¿Qué es lo que ves en las palabras afilar, cortar, comer, crear, engordar, lejía, llenar, limpiar, pacto, pureza y trigo cuando los lees en tu Biblia? ¿Sabías que todas estas palabras están relacionadas entre sí en el hebreo? ¿Que todas vienen de la misma raíz y tienen un significado común? Te invito a explorar estas y otras palabras del hebreo Bíblico.
¿Qué es lo que ves en las palabras afilar, cortar, comer, crear, engordar, lejía, llenar, limpiar, pacto, pureza y trigo cuando los lees en tu Biblia? ¿Sabías que todas estas palabras están relacionadas entre sí en el hebreo? ¿Que todas vienen de la misma raíz y tienen un significado común? Te invito a explorar estas y otras palabras del hebreo Bíblico.
1. 32 (104). HÜMEZE SÛRESİ
MEKKÎ, 9 ÂYET
GİRİŞ
Adını 1. âyette geçen hümeze sözcüğünden alan bu sûrede, bir önceki Kıyâmet
sûresi'nde, ...yalanladı ve geri durdu, sonra da gerine gerine ehline [ailesine, arkadaşlarına]
gitti ifadeleriyle tanıtılan, şehvet düşkünü [şiddetli tutku sahibi] akılsız insan tipinin bir başka
tutumu dile getirilmiş, sahibi oldukları mala mülke güvenerek her şeyden emin havalara
bürünen bu zavallıların âkıbetleri sergilenmek sûretiyle tüm insanlık uyarılmıştır.
Sûrede işaret edilen kişinin kim olduğu konusunda klâsik kaynaklarda el-Ahnes b. Şerîk,
Velîd b. Muğîre, Umeyye b. Halef ve Cemil b. Âmir es-Sakafî gibi kişilerin isimleri
geçmektedir. Adı geçen kişilerin hepsi de benzer özelliklere sahip olduğundan, herkes kendi
tanıdığı kişinin adını vermiş olabilir. Meselâ, burada nitelikleri açıklanan kişi ile
Müddessir/11-30'da konu edilen kişi arasındaki benzerlik dolayısıyla, bu kişinin Velîd b.
Muğîre veya Ebû Cehl olduğu ileri sürülebilir. Aynı şekilde, bizim de katıldığımız bir görüş
olarak bu kişinin Kıyâmet sûresi'nde, kıyâmeti inkâr eden kişi olarak düşünülen Adiyy b. Ebî
Rabia olduğu da söylenebilir. Ancak hitap genel olduğu için sûrenin hangi kişi sebebiyle
indiğinin bir önemi yoktur. Sûrede malûm ve ma‘rûf kişiler değil, “malına güvenerek
yaşlanmayacağını, hastalanmayacağını, ölmeyeceğini zanneden [kendini ölümden uzak
gören], sorumsuz, başıboş yaşama sevdalısı” karakter yapısındaki herkes muhatap alınmıştır.
Muhatap alınan bu karakterdeki insanların bir diğer niteliği de, toplumu aydınlatmaya çalışan
iyi insanları, yüzlerine karşı veya arkalarından sıkıntıya sokmaya çalışan tipler olmalarıdır.
Sûreden net olarak anlaşılmaktadır ki, Kur’ân âyetleri, olayların akışına göre gelmekte,
Peygamberimiz ve o'nunla birlikte olan inananlar, kendilerine karşı sinsî plânlar yapanların
deşifre edilmesi sûretiyle yönlendirilmektedir. İnançsızlar ve yalanlayanlar ise; kalıbı, kafiyesi
ve manası itibariyle giderek daha fazla dikkat çeken sözlerle ve şiddeti artan cezalarla tehdit
edilmektedir. Yapılan uyarılarda kullanılan her sözcük, inançsız yalanlayıcıların kafalarına
âdeta balyoz gibi inmekte, beyinlerine mermere kazınan yazı gibi kazınmaktadır.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1
Arkadan çekiştirenlerin, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin hepsinin
vay hâline!
2,3
O ki, malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini sonsuzlaştırdığını
sanarak onu çoğaltan/ tekrar tekrar sayandır.
4
Kesinlikle onun düşündüğü gibi değil! Kesinlikle o, Hutame'ye fırlatılıp
atılacaktır.
5
Hutame'nin ne olduğunu sana ne bildirdi?
6,7
O, Allah'ın, gönüllerin üzerine tırmanıp çıkan, tutuşturulmuş bir
ateşidir.
8,9
O, uzatılmış direkler içinde, onların üzerine kilitlenmiştir/kapatılmıştır.
TAHLİL:
1
Arkadan çekiştirenlerin, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin hepsinin
vay hâline!
2. VEYL: ويييل [veyl] sözcüğü, “kınama, öfke ve tehdit” ifade eden bir sözcük olup
sözcüğün aslı لفل ن وى [vey li-fülânın=vay falancaya] şeklindedir. Ne var ki, Araplar tarafından
sıkça kullanılan وى [vey] sözcüğü, zamanla kendisinden sonra gelen ل [lam] ile birleştirilerek
ويل [veyl] şeklinde kullanılmaya başlanmıştır.
Araplar, gördükleri ileri derecedeki çirkinlik için veyl, küçük görmek için veys, acımak
için de veyh sözcüklerini kullanırlar.1
Veyl sözcüğü, cehennemde bir dağın veya bir vâdinin adı olarak da rivâyet edilmiştir.
Ama bu tarz rivâyetler kişisel yorum olmaktan öteye geçememişlerdir.
Rabbimiz veyl kelimesini burada nekre [belirsiz] olarak ifade etmiştir. Bu kullanımdan,
veyl'in ölçüsünü hiç kimsenin bilmediği, bilemeyeceği, ancak Allah'ın bilebileceği
anlaşılmaktadır. Bir başka ifade ile Rabbimiz, cezasının sadece Kendisi tarafından
bilinebilecek ölçüde büyük olduğunu bildirerek inançsız insanlarca ortaya konulan bu
davranışların ne denli çirkin olduğuna dikkat çekmiş olmaktadır.
HÜMEZE ve LÜMEZE: ييزةيهم [hümeze] sözcüğü, همييز [hemz] kökünden türemiş,
mübalâğa [abartı] kalıbında bir ism-i fail [etken isim] olup “sıkan, kıran, men eden, ayıplayan,
vuran, döven” anlamlarında kullanılır. Ama asıl anlamı, “sıkan” ve “sakındıran” demektir.
Zaman içerisinde “arkadan kınayarak, ayıplayarak, kötüleyerek birini bir şeyden sakındıran, o
kişiyi sıkıntıya sokanlar” anlamında kullanılır olmuştur.2
يزةيلم [lümeze] ise “yüze karşı gizli sözle; kaş, göz, dudak hareketleri ile can sıkma,
manevîyat bozma” anlamındaki يزيلم [lemz] sözcüğünden türemiş bir sözcüktür. Lümeze de
tıpkı hümeze gibi mübalâğa kalıbında çoğul anlamlı bir ism-i fail olup “yüze karşı mimiklerle
[kaş, göz ve dudak hareketleriyle] sıkıntı verenler” anlamına gelir.3
Lemz sözcüğünün türevleri, Hucurât/11 ve Tevbe/58, 79'da görülebilir.
Hümeze ve lümeze sözcükleri فعلييية [fu‘aletün] kalıbında olup Araplar ضيييحكة
[duhaketün=çok gülen], لعنيية [lu‘anetün=çok lânet eden] gibi sözcükleri de bu kalıpla
kullanmışlardır. Sözcüklerin farklı kıraatleri söz konusu olmasına rağmen, kıraatlerin hiç
birinde anlam farklılığı yoktur. Bu nedenle burada farklı kıraatlerin ayrıntısına
girilmeyecektir.
Hümeze ve lümeze sözcüklerinin manaları ile ilgili olarak klâsik eserlerde şu açıklamalar
yer almıştır:
* Hümeze, “gıybet eden”, lümeze ise “ayıplayan ve eğlenen” demektir.4
* Hümeze, el-kol hareketleriyle; lümeze de dille yapılan alaya almalardır.5
* Hümeze, yüz yüze iken ayıplayıp alay eden, lümeze ise insanı arkasından ayıplayıp
alay edendir.6
* Hümeze, açıkça ayıplayıp alay eden; lümeze ise gizlice, kaş-göz işaretleriyle
ayıplayandır da denilmiştir.7
* Hümeze ve lümeze, insanlara hoşlanmadıkları lâkaplar takarak öyle çağırandır.8
* Hümeze, beraberinde oturan kimseyi göz ucuyla işaret ederek ayıplayıp alay eden;
lümeze ise din kardeşini gıyâbında kötü şeylerle anıp ayıplayandır.9
1
(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
2
Lisânü'l-Arab; c. 9, s. 133-134.
3
Lisânü'l-Arab; c. 8, s. 125.
4
..... (İbn-i Abbâs'tan naklen)
5
..... (Ebû Zeyd'den naklen))
6
..... (Ebu'l-Âliye'den naklen)
7
8
(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
9
..... (Hasan el-Basrî ve İbn-i Keysan'dan naklen)
3. * Bunlar [hümeze ve lümeze] koğuculuk yapanlar; dostların arasını açanlar ve insanlara
kusur bulanlardır.10
* Hümeze dil ile, lümeze de göz ile yapılandır.11
Görüldüğü gibi, yukarıdaki açıklamaların hepsi de birbirine yakın anlamlar
içermektedir. Ancak bize göre bunların içerisinde âyetin lâfzî yapısına ve Kur’ân'ın genel
ilkelerine en uygun olanı, Lisânü'l-Arab'ın verdiği anlamlar doğrultusunda sözcüklerin orijinal
anlamlarıyla yapılan açıklamadır.
Dikkat edilecek olursa, sözcükler hakkındaki açıklamaların tümü, “insanların şeref ve
haysiyetiyle oynayıp onların kusurlarını ortaya koyma, onları sıkıntıya sokma,
maneviyatlarını bozma” anlamlarında birleşmektedir. Bu demektir ki, hümeze ve lümeze
olarak adlandırılanlar, İslâm tebliğcilerini sıkıştırmak, sıkıntıya sokmak, başarılarını
engellemek için arkalarından girişimlerde bulunmakta, kulis yapmakta, lobiler oluşturmakta
hatta bunlarla da yetinmeyip yüzlerine karşı sinir bozucu mimik hareketlerinde
bulunmaktadırlar.
2,3
O ki, malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini sonsuzlaştırdığını
sanarak onu çoğaltan/ tekrar tekrar sayandır.
Âyetlerin başındaki لىذىّذا [ellezî] ism-i mevsulü, cümlenin devamında açıklanan gerekçe
ile yanlış yapan kişilerin kimler olduğunu işaret etmektedir. Bu kimseler, 1. âyette sözü edilen
hümeze ve lümeze'dir. Başka bir ifade ile, 1. âyette hemz ve lemz yaparak müminleri sıkıntıya
sokan bu kimselerin cüretleri, biriktirdikleri mal sayesinde kendilerini bu dünyada ebedî
zannetmelerinden kaynaklanmaktadır.
Âyetteki مالمم [mâl] kelimesi, nekre [belirtisiz] getirilmiş ve böylelikle bu kelimenin
anlamı geniş tutulmuştur. Çünkü nekrelik [belirtisizlik], çokluğa da azlığa da yorulabilir.
Nekrelik azlığa yorulur ise, bir insanın malı [sahip olduğu şeyler], bütün dünyanın
malına nisbetle bir hiç değerinde olacağından, âyetteki vurgu, küçümseme ile malın azlığına
yapılmış olur.
Nekrelik çokluğa yorulur ise, âyetteki vurgu, önemseme ile malın çokluğuna olur ve
aynı zamanda bu küstahlığın da biriktirilen önemli miktardaki mala güven dolayısıyla
yapıldığı kasdedilmiş olur.
MALI SAYMAK: د دّذع [‘addede] sözcüğü, “biriktirmek, hazırlamak” anlamına gelen ve
sesteş bir sözcük olan ‘udde kökünden türemiştir. İnsanların belli bir amaçla (meselâ, olası
kötü hâdiselere karşı güvence olarak) bir şeyi biriktirmesi ‘udde sözcüğü ile ifade edilir.
‘Addede sözcüğü, kökünün sesteş bir sözcük olması sebebiyle birden çok anlama gelir.
Sözcüğün ilk anlamı, عدة [‘adet=sayı] demek olup cümledeki anlamı da, “tek tek saydı”
manasına gelir. Sözcüğün tef‘îl babından [şeddeli] oluşu ise, sayılan şeyin çokluğunu
anlatmaktadır.12
‘Addede sözcüğü, yine “sayı” anlamı ekseninde “çoğalttı” manasına da gelmektedir.13
Nitekim Arapça'da, “...'da [onda] oldukça adet, yani çokluk vardır” şeklinde kullanılır.
Âyetteki, د دهّذع [‘addedehü=onu tekrar tekrar sayandır] ifadesi, bazı kıraatlerde ‘addede
sözcüğünün şeddesiz şekli ile ‘adedehü olarak yer almıştır. Bu şekle göre ise, kökün sesteşliği
sebebiyle ifadenin anlamları şöyle olur:
“Mal biriktirdi ve o malın sayısını belirledi.”
10
..... (İbn-i Abbâs'tan naklen Ebu'l-Levzâ)
11
..... (Süfyân-ı Sevrî'den naklen)
12
(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
13
(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
4. “Malının, adamlarının adedini çoğalttı.”
Yukarıdaki âyetler, biriktirdiği mal-mülkle, yetiştirdiği evlâtla, elde ettiği makam-mevki
ile övünüp böbürlenenlerin ve kendisini müstağni zannedenlerin neden böyle davrandıklarının
gerçek sebebini açıklamak sûretiyle, bu zavallıların akılsızlığını ortaya çıkarmaktadır: O,
malının kendisini gerçekten ebedîleştirdiğini sanıyor!
Hâlbuki tüm dünya metaı, gelip geçici şeylerden ibarettir. Kendisi ebedî olmayan şeyin
insana ebedîlik sağlaması mümkün değildir. Dünya çapında kurulacak hâkimiyetler bile, her
şeyi ile fânî olan bu dünyada yok olup gitmeye mahkûmdur. Dolayısıyla fânî dünyada sahip
olunanlarla insanın kendini ebedî hissetmesi ancak akılsızlık göstergesidir.
خلد [huld=ebedîleşmek] sözcüğü, âhirete has bir kavram olup bu nedenle âhiretin bir adı
da Dârü'l-Huld [Ebedîlik Yurdu]dur. Zaten Kur’ân'da cennet ve cehennemin ebedîliği de huld
sözcüğü ile ifade edilmiştir.
Âyette geçen, اخلده [ahledehu] sözcüğü, huld kökünden türemiş olup “dışarı çıkmadan
sürekli evde kalmak” anlamına gelir. Bu sözcük, bulunulan hâlin kesintiye uğramadan devam
ettiğini anlatır.14
Nitekim Vâkıa/17'de, cennet ehline bir lütuf olarak verilecek çocuklar için
muhalledûn [ebedîleştirilmiş] sıfatı kullanılmıştır ki, bu ifade de, o çocukların hiç
büyümeyeceği ve yaşlanmayacağı anlamına gelir.
Ahledehü fiili, geçmiş zaman kipinde olduğu için âyetin anlamının da, kendisini
ebedîleştirdi olarak verilmesi gerekmektedir. Sözcüğün geniş zaman ya da gelecek zaman
kipinde “kendisini ebedîleştireceği” şeklinde çevrilmesi hem yanlıştır, hem de âyetteki ince
anlamı yok etmektedir. Çünkü âyetin metnine göre, “o akılsız, malının kendisini
ölümsüzleştireceğini değil, ölümsüzleştirmiş olduğunu” sanmaktadır.
Hatırlanacak olursa, Tîn sûresi'nde, ahsen-i takvîm üzere yaratılmış olan insanın, iman
etmemesi ve sâlihâtı işlememesi sonucu, hayvandan beter edildiği, esfel-i sâfilîn'e itildiği
bildirilmişti. 1-3. âyetlerde de bu inançsız insanın iğrençleşmiş, âdîleşmiş, küstahlaşmış
portresi çizilmiştir. Bu portre, sadece âyetin indiği dönemdeki şu veya bu kişinin değil, her
zaman ve her yerde görülen inançsız insanın portresidir: “Mala sahip olmakla insanlığın üstün
ve ebedî değerlerine, onurlandırıcı her şeyine sahip olunacağını zanneden; şu veya bu şekilde
elde ettiği malı hayattaki en büyük kazanç olarak değerlendiren; mala sahip olduğunda
gönlünü tümüyle ona kaptıran; mal karşısında bütün kavramların önemini kaybettiğini, bütün
değerlerin, bütün ölçülerin küçüldüğünü hisseden, onun karşısında kendine hâkim olamayan
aşağılık bir tip...”
Bu patolojik kişilik, edindiği mal veya emtiayı her şeye gücü yeten, ölümü dahi baştan
savıp ölümsüzlük sağlayan bir ilâh olarak görme eğilimindedir. Mal tutkusunun esiri olup
iyice yozlaşan bu kişilik, elindeki ekonomik varlığı, hesaba çekilme ve yaptıklarının
karşılığını verme zamanı olan âhirette Allah'ın vereceği cezayı bertaraf edebilecek bir güç
zannedecek kadar da akılsızdır.
Bu kişilik hastalığındaki inançsız insan, yukarıda sıralanan güdülerin yönlendirmesiyle
malın peşine düşmekte, onu ikide bir saymakta ve saydıkça da zevk almaktadır. Bu güdülerin
kişiliğine yerleştirdiği çirkin duygular ise onu insanların yüce değerlerini ve onurlarını
aşağılamaya itmektedir. Sonunda âyetlerde çizilen tablo gerçekleşmekte ve inançsız insan
hem dili, hem de hareketleriyle alaya başlamaktadır. Yani, alay ettiği insanların gerek
seslerini ve sözlerini, gerekse hareketlerini veya fiziksel özelliklerini alaylı mimiklerle taklit
ve karikatürize ederek aklı sıra onları küçük düşürmek amacıyla bir nevi tiyatro
sahnelemektedir.
Ne var ki, bu davranışları kendilerine pek pahalıya mal olacak ağır bir sonuç
içermektedir:
14
(Lisanü’l Arab, “hld” mad. )
5. 4
Kesinlikle onun düşündüğü gibi değil! Kesinlikle o, Hutame'ye fırlatılıp
atılacaktır.
İşin, bu inançsız kimsenin inandığı gibi olmadığı, Rabbimiz tarafından الّ ] ك [kellâ=hayır
hayır] sözcüğü ile ifade edilmiştir. Çünkü mal-mülk ne kadar çok olursa olsun, insanı
ölümsüzleştiremez, ebedîleştiremez. Bu yanlış inanç, azgınlaşmış dürtülerine esir olan
inançsız insanın, gerçeği algılama yetisini kaybederek düştüğü pişmanlık verici bir
yanılsamadır.
Kesin olan şu ki, malın-mülkün çokluğu bu kişiye hiçbir fayda vermeyecektir.
İnançsızlığından kaynaklanan yanlış davranışları yüzünden Müslümanlara sıkıntı verdiği ve
toplumda manevî yıpranma oluşturduğu için, Kesinlikle o, Hutame'ye fırlatılıp atılacaktır.
Bu âyette, رعدعّ ] اللل [red‘] edatı olan kellâ sözcüğünden başka üç ilginç vurgu daha
mevcuttur:
1) Normalde ينبذ [yünbezü] şeklinde olması gereken fiilin başına ل [lam] edatı ve sonuna
da iki tane ن [nun] harfi getirilmek sûretiyle fiil نّ ] لينبذ [le-yünbezenne] hâline getirilmiştir.
Böylece cümleye, “kesinlik” vurgusu yüklenmiş ve bu işin şakasının olmadığı, söylenenin
kesinlikle, mutlaka yapılacağı belirtilmiştir.
2) Âyette geçen لذلنب [nebeze] fiili, sıradan bir sözcük olmayıp horlama, tahkir etme
[aşağılama] vurgusu ile “önemsiz bir şeyin fırlatılıp atılması” için kullanılır.15
Rabbimiz bu
sözcükle, sahip oldukları sayesinde kendilerini itibarlı, onurlu, önemli sayanlara çok özel bir
mesaj vermiş ve sanki demiştir ki: “Siz kendinizi çok ayrıcalıklı olarak görüyorsunuz ama Biz
sizi aşağılayarak, horlayarak, önemsiz bir şey, bir paçavra gibi Hutame'ye fırlatıp atacağız.”
3) حطمة [hutame] sözcüğü, “kırıp dökmek” anlamındaki hatm sözcüğünün mübalâğa
ismi-i fail kalıbı olup “aşırı kırıp döken” demektir. Araplar, şiddet içeren bu sözcüğü
genellikle kemik gibi kuru ve sert şeylerin kırılması anlamında kullanırlar. Mecâzî olarak;
önündeki sürüsüne sahip olamayan, sürüsündeki malları telef eden çobana; ne bulursa yiyip
bitiren aşırı obur kimseye; tüm birikimleri tükettiren kıtlık senesine; ailesinin varlığını saçıp
savurarak zarar veren kimseye; ekinleri, sebzeleri, meyveleri yiyen başıboş hayvana da
hutame denilmiştir.16
Sûrenin devamından, hutame sözcüğüyle kasdedilenin, “cehennem” olduğu
anlaşılmaktadır. Bu durumda cehennem'in yakıcı özelliğinin yanı sıra, azap üstüne azap veren,
içine atılanları kırıp geçiren, yiyip bitiren özellikleri de olduğu ortaya çıkmaktadır.
Cehennemin tanıtılması için seçilmiş olan hutame sözcüğü, başka ince mesajlar da
içermektedir. Sanki şöyle denmektedir: “Siz hümezelik ve lümezelik yaparak Peygamber'i ve
inananları sıkıntıya sokar, onların maneviyatlarını bozarsanız, Biz de sizi, sizin
yaptıklarınızdan daha çetin azaplar veren hutame'ye [kırıp döken, yiyip bitiren cehenneme]
fırlatıp atarız; kırılıp dökülürsünüz.”
5
Hutame'nin ne olduğunu sana ne bildirdi?
Yani, sen hutame'yi bilmezsin, bilemezsin. Aklın onu alamaz, onun dünyada örneği
yoktur. Onu ancak Biz açıklarız.
6,7
O, Allah'ın, gönüllerin üzerine tırmanıp çıkan, tutuşturulmuş bir
ateşidir.
15
(Lisanü’l Arab, “nbz” mad. )
16
Lisânü'l-Arab; c. 2, s. 497-498.
6. Kur’ân'da “cehennem ateşi” için, للّ ] نارا [Allah'ın ateşi] ifadesinin kullanıldığı tek âyet
budur. Bunun sebebi, sadece o ateşin korkunçluğunu anlatmaktır. Zımnen, “O, sizin bildiğiniz
ateşlerden değildir, o Allah'a aittir; sönmez, bitmez, tükenmez. Ona hiç kimse müdahale
edemez. Onun dehşet ve şiddetini de bilemezsiniz, o Allah'a ait ölçülerdedir” denilmektedir.
6. âyet, aynı zamanda, dünyada mal varlığı sebebiyle şımaranların Allah katında ne
kadar büyük nefretle karşılandıklarına da işaret etmektedir.
Onları öyle bir karşılama beklemektedir ki:
NEDEN FUAD [GÖNÜLLER]: الئفئدة [ef’ideh] sözcüğü, fevad sözcüğünün çoğulu olup
“kalp” demektir. Ancak bu sözcük “insanın göğsündeki kalp” için değil, “insandaki şuur,
idrak, hissiyat, heves, ilke, düşünce, niyet ve irâde merkezi” için kullanılır.17
Ateşin kalbe kadar ulaşması birden fazla anlama gelebilir:
A) Bu ateş, sadece insanın cezalandırılmasına yol açan yanlış düşüncelerini, çirkin
heveslerini, bozuk ilkelerini, kötü niyet ve irâdesini sarmakla kalmayıp bu pisliklerin
üretildiği merkeze kadar ulaşmaktadır.
B) Bu ateş, dünyadaki ateş gibi kör, müstahak olanı da olmayanı da birlikte yakan bir
ateş olmayıp ancak suçuna göre ve hak edilen kadar yakan, suçluların kalbine kadar ulaşarak
onlara vaat edilen azabı tattıran bir ateştir.
C) İnsanın en duyarlı ve kırılgan noktasının kalp olması dolayısıyla cehennem ateşinin
gönüllere ulaşması, azabın en fazla acıyan yere ulaşması ve azabın bütün şiddetiyle
hissedilmesi anlamına gelir. Hissedilen acının ne kadar dokunaklı olduğunu ifade etmek üzere
Türkçe'de kullanılan “Ciğerime işledi”, “Kalbim kırıldı”, “Ciğerim parçalandı”, “İçim acıdı”
deyimleri ile Arapça'daki ıttılaun alel ef’ideh [gönüllerin üzerine tırmanıp çıkma] deyimi aynı
anlamı ifade etmektedir.
D) Şirkin, küfrün, kötü inançların, bozuk niyetlerin üretildiği yer kalptir. İnsan gönlüyle
inanır veya gönlüyle inkâr eder. Cehennem ateşinin bu merkeze, kalbe ulaşması
cezalandırmada, “hedefin on ikiden vurulması” anlamına gelir ki, bu da “dokunursan elini
kırarım” veya “adımını atarsan ayağını kırarım” tehditleri sonrasında ceza olarak gerçekten
elin veya ayağın kırılmasına benzemektedir.
8,9
O, uzatılmış direkler içinde, onların üzerine kilitlenmiştir/kapatılmıştır.
Bu âyetler, cehennemi bir zindan olarak tasvir etmektedir: Kapıları hiç açılmamak üzere
kapatılmış, kendisinden kaçılamayan bir zindan... Demir parmaklıklar yerine uzun sütunları
olan bir zindan... Âdeta bir kafes gibi, her yerin görülebildiği ve her yerden görülebilen ama
dışına çıkılamayan bir zindan...
8. âyetteki, مؤصدة [mu’sade] sözcüğü, “kapıyı kapattım, kilitledim” ifadesinden gelmiştir
ve “tıpalanmış, sımsıkı kapatılmış” demektir. Sözcüğün bu anlamları, cehennem kapılarının
açılmayacağını, oradan çıkışın söz konusu olmayacağını ifade etmektedir.18
Cehennem
hakkındaki bu ifade, Kur’ân'da bir yerde daha aynen geçmektedir:
19
Âyetlerimizi örtbas edenler de uğursuzluk-şomluk yâranının ta kendileridir. 20
Üzerlerinde
kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır.
(Beled/ 19-20)
17
(Lisanü’l Arab, “f e d” mad. )
18
(Lisanü’l Arab, “e s d” mad. )
7. Yukarıdaki anlatımlardan, cehennemlikleri fizikî azapların yanında manevî azapların da
beklediği anlaşılmaktadır. Çünkü âyetlerde kapıların kilitli olduğu ve direklerin uzatılmış
olduğu vurgulanmak sûretiyle kapıların açılmak, direklerin aşılmak istendiği, ama bu
çabaların sonuçsuz kaldığı imaları vardır. Yaşanan bütün bu rezilliğin çevreden görülüyor
olması, kaçış teşebbüslerinin boşa çıkmasının verdiği sıkıntı azabına –tabir yerinde ise– bir de
tuz-biber mâhiyetindeki mahcûbiyet duygusunu eklemektedir.
Bugüne kadar Kur’ân ile ilgili çalışma yapanların hepsi, âyetteki ممدمعم [‘amed]
sözcüğünün; “direk, sütun, temel direk, baston” gibi anlamları ile sözcüğün kıraat farklılıkları
üzerinde durmuşlar ve bu çerçevede ayrıntılara girmişlerdir. Türkçe'deki “amuda kalkmak”
[tepe üstü çivi gibi dik durmak] deyimi de, ‘amed sözcüğünün bu anlamlarına uygun manada
dilimize girmiştir.
Hâlbuki kadim Arap dilinde ‘amed sözcüğünün başka anlamları da vardır ve âyetin bu
anlamlara göre yapılacak çevirisi de gâyet uygun olmaktadır.
‘Amed sözcüğü, yukarıdakilerden başka şu anlamlara da gelmektedir: A) Yerinden
desteksiz, yardımsız kalkamayan hastaya el-‘amîd denir. B) Çok şiddetli üzüntüye el-‘amîd
denir. C) Sırttaki yaraya ve ura ‘amed denir.19
Sözcüğün bu anlamları dikkate alınırsa, 9. âyetin şu şekillerde çevrilmesi mümkündür:
A) “Uzun hastalıklar içinde.” B) “Bitmeyen sıkıntılar içinde.” C) “Sırtında hiç iyi olmayacak,
şifa bulmayacak yaralar içinde.”
UYARI 1: Bu konuda asıl yapılması gereken şey, İslâm düşmanlarının eline
Müslümanları karikatürize edecekleri malzeme vermemektir. Ne var ki, hümeze ve lümeze
takımı, tarihte her zaman görüldüğü gibi, malzemelerini kendileri yaratarak sahneye
çıkmaktadırlar. Bu takdirde yapılması gereken, onları Allah'a havale etmektir. Meselâ
Peygamberimizin çevresindeki hümeze ve lümeze grubundan Mekkeli Hakem b. el-Âs
adındaki müşrik, eldeki bilgilere göre, yürüyüşünü taklit etmek sûretiyle Peygamberimizle
alay etmiştir. Kur’ân, hümeze ve lümeze takımının bu yaptıkları için Peygamberimizi ve
inananları teselli etmiştir:
10
Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri
alay ettikleri şey kuşatıverdi.
(En‘âm/10)
10
Ve andolsun ki Biz, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik.
11
Ve onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, kesinlikle onunla alay ederlerdi.
(Hicr/10-11)
41
Ve hiç kuşkusuz senden önce birçok elçiyle alay edildi de içlerinden alay edenleri, o alay
ettikleri şey kuşatıverdi.
(Enbiyâ/41)
6-8
Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik. Onlar, kendilerine gelen her
peygamberi kesinlikle alaya alıyorlardı da Biz, kuvvetçe onlardan daha güçlü olanları değişime/
yıkıma uğratıverdik. Öncekilerin örneği de geçti.
(Zuhruf/6-8)
Müslümanlar bu mesajlar doğrultusunda uyanık olmalı, bu beyinsizlerin tahriklerine
kapılmamalı, oyunlarına gelmemeli, onları bu dünyada cezalandırmak uğruna kendilerine de
zarar veren eylemlerde bulunmamalıdırlar. Ayrıca onların Allah'a havale edilmelerinin bu
dünyada cezalandırılmayacakları anlamına gelmediği de iyi bilinmelidir.
19
Lisânü'l-Arab; c. 6, s. 433-434.
8. Rabbimizin sûrede kullandığı sözcükler dikkatle incelendiğinde, verilen mesajın aynı
zamanda bu dünyaya da yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Rabbimiz sanki şöyle demektedir:
“Malını güç kaynağı yapıp çokluğu ile kendisinin ebedîleştiğini zanneden, inananlara sıkıntı
veren, kaş-göz hareketleriyle sinirlerini bozan o inançsızın başına öyle birini musallat ederiz
ki, mala-mülke önem vermeden onun bütün malını kırıp döker, yiyip bitirir, kaybeder.
İnançsız da ta ciğerlerinden yanıp tutuşur, sürekli dermansız hastalıklar, bitmeyen sıkıntılar,
üzüntüler, iyi olmayan, şifa bulmayan yaralar içinde Allah'ın ateşini çeker durur. İnkâr edişine
sebep olan o malını Biz onun azap kaynağına dönüştürürüz.”
Nitekim toplumda bu şekilde cezalandırılmış olan birçok insana her zaman rastlamak
mümkündür.
UYARI 2: Bu tehdit herkese şâmil olmayıp sadece “malına güvenerek, malından aldığı
güçle Müslümanları tehdit eden, sıkıntıya sokan, onların maneviyatını bozan, hevesini kıran
ve âhireti inkâr eden tüm kâfirlere, inançsız İslâm düşmanlarına” yöneliktir. Dolayısıyla,
dedikodu ve gıybet gibi kusurlarına rağmen imanlı insanlar kendilerini bu tehdidin muhatabı
olarak görmemelidirler.
Fakat ne yazık ki, geçmişte Müslümanları daha takvâlı bir hayata yöneltmek adına,
kusurlu Müslümanların da cehenneme girip yanacağına dair rivâyetler uydurulmuştur. Kur’ân
âyetleriyle çelişen yüzlerce rivâyetten biri olmasına rağmen yukarıdaki âyetle ilgili olarak
klâsik tefsirlerin çoğunda yer almış bulunan Ebû Hüreyre kaynaklı bir rivâyeti ibret
nazarlarına sunmakta yarar görüyoruz:
Allah Teâlâ isyankâr müminleri ateşten çıkardıktan sonra –ki en uzun duran yedi bin sene
duracaktır– Allah Teâlâ cehenneme ateşten kapaklar, ateşten egserler, ateşten amudlarla bir kısım
melekler gönderecek, o kapakları onların üzerine kapayacaklar, o çivilerle sıkıştıracaklar, o amudları
uzatıp bastıracaklar, ne bir ruh girecek, ne bir gam çıkacak bir boşluk kalmayacak. Azîz, celîl, cebbâr
olan Allah, arş'ı üzerinde, onları unutmuş gibi bırakacak. Cennet ehli nimetleriyle meşgul olacaklar,
artık ondan sonra o cehennem ehli hiçbir yardım dileyemeyecekler, söz kesilecek, artık onların sözleri
bir nefes alıp vermekten ibaret kalacak. Ve işte, Cehennemlikler dikilmiş direklere bağlı bulundukları
halde, o ateşin kapıları üzerlerine kapatılacaktır âyetinin anlamı budur.20
Rivâyet bir yana, pek tabiîdir ki, dedikodu, gıybet, alay gibi çirkin davranışlar bir
Müslümana asla yakışmaz. Zaten hepsi de mümine yasaklanmış davranışlardır. Onlardan
herhangi birini işleyen bir Müslümanın bu kusurlu davranıştan dolayı mutlaka tevbe etmesi
gerekmektedir:
11
Ey iman etmiş kimseler! Bir topluluk bir topluluğu alaya almasın. Olabilir ki alay ettikleri
topluluk kendilerinden hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınları alaya almasın. Belki de alay ettikleri
kadınlar, kendilerinden hayırlıdır. Kendinizi de fırlatıp atmayın; ayıplamayın, küçük düşürmeyin;
birbirlerinizi lakaplar ile fırlatıp atmayın; küçük düşürmeyin, küçümsemeyin. İmandan sonra hak
yoldan çıkış ile adlanmak ne kötü şeydir! Ve kim hatadan dönmezse, işte onlar yanlış; kendi
zararlarına iş yapanların ta kendileridir.
(Hucurât/11)
Bu konuların gerek bu sûrede ve gerekse farklı sözcükler kullanılarak Müddessir
sûresi'nde dile getirilmesi, bir taraftan kendilerini savunmak, diğer taraftan da inançsızların
iğrençliklerine karşı direnmek durumunda olan Müslümanları hem memnun etmekte, hem de
Allah'a olan iman ve güvenlerini pekiştirmektedir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
20
Hakim-i Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl (Ebû Hüreyre'den naklen).