SlideShare a Scribd company logo
1 of 3
Download to read offline
20
…..
BÖLÜM 6
Tuz-Kuduk. Aghatma. Bokhara’ya Triumphant girişi!
Kızıl-Kum’u geçtikten sonra, ziyaretçi yaklaşık 40km uzunluğunda, Büyük Hanlılar Dağlarının sağ
etekleriyle sınırlandırılmış bir yerde, tamamen pelin otlarıyla örtülü bir ova bölgesiyle karşılaşıyordu.
Bize eşlik eden Büyük Hanlılar, Khivan’lar tarafından saldırıya uğramaktan oldukça korkuyorlardı.
Bizi, tehlikeli “Bukhan kuyularından” kaçınmamız, ovanın karşısına doğru Tuz Kuduk’a en kısa rota
olan yolu tercih etmemiz konusunda ikna ettiler. Bu bizleri, Bukhan dağlarını daha ayrıntılı bir şekilde
teftiş etmekten alı koydu ve sonraki ilkbaharda geri dönüş yolunda olma isteğimi
gerçekleştiremeyecektim. Dağlar, The Murghodjar-Tag gibi, ovanın seviyesinden yaklaşık yüz toyz
(tois, Fransa öncesi uzunluk, alan birimi, farklı toyz birimleri vardır) kadar yüksekliğe uzanıyorlardı,
oldukça dik ve mağara delikleriyle dolu, delik deşiktiler; belli başlı kuvarslara, siyenitlere ve
diyabazlara sahiptiler ve bunlar oldukça çok sayıda dar geçişler yaratıyordu. Küçük bir akarsu,
kaynağını bu dağdan alıyordu ve Bukhan kuyularına yakın bir şekilde akıyordu; yaklaşık yüz toyz
(tois: Fransa öncesi uzunluk, alan birimi, farklı toyz birimleri vardır) kadar uzunlukta, kıvrıla kıvrıla
ovanın üzerinde uzanıyor sonra birden gözden kayboluyordu.
Yukarıda bahsedilen ova aşıldıktan sonra; Bukhan, Tuz-Kuduk, Kafkas...vb. dağ zincirlerinin
bulunduğu dağlık bir bölgeye girilir; Khanate of Kokhan’ın güneyinden Bokhara’nın doğusuna doğru,
tek başlarına bir ailenin kolu olmaktan başka önemi olmayan daha küçük sıralı dağlar uzanır.
21
Bukhan’ın sıra dağları, batıya doğru uzanarak başlar ve altın madeni zenginlikleriyle anılan
Tschavaswali ve Vasilkara Dağları’nı oluşturarak Amoo Nehri’nin kıyılarına kadar ulaşır. Bununla
birlikte, söylentilere göre; Prens Bekewitsch’in buralara yaptığı keşif ziyaretlerinin nedeni de buydu.
Şu an bile iddia edilir ki; Kiva Kağanı bu madenlerde çalışılmasını, Rusların açgözlülüklerini
uyandırmamak için yasaklamıştır. Yine de, belki de söyleyebilirim ki; bu tür dedikodular madenlerin
zenginliği konusunda abartılara yol açmıştır. Çünkü Orenburg’da, Vasilkara Dağları’nda
bulunanlarından, bir parça sülfürik taş (Sulphuret of Pyrites) gördüm ve şüphe yok ki; her tür sarı
mineral için bakınan bölge halkı, geniş bir çerçevede, bu tür madenleri ve parlayan metalleri, altın
zannediyorlardı.
Şu ana dek bir uçtan diğerine dek incelediğimiz dağlar; The Murghodjars’da olduğu kadar konik bir
biçimi olmayan, daha yuvarlak hatlarda; ya siyenit ile diyabaz; ya da kuvarsla karışık tebeşir
bulunduruyor. Vadi toprakları, daha az verimli ve pelin otları bile burada çok nadir görünüyor. Bazı
tek tük yerlerde, yollar çok dar; fakat bunun dışında oldukça geniş ve çok iyi. Tuz-Kuduk, ya da “beş
kuyu” (the five wells), dar bir vadi, üç toyz derinliğinde iki çukur bulunduruyor ve çoğu kurumuş
durumda olan otuz kadar da daha küçüklerinden var. Dağlık bölge, Aghatma yolu üzerinde Tuz-Kuduk
tarafından yaklaşık yedi kilometre boyunca başlıyor ve öylece otuz yedi kilometre daha, Kafkaslara
kadar devam ediyor; bu bölgede Bech-bulak ve “Bülbül” Tepelerini solumuzda bırakarak yeni bir
ovaya girdik. Bizim dilimizde “Bülbül” sözcüğü “bülbül” kuşuyla aynı anlamına gelir ve Kırgızların
taklit ettirildikleri bu kuşun sesini çağrıştırır.
Kafkaslar civarında içinde; sülfür, pütrid ve istisna olarak tuzlu su bulunan su kuyuları var ki;
atlarımız bu suyu içmekte çok zorlandı.
Budkak-Kum’un kumlu ovaları Kafkaslardan yaklaşık yirmi iki kilometre öteden başlıyor ve aynı
yöne doğru yirmi yedi kilometre daha devam ediyor ve bu yolun son dört kilometresi sadece derin
kumdan oluşuyor; bu çölden yirmi altı kilometre uzakta tekrar Kara Susuz denilen (örneğin: “susuz
kara”) dağlık bir araziyle karşılaştık. Bu kurak kayalıklar, oldukça siyah bir görünüme sahip ve su
yalnızca iki tane kuyuda bulunabiliyor, bu kuyuları bulabilmek için sol yönde yaklaşık on kilometre
yol kat ettik. Su erzağımız bittiğinde, onun yerine kar kullandık, oldukça da bereketliydi. Bu dağların
yükseltisi az olsa da, karşılaştığımız sıcaklık değişimi fark edilebilir derecedeydi. Son dört kilometre
boyunca, etrafı oldukça yüksek dağlarla çevrili, uçtan uca kesintisiz ovayı aştıktan sonra sonunda
Kara-aghatsch’a ulaştık.
İki kilometre kadar uzaklıktan sonra, dört gümrük ofisi çalışanıyla birlikte elçilik binasıyla
karşılaştık; Khoosh-ameded’in, “Hoş geldiniz.”, diyerek geleneksel selamlamasını yaparlarken,
Aghatma Kağanlığının (Kağanlık henüz otuz yedi kilometre kadar daha uzaklıktaydı) hükümdarı
Aghatma Kağan’ın bize sunulması için emrettiği erzaklar hakkında bilgilendirildik. Bay Von Negri
teşekkürlerimizi ifade etti ve Kara-aghatsch’a doğru, kalan yolculuğumuza onların eşliğinde devam
ettik.
Burası, bir kez daha ağaç görebildiğimiz ilk yerdi. Yaklaşık yüz adet çok yaşlı dut ağacı bir sülfürlü
su kuyusunun etrafını çevreliyordu, suyun sıcaklığı kesinlikle en fazla elli Reaumur derece sıcaklıkta
olmalıydı. –
22
Hayatını bu ağaçların gölgesinde geçirmiş ve oraya gömülmüş bir Mahomedan din adamı tarafından
dikilmişlerdi. Su kuyusu toprak bir tepeciğin üzerinden fışkırıyor ve yerliler ona büyük bir güç
atfediyorlar. Bize eşlik eden tüm Mahomedanlar, içerisinde banyo yaptılar.
Birkaç parça eski bez parçası, birkaç kıyafet ya da çamaşır ağaçların dallarında asılı görünüyordu;
bunlar ağaçları diken, ayaklarının altına gömülü din adamının anısına birer hediyeydiler. Bu kuyunun
suyu, oldukça iyi bir debide akıyor ve küçük bir çay meydana getiriyor; fakat toprağın balçıklı yapısı
nedeniyle hemen emiliyor ve bir süre sonra gözden kayboluveriyor. Dört günden beri hiç mola
vermeden ilerliyor olmamıza rağmen, bu beşinci günde halen yolumuza devam ediyoruz; artık bu
yavan araziyi mümkün olduğunca çabucak terk etmek zorundayız ve sonrasında Kağanın kibarlıkla
bizler için hazırlatmış olduğu erzağa ulaşmış olacağız.
Aghatma’ya, Kara-aghatsch’da oldukça yüksek bir dağı aşarak 25 Aralık’ta ulaştık. The
Bokharians’ların söylediklerine göre, eski zamanlarda burada bir şehir kuruluymuş ve bir yığın
halinde duran tuğlalar da bunun doğru olabileceğine dair bir kanıt sunuyordu. Aghatma bir tür huninin
içinde bulunuyor gibi, onu gören, bir göletin izlerini keşfettiğini zanneder; büyük ihtimalle çevre
yerlileri buradan şehirlerine su sağlıyorlar; çevrede iki adet gür akan su kuyusu var, sülfürik suları
Kara-aghatsch’da olduğu gibi sadece az oranda sıcak.
Aghatma’da kubbe şeklinde çatısı olan küçük bir kule keşfettik; The Bokharians bu kuleyi bir göğüs
siperi ya da ileri karakol olarak kullanıyorlardı, içerisine bir müfreze kadar asker yerleştirmişlerdi; ya
Khivan’lardan gelecek olası bir saldırıdan korkuyorlardı, ya da Rus kafileyi beklemekteydiler. Tepeye
yerleştirilmiş bir gözcü, tüm araziyi oldukça geniş bir alanda gözleyebiliyordu. Biz Aghatma’ya
ulaşmadan önce Bokharian bir yüzbaşı; ya da yüz kadar askerin komutanı diyelim; arkasındaki yirmi
kadar atlıyla bize doğru yaklaştı ve büyükelçileri, Kağan tarafından her neye ihtiyaçları varsa
karşılamaları için görevlendirildiği konusunda bilgilendirdi. Bundan sonra, birkaç atlı adam Bay Von
Negri’ye doğru yanaştılar, oryantal bir kültür ifadesiyle ellerini uzattılar ve ona sık sık “Khoosh-
ameded” sözcüklerini tekrar ederek, hoş geldin dileklerini sundular.
Atların en büyüleyici yanları; güzellikleri, büyüklükleri, çeviklikleri, ateş gibi atılgan görünmeleri ve
ışık gibi hızlı olmalarıydı. Bu askerlerin beyaz bir türban dışında resmi bir ortak kıyafetleri yoktu.
Hepsi farklı renklerde ve farklı tür kumaşlarda khalaat dedikleri geniş pardesüler giyiyorlardı.
Bazılarınınki çizgili ipekten yapılmıştı, kimisi yünden, kimisi de deve tüylerinden; bazı pardesüler,
çevrede bulunması oldukça zor olan yünlü kumaşlarla örülmüştü. Aghatma ekmeği sundular; beyaz ve
tazeydi; inanılmaz üzüm salkımları, karpuzlar ve nar da… Bu ekmek ve meyveleri yerken, yetmiş
gündür galetadan başka hiçbir şey yememiş olduğumuz ve her geçen günün daha zorlu oluşu
düşünüldüğünde, hepimizin aldığı keyfi hayal etmesi kolaydır. Atlarımıza kaliteli ot ve ozugera
verildi; bu yulaf bölgesinde; bu, atlara verilen son yemekti; içerisinde beyaz tanecikli keten tohumu da
vardı. Uzun çayırlar tükenmişti, hatta pelin bitkileri bile seyrek görülmeye başlamıştı; bunun
sonucunda atlarımız zayıf düşmüşlerdi; Aghatma’da onlara verilen ot, Bokhara civarlarında daha iyisi
bulunmayan, işlenmiş çayırlardan geliyordu. Atlarımız bu otlara alışkın değillerdi, çoğu hastalandı;
çünkü çok fazla yemişlerdi;

More Related Content

Viewers also liked (8)

Tooth numbering system
Tooth numbering systemTooth numbering system
Tooth numbering system
 
Difference between Permanent vs deciduous teeth
Difference between Permanent vs deciduous teethDifference between Permanent vs deciduous teeth
Difference between Permanent vs deciduous teeth
 
Developmental disturbances shape, size and number of the teeth
Developmental disturbances shape, size and number of the teethDevelopmental disturbances shape, size and number of the teeth
Developmental disturbances shape, size and number of the teeth
 
Salivary glands
Salivary glandsSalivary glands
Salivary glands
 
Local anesthesia
Local anesthesiaLocal anesthesia
Local anesthesia
 
Hypersensitivity
Hypersensitivity Hypersensitivity
Hypersensitivity
 
Regressive alterations of teeth
Regressive alterations of teethRegressive alterations of teeth
Regressive alterations of teeth
 
Shock
Shock  Shock
Shock
 

Türkçe

  • 1. 20 ….. BÖLÜM 6 Tuz-Kuduk. Aghatma. Bokhara’ya Triumphant girişi! Kızıl-Kum’u geçtikten sonra, ziyaretçi yaklaşık 40km uzunluğunda, Büyük Hanlılar Dağlarının sağ etekleriyle sınırlandırılmış bir yerde, tamamen pelin otlarıyla örtülü bir ova bölgesiyle karşılaşıyordu. Bize eşlik eden Büyük Hanlılar, Khivan’lar tarafından saldırıya uğramaktan oldukça korkuyorlardı. Bizi, tehlikeli “Bukhan kuyularından” kaçınmamız, ovanın karşısına doğru Tuz Kuduk’a en kısa rota olan yolu tercih etmemiz konusunda ikna ettiler. Bu bizleri, Bukhan dağlarını daha ayrıntılı bir şekilde teftiş etmekten alı koydu ve sonraki ilkbaharda geri dönüş yolunda olma isteğimi gerçekleştiremeyecektim. Dağlar, The Murghodjar-Tag gibi, ovanın seviyesinden yaklaşık yüz toyz (tois, Fransa öncesi uzunluk, alan birimi, farklı toyz birimleri vardır) kadar yüksekliğe uzanıyorlardı, oldukça dik ve mağara delikleriyle dolu, delik deşiktiler; belli başlı kuvarslara, siyenitlere ve diyabazlara sahiptiler ve bunlar oldukça çok sayıda dar geçişler yaratıyordu. Küçük bir akarsu, kaynağını bu dağdan alıyordu ve Bukhan kuyularına yakın bir şekilde akıyordu; yaklaşık yüz toyz (tois: Fransa öncesi uzunluk, alan birimi, farklı toyz birimleri vardır) kadar uzunlukta, kıvrıla kıvrıla ovanın üzerinde uzanıyor sonra birden gözden kayboluyordu. Yukarıda bahsedilen ova aşıldıktan sonra; Bukhan, Tuz-Kuduk, Kafkas...vb. dağ zincirlerinin bulunduğu dağlık bir bölgeye girilir; Khanate of Kokhan’ın güneyinden Bokhara’nın doğusuna doğru, tek başlarına bir ailenin kolu olmaktan başka önemi olmayan daha küçük sıralı dağlar uzanır.
  • 2. 21 Bukhan’ın sıra dağları, batıya doğru uzanarak başlar ve altın madeni zenginlikleriyle anılan Tschavaswali ve Vasilkara Dağları’nı oluşturarak Amoo Nehri’nin kıyılarına kadar ulaşır. Bununla birlikte, söylentilere göre; Prens Bekewitsch’in buralara yaptığı keşif ziyaretlerinin nedeni de buydu. Şu an bile iddia edilir ki; Kiva Kağanı bu madenlerde çalışılmasını, Rusların açgözlülüklerini uyandırmamak için yasaklamıştır. Yine de, belki de söyleyebilirim ki; bu tür dedikodular madenlerin zenginliği konusunda abartılara yol açmıştır. Çünkü Orenburg’da, Vasilkara Dağları’nda bulunanlarından, bir parça sülfürik taş (Sulphuret of Pyrites) gördüm ve şüphe yok ki; her tür sarı mineral için bakınan bölge halkı, geniş bir çerçevede, bu tür madenleri ve parlayan metalleri, altın zannediyorlardı. Şu ana dek bir uçtan diğerine dek incelediğimiz dağlar; The Murghodjars’da olduğu kadar konik bir biçimi olmayan, daha yuvarlak hatlarda; ya siyenit ile diyabaz; ya da kuvarsla karışık tebeşir bulunduruyor. Vadi toprakları, daha az verimli ve pelin otları bile burada çok nadir görünüyor. Bazı tek tük yerlerde, yollar çok dar; fakat bunun dışında oldukça geniş ve çok iyi. Tuz-Kuduk, ya da “beş kuyu” (the five wells), dar bir vadi, üç toyz derinliğinde iki çukur bulunduruyor ve çoğu kurumuş durumda olan otuz kadar da daha küçüklerinden var. Dağlık bölge, Aghatma yolu üzerinde Tuz-Kuduk tarafından yaklaşık yedi kilometre boyunca başlıyor ve öylece otuz yedi kilometre daha, Kafkaslara kadar devam ediyor; bu bölgede Bech-bulak ve “Bülbül” Tepelerini solumuzda bırakarak yeni bir ovaya girdik. Bizim dilimizde “Bülbül” sözcüğü “bülbül” kuşuyla aynı anlamına gelir ve Kırgızların taklit ettirildikleri bu kuşun sesini çağrıştırır. Kafkaslar civarında içinde; sülfür, pütrid ve istisna olarak tuzlu su bulunan su kuyuları var ki; atlarımız bu suyu içmekte çok zorlandı. Budkak-Kum’un kumlu ovaları Kafkaslardan yaklaşık yirmi iki kilometre öteden başlıyor ve aynı yöne doğru yirmi yedi kilometre daha devam ediyor ve bu yolun son dört kilometresi sadece derin kumdan oluşuyor; bu çölden yirmi altı kilometre uzakta tekrar Kara Susuz denilen (örneğin: “susuz kara”) dağlık bir araziyle karşılaştık. Bu kurak kayalıklar, oldukça siyah bir görünüme sahip ve su yalnızca iki tane kuyuda bulunabiliyor, bu kuyuları bulabilmek için sol yönde yaklaşık on kilometre yol kat ettik. Su erzağımız bittiğinde, onun yerine kar kullandık, oldukça da bereketliydi. Bu dağların yükseltisi az olsa da, karşılaştığımız sıcaklık değişimi fark edilebilir derecedeydi. Son dört kilometre boyunca, etrafı oldukça yüksek dağlarla çevrili, uçtan uca kesintisiz ovayı aştıktan sonra sonunda Kara-aghatsch’a ulaştık. İki kilometre kadar uzaklıktan sonra, dört gümrük ofisi çalışanıyla birlikte elçilik binasıyla karşılaştık; Khoosh-ameded’in, “Hoş geldiniz.”, diyerek geleneksel selamlamasını yaparlarken, Aghatma Kağanlığının (Kağanlık henüz otuz yedi kilometre kadar daha uzaklıktaydı) hükümdarı Aghatma Kağan’ın bize sunulması için emrettiği erzaklar hakkında bilgilendirildik. Bay Von Negri teşekkürlerimizi ifade etti ve Kara-aghatsch’a doğru, kalan yolculuğumuza onların eşliğinde devam ettik. Burası, bir kez daha ağaç görebildiğimiz ilk yerdi. Yaklaşık yüz adet çok yaşlı dut ağacı bir sülfürlü su kuyusunun etrafını çevreliyordu, suyun sıcaklığı kesinlikle en fazla elli Reaumur derece sıcaklıkta olmalıydı. –
  • 3. 22 Hayatını bu ağaçların gölgesinde geçirmiş ve oraya gömülmüş bir Mahomedan din adamı tarafından dikilmişlerdi. Su kuyusu toprak bir tepeciğin üzerinden fışkırıyor ve yerliler ona büyük bir güç atfediyorlar. Bize eşlik eden tüm Mahomedanlar, içerisinde banyo yaptılar. Birkaç parça eski bez parçası, birkaç kıyafet ya da çamaşır ağaçların dallarında asılı görünüyordu; bunlar ağaçları diken, ayaklarının altına gömülü din adamının anısına birer hediyeydiler. Bu kuyunun suyu, oldukça iyi bir debide akıyor ve küçük bir çay meydana getiriyor; fakat toprağın balçıklı yapısı nedeniyle hemen emiliyor ve bir süre sonra gözden kayboluveriyor. Dört günden beri hiç mola vermeden ilerliyor olmamıza rağmen, bu beşinci günde halen yolumuza devam ediyoruz; artık bu yavan araziyi mümkün olduğunca çabucak terk etmek zorundayız ve sonrasında Kağanın kibarlıkla bizler için hazırlatmış olduğu erzağa ulaşmış olacağız. Aghatma’ya, Kara-aghatsch’da oldukça yüksek bir dağı aşarak 25 Aralık’ta ulaştık. The Bokharians’ların söylediklerine göre, eski zamanlarda burada bir şehir kuruluymuş ve bir yığın halinde duran tuğlalar da bunun doğru olabileceğine dair bir kanıt sunuyordu. Aghatma bir tür huninin içinde bulunuyor gibi, onu gören, bir göletin izlerini keşfettiğini zanneder; büyük ihtimalle çevre yerlileri buradan şehirlerine su sağlıyorlar; çevrede iki adet gür akan su kuyusu var, sülfürik suları Kara-aghatsch’da olduğu gibi sadece az oranda sıcak. Aghatma’da kubbe şeklinde çatısı olan küçük bir kule keşfettik; The Bokharians bu kuleyi bir göğüs siperi ya da ileri karakol olarak kullanıyorlardı, içerisine bir müfreze kadar asker yerleştirmişlerdi; ya Khivan’lardan gelecek olası bir saldırıdan korkuyorlardı, ya da Rus kafileyi beklemekteydiler. Tepeye yerleştirilmiş bir gözcü, tüm araziyi oldukça geniş bir alanda gözleyebiliyordu. Biz Aghatma’ya ulaşmadan önce Bokharian bir yüzbaşı; ya da yüz kadar askerin komutanı diyelim; arkasındaki yirmi kadar atlıyla bize doğru yaklaştı ve büyükelçileri, Kağan tarafından her neye ihtiyaçları varsa karşılamaları için görevlendirildiği konusunda bilgilendirdi. Bundan sonra, birkaç atlı adam Bay Von Negri’ye doğru yanaştılar, oryantal bir kültür ifadesiyle ellerini uzattılar ve ona sık sık “Khoosh- ameded” sözcüklerini tekrar ederek, hoş geldin dileklerini sundular. Atların en büyüleyici yanları; güzellikleri, büyüklükleri, çeviklikleri, ateş gibi atılgan görünmeleri ve ışık gibi hızlı olmalarıydı. Bu askerlerin beyaz bir türban dışında resmi bir ortak kıyafetleri yoktu. Hepsi farklı renklerde ve farklı tür kumaşlarda khalaat dedikleri geniş pardesüler giyiyorlardı. Bazılarınınki çizgili ipekten yapılmıştı, kimisi yünden, kimisi de deve tüylerinden; bazı pardesüler, çevrede bulunması oldukça zor olan yünlü kumaşlarla örülmüştü. Aghatma ekmeği sundular; beyaz ve tazeydi; inanılmaz üzüm salkımları, karpuzlar ve nar da… Bu ekmek ve meyveleri yerken, yetmiş gündür galetadan başka hiçbir şey yememiş olduğumuz ve her geçen günün daha zorlu oluşu düşünüldüğünde, hepimizin aldığı keyfi hayal etmesi kolaydır. Atlarımıza kaliteli ot ve ozugera verildi; bu yulaf bölgesinde; bu, atlara verilen son yemekti; içerisinde beyaz tanecikli keten tohumu da vardı. Uzun çayırlar tükenmişti, hatta pelin bitkileri bile seyrek görülmeye başlamıştı; bunun sonucunda atlarımız zayıf düşmüşlerdi; Aghatma’da onlara verilen ot, Bokhara civarlarında daha iyisi bulunmayan, işlenmiş çayırlardan geliyordu. Atlarımız bu otlara alışkın değillerdi, çoğu hastalandı; çünkü çok fazla yemişlerdi;