi de yapılabilirdi. Hukukî ve siyasî mânasile millete “halk„ İçtimaî manasile halka “millet,, denebilirdi. Nitekim Fran­ sız ve ondan mülhem Türk sosyolojisi, halka değil de millete bu geniş mânasını vermiştir.. İki telâkki arasında bir mâna tezadı yok, sadece bir “terminoloji :-= ıstılah sistemi,, farkı vardır. Kelime aynı da olsa, “millet,, in delâlet ettiği bire­ birinden çok farklı iki mefhumu bizim de biribirine ka­ rıştırmaktan sakınmamız lâzımdır. Bu kelimeyi yalnız hukukî ve siyasî mânasile alacak olursak, yabancı mem- lekerde yaşıyan öztürkleri tamamile yabancı saymamız lâzımgelir, ki bu takdirde, Yunanistanla yaptığımız mü­ badele ve diğer memleketleri de içine alan göçmen poli­ tikamızı inkâr etmiş oluruz. Hiç şüphesiz millî camiamızın hudutları, siyasî coğ­ rafya hudutlarımızdan ibaret değildir. Büyük bir milletin çocukları olmak gururunu toprağın üstündeki itibarî bir
  • 45. 45 çizginin kuşağile boğamayız. Bir milletin tarihi coğrafya­ sının içine hapsedilemez; öyle olsaydı mekteplerde okut­ tuğumuz tarihi yeni baştan yazmamız lâzımgelirdi. Türk milleti Sultan Osmandan çok evvel doğdu ve koskoca Osmanlı imparatorluğunun hudutları bile onun millî hu­ dutlarını kuşatacak bir genişlikten mahrum kaldı. Sınır-dîfi ve Sınır-içi Türklerini hep “millet,, kelime­ si?ıe ifadeye devam etsek bile bu kelimenin yalnız İkinci­ lere münhasır olmadığını hiçbir ân unutmamalıyız. Almanca Volk kelimesi fransızcada peuple kelime­ sinden başka bir karşılık bulamıyor. Fakat bizde buna “halk„ kelimesinden başka bulunabilecek bir karşılık daha vardır - Kavim. Meşhur Macar Türkiyatçısı Vambery, bü­ tün şimal ve şark Türkleri hakkındaki büyük eserinin adını TürkenVolk koymuştur ki, tercüme edilmesi lâzım geİse - ki bütün kitabın tercümesi şarttır!- buna “Türk halkı değil, “Türk kavmi,, demek elbette daha doğru olurdu. Fakat sosyoloji dilimizde, “millet„ ve “milliyet,, milliyetçilik,, tâbirleri o kadar yerleşmiştir ki bunları de­ ğiştirmektense geniş mânalarını kavramakla iktifa etmek belki daha doğru olur; hattâ en doğrusu, yarınki nesil­ lerin seve seve benimsemiyeceklerini bugünden hiç kimsenin temin edemiyeceği “ulus„ kelimesini geniş millet mefhu­ muna karşılık olarak canlandırmaktır. Tarih ve dil inkı­ lâbımızın bu kelimeden anladığı mâna da, bütün dünya Türklüğünü içine alan bir genişliğe sahip değil mi?
  • 46. Millî Ahlâk İnsanî ahlâk, başkasına zarar ,veren hareketleri yap­ mamak, fayda veren hareketleri yapmak gibi en sade prensipine irca edilebilir. Böyle bir ahlâk, her tek adam­ dan, başkasını ziyana sokabilecek her türlü menfaat ve keyiflerinden vazgeçmek fedakârlığını ister; bu kadar da değil: Başkasına fayda veren hareketleri yapabilmesi için ondan bazan hayatını feda etmeğe kadar gitmesini de bekler. Bu kendine kıymak iradesî, arzularının ve ihtirasla­ rının cazibesine esir doğan insan için katlanılması öyle zor bir işkencedir ki, eğer yaşamanın keyiflerine baskın çıkan bir idealin cazibesi olmazsa hiç kimse nefsinin sa­ yısız ve arsız isteklerile başedemez. İnsanın teldolaptan ciğeri kapıp kaçan kediden canavarlara varıncaya kadar bütün hayvanlardan farkı bu ideale sahip olmasıdır. Fâni hayatının dışında hiç bir mâna bulmıyan adam, bir daha görmiyeceği bu dünyanın bytüp lezzetlerine ka­ vuşmayı bir felsefe haline bile getirmiştir: İç bâde, güzel sev, var ise aklü şuurun Dünya var imiş ya ki yok olmuş, ne umurun İnsanın bu hayvanca varlık telâkkisinden kurtulması ona, öldükten sonra madde halinde değilse bile hiç ol­ mazsa mâna halinde devam edeceğini vadeden bir ideale inanmasile mümkün olur. Aile, zürriyet halinde devam ümidini verdiği için insanın benciliğini (hodgâmlığını) epeyce azaltmıştır. Aile­
  • 47. sine karşı herkes azeok fedakârdır. Fakat bu sefer de tek adamın benciliği yerine bir ı ile hodgâmlığı geçer. Her­ kes şefkatinin, merhametinin ve fedakârlığının en büyük payını kendi yakınlarına ayırdığı için sosyal ahlâk yine tam olarak teşekkül etmez. İnsana ebdilik imanını en çok veren duygu Allaha inanması olmuştur. Payen devirlerde bile ahlâk, Eflâtu­ nun hayrı âlâsı gibi ilâhiyatçı görüşlere dayanır. Ortaça­ ğın dinleri ebedilik, imanını daha mazbut ve: ortamalı akidelere bağlamıştır. Bu dini ahlâk, din ile dünya işleri ayrılıncıya kadar, yaui onsekiz asır- yaşadı. Fransız ihtilâlinden sonra onun yerini almak isteyen lâik ahlâk insana ebedilik imanı veren cazibeden mah­ rumdu. Bunun için her buhran geçirdikçe ya dinî ahlâka veya millî ahlâka tutunarak ayakta durabiliyordu. Onun bu zaafı Allahsız kalan Avrupa ve Amerikanın ahlâkça soysuzlaşmağa başlamasile neticelendi. Büyük kapitalizm yeni doğmuştu. Bununla bir arada doğan kazanç hırsının İktisadî sebeplerini iki sene evvel Cumhuriyette çıkan bir makalemde şöyle izah etm iştim : “Kapalı millî hudutlar yıkılmış ve yerine, millî hu­ dutlar kaldırılarak, şahsî teşebbüsün alabildiğine kazanç elde edebileceği, dünya ölçüsünde geniş bir istismar mey­ danı açılmıştı. Bu imkânın kafalarda yaptığı inkılâp, ar­ tık derebeylik ve monarşi tahakkümlerini çoktan yıkan fertlerin teker teker hür olmaları idealidir; ahlâkta yap­ tığı inkılâp da, bu hürriyetin sarhoşluğile, fertlerin, tabi- atlerinde uyuyan en aşağı insiyaklarla harekete gelerek altın peşinde, kazanç peşinde, umumî menfaatleri hususî menfaatlerine feda edecek-»bir hodgâmlığa düşmeleridir. O derecede ki, bütün kıymetler para kazanmanın bir va­ sıtası haline gelmişti. Herşeyin ölçüsü para: Şu fikrin on paralık haysiyeti yoktur; o kadının gözleri milyon değer; bu tablo on bin lira kıymetindedir; filânın ciğeri beşpara eimez; bir fikir adamı bile kazandığı para nispetinde iyi düşünür. Halbuki eski çağ veya feodalite edebiyatında
  • 48. zenginlerin hicvedilmesine sık sık yaslanırdı. Plütark, Çi- ceron zamanında serveti sayesinde iktidara geçen Kras- süs'ii tezyif etmişti.„ Eğer bu soysuzlaştırın kazanç ahlâkımı* peşinden millî ahlâk yetlşmeseydi günün birinde namustan ve vic­ dandan bahsetmek ayıp olacaktı. Daha şimdiden bunun enayilik telâkki edilmeğe başlandığını da görmüyor muyuz? Millî ahlâk, ilk çağlarındanberi, vatan sevgisi ve kahramanlık ahlâkı halinde vardı. Fakat sosyolojinin milliyetçiliğe bir ilim haysiyeti ve akide sağlamlığı ver­ mesi geçen asrın sonunda mümkün olmuş, milliyetçi re­ jimler de bu asırda, geçen Cihan Harbinden sonra doğ­ muştur. “İlim karşısında milliyetçilik,, adlı makale serisinde izaha çalıştığım gibi, sosyoloji ve psikolojij insan “ben„ inin en son tahlilinde cemiyetin tesirlerim bulur. Fikir hayatının ilk safhasında şiddetli bir ferdiyetçi olan Mau- rice Barres Frsınsanın eiı büyük milliyetçileri! den biri ol­ duktan sonra aynen şöyle demiştir-: “Ben ciddi hir tahlile vurulduğu zaman yok olur ve yerini, fâni mahsulü olduğu cemiyete bırakır... Başlangıçta hür olmaktan büyük bir gurur duyan düşüncem, nihayet, ben doğmadan çok evvel ona bütün inceliklerine kader emreden bu toprağa ve bu ölülere bağlıdır.„ Böyiece ferdî düşünce ölenlerin fikirlerini devam ettirdiği gibi, sahibi öldükten sonra, da, millî camiai çinde yaşıyan dirilerin zekâlarında devam eder. ister İlâhî, ister içtimai mânada ebedî olmanın ilk şartı millî olmaktır. Bu ideal,, ferdin, milli müdafaa için icabında seve seve canını verebilmesi mucizesini doğuran kahramanlık ahlâkının da cazibe merkezidir. Bunun için millî ahlâk olmıyan yerde ahlâk yoktur.
  • 49. Doğan Dünyanın Müjdecisi İlim objektiftir. Hâdiseler arasındaki münasebet­ leri incelerken,, tahlil ve terkinlerine hiç bir tema­ yülün müdahalesini istemez; hiç değilse elinden geldiği kadar böyle olmak ilmin şaşmaz prensipidir. Bir ilim ol­ mak haysiyetiyle; sosyoloji de, cemiyet hâdiselerine ait gerçeklikleri ne iseler öylec^ anlamaktan ve kabul et­ mekten başka hiç bir gayenin emrinde değildir. Ne siyasî, ne millî. (İökalp’m inandığı ve istidlallerine temel olarak al­ dığı Diırkheimsasyolojisi de, neticelerinden başkalarının çıkardıkları'' manalara lakayttır; ne istikbali haber verir, ne de milletlere istikametler gösterir. Bu, ilimlerin değil, onların donelerinden hareket eden siyasî ideolojilerin işidir. Gökalp, ilmin âlimden istediği objektif görüşe sahip bir sosyolog değildi. Sosyolojide kendine has ve orijinal hiç bir çalışması ve buluşu yoktur. Gökalp, Durkhemı sosyolojisinin verimlerim Tiirk tarihine ve Türk cemiye­ tine tatbik ederek ondan millî ve siyasî istikametler çık­ mış bir ideologudur. Gökalp’ı bir sosyoloji âlimi gibi alalamağa kalktsğı- .msz anda önümüze çıkan adam, Durkiıeimin alelade bir müterciminden başka ,birşey olmaz. Fakat Gökalp’ı bu ■4
  • 50. 50 sosyolojinin verimlerinden Türk dünyasına, hattâ garp dünyasına ait istikametleri bulup çıkarmış bir ..cihan, te­ lâkkisinin öncüsü gibi anladığımız anda karşılaştığımız adam, görüşünün ufukları ilmin çerçevesini kat kat aşan ve hocası Durkheimi fersah fersah geride bırakan büyük bir mürşid ve müjdecidir. Gökalp bugün doğumuna şahit olduğumuz dünyayı çeyrek asır evvel gör*dü ve müjdelerdi. Bu dünya, milli­ yet dünyasıdır. Çeyrek asır evvel, Gökalp, “Milliyet mef- kûresı,, adlı makalesinde “Sosyalizm, diyordu, diğer kü­ çük mefkûreler gibi millî mefkurenin bir muavini mevki­ inde kalacaktır. Avrupa milletlerinde sosyalizm aleeMe- vam kuvvetlenmekle beraber, muharebe zamanlarında mevkiini millî mefkûreye bıraktığını görüyoruz. Siyasî muharebelerden sarfınazar, hattâ yaluız iktisadiyat sahala­ rında bile, sınıf mefkûresi, milliyet mefkûrecinin bir ta, bildir. Lisan, İçtimaî hayatın zemini, maneviyetra. nesci- harsin ve medeniyetin temelidir. O halde - hangi zümreye ve hangi faaliyete ait olursa olsun - istikbaldeki bütün İçtimaî cereyanlar gerek doğrudan doğruya, gerek dolayı- sile daima lisanı zümreyi tekasüf ettirecek ve her buh­ randan mutlaka - daha zinde ve daha kuvvetli bir surette- milliyet? mefkûresi feveran edecektir.,, Bu peygamberce istidlâlin uzağı ne dferece doğru gördüğünü sonraki hâdiselerle kontrol edelim. İlk ve en büyük hâdise: O makalenin yazıldığından bir iki yıl sonra mütareke devrinde, Türk tarihinin en büyük buhranından' doğan millî zaferi ve bu inkılâbı yapan sınıf değil, milletti. Ayni yıllar içinde bizimkinden pek başka şartlar altsnda doğan ve şüphesiz bizimkinden birçok ayrı vasıflara sa­ hip Italyan inkılâbı da, büyük harpten sonra ayaklaman sınıf ideolojisini tepeleyerek onu milliyet idealinin emrine verdi. Artık Almanyada, Macaristanda, Portekîzde, İs­ panyada ve bugünkü Fransaya kadar heryerde, nihayet bütün smıf ihtilâlleri tepelenerek, Gokalp’m tahmin etti-v ği gibi “Milliyet mefkuresinin tabii,, haline getirildi ve'
  • 51. 51 MHer buhrandan - daha zinde ve daha kuvvetli - milliyet mefkuresi feveran etti.,, Büyük harpten sonraki Avrupa tarihinde, müstesna olarak bile, bunun aksine bir tek, bir tek, bir tek misâl gösterilemez. Bu kadar da değil: Gökalp’m çeyrek asır evvel bü­ tün yazılarım dolduran fikir kökleri, sonradan, Avrupa­ cın bütün millî ihtilâl partilerinin programlarına ve nâzım fikirleri arasına kelimesi kelimesine geçti: “Hak yok, va­ zife var„. “Fert yok, cemiyet var„. “Ferdiyet yok, şahsi­ yet var„, “Âmme menfaati hususî menfaatlerin üstünde­ dir,,, “Icapettiği zaman aile kendini hirfet ocağına (Kor- porasyona), ocak ta kendini devlete feda etmelidir. „ “Hak milletin, şan onun - Gövde senin, can onun - Sen öl ki, o yaşasın - Dökülecek kan onun, “İnsan bir fer­ diyet olduğu için değil, bir,şahsiyet, (millî bir şahsiyet) olduğu için izzete ve şerefe, maliktir.» . Bu fikirler şimdi bütün Avrupada millî inkılâp bay­ raklarının üstünde dalgalanıyor. Gokalp’ın garp dünyası için en az çeyrek asır önce müjdelediği bu neticeler bü­ yük Türk dünyası için de, şimşek hızile gerçekleşme yo­ lundadır. Çünkü onun bir sözile bitireyim : “Türkler her asrın yeni insanlarıdır^ Bundan dolayıdır ki yeni ha­ yat bütün gençlerin anası, olan Türklükten doğacaktır.^
  • 52.
  • 54.
  • 55. İdealsiz Adamı Çeviren Boşluk Nietzsche zahitlerin idealinden bahsederken { La genealogie de la Morale s: 282 - 284) bundan mahrum olan hayvan - adamın mânasızlığım belirtir, “insan niçin yaşıyor?„ suali, “asetik» idealden mahrum olanlar için cevapsızdır. Bunlar insan kaderinin peşinde şu ümitsiz nakaratın çınladığını duyarlar: “Nafile!,, İdealsiz insanı “büyiik bir boşluk çeviriyor, bu insan kendisini teyit et­ meyi, tefsir etmeyi, ikrar etmeyi bilmiyor, hayatın mânası problemi önünde ıstırap çekiyor.,, Fakat bu idealsiz adanma en büyük meselesi ızhrabın kendisi değildir, “O, daha ziyade niçin ıztırap çekmeli? sualine cevap verme­ menin azabı içindedir. Hayvanların en cesuru ve iztı- raplas’a en dayanıklısı insan, ıztıraptan ıztırap olduğu i^in kaçmaz: Hattâ onu arar bile; elverir ki varlığının hikmeti ve bu ıztırabm sebebi kendisine gösterilsin.,, Fakat zahitlerin ideali sayesinde “iztirap izah edilmiş oluyor, büyük boşluk doluyor, her türlü nihilizm üstüne kapılar kapanıyor. Hayatın bu tefsiri hiç şüphesiz yeni bir ıztırap getiriyor, eskisinden daha derin, daha mah­ rem, daha zehirli, daha öldürücü bir ıztırap, çünkü bir hatanın cezası yerine geçiyor... ,Fakat bütün bunlara rağmen selâmet de getiriyor, çünkü artık insanın bir mâ­ nası var, artık “Rüzgârın koğduğu bir yaprak, tesadüfün zeki bir oyuncağı, mânâsız bir varlık değil o,1artık bir
  • 56. 56 şeyle? istiyebiliyor ve böylece insanın iradesi, “ Hiç ol­ mazsa irade kurtulmuş oluyor. Beşeri ve daha ziyade “hayvanı,, ve en ziyade “maddî,, olan her şeye karşı za­ hitlerin bu kini; satıslardan, hattâ akıldan bu nefret; sa­ adetten Ve güzellikten bu korku; görünüş, değişme, oluş, ölüm, ceht, hattâ arzu oîan her şeyden bu kaçmak arzusu, bütün bunlar, anlamağa cesaret edelim, bir ' yok olma iradesi, hayata bir düşmanlık, hayatın esaslı şartla­ rını kabulden çekinme ifade eder; fakat bu hiç olmazsa- bir irade dir ve öyle kalacaktır. İnsan yokluğun iradesi­ ne sahip olmayı, hiç bir şey işteyernerneğe daima tercih ediyor.,, Nietzshe bu satırları yazdığı zaman (1887), milliyet­ çilik henüz bir akide haline gelmemiş olduğu için, geçeni asırları dolduran ascetique = zühdî idealin yerine millî idealin geçmeğe namzet olduğunu bilmiyordu. Bugün uçak ve denizaltı kahramanlarının, savaş , meydanlarında vurulanların ölünceye kadar yüreklerim dolduran ve çarptıran mâna, ferdin cüce varlığından duyulan tiksinti içinde, milleti yaşatmak için, nisanın — canına varıncaya kadar — nefsine ait bütün kıymetleri- top yekûn feda et­ meğe hazır olması irâdesidir. Bu irade bütün selâmeti ve ebediliği uğrana ferdin kendine kıymakta, şehveti göl­ gede bırakan bir keyif duymasından ileri geliyer. Ve bu irade, öylesine bîr millî ideal hamlesi ki, taşıyanını ölü­ me bile fırlatıp atsa, peşinden büyük milletler ve mede­ niyetler yükseltiyor. Bıına manmıyan ve kendisinde bu kahraman yapısı bulunmıyan asker, ana vatan kıyıların­ dan binlerce mil uzakta, denizin yüz metre derinliğinde, ciğerini sun’î balon havasile şişirerek, bir düşman geresi^ sini torpillemek aşkiie nefsine ait bütün tadîarı ve onun hülâsasından başka bir şey olmıyan canını tehlikeye at­ maz; ordunun daha az? tehlikeli hizmetlerine koşar. Çün­ kü insan, Sophokles'in cümlelerile "Karanlık benizlerin üzerinde, fırtınalı lodos rüzgârları ile kabaran dalgalan aşarak, gürültüler arasmda yoluna giden insan,,, “ Şu
  • 57. 57 çok bilmiş insan, gamsız kuş sürülerini, ormandaki yır­ tıcı hayvanlan, dehizdek? türlü mahlûkları ipten örülmüş ağlarla tuzağa düşüren insan „ , “Dağın yabani hayvanını zekâsile yola getiren ve altın yeleli başına koşum, ve kimseye râmolımyan dağ boğasının boynuna boyunduruk geçiren insan,,, Nietzsche’nin dediği gibi ıztıraptan da, tehlikeden de, ölümden de kaçmaz; elverir ki ona bu fedakârlığının ulvî sebebi izah edilsin. İnsan ki hayvanla­ rın en cesuru, insan ki Allaha en yakın kul, en yaratıeî ve en kahraman, Okyanusların dibine iner ve stratfosfer- lerin üstüne fırlar, yaşatmak için yaşar ve yaşatmak için olur. Fakat ona ekmek ve ideal veriniz, ekmek ve ideal, ideal, ideal!
  • 58. Millî C e m iy etlerde İdeal İdeal ferdî mânasile varılması özlenen herhangi bir gaye’dit İçtimaî mânasile ideal, gelecekte varılması özlenen ve tasarlanan, meçhul yarınlara ait bir hayal değil, taze ve dolgun bir millî şuur hali, cemiyetle fert arasındaki gizli telleri seslendiren bir sosyal uyanış, tastamam bir realite’dir. İztimaî mânasile ideal, millî şuıurun ferdî şuu­ rumuza dolması, ben imizi biz’in iştiyakları ve heyecanla- rîle doldurmasıdır. Burada artık habire peşinden koşulan ve bîr türlü vanlamıyan bir serap yok, her an aşılan bir merhaleden yeni bir merhaleye doğru koşma ve kavuşma vardır. İçtimaî ve millî mânasile ideal, cemiyete zararla, hattâ sadece faydasız, nafile ferdî isteklerimiz yerine İç­ timaî isteklerimizi dolduran millî şuur zenginliğidir. Bu her an tazelenen dolgun şuur hali, içiıide artık niçin ya­ şadığımızı biliyoruz; Eger evleniyorsak, bu yalnız şu gü­ zel kızin gözlerine vurulduğumuz için değil, yalnız ev hayatının disiplinine , kavuşmak için değil, bunların ve buna benzer ferdî keyif ve menfaatlerden evvel, cemiye­ te bir aile hücresi daha kazandırmak, nüfusu çoğaltmak, memlekete yeni kuvvetler ve millî hayata yeni hayatlar katmak içiadir. Eğer ticaret yapıyorsak, bu yalnız para kazanmak için değil, ondan evvel memleket istihsalini; paramızın kıymetini, millî serveti çoğaltmak içindir. Ferdî
  • 59. 5§ hareketlerimizin en büyüğüuden en küçüğüne kadar hep­ sinde bir millî menfaat hesabı vardır: Şu köşeyi dönü­ yorsak, şu dostla sevişiyorsak, şu gazeteyi okuyorsak, şu tiyatroyu seyrediyorsak bunların hep memlekete fay­ dalar temin ettiğine emin olduğumuz içindir. Hattâ ye­ mek, içmek gibi uzvî faaliyetlerimizin de gayesi millîdir. Bir milletin uzvu olmaksak hayvanlaşacağımızı biliyorâz; bir milletin uzvu olmamanın mümkün olmadığını biliyo­ ruz; ferdî hayatımızın millî hayatımızla kaim olduğunu biliyoruz; ferdî hayatımızın fâni, millî hayatımızın bakî olduğunu biliyoruz; millî hayatımızın devam edebilmesi için ferdî hayatımızı onun emrine vermek lâzım olduğunu biliyoruz. Liberal demokrat cemiyetlerde bu millî şuur, sükûn ve refah zamanlarında uykuya dalar, harp, ihtilâl ve buh­ ran zamanlarında uyanır. Sükûn zamanlarında fertlerin çoğu, ancak aile ve dost kadrosu içinde sosyal hayatla­ rım yaşarlar; bütün fedakârlıkları kendi yakınlarına in­ hisar eder; kendilerinin ve yakınlarının saadetinden baş­ ka bir şey düşünmezler. Millî şuurlarının memlekete şa­ mil tarafı derin bir uyku içindedir. Fakat Gökaîp’ımızm izah ettiği gibi: Milletin hayatı büyük bir tehlike ile teh­ dit olunduğu, cemiyet büyük bir hamle ile kendisini kur­ tarmağa azmettiği galeyanîı dakikalarda, cemiyet bu de­ rin ûykudan birdenbire uyanır. Fertler bu esnada kendi menfaatlerini, şahsî arzularım, gailelerini unuturlar. Hep­ sinin ruhunda yalnız müşterek bir heyecan, müşterek bir iMiras hüküm sürer. Bu galeyanîı anlarda fertler son derece feda­ kâr olurlar. Bundan başka onların ümitleri, azimleri, me­ tanetleri de fevkalâde şiddet kazanır. Bu anlarda nice sakin adamlar kahramanlıkta, nice bedbinler nikbinlikte, nice meyuslar ümitvarlıkta nüraune olmuşlardır. Bu an­ larda bütün ruhlarda sari ve müstevli bir vecd vardır ki hepsini en tatlı saadet duygularına boğar.,, Gökalp’ımızm - mürşidi Durkheim gibi - en büyük
  • 60. 60 eksiği, liberal cemiyetlere has olan bir hali bütün cemi­ yetlere teşmil etmesidir. Sükûn zamanlarında millî şuu­ run uykuya dalması liberal cemiyetlere hastır. Çünkü bunların sosyal yapıları, ferdidir; bütün kanunları ve an­ aneleri ferdin selâmetini idealleştirir. Ancak harp ve buh­ ran zamanlarında memleketin selâmetine, ferdin menfaat­ leri feda edilir. Böyle kemiyetlerde millî şuurun uyanma­ sı için harp, ihtilâl ve buhran sarsıntıları lâzımdır. Libe­ ral demokrasi "Hürriyet, sulh ve refah„ afyonlarıle sükûn zamanlarında, fertlerin millî şuurunu kendi elile uykuya yatırır. Millî cemiyetlerin sosyal yapılan millîdir. Bu cemi­ yetlerde fert, refah mirasyedisi, Hürriyet sarhoşu ve sülb esrarkeşi değildir. Her mesele onun için millî davadır ve sükûn zamanlarında da o, bu dâvanın zaferi için uyanık durur. Korporasyorı nizamı içinde mesleğini millî menfaat emrine veren teşkilâtta vazife almıştır. Hiç bir millî me­ seleye otnuz silkemez. Çünkü sükûn zamanlarında da millet bir ordu halinde ve millî hayat, kansız, fakat ga- leyanh bîr mukaddes harp halindedir. Millî adam sükûnu değil mübadeleyi, emnijr'eti değil tehlikeyi, politikuyı değil kahramanlığı, uyuşukluğu değil atılganlığı sever. Bu adamın gözünde sulh ve harp aynı şeydir: Bir kaç damla kan, ikisinin arasındaki iştiyak, heyecan ve hedef birliğini ortadan kaldırmaz. Millî adamın ideali her zaman uyanıktır ; çünkü onun bütün hayatı bu ideal hayatından başka bir şey değildir.
  • 61. Yatalak Cemiyetlerin Gençliği İdealsiz cemiyetlerde, ihtiyar ve yatalak, uyuşuk ve mıymıntı cemiyetlerde gençlik, dâvasız ve teşkilâtsız bir parazit sürüsüdür. Bütün ateş çağı, dinamizm ve kahra­ manlık çağı evle okul, kahveyle okul arasında geçen bu şaşkın ve âvâre yağının başı omuzlarının arasına kaçmış, bakışları ürkek ve solgun, sesi kısıktır. Talimatnamelerin demir korsası, geçim zoru ve imtihan kâbusu içinde beyni karmakarışık bilgilerin ve ihtiyaçların antreposu haline gelmiştir. Bu yığın memleket dâvalarını alçak sesle ko­ nuşur ve hiç birinde faal rol almaz. Ona bir tek hedef gösterilmiştir: Diploma. Bunu ele geçirinciye kadar o, e- zelî ana kuzusu, İstiklâlinden' mahrum, sosyal bir rol sa. hibi olmaktan mahrum bir tufeylidir ve... adam değildir. Umumî hayatın dışına atılmış, önünde köpüren büyük ce­ miyet denizinin kıyısında, passif ve seyirci, her birinde kendisinin büyük fonksiyonları olduğunu sezdiği sosyal dalgalanışlara fersiz gozlerile uzaktan baka kalmıştır. Bu gençlik eline son diplomayı geçirdiği gün iş iş­ ten geçer: Sekiz on yıllık otomat bayatı onda bütün hamle ve teşebbüs kabiliyetlerini kıran bir memur iradesi, inti­ bak ve itaat ruhu teşekkül ettirmiştir. Hayat onun gö­ zünde, yüksekliği insanın göğsü hizasını aşmıyan sıra sara taş kemerlerin altında yeknesak, düz ve loş bir dehlizdir ve orada, bîr kapa kulu, bir emir kul» sabrsle, iki kat eğilerek yürümekten başka bir şey yapılmaz.
  • 62. İdeali taşıyıcı büyük inkılâp cemiyetlerinde, fakat samimî inkılâp cemiyetlerinde gençlik, dâvah ve teşkilatlı, dinamik çağının şuuruna ve memleket işlerinde — faal ne demek! — en faal role sahiptir: Millî davasının düşmanı olan bütün unsurlarla, bütün fikirlerle döğüşür. İnkılâbın dinamosu odur. Millî iradeyi ayakta' tutan bütün enerji­ lerin kaynağı olduğunu, her memleket dâvasında yükse­ len .sıcak ve büyük sesiİe daima hissettirir; varlığım her gün belli eder. Böyle cemiyetlerde gençlik, çocuklukla olgunluk çağı arasında bir köprü, fiziyolojik bir istihale devresinden ibarpt değildir. Sosyal bir âmildir ve ken­ dine hâs büyük bir rolü vardır ki o da cemiyetin heyecan mihrakı olmak, ideal çoşkunluğunû yaşatmak ve her an taptaze kalmaktır. Faydacı ve pinti cemiyetlerde gaye ferdin kazan­ cından başka bir şey olmadığı için hayat iki bölüme ay­ rılır: Hazırlanma devresi, kazanma devresi: Kültürün ve terbiyenin beşikten mezara kadar süren bir zekâ ve itiyat sistemi olduğunu unuttukları için, bu cemiyetler, gençliği bir hazırlanma devresi telâkki ederler. Bu devre, bittikten, son diploma ele geçtikten ve hayatı kazanma devrine gi­ rildikten sonra, bir kaç meslek ve ihtisas kitabı müstesna umumî kültürün kapıları kapanır. Artık mektep bitmiş, meslek başlamıştır: gitsin okuma, gelsin kazanma. Sanki gençlik millî bünyenin ve sosyal uzviyetin faal bir par­ çası değildir; bu uzviyetin diğer parçalan işlerken o bü­ tünün faaliyetine lâkayt, başını mektep kitabının üstüne sarkıtarak yıllarca asosyal, cemiyet dışı bir mahlûk ha­ linde kalabilir; sanki insan cemiyet hayatına ilk gençliği bittikten sonra doğar ve o zamana kadar anavatanın şiş­ kin karnında onun kanını emmeğe memur, henüz dünyaya gelmemiş, teşekkül halinde, şuursuz ve iradesiz bir mah­ lûktur. ., Bu ihtiyar ,telâkkiye göre sosyal mânasiie bir genç­ lik yok, fiziyolojik mânasiie bir gençlik vardır. Bu genç­ lik mektep dışında hep ,spora teşvik edilir. Mektebim di- 62
  • 63. 63 şında ona vadedilen tek şeref ve mükâfat, stadyumlarda­ dır. Ruhun değil, topuğun, dizkapağın ve pazının gemç- iği kutlanır. Altın kupalara, çelenklere ve defne dallanma- yalmz adale lâyıktır. Stadyumları dolduran bu gençliği ideal vecdile kaynıyan mitinglerde ve meydanlarda gö­ remezsiniz. İhtiyar cemiyetlerde zaten bu fikir öfkesi, he­ yecan toplanmaları yoktur. Millî bayram günlerinde, zo­ raki birikmiş kalabalıkların önünde, her sene ayni teker­ lemeleri geveleyen, kukla hatipler dinlenir. Bunların ne sesleri, ne zekâ ve muhayyileleri, ne iradeleri, yalnız yaş­ ları gençtir. Gözlerinin önünde, tâyin edileceklerini um­ dukları memuriyetin küçük yağlı kuyruğu sallanır. Bu hayal bir kere hakikat olduktan sonra, kürsüde o hatibi göremezsiniz. Yerinde yeni bir kapı kulu namzedi vardır. Böyle cemiyetlerin hayatı tehlikededir ve buraları kurtarmak için gençliği kurtarmakla işe başlanır. Bısmim için büyük inkılâplar, büyük ve samimî, samimî, samimî inkılâplar gençliğe dayanır, onu teşkilâtlandırır ve mitli taazzuvun düşmanı olan unsurlara ve fikirlere karşı, elinde bir ideal meşalesile, şahlandırır. / Şu mütlâk hakikati hepimiz temel çivisile beyinle­ rimize çakalım : Gençliği ayakta olmıyan cemiyet, yatak­ tadır !