İçerisinde az da olsa masumiyet olduğunu düşündüğümüz karanlıkların, yürek burkan hikâyesi...
1959 yazıydı.
On yaşında olduğum yaz.
Sokaktaki herkesin kapılarını kilitlemeye başladığı yaz.
Bir kızın ölmesi önemli bir şeydi. Fakat iki kızın ölmesi... Bu bambaşka bir şeydi. Herkes bir sonraki kurbanın kim olduğunu merak etmeye başlamıştı.
Ben hariç. Sıradaki kurban bendim. Bunu biliyordum.
o
Babası ölmeden evvel Sally, ona bir söz vermiştir. Kız kardeşini canı pahasına da olsa koruyup kollayacaktır. Anneleri hastaneye yatırılınca üvey babaları onları terk edip gitmiştir ve büyük ablaları Nell, erkek arkadaşıyla ilgilenmekle kardeşlerine vakit ayıramayacak kadar meşguldür. İki küçük kız kardeş bir başlarına kalakalmışlardır. Bu durum ise, küçük kızları taciz edip öldüren o sapık için bulunmaz bir fırsattır...
İnanılmaz bir hayal gücüne sahip olan Sally'nin emin olduğu iki şey vardır: Katilin kimliği ve sıradaki kurbanın kendisi olduğu. Kız kardeşi ve kendisini o sapıktan koruyabilmek için elinden gelenin en iyisini yapmaktan başka çaresi yoktur.
Sayfa Sayısı: 374
Baskı Yılı: 2011
Dili: Türkçe
Yayınevi: Martı Yayınları
İçerisinde az da olsa masumiyet olduğunu düşündüğümüz karanlıkların, yürek burkan hikâyesi...
1959 yazıydı.
On yaşında olduğum yaz.
Sokaktaki herkesin kapılarını kilitlemeye başladığı yaz.
Bir kızın ölmesi önemli bir şeydi. Fakat iki kızın ölmesi... Bu bambaşka bir şeydi. Herkes bir sonraki kurbanın kim olduğunu merak etmeye başlamıştı.
Ben hariç. Sıradaki kurban bendim. Bunu biliyordum.
o
Babası ölmeden evvel Sally, ona bir söz vermiştir. Kız kardeşini canı pahasına da olsa koruyup kollayacaktır. Anneleri hastaneye yatırılınca üvey babaları onları terk edip gitmiştir ve büyük ablaları Nell, erkek arkadaşıyla ilgilenmekle kardeşlerine vakit ayıramayacak kadar meşguldür. İki küçük kız kardeş bir başlarına kalakalmışlardır. Bu durum ise, küçük kızları taciz edip öldüren o sapık için bulunmaz bir fırsattır...
İnanılmaz bir hayal gücüne sahip olan Sally'nin emin olduğu iki şey vardır: Katilin kimliği ve sıradaki kurbanın kendisi olduğu. Kız kardeşi ve kendisini o sapıktan koruyabilmek için elinden gelenin en iyisini yapmaktan başka çaresi yoktur.
Sayfa Sayısı: 374
Baskı Yılı: 2011
Dili: Türkçe
Yayınevi: Martı Yayınları
6. KARAKTERLER
Ismae Rienne
Ismae’nin Babası
Çiftçi Guillo
Şifacı Cadı
Manastır
Başrahibe
Rahibe Thomine, dövüş sanatları eğitmeni
Annith, manastırdaki çıraklardan
Rahibe Serafina, zehir eğitmeni ve manastırın şifacısı
Sybella, manastırdaki çıraklardan
Rahibe Widona, binicilik eğitmeni
Rahibe Beatriz, kadın sanatları eğitmeni
Rahibe Eonette, manastırın tarihçisi ve arşivcisi
Rahibe Arnette, silah eğitmeni
Rahibe Claude, haberci kargalardan sorumlu rahibe
Rahibe Vereda, manastırın kâhini
Runnion, Bretanya’ya ihanet edenlerden, Ismae’nin ilk suikasti
Martel, Fransız casusu, Ismae’nin ikinci suikasti
Özel Meclis
Vikont Maurice Crunard, Bretanya Şansölyesi
Madam Françoise Dinan, düşesin mürebbiyesi
Mareşal Jean Rieux, Bretanya Mareşali ve düşesin vasisi
Albay Dunois, Breton Ordusunun Komutanı
7. Breton Sarayı ve Soylu Sınıfı
Anne, Bretanya Düşesi ve Nantes, Montfort, Richmont Kontesi
Dük II. Francis (merhum)
Baron Lombart, Breton soylularından
Gavriel Duval, Breton soylularından
Benebic de Waroch, nam-ı diğer Waroch Canavarı, dukalığın şövalyelerinden
Raoul de Lornay, dukalığın şövalyelerinden
Baron Geffoy, Breton soylularından
Leydi Katerine Geffoy, Baron Geffoy’un karısı
Madam Antoinette Hivern, merhum Dük II. Francis’in metresi
François Avaugour, dukalığın şövalyelerinden
Alain d’Albret, Fransa’da geniş topraklara sahip bir Breton soylusu ve Anne’in taliplerinden biri
VIII. Charles, Fransa Kralı
Anne de Beaujeu, Fransız Naibi
Norbert Gisors, Fransız Naibinin Elçisi
Nemours Dükü Fedric, Anne’in taliplerinden biri
Avusturyalı I. Maximilian, Kutsal Roma İmparatoru ve Anne’in taliplerinden biri
8.
9. 9
1
Bretanya 1485
Sol omzumdan sağ kalçama dek derinlemesine uzanan, kırmızı bir doğum lekesi taşıyorum; annemin beni rahminden söküp atmaya çalışırken kullandığı, şifacı cadının zehrinden geriye kalan bir iz. Şifacı cadıya göre hayatta kalmış olmam, mucize değil, bizzat Ölüm Tanrısı tarafından sahiplenildiğimin bir işaretiymiş.
Babamın o anda hiddetlendiğini; beni doğurduğu yatakta, zayıf düşmüş, kanlar içinde yatan anneme elini kaldırdığını anlatırlar. Ama şifacı cadı, karısı Ölüm Tanrısı’yla birlikte olmuş olsa, babam annemi döverken O’nun hiçbir şey yapmadan durmayacağını söylediğinde, yatışmış.
Müstakbel kocam Guillo’ya bakmayı göze alıp, babamın ona kökenlerimden bahsedip bahsetmediğini düşünüyor; olduğumu sandığı kişi için üç gümüş para sayacak birine, babamın böyle bir şeyden bahsedeceğine ihtimal vermiyordum. Hem, gerçekte kim olduğumu bilse Guillo’nun da böylesine uysal durmaması gerekirdi. Babam onu üçkâğıda getirdiyse, bu durum Guillo’yla birleşmemiz açısından hiç hayra alamet değildi. Ayrıca kilise yerine Guillo’nun kulübesinde evleniyor
10. ROBIN LAFEVERS
10
oluşumuz da rahatsızlığımı arttırıyordu.
Babamın sert bakışlarını üzerimde hissettiğimde, başımı kaldırdım. Gözlerindeki zafer ifadesi beni ürküttü; o zafere ulaştıysa, ben henüz fark edemediğim bir şekilde kaybediyor olmalıydım. Gene de, benim mutluluğumdan daha fazla canını sıkacak bir şey olmadığını bildiğimden, gülümsedim.
Babama kolayca yalan söyleyebilmiştim ama kendimi aldatmam çok daha zordu. Bana sahip olacak adamdan ölesiye korkuyordum. Kocaman, iri ellerine baktım. Tıpkı babamın elleri gibi, tırnaklarının içinde kir, cildindeki kırışıklıklarda sağlıksız lekeler vardı. Aralarındaki benzerlik bu kadarla kalır mıydı? Yoksa o da ellerini babamın yaptığı gibi sopa niyetine mi kullanacaktı?
Kendime bunun yeni bir başlangıç olduğunu hatırlatsam da, onca kaygı ve korkunun arasında, tek bir umut kıvılcımı bile yoktu. Guillo beni üç gümüş para ödeyecek kadar istiyordu. Belki beni bu kadar istediğinden, iyi de davranırdı. Aslında, dizlerimin kırılmasını, ellerimin titremesini engelleyen, tutunduğum yegâne şeydi bu. Bir de bizi evlendirecek keşiş. Aslında kim ve ne olduğumu bildiğine beni inandıran, seyyah bir keşişten başka bir şey olmayan bu adamın dua kitabının üzerinden bana yolladığı kaçamak bakışlar.
Keşiş törenin son sözlerini mırıldanırken, eski düzenin takipçisi olduğunu gösteren, ipinde dokuz tahta boncuğun dizili olduğu, kendirden yapılmış tespihine kaydı bakışlarım. Tespihi ellerimize dolayıp Tanrı’nın ve dokuz ulu azizin inayetinin üzerimize olmasını dilerken bile, babamın gözlerindeki kendinden memnun ifadeyi ya da kocamın yüzünden artık her ne okunuyorsa görmekten çekinerek, bakışlarımı aşağıda tuttum.
İşi bittiğinde, keşiş kirli ayaklarındaki deri sandaletleri şaklatarak yürüyüp gitmiş; birleşmemiz şerefine bir maşrapa
11. ÖLÜMCÜL MERHAMET
11
kaldırmaya bile tenezzül etmemişti. Babam da. Aceleyle dönüş yoluna koyulan babamın arabasının kaldırdığı toz daha yere inmeden, yeni kocam popoma bir şaplak indirip kulübenin tavanarasını işaret etti.
Ellerimin titremesini saklamak için yumruklarımı sıkıp, çürük çarık basamaklara yöneldim. Guillo kendini son bir maşrapa birayla takviye ederken, bu adamla paylaşacağım yatağın durduğu üst kata çıktım. Benden her zaman korkmuş olan annemi çok özlemiştim; yaşasaydı evlendiğim gece için bana kesinlikle bazı kadınca nasihatler verirdi. Ama hem annem hem de kız kardeşim çok uzun zaman önce çıkıp gitmişti hayatımdan; biri ölümün kollarında, diğeri ise bir tamircinin.
Elbette bir erkekle kadın arasında neler geçtiğini biliyordum. Kulübemiz küçük, babam epey gürültülü bir adamdı. Ansızın başlayan ani hareketlere eşlik eden inlemelerin küçük kulübemizi doldurduğu fazlasıyla gece yaşamıştık. Böyle gecelerin ertesinde, babam daha az, annem ise çok daha fazla aksi bir havaya bürünürdü. Karı-koca yatağı ne denli nahoş şeylerin cereyan ettiği bir yer olursa olsun, babamın gazabından da, etli, kocaman yumruklarından da daha kötü olamayacağını düşünürdüm.
Tavanarası, karşı duvardaki çirkin kepenkler hiç açılmamış gibi küf kokan, küçücük bir yerdi. Samandan şilteyi, halatla bağlı kerestelerden kotarılmış bir karyola taşıyordu. Yatak dışında, kıyafet asmak için birkaç kanca ve karyolanın ayakucunda çıplak bir sandık vardı.
Sandığın ucuna ilişip beklemeye koyuldum. Çok da zaman geçmedi. Basamaklardan gelen sert gıcırtılar Guillo’nun yukarı çıktığını bağırıyordu. Ağzım kurumuş, midem ekşimişti. Ona bir de yükseklik avantajı vermemek için ayağa kalktım.
Son basamağı da çıktığında, kendimi en sonunda onun yü
12. R O B I N L A F E V E R S
12
züne bakmaya zorladım. Tepeden tırnağa vücudumu süzen, topuklarıma dek inip yeniden göğüslerime çıkan, açgözlülükten yaşarmış gözleriyle beni yemeye başlamıştı bile. Babamın, elbisemin aşırı sıkı ve kapalı olması yönündeki ısrarları işe yaramıştı; Guillo’nun bakabileceği pek de bir şey yoktu görünürde. Elindeki maşrapayı korseme doğru sallayıp, yere bira dökerek, “Çıkar şunu,” dedi. Hissettiği şehvet sesini kalınlaştırmıştı.
Bakışlarımı ardındaki duvara diktim; ellerimi elbisemin bağlarına kaldırırken parmaklarım titriyordu. Ama yeterince hızlı değildim. Bana doğru üç koca adım atarak yanağıma tokatı indirdi. “Hemen!” diye haykırdı, başım arkaya savrulurken.
Boğazımdan çıkan safrayla birlikte kusmaktan korktum. Demek aramızdaki ilişki böyle olacaktı. Demek bu yüzden benim için üç gümüş para saymaya bu kadar heveslenmişti.
Bağları açıp korsemi indirip, eteğim ve iç çamaşırımla önünde dikildim. Az önce aşırı sıcak olan bayat hava, bir anda soğumuş, cildime batmaya başlamıştı.
“Eteği de,” diye bağırdı, aldığı derin nefeslerin arasında.
Ayaklarıma indirdiğim eteği yerden alıp yandaki taburenin üzerine koymak için döndüğümde, Guillo üzerime atıldı. Onun gibi iri ve aptal birisi için şaşırtıcı ölçüde hızlı olsa da, bu defa ben daha hızlıydım. Babamın gazabından kaçtığım uzun yıllar yüzünden oldukça idmanlıydım.
Bir anda kenara kaçıp ellerinden kurtulmam onu çileden çıkarmaya yetmişti. Aslında nereye kaçacağımı düşünüyor da değildim; yaptığım yalnızca kaçınılmaz olanı biraz daha geciktirmeye çalışmaktan ibaretti.
Arkamdaki duvarda patlayan yarısı boşalmış maşrapa fazlasıyla gürültü çıkararak, bütün odanın birayla yıkanmasına neden oldu. Bir kez daha homurtularla üzerime atıldı. İçimdeki
13. ÖLÜMCÜL MERHAMET
13
bir şey, bunu onun için kolay kılmamaya yeminli gibiydi. Gene elinden kurtuldum.
Fakat yeterince uzağa kaçamamıştım. Önce bana dokunduğunu hissettim, ardından ince, eski püskü kombinezonumun yırtıldığını duydum.
O an tavanarasını sessizlik kapladı, onun kaba nefeslerini bile kesen, şaşkınlıkla ağırlaşmış bir sessizlik. Gözlerinin sırtımda gezdiğini, zehrin geride bıraktığı çirkin kırmızı izi ve yaraları takip ettiğini hissedebiliyordum. Omzumun üzerinden baktığımda, yüzünün bembeyaz kesildiğini, gözlerinin kocaman açıldığını gördüm. Gözlerimiz karşılaştığında, dolandırıldığını biliyordu artık. Eşit miktarda hışım ve korku barındıran, uzun, öfkesinin en derinlerinden gelen bir sesle haykırdı.
Kaba elleri beni kafatasımdan yakalayarak dizlerimin üzerine indirdi. Son umut kırıntılarının yok oluşunun verdiği acı, yumruklarından da botlarından da daha kötüydü.
Öfkesi biraz olsun dindiğinde, uzanarak beni saçımdan yakaladı. “Bu defa gerçek bir rahibe gideceğim. Seni artık ya yakar ya da boğar. Belki de ikisini birden yapar.” Beni basamaklara doğru sürüklerken, birbirine çarpan dizlerimin acısını duyuyordum. Beni mutfağın içinden geçirip daracık bir kilere soktu, kapıyı arkasından kapattı ve kilitledi.
Yara bere içinde ve muhtemelen kırık birkaç kemikle, paralanmış yanağımı tozlu soğuk zemine dayayıp, olduğum yerde yattım. Kahkahalarıma engel olamıyordum. Babamın benim için planladığı kadere karşı gelmiştim. Elbette kazanan bendim, o değil.
Neden sonra, kilidin açılma sesiyle kendime geldim. Doğrularak kombinezonumdan geriye kalan parçaları kavramaya çalıştım. Kapı açıldığında, karşımda seyyah keşişi, bizi yalnız
14. R O B I N L A F E V E R S
14
ca birkaç saat önce evlendirmiş, küçük bir tavşanı andıran adamı görünce donakaldım. Guillo yanında değildi. Babamı ya da Guillo’yu barındırmayan herhangi bir zaman benim hesabıma göre mutlu olunacak bir zamandı.
Keşiş omzunun üzerinden bakıp kendisini takip etmemi işaret etti.
Doğrulduğumda, kilerle birlikte başım da dönmeye başladı. Elimi hemen duvara dayayıp hissin geçmesini bekledim. Keşiş bir kez daha, bu defa daha aceleci bir havada, kendisini takip etmemi işaret etti. “O dönmeden önce çok vaktimiz yok.”
Keşişin dedikleri, başka hiçbir şeyin yapamayacağı şekilde, kafamın açılmasını sağlamıştı. Guillo’dan habersiz bir iş yapıyorsa, bana yardım ediyor demekti. “Geliyorum.” Duvardan güç alarak doğruldum, bir çuval soğanın üzerinden dikkatli bir adım attım ve keşişin peşinden mutfağa girdim. İçerisi karanlıktı; tek ışık ocaktaki küreklenmiş korlardan geliyordu. Keşişin beni nasıl bulmuş olabileceğini merak etmem gerekirdi, neden bana yardım ettiğini, oysa umrumda değildi. Aklımdaki yegâne düşünce, onun ne babam ne de Guillo olduğuydu. Gerisi önemsizdi.
Beni arka kapıya götürdüğünde, sürprizlerle dolu bir günde yeni bir sürprizle daha karşılaştım. Köyümüzdeki yaşlı şifacı cadı dışarıda bizi bekliyordu. Adımlarımı atmaya çok fazla yoğunlaşmak zorunda olmasam, burada ne yaptığını sorardım ona. Oysa elimden gelen yalnızca dik durmak, yüzükoyun yere kapaklanmamak için kendimi tutmaktı.
Geceye ilk adımımı attığımda, hafifleyerek içimi çektim. Dışarısı karanlıktı ve karanlık her zaman benim dostum olmuştu. Az ilerimizde bir at arabası bekliyordu. Keşiş, bana mümkün olduğunca az dokunmaya özen göstererek, arabanın arkasına çıkmama yardımcı oldu ve aceleyle sürücü koltuğu
15. ÖLÜMCÜL MERHAMET
15
na tırmandı. Koltuğuna oturduğunda bir an için omzunun üzerinden bana baktı ve sanki gözleri yanmış gibi, bakışlarını hemen kaçırdı. İhtiyar atını taşlı yola yönlendirirken, “Orada battaniye var,” diye homurdandı. “Üstünü ört.”
Arabanın sert tahtaları hırpalanmış kemiklerime çarpıyor, eşek kokan ince battaniye kaşınmama neden oluyordu. Gene de, tahta yüzeyde biraz daha koruma sağlaması için yanlarında ikinci bir battaniye olmasını dilerdim. “Beni nereye götürüyorsunuz?”
“Sandala.”
Sandal demek su demekti; sudan geçmek de, babamın, Guillo’nun ve Kilise’nin uzağında olacağım anlamına geliyordu. “Bu sandal beni nereye götürecek?” diye sorsam da, keşişten başka ses çıkmadı. Üzerime de bitkinlik çökmüştü. Dikenli bir çalıdan yemiş koparmaya çalışır gibi, ondan cevap çekip almaya uğraşacak değildim. Uzandım ve kendimi atın sarsak ritmine bıraktım.
Bretanya’daki yolculuğum böyle başladı.
Kaçak bir mal gibi gizlice taşınıyordum. At arabalarının arkasındaki turpların, saman yığınlarının içinde saklandım; bir keşişten şifacı cadıya geçirilirken, kaçamak konuşmalarla, üzerimde gezinen parmaklarla uyandığım oluyordu. Hayatlarını eski azizlere göre süren ve beni Kilise’den korumaya kararlı seyyah keşişlerle şifacı cadıların oluşturduğu gizli bir zincirin içinde, elden ele geçiriliyordum. Sakar hareketleri ve küf kokan, eski urbalarıyla seyyah keşişler yeterince nazik olsalar da, parmakları hassasiyet ya da şefkat açısından oldukça eğitimsizdi. Asıl sevdiğim, şifacı cadılardı. Çatlamış, kaba görünümlü, ama bende kuzu yününe değmişim gibi bir his bırakan ellerine yüzlerce farklı otun keskin, kekremsi kokusu sinmişti. Bazen yaralarım için biraz afyon verdikleri bile oluyordu. Ke
16. R O B I N L A F E V E R S
16
şişlerin ise ancak iyi niyetleriyle yetinmek durumunda kalmıştım. Kaldı ki aralarından bazıları bunda da oldukça gönülsüz davranmıştı.
Yolculuğumun beşinci gününün tamamlandığını sandığım gece, denizin tuzlu kokusuna uyandığımda, bana vadedilen sandalı hatırladım. Güç bela doğrulup, yaralarımın artık o kadar da acı vermediğini, kaburgalarımın eskisi kadar ağrımadığını fark ederek rahatladım. Küçük bir balıkçı köyünden geçiyorduk. Serin hava yüzünden battaniyeyi üzerime çekip bundan sonra ne olacağını düşündüm.
Köyün en ucunda taştan bir kilise vardı. Beni taşıma görevini devralan en son keşiş arabayı kiliseye sürerken, kapının üzerinde, eski azizlerden Mer’in kutsal çapasını seçtiğimde daha da rahatladım. Durduk. “Dışarı.”
Keşişin sesinden algıladığım kadarıyla bitkinlik mi horgörü mü olduğunu ayırt edemesem de, yolculuğum neredeyse bitmek üzereymiş gibiydi. Bu yüzden keşişin hislerini düşünmekten vazgeçip çıktım. Çıkarken de, naif keşişi gücendirmemek için battaniyeye sıkıca sarındım.
Keşiş atı bağladıktan sonra, beni bir sandalın beklediği sahile yönlendirdi. Gözlerimin önünde alabildiğine uzanan mürekkep karası okyanus, sandalın çok ufak görünmesine neden oluyordu. Pruvada kamburunu çıkarmış oturan yaşlı denizcinin boynundaki ipte sallanan kemik gibi ağartılmış deniz kabuğu, yaşlı adamın Aziz Mer’e tapındığını gösteriyordu. Gecenin köründe uyandırılıp yabancıları karanlık denizin ötelerine taşımak konusunda ne düşündüklerini sormak isterdim.
Denizcinin solgun mavi gözleri üzerimden geçti. Başını salladı. “Atla. Bütün gecemiz yok.” Bana uzattığı küreğe sımsıkı tutunarak sandala bindim.
Küçük sandal sallanırken, bir an için kendimi buz gibi suda
17. ÖLÜMCÜL MERHAMET
17
bulmaktan korktum. Ama sonunda düzelen sandal, keşiş adımını attığında daha da suya gömüldü. Yaşlı denizci homurdandı, uzattığı küreği yerine soktu ve yola koyuldu.
Şafakla birlikte doğu ufku pembemsi bir aydınlık kazanırken küçük bir adaya ulaştık. Günün ilk ışığında çıplak bir görünüm taşıyan adaya yaklaştıkça, önünde dikili taşların olduğu yapıyı gördüm. Eski düzenin manastırlarından birindeydik.
Denizci sandalı sahile yaklaştırırken altımızdan çakılların sesi geliyordu. Yaşlı adam başını taştan hisara çevirdi. “Atlayın. Aziz Mortain’in başrahibesi sizi bekliyor.”
Aziz Mortain mi? Ölüm’ün koruyucu azizi aklımda canlandığında ürperdim. Bakışlarımı çevirdiğim keşiş, sanki bana bakmanın ölümcül bir ayartıcılığı varmış gibi, gözlerini kaçırdı. Sımsıkı sarınmış olduğum battaniyeyle, sakar hareketlerle sandaldan sığ suya atladım. Hissettiğim şükranla kızgınlığın arasında kalakalmış halde, hafifçe dizlerimi bükerek reverans yaparken, battaniyenin yalnızca birkaç saniye için hafifçe omzundan kaymasına izin vermiştim.
Bu kadarı yeterdi onlara. Keşişin soluksuz kalışından da, yaşlı denizcinin dilini şaklatmasından da tatmin olmuştum. Arkamı döndüm ve soğuk suyun içinden sahile çıktım. Aslında o güne dek kimseye ayak bileğimden fazlasını göstermiş değildim. Ama yaralanmışlığımdan başka hiçbir şey hissetmiyorken, bana baştan çıkarıcı bir yaratıkmışım gibi davranılmasına fena halde bozulmuştum.
Kayaların arasındaki çimenlik yamaca ulaştığımda, sandal çoktan dönüş yoluna koyulmuştu bile. Ölüm’e tapınanların benden ne istediğini öğrenme arzusuyla, manastıra doğru çıkmaya başladım.