SlideShare a Scribd company logo
1 of 32
Download to read offline
‫ﻻ‬
ehâd
(Ezilen Halkların Antikapitalist Duruşu)
“Bağışlayan ve Esirgeyen Allah’ın Adıyla
De ki Allah EHAD’DIR ( Birdir, Tektir )
Allah, SAMED’DİR ( Bölünmez bir bütündür,
Öncesiz ve Sonrasız, Bütün Evrenin Asıl Sebebidir. )
Ne doğurmuştur O, ne doğurulmuştur!
ve hiçbir şey O’na denk tutulamaz.”
İhlas Sûresi 1-4
HAYDİ İNANMAYA HAYDİ MÜCADELEYE
2014 Nisan’da Sermaye Gücüyle değil Alınteriyle sloganıyla
çıkarmaya başladığımız Ehâd dergimizin 4.sayısına gelmiş
bulunuyoruz. Şengal-Kobane’dan Filistin’e, Suriye’den Doğu
Türkistan’a, Amerika’dan Arakan’a mazlum halklar iktidarların
ve emperyalizmin çapraz ateşinde sıkışmış durumdalar.
Küresel kapitalist egemenler hırslarıyla yeryüzünde ekini
ve nesli ifsada devam edip dünyayı kan gölüne çeviriyorlar.
Memleketimizde de işbirlikçi iktidar ve partileri, kapitalist kal-
kınmacı politikalarıyla madenlerde göçüklerle, fabrikalarda
gayriinsani koşullarla, merdivenaltı işletmelerde silikozis gibi
hastalıklarla, medyasıyla zihinleri iğdiş ederek hayatları altüst
etmekte, aileleri yıkmaktadır.
Rüşvetlerin hediye, yolsuzluğun istikrar, yoksulluğun kader,
cinayetlerin fıtrat, yağmanın büyüme, suskunluğun basın, fu-
huşun başarı hikayesi, peşkeşin tahsis olduğu günümüzde hak
ve batıl çizgisi birbirine karışmıştır.
Mizanpaj, Emek, Dağıtım :
Üniversiteli Antikapitalist Müslümanlar
Bedeli:
Antikapitalist Müslümanlar tarafından karşılanmıştır.
- Hiçbir telif hakkı yoktur, sınırsızca kopyası alınabilir.
- 1000 Adet basılmıştır.
İletişim: ehaddergi@gmail.com
Ehaddergi.blogspot.com.tr
Adres: Millet Cad. Selçuk Sultan Cami Sk. Anıl Han No: 2/6
Haseki / İstanbul Aralık, 2014
Adana 0537 823 48 31 Ankara 0534 832 5751
Antalya 0555 500 83 99 Bolu 0543 697 9139
İstanbul 0537 276 6469 - 0530 416 8103
Kayseri 0553 978 8896 Kocaeli 0553 543 5808
Sakarya 0538 026 4886 Semerciler Mh.
Çark Cd. No: 42 Uyar Apt. Kat 4
Samsun 0531 911 15 82
Muğla 0554 809 6807 Bitlis 0542 410 1421
2	 Haydi İnanmaya Haydi Mücadeleye
5	 Ülker İşçisi Direniyor
6	 Ülker İşçisiyle Mülakât
8	 Medine Üzerinden Medeniyet Arayışı
	
10	 Amerika’nın Keşfi Üzerine
11 Bismillahirrahmanirrahim
12 Papa’nın Türkiye’ye Ziyareti
13 İslâm ve Kölelik
16	 Babil Kulesinden Aksaray’a
18	 Bu Recep Başka Recep
19	 Başörtüsü Serbestisine Dair
20	 Kobanê Ne Bexwediye
22	 Kim Sessizse O Ağlasın
24 Kırık Putların Kızıl Şafasında
		 veyahut Kılıçla Felsefe Yapmak
26	 Ya piyasaya inanırsın ya Allah’a
27 Kitap Tn: Kendini Devrimci Yetiştirmek
28	 Film İnc: İkinci Kattan Şarkılar
30-31 Bizim Hikayeler
Esirgeyen, Bağışlayan Allah’ın Adıyla
ehâd Mücadele
3Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬
ADALET MÜLKİYETİ ALLAH’A HAS KILIP
ORTAKLAŞTIRMAKTIR
10 senede 10 binden fazla katletilen işçi gibi Soma’da
Ermenek’te beş para etmezler için beş paraya madene in-
mek zorunda kalan işçiler; ceplerinden, hayat odalarından,
önlemlerden çalınan paralarla katledilmişlerdir.
“Aşağıda ölüm var, yukarıda açlık. aşağıdaki ölüm ihtimal,
yukarıdaki açlık kesin.”
Memleketin en bereketli en güzel yerleri dolaylı veya do-
laysız Torunlar, Kolin, Limak, Ağaoğlu vs gibi yerli yabancı
birçok şirkete, Arap emirlere, son 9 ayda kârları 19 milyar
tl’lik bankalara verilmiştir. Validebağ’da koru imara açılmak
suretiyle sermayeye rant kapıları da ardına kadar açılırken,
Gezi direnişindeki iktidarın “Cami” ve “Kabataş saldırısı” if-
tiraları gibi iktidar ve Üsküdar belediye başkanı yine “cami”
gibi dini hassassiyetler üzerinden halkları karşı karşıya ge-
tirmeye çalışıp siyasi rant devşirmeye çalışmıştır. Ülkemiz-
de de Allah’ın tüm insanlık ve yeryüzündeki canlılar için
eşitçe istifade etsinler diye bahşettiği tüm değerler bir grup
arsız kapitaliste böylece peşkeş çekilmiştir.
Bu kapitalist politikalar Soma’da 301 Mecidiyeköy’de 10
Ermenek’te 18 ve 12 senede 14000’den fazla canımızın kat-
line sebep olmuştu. Sistemli bir şekilde arttırılan tüketime
dur denmeyip rızkımıza, canımıza, ciğerlerimize, geleceği-
mize, ormanlara, hayvanlara, börtü böceğe yani tüm yaşa-
mımıza rağmen Termik Santral için Yırca’da 6000 zeytinli-
ğin kesilmesi, RES için Ovacık’ta 1000 ağacın kesilme planı
hep bu politikalar doğrultusundadır.
Ayrıca kot işçilerimiz silikozis hastalığına maruz kalmakta,
yerli tohumumuzun satımı yasaklanmakta, kentsel dönü-
şümlerle ceplerimiz soyulup evlerimizden uzaklaştırılmak-
ta, kuzey ormanlarımız, ekin ve neslimiz hiç olmadığı kadar
risk altındadır.
YOKSUL, ALLAH’IN YÜZÜDÜR
Müslüman bir bütündür, ahlâkı da bir bütündür. “Kendine
isteyeceğini kardeşi için de ister.” Aynı müslüman zulmün
hesabını da sorar mahşere bırakmaz. Evde ayrı, sokakta
ayrı yani toplumsal ilişkilerde başka ahlâklara sahip olmaz.
İğneyi kendimize, çuvaldızı Akp ve diğer partiler arasında
sıkışmış geniş yoksul kesimlere batırmaktan vazgeçmeli-
yiz. Ortasınıf rahatlığıyla meseleri okuyup sözgelimi sığı-
nacağı bir tek kandilleri, mevlidleri, peçeleri, hurafeleri,
duvara astıkları Kur’an olan günde 12 saat çalışan yoksul
muhafazakâr insanımızı, annelerimizi eleştirme gafletiyle;
onları avm’lere, din madrabazlarına, ilahiyatçı soytarılara
ve diğer popüler kültür ve biyopolitik iktidarın alanlarına
terketmek entelektüel sefaletin en büyük göstergesidir.
Ortadoğu, Kürdistan, Anadolu, Balkan ve tüm İslam halkla-
rının mayası İbrahimi kadim kültürdendir. Halklar tarih bo-
yunca mülk sahipleri tarafından ezilmişlerdir fakat mülkün
ve otoritenin Allah’a ait olduğu
gerçeğini Halil İbrahim sofra-
larında olduğu gibi yaşamsal
alanlarında tatbik etmişlerdir.
Bizlerin hasret duyduğu meta
ilişkisinin girmediği antikapita-
list ruh bu alanlarda saklıdır.
Ezilenler olarak Lehûl Mülk La-
ilaheillallah bilinciyle hareket
edip Mazluma kimliğini sor-
muyorsak zalime de kimliğini
sormamamız gerek. Halkların
kardeşliğiyle bir araya gelip esas faillerin karşısında olmalı-
yız. Çünkü Uğur Kaymaz’lar, Berkin Elvan’lar Yasin Börü’ler
birdir, bizdendir, kardeşlerimizdir evlatlarımızdır. Biz bir-
birimizi kırdıkça, biz birbirimizi düşman ettikçe adalet
gelemez. Kadim zikiri hatırlayıp yalnızca Allah’tan medet
ummalıyız.
‫ﻻ‬
ehâdmücadele
4 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬
G-20 toplantılarında, emperyalistlerin döşeklerinde rahatla-
rını bulanlar, zalimlerle işbirliği içinde olup stratejik mütte-
fiklik kuranlar iktidarlarını sürekli kılmak için nereden bul-
duğu bilinmez sahte bir cesaretle diyorlar ki;
“Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin rehberdir, 12 imam rehber-
dir ve Hazreti Peygamberin ruhunu taşırlar, emanetini taşır-
lar. Kim ki Ehlibeyt’e hürmetsizlik eder bizden değildir.”
Kerbela’ya gidecek Hz Hüseyin’e de denmişti;
“Kufe’ye gitme, dilleri Ali söylüyor gözleri Muaviye bakıyor”
SARAYLARI YIKIP ÖZGÜRLÜĞE YÜRÜMELİYİZ
ALLAH'TAN BAŞKA EFENDİ YOKTUR
“İçinde ebedi kalacakmışsınız gibi saraylar/kaşâneler/köşk-
ler mi dikiyorsunuz?” Şuara Suresi 30.Ayet
Aksaray’lardan, Beyazsaray’lardan, otellerden, yalılardan,
plazalardan, kaşanelerden uzaklaşıp halkımızın özgürlüğü,
kardeşliği inşa ettiği yerlere yol almamız gerek.
“Yüksek sütunlar sahibi İrem’e?
Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi.
Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud’a?
Ve kazıklar (ehramlar) sahibi Firavun’a?
Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı.
Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmış-arttırmışlardı.’
Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azap kamçısı
çarpıverdi.” Fecr Suresi 7-13
“Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a içten yönelenler
ise onlar için bir müjde vardır. Öyleyse kullarıma müjde ver”
Zümer Suresi 17.Ayet
Birbirimizi ötekileştirmeksizin anlayıp hep beraber Allah'ın
ipine sımsıkı sarılma vakti geldi. Gündemimizi yeniden
adalet yapma vakti...Üzerimize çökmüş ölü toprağını at-
mak kültürümüze, örfümüze, inancımıza sarılma vakti.
NAMAZDA AYNI, RIZIKTA AYRI SAFTA OLUNMAZ
Çalışma Bakanlığı’nın Asgari Ücret Komisyonlarına sıkış-
tırılmış taleplerle olacak iş değildir bu. Kimliklerimizden
ödün vermeden, ötekileştirmeden birlik oluşturup gür sesi-
mizle sermaye sınıfına, iktidarlara karşı adaleti haykırmamız
gerekiyor. Bu minvalde Yatağan, Danone, Sütaş, Nestle ve
Ülker işçisi ve tüm işçi sınıfıyla dayanışmayı yükseltmemiz
gerek. Ermenekli, Somalı annelere borcumuzdur.
Nemrut karşısında İbrahim (as),
Firavun karşısında Musa (as),
Roma karşısında İsa (as),
Kureyş karşısında Muhammed (as) ve nice isimsiz inanmış
gibi olabilmektir mesele. Bir mü’min haksızlık karşısında
durduğu vakit kimseye benzemez.
“Gerçek şu ki Allah (yalnızca) kendi davası uğrunda, sağlam
ve yekpare bir bina gibi, kenetlenmiş saflar halinde sava-
şanları sever.” Saff Suresi 4.Ayet
Mülk gerçek sahibine dönünceye dek...
ehâd Mücadele
5Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬
Ülker Direnişi
Atılan işçilere destek için Taş-İş-Der, İşçi-Der, Emek
Adalet Platformu, Boğaziçi Mekteb, Fikir Talimi Gru-
bu, Şihab gibi gruplarla beraber 8 Kasım tarihinde ülker
işçilerine destek için “Direnen Ülker İşçisinin Yanındayız”
pankartıyla bir yürüyüş gerçekleştirdik. “Mülk Allah’ın emek
işçinin kahrolsun küresel kapitalizm” , “Müslüman zulme
boyun eğmez” dedik.
50 günden fazladır Topkapı’da fabrika önünde direnen
Ülker İşçisi abilerimiz, kardeşlerimiz; takkesiyle, sakalıy-
la, cübbesiyle kimliğinden hiç ödün vermeden sermayeye
direnirken, sendikasını da değiştirdi, mecliste iktidara da
meydan okudu.
“İnşallah kazanırsınız” diyen gence; “Mesele bizim kazan-
mamız değil, içerideki arkadaşlarımızın da sömürüye karşı
durmasıdır” diye karşılık veren Ülker işçisi devrimcidir.
Direnen öncü topluluk Ülker işçisine selâm olsun!
Ülker ailesi, şirketin kuruluşunda Yahudi ortaklarla beraber
çalışmış, ilerleyen yıllar içinde onları da diskalifiye edip
piyasada tekel haline gelmiştir. Fabrika içerisinde yandaş
sendikasını kurmuşlar, fabrika yanındaki camiye soyadları-
nı verip imama maaş bağlamışlardır. Aynı zamanda daha
da sömürmek için fabrikaya taşeron firma sokmuştur, mey-
dana gelen örneğin işkazalarında yandaş sendikası, yandaş
doktoru daima Ülker’in yanında olmuştur.
Medya ve toplumla kurulan ilişkileri için de bir örnek ve-
relim. Murat Ülker çikolatanın nimet olduğu gerekçesiyle
çikolata ile yıkanan adamlı reklamı veto etmiştir.
Aslında veto ettiği reklamla amaçlanan tanıtım, inanç te-
melli bir algı yönetimi ile haber sitelerine çikolatanın nimet
olduğu vurgusu yapmak ve bu hassasiyetin Murat Ülker’e
ait olduğu algısı üzerinden reklam yapmaktır.
Murat Ülker sendika seçme hakkını kullanan işçileri işten
attı. Nimete sözde saygıda kusur etmeyen bu insan evladı-
nın, çocuklarının nimetini emek vererek, alın teri dökerek
kazanmaktan başka gayeleri olmayan ve üç kuruş paraya
layık görülen işçileri işten atması nimete hassasiyet çerçe-
vesinde nasıl izah edilebilir?
Çikolata nimet de, rızık nimet değil mi?
Çikolata nimet de, emek nimet değil mi?
Çikolata nimet de, alınteri nimet değil mi?
Çikolata nimet de, sendika değiştirme tercihi nimet değil mi?
Çikolata nimet de, bu işçiler ve aileleri nimet değil mi?
Gerçek olan şudur ki;
İşten çıkarılan işçiler; rızkın, emeğin, alınterinin, ekmeğin ve
özgürlüğün gerçek savunucularıdır ve asıl nimete saygılı olan
onlardır.
Nimeti çikolataya endeksleyip, Allah’ın yarattığı en önemli
nimetlerden birisi olan insanı nimetten saymamak, nimetin
tek sahibi Allah’la alay etmektir.
Allah sizden bunun hesabını; ya ıslahla sorar ya helâkla sorar...
Zenginliğini dayanak noktası sayıp da kendisini nimetten
sayanların ve geri kalan tüm canlılara köle gibi davranan-
ların sonu, tarihin her döneminde aynı şekilde olmuştur...
“Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın.
Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşü-
nün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi
birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler ol-
muştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken
oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle
apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.”
Al-i İmran Suresi / 103.Ayet
Kula kulluk edenlere yazıklar, kimlikleriyle direnenlere
selâm olsun...
ehâdmücadele
6 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬
Ülker İşçileriyle Mülâkat
Hazırlayan: Faruk Mustafa Ekici – Rabia Aykun
Ülker işçileri anayasal hakları olan sendika değişikliğine
gittikleri için işlerine son verildi ve 30 Ekim’de direniş-
lerine başladılar. Biz de Üniversiteli Antikapitalist Müslü-
manlar olarak direnişlerinin 12. gününde ziyaret edip ken-
dileriyle hoş bir röportaj gerçekleştirdik.
Yaşanan süreci işçilerden Özcan abi bize kısaca anlattı:
“Ben 5 yıldır buradayım. 15-20 yıldır çalışanlar var ve iş dü-
zeninden rahatsızlık çok fazla. Asgari ücretle günde 8 saa-
tin çok üzerinde çalışılıyor, ama bu geçinmek için yeterli
değil. Dolayısıyla 12 saatlik sisteme geçildi. Bugüne kadar
sendikaya hep şikayette bulunduk ama hep geçiştirildik.
Arkadaşlarla konuşup Hak-İş’ten ayrılıp Disk’e geçmek için
dilekçe verdik, bu süreçte asılsız gerekçelerle 10 kişi işten
çıkarıldı. Biz sadece anayasal hakkımızı kullandık.”
Sendika değiştirmenizdeki nedenler nelerdir?
Dolayısıyla ezilen hep işçi oluyor. Yapmadığımız şeylerle
bize iftira atıyorlar.”
Neden Disk Gıda-İş?
Bizim hakkımızı savunabilecek bir sendika istiyorduk. Pat-
ronlara çalışan sendikalardan olmaması disk’i daha öncelik-
li yaptı. Diğer sendikalar ya patronların kurduğu yada pat-
ronlara ajanlık yapan sendikalardı. Ayrıca disk başkanının
da bizimle aynı maaşı aldığını duyunca daha da emin olduk.
İş koşullarınız nasıldı?
12 saat ayakta çalışıyoruz. Günlük yapılması gereken iş çok
fazla. 12 saatte yetişmeyince hakkımızda tutanak tutuluyor
ve savunma isteniyor. Günde 15 dakika tuvalet molası, ya-
rım saat yemek molası var. Bu sürelerden kısmadıkça işleri
yetiştirmek ise mümkün değil. Bir senedir işe telefonla gir-
mek yasak. Üstümüzü arıyorlar. Daha çok verim için… Ama
yöneticilere yasak yok. Giriş-çıkış için kart veriyorlar, man-
yetiği bozulduğunda onun parasını bile bizden alıyorlar.
“79’dan sonra fabrikanın kurduğu sendikaya geçişler başla-
dı ve daha önce elde ettiğimiz haklar kırpıla kırpıla bugü-
ne geldik. İşler ağır, çeşitli rahatsızlıklarımız var ve doktora
gitmek için izin almak zor. Hak-İş’te başkanı bile biz değil
patron seçiyor ve bıçak kemiğe dayandı ve biz de DİSK’e
geçmeye karar verdik.”
12 yıldır aynı fabrikada çalışan Murat abi çalışma koşulları,
ücretler ve sağlık sorunları ile ilgili sorularımızı cevapladı:
“İşe ilk girdiğimizde 8 saat üzerinden işe alındık ama zo-
runlu mesai uygulandı ve 12 saate kadar işler uzadı. Karşı
çıkanlar daha zor yerlerde çalıştırıldı. Ameliyatlı olsa dahi
durum böyle ve bazı rahatsızlıklar baş göstermeye başladı.
Maaşlar da düşük olduğu için ister istemez 12 saat mesai
yapmak durumunda kalıyoruz. 10-15 senedir çalışanla yeni
giren arasında sadece 50 lira fark var ve 2004’de maaşlar
yarı yarıya düşürüldüğü zaman insanlar 350-400 liraya çalış-
mak zorunda kaldı ve çok sayıda işçi çıkarıldı. Zamanında
Ülker’in Amerikalı ortakları bizim sakalımıza, kıyafetimize
karıştı ve şimdi namazlarımızı dahi 15 dakikalık kısa aralar-
da kılmak durumunda kalıyoruz. Sendika şefleri aralarda
Kur’an okumamıza dahi karışıyor. Fabrikanın içi deseniz ya
çok soğuk ya da çok sıcak ve çalışma koşulları çok kötü.
Bunların hepsi birikince dayanamadık ve sendika değiş-
tirme yoluna gittik. Zaten kazandığımız paranın bereketini
göremiyoruz. Hz. Peygamber akraba ziyaretlerine büyük
önem vermiştir. Ama biz 12 saat çalışıyoruz ve akrabaları-
mızı ziyaret edemiyoruz.”
Toplu sözleşmeler ve atılma nedenleri ile ilgili sorduğumuz
soruya 15 yıldır aynı fabrikada üretim elemanlığı yapan Cem
abi cevap verdi: “Toplu sözleşmeler bizim bilgimiz dışında
patron ile sendika arasında oluyor. Bizim faydamıza olduğu
söyleniyor, ancak kendi aralarındaki çıkar ilişkilerine dayalı
bir sözleşme oluyor. İşyerinden atılma sebeplerine gelecek
ehâd Mücadele
7Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬
olursak amire itaatsizlik, verilen işi yapmama ve ahlak kural-
larına uymama gibi sebepler gösteriliyor. [Ülker 4857 sayılı
kanun 25/2 öne sürmüş.] Bunların gerçekle alakası yok. Bu
gerekçeler yüzünden işşizlik maaşımızı da alamıyoruz. Hü-
kümet Ülker’i destekliyor, sendika da zaten Ülker’in, dola-
yısıyla ezilen hep işçi oluyor. Yapmadığımız şeylerle bize
iftira atıyorlar.”
Direnen Ülker İşçileri Olarak Talepleriniz Nedir?
“İşçi arkadaşlarımızdan istediğimiz içeride kendilerinin de
dile getirmeye çalıştığı durumu bizimle birlikte dile getir-
meleri ve bu içerdeki adaletsiz düzene dur diyebilmektir.
Çünkü bizim dile getirdiğimiz sıkıntılar bütün işçiler için
geçerli ve amacımız içerideki işçileri de bilinçlendirmek.
İşverenden istediğimiz işlerine son verilen 10 kişinin işle-
rinin iade edilmesidir. Ayrıca rahatsız olduğumuz çalışma
koşulları, ücretler, yemekler, çalışma süreleri gibi konularda
iyileştirmeye gidilmesidir. İşverenin sendikanın faaliyetleri-
ne müdahale etmemesi ve fabrikadaki sendika temsilcile-
rinin patron tarafından atama usülüyle değil bizzat işilerin
seçmesi ile göreve gelmesini istiyoruz. Güçlü olan biz iş-
çileriz ve patronlara karşı beraber durabilirsek sendikala-
ra zaten ihtiyacımız kalmaz. Biz hak için direniyoruz ve bu
direnişimizde arkadaşarımızı da bizim safımızda görmek
istiyoruz.”
“Hz. Peygamber akraba ziyaretlerine büyük önem vermiştir.
Ama biz 12 saat çalışıyoruz ve akrabalarımızı ziyaret edemi-
yoruz” diyen Ülker İşçisi günümüz sınıfsal çelişkilerini ken-
di sosyo-kültürel-dinsel bakış açısıyla açığa çıkarmaktadır.
Yoksulların sosyo-kültürel-dinsel kimliğine yabancılaşan
devrimci yapılar bu dinamikleri okuyamadıkları için Türkiye
gibi ülkelerde sınıf mücadelesi kitleselleşememektedir.
Sınıfsız bir dünyanın inşası Yoksulların sosyo-kültürel-din-
sel kimliklerini dönüştürmekle değil onların kimlikleriyle
sınıf mücadelesini bütünleştirmekle mümkündür...
Direnen Ülker İşçilerinin Haklı Mücadelesi;
fb.com/298636520334282 (Ülker İşçileri Direniyor)
sayfasından, dernek ve dergi sayfamızdan takip edilebilir.
ehâdmücadele
8 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬
Peygamber'imiz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın,
Allah-ü Teâlâ'nın hükümleri doğrultusunda insanlığa
öğütlediği ve Medine’de bu yönde kurulmaya çalışılan top-
lumsal yaşam şekli ile günümüz kapitalist medeniyet ve ya-
şam şeklini kıyaslayacağız.
Kur'an-ı Kerim'de İbrahim Sûresi 4 ve 6. ayetler arasında
belirtildiği üzere;
“Biz, görevlendirdiğimiz her resûlu ancak kendi toplumu-
nun diliyle gönderdik ki, onlara açık seçik bir beyanda bu-
lunsun. Bunun ardından, Allah dilediğini saptırır, dilediğini
de iyiye ve güzele kılavuzlar. Allah azizdir, Allah hâkimdir !”
“Yemin olsun ki, Biz, Mûsâ'yı, “Toplumu karanlıklardan ay-
dınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlatıp bellet !”
diye ayetlerimizle gönderdik. Şu bir gerçek ki, bunda iyice
sabreden, çokça şükreden herkes için sayısız ayetler vardır.
“Mûsâ'nın, kendi kavmine şunu dediği zamanı hatır-
la: “Allah'ın, üzerinizdeki nimetini anın. Hatırlayın ki sizi
Firavun'un hanedanından kurtarmıştı. Onlar size azabın en
kötüsü ile acı çektiriyorlar, erkek çocuklarını boğazlıyorlar,
kadınlarınıza hayâsızca davranıyorlardı. İşte sizin için, bun-
da, Rabb'inizden gelen çok büyük bir deneme ve ıstırap
vardır.”
Kur'an-ı Kerim'in burada bildirdiği vahiyden yola çıkarak
şu kanıya varmamız mümkündür; ne zaman ki başıbozuk-
luk peydâ olmuş ve kavimler Allah'ın yarattığı fıtratın dışına
çıkıp azgınlığa düşmüşlerse, Allah-ü Teâlâ (c.c.) o kavme,
kelâmını ve peygamberini göndermiş ve îmân edenleri ba-
şıbozukluğa karşı mücadeleye sevketmiştir.
Kur'an'da bu başıbozukluğu anlatırken geçen Kârûn, Fira-
vun, Ebû Leheb gibi isimlerin, sadece basit birer zalimin adı
olarak değil, kendi yaşadıkları zamanın revaçta olan anlayı-
şını temsil eden birer rol-model olarak da anıldıklarını gö-
rüyoruz. Bunun okumasını en güzel şekli ile yapabildiğimiz
sûrelerden biri de Kalem Sûresi'dir; (10-15)
10-) “Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık,
11-) Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren
(gizlilik içinde söz ve haber taşıyan),
12-) Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince
günahkâr,
13-) Zorba, saygısız, sonra da soyu kesik;
14-) Mal ve çocuklar sahibi oldu diye,
15-) Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman:
"Eskilerin uydurma masallarıdır" diyen.”
Burada aktarıldığı üzere, Mekke dönemi esnasında inen bu
sûrede bahsi geçen kimseler, Mûsâ Aleyhisselâm ve İbra-
him Aleyhisselâm dönemlerindeki zalimlerde olduğu gibi,
Hz. Peygamber’imizin de vahy geleneğini ve Allah'ın öğüt-
lediği toplumsal düzeni, tabir-i caizse çağdışı bulmuşlar
ve “eskilerin masalları” olarak nitelemişlerdir. Mal mülk bi-
riktirip, evlâtlar, hizmetkârlar ve askerler edinen, dönemin
önde gelenleri, Allah'ın Resûlü'nü, çağın anlayışının gerisin-
de kalmış olmakla itham etmişlerdir.
Aslında bir bakıma bu söyledikleri doğrudur. Çünkü ken-
di zamanının hakim olan anlayışına kapılıp Ebu Sufyân
örneğinde olduğu gibi kenz etmeye (ihtiyaçtan fazla bi-
riktirmeye), Firavun örneğinde olduğu gibi zulme ve oto-
riterliğe, Kârûn örneğinde olduğu gibi ilmi suistimal edip
bunda zenginlik devşirmeye düşenlerin karşısında, Âdem
Aleyhisselâm'dan günümüze kadar uzanan kadim bir ci-
had geleneği söz konusudur. Zalimlerin, Allah'ın kâinattaki
mülk, otorite ve ilmin yegâne sahibi olduğunu inkâr edip,
şirk ile iştigâl eden “çağdaş” anlayışlarına karşılık, Muham-
med Mustafa (s.a.v.), İbrahimî geleneğin aktardığı toplum-
sal yaşam tarzını, kendi vasıtası ile ümmetine vahyolan
Kur'an ile hatırlatmış ve tamamlamıştır.
Nitekim Kur'an'da Âl-i İmrân Sûresi'nde (183-184), Allah'ın
emirlerini dâhi kendi çağdaş anlayışlarını müdafaa etmek
ve vahyi reddetmek için kullanan zalimler hakkında Pey-
gamber'imize;
"Allah bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir
elçiye inanmamamız konusunda and verdi," diyenlere de
ki: "Şüphesiz, benden önce nice elçiler, apaçık belgeler ve
söylediklerinizle geldi; eğer, siz doğru idiyseniz, o halde
onları ne diye öldürdünüz?"
“Onlar seni yalanladılarsa, senden önce de apaçık deliller-
le, hikmet dolu sayfalar ve nurlu kitaplarla gelen nice pey-
gamberler de yalanlanmıştı.”
Bu son örneğimizle beraber, peygamberlerin kendi dönem-
lerinde, sürekli Allah'ın emirlerine işaret ederek kavimlere
yol gösterici olduklarını ve Peygamber'imize de, kendisin-
den önceki peygamberler hatırlatılarak, kendi döneminin
zalimlerince sürdürülen anlayışa karşı durması için vahiy
geldiğini görüyoruz.
Peki, zalimlerin şirki ve azgınlığı karşısına koyulacak olan
çözüm nedir ? Zamanın ruhu üzerine inşâ edilmiş çağdaş
medeniyet tasvirini boşa çıkaracak ve Allah'tan bir rahmet
olarak yeryüzüne indirilmiş nizam nasıldır?
Bu sorunun cevabını bulmak için; Hz. Peygamber’in (s.a.v.),
vahyi pratiğe döktüğü Medine Toplumu'na bakmak ve o
toplumun düstûru olan Medine Vesikası'nı incelemek ge-
reklidir. Medine Toplum Sözleşmesi Resul-i Ekrem (AS)’e
Medine Üzerinden Medeniyet Arayışı
ehâd Mücadele
9Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬
kadar olan ve tüm peygamberlerce sürdürülen İbrahimî
mücadelenin tamamına hakim olan geleneğin ürünüdür.
Yazıldığı dönemde revaçta olan devrin anlayışının aksine,
Allah'-ü Teâlâ'nın Âl-i İmrân Sûresi'nde de buyurduğu üze-
re önceki kavimlerin üzerine rahmet olarak inen semâvî
buyruk ne ise, Medine döneminde de aynı düsturlara sıkı
sıkıya bağlı kalınmıştır. Bu minvalde düşünüldüğünde,
Medine Toplum Sözleşmesinin yenilikçi bir anlayışın de-
ğil, geçmişin nûrunu dirilten gelenekçi bir anlayışın ürünü
olduğunu söylemek gereklidir. Zîra Hristiyanlığın başına
gelen reformcu harekette olduğu gibi insanı merkez alan
yeniliklerden ziyâde, Allah'ın var ettiği özün gereği olan
köklere dönüş ve hakikatin bu yolla tesis edilmesi, şüphe-
siz ki sahih olan yöntem olacaktır.
Medine Vesikası, Kur'an'da buyurulan âdil yaşam şeklinin
resmiyete dökülmüş bir anayasası gibidir. Kâinatın, mül-
kün, otoritenin ve ilmin tek sahibinin Allah (c.c.) olduğu
ve başka hiçbir kimse ve zümrenin de, bunlardan nasip-
lenme konusunda, yaratılmış diğer kullardan farklı bir
önceliğinin olmadığı fikri üzerine inşâ edilmiştir. Çünkü
Kur'an-ı Kerim'de Alâk Sûresi 2. Ayet, Nisâ Sûresi 1. ayet
ve Zümer Sûresi 6. Ayette de belirtildiği üzere, Allah, in-
sanları tek bir özden yaratmıştır. Hücurât Sûresi 13. ayette
de teyit edilen bu duruma, üstünlüğün yalnız ve yalnızca
takvâ (sorumluluk bilinci) ile olduğu, bunun dışında her-
kesin eşit olduğu eklenmiştir.
Medine Vesikası'nın yazıldığı yer, Peygamber
Efendimiz'den (s.a.v.) önce Yesrib adını taşıyan ve kelime
anlamı olarak “Devlet / Uygarlık” anlamına gelen Medine
adı ile isimlendirilen bu şehirdir. Medine kenti, bu ismini,
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, Kur'anî pratiği
hayata geçirmesi ile almıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde,
Medine Vesikası, sahih toplum anlayışının ve dolayısı ile
aslolan uygarlık kavramının mihenk taşıdır.
Bizim çağımızın uygarlık anlayışı, bilimde ilerlemişlik,
rekâbet, kalkınma, ekonomik büyüme, ilericilik ve toplum
içerisinde başkalarına üstünlük kurma kriterlerini kutsa-
makta ve orman kanunu bile denemeyecek vahşîlikte bir
ahlâkı (ahlâksızlığı) dayatıp, bireyi ilah yerine koyarken,
Peygamberimiz'in pratiği bunun tam tersinedir.
Medine Vesikası'nda geçen: “Müminler aralarından hiçbir
kimseyi içine düştüğü ağır mali sorumluluğun altında tek
başına bırakmayacaklar, gerek kan bedeli gerekse kurtul-
malık gibi borçlarını müminler arasında bilinen en iyi ve
makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.” kıstası, ça-
ğımızın sınıf atlamak için, rakibinin kafasına basarak yük-
selen birey anlayışının taban tabana aksini işaret etmekte-
dir. Zîrâ Kur'an'da da geçen Beled Sûresi 11-16. arasındaki
ayetlerde de:
“Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir
misin ? Köle azat etmek veya açlık gününde yakını olan
bir yetimi, yahut aç açık bir yoksulu doyurmaktır.” hükmü,
mü'minlerin, mü'mince yaşaması için gereken yöntemi
dile getirmiştir.
Bakara'da 219. âyette geçen; “Ve sana neyi infak edecek-
lerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah,
size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.” hükmüne
de uyan bu kıstasa ek olarak, mülkte sağlanan adaletin ay-
nısı tutumu, sosyal sahada da görmek mümkündür.
Vesika'nın 16. maddesinde geçen:
16-) “Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksı-
zın ve aleyhlerine olan kişilerle yardımlaşmaksızın, bizim
yardım ve gözetimimize hak kazanacaklardır.” ibaresi ile,
Medine toplumunun, batılı ve modern bir laiklik anlayışı-
na ihtiyaç duyulmaksızın, inanç hürriyetini tatbik ettiğini
görüyoruz.
Zîrâ, Rum Sûresi - 22. âyette de;
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerini-
zin ayrı olması, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda,
alimler için gerçekten ayetler vardır.” hükmü ile, moder-
nizmin getirdiği, sonu çoğunluğun ezici üstünlüğü ile so-
nuçlanan yapay demokrasi anlayışının ötesinde bir eşitlik
tanımı sunulmaktadır.
Şu anda içinde yaşamakta olduğumuz düzen itibariyle de,
Allah'ın emirlerini mazide kalmış bir masal olarak nitelen-
diren, yahut, lafla inkâr etmese bile, eylemleriyle rekâbeti,
yarışı ve vurdumduymazlığı telkin eden, insanları ötekileş-
tiren, bunu da çağın gereği olarak toplumlara belletmeye
çalışan bir sistemin, yani kapitalizm’in hakimiyeti altında
yaşıyoruz.
Bu sapkın sistemin adını koyanlar, insanın insana, insanın
doğaya ve insanın Allah'a olan hukukunu hiçe sayıp, bi-
limsel ilerlemeyi ve teknik gelişimleri kalkan ediniyor ve
zulümlerini meşrû kılmaya çalışıyorlar.
Oysa Allah-ü Teâlâ'nın (c.c.) kullarına koyduğu fıtratın ön-
celikli ihtiyacı ve gereği, tevhid üzerine inşâ edilmiş eşit-
likçi ve vefâkâr bir toplum anlayışıdır. İnsanın hayvandan
ayrıldığı yönü, alet yapabilecek kudret ve melekeye sahip
olmak değildir. Doğada, etrafındaki taşı, sopayı, kemiği ve
kabuğu araç olarak kullanan nice vahşî mahlûkât vardır.
Fakat insanı insan yapan şey, kendisi aç iken bile kom-
şusunu düşünebilecek, tok iken de infak edebilecek şu-
ura sahip olmaktır. Bu sebeptendir ki, batıdan yükselen,
makineyi ve sistemleri ilahlaştıran, Cennet'i eşyada aratan
modernist medeniyet anlayışına karşı, Medine'den yayılan
ışığı hatırda tutmak ve Allah'ın, Kur'an-ı Kerim vasıtası ile
bildirdiği ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile ör-
neklendirdiği toplum düzenini tesis etmek için çalışmak,
her mü'min kimsenin vazifesi olmalıdır.
ehâdmücadele
10 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬
AMERİKA’NIN KEŞFİ ÜZERİNE
Son zamanlarda Amerika’nın keşfi tartışılır oldu.
Amerika’yı keşfetmek büyük bir marifetmiş gibi bir
de bu keşfi yapanların Müslümanlar olduğu iddiası atıldı.
Amerika’nın keşfi insanlık tarihinin dönüm noktalarından
biridir. Piyasa olgusunun oluşmasının köşetaşlarındandır.
Feodal düzende üretim ya kilise ya da kral için yapılırdı.
Mülkiyet hakkı onlardaydı. Bu kısır döngüden kurtulmanın
yolu coğrafi keşifler eliyle sağlandı. Deniz aşırı topraklara
yolculuklar merkantilizmi doğurdu. Merkantilizm, 1400’le-
rin sonu ve 1800’lerin başına dek süren bir sömürgecilik an-
layışıydı. Merkantilizm keşfettiği toprakların değerli maden-
lerini Batı Avrupa’ya taşıdı. Kızılderili şef oturan boğa’nın
o veciz ifadesiyle “Avrupalılar geldiklerinde onların elinde
İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözleri-
mizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda
baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyaz-
ların olmuştu.”
Merkantilizm ile altın ve gümüş Batı Avrupa’ya taşınırken ko-
lonyalizm ile keşfedilmiş topraklarda siyasi bir otorite kurul-
du. Yani Amerika’nın keşfi sömürgeciliğin de miladi olarak
tarihe geçmiştir. Batı Avrupa’ya getirilen değerli madenlerle
birlikte sermaye birikimi oluştu ve ticaret gelişti. Böylelikle
Pazar yani piyasa için üretim yapma ihtiyacı doğdu. Sanayi
kapitalizmin ilk aşaması olan ev içi üretim ile birlikte üre-
tim ilişkileri de dönüşmeye başladı. Yeni sınıflar doğmaya
başladı. Sanayiciler, tüccarlar ve bankacılar. Yani Kur’an’ın
o veciz, evrensel tanımlamasıyla MELE- i MUTREF (Kavmın
ileri gelen zenginleri). Aynı zamanda İngiltere örneğinde
olduğu gibi büyük sermaye birikimi adına geniş topraklar
çitleme yoluyla özelleşmeye başladı. Kuran’ın evrensel me-
sajındaki kalem süresinde geçen bahçe sahipleri kıssasında
da olduğu gibi bu çitlemelerle birlikte Batı Avrupa’da geniş
mülksüz sınıflar oluştu. Yani serflik son bulmuş mülksüzlük
baş göstermişti. Sermayesi sürekli büyüyen ve ticaret hacmi
genişleyen bu sınıfların korunma ihtiyacı oluştu. İşte hima-
yecilik adı altında milli devlet yani ulus devletler oluşmaya
başladı ve bu ulus devletler batı Avrupa’da özel mülkiyetçi
sınıfların çıkarlarını koruma üzerine inşa edilmeye başladı.
Tabi ki kurumsal din de bu sınıfın çıkarlarına uygun bir din
anlayışını ikame etme yoluna girişti ve Calvinizm denen
sonrasında Luther’le devam eden ve Max Weber’in ifade-
siyle Protestan ahlak yeşermeye başladı…
Calvincilik, bütün dinlerde yasak olan faizi meşru görmek-
le işe başladı.Zenginliği yüceltti , ticareti kutsadı.Böylelik-
le mülkiyeti elinde bulunduran kilise yavaş yavaş tasfiye
olmaya başladı ve din insan ile tanrı arasına postalanarak
tapınağa sıkıştırıldı. Böylelikle Amerika’nın keşfiyle siyasal,
ekonomik, dini alanda birçok köklü değişikler görülmeye
başlandı. Yani her değer ve unsur yeni yükselen burjuva
sınıfa hizmet etmeye başladı. Temel politikalar açısından
zorunlu çalışma yasası getirildi. Köle ticareti yoğunlaştı. Ço-
cuk işçilik baş gösterdi. Bunların hepsi için de nüfus artışı
teşvik edildi. Ne kadar benzer değil mi. En az üç çocuk ya-
pın diyen egemenin fermanıyla…
Kilise zorbalığı yerini Protestan ahlaka bırakınca dindar ke-
simler de ticaretle ve sömürüyle uğraşma kolaylığı buldu.
Tabi bu keşifler Amerikayla sınır kalmadı. Bakir topraklar
sömürülünce yeni hedef imparatorluklar oldu. Biz de 19. Yy
da Baltalimanı Antlaşmasıyla kapitalizmin Pazar anlayışıyla,
üretim ilişkisiyle ve sermaye sınıfıyla tanışmış olduk Önce
onlar için tüm gümrükleri kaldırdık sonra Tanzimat’la mal
ve can güvenliklerini sağladık.
Bu yetmedi elbette. Bu topraklardaki dini anlayış ta bu ama-
ca hizmet etmeliydi. Ve büyük müfessir Hamdi Yazır o fet-
vayı verdi; ”İslam terakkiye(ilerleme- yani ulus devlet çatısı
altında kapitalist bir sınıfın doğuşu) mani değildir.”
Dönemin Başbakanı 2004’te faiz küresel sistemin bir gerçe-
ğidir bunu kabul etmeliyiz dediğinde aslında bu fetvanın
gereğini yerine getiriyordu. İktidara gelir gelmez ihaleler-
le yeni bir sınıfın doğumuna; ahbap-çavuş kapitalizmine
doğru yol almaya başladı. Kendi zengin sınıfını oluşturma
çabasına dini alet etmekten çekinmedi. Birçok iş cinayet-
lerine sebebiyet verdi. Bunları kader algısıyla bastırmaya
çalıştı. Batılı ülkelerin maden kazaları örneklerini hep 19.
yy’dan seçti. Aslında kendi ağzıyla 19. yy batı kapitalizmin
koşullarını kendi eliyle Türkiye’de yeniden ürettiğini de iti-
raf ediyordu.
Müslüman zengin ve güçlü olmalıydı bu anlatıya göre. Bu-
nun yolu elbette sömürmekten geçmekteydi. İnsan emeği-
ni sömürmek yetmez doğal kaynaklar da talan edilmeliydi.
İşte ülkenin her yanında köylülerin ağaçlarına, ormanlarına
göz dikildi. Köprüler, AVM’ler, gökdelenler inşa etmek adı-
na doğa katliamına da girişildi.
Amerika’nın keşfini Müslümanlara atfetme ihtiyacına neden
gerek görüldüğü aşikâr değil mi?
İşte Müslümanlık bu topraklarda iktidar eliyle 21. Yy. da
Protestan ahlaki bir kez daha üretmeye başlıyor. Bu sömürü
sitemini inancımız üzerinden üreten anlayışa karşı kitabı-
mız ve peygamberlerin mücadelesi doğrultusunda bir dur
deme vakti gelmiştir. Emekten, adaletten, kardeşlikten yana
tavır alma vakti gelmiştir.
Dindar kardeşim, bir yoksul babanın kara lastiğine bak; bir
de 1000 odalı saraya. Sonra peygamberini düşün. Çek bir
besmele ve yeniden başla...
ALLAH yeniden başlayanların yardımcısıdır!
ehâd Mücadele
11Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬
Yeryüzünde devlet ve iktidarlar, Allah’ın, insanlığın ira-
desini ve mutlaklığını inkâr edip halklar üzerinde zoraki
hakimiyet kuran tüm güçler, doğaları gereği kan, zulüm ve
sömürü üretiyorlar.
Siyonizm Mescid-i Aksa’yı zaptetmeye çalışırken,
Esad Hama’da, Işid Ezidiler ve Kürtler üzerinde, Çin
Türkistan’da halkları katlederek veya yurtlarından sürme-
ye çalışarak iktidarlarını pekiştirmek istiyor. Ülkemizde de
Roboskî’de ve kitlesel protestolarda insanlar katlediliyor.
Yoksulların, acizlerin, muhtaçların mağduriyetleri orta-
dayken; sömürüyü, açlığı, otoriteyi protesto edenlere
devlet gaz fişeğiyle, tomalarıyla, kolluk kuvvetleriyle sal-
dırıyor.
Yolsuzlar, hırsızlar garibanlıktan patronlara köleleşmiş
bankalara borçlandırılmış halklarımızı mı temsil edebilir?
İsrail’le milyarlarca dolarlık ticarî, askeri ilişkiler kuranlar,
Amerika’yla bölgede stratejik ittifaklara devam edenler mi
halklarımızı temsil edebilir?
Bakara makaracı Egemen Bağışlar mı, rüşvetçi yolsuz
Reza Zerrablar mı, din tüccarı Nihat Hatipoğulları mı, on-
larca milyara kalemşörlük yapan gazeteciler mi...
Artık besmele çekmeli, “Ayağa Kalk” demeli ve iliş-
kilerimizde, ahlâkımızda Medine Vesikası’nda, Paris
Komünü’nde , Şeyh Bedrettin isyanında olduğu gibi eşit-
ler arası sorumluluğu ve eşitliği uygulamaya çalışmalıyız;
eşitliği bozan, üstümüzde hakimiyet kuranları, sınıf oluş-
turanları dışlamalıyız.
Fabrikamızda, okullarımızda, kandillerimizde, camileri-
mizde, cemevlerimizde, tüm ortak alanlarımızda halkları-
mızla buluşmalı, acımızı, derdimizi, sevincimizi, rızkımızı
ortaklaştırmalıyız.
Din ne vicdanlara ne zamanlara ne de dört duvara hap-
sedilebilir. Gerçek inancımız halâ canlı ve yüreklerimiz-
dedir.
Rekabete sapmadan özümüze dönmeli. Birbirimizin ihti-
yaçlarını gidermeli, etrafımızla Rahmâni bir güven ilişkisi
kurmaya çalışıp devrimci mücadele için Lehûlmülk zemi-
nini inşa etmeliyiz.
Yıllarca işçileri asgarî ücrete çalıştırıp, işçilerin alınterin-
den kâr üstüne kâr koyanlardan,
Her hafta gündemimizi değiştirip esas meselelerden uzak
tutmaya çalışan tefeci bezirganlardan hesap sormak için,
Üç yıldır adalet bekleyen Roboskîli analar için,
Ali İsmail Korkmazlar için
Hasan Ferit Gedikler için,
İş cinayetlerinde katletilen çocuk işçiler için,
Azgınlardan, sapanlardan, şarlatanlardan hesap sormak,
mülkiyeti tüm kainatla ortak kılmak için,
Müslüman doğu halklarının ve tüm dünya emekçilerinin
başlattığı bu kıvılcım, söndürülemez bir yangına dönüş-
sün.
Bu, bütün dünya halklarının kurtuluşu, insanlığın zalim ve
mazlum halklar biçiminde ayrışmasına son verilmesi ve
konuştuğu dil, sahip olduğu renk ve inandığı din ne olur-
sa olsun, tüm halk ve ırklar arasında gerçekleşecek tam
eşitlik için verilen bir mücadeledir.
Bu mücadele Hz.Ali’nin hak , Hz.Hüseyin’in adalet mü-
cadelesidir, Bu mücadele, Şeyh Bedrettin’in, “Yarin ya-
nağından gayrı paylaşmak için her şeyi” şiarıyla başlattığı
başkaldırmanın mücadelesidir, Baba İshakların, Somuncu
Babaların şeref mücadelesidir.
Bu mücadele 6.Filo’ya karşı yürüyenlerin emperyalizme
karşı verdiği mücadeledir. Bu mücadele Berkin Elvan’ın
genç bedenine rağmen ekmek ve onurlu bir yaşam için
verdiği mücadeledir.
Sınırsız ve sınıfsız bir barış yurduna doğru...
Bismillâhirrahmânirrahîm
*Gençlik Şurası * Üniversiteli Antikapitalist Müslümanlar
ehâdmücadele
12 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬
Bu hafta Papa Francis Türkiye’deki devlet adamlarını ve
dini bürokrasiyi ziyarete geliyor. Katolik mezhebinin
en büyük temsilcisi olarak bilinen Papa, ülkemize ziyaret-
te bulunarak dinler arası diyalog mesajları verecektir. Hem
Cumhurbaşkanı hem başbakan hem de diyanet yetkilile-
riyle görüşecek. Sanki Hristiyanları papa temsil ediyor da,
Türkiye’de de Müslümanları devlet adamları ya da diyanet
temsil ediyormuş gibi…
İnanan insanların en büyük sorunu, inançlarını kurumların
temsil ediyor olması. Yani nasıl ibadet edip nasıl bir siya-
sal ya da sosyal olarak hareket edeceğine kendisinin ya da
ortak yaşam sürdüğü topluluğun değil de devlete ya da ser-
mayeye bağımlı dini kurumların belirliyor olması.
Özellikle batıdaki kurumsal dinlerin kapitalizm öncesi ve
sonrası olmak üzere birbirinden farklı iki fonksiyonu var.
Kapitalizm öncesinde Hristiyanlık resmi imparatorluk diniy-
di. Ortaçağ’da kilise kendini yeryüzünde tanrının temsilcisi
olarak görüyordu. İşte buna ruhbanlık denildi. Bu temsilci-
liğin boyutu mülkün ve otoritenin Allah adına kilisede oldu-
ğuydu. Meşhur Çifte Kılıç Teorisi ile kılıcın bir tarafı Tanrıya
bağlı kiliseyi; kılıcın diğer tarafı ise kiliseye bağlı kralı temsil
ediyordu. Yani hiyerarşik olarak kilise en tepedeydi.
O yüzdendir ki Ortaçağ’daki bütün zulümlerin; insanları
köle yapan, kadınları şeytan diye cadı kazanlarında kayna-
tan bu kilise zulmün temel kaynağını teşkil ediyordu.
Kur’an-ı Kerim bu gerçeği çok açık bir şekilde ifade etmiştir:
‘’Ey iman edenler..! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu,
halkın malını haksız yere yiyor ve onları Allah’ın yolundan
alıkoyuyor. Altını ve gümüşü istifleyip de Allah yolunda har-
camayanları sen acı bir azapla müjdele.’’ (Tevbe 34)
İşte ayette de ifade edildiği gibi, 4.yy’dan başlamak üzere,
Kapitalizm’in yani özel mülkiyetin hakim olduğu döneme
kadar, kilise (ruhban sınıfı) Batı Avrupa’daki kurumsal din
anlayışını temsil etmektedir.
Sanıldı ki bu sadece Müslüman olmayan din adamlarına
karşı söylenmişti. Oysa bu ayet indiğinde henüz Müslü-
manların kurumsal bir temsiliyeti yoktu. Zaten İslam aynı
zamanda ruhbanlığa da karşıydı.
Ne zaman Emeviler veraset hakkını sultana verdiler, işte o
zamandan itibaren din sultanın ya da hanedanın mülkiyetini
korumak adına araçsal kılındı. Yukarıda ifade ettiğimiz Tev-
be suresindeki ayetin evrenselliği, gerçeğiyle İslam dinini
saraya araçsal kılan ruhbanlık da eleştirilmeliydi ki maalesef
bu olmadı.
Bu olmayınca saray, sultanlar ve hanedanlar mücadele ek-
senini mülkiyetten uzaklaştırıp bir dinler arası savaşa yön-
lendirdiler. Batı Avrupa’daki anlayış da zaten bu yöndeydi
ve malum Ortaçağda hep haçlı seferlerini yaşadı tüm ina-
nanlar . Yani Hristiyanlık ile Müslümanlık arasında bir savaş
varmış izlenimi doğurdu egemenler. Oysa savaş mülkiyeti
İslâm’ı ya da Hristiyanlığı araç edinerek kiliseye, hanedana
peşkeş çekenlere karşı yapılmalıydı ki bunun önüne geçildi.
Kapitalizm sonrası ise özel mülkiyet dönemine geçildi.
Doğal olarak batı Avrupa’da kilise mülkiyet hakkını kişilere
devrederek kendisi ister istemez tapınağa girmek zorunda
kaldı. İşte o zaman din kişi ile tanrı arasındadır denilerek
siyasal, sosyal, ekonomik tüm alanlar burjuva sınıfına terk
edildi yani ifrattan tefrite geçildi.
Önce mülkiyet mutlak hale getirildi. Yani üretim araçlarının
sahipliği. Sonra 1870’te Vatikan Ruhani Meclisinin çıkardığı
yasayla Papa’nın Yanılmazlık İlkesi kabul edildi. Yani Papa
ruhani olarak Tanrısal bir irade olarak kabul görmeye başla-
dı. Yani otorite ikiye bölünmüş oldu. Dünyevi otorite; üretim
araçlarının sahibi burjuvazi sınıfına, ruhani otorite’de Kutsal
ruh’un denetimindeki Papa’ya devredildi. Ortaçağ’da dün-
yevi otorite papa’ya bağlı iken modern çağda papa dünyevi
otoriteye bağlanmış oldu. İşte bize matah bir şeymiş gibi
yutturulan din ve devlet işlerinin ayrılığı prensibi aslında
tam da bu gerçeğe oturmaktadır.
“Siz ey imana ermiş olanlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost
edinmeyin: Onlar yalnızca birbirlerinin dostlarıdır. Ve han-
giniz onları dost edinirse kesinlikle onlardan olur: Bilin ki
Allah böyle zalimlere doğru yolu göstermez!” (Maide 51)
Papa’nın Türkiye’ye ziyareti
Soldan Sağa: M.Abbas, Papa, Peres, Bartelomeo
ehâd Mücadele
13Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬
İşte şimdi 1.2 milyar müridiyle Kapitalizmin çıkarlarına hiz-
met eden Vatikan bu coğrafyanın yoksullarına barış, adalet
ve dinler arası diyalog dersi vermeye geliyor.Bu coğrafya-
nın işbirlikçi devlet adamları ve dini kurumu diyanette bü-
yük bir “onur”la Papa’yı karşılamaya hazırlanıyor. Diyanetle
Vatikan’ı birbirine bağlayan unsur aslında ikisinin de bütçe-
sinde gizli. Vatikanın haftalık ve aylık 200’den fazla gazete
ve dergi, 154 radyo istasyonu veya emisyonu, 49 TV kanalı
veya kablolu yayını bulunmakta. Bütçesi; Katoliklerden ke-
silen kilise vergisi, aidatlar, bağışlar, şirket gelirleri, hisse
senedi-tahvil-bono gelirleri, bankacılık ve faiz gelirleri, he-
diyelik eşya satışlarından elde edilen gelirlerle basın yayın-
dan elde edilen reklâm gelirlerinden oluşmaktadır.Devlete
sıkı sıkıya bağlı Diyanet’in bütçesi ise 4 milyar 604 milyon
lira. Yani 11 bakanlık bütçesinden daha fazla…
Her iki dini kurumda kapitalizmin sömürü ilişkilerinden
toplanan emek sömürüsüyle, faizle insanlara din dersi ver-
mektedir.
İşte tüm inananlara bu yeryüzü tanrılarına bağımlı kurumsal
din anlayışıyla mücadele etmek düşmektedir. Allah’ın yü-
züne dönmemiz gerekir. İnsan süresi 9. Ayet’te geçtiği gibi
Allah’ın yüzü tüm yoksullardır. Para babalarının yörüngesi-
ne girmiş din adamları değildir.
“Unutmayın ki Allah katında din İslam’dır/barış ve esenlik
için Allah’a teslim olmaktır.” (Ali imran 19)
Yani sünnetullaha uymak, varlığa dahil diğer unsurlarlarla da
barış içinde olmaktır. Allah katında makbul olan, bu barış
hâlini bozan ortaçağda kilise mülkiyeti yaşadığımız çağda
da özel mülkiyettir. İşte inanan bir topluluk için mücadele
barışın ve esenliğin düşmanı bu azınlık sınıflarla mücadele
etmektir.
Kapitalizmin meşruluğuna hizmet eden değil barışı ve
esenliği sağlayacak olan inançlar ve tüm insanlar arasındaki
kardeşliğe ve diyaloğa iman edenlere selam olsun…
İslâm ve Kölelik
IŞİD’in İslam Devleti iddiasıyla ortaya koyduğu uygulama-
ları, İslam tarihinin ve hukuk anlayışının da bir özeleştiriye
tabi tutulması açısından müslümanlara tarihi bir sorumluluk
yüklemektedir.
Işid’in zalimane uygulamaları, bazı gerçeklerin doğru ze-
minde tartışılmasına da olanak vermektedir. İslam’da kö-
lelik, sürekli bir şekilde tüm çağdaş ideolojiler tarafından
eleştiriye tabi tutulmaktadır ve bu eleştirilerin (kendi içinde
haklı olarak) dozu artmaktadır.
‘’Sizinle savaşanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın, fakat
haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Onları
bulduğunuz yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden, siz de
onları çıkarın. Fitne ise, adam öldürmekten daha kötüdür.
Onlar sizinle orada savaşmadıkça, siz de onlarla Mescid-i
Haram yanında savaşmayın. Ama savaşırlarsa siz de sava-
şın. Kâfirlerin cezası işte budur.’’ (Bakara 190-191)
Öncelikle Işid’in cihad ilanı, hem Kur’ân’a, hem de Hz.
Peygamber’in (S.A.V) sünnetine uygun değildir. Bakara 190
ve 191. ayetlerde de görüldüğü üzere, ancak ve ancak sal-
dırıya uğramak ve yurtlarından kovulmuş olmak sûretiyle
savaşa izin verilmiştir. Bu savaş da, yalnızca insanları yurtla-
rından kovan ve müslümanlara saldıran egemen sistemi ile
mücadele etmeyi gerekli kılmıştır ki, bu sistem günümüzde
emperyalizm üzerinden saldırılar gerçekleştiren kapitalist
sistemdir. Oysa Işid, zaten kendisi emperyalizmin kıska-
cında yaşam mücadelesi veren halkları yurtlarından kovup,
onları öldürerek, Emperyalist düzenin bölgedeki dolaylı ya
da dolaysız temsilcisi konumuna gelmiştir. Bu durumu da,
Bakara 85. Ayet üzerinden ifade etmeye çalışmıştık.
“Şimdi siz yine birbirini öldüren ve içinizden bir kısmını
yurtlarından çıkaran kimselersiniz. Onlara karşı kötülükte
ve azgınlıkta birbirinize arka çıkarsınız. Onlar size esir ola-
rak getirildiklerinde ise fidyelerini verip onları kurtarırsınız.
Oysa onları yurtlarından çıkarmak da size yasaklanmıştı.
Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı
ediyorsunuz? Sizden kim bunu yaparsa, onun cezası dün-
ya hayatında rezillikten ibarettir; kıyamet gününde de onlar
azabın en şiddetlisine uğratılır. Allah, sizin yaptıklarınızdan
habersiz değildir.’’ (Bakara 85)
O açıdan Işid’in İslam Devleti uygulaması, Kur’ân’a ve
Rasûllullâh’ın anlayışına göre meşru değildir. Bu birinci tes-
pitin her zaman aklımızda bulunması önemlidir.
İkinci meselemiz ise; savaş esirleri ve onların köle edilme-
sidir. Kur’ân ayetlerinin iki boyutu vardır. Birincisi Allah
tarafından idealize edilen boyutu, ikincisi ise insanların uy-
gulamalarında pratize etmeye çalıştıkları boyutudur. Yani
evrensel değerler ile tarihsel uygulamaların örtüşüp örtüş-
memesi durumu...
ehâdmücadele
14 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬
Kabaca ayıracak olursak; Mekkî ayetler dediğimiz, Mekke
döneminde inen ayetler evrensel değerlere, yani İslâmın
ideal tasavvuruna; Medenî ayetler dediğimiz Medine dö-
neminde inen ayetler ise; Hz. Peygamber’in ve müslü-
manların tarihsel pratiğine yöneliktir.
Örneğin; savaş kararının alınması, müslümanlara saldı-
rıların ve yurtlarından kovulmaları durumunun dayattığı
tarihsel koşullara, yani zorunluluklara yöneliktir ve savaşı
konu edinen ayetler ondan ötürü inmiştir. Yani aslında
savaşmak niyetinde olmayan bir topluluğun, yaşamlarını
sürdürebilmek adına zorunda kalışlarıyla savaşa girilmiş-
tir.
Aynı şekilde esirlik-kölelik tartışmaları da Medenî ayetler
de geçmektedir, yani yine tarihsel koşullara tâbidir. Tabî
ki bu tarihsel olanı meşru görmek için ortaya atılmış bir
sav değildir. Tarihsel olanda dahî, bir çok yanlış uygu-
lamalar ve hukukî düzenlemeler İslam Tarihi içerisinde
vücud bulmaktadır. Işid’in beslendiği kaynaklar da bu
tarihsel hukuk kaynaklar ve bu hukukî dayanağa zemin
oluşturan mezhepsel yorumlardır.
İslam hukuku denilen hâdise, Hz. Peygamber ve dört ha-
life döneminden sonra açığa çıkan mezhepler tarafından
yorumlanarak, o dönemde oluşturulan saltanatçı devlet
yapılarına meşruiyet kazandırmak için kullanılan birer
araçtır. Emevîlerle birlikte yeniden açığa çıkan melîklik
anlayışı, İslâm tarihine egemen olmaya başlamış ve Ab-
basi ve Selçuklular’la devam etmiş; Osmanlılar da ise bu,
hanedanlığa dönüşmüştür. Bu süreçte devletlerle uyumlu
olan mezhep yorumları kabul görülmüş, uyumsuz olanlar
ise sapkınlıkla tekfir edilmiştir.
Bir örnek verecek olursak; erken dönemde İmam-ı Âzam
Ebu Hanife, Abbasi melîkinin kadılık teklifini kabul et-
memiş, iktidara karşı getirdiği sert eleştiriler sebebiyle
zindanlara atılmış, sonrasında da öldürülmüştür. O yüz-
den her zaman demeye çalıştığımız; İslamın mücadelesi,
Allah’a inananlarla-inanmayanlar arasında değil; Allah’ın
melikliği (sahiplikten doğan otoritesi) ile yeryüzü melik-
leri arasındadır. Bu tarihsel gerçeklikleri de zihnimizin bir
köşesinde saklı tutmamız gerekmektedir.
Şimdi asıl meselemize dönecek olursak; kölelik İslamın
evrensel mesajında tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Aynı
zamanda ilk dönem müslümanların kendi pratiklerinde
de kaldırılmıştır. Hicretten sonra Medine’de Hz. Peygam-
ber ‘’Muahat’’ (kardeşlik sözleşmesi) prensibini getirmiş-
tir. Önce köleler azâd edilmiş, sonra azâdlı köleler ile hür
olanlar arasında bu kardeşlik sözleşmesini uygulamıştır.
Örneğin azâdlı köle olan Bilal b. Rebah ile hür olan Ha-
lid bin Ruveyha; yine azâdlı köle Zeyd bin Harise ile hür
Hamza Bin Abdulmuttalip ve yine Zeyd bin Haris ile Hz.
Ebu Bekir arasında bu sözleşme uygulanmıştır. Tüm azât
edilen kölelerle, doğuştan hür olanlar kardeş kılınmıştır.
Bu kardeşlik hem mülkiyette hem de mirasta da ortaklığı
kapsamaktadır.
Yani toplumsal ve ekonomik olarak da eşitlenmişler ve
kardeş olmuşlardır.
Sonra yurtlarından kovulmaları ve saldırıya uğramaları
gerekçesiyle o dönemin köleci egemen sınıfıyla savaşlara
girilmiş, bu savaşlar içerisinde müslümanlar esir edilmiş
ve köle edinilmiştir. Buna mukabil Hz. Peygamber ve sa-
habe savaş koşullarındaki esirlik-kölelik ilişkisini müte-
kabiliyet (karşılıklılık) esasına yönelik olarak, sadece bu
meşrû savaş koşullarında uygulamıştır. İslam hukukunda
dahî kölelik, sadece bu meşru savaş koşullarında müş-
riklerin müslümanları esir-köle edinmesiyle birlikte mü-
tekabiliyet (karşılıklılık), diğer bir deyişle ‘’mukabele-i
bil misil’’ ilkesi gereğince meşru görmektedir. Oysa ki
Kur’ân’da, savaş esirlerinin bile köleleştirilebileceğine
yönelik hiçbir ayet yoktur.
Muhammed sûresi 4. Ayet bu konuda oldukça açıktır:
‘’Savaşta kâfirlerle karşılaştığınız zaman, hemen boyun-
larını vurun. Nihayet onlara üstün geldiğiniz zaman bağı
sıkı bağlayıp esir alın. Sonra harp koşulları hafifleyip sa-
vaş bitince de, onları ya karşılıksız olarak ya da fidye ile
salıverin. Allah’ın emri budur. Eğer Allah dileseydi, onlar-
dan başka türlü de intikam alırdı. Fakat böyle olması sizi
birbirinizle denemek içindir. Allah yolunda öldürülenlere
gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmaz.’’
Öncelikle yukarıdaki bir tanımlamaya açıklık getirmek
gerekiyor. Boyunlarını vurun (fe darber rikâb) olarak
kullanılan tanımlama ‘’fe darber rikâb’’ yani ‘’boyunlarını
darb edin’’ demektir. Rikab, Beled süresinde de de geçen
‘’fekku regabe’’ (kölelere özgürlük) ve kölelik olarak da
kullanılan regabe (boyunduruk altındakiler) kelimesiyle
aynı kökten geliyor ve kontrol etmek anlamında kulla-
nılıyor. Boyunduruk altına almak gibi... Darb ise kesmek
demek değil, tabiri caiz ise bu bağlamda karantina altına
almak anlamındadır. Dolayısıyla boyunlarını vurun diye
yapılan çevirilerde asıl vurgulanması gereken, ‘’boyun-
duruk altına alın’’ şeklinde olmalıdır. Yani Kur’ân’a göre
esir almak demek, etkisiz hale getirmek demektir. Onları
öldürmeden, savaşmalarına engel olmak temel niyettir.
Zaten ayetin devamında da, savaş bitince bir şekilde ser-
best bırakın diye emrediliyor.
Bu ayetten de anlaşılacağı üzere; savaş koşullarındaki
esir ve kölelik kavramı iç-içe geçmiş durumdadır. Burada
meşru savaş koşullarında ‘’mütekabiliyet’’ esasına dayalı,
esir-köle durumu bir mülkiyet hakkı değil, saklama ve ko-
ruma hakkıdır. Hem esir olunanları, hem de esaret altın-
daki müslümanları karşılıklı korumak niyeti taşımaktadır.
ehâd Mücadele
15Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬
Fahrettin Atar, fıkıh usulü adlı çalışmasında ne güzel de-
mişti : “Müslümanlıkta köle almak köle olmaktır”.
Peki esirlerin öldürülmesi konusu ile ilgili kaynaklara ba-
kacak olursak, peygamberin esir öldürdüğüne dair bilgi-
ler de mevcuttur. Bunlardan biri Ukbe bin Ebu Maid’dir.
Mekke döneminde müslümanlara çok ağır işkenceler
ederek ölümlerine sebep olduğu için, Bedir savaşı es-
nasında esir alınmış ve sonra da asılmıştır. Bu adamın
dışında Hz. Peygamber, savaş sona erince bütün esirleri
serbest bırakmıştır
İkinci olarak ise Uhud savaşında esir edilen Ebu İzzer
el-Cemhi’nin idamı söz konusudur. Bedir savaşında esir
düşüp serbest bırakıldıktan sonra, Uhud savaşında bir
kez daha müslümanlara karşı savaşırken esir düştüğün-
den ötürü kendisine idam cezası uygulanmıştır.
Esirken öldürülme gerekçeleri, ancak katil olmaları veya
sözünden dönerek müslümanlara karşı savaşa devam
etmeleri ile ilgilidir. O dönemde müslümanların tek bir
topluluk oldukları gözden kaçırılmamalıdır. Doğal ola-
rak ilk dönem müslümanlık anlayışı, günümüzdeki gibi
heterojen değildir. Burada müslümanlardan kasıt, aynı
zamanda o dönem yurtlarından sürülen ve haksız yere
öldürülen topluluklarına verilen özel bir tanımlamadır.
Son olarak, kadınların ve çocukların köle olarak alınıp–sa-
tılması ya da cariyelik gibi müesseseler, ne Kur'ân'da ve
Hz. Peygamber'in yaşamında bulunmamakta olduğunu
belirtelim.
Câriye kavramı, egemen köleci anlayışın bir izdüşü-
müdür ve maalesef saltanatçı yapının yazdığı İslam
Hukuku’nda yer edinmiştir. Ayetlerde, câriye ya da köle
olarak çevrilen kavram “alâ mâ meleket eymâne-hum”
yani ''elinizin altındakiler'' anlamına gelmektedir. Savaş
koşullarında kocaları ölmüş, destekten yoksun kalmış,
kötü niyetli kimselerin kölesi ve cariyesi olabilecek in-
sanlara, nafakaları (geçimlikleri) olmayanlara yardım
etmek niyetiyle yapılmış bir tanımlama ve uygulamadır.
Bir hadiste de Peygamberimiz (s.a.v) ”Elinizin altın-
dakilere yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin”
buyurmuştur. Nitekim yine savaş bitiminde kadınlar ve
çocuklar serbest bırakılmış ya da azâd edildikten sonra
müslüman olanlarla kardeşlik sözleşmesi yahut Mehir
hakkı tanınarak evlendirilmiş ve hep birlikte eşitlenil-
miştir.
Şimdi biz de, hem Kur'ân ayetlerinden, hem de Hz.
Peygamber'in uygulamalarından yola çıkarak bir yo-
rumda bulunuyoruz, bugüne kadar gelerek kurumsal-
laşmış mezhepler, anlayışlar da benzer ayetler ve Hz.
Peygamber'in uygulamaları üzerinden çıkarımlarda
bulunuyorlar. Burada oluşan farklılık, bakış açılarıyla
alâkalıdır.
Örneğin; genel ittifakla mezhepler, savaş esirini, onun
öldürülmesini ya da serbest bırakılmasını karşılıklılık
esasına dayandırırken, bir de bunun yanına Emir’in
kararını da prensip olarak koymaktadır. Yani bir esirin
öldürülmesi nihai olarak en tepedeki karar sahibine, gü-
nümüzde devlet otoritesine, Işid ve benzeri oluşumlar
açısından ise Halifeye bağlanmıştır. İşte bu yorumların
esasını teşkil eden şey Kur’an ve Sünnet değil, Egemen
devlet anlayışıdır.
Burada amaç, İslâmi ve Peygamberî duruştan ziyâde,
otoritenin devamlılığıdır. Burada Melîk, kendini Allah
yerine koyarak, O'nun adına O'na ait olmayan bir uy-
gulamaya kalkışmaktadır. İşte bunun adı Şirk’tir. Bu
maalesef, çok temel îtikâdî bir mesele olmasına karşın
özellikle es geçilmiş ve otoriteyi meşru gören din anla-
yışları, Ebu Hanife örneğinde olduğu gibi birçok otori-
tenin dışında yorum yapan insanları ya da toplulukları
yok etmiştir.
Şimdi eğer emir ya da halife “Müslümanların huzu-
ru için bir islam devletine ihtiyaç vardır, onun için de
çevrenizde halifeye biat etmeyen her kim varsa bilin
ki onlar müslüman değildir ve onları bulduğunuz yer-
de öldürün, boğazlarını keserek etrafa korku salın, ka-
dınlarını ve çocuklarını pazarlarda köle olarak satın,
istediğiniz zaman da onlardan istifade edin’’ derse,
mezhepler açısından buna hayır demek imkânsız hâle
gelmektedir. Çünkü bu fikre uygun yorumlar, ne yazık
ki tarihsel olarak da kendine dayanak bulabileceklerdir.
Çünkü din Nemrud’dan, Firavun’dan İmparatorluk’tan,
Melîk’lerden, Devlet’lerden beri hep egemenlerin çıkar-
ları için kullanılmıştır. Peygamberler zaman zaman bu-
nun önüne geçebilmiş ama bu sefer de dinin içerisinde
onların anladığı anlamıyla yer almayan dayanaklarla, bu
egemenlik yeniden türetilmiştir.
İşte bu yüzdendir ki; Allah’ı, Kur’an’ı, Peygamber’i ve
tabi İslâm’ı anlamak için salt bilgi yeterli değildir. Bu
bilgiyi anlamlı kılacak olan asıl anahtar, bu bilgileri bir
bilince dönüştürecek Bakış Açısı’dır. Tabi ki zaman za-
man bilgi de çarpıtılmıştır ama o bilgileri de çarpıtan,
tarihi kendi çıkarların uygun olarak yazan ve yansıtan
mülkiyetçi egemen sınıflardır. İşimiz zor ve yolumuz
uzun, bunun farkındayız. Ama kendimiz başta olmak
üzere herkesten ricâmız, ortak akılla, hezeyanlara kapıl-
madan, bagajımızda yer alan bilgilerin dayattığı yanlış-
lıklara düşmeden, gerçekten anlamaya çalışarak, sabır
ve sakinlikle meseleleri ele almayı bir alışkanlık haline
getirebilmemizdir.
ehâdmücadele
16 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬
Y
eryüzündeki tüm tarihsel süreç “güç/iktidar, ezen/
ezilen” çizgisinde devam etmiş ve etmektedir. Mülkü
ve otoriteyi elinde bulundurup, bunları halk üzerinde
tahakküm aracı haline getiren kişi ve kurumlar ‘ezen sınıf’ı
açığa çıkarmıştır. Dolayısıyla ezen sınıf “mülk ve otoriteyi’’
ele geçirerek yeryüzündeki tüm nimetlerin sahibi konu-
munda kendisini gösterir. Buna karşı olan her teorik ve pra-
tik hareketi ise ya dönüştürür ya yok eder.
Kur’an’ın tarihsel yaklaşımlarına ilişkin kıssalarına göz attı-
ğımız zaman temel bilinç; ‘’ mülk ve otoritenin kime ait ol-
duğu, kim tarafından ve nasıl kullanacağına ilişkin’’ öğütler
üzerine kurulduğunu görürüz. Habil/Kabil, Karun, Salih’in
devesi, Firavun ve Nemrud kıssaları bu minvalde bizlere yol
gösteren kıssalardır. Bunlardan ,Nemrud ve İbrahim arasın-
da geçen kıssa, tarihsel anlamda iktidarın biçimini, mülk ve
serveti ele geçirenin tahakkümü ve buna karşı olanların al-
dığı tutum ve eylemliliklerini bizlere anlatır.
Babil İmparatoru Nemrud döneminde, çok katlı kuleler inşa
edilirdi. Bu kulelerde dönemin güç ve servet sahibi hüküm-
darları yaşarlar ve her katında kendi zevk sefalarına uygun
ortamlar hazırlanırdı. Halklar o hükümdarlar için çalışır, bü-
tün nimetler Babil kulesinde toplanır, yöneticiler o nimet-
leri kendi aralarında yerlerlerdi. Nemrud döneminde böy-
le bir düzen oluşmuştu. ‘Mülk ve otorite’ belirli kitlelerin
elinde birikmiş, hiyerarşik bir yapı kurularak ‘ezilen sınıf’ın
açığa çıkmasına yol açmıştır. Oysa Kuran’da Nemrud’un ve
Nemrud’dan yola çıkarak tüm iktidarların kurduğu bu dü-
zene karşı gelinmiştir. Hz.İbrahim, Allah’ın emriyle birlikte
bu zenginlik, zorbalık, sefa düşkünü anlayışın simgesi olan
Babil kulesinin karşısına Kabe’yi inşa etti. Tek katlı, her tarafı
açık, dikey değil yatay bir şekilde inşa edilen Kabe, sınırsız
ve sınıfsızlığı yani halkların birliğini, eşitliğini ve dayanışma-
sını temsil ediyordu. Kabe’nin sahibi hükümdarlar değil bü-
tün halklardı. Böylece tevhid mücadelesi baş gösteriyor ve
şirk düzenine karşı üstün geliyordu. Böylelikle, Nemrud’un
babil kulelerine karşı İbrahim’in Kabe’si; sınıf mücadelesini,
güç/iktidar ilişkisi ve buna karşı “La ilahe illallah” (Allah’tan
başka tanrı/otorite yoktur) ve Leh-ül Mülk ( Mülk Allah’ındır)
ayetlerindeki bilinç ile bizlere mücadeleyi gösteriyordu.
Bu bilgilerden yola çıkarak, günümüz şirk dini olan Kapi-
talizm ve onun araçları konumunda olan siyasal iktidarlara
yönelik daha net açıklamalar getirebiliriz. Öyle ki AKP ik-
tidarının özellikle 2007 sonrası otoritesi ve Recep Tayyip
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı süreçlerini, güç ve otorite is-
tenciyle açıklayabiliriz. Alak suresi 6-7. Ayette “Hayır, mu-
hakkak ki insan kendini müstağni sayarak azar.” der. İşte bu
ayetten yola çıkarak Nemrud’dan bugüne kadar tüm iktidar-
ların bu tağut düzeni içinde yer aldığını söyleyebiliriz.
Cumhurbaşkanlığı konutu için ‘Aksaray’ inşa ettiren gü-
nümüz tağutu, Hz. İbrahim’i bir kenera bırakıp, Nemrud’a
heves edip, Kabe’yi yok sayarak ‘Ak Saray’a secde etti!
Ezilenlerin sesi olarak ortaya çıkanlar yaptıkları saraylar ile
Allah’ın mülkü ve otoritesini sahiplendiler ve kendilerini
yeryüzünün Tanrıları ilan ettiler. Göklerde ve yerlerde mül-
kün ve otoritenin tek sahibi Allah’tır deyip ‘Aksaray’lardan
halka seslenerek Allah’ın ayetlerine ihanet ettiler…
Mal, mülk, servet ile var olacaklarını düşünenler, “Allah,
rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı. Rızıkta üstün kılı-
nanlar, ellerinin altında bulunanlara kendi rızıklarını verip
de hepsi rızıkta eşit olmuyorlar. Allâh’ın nimetini mi inkâr
ediyorlar?” diye adeta hesap soran Kur’an’a sırt çevirdiler.
NEREDE OLURSANIZ OLUN Ö
“...Titizlikle korunan muhteşe
BABİL KULESİ’NDEN, ‘’AKSARAY’’A
Muhammed Sağlam
ehâd Mücadele
17Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬
Oysa Firavun da Allah’a inanıyordu lakin en büyük problem
mülk ve otorite sahibi olmak ve bunun getirdiği kibirdi!
Onların gücüne, iktidarına, mülkünden daha yüce ve hepsi-
nin sahibi olan bir varlığı kabul edemiyorlardı, kibirleniyor-
lardı’! Tıpkı yeryüzünde güç ve iktidar sahibi olan iktidar-
lar gibi… Allah diyorlar, Peygamber diyorlar, namaz kılıp,
oruç tutuyorlar, peki o zaman soruyoruz: Saraylar yaparak,
lüks sofralarda oturarak, senden olmayana tahakküm kura-
rak, yetimin rızkını engelleyerek Müslüman olunur mu? Siz
Nemrud’un Babil kulelerine mi secde ediyorsunuz yoksa
İbrahim’in taşlarını dizdiği Kabe’sine mi?
Oysa Allah bize demiyor mu...
‘’Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi.
İhtiyacı olanlar için eşitçe rızık ve rızık kaynakları var etti.”
Fussilet 10
“Ve o sarp yokuşun ne olduğunu sana ne bildirdi? Köle-
yi özgürleştirmektir. veya salgın bir kıtlık gününde yakın-
da bulunan bir yetime veya topraklara düşmüş; sürünen
yoksula, işsize yemek yedirmektir. Sonra da iman edip de
sabrı tavsiyeleşenlerden ve merhameti tavsiyeleşenlerden
olmaktır.” Beled 12- 17
“O mallar zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlete
dönüşmesin.”(Haşr 7)
Anaakım İslamcılık bu ayetleri anlayamadı ve bizleri saray-
larda yazılmış din anlayışına hapsetti. Kendileri ise yeryü-
zündeki mülk ve otoriteyi ele geçirmek isteyerek, Allah’ın
nimetlerini biriktirip, bunlarla ‘güç’ oluşturdu. Oysa bizler
Muaviye’nin sarayına dayanan Ebuzer gibi olmalıyız. Öyle
bir Müslüman bilinç doğacak ki günümüz tağutunun sarayı-
na giderek, “Bu sarayı kendi paranla yaptırdıysa israftır yok
eğer devletin parasıyla yaptırdıysan ihanettir” diyecektir. Ve
o Müslümanlar; günümüz modern putları olan kapitalizmin
tüm araçlarını İbrahim’in baltası ile yıkacaktır. “Ezilenleri
yeryüzünde önderler kılmak istiyoruz” diyen Kur’an’ın sa-
vunuculuğunu yapıp, 10 küsür yıldır Nemrutluk taslayarak,
sermayeye hizmet eden muktedire karşı ‘kıyam’a duracak
bir Müslüman bilinç yetişecektir.
İnsanların Hz Musa'ya: “Evet Musa sen haklısın ama Firavun
sayesinde karnımız doyuyor” dediği zamanı yaşıyoruz. Bu
insanların çürümeye yüz tuttuğu bu zamanda, ‫ﻻ‬ (La) diye
haykırarak, tefeci bezirganlara “dur bakalım, senden büyük
Allah var” demesiyle başlıyor İbrahimi mücadele… Kapita-
lizm ve onun iktidarlarına karşı tevhidî mücadele ile hare-
ket etmeliyiz. Tevhidî bilinç ise; Mülkün ve otoritenin or-
taklaşması ile, Babil kulesinin hiyerarşisine karşı, Kabe'nin
yatay eşitliğinin savunulması ile olur. Firavun yerin,göğün
ve bu ikisi arasındakilerin Rabbi olan Allah’ı gökyüzüne
hapsetmiş,yeryüzünde ise rızık kaynaklarını elinde tutarak
şirke düşmüştür. Bunu bugün yapan ise kapitalizm ve ikti-
darlarıdır. Kapitalizm mülkün ve otoritenin Allah’a ait oldu-
ğu bilincini eritip, üretim araçlarını elinde tutup çoğunluğu
köleleştirerek sürekli tüketim arzusu ile insanı kendisine
yabancılaştırıp, Allah'ı da camiye hapsetmiştir. Bizler ise
Allah’ı hayatın her alanında var kılmak için mücadele etme-
liyiz.
“Ey Rabbimiz, bizi Sana teslim olanlardan kıl ve bizim soyu-
muzdan Sana teslim olacak bir topluluk çıkar, bize ibadet
yollarını göster ve tevbemizi kabul et: Şüphesiz yalnız Sen-
sin tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan!” Bakara 128
N ÖLÜM, SİZİ YAKALAYACAKTIR
teşem saraylarda olsanız bile...”
Ölümlerin, sömürünün, riyanın, namussuzluğun hesabı gibi
zorla çektirdiğin bu fotoğrafın da hesabı sorulur elbet.
“Hamd, âlemlerin Rabb’ine mahsustur...
Yalnız sana boyun eğer, yalnız senden medet umarız.”
Fatiha 1,4
ehâdmücadele
18 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬
Bu Recep Başka Recep
Sefa Genç
Anadolunun kurak topraklarından, arkasında bir eş bir
evlat bırakıp sezonluk işçi olarak gurbet ele düşen
bir adamla tanıştım geçenlerde. Niğde'den Uşak'a oradan
Ankara'ya ve son durak olarak da Sakarya'ya uğrayan bir ko-
şuşturmanın yorgun emekçisiydi. İşi benim palyaçoluğa ben-
zettiğim, güler yüz mecburiyeti olan ve insanların yalnızca
keyif için uğradığı bir dondurmacı dükkanını çalıştırmak. Bi-
raz lezzet biraz da serinleme amacıyla soluğu aldığımız don-
durmacı dükkanının nasıl bir emek sömürüsü barındırdığını
gözden kaçırıyor olmak pek olası bir durum. Semtin belki de
en işlek dükkanın da sabah saat dokuz buçuktan gece bire
kadar tek başına çalışan bir adam Recep Abi. Geceleri de
gündüz satacağı dondurmayı yapmak zorunda olan bir usta.
Özlemini çektiği çocuğu henüz bu yorucu koşuşturmanın
tahribatını anlayamayacak kadar küçükmüş.
Yılın yaz mevsimine denk gelen yarı kısmında dondurmacı-
lık yapıp geri kalan üç dört aylık kısımda ise memleketinde
başka işlerle meşgul olan gurbetçi abi her defasında bu işten
bıktığını söylüyor. Haftanın yedi günü, sabah dokuzdan gece
bire tezgah başında olan, gece de dondurma yapma telaşın-
daki birinin bu serzenişi pek doğal bir durum. Üstüne üstlük
tatilsiz, dinlenmeksizin geçen 6-7 aylık zaman zarfında bu
tempo oldukça yoğun bir şekilde devamlı yaşanıyor. Patro-
nun günlük 5 ila 6 bin lira civarında kazanç sağladığı dük-
kanda Recep abi sigortasız çalışıyor. Ona bu durumu sordu-
ğumda sezonluk anlaşmanın gereği bu diyor; başka çaresi
olmadığını belirterek. Dükkanın bütün yükünü çeken emekçi
abim kendisinin ve kendi gibi diğer üç şubede çalışan ar-
kadaşlarının nasıl kullanıldığının farkında. Çoğu sohbetimiz
onun bu çalışma şartlarından haklı itirazlarını dile getirerek
şikayet etmesi ile geçiyor. Patronunun beş vakit namaz kıl-
dığını ve müslümanlığı da kimseye bırakmadığını da ekliyor
her defasında. Çünkü bir tarafta yüz yıllar öncesinin sömürge
şartlarıyla çalıştırılan işçiler diğer tarafta hak ve adalete en
büyük önemin verildiği İslam dini var. Bu ikisi nasıl olur da
bir araya gelebilir? Tezgah başındaki Recep abiye “Sen ve se-
nin gibi ustaların emeği ve alınteri olmasa o patron acından
ölür” dediğimde; "Bunu patron da biliyor ama adam rahat
çünkü istediğim şartlarda çalışmazsa başka adam bulurum
onu çalıştırırım diyor" “Abi işin belki de kötü tarafı” diyorum
“hadi sen kendini idare ettin burada çoluğun çocuğun hasta
olsa nasıl hastaneye gidecek, sen burada onlar orada sigorta-
sız bir başına” Susuyor... Nereye gitse aşağı yukarı aynı şart-
lar söz konusu, bunu biliyor. Ben de zihnimin bir yerlerinde
onunla birlikte bir çözüm aramaya, bir çıkar yol bulmaya
gayret ediyorum. Daha önce Sincan da kendi dükkanını işlet-
tiğini çalışıp kazandığını söylüyor bu sırada. Onun da ayrı bir
zorluğu var diyor. O konuşurken jestlerini takip ediyorum,
bütün dikkatim, algım üzerinde. Avcunun parmaklarına ya-
kın yerinde bir lira büyüklüğünde bir iz görüyorum. Bir karar-
tı gibi, oldukça dikkatimi çekiyor daha önce farketmediğim
bu iz. Gördüğümü farkedince refleksle saklıyıveriyor avcunu.
Anlatmakta olduğu şeylerin aksine sıcak bir gülümseme var
yüzünde, o gülümsemeyi ön plana çıkartarak kapıyor avcu-
nu. Bir nasır olabileceği aklımın ucundan bile geçmiyor. Ne
inşaattayım ne demir atölyesinde bir dondurmacı dükkanın-
da avuç içinde nasırın ne işi olabilir ki. "Nedir abi ne oldu av-
cuna?" diye soruyorum. Dondurma verirken kullandığı demir
kaşığı gösteriyor yalnızca. Emeğin ve emekçinin her alanda
tek bir vücut oluşu, aynı kaderi paylaşması böylesine açık se-
çik beliriyor gözlerimin önünde. “Burada bir kasaba varmış
oradakiler çok soruyor orda da bir şube var mı? Olsa çok iyi
olur diyorlar sen biliyor musun orayı" diye sordu. Bilmem mi
abi dedim; yalnız, orası iyidir hoştur ama açacağın bir dük-
kanı döndürecek kapasitede değil filancı ilçe tatil beldesidir
oraya tatilciler gelir hem de iyi iş olur diyorum iyi niyetimle
ve ne ile karşılaşacağımı bilmeden.
Sonra anlatacaklarımı yani Recep abinin cevabını, bana ne
kitaplar verdi ne de bir başkası. Bunu yazmak için niyetlen-
diğimde bile, içimi karşılaştığım erdemin coşkun çağlayan-
larından taşan bir seli dolduruyor sanki. Tatil beldesinden
kendisine bahsettiğimde gözlerimin içine baktı "Ben, dedi,
Ankara'da 5 yıl dükkan işlettim. Sonra bu yüzden olacak ki
iş yürümedi. Şimdi bahsettiğin yer tatil beldesi orada elbet
yerleşmiş bir dondurmacı vardır. bu halde bu iş nasıl olur?”
dedi. “Nedir abi tereddüdün?” dedim. Oldukça merak etmiş-
tim, işi böylesine bilen ve kendinden emin bir adamın te-
reddüdünün ne olduğunu. "Bak kardeşim, diyor. Şimdi adam
oraya tezgahını kurmuş bende gideceğim o adamın ekmek
yediği çarşıya dükkan açacağım. Onun müşterisi bana gele-
cek olur mu şimdi bu iş? Adamı ekmeğinden rızkından ede-
ceğim diyor ve ekliyor; tabiki herkes kendi rızkını nasibini
yer ama ben o adamın müşterisini aldığımda o bundan et-
kilenmeyecek mi?” Hayretle dinliyorum birbiri ardına gelen
insanlığın muhtaç olduğu cümleleri. "Babam" diyor. "Duysa
bunu, yani şurada bir dondurmacı varken benim de kalkıp
onun karşısına dükkan açtığımı gelir bana -Utanmıyor musun
sen insanların rızkıyla oynamaya, ayıp değil mi? Allah bun-
dan razı olur mu?- der. Vallahi kardeşim gelse iki tokat vur-
sa daha az zoruma gider. Biz böyle gördük." diyor. “Abi ne
diyeceğimi bilemiyorum” diyorum. Boğazım düğümleniyor.
Bileniyorum... İki çocuğuna karısına hasret, gurbette perişan
bir vaziyette çalışan, sigortasız bir mevsimlik işçinin yüre-
ğinde barındırdığı erdem, dünyanın bütün servet tepelerini
yerle bir edebilecek, onları pul kadar değersiz kılabilecek bir
ziynete, şerefe ve güce sahip. Dünyanın hiçbir üniversitesin-
de alamayacağım dersi bana ilkokul mezunu bir emekçinin
verebileceğine inanıyordum ve buna şahit oldum. Kariyerci-
liğin ve serbest piyasa ekonomisi safsatalarının bize bütün
güçleriyle dayatmak istediği rekabetçiğili, en zor şartlar al-
tında dahi elinin tersiyle iten duru bir erdem sahibi olmak...
Beş vakit namaz kılan, kıldığını zanneden zalimlere ve dün-
yanın hırs peşindeki bütün mütekebbirlerine inat atadan
dededen peygamberlerden aldığı kadim reçete ile hareket
edebilen bu iradeye binlerce selam olsun.
ehâd Mücadele
19Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda okuyan öğrenci-
lerin, kılık ve kıyafetlerine dair yönetmelikte değişiklik
yapılması ve “başı açık” ibaresinin kaldırılması, kamuoyun-
da tartışmaları da beraberinde getirdi.
Anti-Kapitalist Müslümanlar olarak, bu konuyu kendi bakış
açımızla ele almaya çalışacağız.
Çocukların öteki ile ilk sosyalleşme deneyimi sokakta başlar
ve ardından okul hayatıyla devam eder. Tektipleştirmenin
olmadığı ortamlarda çocuklar; farklı dinden, farklı dilden,
farklı ırktan diğer çocuklarla bir araya gelirler, tanışırlar,
kaynaşırlar ve birbirlerinin farklılıklarını tanır ve herhangi
bir dayatmaya maruz kalmazlarsa zaman içerisinde kabul
ederler. Okul da bunların araçlarından birisidir. Ancak
Türkiye’de Kemalist ideolojinin dayatmış olduğu Tevhidi
Tedrisat Kanunu gereği, okullarda tek tip vatandaşlar yetiş-
tirme anlayışıyla birlikte, zamanla tüm farklılıklar görmez-
den gelindi. Kılık kıyafete varıncaya kadar her şey yasalarla
devlet eliyle belirlendi ve insanlar belirli bir kalıba sokul-
mak istendi. Bu çocuklar hayatlarının ilerleyen safhalarında,
özellikle üniversite ve çalışma ortamında bu farklılıklarla
yeniden karşılaştıklarında, devlet eliyle yaratılmış tek tip
modelin dışında kalan herkesi “yabancı” olarak, değerlen-
dirdiler. Birbirine yabancılaşan her öteki, kendi istediği gibi
yaşayabileceği kendi sosyal ortamını, kendi haklarını savu-
nan siyasi partilerini ve sivil toplum kuruluşlarını oluşturdu.
Dolayısıyla bu şekilde kamplaşmanın önü açılmış, farklılık-
ların bir arada yaşayabileceği bir barış ve huzur ortamının
da önüne geçilmiş oldu.
Bugüne kadar bize, “ideal” öğrenci tipi olarak sunulan “başı
açık” ve tektip üniformalı öğrenci tipi, aslında hepimize
devlet eliyle dayatılmış ve bunun doğal olduğuna inandı-
rılmıştır. Oysa bizce doğal olan; tüm farklılıkların bir arada
eğitim sürecine ve yaşama dahil olabilmesi, doğal olmayan
ise; tek tip bir modelin idealize edilerek halklara dayatıl-
masıdır.
İnanalım ya da inanmayalım, başörtüsü bu topraklarda ge-
niş kesimler tarafından benimsenen ve yaşanmak istenen bir
değerdir. Halkın değerlerinin bir otoritenin elinde kullanılır
hale gelmesi bizi, bu değeri benimsemiş insanları ve onla-
rın sorunlarını görmezden gelmeye, hatta o insanları mevcut
otorite üzerinden yaftalamaya itmemelidir. Eğer değerlerini
yaşamak isteyen insanlara bu alan açılmazsa ve o insanlar de-
ğerleri üzerinden ötekileştirilirlerse, bu değerler üzerinden
çıkar elde eden siyasilerin kucağına da itilmiş olurlar. Bugün
başörtüsünün bir siyasi otorite tarafından propaganda aracı
haline getirilmesinin en büyük sebebinin, daha önce başka
siyasi çevreler tarafından anti-propaganda aracı olarak kulla-
nılmış olması olduğunu asla unutmamalıyız.
Elbette her aile çocuğunu dilediği gibi yetiştirmek isteye-
cektir. Ve bunu yaparken elbette her zaman doğru olan
tercihi yapmayabilir. Fakat objektif olmak gerekirse, ilko-
kul çağındaki bir çocuğa her ne giydirirseniz giydirin, bu
ya ailenin dayatmasıyla olacaktır, yahut ona etrafında ya da
medyada rol-model teşkil eden bireylerin örnekliliğiyle ola-
caktır. Keza bu ideolojik ve inançsal düzlemde de büyük
çoğunlukla böyledir. Çünkü otorite ilk olarak ailede başlar
ve kabul edelim ya da etmeyelim kınadığımız bu davra-
nışların çoğunu, hangi farkındalık düzeyinde olduğumuz
düşünsek de, çocuklarımıza zaman zaman belirli dozlar-
da yapıyoruz. Burada bizim asıl duyarlı olmamız gereken
nokta; devletin, örtünmüş olsa da, dövme yaptırıp piercing
takmış olsa da bireylere bu özgürlük alanını, gerekirse yasal
güvencelerle sağlamış olup olmadığıdır. Asıl sorgulanması
gereken de, devleti ve kitle iletişim araçlarını tekellerinde
bulunduran egemenlerin, gerek moda programlarıyla, ge-
rekse dini içerikli programlarla, topluma yaptıkları bu da-
yatmaların önüne geçmektir.
Burada eleştirilmesi gereken en önemli konulardan birisi
de, din dersinin ve imam hatip okullarının iktidar eliyle bü-
tün toplumlara dayatılmak istenmesidir. Bu tam da Kemalist
ideolojinin yaptığı dayatmaya benzer bir dayatmadır ve asıl
tehlikeli olan budur. Devletin görevi, topluma dini ya da be-
lirli bir ideolojiyi dayatmak değildir. Bunu bireyler ve içinde
yaşadıkları toplumlar özgür bırakıldıklarında, kendi içlerin-
de mutlaka hakkaniyetli bir biçimde formüle edecektir.
Öyleyse bize düşen; gelişme süreci içerisindeki bireylerin
nasıl giyineceğini siyasi bir çatışma unsuru olarak görmek-
ten vazgeçmektir. Birey uygun görürse bu çatışmayı, ge-
rektiğinde hem ailesiyle hem toplumla yapacaktır. Aslında
ticari ve siyasi bir metaya dönüştürülmediğinde, halkların
kendi içlerinde yüzyıllardır bu ve buna benzer sorunları ga-
yet güzel çözdüklerini, en azından değerlerini bir dayatma
aracı yapmadıklarını düşünüyoruz.
Bu ülkede siyasi otoritelerin, farklılıkları çatıştırarak var ola-
bildiklerini göz önünde bulundurduğumuzda, geldiğimiz
noktada bu oyunu bozmanın ya da sürdürmenin bizim eli-
mizde olduğunu unutmamalıyız. Bu toplumda farklı halkla-
rın, farklı yaşam biçimlerinin, farklı inançların ya da inanç-
sızlıkların kardeşçe yaşayabilmesi gerektiğine inanıyorsak
ve bu inancımızda samimiysek; çocuklarımızın ilköğretim
döneminden itibaren o toplumun tüm farklılıklarıyla tanış-
masına vesile olarak siyasilerin kamplaştırıcı politikalarının
tuzağına düşmelerinin önüne geçebiliriz.
Başörtüsü Serbestisine Dair
ehâdmücadele
20 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬
Kobanê Ne Bexwedıye..!
O
rtadoğu bölgesi insanlık tarihi boyunca, iktidar ve
mülkiyet savaşlarının beşiği konumundadır. Binler-
ce yıldır süregelen bu iktidar yapılanmaları, aynı
zamanda, ezilenlerin bu yapılanmalara karşı devrimci mü-
cadelelerinin de tarihsel kökenini oluşturmaktadır.
Günümüzde de, bu karşılıklı çatışma halleri süregelmek-
tedir. Ortadoğu tarihin boyunca, kendisini yerin ve göğün
mutlak tanrısı sayanlardan, sadece yeryüzünün tanrısı ya da
tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğunu ilan eden; Nem-
rutlar, Firavunlar, İmparatorlar, Padişahlar ve Krallara varın-
caya dek, halklara büyük zulümler yapan otoriteler tanıklık
ettik, duyduk okuduk. Bunların sonrasında türeyen Kapita-
lizm ve Ulus-Devletler aşamasında ise, Emperyalist küresel
güçler bu zulümlerin esasını oluşturmaktadır.
Avrupa ve Ortadoğu’daki büyük imparatorlukların tasfiye-
si ile birlikte, kurtuluş mücadeleleri baş göstermiş, Batı-
Avrupa’da gelişen ulus-devlet mantığına paralel olarak;
bazen “batıya karşı” bazen de batının yönlendirmesiyle
ulus-devletler kurulmuştur.
Açığa çıkan bu ulus-devletler, üniter bir yapı arzettiklerin-
den ötürü, çoğu zaman farklı halkların kimliklerini asimile
etmiş ya da onları yok etmeye çalışmıştır. Bu asimilasyona
uğrayan halkların başında da Kürtler gelmektedir.
Kürt halkı; Suriye, İran, Irak ve Türkiye gibi üniter ulus-dev-
letlerin çatısı altında, bir kimlik ve var olma mücadelesi ver-
mektedirler. Bu mücadelenin temelini, içinde bulundukları
ulus-devlet yapılarının kendilerini temsil etmemeleri ya da
temsil imkanı tanımamaları oluşturmaktadır.
Emperyalistler ise Ortadoğu’da, tüm halkların kimliklerinin
ifade edilebileceği bir devlet yapısını değil, kendi çıkarla-
rına hizmet edecek devlet yapılarını öncelemişlerdir. Her
ne kadar Ortadoğu’ya müdahalelerini “demokrasi” gerek-
çesiyle yapmış olsalar da, bölgedeki en büyük müttefikleri
“demokrasi”den nasibini hiç almamış olan, Suudi Arabistan
ve Körfez ülkeleri gibi krallıklardır.
Ulus-devletler 100 yıllık pratiklerinde göstermişlerdir ki;
sözde ulusal yapıyı korumak için, iç tehdit olarak gördük-
leri tüm dinamiklere saldırı ve dış tehditlere karşı da bir
savunma refleksi geliştirmişlerdir. İç tehditlere saldırırken,
dış tehdidin iç unsurları ‘’kaşıdığına’’ dair gerekçeler dillen-
dirilmiştir.
Öncelikle şunu ortaya koymamız gerekir: Anti-Kapitalist
Müslümanlar olarak biz; halklara giydirilmiş deli gömlekleri
olduğunu düşündüğümüz ulus-devlet dayatmasını redde-
diyoruz. Bu mantığın mutlak suretle tartışılmaya açılması
gerektiğini düşünüyoruz. Üstelik, ulus-devlet yapısının,
Emperyalistlerin bölgeye müdahalesinin meşrulaştırıcı bir
aracı olduğunu düşünüyoruz.
Örneğin Saddam Hüseyin döneminde, Irak kendi içindeki
halklara büyük zulümler üretirken, güçlü bir ulus-devlet
ideali vardı. İran’a karşı, Emperyalistlerin çıkarları doğrul-
tusunda savaşırken de, ulus-devlet anlayışını küresel öl-
çekte kabul ettirme derdindeydi. Bu ulus-devleti bağım-
sızlaştırmaya çalışınca da, örneğin artık petrol ticaretini
dolar üzerinden yapmayacağını açıkladığında, bu durum
Abd’nin tepkisini çekti ve Emperyalizm bu sefer 11 Eylül’ü
ve Saddam’ın bölge halklarına uyguladığı zalim politikaları
bahane ederek “demokrasi getiriyoruz” adı altında saldırıla-
rını meşrulaştırma çabasına girdi. Bu müdahale, çoğunluğu
sünnî olmak üzere yaklaşık 3 milyon insanın ölümüne sebe-
biyet verdi. Neticede Saddam devrildi ama geriye koskoca
bir kaos ortamı kaldı. İşte bu kaos ortamı içerisinde; Işid
gibi selefi gruplar, kendilerine uygun ortamı bulmuş oldu-
lar. Bu uygun ortamda silahlanacak ve örgütlenecek koşul-
ları da bulan Işid, Emperyalistlerin de çıkarlarına ters düş-
meden bir yol haritası çizip, Irak’tan başlayarak Suriye’yi
de içine alacak şekilde, bölge halklarına Selefî bir devlet
dayatmasında bulunmaya başladı.
Işid, îtikadî olarak aynı temele dayandığı El-Kaide’den
pratikte ayrıldı ve devlet idealine yöneldi. Tarihsel olarak
beslendiği köklere de başvurarak, kafasındaki din algısına
uygun gerekçelerle bu idealizmini meşrulaştırdı ve kendisi
gibi düşünmeyen bütün unsurlara karşı en acımasız yön-
temlerle onları alaşağı etti ve etmeye de devam ediyor.
Otorite boşluğundan istifade ederek, en zayıf halkaları şid-
det yoluyla etkisiz hale getirmeye çalıştı ve çalışıyor. Müs-
lümanların belki de üzerinde en az düşündüğü ve Kur’anî
anlamda bir ideale ulaştıramadığı bir konu olan Halifelik
kavramı üzerinden, deyim yerindeyse müslüman halkların
tepkilerini en aza indirmeye çalışıyor. Vahyî ve Peygamberî
perspektifte İslâmı ele aldığımızda, bizim inancımız ve dü-
şüncemiz odur ki; Allah “Kureyşli” bir tek insanı değil, tüm
insanığı halife olarak atamıştır.
Bizce tartışılmaya açılması gereken ikinci bir konu da;
özelde müslümanlar genelde tüm bölge halkları açısından,
ehâd Mücadele
21Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬
halifeliğin yani yönetimin nasıl olması gerektiğidir. Halife-
lik konusunda Müslümanlar, mutlaka bir karar vermelidir.
Yönetim, teorik ve pratik olarak, tüm unsurların özne kabul
edildiği Medine Toplum Sözleşmesi ile oluşturulan toplum
yapısı gibi mi olacak; yoksa bir kişide toplanıp, tüm halklara
zulüm doğuran Emevi Saltanatı gibi mi olacak? Yani Müslü-
manların karar vermesi gereken temel husus, Hz Peygam-
ber (S.A.V) gibi mi davranacağız, yoksa Muaviye ve Yezid
gibi mi?
Tarihsel süreç ve o dönemin pratikleri bize şunu net bir
şekilde gösteriyor ki; tıpkı Medine’de kurulan toplum ya-
pısı gibi, Mülkün ve Otorite’nin tüm inanç grupları, etnik
kökenler ve kişiler arasında ortaklaşıldığı koşullarda barış
sağlanabiliyor. Yani Sınıfsız ve Sınırsız bir Barış Yurdu olan
Darüsselam ideali ancak, Adalet ve Eşitlik temelinde inşa
edilen ve hiyerarşinin olmadığı toplum yapılarında müm-
kün olabiliyor.
Işid ve benzeri örgütlenmelerin kendilerine belirledikler
ideal ve esas aldığı yöntem ise, Emevi saltanatı ve ondan
neş’et eden tüm sultanlık ve imparatorluk deneyimleridir.
Müslümanlar mutlak surette bu tarihsel gerçekliklerle yüz-
leşmelidir. Çünkü Emevilerin yönetim anlayışlarının tarihsel
kökenleri, Nemrudlara, Firavunlara dayanmaktadır. Tek bir
kişinin, ulusun ya da sınıfın hâkim olduğu yönetimsel an-
layış, modern dönemlerde de varlığını sürdürmektedir. Bu
bazen küresel güçler bazen de ulus-devletler olarak karşı-
mıza çıkmaktadır.
İşte bu konjonktürde ulus-devletler, kendi sınırlarını koru-
manın dışında bir hareketlilik arz etmezken, çaresiz ve yur-
dundan kovulmuş halklar adına Kürtler, Işid’e karşı yapayal-
nız mücadele vermek durumunda kalmaktadır.
Elbette Emperyalistler bu durumda da boş durmuyorlar.
Gene “demokrasi” adına ve “zorbalığa karşı” bölgeye mü-
dahale etmenin yollarını arıyorlar. Bölgede dinamik unsur
olan Kürt Halkı ile işbirliği yoluna girmeye çalışıyorlar. Tür-
kiye gibi bölge ülkelerini de, çıkan ve daha da çıkacak olan
faturanın bedelini ödemesi için savaşa teşvik ediyorlar.
Bölge halklarının tüm unsurların özne kabul edildiği ortak
bir sözleşme etrafında buluşması gerektiği gerçeğiyle kar-
şı karşıyayız. Elbette bu ideali günümüz konjonktüründe
hayata geçirmek çok zor görünse de, bu ideal sözleşme
modeli çerçevesinde günümüz koşullarına göre tavır alış-
larımızı berraklaştırmak gerektiği inancındayız. Çok zor bir
sarmalın içinde bulunduğumuzun farkındayız. Anti-Kapi-
talist Müslümanlar olarak; Kur’an’a ve peygamberimiz Hz.
Muhammed (S.A.V) başta olmak üzere, tüm peygamberle-
rin egemen sınıflara karşı verdiği mücadeleye güvenimiz ve
imanımız tamdır. Şunu herkes bilmelidir ki, cihadı meşru
kılan gerekçe bir devlet ideali değildir. Cihadı meşru kılan
gerekçe, Cenâb-ı Allah’ın Nisa Suresi’nde buyurduğu üzere:
‘’Size ne oluyor ki Allah yolunda savaşmıyorsunuz ? Oysa
çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar, 'Ey Rabbimiz! Ahalisi
zalim olan bu beldeden bizi çıkar. Bize yüce katından bir
dost gönder; yüce katından bir yardımcı gönder' diye dua
edip duruyorlar.’’(Nisa 75) ayetidir.
Anti-Kapitalist Müslümanlar olarak; temel önceliğimizin,
yurtlarından kovulan ya da zulüm gören Ezidi, Nusayri,
Kürt, Türkmen, Arap ve dahî tüm mazlum halklar için da-
yanışma ve mücadele halinde olmaktır. Etnik ve inançsal
gerekçelerle halkları birbirine kırdıran emperyalist güçlere
ve onların zulümleri üzerinden mazlum halklara karşı zul-
metme meşruluğu kendinde gören Işid gibi canî unsurlara
karşı, tüm mazlum halklar ortak mücadele alanlarını oluş-
turmalıdır.
Bu minvalde, Kobani’de direnen ve canları pahasına müca-
dele eden herkesi, Allah’ın selamıyla selamlıyor, rahmetini
üzerlerinden esirgememesini diliyor ve yanlarında olduğu-
muzu bütün kamuoyuna duyuruyoruz.
Emperyalizm’in bölge saldırılarına ve Türkiye gibi ülkelerin
işbirlikçi tutumlarına, başta 2 Ekim Tezkeresi olmak üzere
de Hayır diyoruz. Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin, geleceğe
dönük planlarını hayata geçirebilmek adına, hangi koşul-
larla olursa olsun bu zulüm çetelerini ekonomik ve siyasal
olarak desteklemesi, katliama ortak olması demektir. İster
Nato’nun tetikçiliğini yaparak olsun, isterse tek başına do-
laylı ya da direkt destekleyerek olsun, siyasal çıkarına uy-
gun rollere bürünmesi, ahlaksızlıktır ve erdemsizliktir.
Ayrıca, geçmişte Rus ve Sırp zulmüne karşı, Kosova ve
Çeçenistan’da haklı bir mücadele vermiş bazı mücahid-
lerin, bugün IŞİD’in ordu yapısı içerisinde bulunması ve
İslam’ın asla öngörmediği devlet ideali ekseninde, Allah’ın
asla yapılmamasını buyurduğu mazlum halklara kurşun sık-
ma fiilleri, inançlarına gölge düşürmektedir. Egemenlere
karşı verilen mücadele her zaman cihad, ezilenlere yapılan
zulüm ise her zaman terörün ta kendisidir.
Allah; hak yolunda, adalet-eşitlik ve barış uğruna mücadele
edenlerin her daim yanındadır.
Anlatabilmek ve anlaşılabilmek temennisiyle…
ehâdmücadele
22 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬
Kim Sessizse O Ağlasın
Sefa Genç
İnsanlık vicdanının tahammül sınırını aşan bir dönemden
geçtiğimiz halde bu süreç ne kadar da sessiz ve kimsesiz
yaşanıyor değil mi sizce de? Her geçen gün, insan ne için
yaşadığını düşünmeye mecbur kaldığı halde bundan kaç-
maya çalışmaktaki ısrarı ne kadar da acizce değil mi?
Belki de şahit olmanın, doğamızda var olan fakat bizim onu
örselediğimiz sorumluluk bilincinin yükünü, beraberinde
getirecek olması korkutuyor insanlığı. Her yönüyle birey-
ciliğin öğretildiği insanlığı. Tüm hayatı yavan bir öğretinin
doğrultusunda şekillendirdiğimiz ve buna dış şartlarla zor-
landığımız dünyada, insanın sorumluluk, duyarlılık gibi er-
demlere sarılması artı bir değer haline gelmiş durumda. Ki-
milerine göre de tam bir ahmaklıktır bu tutum. Söz konusu
öğretinin nereden geldiğini, hangi koşullarla geliştirildiğini
200 yıllık tarihe bakma zahmeti gösterenler çok açık bir şe-
kilde görecektirler.
Bugün modern dünyanın gözleri önünde bir vahşet yaşa-
nıyor. Bu vahşet ne Kobanê'de ne Gazze'de. Bu vahşetin
öncelikle bilinçlerde yaşandığını görmek zorundayız. Her
şeyden önce algılardaki bu işgalin farkına varmalıyız. Üni-
versitelerini ve diğer okullarını hep bu bananecilik ve ben-
cillik ile örgüleyen iktidarlar, istediği meseleyi "Bu bizim
meselemizdir." diyerek halka dayatırken, başka bir mesele-
de "Bu olanlardan bize ne" diyebiliyorlar. Böylelikle, halkın
kendi özündeki sorumluluk dürtüsünü inkar ederek iktidar
dilindeki bireyselliğini tanıması hedefleniyorlar. Perdelerini
kapatmasını ve ne denilirse onun yapılmasını istiyorlar.
İnsani yardım ne demektir? İnsani yardım Libya'ya gönderi-
len iki feribot mudur? Gazze için cami önlerinde toplanan
paralar mıdır? Her yeni güne silah sesleriyle uyanan insanla-
ra fasulye götürmek midir? Bunlar her yönüyle bireyci, Av-
rupanın ve Amerika’nın bizlere Angelina Jolie gibi tiplerle
öğrettiği sözde yardım ve insaniyet müsamereleridir. Halkın
vicdanını rahatlatmak için yapılmış kuru gürültüden başka
bir şey değildir. İnsani yardım masum insanlar ölürken ge-
celeri uykuların kaçmasıdır. Orada duyulan acıları kendi
benliğinde hissetmendir. Yakınındaki insan açken ve onu
aç bırakan sebepler aşikarken ona bir tas çorba verip her
zaman verilecek çorbaya muhtaç olmasını devam ettirmek
değil, onu bu duruma düşüren sebeplerle savaşmandır.
Yerlerin ve göklerin mülkü Allah'ındır. Allah'ın iradesi ona
güvenmiş insanların elleriyle yeryüzünde vücut bulur. Sahip
olan Allah'ın iradesini bugün mazlumlara sahip çıkarak gös-
termek mecburiyetindeyiz. Allah masumlarla mazlumlarla
beraberdir . Peki biz kiminle beraberiz?
Yaşadığı topraklardan çıkarılmak mazlumların kadim akibe-
tidir. Lut, Salih, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed Aleyhim-
müsselam hepsi de beraberindekilerle yurtlarından çıka-
rılmış kimselerdir. Bugün de zulüm aynı hırs ve nefretiyle
İsrail’in Gazze'de yurtlarından çıkarmak istediği masumla-
rın üzerinde varlığını sürdürüyor. Aynı zulüm dili Mezopo-
tamya da Ezidileri, Türkmenleri, Kürdleri, Arapları, Şiileri
öldürmeye ve yurtlarından çıkarmaya devam ediyor.
Hatırlamak gerekir ki Musa'nın kavmi peygamberilerine
"Orada zorba bir topluluk var onlar oradan çıkmadıkça biz
oraya yaklaşmayız. Oraya gidip onlarla savaşacak da deği-
liz. Sen ve Rabbin gidin savaşın."(Maide 22-24) demişti. Ve
bu miskinlik ve korkularından dolayı yeryüzünde yıllarca
bedbaht halde dolandılar.
Allah kelam-ı kadiminde şöyle sesleniyor: “Nasıl olur da
Allah yolunda savaşmayı ve "Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim
olan bu topraklardan kurtar(ıp özgürlüğe kavuştur) ve rah-
metinle bizim için bir koruyucu ve destek olacak bir yar-
dımcı gönder!" diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve
çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?" (Nisa suresi 75)
Bunu reddetmek mümkün değildir. Savaşmak ancak ve an-
cak bu amaçla meşrudur. Bölgede İslâm sıfatını kullanan
zalimler kendilerinin Allah yolunda, diğer kimselerin ise
"tağut" yani batıl-yanlış yolda savaştıklarını iddia ederler.
Halbuki Allah, çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için
savaşmayı kendi yolu olarak tanımlıyor. Bundan bir sonraki
ayette yardıma muhtaç masumlar için olmayan işgalci sa-
vaşları "tağut yolu" olarak isimlendiriyor ve "İman edenler
Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de "Tâğut" yolunda
savaşırlar. O halde şeytanın dostları ile savaşın! Şüphesiz ki
şeytanın hilesi zayıftır." (Nisa 76)
Masumlar için olmayan bütün savaşları ise kınıyor ve bunlara
karşı mücadeleyi şart koşuyor. Bununla birlikte çaresiz insan-
lar için mücadele etmememizin nedenini kendimize sorma-
mızı istiyor? Çünkü biz mücadelenin, sözde dünyanın tek ger-
çeği kabul edilmiş para ile olabileceğine inandırılıyoruz hala.
Avrupa'dan Amerika'dan devşirme insani yardım kuruluşları
kurarak, para ile giysi ile sorumluluktan kurtulabileceğimize
inandırılmak isteniyoruz. Kapitalizmin başlattığı emperyalist
savaşlara karşı, yine kapitalizmin esasları ile mücadele edile-
bileceğini sanmak acınası bir durumdur.
Ehad mücadele
Ehad mücadele
Ehad mücadele
Ehad mücadele
Ehad mücadele
Ehad mücadele
Ehad mücadele
Ehad mücadele
Ehad mücadele
Ehad mücadele

More Related Content

What's hot

Kasi̇de i̇ ercüze-bi̇rleşti̇ri̇lmi̇ş tam meti̇n
Kasi̇de i̇ ercüze-bi̇rleşti̇ri̇lmi̇ş tam meti̇nKasi̇de i̇ ercüze-bi̇rleşti̇ri̇lmi̇ş tam meti̇n
Kasi̇de i̇ ercüze-bi̇rleşti̇ri̇lmi̇ş tam meti̇nAhmet Türkan
 
15- 20 Kasım Istanbul Terör Saldırıları
15- 20 Kasım Istanbul Terör Saldırıları15- 20 Kasım Istanbul Terör Saldırıları
15- 20 Kasım Istanbul Terör Saldırılarızeyban
 
Siyer-i Nebi 10. Sayı
Siyer-i Nebi 10. SayıSiyer-i Nebi 10. Sayı
Siyer-i Nebi 10. Sayısiyerinebi
 
Mesele Dergisi | Sayı 3
Mesele Dergisi | Sayı 3Mesele Dergisi | Sayı 3
Mesele Dergisi | Sayı 3EmreSk8
 
İL Üniversitesi - 1.1.Cahiliyye Dönemi_Asr-i Saadet_Islam Tarihi
İL Üniversitesi - 1.1.Cahiliyye Dönemi_Asr-i Saadet_Islam TarihiİL Üniversitesi - 1.1.Cahiliyye Dönemi_Asr-i Saadet_Islam Tarihi
İL Üniversitesi - 1.1.Cahiliyye Dönemi_Asr-i Saadet_Islam TarihiColorado Theology University
 
Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed'in Ölümü (Arif Tekin)
Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed'in Ölümü (Arif Tekin)Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed'in Ölümü (Arif Tekin)
Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed'in Ölümü (Arif Tekin)M. Kıvanç Önder
 
Bilinmeyen yönleriyle hz. muhammed'in ölümü, arif tekin
Bilinmeyen yönleriyle hz. muhammed'in ölümü, arif tekinBilinmeyen yönleriyle hz. muhammed'in ölümü, arif tekin
Bilinmeyen yönleriyle hz. muhammed'in ölümü, arif tekinodadakivizilti
 
Ilkokul peygamberimizin ailesi
Ilkokul peygamberimizin ailesiIlkokul peygamberimizin ailesi
Ilkokul peygamberimizin ailesiserizci
 
Ehad Dergi Mayıs
Ehad Dergi MayısEhad Dergi Mayıs
Ehad Dergi MayısEhad Dergi
 

What's hot (11)

Kasi̇de i̇ ercüze-bi̇rleşti̇ri̇lmi̇ş tam meti̇n
Kasi̇de i̇ ercüze-bi̇rleşti̇ri̇lmi̇ş tam meti̇nKasi̇de i̇ ercüze-bi̇rleşti̇ri̇lmi̇ş tam meti̇n
Kasi̇de i̇ ercüze-bi̇rleşti̇ri̇lmi̇ş tam meti̇n
 
15- 20 Kasım Istanbul Terör Saldırıları
15- 20 Kasım Istanbul Terör Saldırıları15- 20 Kasım Istanbul Terör Saldırıları
15- 20 Kasım Istanbul Terör Saldırıları
 
Siyer-i Nebi 10. Sayı
Siyer-i Nebi 10. SayıSiyer-i Nebi 10. Sayı
Siyer-i Nebi 10. Sayı
 
Mesele Dergisi | Sayı 3
Mesele Dergisi | Sayı 3Mesele Dergisi | Sayı 3
Mesele Dergisi | Sayı 3
 
İL Üniversitesi - 1.1.Cahiliyye Dönemi_Asr-i Saadet_Islam Tarihi
İL Üniversitesi - 1.1.Cahiliyye Dönemi_Asr-i Saadet_Islam TarihiİL Üniversitesi - 1.1.Cahiliyye Dönemi_Asr-i Saadet_Islam Tarihi
İL Üniversitesi - 1.1.Cahiliyye Dönemi_Asr-i Saadet_Islam Tarihi
 
Hz.Ali
Hz.AliHz.Ali
Hz.Ali
 
Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed'in Ölümü (Arif Tekin)
Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed'in Ölümü (Arif Tekin)Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed'in Ölümü (Arif Tekin)
Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed'in Ölümü (Arif Tekin)
 
Bilinmeyen yönleriyle hz. muhammed'in ölümü, arif tekin
Bilinmeyen yönleriyle hz. muhammed'in ölümü, arif tekinBilinmeyen yönleriyle hz. muhammed'in ölümü, arif tekin
Bilinmeyen yönleriyle hz. muhammed'in ölümü, arif tekin
 
Ilkokul peygamberimizin ailesi
Ilkokul peygamberimizin ailesiIlkokul peygamberimizin ailesi
Ilkokul peygamberimizin ailesi
 
Peygamberler
PeygamberlerPeygamberler
Peygamberler
 
Ehad Dergi Mayıs
Ehad Dergi MayısEhad Dergi Mayıs
Ehad Dergi Mayıs
 

Ehad mücadele

  • 2. ehâd (Ezilen Halkların Antikapitalist Duruşu) “Bağışlayan ve Esirgeyen Allah’ın Adıyla De ki Allah EHAD’DIR ( Birdir, Tektir ) Allah, SAMED’DİR ( Bölünmez bir bütündür, Öncesiz ve Sonrasız, Bütün Evrenin Asıl Sebebidir. ) Ne doğurmuştur O, ne doğurulmuştur! ve hiçbir şey O’na denk tutulamaz.” İhlas Sûresi 1-4 HAYDİ İNANMAYA HAYDİ MÜCADELEYE 2014 Nisan’da Sermaye Gücüyle değil Alınteriyle sloganıyla çıkarmaya başladığımız Ehâd dergimizin 4.sayısına gelmiş bulunuyoruz. Şengal-Kobane’dan Filistin’e, Suriye’den Doğu Türkistan’a, Amerika’dan Arakan’a mazlum halklar iktidarların ve emperyalizmin çapraz ateşinde sıkışmış durumdalar. Küresel kapitalist egemenler hırslarıyla yeryüzünde ekini ve nesli ifsada devam edip dünyayı kan gölüne çeviriyorlar. Memleketimizde de işbirlikçi iktidar ve partileri, kapitalist kal- kınmacı politikalarıyla madenlerde göçüklerle, fabrikalarda gayriinsani koşullarla, merdivenaltı işletmelerde silikozis gibi hastalıklarla, medyasıyla zihinleri iğdiş ederek hayatları altüst etmekte, aileleri yıkmaktadır. Rüşvetlerin hediye, yolsuzluğun istikrar, yoksulluğun kader, cinayetlerin fıtrat, yağmanın büyüme, suskunluğun basın, fu- huşun başarı hikayesi, peşkeşin tahsis olduğu günümüzde hak ve batıl çizgisi birbirine karışmıştır. Mizanpaj, Emek, Dağıtım : Üniversiteli Antikapitalist Müslümanlar Bedeli: Antikapitalist Müslümanlar tarafından karşılanmıştır. - Hiçbir telif hakkı yoktur, sınırsızca kopyası alınabilir. - 1000 Adet basılmıştır. İletişim: ehaddergi@gmail.com Ehaddergi.blogspot.com.tr Adres: Millet Cad. Selçuk Sultan Cami Sk. Anıl Han No: 2/6 Haseki / İstanbul Aralık, 2014 Adana 0537 823 48 31 Ankara 0534 832 5751 Antalya 0555 500 83 99 Bolu 0543 697 9139 İstanbul 0537 276 6469 - 0530 416 8103 Kayseri 0553 978 8896 Kocaeli 0553 543 5808 Sakarya 0538 026 4886 Semerciler Mh. Çark Cd. No: 42 Uyar Apt. Kat 4 Samsun 0531 911 15 82 Muğla 0554 809 6807 Bitlis 0542 410 1421 2 Haydi İnanmaya Haydi Mücadeleye 5 Ülker İşçisi Direniyor 6 Ülker İşçisiyle Mülakât 8 Medine Üzerinden Medeniyet Arayışı 10 Amerika’nın Keşfi Üzerine 11 Bismillahirrahmanirrahim 12 Papa’nın Türkiye’ye Ziyareti 13 İslâm ve Kölelik 16 Babil Kulesinden Aksaray’a 18 Bu Recep Başka Recep 19 Başörtüsü Serbestisine Dair 20 Kobanê Ne Bexwediye 22 Kim Sessizse O Ağlasın 24 Kırık Putların Kızıl Şafasında veyahut Kılıçla Felsefe Yapmak 26 Ya piyasaya inanırsın ya Allah’a 27 Kitap Tn: Kendini Devrimci Yetiştirmek 28 Film İnc: İkinci Kattan Şarkılar 30-31 Bizim Hikayeler Esirgeyen, Bağışlayan Allah’ın Adıyla
  • 3. ehâd Mücadele 3Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬ ADALET MÜLKİYETİ ALLAH’A HAS KILIP ORTAKLAŞTIRMAKTIR 10 senede 10 binden fazla katletilen işçi gibi Soma’da Ermenek’te beş para etmezler için beş paraya madene in- mek zorunda kalan işçiler; ceplerinden, hayat odalarından, önlemlerden çalınan paralarla katledilmişlerdir. “Aşağıda ölüm var, yukarıda açlık. aşağıdaki ölüm ihtimal, yukarıdaki açlık kesin.” Memleketin en bereketli en güzel yerleri dolaylı veya do- laysız Torunlar, Kolin, Limak, Ağaoğlu vs gibi yerli yabancı birçok şirkete, Arap emirlere, son 9 ayda kârları 19 milyar tl’lik bankalara verilmiştir. Validebağ’da koru imara açılmak suretiyle sermayeye rant kapıları da ardına kadar açılırken, Gezi direnişindeki iktidarın “Cami” ve “Kabataş saldırısı” if- tiraları gibi iktidar ve Üsküdar belediye başkanı yine “cami” gibi dini hassassiyetler üzerinden halkları karşı karşıya ge- tirmeye çalışıp siyasi rant devşirmeye çalışmıştır. Ülkemiz- de de Allah’ın tüm insanlık ve yeryüzündeki canlılar için eşitçe istifade etsinler diye bahşettiği tüm değerler bir grup arsız kapitaliste böylece peşkeş çekilmiştir. Bu kapitalist politikalar Soma’da 301 Mecidiyeköy’de 10 Ermenek’te 18 ve 12 senede 14000’den fazla canımızın kat- line sebep olmuştu. Sistemli bir şekilde arttırılan tüketime dur denmeyip rızkımıza, canımıza, ciğerlerimize, geleceği- mize, ormanlara, hayvanlara, börtü böceğe yani tüm yaşa- mımıza rağmen Termik Santral için Yırca’da 6000 zeytinli- ğin kesilmesi, RES için Ovacık’ta 1000 ağacın kesilme planı hep bu politikalar doğrultusundadır. Ayrıca kot işçilerimiz silikozis hastalığına maruz kalmakta, yerli tohumumuzun satımı yasaklanmakta, kentsel dönü- şümlerle ceplerimiz soyulup evlerimizden uzaklaştırılmak- ta, kuzey ormanlarımız, ekin ve neslimiz hiç olmadığı kadar risk altındadır. YOKSUL, ALLAH’IN YÜZÜDÜR Müslüman bir bütündür, ahlâkı da bir bütündür. “Kendine isteyeceğini kardeşi için de ister.” Aynı müslüman zulmün hesabını da sorar mahşere bırakmaz. Evde ayrı, sokakta ayrı yani toplumsal ilişkilerde başka ahlâklara sahip olmaz. İğneyi kendimize, çuvaldızı Akp ve diğer partiler arasında sıkışmış geniş yoksul kesimlere batırmaktan vazgeçmeli- yiz. Ortasınıf rahatlığıyla meseleri okuyup sözgelimi sığı- nacağı bir tek kandilleri, mevlidleri, peçeleri, hurafeleri, duvara astıkları Kur’an olan günde 12 saat çalışan yoksul muhafazakâr insanımızı, annelerimizi eleştirme gafletiyle; onları avm’lere, din madrabazlarına, ilahiyatçı soytarılara ve diğer popüler kültür ve biyopolitik iktidarın alanlarına terketmek entelektüel sefaletin en büyük göstergesidir. Ortadoğu, Kürdistan, Anadolu, Balkan ve tüm İslam halkla- rının mayası İbrahimi kadim kültürdendir. Halklar tarih bo- yunca mülk sahipleri tarafından ezilmişlerdir fakat mülkün ve otoritenin Allah’a ait olduğu gerçeğini Halil İbrahim sofra- larında olduğu gibi yaşamsal alanlarında tatbik etmişlerdir. Bizlerin hasret duyduğu meta ilişkisinin girmediği antikapita- list ruh bu alanlarda saklıdır. Ezilenler olarak Lehûl Mülk La- ilaheillallah bilinciyle hareket edip Mazluma kimliğini sor- muyorsak zalime de kimliğini sormamamız gerek. Halkların kardeşliğiyle bir araya gelip esas faillerin karşısında olmalı- yız. Çünkü Uğur Kaymaz’lar, Berkin Elvan’lar Yasin Börü’ler birdir, bizdendir, kardeşlerimizdir evlatlarımızdır. Biz bir- birimizi kırdıkça, biz birbirimizi düşman ettikçe adalet gelemez. Kadim zikiri hatırlayıp yalnızca Allah’tan medet ummalıyız. ‫ﻻ‬
  • 4. ehâdmücadele 4 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬ G-20 toplantılarında, emperyalistlerin döşeklerinde rahatla- rını bulanlar, zalimlerle işbirliği içinde olup stratejik mütte- fiklik kuranlar iktidarlarını sürekli kılmak için nereden bul- duğu bilinmez sahte bir cesaretle diyorlar ki; “Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin rehberdir, 12 imam rehber- dir ve Hazreti Peygamberin ruhunu taşırlar, emanetini taşır- lar. Kim ki Ehlibeyt’e hürmetsizlik eder bizden değildir.” Kerbela’ya gidecek Hz Hüseyin’e de denmişti; “Kufe’ye gitme, dilleri Ali söylüyor gözleri Muaviye bakıyor” SARAYLARI YIKIP ÖZGÜRLÜĞE YÜRÜMELİYİZ ALLAH'TAN BAŞKA EFENDİ YOKTUR “İçinde ebedi kalacakmışsınız gibi saraylar/kaşâneler/köşk- ler mi dikiyorsunuz?” Şuara Suresi 30.Ayet Aksaray’lardan, Beyazsaray’lardan, otellerden, yalılardan, plazalardan, kaşanelerden uzaklaşıp halkımızın özgürlüğü, kardeşliği inşa ettiği yerlere yol almamız gerek. “Yüksek sütunlar sahibi İrem’e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. Ve vadilerde kayaları oyup biçen Semud’a? Ve kazıklar (ehramlar) sahibi Firavun’a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesadı yaygınlaştırmış-arttırmışlardı.’ Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi.” Fecr Suresi 7-13 “Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a içten yönelenler ise onlar için bir müjde vardır. Öyleyse kullarıma müjde ver” Zümer Suresi 17.Ayet Birbirimizi ötekileştirmeksizin anlayıp hep beraber Allah'ın ipine sımsıkı sarılma vakti geldi. Gündemimizi yeniden adalet yapma vakti...Üzerimize çökmüş ölü toprağını at- mak kültürümüze, örfümüze, inancımıza sarılma vakti. NAMAZDA AYNI, RIZIKTA AYRI SAFTA OLUNMAZ Çalışma Bakanlığı’nın Asgari Ücret Komisyonlarına sıkış- tırılmış taleplerle olacak iş değildir bu. Kimliklerimizden ödün vermeden, ötekileştirmeden birlik oluşturup gür sesi- mizle sermaye sınıfına, iktidarlara karşı adaleti haykırmamız gerekiyor. Bu minvalde Yatağan, Danone, Sütaş, Nestle ve Ülker işçisi ve tüm işçi sınıfıyla dayanışmayı yükseltmemiz gerek. Ermenekli, Somalı annelere borcumuzdur. Nemrut karşısında İbrahim (as), Firavun karşısında Musa (as), Roma karşısında İsa (as), Kureyş karşısında Muhammed (as) ve nice isimsiz inanmış gibi olabilmektir mesele. Bir mü’min haksızlık karşısında durduğu vakit kimseye benzemez. “Gerçek şu ki Allah (yalnızca) kendi davası uğrunda, sağlam ve yekpare bir bina gibi, kenetlenmiş saflar halinde sava- şanları sever.” Saff Suresi 4.Ayet Mülk gerçek sahibine dönünceye dek...
  • 5. ehâd Mücadele 5Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬ Ülker Direnişi Atılan işçilere destek için Taş-İş-Der, İşçi-Der, Emek Adalet Platformu, Boğaziçi Mekteb, Fikir Talimi Gru- bu, Şihab gibi gruplarla beraber 8 Kasım tarihinde ülker işçilerine destek için “Direnen Ülker İşçisinin Yanındayız” pankartıyla bir yürüyüş gerçekleştirdik. “Mülk Allah’ın emek işçinin kahrolsun küresel kapitalizm” , “Müslüman zulme boyun eğmez” dedik. 50 günden fazladır Topkapı’da fabrika önünde direnen Ülker İşçisi abilerimiz, kardeşlerimiz; takkesiyle, sakalıy- la, cübbesiyle kimliğinden hiç ödün vermeden sermayeye direnirken, sendikasını da değiştirdi, mecliste iktidara da meydan okudu. “İnşallah kazanırsınız” diyen gence; “Mesele bizim kazan- mamız değil, içerideki arkadaşlarımızın da sömürüye karşı durmasıdır” diye karşılık veren Ülker işçisi devrimcidir. Direnen öncü topluluk Ülker işçisine selâm olsun! Ülker ailesi, şirketin kuruluşunda Yahudi ortaklarla beraber çalışmış, ilerleyen yıllar içinde onları da diskalifiye edip piyasada tekel haline gelmiştir. Fabrika içerisinde yandaş sendikasını kurmuşlar, fabrika yanındaki camiye soyadları- nı verip imama maaş bağlamışlardır. Aynı zamanda daha da sömürmek için fabrikaya taşeron firma sokmuştur, mey- dana gelen örneğin işkazalarında yandaş sendikası, yandaş doktoru daima Ülker’in yanında olmuştur. Medya ve toplumla kurulan ilişkileri için de bir örnek ve- relim. Murat Ülker çikolatanın nimet olduğu gerekçesiyle çikolata ile yıkanan adamlı reklamı veto etmiştir. Aslında veto ettiği reklamla amaçlanan tanıtım, inanç te- melli bir algı yönetimi ile haber sitelerine çikolatanın nimet olduğu vurgusu yapmak ve bu hassasiyetin Murat Ülker’e ait olduğu algısı üzerinden reklam yapmaktır. Murat Ülker sendika seçme hakkını kullanan işçileri işten attı. Nimete sözde saygıda kusur etmeyen bu insan evladı- nın, çocuklarının nimetini emek vererek, alın teri dökerek kazanmaktan başka gayeleri olmayan ve üç kuruş paraya layık görülen işçileri işten atması nimete hassasiyet çerçe- vesinde nasıl izah edilebilir? Çikolata nimet de, rızık nimet değil mi? Çikolata nimet de, emek nimet değil mi? Çikolata nimet de, alınteri nimet değil mi? Çikolata nimet de, sendika değiştirme tercihi nimet değil mi? Çikolata nimet de, bu işçiler ve aileleri nimet değil mi? Gerçek olan şudur ki; İşten çıkarılan işçiler; rızkın, emeğin, alınterinin, ekmeğin ve özgürlüğün gerçek savunucularıdır ve asıl nimete saygılı olan onlardır. Nimeti çikolataya endeksleyip, Allah’ın yarattığı en önemli nimetlerden birisi olan insanı nimetten saymamak, nimetin tek sahibi Allah’la alay etmektir. Allah sizden bunun hesabını; ya ıslahla sorar ya helâkla sorar... Zenginliğini dayanak noktası sayıp da kendisini nimetten sayanların ve geri kalan tüm canlılara köle gibi davranan- ların sonu, tarihin her döneminde aynı şekilde olmuştur... “Hep birlikte Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşü- nün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler ol- muştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” Al-i İmran Suresi / 103.Ayet Kula kulluk edenlere yazıklar, kimlikleriyle direnenlere selâm olsun...
  • 6. ehâdmücadele 6 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬ Ülker İşçileriyle Mülâkat Hazırlayan: Faruk Mustafa Ekici – Rabia Aykun Ülker işçileri anayasal hakları olan sendika değişikliğine gittikleri için işlerine son verildi ve 30 Ekim’de direniş- lerine başladılar. Biz de Üniversiteli Antikapitalist Müslü- manlar olarak direnişlerinin 12. gününde ziyaret edip ken- dileriyle hoş bir röportaj gerçekleştirdik. Yaşanan süreci işçilerden Özcan abi bize kısaca anlattı: “Ben 5 yıldır buradayım. 15-20 yıldır çalışanlar var ve iş dü- zeninden rahatsızlık çok fazla. Asgari ücretle günde 8 saa- tin çok üzerinde çalışılıyor, ama bu geçinmek için yeterli değil. Dolayısıyla 12 saatlik sisteme geçildi. Bugüne kadar sendikaya hep şikayette bulunduk ama hep geçiştirildik. Arkadaşlarla konuşup Hak-İş’ten ayrılıp Disk’e geçmek için dilekçe verdik, bu süreçte asılsız gerekçelerle 10 kişi işten çıkarıldı. Biz sadece anayasal hakkımızı kullandık.” Sendika değiştirmenizdeki nedenler nelerdir? Dolayısıyla ezilen hep işçi oluyor. Yapmadığımız şeylerle bize iftira atıyorlar.” Neden Disk Gıda-İş? Bizim hakkımızı savunabilecek bir sendika istiyorduk. Pat- ronlara çalışan sendikalardan olmaması disk’i daha öncelik- li yaptı. Diğer sendikalar ya patronların kurduğu yada pat- ronlara ajanlık yapan sendikalardı. Ayrıca disk başkanının da bizimle aynı maaşı aldığını duyunca daha da emin olduk. İş koşullarınız nasıldı? 12 saat ayakta çalışıyoruz. Günlük yapılması gereken iş çok fazla. 12 saatte yetişmeyince hakkımızda tutanak tutuluyor ve savunma isteniyor. Günde 15 dakika tuvalet molası, ya- rım saat yemek molası var. Bu sürelerden kısmadıkça işleri yetiştirmek ise mümkün değil. Bir senedir işe telefonla gir- mek yasak. Üstümüzü arıyorlar. Daha çok verim için… Ama yöneticilere yasak yok. Giriş-çıkış için kart veriyorlar, man- yetiği bozulduğunda onun parasını bile bizden alıyorlar. “79’dan sonra fabrikanın kurduğu sendikaya geçişler başla- dı ve daha önce elde ettiğimiz haklar kırpıla kırpıla bugü- ne geldik. İşler ağır, çeşitli rahatsızlıklarımız var ve doktora gitmek için izin almak zor. Hak-İş’te başkanı bile biz değil patron seçiyor ve bıçak kemiğe dayandı ve biz de DİSK’e geçmeye karar verdik.” 12 yıldır aynı fabrikada çalışan Murat abi çalışma koşulları, ücretler ve sağlık sorunları ile ilgili sorularımızı cevapladı: “İşe ilk girdiğimizde 8 saat üzerinden işe alındık ama zo- runlu mesai uygulandı ve 12 saate kadar işler uzadı. Karşı çıkanlar daha zor yerlerde çalıştırıldı. Ameliyatlı olsa dahi durum böyle ve bazı rahatsızlıklar baş göstermeye başladı. Maaşlar da düşük olduğu için ister istemez 12 saat mesai yapmak durumunda kalıyoruz. 10-15 senedir çalışanla yeni giren arasında sadece 50 lira fark var ve 2004’de maaşlar yarı yarıya düşürüldüğü zaman insanlar 350-400 liraya çalış- mak zorunda kaldı ve çok sayıda işçi çıkarıldı. Zamanında Ülker’in Amerikalı ortakları bizim sakalımıza, kıyafetimize karıştı ve şimdi namazlarımızı dahi 15 dakikalık kısa aralar- da kılmak durumunda kalıyoruz. Sendika şefleri aralarda Kur’an okumamıza dahi karışıyor. Fabrikanın içi deseniz ya çok soğuk ya da çok sıcak ve çalışma koşulları çok kötü. Bunların hepsi birikince dayanamadık ve sendika değiş- tirme yoluna gittik. Zaten kazandığımız paranın bereketini göremiyoruz. Hz. Peygamber akraba ziyaretlerine büyük önem vermiştir. Ama biz 12 saat çalışıyoruz ve akrabaları- mızı ziyaret edemiyoruz.” Toplu sözleşmeler ve atılma nedenleri ile ilgili sorduğumuz soruya 15 yıldır aynı fabrikada üretim elemanlığı yapan Cem abi cevap verdi: “Toplu sözleşmeler bizim bilgimiz dışında patron ile sendika arasında oluyor. Bizim faydamıza olduğu söyleniyor, ancak kendi aralarındaki çıkar ilişkilerine dayalı bir sözleşme oluyor. İşyerinden atılma sebeplerine gelecek
  • 7. ehâd Mücadele 7Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬ olursak amire itaatsizlik, verilen işi yapmama ve ahlak kural- larına uymama gibi sebepler gösteriliyor. [Ülker 4857 sayılı kanun 25/2 öne sürmüş.] Bunların gerçekle alakası yok. Bu gerekçeler yüzünden işşizlik maaşımızı da alamıyoruz. Hü- kümet Ülker’i destekliyor, sendika da zaten Ülker’in, dola- yısıyla ezilen hep işçi oluyor. Yapmadığımız şeylerle bize iftira atıyorlar.” Direnen Ülker İşçileri Olarak Talepleriniz Nedir? “İşçi arkadaşlarımızdan istediğimiz içeride kendilerinin de dile getirmeye çalıştığı durumu bizimle birlikte dile getir- meleri ve bu içerdeki adaletsiz düzene dur diyebilmektir. Çünkü bizim dile getirdiğimiz sıkıntılar bütün işçiler için geçerli ve amacımız içerideki işçileri de bilinçlendirmek. İşverenden istediğimiz işlerine son verilen 10 kişinin işle- rinin iade edilmesidir. Ayrıca rahatsız olduğumuz çalışma koşulları, ücretler, yemekler, çalışma süreleri gibi konularda iyileştirmeye gidilmesidir. İşverenin sendikanın faaliyetleri- ne müdahale etmemesi ve fabrikadaki sendika temsilcile- rinin patron tarafından atama usülüyle değil bizzat işilerin seçmesi ile göreve gelmesini istiyoruz. Güçlü olan biz iş- çileriz ve patronlara karşı beraber durabilirsek sendikala- ra zaten ihtiyacımız kalmaz. Biz hak için direniyoruz ve bu direnişimizde arkadaşarımızı da bizim safımızda görmek istiyoruz.” “Hz. Peygamber akraba ziyaretlerine büyük önem vermiştir. Ama biz 12 saat çalışıyoruz ve akrabalarımızı ziyaret edemi- yoruz” diyen Ülker İşçisi günümüz sınıfsal çelişkilerini ken- di sosyo-kültürel-dinsel bakış açısıyla açığa çıkarmaktadır. Yoksulların sosyo-kültürel-dinsel kimliğine yabancılaşan devrimci yapılar bu dinamikleri okuyamadıkları için Türkiye gibi ülkelerde sınıf mücadelesi kitleselleşememektedir. Sınıfsız bir dünyanın inşası Yoksulların sosyo-kültürel-din- sel kimliklerini dönüştürmekle değil onların kimlikleriyle sınıf mücadelesini bütünleştirmekle mümkündür... Direnen Ülker İşçilerinin Haklı Mücadelesi; fb.com/298636520334282 (Ülker İşçileri Direniyor) sayfasından, dernek ve dergi sayfamızdan takip edilebilir.
  • 8. ehâdmücadele 8 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬ Peygamber'imiz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, Allah-ü Teâlâ'nın hükümleri doğrultusunda insanlığa öğütlediği ve Medine’de bu yönde kurulmaya çalışılan top- lumsal yaşam şekli ile günümüz kapitalist medeniyet ve ya- şam şeklini kıyaslayacağız. Kur'an-ı Kerim'de İbrahim Sûresi 4 ve 6. ayetler arasında belirtildiği üzere; “Biz, görevlendirdiğimiz her resûlu ancak kendi toplumu- nun diliyle gönderdik ki, onlara açık seçik bir beyanda bu- lunsun. Bunun ardından, Allah dilediğini saptırır, dilediğini de iyiye ve güzele kılavuzlar. Allah azizdir, Allah hâkimdir !” “Yemin olsun ki, Biz, Mûsâ'yı, “Toplumu karanlıklardan ay- dınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlatıp bellet !” diye ayetlerimizle gönderdik. Şu bir gerçek ki, bunda iyice sabreden, çokça şükreden herkes için sayısız ayetler vardır. “Mûsâ'nın, kendi kavmine şunu dediği zamanı hatır- la: “Allah'ın, üzerinizdeki nimetini anın. Hatırlayın ki sizi Firavun'un hanedanından kurtarmıştı. Onlar size azabın en kötüsü ile acı çektiriyorlar, erkek çocuklarını boğazlıyorlar, kadınlarınıza hayâsızca davranıyorlardı. İşte sizin için, bun- da, Rabb'inizden gelen çok büyük bir deneme ve ıstırap vardır.” Kur'an-ı Kerim'in burada bildirdiği vahiyden yola çıkarak şu kanıya varmamız mümkündür; ne zaman ki başıbozuk- luk peydâ olmuş ve kavimler Allah'ın yarattığı fıtratın dışına çıkıp azgınlığa düşmüşlerse, Allah-ü Teâlâ (c.c.) o kavme, kelâmını ve peygamberini göndermiş ve îmân edenleri ba- şıbozukluğa karşı mücadeleye sevketmiştir. Kur'an'da bu başıbozukluğu anlatırken geçen Kârûn, Fira- vun, Ebû Leheb gibi isimlerin, sadece basit birer zalimin adı olarak değil, kendi yaşadıkları zamanın revaçta olan anlayı- şını temsil eden birer rol-model olarak da anıldıklarını gö- rüyoruz. Bunun okumasını en güzel şekli ile yapabildiğimiz sûrelerden biri de Kalem Sûresi'dir; (10-15) 10-) “Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, 11-) Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), 12-) Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkâr, 13-) Zorba, saygısız, sonra da soyu kesik; 14-) Mal ve çocuklar sahibi oldu diye, 15-) Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "Eskilerin uydurma masallarıdır" diyen.” Burada aktarıldığı üzere, Mekke dönemi esnasında inen bu sûrede bahsi geçen kimseler, Mûsâ Aleyhisselâm ve İbra- him Aleyhisselâm dönemlerindeki zalimlerde olduğu gibi, Hz. Peygamber’imizin de vahy geleneğini ve Allah'ın öğüt- lediği toplumsal düzeni, tabir-i caizse çağdışı bulmuşlar ve “eskilerin masalları” olarak nitelemişlerdir. Mal mülk bi- riktirip, evlâtlar, hizmetkârlar ve askerler edinen, dönemin önde gelenleri, Allah'ın Resûlü'nü, çağın anlayışının gerisin- de kalmış olmakla itham etmişlerdir. Aslında bir bakıma bu söyledikleri doğrudur. Çünkü ken- di zamanının hakim olan anlayışına kapılıp Ebu Sufyân örneğinde olduğu gibi kenz etmeye (ihtiyaçtan fazla bi- riktirmeye), Firavun örneğinde olduğu gibi zulme ve oto- riterliğe, Kârûn örneğinde olduğu gibi ilmi suistimal edip bunda zenginlik devşirmeye düşenlerin karşısında, Âdem Aleyhisselâm'dan günümüze kadar uzanan kadim bir ci- had geleneği söz konusudur. Zalimlerin, Allah'ın kâinattaki mülk, otorite ve ilmin yegâne sahibi olduğunu inkâr edip, şirk ile iştigâl eden “çağdaş” anlayışlarına karşılık, Muham- med Mustafa (s.a.v.), İbrahimî geleneğin aktardığı toplum- sal yaşam tarzını, kendi vasıtası ile ümmetine vahyolan Kur'an ile hatırlatmış ve tamamlamıştır. Nitekim Kur'an'da Âl-i İmrân Sûresi'nde (183-184), Allah'ın emirlerini dâhi kendi çağdaş anlayışlarını müdafaa etmek ve vahyi reddetmek için kullanan zalimler hakkında Pey- gamber'imize; "Allah bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir elçiye inanmamamız konusunda and verdi," diyenlere de ki: "Şüphesiz, benden önce nice elçiler, apaçık belgeler ve söylediklerinizle geldi; eğer, siz doğru idiyseniz, o halde onları ne diye öldürdünüz?" “Onlar seni yalanladılarsa, senden önce de apaçık deliller- le, hikmet dolu sayfalar ve nurlu kitaplarla gelen nice pey- gamberler de yalanlanmıştı.” Bu son örneğimizle beraber, peygamberlerin kendi dönem- lerinde, sürekli Allah'ın emirlerine işaret ederek kavimlere yol gösterici olduklarını ve Peygamber'imize de, kendisin- den önceki peygamberler hatırlatılarak, kendi döneminin zalimlerince sürdürülen anlayışa karşı durması için vahiy geldiğini görüyoruz. Peki, zalimlerin şirki ve azgınlığı karşısına koyulacak olan çözüm nedir ? Zamanın ruhu üzerine inşâ edilmiş çağdaş medeniyet tasvirini boşa çıkaracak ve Allah'tan bir rahmet olarak yeryüzüne indirilmiş nizam nasıldır? Bu sorunun cevabını bulmak için; Hz. Peygamber’in (s.a.v.), vahyi pratiğe döktüğü Medine Toplumu'na bakmak ve o toplumun düstûru olan Medine Vesikası'nı incelemek ge- reklidir. Medine Toplum Sözleşmesi Resul-i Ekrem (AS)’e Medine Üzerinden Medeniyet Arayışı
  • 9. ehâd Mücadele 9Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬ kadar olan ve tüm peygamberlerce sürdürülen İbrahimî mücadelenin tamamına hakim olan geleneğin ürünüdür. Yazıldığı dönemde revaçta olan devrin anlayışının aksine, Allah'-ü Teâlâ'nın Âl-i İmrân Sûresi'nde de buyurduğu üze- re önceki kavimlerin üzerine rahmet olarak inen semâvî buyruk ne ise, Medine döneminde de aynı düsturlara sıkı sıkıya bağlı kalınmıştır. Bu minvalde düşünüldüğünde, Medine Toplum Sözleşmesinin yenilikçi bir anlayışın de- ğil, geçmişin nûrunu dirilten gelenekçi bir anlayışın ürünü olduğunu söylemek gereklidir. Zîra Hristiyanlığın başına gelen reformcu harekette olduğu gibi insanı merkez alan yeniliklerden ziyâde, Allah'ın var ettiği özün gereği olan köklere dönüş ve hakikatin bu yolla tesis edilmesi, şüphe- siz ki sahih olan yöntem olacaktır. Medine Vesikası, Kur'an'da buyurulan âdil yaşam şeklinin resmiyete dökülmüş bir anayasası gibidir. Kâinatın, mül- kün, otoritenin ve ilmin tek sahibinin Allah (c.c.) olduğu ve başka hiçbir kimse ve zümrenin de, bunlardan nasip- lenme konusunda, yaratılmış diğer kullardan farklı bir önceliğinin olmadığı fikri üzerine inşâ edilmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de Alâk Sûresi 2. Ayet, Nisâ Sûresi 1. ayet ve Zümer Sûresi 6. Ayette de belirtildiği üzere, Allah, in- sanları tek bir özden yaratmıştır. Hücurât Sûresi 13. ayette de teyit edilen bu duruma, üstünlüğün yalnız ve yalnızca takvâ (sorumluluk bilinci) ile olduğu, bunun dışında her- kesin eşit olduğu eklenmiştir. Medine Vesikası'nın yazıldığı yer, Peygamber Efendimiz'den (s.a.v.) önce Yesrib adını taşıyan ve kelime anlamı olarak “Devlet / Uygarlık” anlamına gelen Medine adı ile isimlendirilen bu şehirdir. Medine kenti, bu ismini, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, Kur'anî pratiği hayata geçirmesi ile almıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde, Medine Vesikası, sahih toplum anlayışının ve dolayısı ile aslolan uygarlık kavramının mihenk taşıdır. Bizim çağımızın uygarlık anlayışı, bilimde ilerlemişlik, rekâbet, kalkınma, ekonomik büyüme, ilericilik ve toplum içerisinde başkalarına üstünlük kurma kriterlerini kutsa- makta ve orman kanunu bile denemeyecek vahşîlikte bir ahlâkı (ahlâksızlığı) dayatıp, bireyi ilah yerine koyarken, Peygamberimiz'in pratiği bunun tam tersinedir. Medine Vesikası'nda geçen: “Müminler aralarından hiçbir kimseyi içine düştüğü ağır mali sorumluluğun altında tek başına bırakmayacaklar, gerek kan bedeli gerekse kurtul- malık gibi borçlarını müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.” kıstası, ça- ğımızın sınıf atlamak için, rakibinin kafasına basarak yük- selen birey anlayışının taban tabana aksini işaret etmekte- dir. Zîrâ Kur'an'da da geçen Beled Sûresi 11-16. arasındaki ayetlerde de: “Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin ? Köle azat etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç açık bir yoksulu doyurmaktır.” hükmü, mü'minlerin, mü'mince yaşaması için gereken yöntemi dile getirmiştir. Bakara'da 219. âyette geçen; “Ve sana neyi infak edecek- lerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.” hükmüne de uyan bu kıstasa ek olarak, mülkte sağlanan adaletin ay- nısı tutumu, sosyal sahada da görmek mümkündür. Vesika'nın 16. maddesinde geçen: 16-) “Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramaksı- zın ve aleyhlerine olan kişilerle yardımlaşmaksızın, bizim yardım ve gözetimimize hak kazanacaklardır.” ibaresi ile, Medine toplumunun, batılı ve modern bir laiklik anlayışı- na ihtiyaç duyulmaksızın, inanç hürriyetini tatbik ettiğini görüyoruz. Zîrâ, Rum Sûresi - 22. âyette de; “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerini- zin ayrı olması, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır.” hükmü ile, moder- nizmin getirdiği, sonu çoğunluğun ezici üstünlüğü ile so- nuçlanan yapay demokrasi anlayışının ötesinde bir eşitlik tanımı sunulmaktadır. Şu anda içinde yaşamakta olduğumuz düzen itibariyle de, Allah'ın emirlerini mazide kalmış bir masal olarak nitelen- diren, yahut, lafla inkâr etmese bile, eylemleriyle rekâbeti, yarışı ve vurdumduymazlığı telkin eden, insanları ötekileş- tiren, bunu da çağın gereği olarak toplumlara belletmeye çalışan bir sistemin, yani kapitalizm’in hakimiyeti altında yaşıyoruz. Bu sapkın sistemin adını koyanlar, insanın insana, insanın doğaya ve insanın Allah'a olan hukukunu hiçe sayıp, bi- limsel ilerlemeyi ve teknik gelişimleri kalkan ediniyor ve zulümlerini meşrû kılmaya çalışıyorlar. Oysa Allah-ü Teâlâ'nın (c.c.) kullarına koyduğu fıtratın ön- celikli ihtiyacı ve gereği, tevhid üzerine inşâ edilmiş eşit- likçi ve vefâkâr bir toplum anlayışıdır. İnsanın hayvandan ayrıldığı yönü, alet yapabilecek kudret ve melekeye sahip olmak değildir. Doğada, etrafındaki taşı, sopayı, kemiği ve kabuğu araç olarak kullanan nice vahşî mahlûkât vardır. Fakat insanı insan yapan şey, kendisi aç iken bile kom- şusunu düşünebilecek, tok iken de infak edebilecek şu- ura sahip olmaktır. Bu sebeptendir ki, batıdan yükselen, makineyi ve sistemleri ilahlaştıran, Cennet'i eşyada aratan modernist medeniyet anlayışına karşı, Medine'den yayılan ışığı hatırda tutmak ve Allah'ın, Kur'an-ı Kerim vasıtası ile bildirdiği ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile ör- neklendirdiği toplum düzenini tesis etmek için çalışmak, her mü'min kimsenin vazifesi olmalıdır.
  • 10. ehâdmücadele 10 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬ AMERİKA’NIN KEŞFİ ÜZERİNE Son zamanlarda Amerika’nın keşfi tartışılır oldu. Amerika’yı keşfetmek büyük bir marifetmiş gibi bir de bu keşfi yapanların Müslümanlar olduğu iddiası atıldı. Amerika’nın keşfi insanlık tarihinin dönüm noktalarından biridir. Piyasa olgusunun oluşmasının köşetaşlarındandır. Feodal düzende üretim ya kilise ya da kral için yapılırdı. Mülkiyet hakkı onlardaydı. Bu kısır döngüden kurtulmanın yolu coğrafi keşifler eliyle sağlandı. Deniz aşırı topraklara yolculuklar merkantilizmi doğurdu. Merkantilizm, 1400’le- rin sonu ve 1800’lerin başına dek süren bir sömürgecilik an- layışıydı. Merkantilizm keşfettiği toprakların değerli maden- lerini Batı Avrupa’ya taşıdı. Kızılderili şef oturan boğa’nın o veciz ifadesiyle “Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözleri- mizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyaz- ların olmuştu.” Merkantilizm ile altın ve gümüş Batı Avrupa’ya taşınırken ko- lonyalizm ile keşfedilmiş topraklarda siyasi bir otorite kurul- du. Yani Amerika’nın keşfi sömürgeciliğin de miladi olarak tarihe geçmiştir. Batı Avrupa’ya getirilen değerli madenlerle birlikte sermaye birikimi oluştu ve ticaret gelişti. Böylelikle Pazar yani piyasa için üretim yapma ihtiyacı doğdu. Sanayi kapitalizmin ilk aşaması olan ev içi üretim ile birlikte üre- tim ilişkileri de dönüşmeye başladı. Yeni sınıflar doğmaya başladı. Sanayiciler, tüccarlar ve bankacılar. Yani Kur’an’ın o veciz, evrensel tanımlamasıyla MELE- i MUTREF (Kavmın ileri gelen zenginleri). Aynı zamanda İngiltere örneğinde olduğu gibi büyük sermaye birikimi adına geniş topraklar çitleme yoluyla özelleşmeye başladı. Kuran’ın evrensel me- sajındaki kalem süresinde geçen bahçe sahipleri kıssasında da olduğu gibi bu çitlemelerle birlikte Batı Avrupa’da geniş mülksüz sınıflar oluştu. Yani serflik son bulmuş mülksüzlük baş göstermişti. Sermayesi sürekli büyüyen ve ticaret hacmi genişleyen bu sınıfların korunma ihtiyacı oluştu. İşte hima- yecilik adı altında milli devlet yani ulus devletler oluşmaya başladı ve bu ulus devletler batı Avrupa’da özel mülkiyetçi sınıfların çıkarlarını koruma üzerine inşa edilmeye başladı. Tabi ki kurumsal din de bu sınıfın çıkarlarına uygun bir din anlayışını ikame etme yoluna girişti ve Calvinizm denen sonrasında Luther’le devam eden ve Max Weber’in ifade- siyle Protestan ahlak yeşermeye başladı… Calvincilik, bütün dinlerde yasak olan faizi meşru görmek- le işe başladı.Zenginliği yüceltti , ticareti kutsadı.Böylelik- le mülkiyeti elinde bulunduran kilise yavaş yavaş tasfiye olmaya başladı ve din insan ile tanrı arasına postalanarak tapınağa sıkıştırıldı. Böylelikle Amerika’nın keşfiyle siyasal, ekonomik, dini alanda birçok köklü değişikler görülmeye başlandı. Yani her değer ve unsur yeni yükselen burjuva sınıfa hizmet etmeye başladı. Temel politikalar açısından zorunlu çalışma yasası getirildi. Köle ticareti yoğunlaştı. Ço- cuk işçilik baş gösterdi. Bunların hepsi için de nüfus artışı teşvik edildi. Ne kadar benzer değil mi. En az üç çocuk ya- pın diyen egemenin fermanıyla… Kilise zorbalığı yerini Protestan ahlaka bırakınca dindar ke- simler de ticaretle ve sömürüyle uğraşma kolaylığı buldu. Tabi bu keşifler Amerikayla sınır kalmadı. Bakir topraklar sömürülünce yeni hedef imparatorluklar oldu. Biz de 19. Yy da Baltalimanı Antlaşmasıyla kapitalizmin Pazar anlayışıyla, üretim ilişkisiyle ve sermaye sınıfıyla tanışmış olduk Önce onlar için tüm gümrükleri kaldırdık sonra Tanzimat’la mal ve can güvenliklerini sağladık. Bu yetmedi elbette. Bu topraklardaki dini anlayış ta bu ama- ca hizmet etmeliydi. Ve büyük müfessir Hamdi Yazır o fet- vayı verdi; ”İslam terakkiye(ilerleme- yani ulus devlet çatısı altında kapitalist bir sınıfın doğuşu) mani değildir.” Dönemin Başbakanı 2004’te faiz küresel sistemin bir gerçe- ğidir bunu kabul etmeliyiz dediğinde aslında bu fetvanın gereğini yerine getiriyordu. İktidara gelir gelmez ihaleler- le yeni bir sınıfın doğumuna; ahbap-çavuş kapitalizmine doğru yol almaya başladı. Kendi zengin sınıfını oluşturma çabasına dini alet etmekten çekinmedi. Birçok iş cinayet- lerine sebebiyet verdi. Bunları kader algısıyla bastırmaya çalıştı. Batılı ülkelerin maden kazaları örneklerini hep 19. yy’dan seçti. Aslında kendi ağzıyla 19. yy batı kapitalizmin koşullarını kendi eliyle Türkiye’de yeniden ürettiğini de iti- raf ediyordu. Müslüman zengin ve güçlü olmalıydı bu anlatıya göre. Bu- nun yolu elbette sömürmekten geçmekteydi. İnsan emeği- ni sömürmek yetmez doğal kaynaklar da talan edilmeliydi. İşte ülkenin her yanında köylülerin ağaçlarına, ormanlarına göz dikildi. Köprüler, AVM’ler, gökdelenler inşa etmek adı- na doğa katliamına da girişildi. Amerika’nın keşfini Müslümanlara atfetme ihtiyacına neden gerek görüldüğü aşikâr değil mi? İşte Müslümanlık bu topraklarda iktidar eliyle 21. Yy. da Protestan ahlaki bir kez daha üretmeye başlıyor. Bu sömürü sitemini inancımız üzerinden üreten anlayışa karşı kitabı- mız ve peygamberlerin mücadelesi doğrultusunda bir dur deme vakti gelmiştir. Emekten, adaletten, kardeşlikten yana tavır alma vakti gelmiştir. Dindar kardeşim, bir yoksul babanın kara lastiğine bak; bir de 1000 odalı saraya. Sonra peygamberini düşün. Çek bir besmele ve yeniden başla... ALLAH yeniden başlayanların yardımcısıdır!
  • 11. ehâd Mücadele 11Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬ Yeryüzünde devlet ve iktidarlar, Allah’ın, insanlığın ira- desini ve mutlaklığını inkâr edip halklar üzerinde zoraki hakimiyet kuran tüm güçler, doğaları gereği kan, zulüm ve sömürü üretiyorlar. Siyonizm Mescid-i Aksa’yı zaptetmeye çalışırken, Esad Hama’da, Işid Ezidiler ve Kürtler üzerinde, Çin Türkistan’da halkları katlederek veya yurtlarından sürme- ye çalışarak iktidarlarını pekiştirmek istiyor. Ülkemizde de Roboskî’de ve kitlesel protestolarda insanlar katlediliyor. Yoksulların, acizlerin, muhtaçların mağduriyetleri orta- dayken; sömürüyü, açlığı, otoriteyi protesto edenlere devlet gaz fişeğiyle, tomalarıyla, kolluk kuvvetleriyle sal- dırıyor. Yolsuzlar, hırsızlar garibanlıktan patronlara köleleşmiş bankalara borçlandırılmış halklarımızı mı temsil edebilir? İsrail’le milyarlarca dolarlık ticarî, askeri ilişkiler kuranlar, Amerika’yla bölgede stratejik ittifaklara devam edenler mi halklarımızı temsil edebilir? Bakara makaracı Egemen Bağışlar mı, rüşvetçi yolsuz Reza Zerrablar mı, din tüccarı Nihat Hatipoğulları mı, on- larca milyara kalemşörlük yapan gazeteciler mi... Artık besmele çekmeli, “Ayağa Kalk” demeli ve iliş- kilerimizde, ahlâkımızda Medine Vesikası’nda, Paris Komünü’nde , Şeyh Bedrettin isyanında olduğu gibi eşit- ler arası sorumluluğu ve eşitliği uygulamaya çalışmalıyız; eşitliği bozan, üstümüzde hakimiyet kuranları, sınıf oluş- turanları dışlamalıyız. Fabrikamızda, okullarımızda, kandillerimizde, camileri- mizde, cemevlerimizde, tüm ortak alanlarımızda halkları- mızla buluşmalı, acımızı, derdimizi, sevincimizi, rızkımızı ortaklaştırmalıyız. Din ne vicdanlara ne zamanlara ne de dört duvara hap- sedilebilir. Gerçek inancımız halâ canlı ve yüreklerimiz- dedir. Rekabete sapmadan özümüze dönmeli. Birbirimizin ihti- yaçlarını gidermeli, etrafımızla Rahmâni bir güven ilişkisi kurmaya çalışıp devrimci mücadele için Lehûlmülk zemi- nini inşa etmeliyiz. Yıllarca işçileri asgarî ücrete çalıştırıp, işçilerin alınterin- den kâr üstüne kâr koyanlardan, Her hafta gündemimizi değiştirip esas meselelerden uzak tutmaya çalışan tefeci bezirganlardan hesap sormak için, Üç yıldır adalet bekleyen Roboskîli analar için, Ali İsmail Korkmazlar için Hasan Ferit Gedikler için, İş cinayetlerinde katletilen çocuk işçiler için, Azgınlardan, sapanlardan, şarlatanlardan hesap sormak, mülkiyeti tüm kainatla ortak kılmak için, Müslüman doğu halklarının ve tüm dünya emekçilerinin başlattığı bu kıvılcım, söndürülemez bir yangına dönüş- sün. Bu, bütün dünya halklarının kurtuluşu, insanlığın zalim ve mazlum halklar biçiminde ayrışmasına son verilmesi ve konuştuğu dil, sahip olduğu renk ve inandığı din ne olur- sa olsun, tüm halk ve ırklar arasında gerçekleşecek tam eşitlik için verilen bir mücadeledir. Bu mücadele Hz.Ali’nin hak , Hz.Hüseyin’in adalet mü- cadelesidir, Bu mücadele, Şeyh Bedrettin’in, “Yarin ya- nağından gayrı paylaşmak için her şeyi” şiarıyla başlattığı başkaldırmanın mücadelesidir, Baba İshakların, Somuncu Babaların şeref mücadelesidir. Bu mücadele 6.Filo’ya karşı yürüyenlerin emperyalizme karşı verdiği mücadeledir. Bu mücadele Berkin Elvan’ın genç bedenine rağmen ekmek ve onurlu bir yaşam için verdiği mücadeledir. Sınırsız ve sınıfsız bir barış yurduna doğru... Bismillâhirrahmânirrahîm *Gençlik Şurası * Üniversiteli Antikapitalist Müslümanlar
  • 12. ehâdmücadele 12 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬ Bu hafta Papa Francis Türkiye’deki devlet adamlarını ve dini bürokrasiyi ziyarete geliyor. Katolik mezhebinin en büyük temsilcisi olarak bilinen Papa, ülkemize ziyaret- te bulunarak dinler arası diyalog mesajları verecektir. Hem Cumhurbaşkanı hem başbakan hem de diyanet yetkilile- riyle görüşecek. Sanki Hristiyanları papa temsil ediyor da, Türkiye’de de Müslümanları devlet adamları ya da diyanet temsil ediyormuş gibi… İnanan insanların en büyük sorunu, inançlarını kurumların temsil ediyor olması. Yani nasıl ibadet edip nasıl bir siya- sal ya da sosyal olarak hareket edeceğine kendisinin ya da ortak yaşam sürdüğü topluluğun değil de devlete ya da ser- mayeye bağımlı dini kurumların belirliyor olması. Özellikle batıdaki kurumsal dinlerin kapitalizm öncesi ve sonrası olmak üzere birbirinden farklı iki fonksiyonu var. Kapitalizm öncesinde Hristiyanlık resmi imparatorluk diniy- di. Ortaçağ’da kilise kendini yeryüzünde tanrının temsilcisi olarak görüyordu. İşte buna ruhbanlık denildi. Bu temsilci- liğin boyutu mülkün ve otoritenin Allah adına kilisede oldu- ğuydu. Meşhur Çifte Kılıç Teorisi ile kılıcın bir tarafı Tanrıya bağlı kiliseyi; kılıcın diğer tarafı ise kiliseye bağlı kralı temsil ediyordu. Yani hiyerarşik olarak kilise en tepedeydi. O yüzdendir ki Ortaçağ’daki bütün zulümlerin; insanları köle yapan, kadınları şeytan diye cadı kazanlarında kayna- tan bu kilise zulmün temel kaynağını teşkil ediyordu. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği çok açık bir şekilde ifade etmiştir: ‘’Ey iman edenler..! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, halkın malını haksız yere yiyor ve onları Allah’ın yolundan alıkoyuyor. Altını ve gümüşü istifleyip de Allah yolunda har- camayanları sen acı bir azapla müjdele.’’ (Tevbe 34) İşte ayette de ifade edildiği gibi, 4.yy’dan başlamak üzere, Kapitalizm’in yani özel mülkiyetin hakim olduğu döneme kadar, kilise (ruhban sınıfı) Batı Avrupa’daki kurumsal din anlayışını temsil etmektedir. Sanıldı ki bu sadece Müslüman olmayan din adamlarına karşı söylenmişti. Oysa bu ayet indiğinde henüz Müslü- manların kurumsal bir temsiliyeti yoktu. Zaten İslam aynı zamanda ruhbanlığa da karşıydı. Ne zaman Emeviler veraset hakkını sultana verdiler, işte o zamandan itibaren din sultanın ya da hanedanın mülkiyetini korumak adına araçsal kılındı. Yukarıda ifade ettiğimiz Tev- be suresindeki ayetin evrenselliği, gerçeğiyle İslam dinini saraya araçsal kılan ruhbanlık da eleştirilmeliydi ki maalesef bu olmadı. Bu olmayınca saray, sultanlar ve hanedanlar mücadele ek- senini mülkiyetten uzaklaştırıp bir dinler arası savaşa yön- lendirdiler. Batı Avrupa’daki anlayış da zaten bu yöndeydi ve malum Ortaçağda hep haçlı seferlerini yaşadı tüm ina- nanlar . Yani Hristiyanlık ile Müslümanlık arasında bir savaş varmış izlenimi doğurdu egemenler. Oysa savaş mülkiyeti İslâm’ı ya da Hristiyanlığı araç edinerek kiliseye, hanedana peşkeş çekenlere karşı yapılmalıydı ki bunun önüne geçildi. Kapitalizm sonrası ise özel mülkiyet dönemine geçildi. Doğal olarak batı Avrupa’da kilise mülkiyet hakkını kişilere devrederek kendisi ister istemez tapınağa girmek zorunda kaldı. İşte o zaman din kişi ile tanrı arasındadır denilerek siyasal, sosyal, ekonomik tüm alanlar burjuva sınıfına terk edildi yani ifrattan tefrite geçildi. Önce mülkiyet mutlak hale getirildi. Yani üretim araçlarının sahipliği. Sonra 1870’te Vatikan Ruhani Meclisinin çıkardığı yasayla Papa’nın Yanılmazlık İlkesi kabul edildi. Yani Papa ruhani olarak Tanrısal bir irade olarak kabul görmeye başla- dı. Yani otorite ikiye bölünmüş oldu. Dünyevi otorite; üretim araçlarının sahibi burjuvazi sınıfına, ruhani otorite’de Kutsal ruh’un denetimindeki Papa’ya devredildi. Ortaçağ’da dün- yevi otorite papa’ya bağlı iken modern çağda papa dünyevi otoriteye bağlanmış oldu. İşte bize matah bir şeymiş gibi yutturulan din ve devlet işlerinin ayrılığı prensibi aslında tam da bu gerçeğe oturmaktadır. “Siz ey imana ermiş olanlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin: Onlar yalnızca birbirlerinin dostlarıdır. Ve han- giniz onları dost edinirse kesinlikle onlardan olur: Bilin ki Allah böyle zalimlere doğru yolu göstermez!” (Maide 51) Papa’nın Türkiye’ye ziyareti Soldan Sağa: M.Abbas, Papa, Peres, Bartelomeo
  • 13. ehâd Mücadele 13Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬ İşte şimdi 1.2 milyar müridiyle Kapitalizmin çıkarlarına hiz- met eden Vatikan bu coğrafyanın yoksullarına barış, adalet ve dinler arası diyalog dersi vermeye geliyor.Bu coğrafya- nın işbirlikçi devlet adamları ve dini kurumu diyanette bü- yük bir “onur”la Papa’yı karşılamaya hazırlanıyor. Diyanetle Vatikan’ı birbirine bağlayan unsur aslında ikisinin de bütçe- sinde gizli. Vatikanın haftalık ve aylık 200’den fazla gazete ve dergi, 154 radyo istasyonu veya emisyonu, 49 TV kanalı veya kablolu yayını bulunmakta. Bütçesi; Katoliklerden ke- silen kilise vergisi, aidatlar, bağışlar, şirket gelirleri, hisse senedi-tahvil-bono gelirleri, bankacılık ve faiz gelirleri, he- diyelik eşya satışlarından elde edilen gelirlerle basın yayın- dan elde edilen reklâm gelirlerinden oluşmaktadır.Devlete sıkı sıkıya bağlı Diyanet’in bütçesi ise 4 milyar 604 milyon lira. Yani 11 bakanlık bütçesinden daha fazla… Her iki dini kurumda kapitalizmin sömürü ilişkilerinden toplanan emek sömürüsüyle, faizle insanlara din dersi ver- mektedir. İşte tüm inananlara bu yeryüzü tanrılarına bağımlı kurumsal din anlayışıyla mücadele etmek düşmektedir. Allah’ın yü- züne dönmemiz gerekir. İnsan süresi 9. Ayet’te geçtiği gibi Allah’ın yüzü tüm yoksullardır. Para babalarının yörüngesi- ne girmiş din adamları değildir. “Unutmayın ki Allah katında din İslam’dır/barış ve esenlik için Allah’a teslim olmaktır.” (Ali imran 19) Yani sünnetullaha uymak, varlığa dahil diğer unsurlarlarla da barış içinde olmaktır. Allah katında makbul olan, bu barış hâlini bozan ortaçağda kilise mülkiyeti yaşadığımız çağda da özel mülkiyettir. İşte inanan bir topluluk için mücadele barışın ve esenliğin düşmanı bu azınlık sınıflarla mücadele etmektir. Kapitalizmin meşruluğuna hizmet eden değil barışı ve esenliği sağlayacak olan inançlar ve tüm insanlar arasındaki kardeşliğe ve diyaloğa iman edenlere selam olsun… İslâm ve Kölelik IŞİD’in İslam Devleti iddiasıyla ortaya koyduğu uygulama- ları, İslam tarihinin ve hukuk anlayışının da bir özeleştiriye tabi tutulması açısından müslümanlara tarihi bir sorumluluk yüklemektedir. Işid’in zalimane uygulamaları, bazı gerçeklerin doğru ze- minde tartışılmasına da olanak vermektedir. İslam’da kö- lelik, sürekli bir şekilde tüm çağdaş ideolojiler tarafından eleştiriye tabi tutulmaktadır ve bu eleştirilerin (kendi içinde haklı olarak) dozu artmaktadır. ‘’Sizinle savaşanlara karşı siz de Allah yolunda savaşın, fakat haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden, siz de onları çıkarın. Fitne ise, adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar sizinle orada savaşmadıkça, siz de onlarla Mescid-i Haram yanında savaşmayın. Ama savaşırlarsa siz de sava- şın. Kâfirlerin cezası işte budur.’’ (Bakara 190-191) Öncelikle Işid’in cihad ilanı, hem Kur’ân’a, hem de Hz. Peygamber’in (S.A.V) sünnetine uygun değildir. Bakara 190 ve 191. ayetlerde de görüldüğü üzere, ancak ve ancak sal- dırıya uğramak ve yurtlarından kovulmuş olmak sûretiyle savaşa izin verilmiştir. Bu savaş da, yalnızca insanları yurtla- rından kovan ve müslümanlara saldıran egemen sistemi ile mücadele etmeyi gerekli kılmıştır ki, bu sistem günümüzde emperyalizm üzerinden saldırılar gerçekleştiren kapitalist sistemdir. Oysa Işid, zaten kendisi emperyalizmin kıska- cında yaşam mücadelesi veren halkları yurtlarından kovup, onları öldürerek, Emperyalist düzenin bölgedeki dolaylı ya da dolaysız temsilcisi konumuna gelmiştir. Bu durumu da, Bakara 85. Ayet üzerinden ifade etmeye çalışmıştık. “Şimdi siz yine birbirini öldüren ve içinizden bir kısmını yurtlarından çıkaran kimselersiniz. Onlara karşı kötülükte ve azgınlıkta birbirinize arka çıkarsınız. Onlar size esir ola- rak getirildiklerinde ise fidyelerini verip onları kurtarırsınız. Oysa onları yurtlarından çıkarmak da size yasaklanmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden kim bunu yaparsa, onun cezası dün- ya hayatında rezillikten ibarettir; kıyamet gününde de onlar azabın en şiddetlisine uğratılır. Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir.’’ (Bakara 85) O açıdan Işid’in İslam Devleti uygulaması, Kur’ân’a ve Rasûllullâh’ın anlayışına göre meşru değildir. Bu birinci tes- pitin her zaman aklımızda bulunması önemlidir. İkinci meselemiz ise; savaş esirleri ve onların köle edilme- sidir. Kur’ân ayetlerinin iki boyutu vardır. Birincisi Allah tarafından idealize edilen boyutu, ikincisi ise insanların uy- gulamalarında pratize etmeye çalıştıkları boyutudur. Yani evrensel değerler ile tarihsel uygulamaların örtüşüp örtüş- memesi durumu...
  • 14. ehâdmücadele 14 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬ Kabaca ayıracak olursak; Mekkî ayetler dediğimiz, Mekke döneminde inen ayetler evrensel değerlere, yani İslâmın ideal tasavvuruna; Medenî ayetler dediğimiz Medine dö- neminde inen ayetler ise; Hz. Peygamber’in ve müslü- manların tarihsel pratiğine yöneliktir. Örneğin; savaş kararının alınması, müslümanlara saldı- rıların ve yurtlarından kovulmaları durumunun dayattığı tarihsel koşullara, yani zorunluluklara yöneliktir ve savaşı konu edinen ayetler ondan ötürü inmiştir. Yani aslında savaşmak niyetinde olmayan bir topluluğun, yaşamlarını sürdürebilmek adına zorunda kalışlarıyla savaşa girilmiş- tir. Aynı şekilde esirlik-kölelik tartışmaları da Medenî ayetler de geçmektedir, yani yine tarihsel koşullara tâbidir. Tabî ki bu tarihsel olanı meşru görmek için ortaya atılmış bir sav değildir. Tarihsel olanda dahî, bir çok yanlış uygu- lamalar ve hukukî düzenlemeler İslam Tarihi içerisinde vücud bulmaktadır. Işid’in beslendiği kaynaklar da bu tarihsel hukuk kaynaklar ve bu hukukî dayanağa zemin oluşturan mezhepsel yorumlardır. İslam hukuku denilen hâdise, Hz. Peygamber ve dört ha- life döneminden sonra açığa çıkan mezhepler tarafından yorumlanarak, o dönemde oluşturulan saltanatçı devlet yapılarına meşruiyet kazandırmak için kullanılan birer araçtır. Emevîlerle birlikte yeniden açığa çıkan melîklik anlayışı, İslâm tarihine egemen olmaya başlamış ve Ab- basi ve Selçuklular’la devam etmiş; Osmanlılar da ise bu, hanedanlığa dönüşmüştür. Bu süreçte devletlerle uyumlu olan mezhep yorumları kabul görülmüş, uyumsuz olanlar ise sapkınlıkla tekfir edilmiştir. Bir örnek verecek olursak; erken dönemde İmam-ı Âzam Ebu Hanife, Abbasi melîkinin kadılık teklifini kabul et- memiş, iktidara karşı getirdiği sert eleştiriler sebebiyle zindanlara atılmış, sonrasında da öldürülmüştür. O yüz- den her zaman demeye çalıştığımız; İslamın mücadelesi, Allah’a inananlarla-inanmayanlar arasında değil; Allah’ın melikliği (sahiplikten doğan otoritesi) ile yeryüzü melik- leri arasındadır. Bu tarihsel gerçeklikleri de zihnimizin bir köşesinde saklı tutmamız gerekmektedir. Şimdi asıl meselemize dönecek olursak; kölelik İslamın evrensel mesajında tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Aynı zamanda ilk dönem müslümanların kendi pratiklerinde de kaldırılmıştır. Hicretten sonra Medine’de Hz. Peygam- ber ‘’Muahat’’ (kardeşlik sözleşmesi) prensibini getirmiş- tir. Önce köleler azâd edilmiş, sonra azâdlı köleler ile hür olanlar arasında bu kardeşlik sözleşmesini uygulamıştır. Örneğin azâdlı köle olan Bilal b. Rebah ile hür olan Ha- lid bin Ruveyha; yine azâdlı köle Zeyd bin Harise ile hür Hamza Bin Abdulmuttalip ve yine Zeyd bin Haris ile Hz. Ebu Bekir arasında bu sözleşme uygulanmıştır. Tüm azât edilen kölelerle, doğuştan hür olanlar kardeş kılınmıştır. Bu kardeşlik hem mülkiyette hem de mirasta da ortaklığı kapsamaktadır. Yani toplumsal ve ekonomik olarak da eşitlenmişler ve kardeş olmuşlardır. Sonra yurtlarından kovulmaları ve saldırıya uğramaları gerekçesiyle o dönemin köleci egemen sınıfıyla savaşlara girilmiş, bu savaşlar içerisinde müslümanlar esir edilmiş ve köle edinilmiştir. Buna mukabil Hz. Peygamber ve sa- habe savaş koşullarındaki esirlik-kölelik ilişkisini müte- kabiliyet (karşılıklılık) esasına yönelik olarak, sadece bu meşrû savaş koşullarında uygulamıştır. İslam hukukunda dahî kölelik, sadece bu meşru savaş koşullarında müş- riklerin müslümanları esir-köle edinmesiyle birlikte mü- tekabiliyet (karşılıklılık), diğer bir deyişle ‘’mukabele-i bil misil’’ ilkesi gereğince meşru görmektedir. Oysa ki Kur’ân’da, savaş esirlerinin bile köleleştirilebileceğine yönelik hiçbir ayet yoktur. Muhammed sûresi 4. Ayet bu konuda oldukça açıktır: ‘’Savaşta kâfirlerle karşılaştığınız zaman, hemen boyun- larını vurun. Nihayet onlara üstün geldiğiniz zaman bağı sıkı bağlayıp esir alın. Sonra harp koşulları hafifleyip sa- vaş bitince de, onları ya karşılıksız olarak ya da fidye ile salıverin. Allah’ın emri budur. Eğer Allah dileseydi, onlar- dan başka türlü de intikam alırdı. Fakat böyle olması sizi birbirinizle denemek içindir. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmaz.’’ Öncelikle yukarıdaki bir tanımlamaya açıklık getirmek gerekiyor. Boyunlarını vurun (fe darber rikâb) olarak kullanılan tanımlama ‘’fe darber rikâb’’ yani ‘’boyunlarını darb edin’’ demektir. Rikab, Beled süresinde de de geçen ‘’fekku regabe’’ (kölelere özgürlük) ve kölelik olarak da kullanılan regabe (boyunduruk altındakiler) kelimesiyle aynı kökten geliyor ve kontrol etmek anlamında kulla- nılıyor. Boyunduruk altına almak gibi... Darb ise kesmek demek değil, tabiri caiz ise bu bağlamda karantina altına almak anlamındadır. Dolayısıyla boyunlarını vurun diye yapılan çevirilerde asıl vurgulanması gereken, ‘’boyun- duruk altına alın’’ şeklinde olmalıdır. Yani Kur’ân’a göre esir almak demek, etkisiz hale getirmek demektir. Onları öldürmeden, savaşmalarına engel olmak temel niyettir. Zaten ayetin devamında da, savaş bitince bir şekilde ser- best bırakın diye emrediliyor. Bu ayetten de anlaşılacağı üzere; savaş koşullarındaki esir ve kölelik kavramı iç-içe geçmiş durumdadır. Burada meşru savaş koşullarında ‘’mütekabiliyet’’ esasına dayalı, esir-köle durumu bir mülkiyet hakkı değil, saklama ve ko- ruma hakkıdır. Hem esir olunanları, hem de esaret altın- daki müslümanları karşılıklı korumak niyeti taşımaktadır.
  • 15. ehâd Mücadele 15Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬ Fahrettin Atar, fıkıh usulü adlı çalışmasında ne güzel de- mişti : “Müslümanlıkta köle almak köle olmaktır”. Peki esirlerin öldürülmesi konusu ile ilgili kaynaklara ba- kacak olursak, peygamberin esir öldürdüğüne dair bilgi- ler de mevcuttur. Bunlardan biri Ukbe bin Ebu Maid’dir. Mekke döneminde müslümanlara çok ağır işkenceler ederek ölümlerine sebep olduğu için, Bedir savaşı es- nasında esir alınmış ve sonra da asılmıştır. Bu adamın dışında Hz. Peygamber, savaş sona erince bütün esirleri serbest bırakmıştır İkinci olarak ise Uhud savaşında esir edilen Ebu İzzer el-Cemhi’nin idamı söz konusudur. Bedir savaşında esir düşüp serbest bırakıldıktan sonra, Uhud savaşında bir kez daha müslümanlara karşı savaşırken esir düştüğün- den ötürü kendisine idam cezası uygulanmıştır. Esirken öldürülme gerekçeleri, ancak katil olmaları veya sözünden dönerek müslümanlara karşı savaşa devam etmeleri ile ilgilidir. O dönemde müslümanların tek bir topluluk oldukları gözden kaçırılmamalıdır. Doğal ola- rak ilk dönem müslümanlık anlayışı, günümüzdeki gibi heterojen değildir. Burada müslümanlardan kasıt, aynı zamanda o dönem yurtlarından sürülen ve haksız yere öldürülen topluluklarına verilen özel bir tanımlamadır. Son olarak, kadınların ve çocukların köle olarak alınıp–sa- tılması ya da cariyelik gibi müesseseler, ne Kur'ân'da ve Hz. Peygamber'in yaşamında bulunmamakta olduğunu belirtelim. Câriye kavramı, egemen köleci anlayışın bir izdüşü- müdür ve maalesef saltanatçı yapının yazdığı İslam Hukuku’nda yer edinmiştir. Ayetlerde, câriye ya da köle olarak çevrilen kavram “alâ mâ meleket eymâne-hum” yani ''elinizin altındakiler'' anlamına gelmektedir. Savaş koşullarında kocaları ölmüş, destekten yoksun kalmış, kötü niyetli kimselerin kölesi ve cariyesi olabilecek in- sanlara, nafakaları (geçimlikleri) olmayanlara yardım etmek niyetiyle yapılmış bir tanımlama ve uygulamadır. Bir hadiste de Peygamberimiz (s.a.v) ”Elinizin altın- dakilere yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin” buyurmuştur. Nitekim yine savaş bitiminde kadınlar ve çocuklar serbest bırakılmış ya da azâd edildikten sonra müslüman olanlarla kardeşlik sözleşmesi yahut Mehir hakkı tanınarak evlendirilmiş ve hep birlikte eşitlenil- miştir. Şimdi biz de, hem Kur'ân ayetlerinden, hem de Hz. Peygamber'in uygulamalarından yola çıkarak bir yo- rumda bulunuyoruz, bugüne kadar gelerek kurumsal- laşmış mezhepler, anlayışlar da benzer ayetler ve Hz. Peygamber'in uygulamaları üzerinden çıkarımlarda bulunuyorlar. Burada oluşan farklılık, bakış açılarıyla alâkalıdır. Örneğin; genel ittifakla mezhepler, savaş esirini, onun öldürülmesini ya da serbest bırakılmasını karşılıklılık esasına dayandırırken, bir de bunun yanına Emir’in kararını da prensip olarak koymaktadır. Yani bir esirin öldürülmesi nihai olarak en tepedeki karar sahibine, gü- nümüzde devlet otoritesine, Işid ve benzeri oluşumlar açısından ise Halifeye bağlanmıştır. İşte bu yorumların esasını teşkil eden şey Kur’an ve Sünnet değil, Egemen devlet anlayışıdır. Burada amaç, İslâmi ve Peygamberî duruştan ziyâde, otoritenin devamlılığıdır. Burada Melîk, kendini Allah yerine koyarak, O'nun adına O'na ait olmayan bir uy- gulamaya kalkışmaktadır. İşte bunun adı Şirk’tir. Bu maalesef, çok temel îtikâdî bir mesele olmasına karşın özellikle es geçilmiş ve otoriteyi meşru gören din anla- yışları, Ebu Hanife örneğinde olduğu gibi birçok otori- tenin dışında yorum yapan insanları ya da toplulukları yok etmiştir. Şimdi eğer emir ya da halife “Müslümanların huzu- ru için bir islam devletine ihtiyaç vardır, onun için de çevrenizde halifeye biat etmeyen her kim varsa bilin ki onlar müslüman değildir ve onları bulduğunuz yer- de öldürün, boğazlarını keserek etrafa korku salın, ka- dınlarını ve çocuklarını pazarlarda köle olarak satın, istediğiniz zaman da onlardan istifade edin’’ derse, mezhepler açısından buna hayır demek imkânsız hâle gelmektedir. Çünkü bu fikre uygun yorumlar, ne yazık ki tarihsel olarak da kendine dayanak bulabileceklerdir. Çünkü din Nemrud’dan, Firavun’dan İmparatorluk’tan, Melîk’lerden, Devlet’lerden beri hep egemenlerin çıkar- ları için kullanılmıştır. Peygamberler zaman zaman bu- nun önüne geçebilmiş ama bu sefer de dinin içerisinde onların anladığı anlamıyla yer almayan dayanaklarla, bu egemenlik yeniden türetilmiştir. İşte bu yüzdendir ki; Allah’ı, Kur’an’ı, Peygamber’i ve tabi İslâm’ı anlamak için salt bilgi yeterli değildir. Bu bilgiyi anlamlı kılacak olan asıl anahtar, bu bilgileri bir bilince dönüştürecek Bakış Açısı’dır. Tabi ki zaman za- man bilgi de çarpıtılmıştır ama o bilgileri de çarpıtan, tarihi kendi çıkarların uygun olarak yazan ve yansıtan mülkiyetçi egemen sınıflardır. İşimiz zor ve yolumuz uzun, bunun farkındayız. Ama kendimiz başta olmak üzere herkesten ricâmız, ortak akılla, hezeyanlara kapıl- madan, bagajımızda yer alan bilgilerin dayattığı yanlış- lıklara düşmeden, gerçekten anlamaya çalışarak, sabır ve sakinlikle meseleleri ele almayı bir alışkanlık haline getirebilmemizdir.
  • 16. ehâdmücadele 16 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬ Y eryüzündeki tüm tarihsel süreç “güç/iktidar, ezen/ ezilen” çizgisinde devam etmiş ve etmektedir. Mülkü ve otoriteyi elinde bulundurup, bunları halk üzerinde tahakküm aracı haline getiren kişi ve kurumlar ‘ezen sınıf’ı açığa çıkarmıştır. Dolayısıyla ezen sınıf “mülk ve otoriteyi’’ ele geçirerek yeryüzündeki tüm nimetlerin sahibi konu- munda kendisini gösterir. Buna karşı olan her teorik ve pra- tik hareketi ise ya dönüştürür ya yok eder. Kur’an’ın tarihsel yaklaşımlarına ilişkin kıssalarına göz attı- ğımız zaman temel bilinç; ‘’ mülk ve otoritenin kime ait ol- duğu, kim tarafından ve nasıl kullanacağına ilişkin’’ öğütler üzerine kurulduğunu görürüz. Habil/Kabil, Karun, Salih’in devesi, Firavun ve Nemrud kıssaları bu minvalde bizlere yol gösteren kıssalardır. Bunlardan ,Nemrud ve İbrahim arasın- da geçen kıssa, tarihsel anlamda iktidarın biçimini, mülk ve serveti ele geçirenin tahakkümü ve buna karşı olanların al- dığı tutum ve eylemliliklerini bizlere anlatır. Babil İmparatoru Nemrud döneminde, çok katlı kuleler inşa edilirdi. Bu kulelerde dönemin güç ve servet sahibi hüküm- darları yaşarlar ve her katında kendi zevk sefalarına uygun ortamlar hazırlanırdı. Halklar o hükümdarlar için çalışır, bü- tün nimetler Babil kulesinde toplanır, yöneticiler o nimet- leri kendi aralarında yerlerlerdi. Nemrud döneminde böy- le bir düzen oluşmuştu. ‘Mülk ve otorite’ belirli kitlelerin elinde birikmiş, hiyerarşik bir yapı kurularak ‘ezilen sınıf’ın açığa çıkmasına yol açmıştır. Oysa Kuran’da Nemrud’un ve Nemrud’dan yola çıkarak tüm iktidarların kurduğu bu dü- zene karşı gelinmiştir. Hz.İbrahim, Allah’ın emriyle birlikte bu zenginlik, zorbalık, sefa düşkünü anlayışın simgesi olan Babil kulesinin karşısına Kabe’yi inşa etti. Tek katlı, her tarafı açık, dikey değil yatay bir şekilde inşa edilen Kabe, sınırsız ve sınıfsızlığı yani halkların birliğini, eşitliğini ve dayanışma- sını temsil ediyordu. Kabe’nin sahibi hükümdarlar değil bü- tün halklardı. Böylece tevhid mücadelesi baş gösteriyor ve şirk düzenine karşı üstün geliyordu. Böylelikle, Nemrud’un babil kulelerine karşı İbrahim’in Kabe’si; sınıf mücadelesini, güç/iktidar ilişkisi ve buna karşı “La ilahe illallah” (Allah’tan başka tanrı/otorite yoktur) ve Leh-ül Mülk ( Mülk Allah’ındır) ayetlerindeki bilinç ile bizlere mücadeleyi gösteriyordu. Bu bilgilerden yola çıkarak, günümüz şirk dini olan Kapi- talizm ve onun araçları konumunda olan siyasal iktidarlara yönelik daha net açıklamalar getirebiliriz. Öyle ki AKP ik- tidarının özellikle 2007 sonrası otoritesi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı süreçlerini, güç ve otorite is- tenciyle açıklayabiliriz. Alak suresi 6-7. Ayette “Hayır, mu- hakkak ki insan kendini müstağni sayarak azar.” der. İşte bu ayetten yola çıkarak Nemrud’dan bugüne kadar tüm iktidar- ların bu tağut düzeni içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanlığı konutu için ‘Aksaray’ inşa ettiren gü- nümüz tağutu, Hz. İbrahim’i bir kenera bırakıp, Nemrud’a heves edip, Kabe’yi yok sayarak ‘Ak Saray’a secde etti! Ezilenlerin sesi olarak ortaya çıkanlar yaptıkları saraylar ile Allah’ın mülkü ve otoritesini sahiplendiler ve kendilerini yeryüzünün Tanrıları ilan ettiler. Göklerde ve yerlerde mül- kün ve otoritenin tek sahibi Allah’tır deyip ‘Aksaray’lardan halka seslenerek Allah’ın ayetlerine ihanet ettiler… Mal, mülk, servet ile var olacaklarını düşünenler, “Allah, rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı. Rızıkta üstün kılı- nanlar, ellerinin altında bulunanlara kendi rızıklarını verip de hepsi rızıkta eşit olmuyorlar. Allâh’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?” diye adeta hesap soran Kur’an’a sırt çevirdiler. NEREDE OLURSANIZ OLUN Ö “...Titizlikle korunan muhteşe BABİL KULESİ’NDEN, ‘’AKSARAY’’A Muhammed Sağlam
  • 17. ehâd Mücadele 17Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬ Oysa Firavun da Allah’a inanıyordu lakin en büyük problem mülk ve otorite sahibi olmak ve bunun getirdiği kibirdi! Onların gücüne, iktidarına, mülkünden daha yüce ve hepsi- nin sahibi olan bir varlığı kabul edemiyorlardı, kibirleniyor- lardı’! Tıpkı yeryüzünde güç ve iktidar sahibi olan iktidar- lar gibi… Allah diyorlar, Peygamber diyorlar, namaz kılıp, oruç tutuyorlar, peki o zaman soruyoruz: Saraylar yaparak, lüks sofralarda oturarak, senden olmayana tahakküm kura- rak, yetimin rızkını engelleyerek Müslüman olunur mu? Siz Nemrud’un Babil kulelerine mi secde ediyorsunuz yoksa İbrahim’in taşlarını dizdiği Kabe’sine mi? Oysa Allah bize demiyor mu... ‘’Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi. İhtiyacı olanlar için eşitçe rızık ve rızık kaynakları var etti.” Fussilet 10 “Ve o sarp yokuşun ne olduğunu sana ne bildirdi? Köle- yi özgürleştirmektir. veya salgın bir kıtlık gününde yakın- da bulunan bir yetime veya topraklara düşmüş; sürünen yoksula, işsize yemek yedirmektir. Sonra da iman edip de sabrı tavsiyeleşenlerden ve merhameti tavsiyeleşenlerden olmaktır.” Beled 12- 17 “O mallar zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlete dönüşmesin.”(Haşr 7) Anaakım İslamcılık bu ayetleri anlayamadı ve bizleri saray- larda yazılmış din anlayışına hapsetti. Kendileri ise yeryü- zündeki mülk ve otoriteyi ele geçirmek isteyerek, Allah’ın nimetlerini biriktirip, bunlarla ‘güç’ oluşturdu. Oysa bizler Muaviye’nin sarayına dayanan Ebuzer gibi olmalıyız. Öyle bir Müslüman bilinç doğacak ki günümüz tağutunun sarayı- na giderek, “Bu sarayı kendi paranla yaptırdıysa israftır yok eğer devletin parasıyla yaptırdıysan ihanettir” diyecektir. Ve o Müslümanlar; günümüz modern putları olan kapitalizmin tüm araçlarını İbrahim’in baltası ile yıkacaktır. “Ezilenleri yeryüzünde önderler kılmak istiyoruz” diyen Kur’an’ın sa- vunuculuğunu yapıp, 10 küsür yıldır Nemrutluk taslayarak, sermayeye hizmet eden muktedire karşı ‘kıyam’a duracak bir Müslüman bilinç yetişecektir. İnsanların Hz Musa'ya: “Evet Musa sen haklısın ama Firavun sayesinde karnımız doyuyor” dediği zamanı yaşıyoruz. Bu insanların çürümeye yüz tuttuğu bu zamanda, ‫ﻻ‬ (La) diye haykırarak, tefeci bezirganlara “dur bakalım, senden büyük Allah var” demesiyle başlıyor İbrahimi mücadele… Kapita- lizm ve onun iktidarlarına karşı tevhidî mücadele ile hare- ket etmeliyiz. Tevhidî bilinç ise; Mülkün ve otoritenin or- taklaşması ile, Babil kulesinin hiyerarşisine karşı, Kabe'nin yatay eşitliğinin savunulması ile olur. Firavun yerin,göğün ve bu ikisi arasındakilerin Rabbi olan Allah’ı gökyüzüne hapsetmiş,yeryüzünde ise rızık kaynaklarını elinde tutarak şirke düşmüştür. Bunu bugün yapan ise kapitalizm ve ikti- darlarıdır. Kapitalizm mülkün ve otoritenin Allah’a ait oldu- ğu bilincini eritip, üretim araçlarını elinde tutup çoğunluğu köleleştirerek sürekli tüketim arzusu ile insanı kendisine yabancılaştırıp, Allah'ı da camiye hapsetmiştir. Bizler ise Allah’ı hayatın her alanında var kılmak için mücadele etme- liyiz. “Ey Rabbimiz, bizi Sana teslim olanlardan kıl ve bizim soyu- muzdan Sana teslim olacak bir topluluk çıkar, bize ibadet yollarını göster ve tevbemizi kabul et: Şüphesiz yalnız Sen- sin tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan!” Bakara 128 N ÖLÜM, SİZİ YAKALAYACAKTIR teşem saraylarda olsanız bile...” Ölümlerin, sömürünün, riyanın, namussuzluğun hesabı gibi zorla çektirdiğin bu fotoğrafın da hesabı sorulur elbet. “Hamd, âlemlerin Rabb’ine mahsustur... Yalnız sana boyun eğer, yalnız senden medet umarız.” Fatiha 1,4
  • 18. ehâdmücadele 18 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬ Bu Recep Başka Recep Sefa Genç Anadolunun kurak topraklarından, arkasında bir eş bir evlat bırakıp sezonluk işçi olarak gurbet ele düşen bir adamla tanıştım geçenlerde. Niğde'den Uşak'a oradan Ankara'ya ve son durak olarak da Sakarya'ya uğrayan bir ko- şuşturmanın yorgun emekçisiydi. İşi benim palyaçoluğa ben- zettiğim, güler yüz mecburiyeti olan ve insanların yalnızca keyif için uğradığı bir dondurmacı dükkanını çalıştırmak. Bi- raz lezzet biraz da serinleme amacıyla soluğu aldığımız don- durmacı dükkanının nasıl bir emek sömürüsü barındırdığını gözden kaçırıyor olmak pek olası bir durum. Semtin belki de en işlek dükkanın da sabah saat dokuz buçuktan gece bire kadar tek başına çalışan bir adam Recep Abi. Geceleri de gündüz satacağı dondurmayı yapmak zorunda olan bir usta. Özlemini çektiği çocuğu henüz bu yorucu koşuşturmanın tahribatını anlayamayacak kadar küçükmüş. Yılın yaz mevsimine denk gelen yarı kısmında dondurmacı- lık yapıp geri kalan üç dört aylık kısımda ise memleketinde başka işlerle meşgul olan gurbetçi abi her defasında bu işten bıktığını söylüyor. Haftanın yedi günü, sabah dokuzdan gece bire tezgah başında olan, gece de dondurma yapma telaşın- daki birinin bu serzenişi pek doğal bir durum. Üstüne üstlük tatilsiz, dinlenmeksizin geçen 6-7 aylık zaman zarfında bu tempo oldukça yoğun bir şekilde devamlı yaşanıyor. Patro- nun günlük 5 ila 6 bin lira civarında kazanç sağladığı dük- kanda Recep abi sigortasız çalışıyor. Ona bu durumu sordu- ğumda sezonluk anlaşmanın gereği bu diyor; başka çaresi olmadığını belirterek. Dükkanın bütün yükünü çeken emekçi abim kendisinin ve kendi gibi diğer üç şubede çalışan ar- kadaşlarının nasıl kullanıldığının farkında. Çoğu sohbetimiz onun bu çalışma şartlarından haklı itirazlarını dile getirerek şikayet etmesi ile geçiyor. Patronunun beş vakit namaz kıl- dığını ve müslümanlığı da kimseye bırakmadığını da ekliyor her defasında. Çünkü bir tarafta yüz yıllar öncesinin sömürge şartlarıyla çalıştırılan işçiler diğer tarafta hak ve adalete en büyük önemin verildiği İslam dini var. Bu ikisi nasıl olur da bir araya gelebilir? Tezgah başındaki Recep abiye “Sen ve se- nin gibi ustaların emeği ve alınteri olmasa o patron acından ölür” dediğimde; "Bunu patron da biliyor ama adam rahat çünkü istediğim şartlarda çalışmazsa başka adam bulurum onu çalıştırırım diyor" “Abi işin belki de kötü tarafı” diyorum “hadi sen kendini idare ettin burada çoluğun çocuğun hasta olsa nasıl hastaneye gidecek, sen burada onlar orada sigorta- sız bir başına” Susuyor... Nereye gitse aşağı yukarı aynı şart- lar söz konusu, bunu biliyor. Ben de zihnimin bir yerlerinde onunla birlikte bir çözüm aramaya, bir çıkar yol bulmaya gayret ediyorum. Daha önce Sincan da kendi dükkanını işlet- tiğini çalışıp kazandığını söylüyor bu sırada. Onun da ayrı bir zorluğu var diyor. O konuşurken jestlerini takip ediyorum, bütün dikkatim, algım üzerinde. Avcunun parmaklarına ya- kın yerinde bir lira büyüklüğünde bir iz görüyorum. Bir karar- tı gibi, oldukça dikkatimi çekiyor daha önce farketmediğim bu iz. Gördüğümü farkedince refleksle saklıyıveriyor avcunu. Anlatmakta olduğu şeylerin aksine sıcak bir gülümseme var yüzünde, o gülümsemeyi ön plana çıkartarak kapıyor avcu- nu. Bir nasır olabileceği aklımın ucundan bile geçmiyor. Ne inşaattayım ne demir atölyesinde bir dondurmacı dükkanın- da avuç içinde nasırın ne işi olabilir ki. "Nedir abi ne oldu av- cuna?" diye soruyorum. Dondurma verirken kullandığı demir kaşığı gösteriyor yalnızca. Emeğin ve emekçinin her alanda tek bir vücut oluşu, aynı kaderi paylaşması böylesine açık se- çik beliriyor gözlerimin önünde. “Burada bir kasaba varmış oradakiler çok soruyor orda da bir şube var mı? Olsa çok iyi olur diyorlar sen biliyor musun orayı" diye sordu. Bilmem mi abi dedim; yalnız, orası iyidir hoştur ama açacağın bir dük- kanı döndürecek kapasitede değil filancı ilçe tatil beldesidir oraya tatilciler gelir hem de iyi iş olur diyorum iyi niyetimle ve ne ile karşılaşacağımı bilmeden. Sonra anlatacaklarımı yani Recep abinin cevabını, bana ne kitaplar verdi ne de bir başkası. Bunu yazmak için niyetlen- diğimde bile, içimi karşılaştığım erdemin coşkun çağlayan- larından taşan bir seli dolduruyor sanki. Tatil beldesinden kendisine bahsettiğimde gözlerimin içine baktı "Ben, dedi, Ankara'da 5 yıl dükkan işlettim. Sonra bu yüzden olacak ki iş yürümedi. Şimdi bahsettiğin yer tatil beldesi orada elbet yerleşmiş bir dondurmacı vardır. bu halde bu iş nasıl olur?” dedi. “Nedir abi tereddüdün?” dedim. Oldukça merak etmiş- tim, işi böylesine bilen ve kendinden emin bir adamın te- reddüdünün ne olduğunu. "Bak kardeşim, diyor. Şimdi adam oraya tezgahını kurmuş bende gideceğim o adamın ekmek yediği çarşıya dükkan açacağım. Onun müşterisi bana gele- cek olur mu şimdi bu iş? Adamı ekmeğinden rızkından ede- ceğim diyor ve ekliyor; tabiki herkes kendi rızkını nasibini yer ama ben o adamın müşterisini aldığımda o bundan et- kilenmeyecek mi?” Hayretle dinliyorum birbiri ardına gelen insanlığın muhtaç olduğu cümleleri. "Babam" diyor. "Duysa bunu, yani şurada bir dondurmacı varken benim de kalkıp onun karşısına dükkan açtığımı gelir bana -Utanmıyor musun sen insanların rızkıyla oynamaya, ayıp değil mi? Allah bun- dan razı olur mu?- der. Vallahi kardeşim gelse iki tokat vur- sa daha az zoruma gider. Biz böyle gördük." diyor. “Abi ne diyeceğimi bilemiyorum” diyorum. Boğazım düğümleniyor. Bileniyorum... İki çocuğuna karısına hasret, gurbette perişan bir vaziyette çalışan, sigortasız bir mevsimlik işçinin yüre- ğinde barındırdığı erdem, dünyanın bütün servet tepelerini yerle bir edebilecek, onları pul kadar değersiz kılabilecek bir ziynete, şerefe ve güce sahip. Dünyanın hiçbir üniversitesin- de alamayacağım dersi bana ilkokul mezunu bir emekçinin verebileceğine inanıyordum ve buna şahit oldum. Kariyerci- liğin ve serbest piyasa ekonomisi safsatalarının bize bütün güçleriyle dayatmak istediği rekabetçiğili, en zor şartlar al- tında dahi elinin tersiyle iten duru bir erdem sahibi olmak... Beş vakit namaz kılan, kıldığını zanneden zalimlere ve dün- yanın hırs peşindeki bütün mütekebbirlerine inat atadan dededen peygamberlerden aldığı kadim reçete ile hareket edebilen bu iradeye binlerce selam olsun.
  • 19. ehâd Mücadele 19Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬ Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda okuyan öğrenci- lerin, kılık ve kıyafetlerine dair yönetmelikte değişiklik yapılması ve “başı açık” ibaresinin kaldırılması, kamuoyun- da tartışmaları da beraberinde getirdi. Anti-Kapitalist Müslümanlar olarak, bu konuyu kendi bakış açımızla ele almaya çalışacağız. Çocukların öteki ile ilk sosyalleşme deneyimi sokakta başlar ve ardından okul hayatıyla devam eder. Tektipleştirmenin olmadığı ortamlarda çocuklar; farklı dinden, farklı dilden, farklı ırktan diğer çocuklarla bir araya gelirler, tanışırlar, kaynaşırlar ve birbirlerinin farklılıklarını tanır ve herhangi bir dayatmaya maruz kalmazlarsa zaman içerisinde kabul ederler. Okul da bunların araçlarından birisidir. Ancak Türkiye’de Kemalist ideolojinin dayatmış olduğu Tevhidi Tedrisat Kanunu gereği, okullarda tek tip vatandaşlar yetiş- tirme anlayışıyla birlikte, zamanla tüm farklılıklar görmez- den gelindi. Kılık kıyafete varıncaya kadar her şey yasalarla devlet eliyle belirlendi ve insanlar belirli bir kalıba sokul- mak istendi. Bu çocuklar hayatlarının ilerleyen safhalarında, özellikle üniversite ve çalışma ortamında bu farklılıklarla yeniden karşılaştıklarında, devlet eliyle yaratılmış tek tip modelin dışında kalan herkesi “yabancı” olarak, değerlen- dirdiler. Birbirine yabancılaşan her öteki, kendi istediği gibi yaşayabileceği kendi sosyal ortamını, kendi haklarını savu- nan siyasi partilerini ve sivil toplum kuruluşlarını oluşturdu. Dolayısıyla bu şekilde kamplaşmanın önü açılmış, farklılık- ların bir arada yaşayabileceği bir barış ve huzur ortamının da önüne geçilmiş oldu. Bugüne kadar bize, “ideal” öğrenci tipi olarak sunulan “başı açık” ve tektip üniformalı öğrenci tipi, aslında hepimize devlet eliyle dayatılmış ve bunun doğal olduğuna inandı- rılmıştır. Oysa bizce doğal olan; tüm farklılıkların bir arada eğitim sürecine ve yaşama dahil olabilmesi, doğal olmayan ise; tek tip bir modelin idealize edilerek halklara dayatıl- masıdır. İnanalım ya da inanmayalım, başörtüsü bu topraklarda ge- niş kesimler tarafından benimsenen ve yaşanmak istenen bir değerdir. Halkın değerlerinin bir otoritenin elinde kullanılır hale gelmesi bizi, bu değeri benimsemiş insanları ve onla- rın sorunlarını görmezden gelmeye, hatta o insanları mevcut otorite üzerinden yaftalamaya itmemelidir. Eğer değerlerini yaşamak isteyen insanlara bu alan açılmazsa ve o insanlar de- ğerleri üzerinden ötekileştirilirlerse, bu değerler üzerinden çıkar elde eden siyasilerin kucağına da itilmiş olurlar. Bugün başörtüsünün bir siyasi otorite tarafından propaganda aracı haline getirilmesinin en büyük sebebinin, daha önce başka siyasi çevreler tarafından anti-propaganda aracı olarak kulla- nılmış olması olduğunu asla unutmamalıyız. Elbette her aile çocuğunu dilediği gibi yetiştirmek isteye- cektir. Ve bunu yaparken elbette her zaman doğru olan tercihi yapmayabilir. Fakat objektif olmak gerekirse, ilko- kul çağındaki bir çocuğa her ne giydirirseniz giydirin, bu ya ailenin dayatmasıyla olacaktır, yahut ona etrafında ya da medyada rol-model teşkil eden bireylerin örnekliliğiyle ola- caktır. Keza bu ideolojik ve inançsal düzlemde de büyük çoğunlukla böyledir. Çünkü otorite ilk olarak ailede başlar ve kabul edelim ya da etmeyelim kınadığımız bu davra- nışların çoğunu, hangi farkındalık düzeyinde olduğumuz düşünsek de, çocuklarımıza zaman zaman belirli dozlar- da yapıyoruz. Burada bizim asıl duyarlı olmamız gereken nokta; devletin, örtünmüş olsa da, dövme yaptırıp piercing takmış olsa da bireylere bu özgürlük alanını, gerekirse yasal güvencelerle sağlamış olup olmadığıdır. Asıl sorgulanması gereken de, devleti ve kitle iletişim araçlarını tekellerinde bulunduran egemenlerin, gerek moda programlarıyla, ge- rekse dini içerikli programlarla, topluma yaptıkları bu da- yatmaların önüne geçmektir. Burada eleştirilmesi gereken en önemli konulardan birisi de, din dersinin ve imam hatip okullarının iktidar eliyle bü- tün toplumlara dayatılmak istenmesidir. Bu tam da Kemalist ideolojinin yaptığı dayatmaya benzer bir dayatmadır ve asıl tehlikeli olan budur. Devletin görevi, topluma dini ya da be- lirli bir ideolojiyi dayatmak değildir. Bunu bireyler ve içinde yaşadıkları toplumlar özgür bırakıldıklarında, kendi içlerin- de mutlaka hakkaniyetli bir biçimde formüle edecektir. Öyleyse bize düşen; gelişme süreci içerisindeki bireylerin nasıl giyineceğini siyasi bir çatışma unsuru olarak görmek- ten vazgeçmektir. Birey uygun görürse bu çatışmayı, ge- rektiğinde hem ailesiyle hem toplumla yapacaktır. Aslında ticari ve siyasi bir metaya dönüştürülmediğinde, halkların kendi içlerinde yüzyıllardır bu ve buna benzer sorunları ga- yet güzel çözdüklerini, en azından değerlerini bir dayatma aracı yapmadıklarını düşünüyoruz. Bu ülkede siyasi otoritelerin, farklılıkları çatıştırarak var ola- bildiklerini göz önünde bulundurduğumuzda, geldiğimiz noktada bu oyunu bozmanın ya da sürdürmenin bizim eli- mizde olduğunu unutmamalıyız. Bu toplumda farklı halkla- rın, farklı yaşam biçimlerinin, farklı inançların ya da inanç- sızlıkların kardeşçe yaşayabilmesi gerektiğine inanıyorsak ve bu inancımızda samimiysek; çocuklarımızın ilköğretim döneminden itibaren o toplumun tüm farklılıklarıyla tanış- masına vesile olarak siyasilerin kamplaştırıcı politikalarının tuzağına düşmelerinin önüne geçebiliriz. Başörtüsü Serbestisine Dair
  • 20. ehâdmücadele 20 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬ Kobanê Ne Bexwedıye..! O rtadoğu bölgesi insanlık tarihi boyunca, iktidar ve mülkiyet savaşlarının beşiği konumundadır. Binler- ce yıldır süregelen bu iktidar yapılanmaları, aynı zamanda, ezilenlerin bu yapılanmalara karşı devrimci mü- cadelelerinin de tarihsel kökenini oluşturmaktadır. Günümüzde de, bu karşılıklı çatışma halleri süregelmek- tedir. Ortadoğu tarihin boyunca, kendisini yerin ve göğün mutlak tanrısı sayanlardan, sadece yeryüzünün tanrısı ya da tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğunu ilan eden; Nem- rutlar, Firavunlar, İmparatorlar, Padişahlar ve Krallara varın- caya dek, halklara büyük zulümler yapan otoriteler tanıklık ettik, duyduk okuduk. Bunların sonrasında türeyen Kapita- lizm ve Ulus-Devletler aşamasında ise, Emperyalist küresel güçler bu zulümlerin esasını oluşturmaktadır. Avrupa ve Ortadoğu’daki büyük imparatorlukların tasfiye- si ile birlikte, kurtuluş mücadeleleri baş göstermiş, Batı- Avrupa’da gelişen ulus-devlet mantığına paralel olarak; bazen “batıya karşı” bazen de batının yönlendirmesiyle ulus-devletler kurulmuştur. Açığa çıkan bu ulus-devletler, üniter bir yapı arzettiklerin- den ötürü, çoğu zaman farklı halkların kimliklerini asimile etmiş ya da onları yok etmeye çalışmıştır. Bu asimilasyona uğrayan halkların başında da Kürtler gelmektedir. Kürt halkı; Suriye, İran, Irak ve Türkiye gibi üniter ulus-dev- letlerin çatısı altında, bir kimlik ve var olma mücadelesi ver- mektedirler. Bu mücadelenin temelini, içinde bulundukları ulus-devlet yapılarının kendilerini temsil etmemeleri ya da temsil imkanı tanımamaları oluşturmaktadır. Emperyalistler ise Ortadoğu’da, tüm halkların kimliklerinin ifade edilebileceği bir devlet yapısını değil, kendi çıkarla- rına hizmet edecek devlet yapılarını öncelemişlerdir. Her ne kadar Ortadoğu’ya müdahalelerini “demokrasi” gerek- çesiyle yapmış olsalar da, bölgedeki en büyük müttefikleri “demokrasi”den nasibini hiç almamış olan, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri gibi krallıklardır. Ulus-devletler 100 yıllık pratiklerinde göstermişlerdir ki; sözde ulusal yapıyı korumak için, iç tehdit olarak gördük- leri tüm dinamiklere saldırı ve dış tehditlere karşı da bir savunma refleksi geliştirmişlerdir. İç tehditlere saldırırken, dış tehdidin iç unsurları ‘’kaşıdığına’’ dair gerekçeler dillen- dirilmiştir. Öncelikle şunu ortaya koymamız gerekir: Anti-Kapitalist Müslümanlar olarak biz; halklara giydirilmiş deli gömlekleri olduğunu düşündüğümüz ulus-devlet dayatmasını redde- diyoruz. Bu mantığın mutlak suretle tartışılmaya açılması gerektiğini düşünüyoruz. Üstelik, ulus-devlet yapısının, Emperyalistlerin bölgeye müdahalesinin meşrulaştırıcı bir aracı olduğunu düşünüyoruz. Örneğin Saddam Hüseyin döneminde, Irak kendi içindeki halklara büyük zulümler üretirken, güçlü bir ulus-devlet ideali vardı. İran’a karşı, Emperyalistlerin çıkarları doğrul- tusunda savaşırken de, ulus-devlet anlayışını küresel öl- çekte kabul ettirme derdindeydi. Bu ulus-devleti bağım- sızlaştırmaya çalışınca da, örneğin artık petrol ticaretini dolar üzerinden yapmayacağını açıkladığında, bu durum Abd’nin tepkisini çekti ve Emperyalizm bu sefer 11 Eylül’ü ve Saddam’ın bölge halklarına uyguladığı zalim politikaları bahane ederek “demokrasi getiriyoruz” adı altında saldırıla- rını meşrulaştırma çabasına girdi. Bu müdahale, çoğunluğu sünnî olmak üzere yaklaşık 3 milyon insanın ölümüne sebe- biyet verdi. Neticede Saddam devrildi ama geriye koskoca bir kaos ortamı kaldı. İşte bu kaos ortamı içerisinde; Işid gibi selefi gruplar, kendilerine uygun ortamı bulmuş oldu- lar. Bu uygun ortamda silahlanacak ve örgütlenecek koşul- ları da bulan Işid, Emperyalistlerin de çıkarlarına ters düş- meden bir yol haritası çizip, Irak’tan başlayarak Suriye’yi de içine alacak şekilde, bölge halklarına Selefî bir devlet dayatmasında bulunmaya başladı. Işid, îtikadî olarak aynı temele dayandığı El-Kaide’den pratikte ayrıldı ve devlet idealine yöneldi. Tarihsel olarak beslendiği köklere de başvurarak, kafasındaki din algısına uygun gerekçelerle bu idealizmini meşrulaştırdı ve kendisi gibi düşünmeyen bütün unsurlara karşı en acımasız yön- temlerle onları alaşağı etti ve etmeye de devam ediyor. Otorite boşluğundan istifade ederek, en zayıf halkaları şid- det yoluyla etkisiz hale getirmeye çalıştı ve çalışıyor. Müs- lümanların belki de üzerinde en az düşündüğü ve Kur’anî anlamda bir ideale ulaştıramadığı bir konu olan Halifelik kavramı üzerinden, deyim yerindeyse müslüman halkların tepkilerini en aza indirmeye çalışıyor. Vahyî ve Peygamberî perspektifte İslâmı ele aldığımızda, bizim inancımız ve dü- şüncemiz odur ki; Allah “Kureyşli” bir tek insanı değil, tüm insanığı halife olarak atamıştır. Bizce tartışılmaya açılması gereken ikinci bir konu da; özelde müslümanlar genelde tüm bölge halkları açısından,
  • 21. ehâd Mücadele 21Allah Ekmek Özgürlük‫ﻻ‬ halifeliğin yani yönetimin nasıl olması gerektiğidir. Halife- lik konusunda Müslümanlar, mutlaka bir karar vermelidir. Yönetim, teorik ve pratik olarak, tüm unsurların özne kabul edildiği Medine Toplum Sözleşmesi ile oluşturulan toplum yapısı gibi mi olacak; yoksa bir kişide toplanıp, tüm halklara zulüm doğuran Emevi Saltanatı gibi mi olacak? Yani Müslü- manların karar vermesi gereken temel husus, Hz Peygam- ber (S.A.V) gibi mi davranacağız, yoksa Muaviye ve Yezid gibi mi? Tarihsel süreç ve o dönemin pratikleri bize şunu net bir şekilde gösteriyor ki; tıpkı Medine’de kurulan toplum ya- pısı gibi, Mülkün ve Otorite’nin tüm inanç grupları, etnik kökenler ve kişiler arasında ortaklaşıldığı koşullarda barış sağlanabiliyor. Yani Sınıfsız ve Sınırsız bir Barış Yurdu olan Darüsselam ideali ancak, Adalet ve Eşitlik temelinde inşa edilen ve hiyerarşinin olmadığı toplum yapılarında müm- kün olabiliyor. Işid ve benzeri örgütlenmelerin kendilerine belirledikler ideal ve esas aldığı yöntem ise, Emevi saltanatı ve ondan neş’et eden tüm sultanlık ve imparatorluk deneyimleridir. Müslümanlar mutlak surette bu tarihsel gerçekliklerle yüz- leşmelidir. Çünkü Emevilerin yönetim anlayışlarının tarihsel kökenleri, Nemrudlara, Firavunlara dayanmaktadır. Tek bir kişinin, ulusun ya da sınıfın hâkim olduğu yönetimsel an- layış, modern dönemlerde de varlığını sürdürmektedir. Bu bazen küresel güçler bazen de ulus-devletler olarak karşı- mıza çıkmaktadır. İşte bu konjonktürde ulus-devletler, kendi sınırlarını koru- manın dışında bir hareketlilik arz etmezken, çaresiz ve yur- dundan kovulmuş halklar adına Kürtler, Işid’e karşı yapayal- nız mücadele vermek durumunda kalmaktadır. Elbette Emperyalistler bu durumda da boş durmuyorlar. Gene “demokrasi” adına ve “zorbalığa karşı” bölgeye mü- dahale etmenin yollarını arıyorlar. Bölgede dinamik unsur olan Kürt Halkı ile işbirliği yoluna girmeye çalışıyorlar. Tür- kiye gibi bölge ülkelerini de, çıkan ve daha da çıkacak olan faturanın bedelini ödemesi için savaşa teşvik ediyorlar. Bölge halklarının tüm unsurların özne kabul edildiği ortak bir sözleşme etrafında buluşması gerektiği gerçeğiyle kar- şı karşıyayız. Elbette bu ideali günümüz konjonktüründe hayata geçirmek çok zor görünse de, bu ideal sözleşme modeli çerçevesinde günümüz koşullarına göre tavır alış- larımızı berraklaştırmak gerektiği inancındayız. Çok zor bir sarmalın içinde bulunduğumuzun farkındayız. Anti-Kapi- talist Müslümanlar olarak; Kur’an’a ve peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) başta olmak üzere, tüm peygamberle- rin egemen sınıflara karşı verdiği mücadeleye güvenimiz ve imanımız tamdır. Şunu herkes bilmelidir ki, cihadı meşru kılan gerekçe bir devlet ideali değildir. Cihadı meşru kılan gerekçe, Cenâb-ı Allah’ın Nisa Suresi’nde buyurduğu üzere: ‘’Size ne oluyor ki Allah yolunda savaşmıyorsunuz ? Oysa çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar, 'Ey Rabbimiz! Ahalisi zalim olan bu beldeden bizi çıkar. Bize yüce katından bir dost gönder; yüce katından bir yardımcı gönder' diye dua edip duruyorlar.’’(Nisa 75) ayetidir. Anti-Kapitalist Müslümanlar olarak; temel önceliğimizin, yurtlarından kovulan ya da zulüm gören Ezidi, Nusayri, Kürt, Türkmen, Arap ve dahî tüm mazlum halklar için da- yanışma ve mücadele halinde olmaktır. Etnik ve inançsal gerekçelerle halkları birbirine kırdıran emperyalist güçlere ve onların zulümleri üzerinden mazlum halklara karşı zul- metme meşruluğu kendinde gören Işid gibi canî unsurlara karşı, tüm mazlum halklar ortak mücadele alanlarını oluş- turmalıdır. Bu minvalde, Kobani’de direnen ve canları pahasına müca- dele eden herkesi, Allah’ın selamıyla selamlıyor, rahmetini üzerlerinden esirgememesini diliyor ve yanlarında olduğu- muzu bütün kamuoyuna duyuruyoruz. Emperyalizm’in bölge saldırılarına ve Türkiye gibi ülkelerin işbirlikçi tutumlarına, başta 2 Ekim Tezkeresi olmak üzere de Hayır diyoruz. Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin, geleceğe dönük planlarını hayata geçirebilmek adına, hangi koşul- larla olursa olsun bu zulüm çetelerini ekonomik ve siyasal olarak desteklemesi, katliama ortak olması demektir. İster Nato’nun tetikçiliğini yaparak olsun, isterse tek başına do- laylı ya da direkt destekleyerek olsun, siyasal çıkarına uy- gun rollere bürünmesi, ahlaksızlıktır ve erdemsizliktir. Ayrıca, geçmişte Rus ve Sırp zulmüne karşı, Kosova ve Çeçenistan’da haklı bir mücadele vermiş bazı mücahid- lerin, bugün IŞİD’in ordu yapısı içerisinde bulunması ve İslam’ın asla öngörmediği devlet ideali ekseninde, Allah’ın asla yapılmamasını buyurduğu mazlum halklara kurşun sık- ma fiilleri, inançlarına gölge düşürmektedir. Egemenlere karşı verilen mücadele her zaman cihad, ezilenlere yapılan zulüm ise her zaman terörün ta kendisidir. Allah; hak yolunda, adalet-eşitlik ve barış uğruna mücadele edenlerin her daim yanındadır. Anlatabilmek ve anlaşılabilmek temennisiyle…
  • 22. ehâdmücadele 22 Allah Ekmek Özgürlük ‫ﻻ‬ Kim Sessizse O Ağlasın Sefa Genç İnsanlık vicdanının tahammül sınırını aşan bir dönemden geçtiğimiz halde bu süreç ne kadar da sessiz ve kimsesiz yaşanıyor değil mi sizce de? Her geçen gün, insan ne için yaşadığını düşünmeye mecbur kaldığı halde bundan kaç- maya çalışmaktaki ısrarı ne kadar da acizce değil mi? Belki de şahit olmanın, doğamızda var olan fakat bizim onu örselediğimiz sorumluluk bilincinin yükünü, beraberinde getirecek olması korkutuyor insanlığı. Her yönüyle birey- ciliğin öğretildiği insanlığı. Tüm hayatı yavan bir öğretinin doğrultusunda şekillendirdiğimiz ve buna dış şartlarla zor- landığımız dünyada, insanın sorumluluk, duyarlılık gibi er- demlere sarılması artı bir değer haline gelmiş durumda. Ki- milerine göre de tam bir ahmaklıktır bu tutum. Söz konusu öğretinin nereden geldiğini, hangi koşullarla geliştirildiğini 200 yıllık tarihe bakma zahmeti gösterenler çok açık bir şe- kilde görecektirler. Bugün modern dünyanın gözleri önünde bir vahşet yaşa- nıyor. Bu vahşet ne Kobanê'de ne Gazze'de. Bu vahşetin öncelikle bilinçlerde yaşandığını görmek zorundayız. Her şeyden önce algılardaki bu işgalin farkına varmalıyız. Üni- versitelerini ve diğer okullarını hep bu bananecilik ve ben- cillik ile örgüleyen iktidarlar, istediği meseleyi "Bu bizim meselemizdir." diyerek halka dayatırken, başka bir mesele- de "Bu olanlardan bize ne" diyebiliyorlar. Böylelikle, halkın kendi özündeki sorumluluk dürtüsünü inkar ederek iktidar dilindeki bireyselliğini tanıması hedefleniyorlar. Perdelerini kapatmasını ve ne denilirse onun yapılmasını istiyorlar. İnsani yardım ne demektir? İnsani yardım Libya'ya gönderi- len iki feribot mudur? Gazze için cami önlerinde toplanan paralar mıdır? Her yeni güne silah sesleriyle uyanan insanla- ra fasulye götürmek midir? Bunlar her yönüyle bireyci, Av- rupanın ve Amerika’nın bizlere Angelina Jolie gibi tiplerle öğrettiği sözde yardım ve insaniyet müsamereleridir. Halkın vicdanını rahatlatmak için yapılmış kuru gürültüden başka bir şey değildir. İnsani yardım masum insanlar ölürken ge- celeri uykuların kaçmasıdır. Orada duyulan acıları kendi benliğinde hissetmendir. Yakınındaki insan açken ve onu aç bırakan sebepler aşikarken ona bir tas çorba verip her zaman verilecek çorbaya muhtaç olmasını devam ettirmek değil, onu bu duruma düşüren sebeplerle savaşmandır. Yerlerin ve göklerin mülkü Allah'ındır. Allah'ın iradesi ona güvenmiş insanların elleriyle yeryüzünde vücut bulur. Sahip olan Allah'ın iradesini bugün mazlumlara sahip çıkarak gös- termek mecburiyetindeyiz. Allah masumlarla mazlumlarla beraberdir . Peki biz kiminle beraberiz? Yaşadığı topraklardan çıkarılmak mazlumların kadim akibe- tidir. Lut, Salih, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed Aleyhim- müsselam hepsi de beraberindekilerle yurtlarından çıka- rılmış kimselerdir. Bugün de zulüm aynı hırs ve nefretiyle İsrail’in Gazze'de yurtlarından çıkarmak istediği masumla- rın üzerinde varlığını sürdürüyor. Aynı zulüm dili Mezopo- tamya da Ezidileri, Türkmenleri, Kürdleri, Arapları, Şiileri öldürmeye ve yurtlarından çıkarmaya devam ediyor. Hatırlamak gerekir ki Musa'nın kavmi peygamberilerine "Orada zorba bir topluluk var onlar oradan çıkmadıkça biz oraya yaklaşmayız. Oraya gidip onlarla savaşacak da deği- liz. Sen ve Rabbin gidin savaşın."(Maide 22-24) demişti. Ve bu miskinlik ve korkularından dolayı yeryüzünde yıllarca bedbaht halde dolandılar. Allah kelam-ı kadiminde şöyle sesleniyor: “Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve "Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtar(ıp özgürlüğe kavuştur) ve rah- metinle bizim için bir koruyucu ve destek olacak bir yar- dımcı gönder!" diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?" (Nisa suresi 75) Bunu reddetmek mümkün değildir. Savaşmak ancak ve an- cak bu amaçla meşrudur. Bölgede İslâm sıfatını kullanan zalimler kendilerinin Allah yolunda, diğer kimselerin ise "tağut" yani batıl-yanlış yolda savaştıklarını iddia ederler. Halbuki Allah, çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı kendi yolu olarak tanımlıyor. Bundan bir sonraki ayette yardıma muhtaç masumlar için olmayan işgalci sa- vaşları "tağut yolu" olarak isimlendiriyor ve "İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de "Tâğut" yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostları ile savaşın! Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır." (Nisa 76) Masumlar için olmayan bütün savaşları ise kınıyor ve bunlara karşı mücadeleyi şart koşuyor. Bununla birlikte çaresiz insan- lar için mücadele etmememizin nedenini kendimize sorma- mızı istiyor? Çünkü biz mücadelenin, sözde dünyanın tek ger- çeği kabul edilmiş para ile olabileceğine inandırılıyoruz hala. Avrupa'dan Amerika'dan devşirme insani yardım kuruluşları kurarak, para ile giysi ile sorumluluktan kurtulabileceğimize inandırılmak isteniyoruz. Kapitalizmin başlattığı emperyalist savaşlara karşı, yine kapitalizmin esasları ile mücadele edile- bileceğini sanmak acınası bir durumdur.