Mevlana Türbesi, Küçük Kız ve By Çuu Gizemi
Dünyanın dört bir yanından Mevlana’nın evrenselleşmiş “gel ne olursan ol yine gel” çağrısını duyarak Konya’ya gelmiş insanların, sorularını cevaplamak, bilgi vermek ve yönlendirmekti. Görevim, mesleğimin gereklerini yerine getirmekle bitmiyordu. İnsana olan sevgim–saygım nedeniyle elimden gelenin daha fazlasını yapmaya çalışıyor, gelenlerin nasıl, nerede konaklayacaklarından, öğlen nerede yemek yiyeceklerine, neyi nerede bulacaklarına, Mevlana ve Türbe ile ilgili her türlü sorularına kadar hepsine cevaplayarak, kendi içsel hizmetimi de vermeye gayret ediyordum. Evine gelen misafirleri canla başla ağırlayan ve elindeki bütün imkanları onların önüne seren bir ev sahibi gibiydim.
can akın mr akin şair poet dichter poeta поет сăвăç bardd digter ποιητής poète 诗人詩人 poetry şer poesie 詩歌 詩 poésie poesía photograph fotografie fotografische bild 相片 foto בילד fotoğraf مايكروسوفت أوفيس باوربوينت microsoft powerpoint slayt slideshows slide 維基百科 自由的百科全書 youtube video turkey türkei turquie turchia turquia exhibition ausstellung mostra exposición Mevlânâ Celaleddin-i Rumi Mövlana Cəlaləddini Rumi Mevlana Dželaludin Rumi Jalal al-Din Muhammad Rumi Jalal ad-Din Rumi Dschalal ad-Din Muhammad Rumi Dschalal ad-Din Muhammad Rumi Jalal ad-Din Muhammad Rumi Jalāl-ad-Dīn Rūmī Yalal ad-Din Muhammad Rumi Ĝalal-ed-din Mohammad Rumi Jalal Ud Din Rumi Gialal al-Din Rumi Celaleddîn Rûmî Dzsalál ad-Dín Rúmí Jalaluddin Muhammad Rumi Jalal ad-Din Rumi Dżalal ad-Din Rumi Dżalaluddin Rumi Dżalal ad-Din Balchi Maulana Rumi Mevlana Jalal al-Din Muhammad Rumi Mawlānā Jalāl ad-Dīn Muhammad Rūmī Mowlana Jalal ad-Din Muhammad Balkhi Rumi Džaláluddín Rúmí Džálál ad-Dín Rúmí Muhammad Džaláluddín Chodávendegár Mauláná Chodávendegár Djalalu'd-Din Rumi Jalal al-din Rumi eller Jalâluddîn Mohammad-i Balkhî Jelaleddin Rumy
Mevlana Türbesi, Küçük Kız ve By Çuu Gizemi
Dünyanın dört bir yanından Mevlana’nın evrenselleşmiş “gel ne olursan ol yine gel” çağrısını duyarak Konya’ya gelmiş insanların, sorularını cevaplamak, bilgi vermek ve yönlendirmekti. Görevim, mesleğimin gereklerini yerine getirmekle bitmiyordu. İnsana olan sevgim–saygım nedeniyle elimden gelenin daha fazlasını yapmaya çalışıyor, gelenlerin nasıl, nerede konaklayacaklarından, öğlen nerede yemek yiyeceklerine, neyi nerede bulacaklarına, Mevlana ve Türbe ile ilgili her türlü sorularına kadar hepsine cevaplayarak, kendi içsel hizmetimi de vermeye gayret ediyordum. Evine gelen misafirleri canla başla ağırlayan ve elindeki bütün imkanları onların önüne seren bir ev sahibi gibiydim.
can akın mr akin şair poet dichter poeta поет сăвăç bardd digter ποιητής poète 诗人詩人 poetry şer poesie 詩歌 詩 poésie poesía photograph fotografie fotografische bild 相片 foto בילד fotoğraf مايكروسوفت أوفيس باوربوينت microsoft powerpoint slayt slideshows slide 維基百科 自由的百科全書 youtube video turkey türkei turquie turchia turquia exhibition ausstellung mostra exposición Mevlânâ Celaleddin-i Rumi Mövlana Cəlaləddini Rumi Mevlana Dželaludin Rumi Jalal al-Din Muhammad Rumi Jalal ad-Din Rumi Dschalal ad-Din Muhammad Rumi Dschalal ad-Din Muhammad Rumi Jalal ad-Din Muhammad Rumi Jalāl-ad-Dīn Rūmī Yalal ad-Din Muhammad Rumi Ĝalal-ed-din Mohammad Rumi Jalal Ud Din Rumi Gialal al-Din Rumi Celaleddîn Rûmî Dzsalál ad-Dín Rúmí Jalaluddin Muhammad Rumi Jalal ad-Din Rumi Dżalal ad-Din Rumi Dżalaluddin Rumi Dżalal ad-Din Balchi Maulana Rumi Mevlana Jalal al-Din Muhammad Rumi Mawlānā Jalāl ad-Dīn Muhammad Rūmī Mowlana Jalal ad-Din Muhammad Balkhi Rumi Džaláluddín Rúmí Džálál ad-Dín Rúmí Muhammad Džaláluddín Chodávendegár Mauláná Chodávendegár Djalalu'd-Din Rumi Jalal al-din Rumi eller Jalâluddîn Mohammad-i Balkhî Jelaleddin Rumy
2. Önsöz
Elinizdeki bu kitabı 2008’de yazmaya başladım ve 2010’da
tamamlandı. Guareschi’nin “Don Camillo” serisi her zaman hoşuma
gitmiştir. Aynı karakterlerden oluşan farklı hikâyeler... Sizi sıkmaz,
yormaz. Konsantrasyonunuz bozulmadan her gece ya da iki gecede
bir tane hikâye bitirebilirsiniz.
Böylesi yazar için de iyidir (en azından benim için böyleydi).
Yaptığı tek iş yazarlık olmayan ya da başka bir ifadeyle hayatını bu
işten kazanmayan biri için her gün oturup romanını yazmaya devam
etmek, onu geliştirmeye çalışmak, onunla ilgili hayaller kurup
araştırmalar yapmak, sonunda da (Allah izin verir de görebilirse tabi)
iyi bir sonla onu tamamlamak gerçekten çok zor iş. İşte bu kitapta
Guareschi’nin yaptığı basit ama dâhice şeyi sürdürme fikrinden
ortaya çıktı; Aynı karakterlerin farklı hikâyeleri.
Kapıcı Nezih ve çevresindeki insanların hikâyeleri, her gün
hepimizin yaşadığı ya da en azından bir şekilde görüp duyduğu
hikâyeler. Her insan farklı olsa da yaşadığımız pek çok şey ortak ya
da birbirine çok benzer aslında. Bizi birbirimizden ayıran şey
verdiğimiz kararlar.
Murat Akçiçek
2010, İstanbul
2
4. İçindekiler
Kiracının Sırrı........................................................................... 5
Nezih ve Bahis Kuponu............................................................. 16
Banka Soyguncuları.................................................................. 26
Köfteci Orhan Usta.................................................................... 39
Gribal Enfeksiyon...................................................................... 50
Benim Kapıcım İşini Bilir.......................................................... 69
Oruçla Ödeşmek......................................................................... 86
Genel Secim.................................................................................. 96
Doğal Mucize............................................................................... 110
Kapıcılar Savaşı........................................................................... 129
4
5. Kiracının Sırrı
İkinci kattaki turizm firması taşınmaya karar vermişti. Daha
uygun kiralı, arka sokaktaki bir ofise taşınacaklardı. Burası 8–10
kişinin çalıştığı bir turizm acentesi idi.
Taşınma haberini İzak bey’den öğrendiğinde buna sevindi
Nezih. Tabi sevincini belli etmedi. Sebebi şuydu; biri taşınacağı
zaman ufak bir ücret karşılığında Nezih de yardımcı oluyordu.
Burada genellikle firmalar kiracıdır. Bir firmanın taşınması bir evin
taşınmasına benzemez. Evlerde kontrol genelde evin hanımındadır.
Eşyalar bellidir ve onları taşıyacak nakliye şirketinin ameleleri de
bellidir.
Ancak bir ofisin taşınması başkadır. Orada bir hanım yoktur.
Üstelik evrakından mobilyasına envai çeşit eşya vardır ve bunların
bazılarını güvenilir biri taşımalıdır. İşte bu noktada binanın güvenilir
demirbaşı olan kapıcısı en iyi yardımcıdır.
5
6. Tabi ufak bir ücret karşılığında. Ve tabi apartman yönetici
İzak beyin gözüne de fazla batmamak lazımdır. İşte Nezih bu konuda
oldukça tecrübelidir.
Nakliye şirketinin ekşi ekşi ter kokan ameleleri organize
olmuş, çoktan kolilenmiş eşyaları aşağıdaki kamyona yüklemeye
başlamışlardı.
Nezih de firma çalışanlarının kendisine teslim ettiği özel
eşyalardan, evraklardan, değerli eşyalardan oluşan kolileri firmanın
kendi aracına yükleyip duruyordu. Gün biterken eşyalardan çoğu
kamyona yüklenmişti bile. Nezih arada kapıcılık görevini de
yapmayı ihmal etmiyordu. Binaya gelen gideni kontrol etmek,
merdivenlerin temizliği gibi günlük işlerini yani.
Akşam olduğunda ameleler kamyon atlayıp eşyaları arka
sokaktaki yeni ofise götürmüşlerdi. Geride içi boş oluğu için daha
büyük görünen bir ofis ve birkaç parça koli kalmıştı yalnızca.
Nezih boş ofiste ilerleyip yerdeki kolilerden birini kaldırdı.
Ancak kolinin altı iyi yapıştırılmamıştı. Birden içinde ne varsa yere
dökülüverdi.
Sesi duyup gelen, kendisini azarlayacak biri var mı diye
bakındı Nezih ama ofiste o sırada kimse yoktu. Allah'tan kırılacak bir
şey koymamışlardı koliye. Ofisten biri gelsin de durumu görsün diye
az daha bekledi Nezih. Ama anlaşılan herkes yeni ofise eşyaları
yerleştirmeye gitmişti.
Boş bir koli aldı. Altını, sağlamlığını kontrol edip, yerdeki
eşyaları içine doldurmaya başladı. Kalemlik, ajandalar, dosyalar,
kırtasiye malzemeleri, süs eşyaları, hepsini dikkatlice koliye
doldurdu. O sırada ofisin çalışanları yorgun, bezgin bir halde ofise
girdiler. Kalan eşyaları almaya gelmişlerdi.
Yorgunluktan kimsenin konuşmaya mecali de hevesi de
yoktu zaten. Herkes biran önce evine gitmenin hayalindeydi.
6
7. Nezih kutuyu aşağıdaki aracın bagajına koydu. Diğerleri de
kucaklarındaki kolilerle iniyordu.
“Başka kaldı mı?” diye sordu. Kucağındaki koliyle kolları
sarkmış bir genç kız bezgin bir tavırla cevap verdi; “Bunlar son. Bitti
hele şükür.”
Ofis çalışanları araca sıkış tepiş bindi. Ön koltukta oturan
genç bir adam başını sarkıtıp; “Nezih bey dairenin kapısını sen kapar
mısın?” diye sordu.
“Biz oradan evlere gideriz. Yarın görüşürüz.”
“Tamam, ben kapatırım. Hadi iyi akşamlar!” dedi Nezih ve
yorgun adımlarla ağır ağır merdivenleri tırmandı.
Sonunda bitmişti işte. Nezih bir yandan etrafa bakınıp
unutulan bir şey kalmış mı diye kontrol ediyor bir yandan da odaların
ışıklarını söndürüyordu. Onunda aklındaki tek şey bir an önce evine
gidip bir duş almak, sonra güzel bir çay içip bir de keyif sigarası
tüttürmekti.
Dipteki odanın ışığını söndürmek için uzanmıştı ki yerde bir
şey fark etti. Kâğıt süprüntülerinin altında kalmış, ucu görünen ufak
bir kutu.
Yorgunluktan ağrıyan beliyle yavaşça eğilip kutuyu aldı.
Ağaçtan güzel bir kutuydu bu. “Taşınırken illaki gözünden bir şeyler
kaçıyor işte insanın” diye düşündü. Kutunun içi doluydu.
“Bunu nasıl unuttular acaba?” diye düşündü. Açıp
açmamakta tereddüt etti. Sonunda merakına yenik düşüp kutuyu açtı.
Nezih gördükleri karşısında biran donup kaldı. Gözlerine
inanamıyordu. Kutu da bir düzine fotoğraf vardı. Uygunsuz vaziyette
bir grup çıplak insan. Üstelik onları tanıyordu. Az önce taşınmalarına
yardım etmişti.
7
8. Nezih başını uzatıp koridora baktı. Dikkatli dinledi. Gelen
giden yoktu. Şimdi ne yapacaktı? Bunları kime teslim edecekti? Ya
da edecek miydi? Etmese ne yapacaktı?
Fotoğraflara bakarken bir şey fark etti Nezih. “Yan oda” diye
mırıldandı. Yandaki odaya geçti yavaşça. Burası en geniş odalardan
biriydi ve firma tarafından toplantı odası olarak kullanılıyordu.
Hepside burada çekilmişti.
Fotoğraflardaki ifadelerinden hepsinin keyfinin oldukça
yerinde olduğu belliydi. Etrafta süsler, başlarında koni şeklinde
parlak şeylerden vardı. Muhtemelen yılbaşı kutlaması gibi bir şeydi
bu.
“İyi de bu nasıl bir kutlama?” diye mırıldandı. Fotoğraflarda
3 kız ve 3 erkek vardı. Birini diğerlerinden biraz daha iyi tanıyordu.
Rafet. Az önce arabanın önüne oturan genç adam. Bu adam
müdürleriydi. Yani çalışanların başındaki adam. Diğerlerinin sadece
yüzlerini tanıyordu.
Fotoğrafların sonuncusu resmen final gibiydi. Burada artık
sadece çıplak da değillerdi. Resmen iş üstündeydiler. Hayretten ağzı
bir karış açık kalmıştı Nezihin. Hemen kutuya doldurdu fotoğrafları.
“Bunların arasında evli olan, sevgilisi olan da mı yok yahu?”
diye mırıldandı. Nezih boş dairede dolanıp duruyor, düşünmeye
çalışıyordu.
“Belki de alkollüydüler. Kendilerini kaybettiler.” diye
düşündü. Yinede bu olanaksız geliyordu. Hangi alkol bunu yaptırırdı
ki? Hem de altısına birden. Sonunda boş dairede dolaşmaktan başı
döndü. Şimdilik yapacak bir şey yoktu.
Nezih dairenin ışıklarını kapatıp kutuyla yavaşça aşağıya,
kalorifer dairesine indi. Kutuyu karanlıkta güvenli bir yere sakladı.
Apartmanın girişindeki hole çıktı. Akşam karanlığı çökmüş herkes
evine gitmişti. Nezih holdeki kapıcı masasına çöktü ve düşünmeye
8
9. başladı. “Eğer bu kutunun sahibi onu sakladıysa, kaybettiğini
anladığında mutlaka gelir” diye düşündü.
Nakliye şirketinin amelelerine gidemeyeceğine, diğer ofis
çalışanlarına da soramayacağına göre geleceği tek yer eski ofisi,
kayıp eşyayı soracağı tek kişi de kendisiydi.
“Peki ya gelmezse?”diye düşündü. O zaman ne yapacaktı?
Firmanın patronuna mı götürüp vermeliydi? En doğrusu götürüp
polise teslim etmek gibi görünüyordu aslında.
Sonunda yorgunluktan ve stresten başı zonklamaya
başlayınca Nezih gidip yatmaya karar verdi. En güzeli, yarın dinç
kafayla düşünmekti.
Ertesi gün Nezih dinlenmişti. Sabah temizliğini yapmış, İzak
beyin sabah alışverişini de bitirmiş, bina girişindeki masasında
gazete okuyordu. Günlerden cumaydı. Hafta sonu çoğu şirket
çalışmadığından bugün en sevilen günlerden biriydi.
Turizm firması bugün kalan eşya var mı diye bakmaya
gelirdi ama Nezih, kutunun sahibinin henüz ortaya çıkmasını
beklemiyordu. Kutunun kayıp olduğunu anlaması için henüz erkendi.
Birkaç gün içinde tüm eşyalar açıldığında ve tamamen
yerleştiklerinde anlaşılacaktı durum.
“Günaydın Nezih bey!” Nezih kafasını kaldırınca firmanın
müdürü Rafet'i karşısında gördü.
“Günaydın Rafet bey.”
“Geride kalan var mı diye ofisi bir kontrol edeceğim.”
Fotoğraflardaki altılıdan biri gelmişti işte.
“Güle güle oturun. Yeni ofise yerleşebildiniz mi bari?”
“Sağ olun. Hemen hemen.” Rafet bey boş ofise çıktı. Birkaç
dakika sonrada bir şey sormadan eliyle selam vererek binadan çıktı.
9
10. “Acaba bu mu?” Nezihin gözüne hepsi de şüpheli
görünüyordu. Hatta belki de o altı kişinin haricinde başka biri de
çekmiş olabilirdi fotoları.
Böylece Nezih günlük işleriyle uğraşıp işi zamana bıraktı.
Bu arada Ne Orhan ustaya ne karısına kimseye bundan söz etmedi.
Pazar günü hava oldukça güzeldi. Nezih apartmanın hemen
önüne sandalyesini çıkarmış gazetesini okuyor bir yandan da çayını
yudumluyordu. Birden yanında birinin durduğunu fark etti. Bu Rafet
beydi.
“Ne haber Nezih bey? Pazar keyfi mi yapıyorsun?”
“Sağ olun Rafet bey. Kendi halimde oturuyorum işte.
Hayırdır? Pazar günü ne işiniz var böyle?”
Rafet beyin gerginliği fark ediliyordu. “Bir şey soracaktım.
Ofiste hiç ufak bir kutuya rastladın mı? Taşınma esnasında bizden
biri kaybetmiş de...”
Nezih adamını bulduğunu hissediyordu.
“Hayır rastlamadım. Dün siz kontrol etmediniz mi?
“Ettim de belki sen daha önce bulup kenara ayırdıysan diye
sorayım dedim.”
Nezih böyle bir konuşmayı planlamamıştı ama şimdi
kelimeler kendiliğinden ağzından dökülüyordu işte.
“Hayırdır ne kutusu? Kiminmiş?”
“Bilmiyorum bana da öylesine söylediler. Kimin
olduğunu sormadım.” Rafet beyin canının iyice sıkıldığı yüzünden
belliydi. Bir şeyler daha söyleyip selam verip gitti.
İçinden bir ses ona susmasını söylemiş o da bu sese uymuştu.
Bu işin nereye varacağını bilmiyordu ama şimdiye dek doğru
davrandığına kanaat getirdi. Çıkarıp fotoğrafları verseydi ve herif de
kötü niyetli piç kurusunun tekiyse o zaman ne olacaktı? Belki de
bunlarla şantaj yapıyordu kadınlardan birine. Ya da hepsine.
10
11. Yakmak geldi aklına. Sorun kökünden çözülürdü o zaman.
Kimse bir şey ispat edemez, şantaj yapamaz, kirli çamaşırlar ortadan
kalkmış olurdu. Nezih kararını vermişti. İlk fırsatta onları yakıp yok
edecekti. Yine de bunu bu güzel Pazar günü yapması şart değildi.
Nezih kararını vermiş olmanın rahatlığıyla gazetesine döndü tekrar.
Hafta her zamanki gibi başladı. Öğlene dek apartmanın
işleriyle vakit geçirdi. Öğleden sonra İzak bey onu çağırıp bazı
faturalar verdi. Son günü gelip ödenmesi gereken faturalar. Nezih
son güne bıraktığı için, bunlara bankadan otomatik ödeme talimatı
vermediği için İzak beye içten içe küfrederek yola koyuldu.
Faturaları ödeme işi oldukça uzun sürmüştü. Sonunda hepsini
halledip tekrar apartmana doğru yola koyuldu. Sigarasını içip ağır
ağır yürüyor, gelen geçene bakıyordu. Birden oldukça alımlı bir
kadın gördü ve o anda aklına fotoğraflar geldi. Bugün ilk fırsatta
onları yok etmeye karar verdi.
Binaya iyice yaklaşmıştı ki kalabalığı fark etti. Hemen
apartmanın önünde toplanmış bir kalabalık vardı. Bir de polis aracı.
Polis aracının ışıkları yanıp sönüyordu. Bir olay olmuştu besbelli.
Tam da kendi binasının önünde. Belki de apartmanla ilgiliydi ve
kapıcı ortalıkta yoktu. Midesinin büzüldüğünü hissetti Nezih ve
adımlarını sıklaştırdı.
Kalabalığın içinde tanıdık yüzler de vardı. Orhan usta,
güvenlik görevlisi Recep, binadan birkaç kiracı. Taşınan turizm
firmasından, fotoğraftaki insanlar… Ve müdürleri Rafet. Rafet onu
görmüştü ve yüzünde garip bir ifade vardı. Sonra Rafet'in yanındaki
takım elbiseli adamı fark etti. Adam Rafet'in kendisine baktığını
görmüştü ve kalabalığın içinden hızla kendisine doğru yürümeye
başladı.
“Sen buranın kapıcısı mısın?”
11
12. “Evet, siz kimsiniz?” Tüm gözleri üzerinde hissediyordu.
Şimdi her kafadan bir ses çıkıyordu. Turizm firmasının çalışanı olan
kadınlar bağırıp sinirli sinirli bir şeyler söylüyorlardı. Tam bir
curcunaydı.
“Ben Asayiş Şube'denim. Buraya neden geldiğimizi biliyor
musunuz?” Nezih ne diyeceğini bilemiyordu. İçten içe, bunun
fotoğraflarla ilgili olduğunu hissediyordu ama şimdilik bir şey
söylememenin en iyisi olduğuna karar verdi.
“Hayır, memur bey. Hayrola?” Yalan söylediğimi anladı
diye düşündü.
“İfadenizi almak için karakola kadar gelmeniz gerekiyor.
Şuradan lütfen!” Polis kaldırımın kenarındaki aracı işaret ederken bir
eliyle de hafifçe onu yönlendiriyordu. Bu arada turizm şirketi
çalışanları da polis araçlarına bindirilmişti.
Nezih filmlerdeki gibi sorgulanacağını sanıyordu. Karanlık,
zindan gibi bir yerde, yüzüne çevrilmiş ışıklar altında. Oysa onu
geniş ve havadar bir odaya soktular. İçeride üç polis memuru,
masalarının başında çalışıyordu. Nezihi kendisini getiren sivil polisle
buraya girdi. Sivil polis onu masalardan birinin yanına oturttu.
Bilgisayarın başında ifadeyi yazacak polis hazır bekliyordu. Sivil
polis de yandaki masanın üzerine yavaşça çöktü.
“Benim adım Mesut. Asayiş Şube'denim.” Nezih sessizce
başını salladı. Üniformalı polis ağızdan çıkan her şeyi tıkır tıkır
seslerle bilgisayara yazıyordu.
“Olay şu; “Rafet bey taşınma esnasında özel bir eşyasını, bir
kutuyu kaybetmiş. Bulamayanıca ofistekilere sormuş. Onlar da buna
biraz takılmak istemişler. Sanki bulmuş da saklıyormuş gibi
yapmışlar. Şaka yapmışlar yani. Ancak Rafet bey sinirlenip
köpürünce olay ciddileşmiş. Ortam gerildikçe daha da paniklemiş ve
kutuda olanları söylemiş. Yılbaşı fotoğrafları! Sanırım bir yılbaşı
12
13. partisinde çekilmiş uygunsuz fotoğraflar söz konusu. Diğerlerinin de
bildiği bir şey yani. Ancak diğerleri bunları imha ettiğini sanırken
aslında etmediği de ortaya çıkmış. Böylece ofiste fırtına kopmuş.
Hepsi de bunun gırtlağına sarılmış. Kısacası hepsinin de ortak bir
sırrı varmış ve diğerleri Rafet beyin fotoğrafları hala sakladığından
habersizmiş.”
“Rafet beyin dediğine, içinde özel eşyalarının olduğu kutusu
kayıpmış. Ancak içinde fotoğraf falan yokmuş. Kutuyu kaybettikten
sonra üzerine bir de diğerleri dalga geçince, onları kızdırmak için
böyle söylemiş.”
Nezih belli etmemeye çalışsa da bu bahaneye cidden şaşırdı.
Yalanı bayağı iyi düşünmüştü herif.
“Ama diğerleri farklı bir şey anlattı. Bir yılbaşı akşamı ofiste
kendi aralarında parti yapmışlar. Bu Rafet, parti sırasında gizlice
içkilerine ilaç karıştırmış. Böylece parti, toplu seks partisine
dönüşmüş. Alkolün etkisiyle şakasına yapmış bunu. Bu arada
fotoğraflar da çekmiş. Ertesi gün toplanıp konuşmuşlar ve olayı
unutmaya karar vermişler. Bu arada fotoğrafları ondan alıp imha
etmişler. Ancak anlaşılan adam da birer kopyası daha varmış. Tabi o
bunu inkâr ediyor.”
“Taşıma şirketinin işçileri ve bir de sen yardım etmişsin
taşınmaya. Sana sormuş ama görmediğini söylemişsin. Ama Rafet
ısrarla seni suçluyor. Diğerleri de ortada böyle bir kutu ve fotoğraflar
varsa öğrenmek istiyor. Şimdi bak kardeşim! İnsanlık hali. Şeytana
uyup alabilirsin. Aldıysan ve içinde böyle bir şey varsa başın büyük
dertte. Üstelik bu sapık herifi de korumuş olacaksın.
“O kutuyu sen mi aldın?” Nezih ilk kez odadaki tüm
polislerin bakışlarını üzerinde hissetti. Kendini gazete manşetlerinde
görür gibi oluyordu. “Sapık Kapıcı!”
13
14. Rafet şerefsizi birden tüm suçu üzerine yıkıvermişti. Peki
diğerleri ne olacak? İstemeden bu herifin oyununa gelmişlerdi ve
anlatırsa hepsinin de hayatı mahvolacaktı. Anlatmazsa bu herif elini
kolunu sallaya sallaya bu işten sıyrılacaktı. Sonunda kararını verdi.
Kendisine göre en doğru olanı yapmak zorundaydı. Yavaşça
boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.
O gün apartmanın her zamanki günlerinden biriydi. Nezih
apartmanın işleriyle koşturup durmuştu. Öğlen olmak üzereydi.
Sonunda masasına oturup bir sigara yakma fırsatı bulmuştu. Orhan
ustaya baktı. Orhan usta garson Aykut'la birlikte simit arabasının
başında hararetli hararetli bir şeyler konuşuyordu. Nezih polislere bir
şey görmediğini söylemişti. Olay da böylece kapanmıştı. Aradan bir
hafta geçmişti. İzak beye de Orhan ustaya da eşi Fatma'ya da aynı
şeyleri anlatmıştı. Yani neredeyse hiçbir şey. Sonunda konu yavaş
yavaş gündemden düşmüştü.
Nezih şişmiş olan sağ eline baktı. Hafifçe zonkluyordu eli.
Bazen çalışırken böyle kazalar olur işte. Eline sürdüğü kremin
mentol kokusunu hissetti. Derin bir iç çekip gazetedeki habere
döndü.
Bir hafta önceydi. Karakoldan döndüğü günün hemen ertesi
günüydü. Mesai saati bitmiş insanlar iş yerlerinden evlerine
dağılıyorlardı. Arka sokaktaki turizm şirketinin çalışanları da öyle.
Herkes birbirine iyi akşamlar dileyerek yoluna gidiyordu. Bunların
arasında müdür Rafet bey de vardı.
Rafet bir alt sokağa inip otoparka girdi, arabasıyla yavaş
yavaş evine yollandı. Şirinevler’de bir yerdeydi evi. Sonunda bir
apartmanın önüne park etti arabasını.
Apartmanın dış kapısı binanın yan tarafındaydı ve bir dizi
merdivenden çıkarak ulaşılıyordu. Rafet anahtarıyla kapıyı açıp
apartmana girdi ve gözden kayboldu.
14
15. Şimdi apartmana hızlı ama temkinli adımlarla biri daha
yaklaşıyordu. Ortalık kararmaya başlamıştı artık, o yüzden uzaktan
kim olduğu belli olmuyordu. Nezih merdivenleri çıkıp binanın
girişindeki zillerde yazılı isimlere baktı bir süre. Sonra
merdivenlerden indi. Binanın yan cephesine dolanıp etrafa göz attı.
Sonra da yine temkinli adımlarla geldiği gibi oradan ayrıldı.
Ertesi akşam Rafet aynı şekilde arabasını sokağa park etti.
Binanın merdivenlerine doğru yürürken birinin sessizce yaklaştığını
fark etmedi. Başının hemen arkasına inen sert darbeyle bir anda
gözleri karardı, dizlerinin bağı çözüldü.
Nezih adamı hızla binanın daha kuytu olan yan tarafına
taşıdı. Şansına kimse onları görmemişti ya da en azından bağıran
falan olmamıştı. Rafet inliyordu. Bilinci yerindeydi hala. Nezih
adamı balkonlardan birinin altındaki kuytuluğa çekti. Rafet bir şeyler
mırıldanıyordu. Ancak Nezih tek kelime etmedi. Sonraki birkaç
dakika boyunca konuşan tek şey elindeki sopa oldu.
O gece sağ elinin ağrısından pek uyuyamadı Nezih. Yine de
sorun etmedi. Kalkıp bir ağrı kesici içip bir daha yattı. Ne olduğunu
soranlara da hatırlayamadığı bir şeyler uydurdu. Aslında gerçekten
de pek hatırlamıyordu.
Üzerine bir şey düşmüş olabilirdi. Ya da bir şeye çarpmış...
Mesela alçaktaki bir balkonun beton duvarına…
Nezih dalmış olduğunu fark edip tekrar gazetesine, okuduğu
habere döndü. Haberde, birkaç gün önce Şirinevler’de saldırıya
uğrayan bir adamdan bahsediliyordu. Adam komadan yeni çıkmıştı
ancak vücudunda çok ağır hasarlar olduğu yazıyordu.
Nezih sağ elini fazla oynatmadan gazeteyi kapattı.
Oturmaktan sıkılmıştı. Orhan ustayla Aykut’un muhabbetine
katılmak için binadan çıktı.
15
16. Nezih ve Bahis Kuponu
Türk insanı için futbolun çok ayrı bir yeri vardır. Futbol tüm
Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de birçok insanın
günlük hayatının bir parçasıdır. Türkiye’nin en fazla taraftarı olan iki
takım Galatasaray ve Fenerbahçe doğal olarak en çok konuşulan iki
takımdır. Bir Galatasaray taraftarı olan Nezih de haftalık olarak
takımını TV’den takip eden ortalama bir seyirciydi.
Bunun dışında bir tutkusu daha vardı Nezih’in; iddia
oynamak. Her hafta ufak bir miktar parayla bahis oynar bazen
kazanır bazen de kaybederdi. Bu maç tahmini oyunun da fena da
sayılmazdı hani Nezih. Boş vakitlerinde günlük gazetelerin verdiği
spor ekleri onun en sevdiği ve en dikkatli takip ettiği bölümlerdi.
Sadece Türk ligi maçlarını değil İngiltere, İspanya, Almanya
liglerinin maçlarını da takip eder bazen bu liglerin maçlarına da
tahminler de bulunurdu.
16
17. Sonbaharın bu serin günlerinde liglerde hızlanmış maçlar
gittikçe heyecanlı hale gelmeye başlamıştı. Nezih apartman
girişindeki masasında oturmuş, bir gazetenin haftalık olarak verdiği
maç tahmin ekini dikkatle inceliyordu. Yan binadaki bankanın
güvenlik görevlisi Recep kapıdan kafasını uzatıp baktığında Nezih
de elinde kalem, önündeki gazete üzerinde notlar alıyordu.
“Ne yapıyorsun Nezih? Gömülmüşsün gazeteye yine.”
“Maçlara bakıyorum. Bu hafta oranlar oldukça iyi.”
Güvenlik görevlisi Recep bir Fenerbahçe taraftarıydı. Bu
yüzden doğal olarak nezihle sık sık Fener – Galatasaray atışmaları
yaparlardı. Nezihin sözleri Recebin ilgisini çekmişti.
“Demek oranlar iyi ha? Şöyle dışarı gelsene. Beraber
bakalım. Bir yandan bankayı da gözlemiş olurum bende.”
Nezih gazeteyi ve sandalyesini alıp kapının önüne çıktı.
Gazetedeki maç listeleri içinde bazılarının yanında işaretler
koymuştu Nezih. Bunlar iyi oranları olan maçlardı. Güzel paralar
getirebilecek maçlar.
“Bu hafta sizin işiniz zor benden söylemesi.”
“Niye yahu? Kiminle oynuyoruz ki biz?”
“Antalyaspor'la oynuyorsunuz. Orandan belli baksana.
Ortada bu maç. Hem Alex falan da sakat. Antalya eli boş yollayacak
sizi. Haberiniz olsun.”
“Bizim ölümüz yeter Antalya’ya. Siz kiminle
oynuyorsunuz?”
“Biz de Konya’ya gidiyoruz.”
“İyi. Mevlana gibi sizi bir güzel döndürürler sonrada geri
yollarlar.”
17
18. Nezih Recep’in bu işleri pek takip etmediğini biliyordu. Yine
de adamın sırf inadına, kendisini sinir etmek için böyle
konuştuğunun da farkındaydı.
“Yahu takip etmezsin, bilmezsin, yine de böyle konuşursun.
Madem anlamıyorsun hiç yorum yapma bari.”
“Anlamayacak ne var be? Siz bu sene bizden daha mı
iyisiniz? Hayır. Bizim Antalya’da ne kadar şansızımız varsa sizin de
Konya’da o kadar şansızın var işte.”
Nezih Recep’in sözlerini fazla önemsemedi. Her zamanki
gibi sırf inadına, can sıkmak için haybeye böyle konuşuyordu işte.
Nezih gazetede kendine göre 5 tane banko maç işaretlemişti. Biri de
Galatasaray'ın maçıydı. O gün öğleden sonra boş bir kupon alıp
işaretlediği maçları doldurdu ve gidip 3 lira yatırdı.
Nezih dönüşte az ötedeki lokantanın yemek taşıyan garsonu
Aykut’la birlikte Recebi Orhan ustanın yanında konuşurken gördü.
Elinde kuponlara yanlarına gitti. Muhabbet futboldu yine. Gerçi
Orhan usta pek fanatik değildi ama futbol konusunda arada ilginç
yorumları, tespitleri olurdu onunda. Nezih sohbete kulak kabarttı.
“Yabancı olsun birader. Türk milli takımıysa illa başında
Türk hoca olacak diye bir kanun mu var? Kaç ülkenin başında yerli
hoca var?” Orhan usta milli takım hocasına takmıştı yine.
“Yunanistan var. Sonra… Rusya var. Hepsi yabancı mesela.”
Elinde boş yemek tepsisiyle dikilen Aykut da Orhan ustayı
destekliyordu bu konuda.
Recep Nezihin elindeki kuponu işaret ederek;
“Eee? Oynadın mı kuponu? Kimlere oynadın?”
“Fenere beraberlik verdim.” dedi Nezih. Aslında Fenere
oynamıştı ya Recebe inat olsun diye söylemişti bunu.
“Yahu sana söylüyorum işte. Fener ne yaparsa Galatasaray
da aynısı yapabilir. İkisi de aynı bu sene.”
18
19. “Sen gör bak. Antalya sizi öperken biz Konya’dan galibiyet
çıkarırız.”
Böylece hafta sonu geldi, maçlar oynandı. Sonuç mu?
Fenerbahçe 2–2, Galatasaray da 1–1 beraber kalmıştı. Nezihin canını
sıkan şey beraberlik değil Recebin lafına gelmek olmuştu. Gerçi
böyle şeyler arada olurdu işte. Fazla takmaya gerek yoktu. Sonuçta
futboldan hiç anlamayan biri de kafadan atıp arada böyle
tutturabilirdi arada sırada.
Pazartesi günü Recebi bankanın önünde dikilirken gördü
Nezih. Yavaşça yanına yanaştı. Pek ilgilenmiyormuş gibi konuşmaya
çalışarak;
“Hadi bildin gene. İkisi de berabere kaldı bak.”
“E dedik sana be Nezih. Bu hafta ne var? Kiminle
oynuyorlar?”
O hafta içi Türkiye kupası maçları vardı. Yani takımlar hafta
içi de maç yapacaktı. Hafta sonunda normal lig maçları vardı. Hafta
içi oynanacak kupa maçları pek de önemli maçlar değildi.
Galatasaray da Fener de ikinci ligden birer takımla oynayacaktı.
“Siz deplasmanda Tokat spor’la oynuyorsunuz. Biz de
burada Sarıyer'le oynayacağız.”
“Alır ikisi de. Fark atarlar hem de.”
İki gün sonra Galatasaray 3, Fener de 4 farklı kazanmasın
mı? Nezih birden kuşkuya kapıldı. Yoksa Recep bu işlerden anlıyor
muydu? Yok yahu! Anlasa o kadar zamandır muhabbet ediyorlardı.
Bir şeyler söyler, yorum falan yapardı. Ama Recep futbol konusunda
öyle pek yorum yapan biri de değildi ki? Yoksa adam bu işlerden
anlıyordu da Nezih mi dikkat etmemişti?
“Yok yahu, tesadüf işte” diye düşündü. Bunlar bilinmeyecek
şeyler değil ki. Adam tahmin yapıyor, tutuyor işte. Kendisi gibi ligi,
istatistikleri takip etmiyordu ki. Oysa kendisi günlük ve haftalık
19
20. yorumları, takımlardaki sakat oyuncuları, kart cezalılarını ve daha
birçok şeyi takip ediyordu. Gerçi gündüz elinde gazeteyle
görmüyordu Recebi ama belki akşam evine gidince açıp gazetelerden
ya da Televizyondan takip ediyor da olabilirdi pekâlâ.
“Bakıyorum da sen de takip ediyormuşsun futbolu.”
“Yok yahu. Nereden? Vakit mi var sanki? Ama belli ne
olacağı.”
Nezih Recebe şöyle bir baktı. Adam gayet doğal
konuşuyordu. Hani yalan söylüyormuş ya da bir şeyleri gizliyormuş
gibi bir hali yoktu. Zaten takip ediyor, biliyor olsa her gün konuşup
duruyorlar, bunu belli ederdi. E o zaman nasıl tutturuyordu? Nezih
bir deneme daha yapmaya karar verdi. O hafta sonu hem Fener hem
de Galatasaray İstanbul’da evlerinde oynayacaktı.
“Peki, bu hafta sonu ne olur sence?”
“Kimle oynuyorlar ki?”
“Siz Kayserispor’la biz de Ankaragücü’yle oynuyoruz.”
Recep şöyle bir düşündü. Fikri sorulan insanların
ciddiyetiyle ne diyeceğini tartıyor gibiydi.
“Vallahi Kayseri bizi zorlar gibi geliyor bana. Berabere
kalabiliriz. Galatasaray yener Ankara’yı.”
“Nereden biliyorsun? Yani neye dayanarak söylüyorsun?”
“Ne bileyim Nezih? Bu işi takip eden sensin. Senin bilmen
lazım. Ben içimden geçeni söylüyorum sana.”
“Allah Allah!” diye düşündü Nezih. İçinden geçeni
söylüyormuş herif. Buna da inanıyordu açıkçası. Yani bazen bu
işlerden anlaşamasa da içinden geçen tutardı bazı adamların. Şimdi
tam iki arada bir derede kalmıştı Nezih. Kendisi o kadar takip edip
ona göre tahminde bulunurken bu adam içinden geleni söylüyordu.
Üstelik iki maçtır da biliyordu.
20
21. Peki, şimdi ne yapacaktı? Nezihe kalsa iki maça da galibiyet
oynayacaktı. Ama Recep Kayseri bizi zorlar demişti. Berabere
kalabiliriz demişti. Fenerin ne sakat oyuncusu ne de as
oyuncularından cezalısı vardı. Adamlar tam kadro çıkacaktı sahaya.
Üstelik de kendi evlerinde, kendi seyircisi önünde oynayacaklardı.
Kayseri de iyi takımdı hani tamam ama sonuçta bu şartlarda
Fenerbahçe’den kesin galibiyet bekliyordu Nezih. Kafadan sallayan,
“içimden öyle geliyor” diyen birine mi güvenilirdi yoksa bu işleri
takip eden kendisi gibi birinin fikirlerine mi? Böylece kararını verdi
Nezih.
Fenerin Kayseriyle 0–0 berabere kalıp, Galatasaray'ında 1–0
kazandığı pazar akşamı Nezih elindeki yatan kuponu hırsla yırtarken
kendine mi kızsın Recebe mi kızsın bilemiyordu. Yine de ayırt
etmeden hem Recebe hem de kendine uzun bir süre sövüp saydı.
“Hakikaten berabere kaldı Fener.”
“E sana söyledik.”
O hafta içi Türkiye kupası maçı yoktu ama hem Fenerin hem
de Galatasaray'ın Avrupa kupası maçları vardı. Fenerin durumu pek
iyi değildi; muhtemelen gruptan bile çıkamayacaktı. UEFA kupasına
katılabilirse şanslı kabul ediliyordu. Üstelik bu hafta İngiliz devi M.
United'la hem de onların sahasında oynayacaktı. Galatasaray ise
nispeten şanslıydı. Orta sıralardan bir Alman takımıyla oynayacaktı.
Hem de İstanbul’da.
“E Recep bu hafta neler olur sence?”
“Bu hafta ne vardı?”
“Siz M.United’la oynuyorsunuz. Biz de burada Schalke’yle.”
“Bizim maç nerede?”
“Deplasmanda.”
Recep birkaç saniye bir şey söylemedi. Ne diyeceğini
düşünüyordu. Nezih dikkatle Recebi inceliyordu.
21
22. “Sizi bilmem de bizimkiler yenilmez Manchester’a.”
“Yahu dalga mı geçiyorsun? Adamlar fark atar. Hem de
kendi sahalarında… Biz de burada oynuyoruz.”
“Ne olursa olsun. Bizimkiler yenilmez. Ama Galatasaray
yenebilir mi bilmiyorum.”
“Şimdi bana net cevap ver. Sence Galatasaray ve Fener ne
yapar?”
Recep eliyle çenesini ovuşturdu önce.
“Galatasaray yenilir. Fener berabere kalır.”
“Sen kafayı mı yedin?”
“Yahu ben fikrimi söyledim. Ne bileyim ben, müneccim
miyim?”
Nezih hışımla uzaklaştı Recebin yanından. Kafası karışmıştı.
Adam hiç mantıklı konuşmuyordu. Ama işin garibi tutuyordu
tahminleri. Nezih elinde kupon, masasında oturmuş ne yapacağına
karar vermeye çalışıyordu. İçinden geçen şey farklı, Recebin
tahminleri farklı şeyler söylüyordu.
Sonunda “Aman be ne kaybedeceğim ki?” diye söylenip
Recebin dediği gibi doldurdu kuponu. Sadece iki maç oynayıp 5 lira
da para bastı. O akşam zaten geç oynana maçların hiçbirini takip
etmeden yatıp uyudu Nezih.
Ertesi sabah biraz ilerideki gazete bayisine gitti. Gözlerine
inanamıyordu Nezih. Spor gazetelerinden biri çekip aldı. Manşet
Fenere ayrılmıştı; “Ada’dan Altın Puan” Fener 2–2 berabere
kalmıştı. Galatasaray’a ise sayfanın sol üst köşesinde ama daha
küçük yer ayrılmıştı çünkü Galatasaray yenilmişti; 1–2.
“Vay canına!” diye mırıldandı Nezih. Tahminden para
kazandığına mı sevinsin, Recebin yine haklı çıktığına mı şaşırsın
bilemiyordu. Geri dönerken bankaya da bir göz attı. Recep ortalıkta
22
23. görünmüyordu. Binaya girip masasına oturdu. Bir kalem çıkardı ve
hesap yaptı. Sadece iki maç için 5 lira yatırıp 80 lira kazanmıştı.
“Eee Recep? Hafta sonu ne olur?”
“Hangi maçlar var?”
“Fener Ankara’ya, Cimbom Denizli’ye gidiyor.”
“Bizimkiler bu gazla yener Ankara’yı ama Galatasaray’ı
bilmem. Denizli eli boş yollar sizi.”
“Yapma yahu? Ya Beşiktaş?”
“O kiminle oynuyor?”
“Burada Antep’le oynuyor.”
“Yener Beşiktaş.”
Nezih, Recebin tavsiyesini bu sefer hiç düşünmeden
uyguladı ve 3 maça da onun dediği sonuçları oynadı. Birkaç kez eli
gidip gelse de sonunda riske girmeye karar verdi ve 50 lira yatırdı.
Eğer kazanırsa 600 küsur lira kazanacaktı. Nezih o cumartesi ve
pazar günü hop oturdu hop kalktı. Gündüz Beşiktaş zor da olsa
Antep’i yenmişti.
Akşam Fener ve Galatasaray’ın maçı başladığında Recep
heyecandan ne yapacağını bilemez haldeydi. Arka sokaktaki kahvede
en ön sırada oturmuş maçları takip ediyordu. İlk yarılar bittiğinde
Galatasaray 1–0 önde, Fener 1–0 gerideydi. Eğer biri çıksa ve “bir
gün Galatasaray’ın önde olduğuna üzüleceksin, Fener’in önde
olduğuna da sevineceksin” dese herhalde adamın kafasında bir odun
kırar yollardı. Ama işte durum buydu. Hayatında ilk kez
Galatasaray’ın önde olduğuna kızıyor, bir yandan da “Haydi Fener,
bastır oğlum diye tempo tutuyordu.
İkinci yarı Fener önce beraberlik golünü attı sonra öne geçti.
Birkaç dakika sonra üçüncü golü de atınca kuponun tutması için bir
Galatasaray’ın yenilmesi kalmıştı geriye. Maçın sonlarına doğru
Denizli beraberlik golünü atınca kendisini sevinçten zıplarken
23
24. buluverdi Nezih. Ama içinde de bir şeyler kırılmış gibi hissetti bir
yandan. Garip bir gelgit yaşıyordu Nezih. Sonunda Denizli öne
geçtiğinde Nezih şaşkınlık, sevinç, üzüntü, utanç tüm duyguları ilke
kez bir arada yaşadığını hissetti.
“Sanki ihanet etmiş gibi hissediyorum.”
“Bilemiyorum Nezih. Bu garip bir durum tabi.” Orhan usta
ertesi gün bir yandan müşterilerine sabah simitlerini sarıyor bir
yandan da gülerek Nezihi dinliyordu.
“Takım tutmak ayrı, bahis ayrı diyeceğim ama kendi
takımına karşı bahis oynayıp kazanınca hem sevinir hem de üzülür
insan sanırım. Bilemiyorum… Böyle bir şeyi hiç yaşamadım ki. Bir
daha kendi takımının üstüne oynama sende. Başka maç mı kalmadı
sanki?”
Arka sokaktaki caminin imamı Ali hoca caminin kapısı
açıyordu. Az sonra öğle ezanını okuyacaktı. Birden yanında Nezihi
görünce şaşırdı. Nezih Cuma namazı dışında camiye pek uğramazdı
çünkü. Birden Nezihin elinde duran parayı fark etti. Nezih parayı ona
uzatmış duruyordu.
“Hayrola Nezih? Bu da ne böyle?”
“Al hocam. Camiye bağış.”
Ali hoca camiye bağış için her Cuma cemaatten para yardımı
ister, 3–5 lira kim ne verirse toplardı. Ali hoca paraya baktı. Daha
önce 645 lira veren hiç olmamıştı. Nezihi tanırdı Ali hoca. Onun
kapıcılık yaptığını da ve bu kadar para verebilecek biri olmadığını iyi
bilirdi.
“Nezih sağ ol Allah razı olsun senden ama nereden geldi bu
para?”
“Hıyarın biri para derdine düşüp takımını sattı hocam.
Oradan geldi. Ama yaramadı işte. Boğazına takıldı kaldı. Bari
caminin işine yarasın.”
24
25. Söylediklerinden bir şey anlamasa da Nezihin bir karış
suratından daha fazla soruya gerek duymadı Ali hoca.
Nezih apartmana dönerken kendini daha iyi hissediyordu. Ne
giden 50 lira ne de kazandığı 645 lira aklındaydı şimdi.
25
26. Banka Soyguncuları
Nezih sürekli kâbus gördüğü kötü bir gece geçiriyordu.
Yatarken de canı sıkkındı ya neye sıkkın olduğunu kendisi de
bilmiyordu. Kâbusların biri bitiyor biri başlıyordu. Bir ara koca bir
dev gördü Nezih. En az yirmi metre boyunda kel kafalı iri bir dev.
Uzak doğuluların “Mutlu Buda” heykeli dedikleri tombik, kel kafalı
heykel gibi bir şey.
Dev Taksim meydanında belirivermişti birden. Herkes
kaçışıyordu. O koca meydanda belki yüzlerce, binlerce insan varken
dev bizim Nezihi gözüne kestirmesin mi? Koca bacaklarıyla “Güm!
Güm!” diye dev adımlarla Nezihin peşine düşüvermişti dev. Nezih
korkuyla cumhuriyet caddesi boyunca Harbiye’ye doğru kaçırıyordu.
Tabanları topuklarına vururcasına koşuyor, bir an önce apartmana
varmaya çalışıyordu ama ne kadar çabalarsa çabalasın ağır
26
27. çekimdeymiş gibi yavaş ilerliyordu. Bu arada dev gök gümbür
gümbür adımlarıyla ona hızla yaklaşıp arayı kapatıyordu.
Rüya bu ya, apartmanın önüne kadar geliyordu Nezih. İşte
Orhan usta orada, simit arabasının yanında olanları sanki görüp
duymuyormuş gibi dikiliyordu. Dev ensesinde, konuşacak vakit yok.
Nezih hızla yanına geçip apartmanın kapısına varıyordu ama birden
kapının kilitli olduğunu fark ediyordu. İttirip kaktırıyor ama kapı
açılmıyor işte. Dev “Güm! Güm!” ayak sesleriyle yaklaşıyordu.
Sonunda dev, büyüklüğünden beklenmeyecek kadar ufak elleriyle
omzundan kavrayıverdi Nezihi.
Nezih haykırarak uyandı. Karısı Aysel omzundan tutmuş onu
sakinleştirmeye çalışıyor, bir şeyler söylüyordu. Nezih omzundaki
elden kurtulup şöyle bir bakındı etrafına.
Aysel de korkmuştu tabi. “Nezih bir gürültü geliyor bir
yerden” dedi. Nezih ter içinde kalmıştı ama o nalet “Güm! Güm!”
sesini hala duyuyordu işte. Kulak kabarttı. Evet, ses gerçekten vardı
ama gecenin bu saatinde bu da neyin nesiydi? Hem de yakında
geliyordu.
“Allah, Allah!” diye söylendi. Başucundaki saate baktı.
Sabah karşı 4 civarıydı. Kalktı yataktan, daha bir dikkatle kulak
kesildi. Sanki üstlerinden geliyordu ses. Üstlerinde ne vardı?
Üstlerindeki daire birkaç aydır boştu. Aysel de enikonu uyanmış,
yatakta oturmuş, korkulu gözlerle Nezihe bakıyordu.
“Biri tamirat falan mı yapıyor diyeceğim ama bu saatte
mümkün değil” diye mırıldandı. “Ben bir dışarı bakıp geleyim” dedi.
Odadan çıkıp sırtına montunu giyerken Aysel de peşi sıra geliyordu.
“Sen burada bekle!” deyip dışarı çıktı. Gümbürtü ara ara dursa da
devam ediyordu.
Nezih dışarı, apartmanın girişine çıktı. Ses burada daha az
duyuluyordu. Demek ki arka taraftan geliyordu. Tekrar içeri girip
27
28. arka taraftaki bahçesine dolanırken yine kısa süreliğine duruverdi
gümbürtü. Nezih arka bahçeye çıktı. Sessizce ilerleyip ağaçların
dibine kadar gitmişti ki yine başladı. O an da arkasına dönen Nezih
birden görüverdi.
Karanlıkta iki adam hemen yandaki dairenin üstünde
dikilmiş duruyordu. Burası birinci kat olduğundan apartmanın
yaklaşık 10 metre arkasına doğru taşan daireydi… Birden kafasında
şimşekler çaktı. Burası, yanlarındaki bankanın arka bölümüydü.
Adamların durduğu yer de onun düz, beton çatısıydı. Birinin elinde
koca bir balyoz vardı ve durup soluklandıktan sonra kaldırıp yere
indirmeye başlamıştı yine.
Nezih bir an olduğu yerde durup ne yapacağını düşünmeye
başladı. Seslenip bağırsa ve hırsızlar da silahlıysa ne olacak?
Seslenmeyip yavaşça geri, dairesine gidip, sonra da polisi aramak en
doğrusuydu.
Ama ya kendisini görürlerse? Buraya çıkarken şans eseri
görmemişlerdi ama ya şimdi görürlerse? Nezih düşündü. Bu arada
gümbürtü yeniden başlamıştı. Etrafına bakındı. Bir Allah'ın kulu da
duymuyordu işte.
Yapılacak başka bir şey yoktu. Bağırıp kaçırabilirdi ama
nereden kaçacaklarını bilmiyordu. En yakın yer kendi dairesinin şu
an açık olan bahçe kapısıydı. Oradan kaçarken evine girmelerini
düşünemiyordu bile. Hem üstüne de saldırabilirlerdi. Bankayı
soymayı göze alan adamlar bundan mı korkacaktı? Hayır, yine en
doğrusu görünmeden yavaşça içeri girip sonrada polisi aramaktı.
Nezih sessizce yürümeye başladı. Önünde kapıya kadar yaklaşık 15
metre vardı. Tam yolu yarılamışken adamlardan biri hareketi gördü
ve sinirli sinirli genizden gelen sesle diğerlerine bir şeyler fısıldadı.
“Gördüler” diye düşündü Nezih ve tabanları yağladı. Tam kapıya
varmıştı ki güm! diye bir ses duydu. Biri bahçeye atlamıştı.
28
29. Korkudan kalbi duracak gibi oldu Nezihin. Bacakları karıncalandı
ama düşmedi. İçeri girip tam da kapıyı kapattığı an da kapı
gümbürtüyle sarsıldı. Kapıya yüklenen adam bir saniyeyle geç
kalmıştı. Hemen kilidi çevirdi Nezih. Kalbi deli gibi atıyor, soğuk
soğuk terliyordu.
Üçü de bahçedeydi şimdi ve fısıldaşıyordu. Arkadan
Aysel’in yarı ağlamaklı korkuyla bir şeyler söylediğini duydu.
Gözlerini kapıdan ayırmadan geri geri koridora geldi. Aysel zaten
cep telefonunu elinde tutuyordu. “Aferin kız!” diye düşündü.
Telefonla polisi ararken hızla mutfağa girip koca bir bıçak aldı.
“Yüzlerini görebildiniz mi?”
“Hayır, karanlıkta göremedim hiçbirini.” Adamlar Nezih
daha polisi ararken kirişi kırmıştı. Günün ilk ışıkları ortalığı
aydınlatırken Nezihin bahçesi de polisler ve bankanın görevlileriyle
doluydu. Bunların arasında bankanın güvenlik görevlisi Recep de
vardı. Nezih ve Recep beton çatıya çıktılar.
“Neredeyse delmişler.” Yumruk büyüklüğünde delik vardı
çatıda. Gerçekten de delmişlerdi ama genişletmeye zaman
bulamamışlardı.
“İyi de alarm falan yok mu yahu sizin bankada?”
“Var canım, olmaz mı? Çalmamış ama”
“Salak herifler.” dedi Recep, şiş gözlerle şaşkın şaşkın
bakıyordu. O da bir şey anlamamıştı. Sonunda polis işini bitirmiş,
karakolda Nezihin ifadesini alıp bırakmıştı. Nezih binaya dönerken
cebi çalmaya başladı. Arayan apartman yöneticisi İzak beydi.
“Nezih ne oldu?”
“İfade verdim İzak bey, şimdi geliyordum apartmana.”
“Yanıma uğra da ne olduğunu bir anlat bana da” Nezih en
üst kata İzak beyin yanına çıktı. Kapıyı her zaman olduğu gibi eşi
Sofi hanım açtı. Müzik setinden kısık sesle klasik müzik sesi
29
30. geliyordu. İzak bey salonda geniş pencerelerin önünde oturmuş
sabah gazetesini okuyor bir yandan da bitki çayını içiyordu.
Gazetesini indirip bir kenara koydu. Nezihe karşısındaki kanepeyi
işaret etti. Nezih geçip rahatsızca oturdu antika kanepeye.
“Anlat bakalım ne oldu?” Nezih olanı biteni anlattı. İzak
beyin kaşları çatılmıştı.
“Bu adamlar salak mı be?”
“Ben de aynısını düşündüm. Bankanın alarmını falan
bilmiyorlar mı diye.”
“Bu işte bir bit yeniği var Nezih. Dikkatli ol. Bunlar kesin
buralardan bir yerden. Belki de bu binadan ya da bankanın içinden.
Yarın bir daha gelir bunlar, gör bak.”
“Allah korusun efendim. İnşallah gelmezler”
“Sen gözlerini dört aç yinede”
Nezih aşağı indiğinde Orhan usta, Recep, garson Aykut
kapının önünde dikilmiş hararetle konuşuyordu. Nezih kapının önüne
çıkınca etrafına sardılar hemen.
“Var mı bir gelişme?” diye sordu Recep.
“Yok yahu, ne olsun? İzak beyle konuştum. Kesin bu
çevreden birileri dedi.”
“Bak bu hiç aklıma gelmedi” dedi Orhan usta. Bu fikir ona
mantıklı gelmiş gibiydi.
“Tabi, biliyorlar demek ki arka tarafı falan. Keşif yapmışlar
adamlar” dedi Aykut. “Arkadan senin bahçeye oradan da yan tarafa
tırmanmışlar.”
Bahçenin ucundaki duvar diğer binalarla komşuydu. Oradan
yol falan geçmediğinden gelip geçen bahçeyi göremezdi. Anca
binalara girip de bu tarafı seyretmeleri gerekiyordu ki bu da dikkat
çekerdi. Demek kesin buraları, bahçeyi falan bilen biriydi hırsızlar.
30
31. “Neyse zaten delip içeri girseler alarm çalışacakmış. Belki de
daha iyi olurdu. Adamlar yakalanırdı o zaman.”
“Doğru” dedi Recep. “Alarm çalışınca birkaç dakikada
polisler gelirdi. Gizli alarm olduğu için ses de çıkmıyor. Adamların
ruhu duymadan polisler bunları enselerdi.”
“Neyse, bir daha gelmezler inşallah.”
Böylece herkes işine döndü ama Nezih hala diken
üstündeydi. İçinden bir ses dikkatli olmasını, bu işin devam
edeceğini söylüyordu. Nezih de birkaç gün tedbirli davranmaya karar
verdi.
Banka yönetimi hemen o gün bankanın arka tarafındaki o
beton çatının üzerindeki değil kapatıp çatının etrafına da ucu sivri,
demir çubuklar yaptırdı. Nezih de bahçeye açılan kapıya koca bir
asma kilit alıp taktı. Kapının hemen yanına da şöyle ele gelir, kalın
ve sağlam bir sopa koydu.
Aradan birkaç gün geçti. Hiçbir şey olmadı. Ortalık
durulmaya başlamıştı. Etraftaki ya da o semtteki başka yerlerden de
hiç hırsızlık girişimi haberi gelmedi. Nezih yine de birkaç gün tetikte
bekledi. Dairenin bahçeye açılan kapısına kocaman bir asma kilit
alıp takmıştı. Kapının hemen yanına da şöyle sağlam bir meşe odunu
koymuştu. Gece ara ara uyanıp etrafa kulak kabartıyordu ama hiçbir
şey olmadı. Bir haftanın sonunda artık geride kalmış bir olaydı.
O gece Nezih gece aniden uyandı. Dikkat kesilip dinlemeye
başladı. Tek duyduğu karısı Yasemin’in hafif horultusuydu. Onun
dışında çıt bile çıkmıyordu bile. Biraz rahatladı ama yinede uykuya
dalamadı. Ters giden bir şey vardı sanki. Sonunda içini rahatlatmak
için kalkıp bakmaya karar verdi. Başucundaki saat gece yarısı üçü
geçtiğini gösteriyordu. O kalkınca zaten diken üstünde olan karısı da
uyandı.
“Ne oldu Nezih? Bir şey mi duydun?”
31
32. “Yok bir şey. Sadece bir kontrol edeceğim.”
“İyi dikkat et!” dedi Aysel ve tekrar uykusuna döndü.
Nezih sırtına bir şeyler geçirip arka bahçeye açılan kapının
yanına gitti. Kilidi açtı. Duvara dayalı sopayı da alıp bahçeye çıktı.
Alışkanlıkla hemen yan taraftaki beton çatıya dikti uykulu gözlerini.
Elbette hiç kimse yoktu. Ortalık tamamen sessizdi. Hem artık beton
çatının kenarlarında, ucu sivri demir çubuklar vardı.
Ağzını açıp şöyle bir esnedi. Bahçesindeki ağaçlara baktı bir
süre. Aklına bir sigara yakmak geldi ama sonra uyku daha tatlı geldi.
Dönüp dairesin girerken son kez başını çevirip yan tarafa baktı.
O an da cılız bir ışık dalgası beton çatıdan gökyüzüne
yansıyıp geçti. Nezih önce gördüğünün gerçek mi yoksa göz
aldanması mı olduğunu anlayamadı. “Uyku sersemi hayaller mi
görüyorum şimdi?” diye düşündü.
Başı o tarafa dönük öyle kaldı bir süre. Hiçbir şey yoktu. Bir
yansımaydı belki de.
Yavaşça içeri girip terliklerini çıkardı. Yumuşak tabanlı
lastik bir ayakkabı giydi. Cep telefonunu da yanına almaya karar
verdi. Şöyle bir göz atıp emin olacaktı, hepsi bu.
Ses çıkarmadan bahçede ilerledi. Banka duvarının dibinde
durduğunda ip merdiveni görüverdi. Karanlıkta durup beton çatıdan
aşağı sarkan ip merdivene baktı bir süre. Zihni uyanmıştı artık. Olayı
anlamaya, bir açıklama bulmaya çalışıyordu.
“Ustalarındır. Ya da bankanın… Belki de hırsızlardan kalma.
Bir haftadır duruyordur burada.” Yukarı baktığında demir
çubuklardan 3 tanesinin ortalarında oyuk olduğunu fark etti.
Karanlıkta yandan görünmüyordu bu.
Nezih cep telefonunu montunun iç cebine koydu. Sopayı da
sırtına, montunun içine sokup yukarı dikkatlice tırmandı. Demir
çubukların arasındaki oyuktan çatıya çıktı. Kesilen 3 parça demir
32
33. çatıda yerde duruyordu işte. Gözlerine inanamadı. Kapatılan delik
yeniden açılmıştı. Balyoz yerde duruyordu. Bir de deliğin etrafında
yere saçılmış, karanlıkta ne olduğunu pek seçemediği beyaz, tepsi
gibi bir şeyler vardı.
Birine eliyle dokundu. Bu kalın bir strafordu. Ortası balyoz
darbelerinden ezilmişti. “Vay canına!” diye mırıldandı. Tam o sırada
aşağıdan bir ışık yansıyıp geçti. Nezih telaşla kendisini geriye attı
ama başka bir ışık ya da hareket olmadı.
“Aşağıdalar, bu kesin.” diye düşündü. İyi de alarm ne zaman
çalacaktı? Belki de çalmıştı. Gizli alarm vardı beklide. Filmlerdeki
gibi. O zaman polislerle güvenlikçi Recep az sonra gelirlerdi.
Nezih sessizce demir çubukların arasındaki boşluktan
süzülüp, ip merdivenden aşağı indi. Bahçeden geçip kapının yanında
durdu. Bu çok garipti. Burası merkezi bir yerdi. Alarm verildiyse
Taksim’den ya da Şişli’den polisin gelmesi en fazla bir dakika
sürerdi. Ama ortalıkta ne gelen ne giden vardı. “Ulan alarm çalmadı
mı yoksa?” Birden soğuk soğuk terlediğini hissetti. Bir şeyler
yapmalıydı.
Telefonu çıkarıp Recebi aradı hemen. Recep uykulu uykulu
açtı.
“Recep benim Nezih.”
“Alo? Alo?” Nezih fısıltıyla konuşuyordu mecburen. İçinden
Recebe küfrederek sesini biraz daha duyulur bir şekilde;
“Benim ulan benim. Nezih. Beyza apartmanından. Yüksek
sesle konuşamıyorum.”
“Hayrola Nezih?” Recebin sesi birden düzelmişti, uykusu
açılmıştı adamın.
“Sanırım bankaya girdiler. Ama alarma falan çalmadı. Polis
falan da görünmüyor. Ne yapacağım şimdi?”
33
34. “Ben hemen geliyorum” Telefondaki gürültüden Recebin
apar topar kalktığı anlaşıyordu.
“Sen gelen kadar giderlerse ne olacak?”
Şimdi Recepte olayın şokundan fısıltıyla konuşuyordu.
Nezih bir halt duyamadı.
“Duyamıyorum. Sen neden fısıldıyorsun be adam?”
“Pardon ağabey. Eğer çıkarlarsa karışma sakın. Silahlı
milahlı olabilirler. Yüzlerini iyi görmeye çalış.”
Nezih beklerken zaman sanki yavaşlamış gibiydi. Aklından
bin bir türlü şey geçiyordu ama ne yapacağını bir türlü bilemiyordu.
Hırsızların çatıya çıkmalarını bekliyordu ama ya onların hiç acelesi
yoktu ya da zaman kendisi için bir türlü geçmek bilmiyordu.
Birden telefonun melodisiyle yerinden sıçradı. Kalbinden
vurulmuş gibi olmuştu. Küfrederek telefonu kapadı hemen. Arayan
Recepti. Hemen geri aradı.
“Kapının önündeyim” Gelmişti Recep.
Nezih son kez çatıya bakıp hemen içeri girdi. Aysel de kızı
da mışıl mışıl uyuyordu. Koridordan geçip diğer kapıdan binanın
içine çıktı. Recep kapının önünde giyinmiş, belinde silah dikiliyordu.
Nezih apartmanın demir kapısını açtı.
“Polisleri aramadım. Önce bir emin olalım.”
“Lan ne emin olması. Herifler orada işte. Hatta belki de çıkıp
gittiler.”
“Tamam, sakin ol. Gidelim hadi.” Recep silahını çekti
belinden. Nezih bunu görünce işin ciddiyetini daha bir kavradı.
Birlikte Nezihin dairesinden geçip arka tarafa bahçeye çıktılar.
Ortalıkta kimse yoktu. Recep silahı iki eliyle tutmuş, gözü ilerideki
çatıda arkasında Nezihle ilerledi. Silahı kılıfına sokup merdivenden
çıktı. Nezih de peşinden tırmandı.
34
35. Recep şöyle bir etrafına bakındı. Sonra başını delikten
dikkatle uzatıp aşağı baktı. Birkaç saniye sonra bir el feneri ışığı
aşağıda parlayınca hızla geri çekildi. Nezihin yine yüreği ağzına
geldi ama bir gürültü olmadı.
Recep deliğin yanında çömelmiş bir eliyle de üzgün bir
şekilde ağzını kapatmıştı. Recebin üzgün hali bir başkaydı şimdi. Bir
tuhaflık vardı. Recep bir elini üzgün bir şekilde sallayarak Nezihe
doğru eğildi. Fısıltıyla; “Aşağıdaki bizim müdür” dedi.
Nezih ağzı bir karış açık kalakaldı.
“Diğerini göremedim.” Nezih şaşkınlığı üzerinden atmaya
çalışarak;
“Emin misin? Benzetmiş olmayasın?” dedi.
Recep eminim der gibi üzüntüyle başını salladı. Sonra da
eliyle aşağı inelim işareti yaptı.
Aşağı inip bahçeden sessizce yürüyüp daire kapısına
vardılar. Recep kapıdan içeri girdi. Telefonunu çıkarıp polisi aradı.
Kısaca durumu söyleyip adresi verdi. Nezih bu sırada hala çatıyı
gözlüyordu. Recep dışarı çıktı. Fısıldayarak;
“Az sonra gelirler” dedi. Ama tam o sırada çatıda biri
göründü. Adamlar dışarı çıkıyordu. “İşte şimdi yandık” diye düşündü
Nezih. Polis yetişemezdi. Telaşla Recebe döndü. O da görmüştü.
“Şimdi ne yapacağız?” recep cevap vermedi bir süre. Bakmayı
sürdürüyor bir yandan da düşünüyordu. “Yakalayacağız” diye
fısıldadı. “Başka çare yok.” Nezihin eli ayağı buz kesmişti.
Çatıya delikten iki kişi daha çıktı. Üçü de koyu renk
montluydu. Bezden yapılma ufak bir çuvalı da yanlarında
çıkarmışlardı.
“Şimdi beni dinle.” Recep iri iri açılmış gözlerle Nezihe
baktı. “Ben kıpırdamayın! diye bağırıp fırlayacağım. Sen arkamda
35
36. kal. Silah tutuyormuş gibi iki elini de doğrult” Recep iki elini
birleştirip silah tutuyormuş gibi yapıp Nezihe gösterdi.
“Çok dibimde durma ama. Biraz arka da kal. Anladın mı?
Korkutup içeride tutmamız lazım onları” Nezih başını salladı.
Çatıdakilerden en öndeki, demir parlaklığın arasından ip
merdivene yönelirken Recep de silahını çekti. Sonra fırladı.
“Kıpırdamayın! Olduğunuz yerde kalın!” Recebin sesi
gecenin sessiz karanlığında çınladı. Adamlar oldukları yerde donup
kaldı bir an. Recebin birkaç metre arkasından da Nezih iki elini silah
tutuyor gibi doğrultup fırladı.
İp merdivenin başındaki adam birden kendini aşağı attı.
Yerde yuvarlandı. Kalkıp bahçenin arkasına doğru koşmaya başladı
ama bacağını burkmuş olmalıydı çünkü sekiyordu. Diğer ikisi çatıda
panikle koşturuyor bir şeyler yapmaya çalışıyordu.
Recep durdu bir an. Hemen arkasından da Nezih. Bahçede
koşanın peşinden mi gitsin, çatıdakilere mi yönelsin karar vermeye
çalışıyordu Recep. Sonunda bahçede koşanın peşine takıldı. Nezih
bir an ne yapacağını bilemedi. Sonunda içgüdüsel olarak o da
duvarın dibine merdivenin hemen altına yöneldi. Diğer ikisini
tutmaya çalışacaktı. Görünüşü çok komikti. İki elini birleştirmiş bir
parmağını da ileri uzatmış, tabancası olmadan kovboyculuk oynayan
bir çocuk gibi görünüyordu. Arkasından, bahçeden boğuşma, itiş
kakış sesi geliyordu.
Bir an yukarıdan bir baş eğilip aşağı baktı.
Nezih bu komik halde yukarıdakiyle göz göze geldi. Bu bir
kadındı. Saçlarını arkadan bağlayıp topuz yapmış olan kadın şaşkın
bir ifadeyle aşağıya, Nezihe ve Nezihin ileri uzanmış tabanca eline
bakıyordu. Nezih ne yapacağını bilemiyordu. Gürültülerle birlikte
baş da geri çekildi. Nezih hala elini tabanca gibi tutarken arkasına
36
37. baktı ve birden rahatladı. Polisler bahçeye doluyordu. Aralarında
Aysel de vardı.
Bu arada Recep de adamı yüz üstü yere yatırıp üzerine
oturmuş, yanında getirdiği kelepçeyi adamın ellerine takıyordu.
Polisler Nezihin yanına vardı. Biri “İçeri girdiler” diye bağırdı.
Nezih rahatladı ve sonunda ellerini indirdi.
“Demek öyle ha? Ulan kimin aklına gelirdi?” Orhan usta
hayretler içinde kalmıştı. Olan bitene, Recebin gözü karalığına,
Nezihin cesaretine inanamıyordu.
“Bankanın müdürü, karısı, karısının elektrik mühendisi olan
kardeşi. Ekibi kurmuşlar adamlar.” dedi Nezih. Bir yandan da Orhan
ustanın yanından bankanın girişinde dikilen Recebe bakıyorlardı.
Recep etrafındaki arkadaşlarına keyifli keyifli anlatıyordu
olayı.
“Elektrikçi kayınbirader alarmın şemasını çözmüş. O yüzden
iki seferde de alarm çalmamış. Ama tabi biz hesapta yoktuk.” dedi
Nezih.
“Eee! Buna ikramiye de vermişlerdir şimdi.” dedi Orhan
ustabaşıyla Recebi göstererek.
“Vermişler tabi. Vermezler mi hiç?”
“E artık yarısını da sana vermeli bence”
“Verdi zaten.”
Orhan usta Nezihe döndü. Nezih keyifle sırıtıyordu. Ne
kadar verdiğini soracak oldu, vazgeçti. Nezihin de
ödüllendirilmesine sevinmişti birden. Ona göre iyi davranış her
zaman ödüllendirilmeliydi. Tıpkı kötü davranışın her zaman
cezalandırılması gerektiği gibi…
“İyi o zaman, öğle arası bir yemek ısmarlarsın artık” dedi
yanında dikilen Nezihi dirseğiyle dürterek.
37
38. “Sen buradan dilediğin kadar simit ye. Hepsini de benim
hesaba yaz”
Orhan usta arabadaki simitlerden birini kaldırmış Nezihin
kafasına nişan alırken, Nezih de bir yandan gülüyor bir yandan başını
eğmiş saklanmaya çalışıyordu.
38
39. Köfteci Orhan Usta
Nezih öğlene doğru elinde alışveriş poşetleriyle yorgun argın
döndü. Sofi hanımın alışverişi bitmişti sonunda. Kapıdan girerken
Orhan ustanın arabasının başında güvenlikçi Recep, Orhan usta ve
Aykut’u gördü. Üçü de ateşli ateşli bir şeyi tartışıyor arada da gelen
geçen bakıyorlardı.
Nezih alışveriş poşetlerini en üst kata bırakıp aşağı indiğinde
üçlünün tartışmaları da sürüyordu.
“Hayrola millet kolay gelsin?”
Üçlü başıyla selam selam verip konuşmasını sürdürdü.
“Sen köfteden anlamazsın ki? Anlasan böyle konuşmazdın”
dedi Aykut. Lafı Orhan ustayaydı. Recep sırıtarak Orhan ustaya
baktı. Belli ki kızmasını ve sinirli bir cevap vermesini bekliyordu. Bu
tartılma en çok onu eğlendirmişe benziyordu.
Orhan usta yaşlı yüzü buruşmuş şekilde geçenlere baktı.
Kaygısız görünüyordu aslında. Bir şeyleri ispat etmek zorunda
39
40. değilim havasındaydı ama içten içe de konuşulan şey her neyse bunu
takmış olduğu da belli oluyordu.
Sonunda “Sen öyle diyorsan öyledir yeğenim” deyince
Recep keyifle koyuverdi kahkahayı. Artık sesinden mi neyden
anladıysa Nezih de Orhan ustanın kızdığını anlamıştı. Orhan ustanın
kızdığını görmek hoşlarına gitmişti çünkü Orhan usta her zaman
kızan, bozaran biri değildi. O yüzden bu an hepsi için kıymetliydi.
“Niye kızdırıyorsunuz Orhan ustayı yahu?” diye sesini
yalancıktan yükselterek araya girdi Nezih. Orhan usta da
karşısındakilere koz verdiğini anlamış, daha fazla belli etmemek için
yerine oturup simit arabasının sağıyla soluyla uğraşmaya başlamıştı.
Ama bu hareket etrafındakileri daha çok eğlendirmişti.
Aykut “Köfte pişirmekten bahsediyorduk da. Meğer Orhan
usta eski köftecilerdenmiş de haberimiz yok.” dedi sırıtarak. Konu
ilgisini çekmişti Nezihin. Orhan ustanın köfteci olduğunu
bilmiyordu.
“Demek köftecilik yaptın ha Orhan usta? Hiç de söz
etmiyordun bakıyorum” dedi Nezih. Orhan usta boş vermiş bir
havadaydı. Nedense bu konuda pek konuşmaya hevesli de
görünmüyordu. “Eskiden bilirdik işte. Boş ver! Bakma bu hıyarlara
sen.”
“Yaptın mı hiç köftecilik?”diye sordu Recep.
“Yok yahu. Sadece babadan biliriz işte.”
Nezih “Demek senin peder köfteciydi ha?” diye sorunca
Orhan usta yine “Boş ver!” der gibi elini salladı. Köfte lafı birden
Nezihin aklına güzel bir fikir getirdi. Fatma yarın akşam kardeşine
ziyarete gidecekti. Yarın da haftanın son günüydü yani geç saate
kadar da dönmezdi.
40
41. “Madem köfte lafı açtınız, yarın akşam benim bahçede bir
mangal yapalım mı? Aysel çocuklarla birlikte annesine gidecek.”
Nezihin bu teklifi sevin naralarıyla karşılandı.
“Nefis olur nefis” diye atıldı Aykut.
“Rakıları da açarız. Demleniriz bir yandan” diye Aykut da
keyifle atladı bu teklife.
Nezih Orhan ustaya baktı. Onun da yüzünde keyifli bir
gülümseme görünce sevindi. Yarın güzel bir muhabbet akşamı
olacaktı.
“Köfteler benden o zaman” dedi Nezih.
“Mezeleri de ben alırım” dedi Aykut.
“Tamam, o zaman rakılar da benden” dedi Recep. İş bölümü
yapılmıştı bile. Orhan usta sakince elini kaldırıp araya girdi;
“Köfteler benden” dedi. “Sen anlamazsın şimdi köfte etinden falan.”
“Yahu nesi var bunun. Kasaptan alıp yiyeceğiz işte.”dedi
Nezih. Orhan usta gülümsedi. Aykut anlamıştı olayı; “Hocam olmadı
şimdi. Eti alıp kendin yoğuracaksın. Değil mi Orhan usta? Yaa işte
böyle. Bunlar ne anlara köftenin etinden!” destek bekler gibi Orhan
ustaya baktı. Orhan usta Aykut’a bakmadan gülümsedi kibarca. Hala
ona birazcık bozuk olduğu belliydi.
“Anlamazlar tabi. Neyse ben hallederim o işi. Haa bir de ben
rakı içmem” dedi.
“Günah tabi. İçmez Orhan usta” diye sırıttı Recep; “Sana
kola alayım o zaman ha?”
“Şalgam” dedi Orhan usta kaşlarını kaldırıp bilgiç bir
ifadeyle.
“Şalgam mı?”
“O kadar da içen adamsınız yuh size! Köfteyle, etle rakı olur
mu yahu?” Birbirlerine baktılar. Orhan usta haklıydı tabi. Sadece
Öyle alışkanlık olduğu için rakı içilirdi genelde.
41
42. “E ne içeceğiz peki?”diye sordu Recep.
“Ya şarap içersin, ya ayran ya da şalgam” dedi Orhan usta.
“Öyle şekerli, asitli şey içilmez ki etin yanında. Neyse, siz ne
içerseniz için bana şalgam alın.” Böylece hepsi de yarın için
sözleştiler.
Cuma akşamı mesai bitiminde Recep, Aykut ve Orhan usta
Nezihin bahçesinde toplanmış mangal keyfi başlamıştı. Nezih
bahçedeki çardağın altında duran kanepenin üzerinden örtüyü
kaldırmış, etrafı toparlayıp hazırlamıştı. Evin içinde sesi açılmış
televizyonun TRT 4 kanalından Türk halk müziği ve Türk sanat
müziği şarkıları arka arkaya çalıyordu. Recep ve Aykut mangalı
yakmaya girişmiş ama Orhan usta hemen ellerinden maşayı kapıp bu
işe el koymuştu.
Nezih bahçeye çıktığında Aykut’la Recep kanepeye oturmuş
Orhan ustayı izliyor, bira içip sohbet ediyordu. Orhan usta Nezihe
dönüp seslendi; “Soba borusu var mı buralarda?” O sırada biralarını
başlarına dikmiş olan Aykut’la Recep ağızlarındakini püskürtüp
kahkahayı koyuverdiler. Nezih de şaşırmış, gülüyordu.
“Soba borusu mu? Soba değil mangal yakacağız Orhan
usta.” dedi Nezih. Recep’le Aykut hala kendine gelememiş, boyuna
gülüyorlardı. Orhan usta biraz bozulsa da o da durumun komik
olduğunu anlayıp gülümsedi. Yalandan bağırdı Nezihe; “Yahu ufak
bir parça soba borusu var mı yok mu onu söyle sen? Biz de biliyoruz
ne yaptığımızı.”
Nezih kıkırdayarak kalorifer dairesine gidip kısa bir soba
borusu alıp geldi. Recep’le Aykut’un kahkahaları kıkırdamaya
dönmüştü artık. Orhan ustaya takılıyorlardı ama Orhan usta onlara
hiç bulaşmıyor, odun kömürlerini mangalın içine diziyordu.
Kömürleri tek tek yerleştirip ucu sivri bir tepecik yapmıştı.
“Onları yaymıyor musun? Diye sordu Recep.
42
43. “İlk başta böyle yakılır. Daha sonra, hepsi yandıktan sonra
yayarsın.” Nezih soba borusunu Orhan ustaya uzattı. Orhan usta ufak
bir çırayı yakıp kömür tepesinin içine soktu. Hepsi de sırıtarak onu
izliyordu şimdi.
“Gazete kâğıdı ister misin?”dedi Recep.
“Hayır! Gazete kâğıdıyla mangal yakılmaz. Gazetenin külü
çok olur. Üstelik eriyip gitmez. Etin tadını bozar.” Hepsi de yavaş
yavaş Orhan ustanın bu konuda hiç de cahil olmadığını hissetmeye
başlamıştı. Bu adam bu konuda gerçekten bir şeyler biliyor gibi
görünüyordu. Nezih bir bira açıp Recep’le Aykut’un yanına oturdu.
Çıra odun kömürü tepeciği içinde tütüyor ama yanıp
yanmadığı ya da hiç kömür tutuşturduğu görülmüyordu. Sadece bir
miktar duman tütüyordu. “Bu böyle zor yanar” dedi Aykut. Orhan
usta yerdeki soba borusunu aldı ve kömür tepeciğinin üzerine
nazikçe yerleştirdi. Bu hala hepsine komik görünüyordu. Orhan usta
yaşlı bacaklarıyla yavaşça doğrulup kalktı. Gelip yanlarında ayakta
durup mangala dikti gözlerini. Birden hepsi de borudan yükselen
ince, gri dumanı fark ettiler.
Nezih anlamıştı. “Çekiş için” dedi içinden. Tabi ya. Soba
borusu duman çekişini sağlayacaktı, tıpkı sobalarda olduğu gibi. Bu
kadar basitti işte. Bu da ateşi körükleyecekti. Borudan yükselen
duman inanılmaz biçimde artmıştı şimdi. Ne kâğıt ne de başka bir
şey olmadan kolayca yanmıştı işte odunlar.
Aykut şaşkınlık içinde mırıldandı; “Yahu hakikaten işe
yaradı galiba soba borusu.” Bundan etkilenmişlerdi. Gülümsemeleri
donmuştu şimdi. Yerini biraz şaşkınlığa biraz da hayranlığa
bırakmıştı. Soba borusundan artık alevler de çıkıyordu. Orhan usta
ne övünmüş ne de bir şey söylemişti. Sadece gülümsüyordu. Yavaşça
eğilip maşayla soba borusunu alıp bir kenara attı. Artık tutuşmuş
olan odun kömürlerini maşayla nazikçe yaydı.
43
44. “Az daha tutuşsaydı ya!”diye mırıldandı Nezih.
“Olmaz.”dedi. “Ateşi geçer sonra odunların. Yavaş yavaş
kızacaklar artık” Odun kömürleri havayı ve dumanı çeken soba
borusu olmayınca şimdi daha yavaş yanıyordu gerçekten de. Orhan
usta kanepenin yanındaki sandalyeye oturdu. Nezihe dönüp “Yok mu
bana içecek bir şeyler?” diye sordu.
Nezih Orhan ustaya buzlukta iyice soğuttuğu şalgam
suyundan bir bardak getirmişti. Orhan usta mangalın ızgarasını
bacaklarının arasında yere dik koymuş bir eliyle onu tutuyor diğer
elindeki yarısı kesilmiş soğanla da ızgarayı siliyordu. Aykut az
ötedeki masanın kenarına oturmuştu. Geniş kabın içine domates,
biber ve soğanları iri iri doğramakla meşguldü. Receple Nezih
şimdilik kendilerine yapacak iş düşmediğinden oturmuş bir yandan
bira içiyor bir yandan da Orhan ustayı izliyorlardı. Recep soğanın
nedenini anlamaya çalışıyordu.
“Benim bildiğim ızgarayı kuyruk yağıyla temizlersin. Hem
etlere de lezzeti geçer hem de ızgara yağlanınca etler yapışmaz.”
Orhan usta yarım soğanı bastıra bastıra ızgaranın demirlerini silmeyi
sürdürdü. Soğanın suları ızgara demirlerinden yere akıyordu. Başını
kaldırmadan; “Kuyruk yağı ızgarayı temizlemez canımın içi” dedi.
“E temizleyeceksen süngerle sil o zaman. Soğanla temizlik
mi olur?” Orhan ustabaşını kaldırıp Recep’in ciddi olup olmadığına
baktı. Adam ciddiydi. Orhan usta soğanı sürtmeyi bırakıp Recep’e
baktı.
Elindeki soğanı gösterip; “Soğanda doğal antibiyotik vardır.
Doğrarken gözlerin neden yanıyor sanıyorsun? Tüm mikrobu kırar
bu. Hem temizler hem de ete lezzet verir. Üstelik senin kuyruk yağın
gibi ağır bir lezzet de değil, güzel bir lezzet verir.” Sonunda köfteler
ızgaraya dizilmeye başlamıştı. Nezih, Recep’le birlikte içeriden
44
45. rakıları, bardakları getiriyordu. Orhan usta köfteleri dizmiş, elinde
maşayla sandalyesine oturmuş izliyordu.
Sebzeleri doğrayıp bitiren Aykut kanepeye oturmuş
köftelerin pişmesini izliyordu. Köftelerden sonra pişme sırası bunlara
gelecekti. “Tüm bunları babandan mı öğrendin Orhan usta?” Orhan
usta evet manasında başını salladı. Gözlerini köftelere dikmişti ama
başka yerlere dalıp gittiği belli oluyordu. Nezih ve Recep de işlerini
bitirmiş Aykut’un yanına kanepeye dizilmişlerdi.
Orhan usta 60’ına merdiven dayamış bir emekliydi.
Simitçilik yaparak günlerini geçiriyordu. Hafta sonu hariç her gün
gelir, simitlerini, açmalarını, krem peynirlerini satıp bitirdikten sonra
da akşama dek arabasının başında oturur, etraftaki arkadaşlarıyla,
esnafla sohbet ederdi. O muhitin çalışanları onun müşterisiydi. Nihat
fırsatı olursa onunla çene çalar, bazen de fikir alırdı. Orhan usta tam
yaşının adamı denecek biriydi. Güler yüzlü, ağır, sağduyulu bir
adamdı, o yüzden çevredeki herkes onu sevdiği gibi sayardı da.
Yaşlılığın getirdiği kırışıklıklara buruş buruş olduğundan yüzü hem
gülümsüyor hem de somurtuyor gibi görünürdü. Ona Orhan “usta”
lakabını da Nezih koymuştu. Nezih kendinden büyüklere ağabey
demeyi sevmiyordu. Adıyla hitap edemeyeceği kadar da büyüktü.
Bey de fazla süslü püslü olduğundan Orhan “usta” demeye başlamış,
etraftaki herkes de bunu belleyip kullanır olmuştu.
“Benim babam Adapazarı’nın en iyi köfte ustasıydı.”dedi
gözlerini köftelerden ayırmadan. “Önceleri seyyar arabada satardı.
Meşhur oldukça işler büyüdü. İşler büyüdükçe arabayı da büyüttü.
İşinde cidden ustaydı. Etleri kendi hazırlar, yoğururdu.” Sonra sustu.
Şimdi sadece evin içinden Türk sanat müziği sesi geliyordu. Orhan
usta şalgam suyundan koca bir yudum aldı.
45
46. “Baktı olmayacak çırak aldı yanına. İşler iyi giderken bir gün
iki zabıta çıkagelmiş. Etrafta seyyar köftecilik yapan başkaları da
vardı. Bizimkini şikâyet etmişler.”
“Ne diye?” diye sordu Nezih.
“Arabanın önüne masa, tabure atamazsın diye. İşler
büyüyünce babam da masa ve birkaç tabure atmıştı arabanın önüne.
Birilerinin kendisini kıskandığını ilk kez o zaman öğrendi babam.
Çok şaşırmıştı.”
“Kıskanmaları da normalmiş canım. Diğerleri iş
yapamamıştır artık” dedi Aykut. Orhan usta köfteleri çevirdi. Etlerin
tatlı kokusu etrafı sarmaya başlamıştı. Koku iştah açıcıydı gerçekten.
Arkasına yaslandı. Şalgamdan bir yudum daha aldı.
“Babam ticaret’ten anlamazdı. O bir zanaatkârdı.
Yetenekliydi. Rekabetmiş, kıskançlıkmış bilmezdi. Bu duruma hem
şaşırmış hem de bayağı bozulmuştu. Bir yer kiraladı. Ufak bir
dükkan. İşleri daha iyi gitmeye başladı. Zamanla daha da büyük bir
yere geçti. Dükkan her gün dolup taşıyordu. Köfte yetiştiremiyordu
bizim peder. Böylece çırak yetiştirmeye karar verdi.”
“Peki, sen?” dedi Aykut. “Seni yetiştirmedi mi?”
Orhan usta şaşırmış gibi baktı bir an ona.
“Beni mi? Hayır! İstemediğimden değil sadece benim
okumamı istedi hep. Ben de iyi öğrenciydim. Çalışkandım.
Okuyamasam olurdu belki ama…”
“Vay be çalışkandın demek?” diye atıldı Nezih.
Herkes keyifle gülümsedi. Buradakiler okuyamamış işçi
tayfasıydı. Aralarından birinin zamanında çalışkan bir öğrenci olması
şu anki durumlarıyla biraz tezattı, o yüzden de kulağa komik
geliyordu.
“Evet öyleydim. Neyse, çıraklar gelip gidiyordu işte. Ama
sonra bir gün çevre köylerden birinden bir çıkagelmiş. Yanında da
46
47. iki sıska çocuk. Adam da bunların amcası. Çocuklar öksüz, yetim.
Her gün köyden gelip simitçilik, ayakkabı boyacılığı falan
yapıyorlarmış. Adam da sevabına bunların elinden tut demiş babama.
Babam da acıyıp almış çocukları yanına. Çocuklar gerçekten
çalışkandı. Benim yaşlarımdaydı ikisi de. Ağabey, kardeş. Babam ne
iş verse yaparlar, gıklarını da çıkarmazlardı.” Köfteleri mangaldan
alıp tabağa koymaya başladı. Pişip pişmediklerini kontrol etmeye
bile gerek duymaması Nezihin dikkatini çekmişti. Tabaktaki
köftelere dikti gözlerini. Orhan usta Nezihi görünce durumu anladı;
“Etleri tam pişmeden alacaksın” dedi.
“Neden?”
“Mangaldan aldıktan sonra da bir süre kendi sıcaklığıyla
pişmeye devam eder. Biraz soğuyup da yemeye başlayınca kadar
kurumaya başlar. Böyle tam kıvamında yersin.” Orhan usta yeni
köfteleri dizerken bir yandan masaya geçtiler. Rakılar dolduruldu;
tabi Orhan usta hariç. Açlığın aceleciliğiyle hepsi de ilk posta
köftelere saldırdılar. Tabak bittiğinde Orhan usta mangalın başına
gitti tekrar. Diğerleri masada tokluğun keyfiyle birer sigara yaktılar.
“Bunlara işi öğretiyordu bizim peder. Köfte yoğurmayı,
pişirmeyi, her şeyi öğretiyordu işte. Birkaç ay sonra babam her şeyle
uğraşmaz olmuştu artık. Sırtındaki yük de azalmaya başlayınca
sevinmişti tabi. Bir gün oğlanlar gelip biz gece burada kalabilir miyiz
demişler babama. Köye gidip gelmesi zaman alıyordu tabi. O zaman
doğru dürüst ne yol var ne araba. Babam bunlara iki döşek aldı.
Geceleri dükkanın arka tarafındaki depo gibi olan odada yatıyorlardı.
Artık işi de öğrenmişlerdi. Söylemeden her şeyi yapıyorlardı.
Temizlik, servis, pişirme… Fırtına gibiydiler.” Bir an sustu ve etleri
çevirmeye başladı. Bardağından şalgamın son yudumunu içti.
47
48. “Bir gece telefon geldi. Babam apar topar gitti. Tabi biz
uyuyorduk; hayal meyal duyuyoruz bunları. Annemle telaşlı telaşlı
konuşup fırlayıp gitti babam. Dükkanda yangın çıkmış.”
“Bak sen? Çocuklar mı çıkarmış peki?” diye atıldı Aykut.
Orhan usta cevap vermedi ama başını yavaşça hayır der gibi salladı.
“Annem, kız kardeşimle beni tekrar yatırdı. Sabah okula
gidecektik çünkü. Önemli bir şey yok dedi. Sabah okula diye çıktık
ama benim aklım dükkanda. Kız kardeşim okula ben de dükkana
gittim. Dükkana yaklaşırken baktım ki caddenin kıyısından sular
akıyor. Sanki caddeyi yıkamışlar gibi. Sonra is kokusunu almaya
başladım. Dükkanın duvarları simsiyahtı. Ben o manzarayı görünce
ağlamaya başladım.”
Orhan ustanın sesi çatallaşmıştı. Kimse ne diyeceğini
bilemiyordu. Burnunu çekti. Nezihe eliyle masadaki köfte tabağını
işaret etti. Nezih tabağı alıp Orhan ustaya uzattı. İçeride müzik
yayını bitmiş akşam haberleri başlamıştı.
“Babam karakoldan döndü. Esnaflardan birinin dükkanında
bekliyordum onu. Aldı beni eve götürdü. Tam kapıdan girerken
aklına geldi; Senin okulun yok mu oğlum? dedi. Gitmedim deyince
olmaz öyle şey deyip zorla okula yolladı. Kaçtım tabi, gitmedim
okula. Civarda köftecilik yapanlardan biriymiş. Babamı
çekemeyenlerden biri. Adam gece yarısı kafayı bulmuş iyice.
Belinde tabanca, çıkmış dükkana gitmiş. Camı kırıp içeri girmiş.
Yakacak dükkanı. Çocuklar gürültüyü duyup uyanmış. Adam
şaşırmış tabi çocukları karşısında görünce. O panikle ikisini de
vurmuş. Sonra da masa örtülerini falan tutuşturmuş. En sonunda da
kendisini vurmuş.” Köfteleri tabağa doldurup Nezihe uzattı. Sonra da
kalkıp masaya geldi.
“Cenazeleri köylerine götürüp defnettik. Hatırlıyorum da
mezarlarının başında çok az kişi vardı. İlk o zaman ağlarken gördüm
48
49. babamı. O zaman ben de ağlamaya başladım işte. Çocukların
yalnızlığına, garipliğine, kimsesizliğine ağladık babamla.” Nezih
havanın tamamen karardığını hiç fark etmemişti. Mangalın sarı loş
ışığı etraftakilerin yüzlerinde dalgalanıyordu. Mutfaktan hala akşam
haberlerinin sesi geliyordu. Kimse köftelere uzanmıyordu artık.
“Bir daha köfte yapmadı babam. Emekliydi zaten. Kahveye
falan gidip gelerek geçirdi kalan ömrünü. Birkaç sene sonra da
uykusunda vefat etti.” Kimse sessizliği bozacak bir şey
söyleyemiyordu. Hepsinin de gözleri dolmuştu. Sonunda Nezih;
“Allah hepsine rahmet eylesin” deyince hepsi de “Âmin!” diye
mırıldandı.
“Simitçi yerine köfteci olsaymışsın şimdi bu yemeği
Hilton’da yiyor olacaktık demek ki” dedi Aykut gülerek. Komik bir
laf değildi ama birden gülümsedi Orhan usta da. O gülümseyince
diğerleri de gülümsediler.
“E neden yemiyorsunuz o zaman? Hadi soğutmayın!”
Köftelerini tekrar yemeye başladılar. İçeride yeniden Türk sanat
müziği çalmaya başlamıştı.
49
50. Gribal Enfeksiyon
Nezih o sabah korkunç bir baş ağrısıyla uyandı. Güneş daha
yeni doğuyordu ve korkunç bir gecenin ardından artık onu uyanma
noktasına getiren şey de bu korkunç baş ağrısı olmuştu. Bazılarının
aksine Nezih hastalanınca uyuyamazdı. Boğazı yutkunurken ona
işkence çektiriyor, burnundan da nefes alamıyordu.
Bu beşinci gündü ve hastalığın geçtiği falan yoktu. Aysel
ona otlar kaynatmıştı ama hiçbiri fayda etmemişti işte. Hiç sevmese
ve karşı gelse de artık eczaneye gidip ilaç almak zorunda olduğunu
hissediyordu. Çünkü bu durumda gün boyu çalışmak tam bir
kâbustu.
Öğle arası olduğunda işler biraz hafiflemişti. İzak bey’den de
ses seda çıkmıyordu. Böylece binadan çıkıp Taksime doğru yola
koyuldu. En yakın eczane gezi parkının oralardaydı. Orhan usta
50
51. birkaç kişiyle sohbet ediyordu. Önünden geçerken kendisine
seslendi.
“Selamsız sabahsız nereye böyle?” Nezih durup hastalıktan
boğuklaşmış sesiyle “Eczaneye” dedi. “Bir iki hap falan alacağım.
Fena üşütmüşüm.”
“İlaç olarak ne alacaksın peki?”
Kafası pek yerinde olmadığından Orhan ustanın yanında
duranların içinden garson Aykut’u fark etmemişti. Ne alacağını
bilmiyordu. Eczacı ne verirse -tabi ucuzundan- onu alacaktı işte.
“Bilmem ne alayım sence?” diye sordu.
Aykut yavaşça Nezihe yaklaştı. Şöyle etrafına bakınıp
önemli bir şey söylermiş gibi bir havaya büründü.
“Sana ben bir tavsiyede bulunayım mı?” Nezih yüzünü
buruşturdu. Tavsiye filan istemiyordu. Beş gündür duymadığı,
denemediği tavsiye kalmamıştı zaten. Artık tek istediği paraya kıyıp
sırtını modern tıbba yaslamaktı.
“Denethorin al!” diye fısıldadı Aykut sanki esrar al der gibi.
“Dena.. ne?” Recep eliyle gel! İşareti yaptı, dönüp Orhan
ustanın simit arabasına yürüdü. Nezih de peşinden gitti. Orhan usta
ilgiyle onları izliyordu. Recep bir kalem çıkarıp Orhan ustanın simit
sardığı ince parşömen kâğıtlardan bir parça yırttı. Üzerine ilacın
adını yazdı, katlayıp Nezihe uzattı. Nezih kâğıtta büyük harflerle
yazılı yazıyı okudu boğuk sesiyle; “DENETHORİN. Ne bu? Hap
mı?”
Aykut nedensiz bir şekilde keyifle sırıtıyordu. “Bu senin
ilacın işte aslanım. Seni tak diye ayağa kaldıracak. Askerdeyken
subayın biri söylemişti bana. Pek kimse bilmez bunu ha! Aslında
köpeklere veriyorlarmış.”
“Köpeklere mi?” Nezih yanlış duyduğunu sandı önce.
“Ulan sen manyak mısın?” diye söze karıştı Orhan usta.
51
52. “Evet köpeklere. Senin gibi grip olunca veriyorlarmış. Sonra
insanlarda denemiş birileri.”
“Eee?”
Aykut çevresindekilerin ilgiyle dinlediğini görünce hafifçe
öne eğildi, sesini daha da alçalttı; “İnsanlarda diğer ilaçlardan çok
daha hızlı etki gösterdiğini fark etmişler. Ama sonra büyük ilaç
şirketleri baskı kurup bunu yasaklatmış”
“Neden?” diye sordu Nezih.
Aykut bezgin bir ifadeyle başını salladı. “Yahu anlasana! Bu
ilaç yüzünden diğer hiçbir ilacı almaz ki millet.”
“Sen de hiç mi akıl fikir yok ha Aykut?” diye çıkıştı Orhan
usta; “Köpek ilacı insana olur mu hiç? Adam senin gibi takozu
bulmuş dalga geçmiş işte.”
Yine de söyledikleri Nezihe mantıklı gelmişti. Aykut hiç de
bozulmuş gibi görünmüyordu ya da dalga geçer gibi.
“Valla ister inanın ister inanmayın kardeşim. Zorla değil ya!”
Sonra Nezihe dönerek; “Al bir tane, aç içindeki kâğıdı oku. Orada da
yazıyor. Ha köpek ha insan. Senin yediğini yiyor, içtiğini içiyor,
yattığın yerde yatıyor. Ona olan ilaç sana neden olmasın?”
“Hadi oradan yahu!” diye elini salladı Orhan usta. Görünüşe
göre buna katiyen inanmamıştı o. Nezihin kulakları uğulduyor, baş
zonkluyordu. Kağıdı katlayıp cebine koydu.
“Hadi kolay gelsin millet. En iyisi gidip biraz yatayım ben”
diyerek yanlarında ayrıldı. Arkasından gelen sesleri, geçmiş olsun
temennilerini, uyarıları zor duyuyordu. Aysel’e haber verip kendisini
yatağa bıraktı.
Korkunç bir bulantıyla uyandı Nezih. Zorlukla kalkıp
tuvalete koştu. Bir an yetişemeyeceğini ve her yere kusacağını sandı
ama son anda yetişti. Elini yüzünü yıkayıp oturma odasına geçerken
52
53. Aysel tuvaletin kapısında onu bekliyordu. Endişeli gözlerle baktı
Nezihe.
“Nasılsın?”
Nezih olumsuz şekilde başını salladı. Oturma odasına geçti.
Küçük kızı Nimet masada oturmuş ders çalışıyordu. Endişeli gözlerle
baktı babasına. Başka çare yok diye düşündü Nezih. Eczaneye gidip
bir şeyler almalıydı.
Eczacı dükkana kapatmaya hazırlanıyordu. Son anda
yetişmişti Nezih, yoksa bu halde bir de nöbetçi eczane arayacaktı.
Eczacı orta yaşlı, sıska bir adamdı. Nezihin anlattıklarını başını ağır
ağır sallayarak dinledi. Sonunda;
“Sen çok ağır bir soğuk algınlığı geçiriyorsun.” dedi.
“İstersen bir iğne yapayım sana, daha faydalı olur. Hem de hemen
etkisini gösterir.” İğne lafı ürpertmeye yetti Nezihi. İğneden ödü
patlardı.
“Gerek yok iğneye. Sen hap, şurup falan versen yeter bana.”
Eczacı ısrar etmedi. Dönüp raflardaki ilaçlara elini uzattı. Sonunda
iki ayrı kutu çıkarıp tezgâha koydu. Nezih tam eczaneden çıkarken
aklına Aykut’un verdiği kâğıt geldi. Ne yazıyordu orada? Cebinden
kâğıdı çıkardı.
“Bir şey soracaktım. Bir arkadaşım bana şu ilaç önerdi.”
Deyip kâğıdı eczacıya uzattı. Eczacı kâğıdı alıp şöyle bir baktı.
Gülümsedi ve geri uzattı.
“Bu ilaç toplatıldı.”
“Toplatıldı mı? Neden?”
“Evcil hayvanlarda soluk algınlığı için kullanılıyordu. Sonra
duyduk ki birileri hangi akla hizmetse onu kullanmış. Garip yan
etkiler görüldüğü rapor edilince de Sağlık Bakanlığı tarafından
toplatıldı. Satışı yasak.”
“Ne gibi yan etkiler?”
53
54. Eczacı omuz silkti. “Bilmiyorum. Şahsen hiç görmedim.
Duyduklarım bu kadar.” Sonra şüpheyle baktı bir an Nezihe. “Ne
yapacaksın ki onu? Kimden duydun bilmem ama deneme sakın böyle
şeyler”
Nezih bitkim bir şekilde eve döndü. Hapı da şurubu da
eczacının söylediği gibi düzenli olarak kullanıyordu. Ancak
apartmanın işleri arasında dinlenmeye de pek vakit bulamıyordu.
Böylece aradan üç gün geçti ancak onda düzelme yoktu hala. Üstelik
bir de öksürük peydah olmuştu. Sonunda bir gece ateşler içinde
uyandı. Gerisini hatırlamıyordu.
Gözlerini açtığında kolundaki acıyı fark etti. Serum
hortumunu görünce biran korktu. Etrafına bakınca yatak odasında
olduğunu anladı. İçeriden Aysel ve kendisini ziyarete gelen
akrabaların konuşmalarını duyuyordu. Az sonra Aysel geldi. Nezihi
uyanmış görünce başucuna oturdu.
“Nasılsın? Az daha iyi misin?” Başını evet anlamında salladı
Nezih ama hiç iyi hissetmiyordu kendisini. Karısı ne zaman bir taksi
çevirmiş, hastaneye kendisini nasıl taşımış hatırlamıyordu. Doktorlar
zatürree teşhisi koymuştu. Bir gecede hastanede kalmışlardı.
“Ne kadar tuttu?”
Aysel gülümsemeye çalıştı. “250. Ama olsun ne yapalım?
Sağlık bu.” Çoktu bu para.
“Doktor birkaç ilaç yazdı ama hepsini alamadım. Para yettiği
kadarını aldım.” Başıyla içeridekileri işaret ederek “Kimseden de
istemedim daha.” Nezih de Aysel de sevmezdi birilerinden borç
istemeyi. Öksürüğü geçmişti ama nefes almakta zorlanıyordu. O gün
akşama dek yarı uyuyarak geçti. Akşama doğru Nimetin sesiyle
uyandı. Küçük kız elindeki tabakta taşıdığı koca bir bardak ıhlamuru
yatağın yanındaki komodinin üzerine bırakıyordu. Babasının
uyandığını görünce ona yaklaştı.
54
55. “Nasılsın babacığım? Sana nane kaynattı annem. Haydi, kalk
da iç!” Nezih zorlukla doğruldu. Kolundaki serum çıkmıştı ama iğne
yeri morarmış ve hala iğne varmış gibi batıyordu.
“İyiyim kızım. Daha iyiyim. Sen ne yapıyorsun, ödevlerini
yaptın mı?” Küçük kız tabağıyla birlikte bardağı babasına uzattı.
“Baba bugün Cuma” dedi. “Tabi ya!” diye düşündü Nezih. Cuma
akşamı da ödev mi olur. Bugünün günlerden ne olduğunu bile
unutmuştu. Naneden zorlukla bir yudum aldı. Kızı mahzun bir
şekilde onu izliyordu. Birden aklına eşi ve kızı geldi. Ya daha da
ağırlaşırsa bu hastalık ne olacaktı? Paraları da yetmezdi ki. Zaten
şimdi de yetmiyordu.
Birden karısı ve kızını ortada kalıvermiş olarak hayal etti.
Tüm vücudu ürperdi. Bir an önce buna çare bulması gerekiyordu. Bir
şekilde çare bulmalıydı.
Akşam yemeği için kalkmayı başarmış, en azından yatağın
kenarına oturmuştu. Aysel tepsiyle yemeğini getirmişti ama sadece
çorba içiyordu, diğerlerini yemek gelmiyordu içinden.
“Orhan usta, Aykut, Recep hepsi geldi bugün ziyaretine. Sen
uyuyordun o sırada. Bir şeye ihtiyacınız var mı diye sordular sağ
olsunlar.” Nezih çorbasını yavaş yavaş kaşıklıyordu.
“Bizimkilerden borç isteriz olmazsa” dedi Aysel. Nezih
cevap vermedi. Ne diyeceğini bilmiyordu. Çok takati de yoktu zaten
konuşmaya. Aysel tepsiyi içeri götürürken “Ben su getireyim de
ilaçlarını iç hemen” diye tembihledi. Nezih komodine baktı. Birkaç
kutu ilaç vardı. İkisi kendi aldığıydı. Diğerleri de Aysel’in
aldıklarıydı herhalde. Aklına Aykut geldi. Neyi ilacın adı? Demet…
Denet... Çıkaramadı. Az sonra ilaçlarını içmiş yeniden uzanmıştı.
Eczacı “tuhaf yan etkiler” gibi bir şey söylemişti. Neydi
acaba o tuhaf yan etkiler? Ne olabilirdi ki? Kullananlar ölmüş olsalar
ölmüşler denilirdi. Yani şu anki halinden daha kötü ne olabilirdi ki?
55
56. Milletten borç alıp ilaç alacaktı ama yinede belki bir ay sürünmeye
devam edecekti.
Başını çevirip ilaçlara baktı. “Zaten şimdiden eksik
kullanıyorum. Yarım tedaviyle nasıl iyileşirim ben?” diye düşündü.
Keşke şu ilacı bulup deneyebilseydi. Şu anda kullandıklarının da ne
olduğunu bilmiyordu zaten. Bir fazla olsa ne olurdu ki?
Mesele şuydu ki ilaç zaten artık satılmıyordu. Ama belki de
Aykut da vardı. İlacı bilen oydu nasılsa. En iyisi yarın ona sormaktı.
Akşam biraz dinlenmiş olsa da hala berbat haldeydi.
Öksürük yine başlamıştı. Ayağa zor kalkmış, Aysel’in telkinlerine
aldırış etmeden zor da olsa giyinmişti. Yavaş yavaş dışarı çıktı.
Orhan ustayı eliyle binanın kapısına çağırdı. Kendisinden yaşlı olan
Orhan ustaya normalde böyle yapmazdı ama şu an da normal
durumda değildi zaten. Orhan usta da bunu bildiği için koşarak geldi
binanın girişine.
“Hayrola Nezih? Nasıl oldun? Neden kalktın yatağından?”
Nezihin pek konuşacak hali yoktu. Hemen konuya girdi.
“Orhan usta, görürsen Aykut’u bana bir yollar mısın sana
zahmet?” dedi. Orhan usta tamam deyince gerisin geri dönüp eve
girdi ve yatağına zor attı kendisini. Ama az sonra aniden bastıran
mide bulantısı onu zorla kaldırıp zar zor tuvalete yetişmeye
zorlamıştı. Tuvaletten çıktığında Aykut’u gördü. Aysel içeri almıştı.
Aykut Nezihin koluna girip yatağına kadar götürürken;
“Dinlenmeye devam et Nezih. Yavaş yavaş toparlayacaksın” diye
umut verici konuşmaya çalışmıştı.
Nezih yatağa uzanınca Aysel’e; “Şu ıhlamurdan biraz daha
kaynatır mısın? Midemin bulantısını bir o geçiriyor” dedi. Asıl amacı
Aysel’i yollamaktı. Aysel mutfağa gidince Aykut’a fısıldadı;
“Aykut, şu bahsettiğin haptan sen de var mı?” Aykut böyle
bir soruyu beklemiyordu anlaşılan. Kaşlarını çattı bir an.
56
57. “Yok, ama gidip alayım eczaneden istersen.”
“Ulan eczanede olsa ben alırım zaten. Satışı yasaklanmış.”
“Deme yahu! Neden?” Nezih kapıya baktı. Aysel’in sesini
duymaya çalıştı. Mutfaktan ses gelince devam etti.
“Yan etkileri görülünce toplatılmış. Ne yan etkisi belli değil.
Var mı sende onu söyle?” Aykut eliyle çenesini ovuşturdu.
“Sanırım olacaktı. Hiç kullanmadım ki. Bir bakmam lazım,
duruyor mu, günü geçmiş mi geçmemiş mi…” Ancak aklına
takılmıştı Aykut’un. “Yahu neden toplatıldı acaba? Ölen falan mı
oldu ki?”
“Bilmiyorum Aykut. Umurumda da değil.” Öksürmeye
başladı Nezih. Aykut daha fazla yormamak için kalktı. Nezih
gözlerini kapamıştı. Yavaşça kapıya yöneldi Aykut.
Çıkarken arkasından Nezihin zayıf sesini işitti; “Ben zaten
ölüyorum.”
O gece Nezih öksürmekten doğru dürüst uyku uyuyamadı.
Ancak sabaha karşı öksürüğü biraz merhamete gelip yakasını
bırakınca uyuyabilmişti. Uyandığında öğlene geliyordu saat.
Aysel’in mutfaktan sesi duyuluyordu. Nezih kapıdan ona baktı.
Aysel meraklı gözlerle bir iki saniye süzdü onu. “Nasılsın? Sabaha
dek öksürüp durdun.” dedi. Nezih “Eh işte!” manasında başını
salladı. Ne kadar kötü olduğunu söylemek istemedi karısına.
Yavaşça dönüp tuvalete yöneldi.
Tam kapıyı kaparken Aysel’in sesini işitti; “Sabah Aykut
uğradı. Sana bir ilaç bıraktı. Dün istemişsin.” Nezih bir an öylece
durdu. Demek bulmuştu ilacı.
Yatak odasına dönünce komodinin yanına gitti hemen.
Yatağın kenarına oturdu. İlaç yığını arasına dikti gözlerini. İşte sarı
renkli dört drajelik bir şerit yeni ilaç. Alıp arkasına baktı. Jelatinin
57
58. üzerindeki “Denethorin” yazısını okudu. Aysel içeriden seslendi;
“Aç karna içmen gerekiyormuş.”
Nezih haplardan birini çıkardı. Komodinin üzerindeki
sürahiden bir barak su doldurdu. Avucundaki sarı ve yuvarlak hapa
baktı. “Ben ne yapıyorum?” diye düşündü. Reçetesi bile olmayan,
kim bilir ne sebepten dolayı toplatılmış bir ilacı içiyordu. Yaklaşan
yeni bir öksürük krizi onu kendisine getirdi. Daha kötü ne olabilirdi
ki? Hapı ağzına atıp suyu başına dikti. Yatağına uzandı tekrar.
Gözleri ağır ağır kapanırken aklına gelen son düşünce “Şimdi
gerçekten hapı yuttum işte” oldu.
Nezih derinden gelen bir gürültüyle uyandı. Gözlerini
korkudan kocaman açıp etrafı dinledi. Ne olduğunu anlamaya
çalışıyordu. Hava kararmıştı. İçeriden televizyonun sesi ve
konuşmalar geliyordu ama onu korkutan ses o değildi. Farklı bir
şeydi bu. Sanki koca bir tren üzerine geliyormuş gibiydi. Ses gittikçe
artarken Nezih dişlerini sıkıp gözlerini sıkı sıkı yumdu. “Bu bir
kâbus olmalı ” diye düşündü. Sonunda ses en yüksek seviyesine
ulaşmıştı.
Artık kulakları acıyor, içgüdüsel olarak ağzını açma isteği
duyuyordu. Ağzını açınca gürültü daha çekilir oldu gerçekten.
Yaklaşık on saniye daha sürdü korkunç ses ve sonunda yavaş yavaş
azaldı, ardından tamamen bitti. Gözlerini açtı. Şimdi sadece oturma
odasından gelene televizyonun sesi ve konuşmalar duyuluyordu.
Yatakta kıpırdamadan öylece bekledi. Ter içinde kalmıştı bir
anda. Birden kendisini iyi hissettiğini fark etti. Hem de çok iyi
hissediyordu. Ne öksürme ne mide bulantısı ne de diğer hiçbir şeyi
hissetmiyordu. Bir şey dışında… Daha önce olmayan bir şey.
Kulakları feci şekilde uğulduyordu.
Yataktan kalkıp oturma odasına yürürken ne kadar acıkmış
olduğunu fark etti. Açlıktan dizleri titriyordu. İçeride baldızı ve
58