Kurtuluş dizisinin de senaristi olan Turgut Özakman'ın elli küsur yıldır süregelen araştırmalarının ürünüdür. Özakman, kitapta anlattığı olayların geçtiği yerleri sırt çantası ile yaya olarak yürüyerek dolaşmış, bilgileri ve belgeleri derlemiştir. Kitaptaki olaylar, kişiler ve konuşmalar belgelerden alınmıştır.
Kurtuluş dizisinin de senaristi olan Turgut Özakman'ın elli küsur yıldır süregelen araştırmalarının ürünüdür. Özakman, kitapta anlattığı olayların geçtiği yerleri sırt çantası ile yaya olarak yürüyerek dolaşmış, bilgileri ve belgeleri derlemiştir. Kitaptaki olaylar, kişiler ve konuşmalar belgelerden alınmıştır.
1. “herkes için değil, meraklısına..."
12014
Haziran
Feyruz – Adige Batur Bâbil – Mehmet Türkmen Kâ idir
Eskimesin Kalbim – Nurdal Durmuş Apansız Bir Çocuk –
Nergihan Yeşilyurt Durup Dururken Notlar – Hasan Bozdaş
Olüm Allah'ın Emri Cinayet Olmasaydı – Adige Batur Samiha
Ayverdi – Gülnaz Eliaçık Ayın Fakiri: M. Yuryeviç Lermontov
Yedi Güzel Program – Cihat Albayrak Kanlıdivane – Fatih
Kutlubay Keleş Ilm-i Kıyafet – Fatma Genç Paraşütlü Adamlar
- Lenrie Peters Fakir Şarkılar Nostalgia – Tarkovski Kafası
Karışık Şiir – Abdulkadir Ustündağ Bu ayın teması: Tac Mahal
w w w. f a k i r a n e . o r g
3. Adige Batur
adigebatur@hotmail.com
ıllar önce tesadüfen dinlediğim
Yve bana çok tanıdık gelen bir
melodinin izini sürerek Lübnan
mü ziğ ini dinlemeye başladığ ımda
Feyruz'un sadece ülkesinde değil tüm
Ortadoğu'da büyük bir isim olduğunu
fark ettim. Arap mü ziğ i denilince
sadece" oynak havalar"a aşina olanların
anlayacağı türden değildi onun müziği;
Ortadoğu halklarının ortak acılarını,
duygularını, isyanını, hüznün anlatan
bir sese ve yoruma sahip, Feyruz.
Yaşamı da Lü ban kadar karışık ve
Lübnan kadar kozmopolit. Mardin'den
göçen Süryani bir baba ile Hristiyan bir
annenin dört çocuğundan biri olarak
1935'te dü nyaya geliyor. Daha on
yaşındayken sesinin rengiyle dikkatleri
çekince müzik öğretmeninin teşvikiyle
konservatuara gidiyor, baba tek
göndermek istemiyor kızını ve kardeşi
ile gitmesi şartıyla izin veriyor.
Konservatuardaki ö ğretmeni mü zik
derslerinin yanı sıra ona Kur'an okuma
ve tecvid dersleri vererek sesini
geliştirmesine yardımcı oluyor.
Kayıt için gittiği Lübnan radyosunda,
mü zik bö lü mü başkanı Halim el
Rumi'nin sesinden çok etkilenmesi ile
koroya seçilen Feyruz'un mü zik
kariyeri de başlamış oluyor. Ama onun
hayatındaki esas dönü m noktası, iki
genç mü zisyen kardeş olan Assi ve
Mansour Rahbani ile tanışmasıdır, Bu
kardeşlerden Assi ile 1955'te evlenir. Iki
kardeş yaptıkları bestelerle adeta
Feyruz'u zirveye taşırlar. Şarkıların
yanında bir çok da opera seslendirir,
sinema ilminde oynar.
1969'da Cezayir devlet başkanını,
huzurunda özel bir konser vermesini
ister fakat Feyruz bunu kabul etmez. Bu
olay yüzünden altı ay boyunca radyoda
şarkıları yasaklanır. Ama o bu duruma
boyun eğmez, her yerde ve her ülkenin
halkı için şarkı söyleyeceğini fakat asla
tek bir kişi için şarkı söylemeyeceğini
açıklar. Bu tutumu halkı tarafından onu
daha da önemli hale getirir.
1975'te Lübnan'da iç savaş çıkar, Beyrut
yerle bir olur. Bir çok insan ülkeden
kaçarken Feyruz, şavaş boyunca
Lü bnan'da yaşamaya devam eder,
konserler verir ve halkını bir arada
tutmaya çalışır. Rodrigo'nun ünlü eseri
"Concierto de Aranjuez"e sö z
yazılmasıyla ortaya çıkan Li Beyrut
parçası adete savaş yıllarında
Lü bnan'ın sembolü olur ve savaşın
acılarına ve ülkesinin yok oluşuna şahit
olan Feyruz, bu şarkının yorumu ile
eşsiz bir esere imza atar.
Feyruz / Fairuz
ﻓﻴﺮوز
2
4. selam sana yüreğimin derinliklerinden ey beyrut!
kabul edin bu selamımı, ey denizler, evler
ve eski denizlerin yeni yüzü çöller...
o ki
benim halkımın hamurundan yoğrulmuştur,
ekmeğim, içkim, yaseminim...
ateşin ve dumanın tadı nasıl oldu?
beyrut! seni terk eden delidir,
ey beyrut!
Sonraki yıllarda, söylediği şarkılarla neredeyse
tü m dü nyada tanındı. Amerika ve Avrupa'da
konserler veridi ve ödüller aldı. Eleştirel tavırları
ve muhalif çıkışlarına rağmen halkının gözünde
neredeyse dokunulmaz olan Feyruz, her zaman
saygı duyulan bir isim oldu. Konser vermemesi
için siyasi baskılara bile aldırmadan gittiği
Suriye'de büyük bir coşku ile karşılanırken kendi
halkının desteğ ini de alarak iki ü lkenin
kardeşliğine vurgu yaptı.
Feyruz, ü lkemizde ismen pek bilinmese de
mü ziğ imizde ö nemli bir yere sahip. Onun
seslendirdiği bir çok eser, Türkçe sözlerle Ajda
Pekkan, Ferdi Ozbeğen, Müslüm Gürses, Erkin
Koray, Umit Besen, Nilü fer gibi sanatçılar
tarafından seslendirildi… Hangi parçalar
diyorsanız, bazıları tanıdık gelebilir:
Sana Neler Edeceğim, Tanrı Misa iri, Neredesin
Nerde, Böyle Gelmiş Böyle Geçer...
Merak eden varsa söyleyeyim: Feyruz, ismi
bizdeki " iruze" ile aynı. Firuze de turkuaz
anlamında, yani Feyruz'un Tü rkçe karşılığı,
turkuaz.
Kendisi hâlâ hayatta ve Beyrut'ta yaşıyor. Yaşını
hesaplaya çalışıyorsanız, yetmiş dokuz ve hala iyi
bir sesi var. Dinlemek için buraya buyrun:
www.wafamusic.com/Liban/fairouz/fairouz-44.htm
3
LE ENTE HABİBİ
ﺳﻭا ﺭﺑﯾﻧﺎ ﻻ ﻭ ﺣﺑﯾﺑﻲ اﻧت ﻻ
Sen benim sevgilim değilsin, beraber de büyümedik
اﻟﻬﻭا ﺷﻠﻌﻬﺎ اﻟﻐﺭﯾﺑﻲ ﻗﺻﺗﻧﺎ
Bizim garip hikâyemizi rüzgâr alıp götürdü
ﻏﺭﯾﺑﻲ ﻋﻧك ﺻﺭت ﻭ
Ve ben sana bir yabancı oldum
ﺣﺑﯾﺑﻲ ﯾﺎ اﻧﺳﺎﻧﻲ
Unut beni sevgilim
ﺣﺟﺭ ع ﻗﻌﺩﻧﺎ ﺗﻼﻗﯾﻧﺎ اﻣﺑﺎﺭﺡ
Dün buluşup bir taşa oturduk
اﻟﺳﺟﺭ ﻋﺭﯾﺎﻧﻲ ﺣﻭاﻟﯾﻧﺎ ﻭ ﺑﺭﺩ
Etrafımız soğuk, ağaçlar çıplaktı
اﻟﺻﻭﺭ ﺧﺯﻗﻧﺎ
Resimleri yır ık
اﻟﻘﻣﺭ ﻣﺣﯾﻧﺎ ﻭ
Ayı sildik
ﻣﻛﺎﺗﯾﺑﻲ ﺩﺭﻟﻲ ﻭ ﻣﻛﺎﺗﯾﺑﻭ ﺭﺩﺗﻠﻭ
Mektuplarını geri verdim, o da bana mektuplarımı
ﺷﺭاﻋﮫ طﻭﻱ ﻣﻥ ﻛل
Onun yelkenine asılan herkes
ﺑﻬﺎﻟﻣﺩﻯ ﺭاﺡ ﻭ
Bu yolda gi i
اﻟﺻﺩﻯ ﺟﺳﺭ ع ﺿﺎﻋﻭا ﻭ ﻭﻟﺩﯾﻥ
İki çocuk yankı köprüsünde kayboldu
ﻣﺩﻯ اﻟﺩﻧﯾﻲ ﻭ ﺑﻬﺩا ﺗﻔﺎﺭﻗﻧﺎ
Biz sessizce ayrılırken dünya uzadı
ﺻﻠﯾﻠﻭ ﺑﺧﺎطﺭك
Lütfen ona selam söyleyin…
ﺣﺑﯾﺑﻲ ﯾﺎ ﺑﺗﺳﻌﺩ
Mutlu olacaksın sevgilim
ﺣﺑﯾﺑﻲ اﻧت ﻻ
Sen benim sevgilim değilsin…
7. Nergihan Yeşilyurt
nergihanyesilyurt.wordpres.com
zun bir sokakta geçiyor bü tü n zaman.
UKoşuşuyoruz. Ipi alıp geliyorlar. Naylon ipin
bir yü zü asfaltın yü zü nden gü neşi
ayıklarken hınçla kızların ellerinden havalanı-
yorum. Yüz yüze durmak ne demek bilmiyoruz.
Uçmak var yalnız biraz, defterin ortasındaki sayfayı
koparınca. Yahut elişi dersinden kalma yağlı
turuncu kâğıtlar…
Daha yere değmeden çocuk ayaklarım, geriyorlar
ipi insanlar. Tüfenkler patlatılıyor tenekeler içinde.
Bugün için fazla olan o "n" benim, savaşlar içinde,
ne işi var yine de orada denilen. Asker abiler
gülüyor ayaklarımıza. Ayaklarımızın nesi var ki.
Gelinciklerden ayakkabı yapıyoruz, güllerden oje.
Baloya gitmeye hazırız şimdi Allah'ım. Yalnız bu
Hızır'ın arabası nerede kaldı, dü ştü dü şecek
gelinciğin kalesi. Ipi alıp geliyorlar. Ayaklarıma
karanlık iniyor. Sultan'ın kaldırımlarına akşam...
Gazoz içmeyi bilmiyoruz henüz, leblebi tozu gibi
uçuşan torbacıları. Durmadan ip atlıyoruz.
Durmadan...
Allı güllü kızların çöp tenekesine fırlattığı son moda
kasetlere hevesleniyoruz. Bizim de biletlerimiz
cebimizde. Ama nerede kaldı bu teslimiyet
panayırı. Kırk bin rekâtta bir selâm, yine de çok mu
Allah'ım. Oyleyse bana yeniden yazılan kasetler gibi
yeni baştan aynı şarkıyı yazdırma! Kendimi çıkarıp
giyindiğim kederleri, ipi alıp gelen kızlarla bir güzel
paketliyoruz. Ayaklarımı nereye bırakayım, kalbimi
nereye. Çünkü yürünmüyor ikisiyle de.
Çürük çıkıyor eğilip baktığımız tezgâhlar. Bilmi-
yoruz tezgâhların da büyüyebildiğini; ipi geriyor
kızlar, hınçlarını geriyorlar. Ayaklarımı gü neşe
karşı, asfalta karşı; yani karşı olmak için belki daha
o zamandan… Çü nkü insanlar ya tezgâhlarının
altına iteliyorlar seni yahut da üzerine bir “karşı”
durmak levhası çakıyorlar. Şimdi ben nerede
olduğumu söylesem oraya bir yağmur yaraşır.
Ustelik çocuklukta ne lirizmin ne romantizmin
esamisi yokken bana bir güzel delirmek yaraşır.
Birbirinin ardı sıra çakarken şimşekler, çığlık
çığlığa ama bitmez bir sevinçle, daha doğrusu ad
konulmamış bakir bir sevinçle tü m zamanlara
yokluk doldururum. Bütün tezgâhları yıkacak işte
bu yağmur. Bir bütün olmak kaygısı ki Allah'ım,
burayı –boş bırakılan yeri yani, en çok anlayan
isimlerime en çok bilen isimlerinle- lü tfettiğin
dualarla doldur.
*
Komşuların karşılıklı balkonlarda gerdiği ip bile
anlatabilirdi, ne yaptığınızı. Aklın bir sürü korunağı
var, bir sürü kanunu, ilkesi. Oysa benim sadece
beklemekten yontulmuş, yüzüme çarpan kapılarım
var. Bir ipi gererek aldıkları mesafeleri koşarak ne
çabuk yakın edeceklerini bilse insanlar, yine böyle
bir zaman karalamaya devam ederler miydi. Her bir
şeyden kolaydı bir gönlü almak… Yine de koşup
sarılmanın önündeydi bütün kıyılar.
Insan bir çocuğ un oyun oynarken yırtılan
terliğinden nasıl içindeki çocuğa nefes aldırmaz.
Orada nasıl tek kale maçlar, 'kutu kutu pense'
bulamaz. Taksitler, krediler, faturalar nasıl
beşkardeşe dönüşür. Hâlbuki bizim yalnızca bir
çocukluğumuz var ve o gittikçe büyüyen gelecek
kaygısının sırtında hâlâ. Gülümsemezsek hiçbir şey
gülmeyecek besbelli.
*
Iki uzun sokakla geçiyor zaman. Zaman belli ki bir
sokağın göbek adı. Çünkü onu bir şeye bitiştirmek -
dokunabildiğim bir şeye- bir teselli benim için,
sokak yok olsa zaman da yok olacak sanki. Içine
dö ktü ğü m tü m keder sarhoşlukları da onunla
birlikte yok olacak geri dönmemek ü zere. Işte
aslında tam olarak çocukluk da burada başlıyor:
Kiraz ağacından göğe bakan kü skü n çocuklara
dönüyor dünya. Inşirah koydum buraya, Allah'ım
çoğalacaksa yine büyük bir ağacın gölgesi olsa
gerektir. Insanı 'çokbekleyen' anlamında yarat-
mışsın belli ki.
Apansızın sevinsek bence hiçbir şeycik olmaz.
Şimdi bile…
6
APANSIZ BIR ÇOCUK
"Uzaklığı ölçmeye geliyorlar
insanlar
iki kalbin arasına gerdikleri iple”
8. Hasan Bozdaş
hasanbozdas.wordpress.com
7
1. Kitap Notları
Bir şekilde bana ulaştırılan ve yazar/şairlerini
tanımadığım halde gıyabımda 'değerli dostum',
'kıymetli dostum', 'gö nü l dostum'la adıma
imzalanan tüm kitapların (ki büyük çoğunluğu
soyadımı dahi doğru yazmadan göndermek
zahmetinde bulunmuştur) ilk sayfalarını
kopardım, henüz ne yapacağıma karar vermiş
değilim, belki bir sergi açarım, bilmiyorum.
Kanaatim; insan tanışmadığ ı, daha kö tü sü
tanımadığı insanlar hakkında böyle samimi la lar
etmemeli. Bu tas iyeyi, kitaplığımı çeyreği kadar
boşaltmam izledi, okumayacağ ım kitapları
biriktirmeye de bu vesileyle ara vermiş
oluyorum.
Iki kelimeyi bir araya getirebilir aslında insanlar,
kitap satın alarak değ il, satın aldıklarını
okuyarak, çoğunun kitaplığı en büyüğü, ne güzel,
en son hangi kitabı okudunuz, kem kü m,
biliyorum ben onu…
Kitap konuşurken etiketlerinden söz açmamak
olmaz. Sanat kitaplarının belki yüksek meblağla
satılmasına bir anlam verilebilir. Sanat, şahsına
aittir, müstakildir, paylaşılmak zorunda değildir.
Akademik kitapların fahiş iyatları ise hiçbir
evrensel değerle ö lçü lemez, bilgi paylaşımı
muteber ve zaruridir, bilgi kimsenin kapı eşiği
değildir. Bu pasaj, alınacak kitaplar listemdeki 37
edebi kitabın 590 lira, 35 politik kitabın 800 lira
tutmasını müteakip yazılmıştır. Kapitalizm ileriki
paragra larda yerin dibine gireceğinden şimdilik
susmak gerekmiştir.
2. Toplantı Notları
Farkında olmadan 'Iki Şiir Bir Oykü' toplantımızı
gelenekselleştirmiş olduk. Alptuğ Topaktaş(şiir)
ve Senem Gezeroğlu(öykü) ile aylardır süregelen
bu toplantı, Senem hanımın yokluğunda Deniz
Dengiz Şimşek(öykü) ile gerçekleşti.
Toplantının Mayıs ayağında, genç yazarların
roman macerası gündemi oluşturdu, yaklaşık
beşinci dakikada ise şiirdeki tematik algılarda
dolandığımızı fark ettik.
Tü rkiye'de ciddi oranda bir roman okuru
var(korkarım, romancı sayısı okur sayısını geçmek
üzeredir), çoğunluğu popülist kitap seçen bir
okur kitlesi. Korsan kitapçıların tezgâhlarındaki
kitapları kast ediyorum, Türkiye'deki best seller
gündemini korsan piyasası belirliyor, tersi de
doğ rudur, artık insanlar kalın kitaplar
okumaktan korkmuyor, o yüzden genç yazarların
teknikten uzak kitapları da okur bulabilir. Nasıl
anlattığınız değil, ne anlattığınız ilgi çekiyor.
Fantastizm genç kuşağın aklını çeliyor, böyle
kanlı bir ortamda bile Bram Stoker hala
okunmuyor, nedenini anlamakta gü çlü k
çekiyorum.
Romanı editö rden geri dö nen biri olarak,
kendimi şanslı addediyorum. Edebiyatın
gü nü mü z şartlarında mektepli olması gerek,
niteliksiz bir kitap ileride her daim yolunuza taş
koyacaktır. Onümde, kitaplığıma alacağım ilk
öykü kitabı var mesela, vaktiyle içindeki 16
öyküden 14'ü editörden geçmemiş, şairin en
güvendiği şiirin yayın kurulundan geçmemesi
gibi, diğer baştan savma şiir ertesi sayıda yer
tutuyor. Kahrolsun kapitalizm.
Toplantımızın naçizane bildirgesidir:
Iyi bir roman yazarı, önemli klasikleri okumuş
olmalı.(Doğru yayınevlerindendoğru çeviri-
lerle…) Roman tekniklerine hâkim olunduğunda,
tahlil gücü oluşur ki başkalarındaki eksikler bu
şekilde sizin kitabınızda tekrarlanmayabilir.
Edebiyatta her şeyi yeteneğe bağlamak haksızlık
DURUP DURURKEN NOTLAR
9. olur, bilgi çağında sanat cahil bırakılmamalıdır.
Hayatın kendisi şiirden daha büyüktür, yazmak
için yaşanmamalıdır 'Şair, önce hayatın peşinde
olmalı.' diyor Turgut Uyar, şiiri çok mu
abartıyoruz?
Oykünün şiirden en büyük farkı, burada ortaya
çıkıyor; öykü, hayattan bir şeyleri koparmaya
çalışıyor, şiir ise hayatı baltalıyor.
Para kazanmak için kitap çıkarmayı, yazmanın
kutsalına hakaret olarak okuyorum, yazmanın
itibari değeri olmalı. Yazmak belki geçindirmeli,
zenginleştirmemeli.
Her kalemin kendine has bir imzası vardır şiirde,
kokusunu hemen alırsınız. Gerçek şiir ortaya
çıktığ ında, bu kokunun kaybolmasına izin
vermeli miyiz? Evet, şiir teknikler üstüdür. Her
şiire göre diliniz renk değiştirmeli. Bu yüzden
Ilhan Berk, 'dilin sıfıra indiğ i yer' olarak
tanımlıyor şiiri.
Şiir, pencerenin diğer ucundadır, manzarada
değil, camdadır. Once camı gö renler, Melih
Cevdet'in tabiriyle şiiri yakalamışlardır. Deneme,
öykü, roman gibi nesir dallarında ortak bir akılın
abiliği varken, şiirde şiir/şair kadar poetika
vardır, bu yüzden şiir yazılıp şişeye konmalı ve
suya bırakılmalıdır. Şiir, kendini tamamlamış
duygulardan ve ikirlerden arınmalı, yeni
söyleyişler yakalamalıdır.
3. Hastane Notları
(Bu kısım az biraz şahsidir!)
60 gün kimileri için iki aylık ekmek parasıdır,
benim için adliyeden 60 gün daha uzak durmak.
Durup dururken elimi kırdım, 45 gün alçıyla
bekledim, 60 gü n 'avukat bey' adına bir şey
duymadım.
60 gün tefekkür edesi geliyor insanın, çilegâh
bulası… Muasır dü nyanın bö yle mabetleri
kalmadı, mesela 60 gü n boyunca tek bir
ziyaretçim dahi olmadı, dostluklar böyle günler
içindir, zaten sorsalar dostluğ umuzun tadı
kaçardı.
Acının 15. günü, kapı üstüme kitlendi, dördü iri
yarı beş beyaz önlüklü adam, ki dördünün işi
kemik kırmaktır, üstüme çullandılar, elimdeki
şiiri kırdılar, sonra yerine taktılar mı bilmiyorum,
o ara ölmek acayip realist geliyor insana, sonra
insanın aramaya cesaret edebileceğ i kimse
olmaması ne kö tü , o yü zden hastane
koridorlarının şiiri bitmiştir. Zaten hepimiz
kanseriz, üstümüze kusuyoruz, o yüzden artık
hastaneleri edebiyata katmıyoruz. Atom çağının
şiirleri klavyeden yazılır. Insan, kalemi
tutamayınca bırakıp gitmek istiyor burayı.
Sağ elimi göğsüme, şiirimi cebime aldım, eve
gittim. 60 gü n, elimi elime sü rmedim, kitap
okumadım, televizyon izledim, uyudum, yemek
yedim, çok yedim, Iran sinemasını bitirdim, bazen
balkona çıktım, uçaklar yaklaştı ben izledim, yine
yemek yedim, arıları gördüğüm yerde terlikle
ezdim, daha çok yemek yedim, daha uzun
uyudum, insanlar nasıl böyle yaşayabiliyor, ne
gü zel yaşanıyormuş oysa, bü tü n kaygılarını
aldırabilse keşke insan, mesele tek dünya barışı
istesek, şurda güneşe ne kaldı desek, öyle ölsek…
Sırf acım vardı diye 60 gün şiirden uzak durdum.
Acı…. Acı…. diye yalvarmayı sevmiyorum yazmak
için, şiirin gelmesini olgunlukla karşılıyorum,
yeni bir şiire başlamak için acıyı beklemek
zorunda kalanların bu işle bir alakaları
kalmamalıdır, kişisel görüşümdür: Mazoşizm,
şairler için bir modern dünya mezhebidir ve şiirin
meşrebinde böyle bir maraza yer yoktur.
Söyleyeceklerim tas tamamdır, farkında mıyız
bilmiyorum ama belki bize nazar değmiştir, belki
pili bitmiştir insanlığımızın, gidip yenisini alalım.
Sağ elim olur musun şiir?
8
11. Gülnaz Eliaçık
fecirvakti.desenblog.com
Cennetten Bir Elma Düşer Dünyaya :1905
Yirmi beş kasım bin dokuz yüz beş. Muhtemel bir
cumartesi sabahı, gecesi ya da öğleni kim bilir, kim
bilebilir varlığına ol diyenden başka, annesi, belki
bir de annesi bilir. Bilsin. Fatma Meliha Hanım
bilmeli onu, kalbinin ciğer paresi çünkü Miralay
Ismail Hakkı Bey de bilsin, göz nuru bir kandil daha
yandı muhtemel cumartesi sabahı! Bildiklerimizin
uzağına düştüğümüz şu anlarda bilmediklerimiz
cennet olup kalbimizde zuhur eder belki.
Bilmediklerimizi bildiklerimize bölsek kalansız bir
yaşama sevinci elde edebilir miyiz acaba? Bunu da
kimse bilemez! Bilmesin.
Kalbine hasret gömülü doğan bir çocuk o, gönlünü
han yapıp hancılığa talip olan bir hasretzede. Tüm
mü mkü nlerin idrakinde el ele tutuştuğ u,
konuşurken ve susarken mütemadiyen yorulan bir
çocuk o!
Kulağına ezanı kim okudu acaba küçük Samihâ'nın,
ismini kim devşirdi dudağından kalbine, bu da
dursun bilinmezler arasında. Adın ay gibi, adın
güneş, adın bir iklimin, dört mevsimde bir gelen
baharın muştusu gibi, gelecek hayatındaki
mütefekkir rolünün giydirildiği gün senin adın!
Anlamı neydi sahi Samihâ'nın? Eli açık, cömert diyor
lü gatler desinler, doğ ru sö ylediklerini onlar
nereden bilirler? Bilmezler, olsun, bunu da
bilmesinler!
Doğan her çocuk gibi küçük Sâmiha'da büyümeye
hevesli, elleri kalem tutacak mesela, bir dergâhın
tozunu yutacak, aklına sinmiş dünya çamurunu
kalbinin musluklarında yıkayıp paklayacak, zaman
onun da saçlarını tutam tutam aklayacak!
Duvarların sesi çok, uyku yok gözlerimde:
Şehzadebaşı Konağı
Sesler… Sesler biliyorum kalbimde birikip dilime
dolan, sesler biliyorum kulaklarımdan gönlü me
akan. Bir buçuk yaşında bir çocuk neden uyumak
istemez diye soruyorum kendime, uyuyarak
büyüyenlerdendim ben de. Uyusun da büyüsün
masallarının ortasında yaralarımızı emziriyorduk
uykuyla uyanıklık arası belki, siz sahi, siz bir buçuk
yaşında hangi yaranın geliniydiniz de, uyku
tutmuyordu gö zlerinizi? Derdiniz neydi? Bir
çocuğun oyundan gayrı ne derdi olabilirdi? Fazlaca
soru kovalıyor aklım küçük ölüm söz konusu olunca,
hem gündüz uykusunu ben de hiç sevmedim!
Uyumadınız. Şehzadebaşı Konağı ahalisi ne yapsa
uyutamadı sizi, mü temadiyen çevrenize anlar
gö zlerle baktınız, dinlediniz. Sahi, kalbinizle
dinlemeyi o yaşta mı öğrendiniz?
Fatma Meliha Hanım'ın ninnileri, biliyorum ki ahret
kulağınızda hâlâ. O ninnilerin manasını kavramak
idrakinizin ilk dü şü nce mayalanmasıydı. Nasıl
anlatıyordunuz bunu: “Adeta ilahi bir zevkle
dinlediğim ninni – kov bostancı danayı yemesin
lahanayı- derken bostancının danayı çitten mi
yoksa kapıdan mı kovaladığını düşünüyordum.
Yahut aynı sesler elma yanaklı bebek ninnisini
söylerken bebeğin yanağının elmaya
benzediğini değil de, elmadan bir yanağın nasıl
1
olabileceğini kendime soruyordum.”
Kalenderhâ ne mahallesindeki Şehzadebaşı
Konağı'nın yüksek tavanları anlatsa keşke sizi bize,
sahi duruyor mudur konak yerinde, yoksa çoktan
başımıza tavanı düşecek evlerin himayesine mi terk
etti yerini? Oysa o mahalleden kimler gelip geçti:
Viyana Se iri Galip Bey, Evrenoszade Şehine Hanım,
Selehaddin Molla, Şam Valisi Naşit Paşa, dedeniz
Hilmi Bey'in kardeşi Meclis-i Maliye Reisi Ibrahim
Efendi… Ev dolu, mahalle dolu, insanlar bunca dolu
iken, sizin kalbinizin ve dimağ ınızın boş
kalabilmesini dü şlemek ne mü mkü n! Ancak
biliyorum ki çocukluğunuzun birlikte geçtiği bunca
nitelikli insandan ziyade, doğ umunuzda sol
köşenize iliştirilen ve dünyadaki en kıymetli insan
süsü olan kalp, Rahman'ın sofrasında muhakkak ak
bir bulut huzmesiyle yunmuştu. Böyle inanmak
istiyorum ve dahi inanıyorum da!
BIR KALP SEYYAHI:
SAMIHA AYVERDI
10
12. Kalabalık bir senfoni, eve sürekli gelip giden sıfatları
ve rütbeleri dolgun insanlar… Küçük Samihâ'nın
kulakları hep kabarık büyüklerin sözlerine, kalbi
hep açık Rahmetin divanına… Böyle işte zaten
çocukluk dediğimiz mesele; “ Çocukluğunu en
küçük yaşından itibaren hatırlar olmak iddiası
2
hakikat sanılan masum bir vehimden ibarettir”
Küçük Samihâ'nın zeka ışığına annesi ve babası birer
kandil yakıp bırakmıştı muhakkak ama en çok
anneannesi Halet Hanım'dan yü k devşirmişti
dimağına, kalbine, sözüne… Iyi ki vardı Halet Hanım.
Di'li geçmiş bir zamanın cümlelerini yazıyor olmak
kalbimi yoruyor aslında, o yüzden düzeltiyorum
cümlemi; iyi ki var Halet Hanım! Ne çok seviyordu
sizi, bir kuğunun suya olan muhabbeti, bir serçenin
bahar dalına olan sevgisi gibi… Ya babanız, oğluna
olan sınırlı yakınlığını sizden mi çıkarıyordu acaba?
Sizi şımartmak; Ismail Hakkı Bey'in sınırları ihlal
edişi, kalbini kafesinden öteye bırakışı… Babanız
akıp giden bir nehirdi sanki yatağ ını siz de
buluyordu, sizden akıp gidiyordu merhametin diğer
adına. Ne güzel babaydı Ismail Hakkı Bey, dedeniz
Hilmi Bey sonra… Ağ abeyiniz Ekrem Hakkı,
babanızın kendisine olan uzaklığ ını sizde
çiğ neyişine alındı mı acaba? Alınmamıştır
biliyorum, o da çok sevdi zira sizi… Şımardınız mı
bunca sevgiyle, annenizin buğulu bakışlarıyla
karşılaşıp gözlerinizi hiç kaçırdınız mı mesela? Bazı
çocuklar ileriki yaşlarının alametini gö zlerine
yüklüyordu, bir oyuncağın yok oluşuna ağlamıyordu
aslında çocuk, gelmemiş bir vaktin hezeyanına
teslim oluyordu o kadar! Sonra sö zlerine
yü klüyorlardı, büyü mü şte kü çü lmü ş diyorlardı
adımıza, öyle değildi halbuki sözler bir yara gibi
batıyordu çocukken de içimize, kabuğumuzun
sertliği bundandı belki. Sert miydi sizinde dışa açılan
çocukluk pencerenizin pervazı, sessiz miydi
yazdıklarınız kadar? Çocukluğ unuzda bir şey
bulamıyorum Samiha Anne, kendi çocukluğumu mu
arıyorum bilmiyorum, olmayacak duayı aminlemek
düşüyor aklıma, utanıyorum!
Nizâmın Kalbi Halet Hanım'da Atar Ritmini
Samiha Ayverdi Alır
Eski Istanbul gravü rlerine bakıyorum, Galata
Kulesi'nin gö lgesinde aheste yü rü yen çarşa lı
hanımların zarafeti, peçeleri, şemsiyeleri… Birkaç
yüz yıl geç doğmuş olmanın hayı lanması kalbimi
yoruyor yine, hiç birimizde yok o zarafetin gölgesi
sanki hepimiz bir örnek geziyor ve birbirimizin
nizamını kopya ediyoruz o kadar! Ya siz?
Anneanneniz Halet Hanım'ın Sultan Aziz'in kızı
Saliha Sultan'ın sarayına davet edildiği günü dün gibi
tutuyorsunuz hatırınızda değil mi? Halet Hanım'ın
çengelli iğnelerle elbisesinin kuyruğunu toplayışını,
3
üzerine çarşafını giyip, arabaya binişini… Aklınız
anneannenizin gö lgesinde biliyorum, dolabınız
onun ki gibi lavanta ve gü lü n muhabbetine mi
teslim? Çocukluk yıllarınızda anneannenizden
aldığınız nizam hayatınızın her alanında ritmini
koruyarak bir şü kü r vesilesi oldu dilinize. Her
insanın bir şü kü r vesilesi olmalı nihayetinde.
Gö rü nenin dü zeni gö rü nmeyenin iç tü zü ğü nü
hissettirmeli kalbe… Masam fazla dağınık Sâmiha
Anne! Benim nizamıma kim vesile olacak acaba?
Kalbim? Kalbime ke il değilim, hem de hiç değilim!
Hangi eşyanız nerede iyi bilirdiniz, çünkü kalbinizin
keş iyle rızıklandırılmış bir ruh taşıyordunuz
suretinizde. Tarif ile elle konulmuş gibi bulunan her
eşya nasıl ö zendiriyor beni bir bilseniz. Keşke
diyorum kalbimin yerini tarif etseniz? Bitse bu
aramak hali, bulmak vuslatıyla karşılaşsam artık
kurduğum cümlelerin birinde. Kaybedip kaybedip
bulmasam kendimi bunca, bulduğ umu tekrar
kaybetmesem sonra, bir parça istikrar, bir parça
merhamet devşirsem içinizden içime… Çok şey
istiyorum değil mi, olmayacak şeyler değil ama! Bu
da benim küçüklük hastalığım mesela, olmayacak
hiçbir şeyi istememeyi öğrendim ben. Belki de
olması için kati suretle istemek gerekti! Sizin gibi…
Meşrutiyette Ölüm Tutulması: 1909
Aynalar gelip geçiyor, aynalar tarihin izbesinde,
kulak misa irliğinizi, göz aşinalığınızı temrinliyor.
Siz Osmanlının son dönem çocuklarındansınız, bu
yüzden tarih saçlarınızda konaklıyor. 1909 yılının
kışında çok üşüdünüz mü sahi, henüz dört buçuk
yaşında bir çocuk olarak meşrutiyet dedikleri
iktidar gözcüsü hareket, evinizde nasıl rüzgârlar
estirdi? O zaman da kardeşler birbirine siyaseten
kırdırılıyordu değil mi? Hâlâ böyle buralar Sâmiha
Anne, 31 Mart vakasından bu yana ülkede pek bir
şey değişmedi aslında!
Aklınızda kalan o konuşma, babanızın “asmaya
götürüyorlar” deyişi ve ilk kez öldürmek ve ölüm
ü zerine mü lahazalara girişmeniz kalbinizle, o
zaman çocuklar ne çabuk büyüyordu, sizin gibi.
Olü m vardı ve haktı amenna! Ama öldü rmek…
Oldürmek niye vardı bunu anlamak güçtü, hâlâ güç!
11
13. Yok etmek daha doğrusu yok ettiğini sanmak bir
çözümün ucundan kıyısından toplanmış hali miydi,
inanmıyorum buna! Oldü rmek insanın kalbini
içinden kapı dışarı etmesi gibi, öldürmek hesabı güç
bir işlemi amel defterine kaydetmek gibi…
Hayatınızdan bir ölüm daha geçmişti değil mi, Hak
eliyle dedenizin ölümü girmişti evinize. Dedenizin
uyuduğu karyola yoktu yerinde hani, yokluk göz
bebeklerinize bağdaş kurmuştu, sormamıştınız
kimseye, anlamıştınız. Olüm, mealini geride bırakan
bir cümle gibiydi, gözleriniz tefsirini yapmakta
gecikmemişti. Hilmi Bey yoktu ve hayat çok daha
zordu. Asılacak olanlarsa yok olmaktan ziyade yok
ediliyorlardı. 14 Mayıs'tı, tarihin bir eksiği kadar
kişi Divan-ı Harb'ten ölüm mazbatasını almıştı.
Idam sehpaları kaynıyordu Istanbul'un dört bir
yanı; Ayasofya Meydanı, Sultanahmet Adliyesi,
Beyazıt Meydanı, Beşiktaş… Her yer ö lü m
kokuyordu o sabah. Abdulhamit düşmüştü, yönetim
el değiştirmişti. Hareket ordusu 31 Mart vakasının
tozunu alıyor, Mustafa Kemal tarih aynasına
çıkıyordu. Peki ya siz, çocukluk düşlerinizi hangi
yastığın altına emanet edip, dilinize oturan bu ağrılı
tarih sahnelerini , aklınıza kaçıncı hü znü nü zle
kaydediyordunuz? Olü mü sevmiyordunuz bu
kesindi, ne yani tüm sevdikleriniz ölecek miydi
şimdi?
Bu ağrılı yaşamak düşlerinin üzerinden bir yirmi yıl
geçince aklınız bu anlara kalbinizi devşirince şu
cü mleler dö kü lecekti içinizden: “ Nefsani ve
şeytani ağırlıklarından boşalmış olanlar için
yok olmak diye bir azaplı ga lete düşmeklik
4
olmadığını öğrenmiştim”
Biliyordunuz artık ölmek yok olmaktan ziyade
yeniden doğuşun resmi, kabir bir ana rahmiydi
aslında. Ama öldürmek eminim ki yirmi yıl sonra
bile içinize sinmedi, hiç sinmedi hem de!
Kağıt ve Kalem Seferinde İlk Yolculuk: Mahalle
Mektebi
Gökyüzü ve yeryüzü; geceyle gündüzü birbirine
yamayan iki iğne, iki iplik, iki can… Arasında siz
varsınız ve herkes ikisinin arasında ulanmış bir
yıldız grubu olarak bekliyor kaymayı. Kaymak
diyorum, yol almak biraz, öyle değil mi sahi, hepimiz
bir şeylerin sonuna doğru yol almıyor muyuz?
Sonlar başlangıçların ulağı değil midir? Mesela siz,
kalem ve kâğıda güzel Zarife'nin bilgeliğinden yol
almıştınız.
Henüz beş yaşındaydınız, öyle ele avuca sığmaz
afacan bir çocukta değildiniz ü stelik anne ve
babanız sizi niye bu kadar erken mektebe
gönderme gereği duydu bilmiyorum. Belki de atiyi
güzel gören gözlere sahipti ikisi de! Onların niyeti
kulaklarınız doysundu lakin siz yetinmediniz.
Kulaklarınızın ağırladıklarını, idrakiniz iğdiş etmeli
ve kalbiniz hazmetmeliydi, bunun tek yolu küçük
ellerinizin kalem tutması, elif be'nin kağıt üzerinde
harf nöbeti tutmasıydı. Zarife'nin defteri ve kalemi
ilham oldu bugü nü nü ze, kulaklarım yetmiyor
dediniz, yetmiyor kulaklarım, yazmalıyım!
Mahalle Mektebinin Hocası Yusuf kıssasını
anlatmıştı hani de, içlenmiştiniz Yusuf'u kuyuya
atan kardeşlerine. Ağabeyiniz Ekrem Hakkı Bey
gelmişti belki de aklınıza o kendini kuyuya atar
imkânı yok vermezdi sizi o kör kuyuya, öyle severdi
kız kardeşini çünkü öyle muhabbetle ve sahiplikle…
Mektep Hocasının sözleri kulaklarınızdan geçip
temiz aklınızda kayda alınmıştı da eve neşeyle
geldiğiniz o gün dilinizden Ismail Hakkı Bey'in
kulaklarına yol almıştı. Beş yaşında bir çocuk olarak
ne demiştiniz sahi? Küçük bir çağlayan sesi: “El
5
kü frü milletin vahide” diye dalgalanmıştı evin
içinde. Babanız bu sözün ardından dudaklarındaki
muhabbet ateşini yanaklarınızda akan ırmakta
sö ndü rmü ştü . Siz onun istikbalinin yegâ ne
direğiydiniz ve hayalleri hiç boşa değildi!
1
Bir Dünyadan Bir Dünyaya-Syf.3,1974
2
Bir Dünyadan Bir Dünyaya Syf.1 1974
3
-Ratibe Syf.55 1. Baskı 2002
4
Ah Tuna Vah Tuna-Syf.130-3.baskı-2014
5
Kâ irler bir milletir.
6
Maveradan Gelen Ses-Hicran Göze
12
14. BU AYIN FAKIRIHazırlayan: Abdulkadir Ustündağ
Mihail Yuryeviç Lermontov
15 Ekim 1814 yılında Iskoç kökenli soylu bir
ailenin çocuğu olarak Moskova'da dünyaya gelir.
Lermantov, annesini kü çü k yaşta kaybetmesi
ü zerine bakımını ve eğ itimini ü zerine alan
anneannesiyle birlikte Penza eyaletinin Tarhanı
kasabasına yerleşir. Daha sonra tekrar eğitimi için
anneannesiyle birlikte Moskova'ya yerleşir.
Burada soylu çocuklarının okuduğu yatılı bir
okula kaydını yaptırır. Byron ve Puşkin
romantizmin etkileri görülen ilk şiirlerini burada
yazar.
1830 yılında Moskova üniversitesine kaydını
yapan Lermantov, burada geçirdiği iki yılın
s o n u n d a ü n ive r s i te d e k i p ro fe s ö r i l e
tartışmasından dolayı üniversiteyi terk eder. St.
Petersburg'a yerleşen Lermantov 1832 yılında
harp okuluna kaydını yapar. Lermantov harp
okulundan üst teğmen olarak mezun olur. Aykırı
bir kişilik olan Lermantov çevresi ile sürekli bir
sorun yaşar. Dö nemin ö zgü rlü kçü Fransız
akımlarından etkilenen Lermantov, mutlak
monarşinin sınırsız yetkilerinin anayasa ile
sınırlandırılması gerektiğine inanıyordu. Edebi ve
yaşam felsefesi olarak birebir örnek aldığı ve
üstadı olarak gördüğü Puşkin'in 1837 yılında bir
düello ile ölmesi, Lermantov'u derinden etkiler.
Puşkin'in ölümü üzerine kaleme aldığı “Şairin
Olümü” şiiri büyük bir yankı uyandırır. Puşkin'in
ölü mü nü Çar'ın baskıcı rejiminin bir sonucu
olarak gö ren Lermantov, bunun bir cinayet
olduğunu ve tek sorumlusunun Çar yönetimi
olduğuna inanır. Bu dü şü ncelerinden dolayı
tutuklanarak Ka kasya'ya sürgüne gönderilir.
Lermantov için hayatının dönüm noktası olur
bu sürgün. Burada etkileşime girdiği kahraman
Ka kas halklarının cesaretini, kahramanlıklarını
ve doğasını konu alan şiirler yazar. Kısa sürede
cesareti ile Ka kas halklarının sevgisini kazanır.
Unlü çeçen lider Dudayev onun için: “Atı ile tek
başına Ka kas direniş ordusunun ü zerine
sü rdü ğ ü nde, Ka kas direnişçiler onun bu
cesaretinden dolayı kenara çekilerek onu
vurmazlardı. Ka kas direnişçilerin bu onurlu
duruşunu gö ren Lermantov ise onlara
hayranlığını yazdığı şiirlerle ifade ediyordu.”
“ve vahşidir bu vadinin kavimleri …
onların tanrıları özgürlük,
yasaları savaştır…
orada düşman yok etmek suç değildir .
ama daha gerçeği intikamdır .
orada iyiliğe iyilikle,
kana kanla karşılık verilir…
ve nefrette aşk gibi ebedidir …”
Lermantov bir yıllık sü rgü nden sonra St.
Petersburg'a tekrar dö ner. St. Petersburg'da
yazdığı “Çağımızın Bir Kahramanı” adlı romanıyla
büyük bir beğeni toplar. St. Petersburg'da kısa
sürede dönemin parlak edebiyatçıları arasına
girer. Şiirleri edebiyat çevrelerinde çok beğenilen
Lermantov'a Puşkin'in ardılı gözüyle bakılmaya
başlanır.
Aykırı ve özgürlük arayan kimliğinden ötürü
burada da sorunlar yaşanayan Lermantov, Fransız
diplomatın oğlu ile girdiği dü ello sonucunda
tutuklanır. Bunu bir bahane olarak gören Çar
yö netimi Lermantov'u tekrardan sü rgü ne
gönderir. Sürgün yolunda hastalanan Lermantov
dinlenmek için mola verdikleri handa bulunan
emekli bir binbaşı ile girdiği düello sonuncunda
yaşamanı yitirir. Lermantov'un ölümü Rusya'da
özgürlükçü kesim tarafından büyük bir üzüntüye
neden olur. Lermantov kendisinden sonra gelen
birçok Rus şair ve yazarı etkilemiştir. Velhasıl bu
ay, ayın fakiri olarak Lermantov'u seçtik.
Fakirimizdir, şairimizdir ve okuyunuz,
okutturunuz!
13
15. Y E D I G U Z E L P R O G R A M
Cihat - Ayşe Albayrak
www. hayalbilgisi.com
14
1- Yedi Güzel Adam
Şiirin itibarsızlaştırıldığı bir dö nemde, en yaygın ve etkili iletişim aracı
olan televizyonda,
büyü k oranda şiiri konu alan bir televizyon dizisi izleyebilmek mutluluk
verici. Edebiyatımızda ö nemli bir yeri olan Yedi Gü zel Adam'ı
yaşadıklarıyla, şiirleriyle, bü tü n heyecanlarıyla gö rmek ö zellikle
edebiyatla uzaktan yakından ilgilenenler için çok etkileyici. Hayal Bilgisi
Edebiyat Dergisi'ni Anadolu'nun en doğusunda birkaç yıldır çıkarırken
yaşadıklarımızı, çektiğimiz sıkıntıları ve en ö nemlisi de acemiliğimizi,
telaşımızı ve heyecanımızın büyü klü ğü nü dizide Kahramanmaraş ve Yedi
Gü zel Adam ö rneğinde gö rmek paha biçilemez.
Şiirin ve 'edep' derdi olan edebiyatın büyü k kitlelere ulaşması ü lkemiz için
oldukça ö nemli. Bu dizi yü z binlerce insanın şiire bakışını değiştirebilir
elbette. Bu nedenle ö nemsiyor ve ilgiyle takip ediyoruz.
2- Böyle Bitmesin
'Aile' kavramını konu alan ve boşanmak ü zere olan çiftlerin sorunlarını
çö zmeyi amaçlayan bir ekibin başrolde olduğu bu dizi, toplumun pek çok
alanındaki insanlarla empati kurmamızı sağlıyor. Farkında olmadığımız
ama hayatımızı olumsuz olarak etkileyen pek çok sorunu tanımlıyor ve
farkındalığımızı artırıyor.
Izleyici, her yeni bö lü mde kendisine pay çıkarabiliyor. Böylelikle, ekran
başındakiler diğ er pek çok dizide olduğ u gibi kapitalist ö zentilere
kapılmak ve yalnızlaşmak yerine aile olmanın ö nemini hissediyor.
3- Doğadaki İnsan
Doğaya karşı yaşayan bir dü zende; doğayla bir, huzur içinde yaşayan bir
adamın, Serdar Kılıç'ın, belgesel tadında, imrenerek izlediğimiz macera
dolu keşi leri. Ozenle seçilmiş mü ziklerinden, metinlerine, kurgusuna
kadar dolu dolu olan program, bugü nü n teknoloji esiri insanlarını ikna
edici bir şekilde doğaya çağırıyor. Onunla barışmaya, içindeki bü tü n
canlılarla onu sevmeye, ona saygı duymaya çağırıyor insanı. Bir gü n doğada
tek başımıza kalırsak, esas mü cadelemizi kendimizle vereceğ imizi
işaretliyor; "insan doğadayken esas mü cadelesini doğayla değil aslında
kendisiyle yapıyor." diyerek samimiyetle sakinliğ in insanı huzurun
kö şesine çektiği yerde, doğada tek başımıza nasıl hayatta kalabileceğinizi
ekran karşısında açıklamalı şekilde yaşatıyor. Oğ rettikçe susatıyor
yenisine. Neler ö ğrenmedik ki; çiğdem kö kleriyle karnını doyurabilir
insan, çam iğnelerinden çay bir harika olur, bal arılarının konduğu her
çiçek yenir, bö ğ ü rtlen yaprakları çiğ neyince antiseptik ö zellik taşır,
sazlıkların kö kleri doğal iltreleme yapar, bu yü zden durgun su sazdan
pipet yaparak içilebilir, karınca larvasında fazlaca protein mevcut, zinde
kalmak için kullanılması mü mkü n, suyun olduğu yere yakın mutlaka bir
yerleşim yeri vardır; etraftaki otlar, çalılar ne kadar yeşilse suya o kadar
yakınsın demektir...
Siz de bizim gibi huzuru işaret eden adamın çağrısına kulak verip bir gü n
kendinizi ateşin ü stü nde kaynayan demlikten çam kokulu çay içerken
bulabilirsiniz.
16. 4- İnsan
'Insan yaşar, insan biriktirir ve her insanın dinlenecek bir hikayesi vardır.'
cümlesiyle başlayan program sizi her bölümünde 10 dakikalık bir tanışmaya
davet ediyor. Orijinal formatında ilk ve tek olma özelliği taşıyan belgesel, her
bölümde farklı bir insanın kendi ağzından hikayesini anlatıyor seyirciye. Ana
teması adıyla bir olan programı, her birey özeldir unsurunu ekran başındaki
insanlara hissettirerek izlettiği için kendine arı bir yer edinmiş durumda.
5- 2 Dakikada Bilim
"Gökyüzü neden mavidir? Deterjanlarda ne var? Tansiyon aleti nasıl çalışır?
Böcekler neden ışığa doğru uçarlar?" gibi sorulara 145-150 saniye kadar kısa
bir zaman diliminde deneylerle cevaplar bulan program 2 dakikada Bilim.
Eğlendirecek bilgilendirmek tam anlamıyla bu olsa gerek.
Izleyiciye dayatılan içi boş ve kaliteden yoksun pek çok gü ndü z kuşağı
programları ve saatlerce insanın zamanından dolayısıyla ömründen çalan kötü
örnek dizilerin arasına serpiştirilmiş 2 dakikalık kazanç da diyebiliriz. Bu tarz
kısa, bilgilendirirken eğlendiren programların sayıca artmasını temenni
ediyoruz.
6- Ömür Dediğin
"Bir insan ömrünü neye vermeli? Tükenip gidiyor ömür dediğin..." dizelerini
mırıldanarak sorar başlarken program. Geçip giden yıllardan arta kalan
hüzünlerini, mutluluklarını, anılarını kendi ağızlarından anlattıkları, çoğu
yarım asrı geçmiş hayatların, izleyicileri de bu zaman yolculuğuna davetidir.
"Her şeyin kolayı bulunur yaşlılığın kolayı bulunmaz..." diyen dedelerin
ninelerin sesi dolar kulağınıza. Birbirlerinin yüzüne güneş gibi doğan sıcacık
bakışlarındaki muziplikle, sevgiyle, vefayla titretirler yüreklerinizi. TRT'nin
bugüne dek yaptığı en başarılı programlardan olan Omür Dediğin, on – on beş
dakikalık bir sürede sıcacık, samimi, kimi zaman hüzünlü kimi zaman neşeli bir
şekilde hikâyelerini anlatan tonton dedelerin, sevimli ninelerin ekran başındaki
izleyiciye öğüdü gibi en çok da. Bu programda gerçek hayatlar, bu programda
içimizden sesler var, bu programda 'insanın özeti' var; çocukken ihtiyar,
ihtiyarken çocuk olmak... Şü kr'ü n bakışından duayla göz göze geldiğiniz
insanlar için Omür Dediğin iyi ki var...
7-Kafa Dengi
Gökdemir Ihsan, Selahaddin Yusuf, Tarık Tufan'ı bir araya getiren programda
her hafta, düşünce dünyasından edebiyata, sinemadan müziğe birçok konu ele
alınıyor. Daha ziyade sohbet havasında geçen geçen program, zaman zaman
farklı konuklara da yer veriyor. Program daha ziyade izleyenleri düşünce
atlasında bir yolculuğa çıkarıyor, olaylara ve meselelere farklı bakış açıları
sunuyor. Alışılmış program formatının dışında daha ziyade meraklısına hitap
eden bir yapıda.
15
17. Fatih Kutlubay Keleş
www.fakirane.org
KANLIDIVANE
Akdeniz, “Denizlerin Anası”… Dünyanın kalbine kurulmuş medeniyet. Doğusundaki Arab kıyılarından Batısında
Tarık'ın gözbebeği Endülüs'e kadar fersah fersah Dünya'ya hükmetmiş bir su dünyası. Bu muhteşem deniz karayla
kucaklaştığı her noktaya baki izler bırakmış kendisinden. O kadar ki Akdeniz kendisine has bu yaşam tarzını
Tunus'tan Italya'ya Suriye'den Ispanya'ya, şarkı̂ veya garbı̂ her coğrafyada ruh iklimleriyle çatışmadan bir
medeniyet inşa etmiş.
Her ulaştığı yere kendisini taşıyan vakur deniz, ülkemizde uzandığı kıyılar boyunca da bu tavrını korumuş ve
Anadolu'yu suya kavuşturduğu her noktasında kendisini hissettirmiştir. Buram buram tuz kokan bu medeniyetin
Anadolu'daki izlerinden birisi de Kanlıdivane. Adının verdiği ürpertiye inat tarihin ihtiyar sırtında Akdeniz'i
seyreden yeşil müreffeh bir tepe. Aslında tepeden de öte tarihin nasıl doğa etrafında şekillenip ona ayak
uydurduğuna müstesna bir örnek.
Toros'ların yü zü nü gü neşe çevirdiği Doğu Akdeniz havzasının adı pek duyulmamış tarihi yerleşimi olan
Kanlıdivane, Mersin ilinin Erdemli ilçesinde kıyıdan 3 km içeride coğrafyaya hâkim bir tepede kurulmuş. Ayaş
kasabasının doğu taraf girişinde bulunan antik kentin, Ayaş merkezde bulunup sit alanı ilan edilen Elaiussa
Sebaste'nin sur dışındaki uzantısı olduğu düşünülüyor. Nerdeyse kıyıdaki antik kent kadar geniş bir alana yayılmış
ve büyükçe bir obruk etrafında olan bu kentin ismi konusunda ise çeşitli rivayetler mevcut. Bunlardan ilki obruğun
duvarlarını kaplayan Akdeniz'in doğal toprağı Terra Rosa'nın kan kırmızı rengi ve burada kurulan Türkmen
divanlarından kalmış olması rivayeti. Bir diğeri ise Roma döneminde suçluların obruğa atılıp vahşi hayvanlara yem
edildiği rivayeti.
16
18. Rivayetleri bir kenara bırakıp kentin Grekçe adının Kanitellis olduğunu
düşündüğümüzde ismin değişerek günümüze Kanlıdivane olarak geldiği ikri ise
etimolojik olarak da desteklenmektedir.
Insanlık tarihinin seyri açısından ele aldığımızda ilk yerleşimin Helenistik
Dönemde olduğu kent, özellikle bölgesel Olba Krallığı açısından kutsal bir önem
ifade etmekte. Bünyesinde bulunan çok sayıda tapınak, tapınak-mezar ve daha
sonraki dönemde yapılan kilise de kentin ruhani yapısının önemini ortaya koyuyor.
Tüm bunların yanında kenti her an yutacakmış gibi ağzı açık bekleyen obruğun da
ilahi bir yanı olduğunu düşünülmekteymiş.
Bölgenin namı büyük coğra i oluşumlarından olan Cennet-Cehennem obruklarına
nazaran daha az bilinen obruklu antik kent, sahip olduğu büyüleyici akustiği ile
onlara kafa tutmaya çalışıyor. Bilinmeli ki iki yeri de gören bir göz olan yazarın gönlü
ise Kanlıdivane'den yanadır.
Makinin Toroslara elbise olduğu diyardaki bu yerleşim yeri de Akdeniz'in
muşahhas yeşilini giymiş durumda. Her yanı saran defne ve zeytin yaprağının
kokusu ise renk,hava ve kokunun ahengini gözler önüne seriyor. Coğrafya dersinde
anlatılan kitabı ̂ bilgiler burada ete kemiğe bürünüyor. Ve insan gerçekten her bilgiyi
yerinde öğreniyor.
Zeytinin anavatanı olan Akdeniz'in kadim şehrinde dönemine göre gelişmiş bir
zeytin üreticiliği olduğunu söylüyor kazıbilimciler.Bunun da ötesinde gözle görülür
şekilde dahi bu farkediliyor.Zira bin yıkık evlerin bahçelerindeki zeytin presi için
kullanilan yassıtaşlar günümüze kadar ulaşmiış durumda.
Tarihi yalnız savaşların,antlaşmalarin ve taht kavgalarından ibaret görmeyen
günlük hayatın tarihini sevenler için Kanitellis biçilmiş kaftan. Dağılmayan Antik
havası,taş döşeli sokakları, yıkık evlere inat ayakta kalan şömineler,şerham şerham
yükselen sutunlar... Sanki bir köşe başiında durup gözlerinizi kapatsanız tahta
kılıçlarıyla savaş oyunu oynayan çocukları, altın tokaları ile mağrur soylu-
ları,ellerinde sepetleri ile bağ bozumundan dönen kadınların şehirden geçişini
görür gibi olursunuz. Bir göz açma mesafesinde bin yıllık zaman yolculuğu.
Muazzam şey.
Günümüze kadar ayakta kalamayan şehirde bir yapı var ki... Taş döşeli sokaklardan
geçip tepeye ulaştığınızda sizi dört başı mamur bekliyor tapınak-mezar.Kentin
soylularından Ara isimli bir hanım,eşi ve iki oğlunun mezarının bulunduğu yapı
şehrin en yüksek noktalarından birisinde bulunuyor. Olba prensesi meşhur Ara ile
isim benzerliği yüzünden onunla karıştırılan bu hanım kıyamete kadar o ismin
gölgesinde kalacak gibi.
Obruğun etrafında erken dönem Hristiyanliğa ait bir çok tapınak bulunuyor.
Bunların arasında en görkemlisi ise kuzey tarafındaki Büyük Bazilika. Doğu ve Batı
uslubunu bünyesinde barındırdığı mimarisiyle dikkat çeken bazilika gökyüzüne
açılan kapısıyla zamanın tüm yorgunluğunu üzerine çekmiş kapısıyla buna
dayanamamış gibi görünüyor.
Kantelis ya da bizce daha samimi adıyla Kanlıdivane, Doğu Akdeniz'in besleyip
büyüttüğü benim de keşfettiğim harikarından bir tanesi.Burası zihnimde hep bir
dfene yaprağı tadında kalacak. Maki yeşili, Terra Rossa kırmızısı ve Akdeniz mavisi
tadında tuzlu bir defne.Gönül coğrafyama eklediğim yeni bir durak.
17
19. Fatma Genç
www.fakirane.org
ILM-I KIYAFET
lm-i kıyafet, bir diğer adıyla izyonomi veya Arapların
Ikullandığı ifadeyle feraset, insanların iç dünyası ve
dış görünüşüyle ilişkisini anlatan bir bilim dalı olarak
bilinir. Görünen ve bilenen her şeyi kapatan şeylere
“kıyafet” denir ve Allah'ın da ruhun kıyafeti olarak
bedenlerimizi verdiğini dü şü nebiliriz. Ruhun içinde
gizlenmiş insanı yansıtan özellikler bulunur. Işte bu
özellikler Ilm-i Kıyafet'in alanını oluşturur.
Kökleri kadim Babil'deki sokak yorumcularına kadar
gider. Sonra eski Yunan'da Aristo ve onun
ö ğ rencilerinin, insanların ve hayvanların yü z
özelliklerini analiz eden çalışmalarına rastlıyoruz. Buna
göre alın kısmı, zihni potansiyele göre; göz ile ağız arası
kısım mizacına; çenenin şekli ve büyüklüğü canlılığa ve
iziki gü cü ne işaret eder denmiştir. O dönemde bu
mevzuda eğitim gö rmü ş kişiler, insanların sağlık
durumlarını tespit edebilirdi. Bunu bir yöntem olarak
kullanırlardı. Ilm-i Kyafet, 18. yüzyıl sonlarına doğru
Avrupa'da elit kesim arasında bir hobi haline geldi. Hatta
Zü rihli din adamı Johann Caspar Lavater, gö zü
kapalıyken 100.000 burun arasında kralın burnunu
tanıyabilme iddiasında bulunabilecek kadar ileri
gitmiştir. Onun 20.000'in üzerinde meşhur kişinin yüz
yorumuna ait bilgiler ihtiva eden, kitabı en çok satan
kitaplar arasına girmişti.
Doğu'da ö zellikle Islam ü lkelerinde bu bilim dalı
zamanla yaygınlaşmıştır. Ilk eser Imam-ı Şa ii
Hazretlerinindir. Ancak eser gü nü mü ze kadar
ulaşabilmiş değildir. Daha sonra Kindi'nin “Risale i'l
Firase”si, Yuhanna Ibnü'l Bıtrık'ı (10.yy) Aristoteles'ten
çevirdiğ i ''Kitabü l Mansuri'si bu mevzudaki ilk
eserlerden sayılır. Ibni Sina'nın bu konuda bir eseri
olduğ u bilinmektedir. Fahreddin Razı (ö .1209)
tarafından yazılan “Kitabü 'l Firase” adlı kitap ise o
zamana kadar yazılan en büyük eser olarak kabul edilir.
Tü rkçe olarak ilk örneği ise Hamdullah Hamdi'nin
“Kıyafetname'' adlı eseri kabul edilir. Eskilerin en gözde
eş, ortak, arkadaş ve işçi seçme aracı olan kıyafet ilmi,
Osmanlı zamanında da bu tür metinlerin hazırlanmasını
sağlamıştır. Ozellikle saraya adam alınırken ve çalışan
seçerken bu bilim dalından faydalanılmıştır.
Tüm bunların yanında Osmanlı döneminin bu alandaki
en meşhur eseri Erzurumlu Ibrahim Hakkı'nın
Marifetname adlı eseridir. Eserin bir bölümü bu konuya
ayrılmış, insanın dış görünüşüne ait özellikleri ile adeta
kişilik ve karakter analizi yapılmıştır. Eserin Ilm-i Kıyafet
adlı bölümünden Ibrahim Hakkı şöyle bahseder:
“Cenab-ı Hak, insanları beden ve ruh bakımından
yaratmıştır. Fakat insanlar zeka ve kabiliyette, huyda
değişiktir, birbirinden farklıdır. Sonra Allah, lütuf ve
inayetiyle, hikmetinin gereğini sanatının inceliğini bu
yaratıkta göstermiş, yüzünü ve şekil yapısında kendi
vası larını bilip ona göre ahlak ve hareketlerindeki,
huylarındaki eksik ve aksaklıkları düzeltsin. Sonra
arkadaş ve dostlarının vücut yapısını ve şekillerine bakıp
zeka ve karakterlerini, huy ve tabiatlarını, ince seziş ve
zekasıyla bilsin ve buna göre onlara muamele etsin,
beğensin sevsin veya aklını kullanarak karakterlerine
göre hareket ederek onlarla geçinip gitsin veya onlardan
uzaklaşıp emniyet, rahat ve selameti bulsun ve ne
kimseden incinsin, ne de kimseyi incitsin. Gönül hoşluğu ile
rahat oturup kalksın.”
Eserin manzum olarak (şiir şeklinde) verilen kısım-
larında ise Ilm-i Kıyafet'in detaylı anlatımı yapılmıştır. El,
yüz, ayak, kaş, göz, burun, diş, dudak, v.s gibi uzuvların
insanın kişiliğine ve karakterine olan etkisi üzerinde
yorumlar yapılmıştır. Bu kısımdan örneklerle bitirelim:
Boyu uzun olanların kalbi saf ve temiz olur.
Kısa boylu olanları hileleri, aldatmaları çoktur.
Kulağı büyük olan bilgisiz ve tembel olur.
Alnı dar olanın içi de dar, sıkıntılı olur.
Gök gözlü olan zeki, ela gözlü olan edepli, terbiyeli olur.
Ince kaş güzel olur, uzun ise kibirli olmanın delilidir.
Siyah gözlüler itaatli, kızıl gözlüler cesur olur.
Saçı çok olan kadının, anlayışı az olur
Siyah saçlı olan sabırlıdır, onu ara.
Saçı yumuşak olan saf ve utanması az olur.
Başı kü çü k olanın aklı azdır, gizli şeyin varsa ona
söyleme.
Başının tepesi yassı olan, keder(üzüntü) çekmez.
Başının derisi ince olan, hayır yapar, zarar vermez.
18