Cengiz Dağcı ve Türkistan Lejyonerleri konusunu Gamalı Haç ve Kızıl Yıldız Arasındaki Bir Yazar Cengiz Dağcı" isimli kitabımızda geniş çaplı ele aldık. Bu sunumla bu konuda bilgi vermekteyiz.
1. Cengiz Dağcı ve II. Dünya
Savaşı Hatıraları
Prof. Dr. Abdulvahap Kara
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
05 Nisan 2012
2. Tarihin En Çileli Savaşçıları:
Türkistan Lejyonerleri
Stalinizm ve
Hitlerizm
Arasında
Kaldılar
Yani en büyük
iki diktatörünün
baskısına birden
maruz kalan
insanlar
3. Mustafa Çokay
Mustafa Çokay
araştırmalarım esnasında
Türkistan Lejyonerleri
meselesi ile karşılaştım.
Türkistan Lejyonerlerinin
korkunç durumu beni çok
düşündürdü.
4. Sorular… Sorular… Sorular…
Nazi esiri bu insanlar acaba esir
düştüklerine sevindi mi, üzüldü mü?
Nazi zulmünü görünce nasıl bir hayal
kırıklığı yaşadılar?
Nazi esir kamplarında nelerle
karşılaştılar?
Türkistan Lejyonuna kabul edilip
Alman üniforması giyince nasıl bir
duygu yaşadılar?
Savaş bitti, ama onların çilesi yine
bitmedi. Onlar Stalin’in gözünde
vatan hainiydi.
5. Bu sorulara cevaplar
Sadece Cengiz
Dağcı’da.
Çünkü, o da bir
Türkistan Lejyoneriydi.
Tüm sıkıntıları
çekmişti.
Yaşadıklarını eserlerine
tam aksettirmişti?
6. Tarihi misyonunu bilen adam
Savaşın sonunda, Dağcı için hatıraları yazıp bitirmek
hayatının en önemli görevidir. Bunu ne pahasına olursa
olsun tamamlamak azmindedir. Bu düşüncesini Yurdunu
Kaybeden Adam romanında şu sözlerle belirtir: “…ben kendi
dünyamda yaşarken onlar da benimle birlikte yaşamadılar.
Yarın dünyamdan ayrılacağımı bilsem, birkaç yarım
yamalak satırla “Hatıraları” yazar ve bitirirdim.” Korkunç
Yıllar romanında da bunun için yaşamakta olduğunu şu
satırlarla ifade eder: “Ölmüş kahramanların heykellerini
ölüler değil, yaşayanlar yükseltirler. Onların ruhlarını
içimden çıkarıp bir heykel haline getirmek için ben hayatta
kalmalıyım.”
7. Hatıraların önemi
II. Dünya Savaşı’nda ülkesi Nazilerce işgal edilen
Hollanda Eğitim Bakanı, Londra radyosundan halkına
şöyle seslenmişti: “Hollanda halkı Alman işgali
sırasında çektikleri acıları kaydedip biriktirip bunları
savaştan sonra yayınlamak zorundadır.” Bu sözler, 15
yaşındaki Anne Frank’a Amsterdam’da Nazilerden
saklanan ailesiyle yaşadıklarını yazmasına sebep olur.
Savaşta ölen Frank’ın yazıları daha sonra bulunarak
kitaplaştırıldı ve birçok dillere de çevrildi. Kitap
Almanya’da hiçbir kitapçının vitrinine konulmadığı
halde yüzbinlerce sattı. Oyun haline getirildi. Ya
bizde?
8. Dağcı’nın savaş hatıraları
Dağcı’nın romanlarından sadece ikisi tamamen savaş anılarına
ayrılmıştır.
İlk romanı Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam adıyla iki
cilt halinde 1956’da İstanbul’da yayınlandı.
İkinci roman bundan tam 40 yıl sonra 1996’da yine İstanbul’da
Biz Beraber Geçtik Bu Yolu adıyla yayınlandı.
9. Roman Kahramanları
Birinci romanın kahramanı yani Cengiz Dağcı’yı canlandıran
karakterin ismi Sadık Turan, ikinci romanda ise İzmail
Tavlı’dır. İkinci roman Dağcı’nın çok sevdiği fedakar eşi
Regina’nın hastalandığı zaman kaleme alındı. Korkunç Yıllar
ve Yurdunu Kaybeden Adam’da Dağcı daha savaş bitmeden
duygu ve düşüncelerini eserine yansıtmaktadır. Biz Beraber
Geçtik Bu Yolu romanı ise savaştan yaklaşık 50 yıl sonra
Dağcı’nın savaş günleri ve anılarıyla hesaplaşmasıdır. Bir
başka deyişle, Sadık Turan savaşın taze duygularını, İzmail
Tavlı ise 50 yıl sonra o anılarda gezinirken ortaya çıkan duygu
ve düşünceleri yansıtır. Bu yüzden olsa gerek Dağcı, aynı
sahneleri iki farklı kişiliğe yaşatmaktadır.
10. Sadık Turan adı
Dağcı’nın roman kahramanına Sadık
Turan adını vermesi tesadüf
değil, bilinçli bir tercihtir. Araştırmacı
Şahin, Dağcı’nın turan ülküsüne olan
inancını Sadık Turan adıyla yaşatmak
istediğine işaret eder.
Çünkü, Dağcı, Türkistan Lejyonu
günlerinde “müebbet ülke turan”
idealine inandı. Türkistan
Lejyonundaki arkadaşları Turan’a olan
sadakatleri uğruna hayatlarını kurban
etmişlerdi. Dağcı, böylece
kahramanına Sadık Turan adını
vermekle ölen arkadaşlarının anısına
11. Dağcı esir düşüyor
Cengiz Dağcı 9 Ağustos 1941’de öğle saatlerinde
Almanlara esir düştü. Korkunç Yıllar romanının
kahramanı Sadık Turan ve Biz Beraber Geçtik Bu Yolu
romanının kahramanı İzmail Tavlı da Bug Nehri
kıyısında Almanlara esir düşmektedir. Dağcı
hatıralarında bu konuya değinerek şunları
söylemektedir: “Ben ne Sadık Turanım, ne de İzmail
Tavlı. Ne var ki, her iki olayla benim o günkü durumum
arasında yakınlık ve benzerlik var. Her iki romanımda
da o günkü gerçek durumumdan istifade edildi.”
Peki Dağcı esir düştüğüne üzüldü mü?
12. Hayır, üzülmedi
Dağcı, Bug Nehri
kıyısında, Almanlara esir
düştüğüne üzülmedi.
Hatta buna sevinmişti bile.
Çünkü esir düşmekle ateş
kasırgasından sağ salim
çıkmış oluyordu. Dağcı
Korkunç Yıllar romanında
esaretin harpsiz, ateşsiz ve
ölümsüz geçen ilk
günün, Sadık Turan’a
cennet gibi geldiğini yazar.
13. Zaten esirdiler
Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanında Tavlı da benzer
duygular içindedir. Bu durumu Teğmen Tavlı ile
Ukraynalı Çavuş Boyko arasında geçen bir diyalog
ortaya koyar. Teğmen Tavlı, Almanlara esir düştüğü
için coşkulu bir sevinç gösteren Boyko’ya esir
olduklarını hatırlatır. Bunun üzerine Boyko “Ne fark
eder? Eskiden de esirdik. Her zaman esir olduk.
Canımızı kurtardık ya!.. Savaş bitti bizim için. Sağız.
Yaşıyoruz. Önemli olan yaşamak!” der.
14. Sevinç kısa sürdü
Ancak Almanlara esir düşen Dağcı’nın sevinci uzun
sürmeyecekti. Nazi esaretinin savaşın ağır şartlarından çok daha
beter olduğunu çok geçmeden anlayacaktı.
Nazi esir kamplarındaki ağır şartları gören ve daha kamptaki
ikinci gün çizmesi ayağından alınan Dağcı Korkunç Yıllar
romanında Turan’ın ağzından duygularını şöyle aktarır: “Alman
çavuşun ayağımdan çizmeleri aldığı gün hiç kimseyle
konuşmadım. O gün benim için yeni bir hayat başlıyordu... Yeni
hayatta, hayat için savaşmanın lüzumunu hissediyorum. Bundan
dolayı da herkesten nefret ediyorum. Tekrar cepheye
dönmeye, harp etmeye razıydım. Kime karşı? Kime karşı olursa
olsun! Ne uğurda olursa olsun! Neyin şerefine olursa olsun! Yalnız
bu dört duvar arasındaki hayat için olmasın. Yalnız bu insanların
arasından çıkayım.”
15. Kurtuluş ümidi olmayan yer
Esirlerin getirildiği kamptaki meydan çok kalabalıktı. Esirlerin çoğu
elbiselerindeki bitleri temizlemekle meşguldü. Orada burada
hareketsiz yatan esirler göze çarpıyordu. Bunların öldükleri, ancak
cesetleri iki üç gün sonra kokmaya başladıklarında anlaşılıyor ve ölüler
bir duvarın dibine odun yığılır gibi yığılıyordu.
Gece olunca meydanda yatacak bir yer bulmak yeni gelen esirler için
büyük bir sorundu. Kırmızı yapılar kapı pencerelerine kadar tıklım
tıklım insan doluydu. Yer bulmak da mümkün değildi. Her yerde
ağlayan, inleyen, uyuyan insanlar vardı. Yanlışlıkla bunlardan birine
basacak olursanız, kızgın sesler ve küfürler yükseliyordu. Hatta tekme
tokat saldıranlar da çıkıyordu. Dağcı’nın buradaki duyguları Korkunç
Yıllar romanında Turan’ın ağzından şöyle yer almaktadır: “Yarabbim bu
ne zulüm! Ömrümde ilk defa olarak kurtuluş ümidi bulunmayan bir
yerde olduğumu anlıyorum.»
16. Açlık ve ölüm kol kola
Kampta durum günden güne kötüleşiyordu. Esirlere bir
hafta boyunca yiyecek hiçbir şey verilmedi. Her gün
yüzden fazla esir açlık, susuzluk ve hastalıklardan
ölüyordu. Bir sabah, meydanın köşesindeki hoparlörden
yemek verileceği ilan edildi. Ayrıca yemek dağıtımı
esnasında intizam bozulduğu takdirde ateş açılacağı da
ikaz edildi. Kuyruğa giren esirler, sıraları
geldikçe, mutfaktan verilen elli gram ekmek ve yarım litre
çorbayı alıyordu. Çorbaları konserve kutularına, kutuları
olmayanlar ise şapkalarına doldurtuyorlardı. Çorbasını ve
ekmeğini alan esirler, arkadaşlarına sırtlarını dönerek adeta
bir günah işliyormuşçasına gizli gizli yiyorlardı.
17. Konserve kutusunun değeri
Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanından, konserve
kutularının esirlerin en değerli eşyalarından biri olduğunu
anlıyoruz. Esirler bin bir güçlükle temin ettikleri kutularını
yanlarından hiçbir zaman ayırmıyorlardı. Bunun için
konserve kutusunu açtıkları iki delikten geçirdikleri iple
gündüzleri kemerlerine bağlıyorlar, gece ise başlarının
altında korumaya alıyorlardı.
Çorba, yeşil renkli bir sıvı, ekmek de taşlı, samanlı ve tuğla
gibi sertti. Ama günlerce aç kalıp hiçbir şey yememiş olan
Dağcı’ya bu ekmekler, o güne değin yedikleri ekmeklerin
içindeki en lezzetlisi gibi geliyordu
18. Bir lokma ekmekle bayram sofrası
Dağcı’nın Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanındaki
ifadesine göre, Kirovograd Esir Kampında geçen her ay,
bir asra bedeldi. Burada yenen bir lokma ekmek, o
kadar değerliydi ki, neredeyse, dört başı mamur bir
bayram sofrasına eşitti. Kamptaki eziyet ve sıkıntı onu
o kadar sarsmıştı ki, hayata bakışını dramatik bir
biçimde değiştirmişti. O artık kentlerin insanlar için
inşa edildiğine inanmıyor, bu insanların da Tanrı
tarafından yaratılmış olduklarından şüphe ediyordu.
Kirovograd’da yalnız insanlar değil, güneşin ışığı,
gecelerin karanlığı, yağan yağmur ve hatta kar bile bir
başkaydı.
19. Esaretten kurtuluş ümidi
Evet, esaret böyle korkunçtu.
Bundan
kurtulmanın, kamptan sağ
çıkmanın tek yolu Türkistan
ve diğer lejyonlara
katılmaktı.
Cengiz Dağcı da böyle yaptı
ve Türkistan Lejyonuna
katılmak üzere kamyona
binerek yola çıktı.
20. Türkistan kelimesinin gücü
Dağcı o andaki duygularını hatıralarında
şu şekilde dile getirmektedir:
“Yolculuğumuz sırasında kendimin
Türkistanlı esirler arasında
bulunduğumuzu anladım. Ne ki, (ben de
dahil) nereye götürüldüğümüzün farkında
değildik. Oysa Özbekler arasında yer alan
konuşmalarda Türkistan Lejyonu ve
Türkistan Ordusu gibi anlayabildiğim
kelimeler geliyordu kulağıma. Öyle bir
anda (kendimin farkında olmadığım)
içimde uyuyan duyguların uyandıklarını
hissediyor, karanlığın içinden çıkmış
muhteşem bir tablo ışıldıyordu gözlerimin
önünde: Türkistan Ordusu…
Genç ömrümde hiç telaffuz edemediğim bu
iki kelime gül gibi açılıyordu susamış kuru
dudaklarımda.”
21. Güneşli bir Nisan sabahı Varşova’nın 30 km
güneydoğusunda Legionova kasabasına
ulaştılar. Kamyon burada bir askeri kampın
önünde durdu. Kampın ortasında duvarları
kerpiç, damı çinko iki katlı kumandanlık
binası ve çevresinde ahşap barakalar yer
alıyordu. Eskiden Polonya ordu karargahı
olan bu yer, bir esir kampı değildi. Burası bir
eğitim kampıydı. Sovyet ordusundan esir
düşen Türk kökenli askerler eğitiliyordu.
Eğitilen askerlerden Alman ordusu kadrosu
içinde Türkistan Lejyonu oluşturuluyordu.
Lejyon, Dağcı Legionova’ya gelmeden bir ay
önce kurulmuş olmalıydı. Korkunç Yıllar
romanında bir esir kendisine şöyle der: “Bir
ay oluyor. Berlin’den adamlar geldiler.
Aralarında Almanca’yı su gibi bilenler vardı.
Bizi meydanda topladılar, ateşli nutuklar
söylediler. Türkistan’ın hürriyeti uğruna
savaşmak için bizi silaha sarılmaya
çağırdılar.”
Lejyonda
22. Sıkıntılar bitiyor
Artık Dağcı’nın hayatında
yeni bir dönemin başladığı
aşikardı. Dağcı, hayatının
bundan sonraki bölümünün
nasıl olacağını bilmese
de, esir kamplarındaki
hayatından çok daha iyi
olacağını seziyordu. En
azından yalnızlık
çekmeyecekti.
Dili, dini, kökeni ve tarihi
ortak insanlar ile beraber
olacaktı. Sıkıntıya
düştüğünde elinden
tutacak, ayağa kaldıracak
birileri her zaman yanında
olacaktı.
23. Allah bizimle
Kampa geldikten hemen sonra
yemek verdiler. Daha sonra
hamama girip temizlenmeleri
sağlandı ve Alman üniformaları
dağıtıldı. Üniformalar yeni değildi.
Prusya ordusundan kalan eski
üniformalardı. Üniformaların kol
yenlerine üç beyaz minareli
Semerkant camiisi ve çevresine de
“Allah bizimledir” yazısı işlenmişti.
Üstlerine giydikleri bedenlerine
uymayan eski üniformalarla halleri
hem gülünç, hem de acıklıydı.
24. Neydik, ne olduk
Şubat 1943’te Krakov Kampına getirilip
Türkistan Lejyonuna dahil edilen İkram Han
lejyondaki ilk gününü şöyle anlatmaktadır:
“Sovyet Ordusunda rüyamıza dahi girmeyen
çikolataları yiyip, sigaraları içtik ve barakalarda
yattık. Sabah erkenden banyo yaptık. Çıkarken
yeni Alman asker üniformalarını giydik. 8-9 ay
cephelerde doğru dürüst yıkayamadığımız
üniformayı çöpe attık. Banyodan çıkışta
Almanların elimize üniforma verip “bunları
giyin” demesi bize sürpriz oldu. Giyerken
birbirimize bakıp hayretten ne diyeceğimizi
bilmiyorduk. “Neydik, ne oluyoruz?” şeklinde
şaşkın şaşkın düşünürken, aramızdan birisi
“Vallahi sonunda Alman askeri de olduk. Bu da
kaderimizmiş” dedi. Herkes bu acayip duruma
kısmet diyerek güldü.”
25. Şaşkınlık
Dağcı yabancı üniforma içinde önce
vücudunun üşüdüğünü, sonra
duygusallığını yitirdiğini, ardından da
vücudunun kirlendiğini hissetti. Daha
birkaç gün öncesine kadar kendilerini esir
eden ve her türlü zulmü yapan ordunun
üniformalarını giymek kendisini şaşkına
çevirmişti.
Ancak, Dağcı huzursuzdu. Her sabah
giydiği Alman üniforması demirden dar
bir kalıp gibi ruhunu sıkıyordu. Boğulur
gibi oluyordu. Derslerden boş kaldığı
vakitlerde, karargahın en kuytu yerindeki
çam ağaçlarının gölgesinde için için
ağlıyordu
26. Alman üniforması
Dağcı ve Alman üniformalarını giyen
diğer askerler dışarı
çıktıklarında, Alman askerlerinin
meydanın ortasına bir ateş yaktıklarını
gördüler. Bir Kazak subay Rusça
konuşma yaptı: “Sizler için esirlik bitmiş
bulunmaktadır. Bizimle beraber
memleketinizi düşmanlardan
temizleyeceğinize ve sizlere emanet
ettiğimiz, sırtınızdaki o Alman
üniformasının şerefini bir Alman gibi
koruyacağınıza inanıyoruz.” Subay
sözünü bitirdikten sonra herkesten
çıkardıkları Sovyet üniformalarını
koşarak ateşe atmalarını istedi. Askerler
eski üniformalarını ateşe
atarken, Almanlar kahkahadan
27. Dağcı’nın tesellisi
Dağcı’nın Türkistan Lejyonunda en
büyük tesellisi, Türkistan’ın bağımsızlık
mücadelesi için eğitilmeleriydi. Aslında
kendisi Türkistanlı olarak görmüyordu.
O Kırımlıydı. Fakat onun için
Türkistan’ın bağımsızlığı, Kırım’ın
bağımsızlığı kadar önemliydi. Kırım
Türklerinin fikir ve düşünce adamı
İsmail Gaspıralı aklına geliyordu. O da
Türkistan halklarının bütünlüğü ve
bağımsızlığı için mücadele etmişti.
Türkistanlı askerlerin aralarında tek
Kırımlı olduğu için kendisine saygı
gösterdiklerinin de farkındaydı.
İsmail Gaspıralı
28. İki kutsal kelime
Lejyon askerleri için iki kutsal kelime vardı:
Türkistan ve bağımsızlık. Bunun için
savaşacak ve bunun için öleceklerdi.
Vatanlarındaki dini ve manevi değerlere
sahip çıkacaklardı. Her sabah talime
çıkmadan önce tabur imamları vaaz ve
nasihatte bulunuyordu. Bu
imamların, “camilerimizi dine inanmayan
ateist Ruslardan kurtaracak mıyız” sorusuna
askerler hep bir ağızdan “kurtaracağız” diye
cevap veriyorlardı. Lejyonlar arasında dil
meselesi de önemli bir yer teşkil ediyordu.
Ana dile sahip çıkmak da bir vatanseverlik
olarak görülüyordu. Askerlerden biri
konuşurken yanlışlık veya dalgınlıkla
ağızından Rusça bir kelime kaçıracak
olursa, yanındakiler alınıp “Allah her millete
bir dil verdiği gibi, biz Türkistanlılara da bir
dil vermiş” diyorlardı.
29. Nazi aldatmacası
Ancak, Nazi yönetiminin Türkistan’a
bağımsızlık vermek gibi bir planları yoktu.
Nazilerin Türkistan için düşündüğü en
iyimser siyasî haklar bile Sovyetlerin
tanıdığı hakların çok gerisindeydi. Kırım’ın
demokratik millî yönetiminin kurulması
için yedi ay boyunca Berlin’de Nazi
yetkilileri ile görüşmelerde bulunan
Müstecip Ülküsal sonunda böyle bir şeyin
imkansız olduğunu anladı. Ülküsal’a
göre, Almanlar Sovyetlerde işgal ettiği Türk
bölgelerine demokratik haklar vermekten
yana değildi. Bolşevikler gibi, Nazilerin de
gayesi Türk bölgelerini sömürmektir.
Üstelik, Almanlar bunu Ruslardan daha
kaba ve hızlı bir biçimde yapacaklardı.
Almanların hakimiyeti, neticede Sovyet
Birliği'ndeki Türkler için “efendi”
değiştirmekten başka bir şey olmayacaktı.
30. Üstün ırk
rahatsızlığı
Nazilerin üstün ırk nazariyesi de
Türkistanlı askerleri rahatsız ediyordu.
Bu nazariyenin yersizliğini kendi
aralarında tartışıyorlardı. Bir
Türkistanlı asker şöyle diyordu:
“Kendilerini üstün bir ırk, asil kanlı
olduklarını sanıyorlar; ben Ferganalı bir
Özbek dihkanını bin Herr Franz’a
değişmem.”
Lejyonda kapısında “Nur für
Deutschen”, yani sadece Almanlar için
yazılı tuvaletlerin bulunmasını da bu
nazariyenin bir sonucu olarak
görüyorlardı. Bir asker bu durumu
hicvederek şöyle dedi: “B..ları da
bizimkilerden başka sanki! Akasya
ağacının gölgesinde inşa ettikleri ahşap
tuvaletin kapısında “Nur Für
Deutschen” yazılı”.
31. Buruk sevinç
10 Mayıs 1945’te sona erdiğini
haberini duyan Dağcı bu habere
yeterince sevinemedi. Biz
Beraber Geçtik Bu Yolu
romanında bu haberi nasıl
karşıladığını şöyle ifade
etmektedir: “Nihayet geldi son.
Savaş bitti. Gözlerim sulanıyor.
Ölenlerin ardından ağlamamı
irademin bütün kaslarıyla
önleyebiliyorum. Ama
sevinemiyorum.”
32. Savaş bitti, çile bitmedi
Evet savaş bitmişti. Ama Dağcı ve
onun gibilerin çilesi hala bitmemişti.
Vatanına dönemezdi. Nereye
gidecekti? Durumları diğer
mültecilerden farklıydı. Müttefiklere
karşı savaşmışlardı. Bundan dolayı
onların gözünde düşman
sayılıyorlardı. Kırım Sovyetlerin
yönetimindeydi. Sovyet lideri
Stalin, Almanların elindeki Sovyet
esirlerini hain ilan etmişti. Kırım’a
dönmek, ölüm demek, hapishane ve
sürgün demekti. Onun için savaşın
bitmesine sevinemiyordu. Dağcı’nın
hayatta kalma savaşı, insanca ve insan
onuruna yakışır bir biçimde yaşama
savaşı devam ediyordu.
33. Mülteci çilesi
Dağcı, artık bir lejyoner, bir asker
değil, mülteciydi. Hem de Türk asıllı
bir Sovyet mültecisiydi. Hayatının
bundan sonraki dönemi bir
mültecinin yurt bulma mücadelesi
bulma olarak başlıyordu. Dağcı’nın
bu kaderini paylaşan yüzbinlerce
insan İtalya ile Avusturya’da endişe
içinde yaşıyordu. Ertürk, o dönemde
Kuzey İtalya’nın Türk mültecilerle
adeta bir Türk ülkesi görünümünü
aldığını belirtmektedir. Burada
mülteci kamplarında ve dışında
Alman ordusu saflarında savaşmış
olan yarım milyonu aşkın
Türkistanlı, Kazanlı, Kırımlı, Kafkas
yalı ve Azerbaycanlı askerler
bulunmaktaydı.
34. Azerbaycanlı Cabbar Ertürk:
Stalin’in baskıcı yönetiminin ağır
baskısından habersiz Amerikalı ve İngiliz
subaylar sivil halkın ülkelerini niçin terk
ettiklerini anlamakta zorlanıyorlardı.
Türk asıllı olanlarının
dışında, mültecilerin hemen hepsi
ABD’ye gitmek için yetkililere
yalvarmaktaydı. Türk asıllı olanların
gitmek istedikleri yegane ülke ise Türkiye
idi. Çünkü, onlar dil, din, gelenek ve
göreneklerinin Türkiye’de korunacağı
düşüncesindeydiler. Kendilerini esir
etmiş olan İngiliz ve Amerikalılara Türk
olduklarını gururla söyleyerek biz
Türkiye’den gideceğiz diyorlardı.
35. Sovyetlerden mülteci avı
Ancak, onların önünü kesecek tedbirleri Moskova, çoktan almış
bulunuyordu. Almanlara karşı savaşan müttefik devletlerin daha
savaş bitmeden Almanya için ateşkes şartlarını belirledikleri
protokole, Moskova, Almanlarla birlikte Sovyetler Birliği’ni terk
eden vatandaşlarının geri verilmesi şartını koydurttu. Dahası
Stalin, Sovyet ordusundan esir düşerek Alman saflarında
kendilerine karşı mücadele edenlerin özellikle teslim edilmesini
istiyordu. Nitekim Almanya, İtalya, Avusturya ve Fransa’da
bulunan mülteciler 1945 yılının sonuna kadar istisnasız Sovyetler
Birliği’ne teslim edildiler. Moskova bunun için savaştan sonra
özel komisyonlar kurdu. Bunların temel görevi Batı Avrupa
ülkelerini dolaşarak buralardaki mültecileri önce tespit etmek ve
sonra “vatanınız sizleri bekliyor, size hiçbir ceza verilmeyecek”
şeklinde propaganda yaparak onların ülkelerine geri dönmelerini
sağlamaktı.
36. Zoraki teslimat
İngiliz ve Amerikalı askeri
yetkililer, Sovyetler Birliği ile yapılan
anlaşma uyarınca, Sovyet vatandaşı
olduklarını tespit ettikleri mültecileri
kendi iradelerinin dışında ülkelerine
gönderdiler. Bunlar, Sovyet, İngiliz ve
Amerikan askerlerinin nezaretinde
konvoylar halinde trenlere
bindirilerek Sovyetler Birliği’ne sevk
edildiler. Sovyetler Birliği’ndeki
kendilerini bekleyen korkunç
akıbetten endişe eden bazı
askerler, trenlerden kendilerini atarak
intihar ettiler. Bunların sayısı o kadar
çoktu ki, İtalyan ve Fransız
gazetelerine haber oldular.
Azrail: Sen her zaman benim en iyi
dostum oldun Jozef Stalin.
37. Nihayet, Batı durumu kavradı
Bu durum 1946 yılı başlarında Batılıların
dikkatini çekti. Özellikle UNRA (Birleşmiş
Milletler Yardım Teşkilatı) bu konuda ABD
nezdinde girişimlerde bulundu.
Nihayet, konu Birleşmiş Milletlerin
gündemine geldi ve hiçbir suçları olmayan
sadece Sovyet baskısından kurtulmak ve
insanca yaşamak isteyen insanları tekrar
bu baskı rejimine geri göndermenin bir
cinayet olduğu ifade edildi. Böylece, 1946
senesinden itibaren sivil mültecilerin
Moskova’ya iadesi durduruldu.
38. Büyük endişe
Dağcı Sovyetler Birliği’ne teslim edilme endişesini hiç yenemedi.
Özellikle kampa ne zaman Amerikan askerleri gelse, içi ürperiyordu.
Onların kendilerini yakalayıp Ruslara teslim edecekleri korkusunu
içinde duyuyordu. Dağcı bu duygusunu Korkunç Yıllar romanında
Turan’ın 1.8.1946’da Roma’dan yazdığı mektupta yer alan şu satırlarda
görüyoruz: “Dün merdivenlerden inerken aşağıda, kapının yanında iki
Amerikan inzibat eri gördüm. Çocuk gibi titredim. Korktum. Odama
koşup saklandım. Kapıyı kilitledim, pencerenin önüne gittim. Odama
girecek olurlarsa, kendimi pencereden atacaktım. Bu korkularımın
sebebini biliyorum. Titremem çok uzun sürmedi. Güldüm bile. Her
üniformalı görüşümde, bir defa daha korkuyorum. Amerikan Hükümeti
sanki her inzibat erine Alman ordusunda askerlik yapmış olan Cengiz
Dağcı’yı tutup Ruslara teslim et, diye emir vermiş! Ama gene de
korkuyor, insanların yüzlerine bakamıyorum.”
39. Londra
Polonyalı Regina ile hayatını birleştiren Dağcı bir
yolunu bulup İngiltere’ye gitmeyi başarır. Uzun yıllar
orada yaşayan Cengiz Dağcı Eylül 2011 tarihinde vefat
etti. Mekanı cennet olsun!
40. Sonuç
Tarihin en çileli askerleri olan
Nazi lejyon projesindeki
insanların hayatı bugüne kadar
yeterince araştırılmamıştır.
Bu konuda en kapsamlı bilgi
Dağcı’nın eserlerinde ve
Hatıratındadır. Bundan dolayı
Dağcı sadece edebi bir şahsiyet
değil, aynı zamanda önemli bir
tarihi şahsiyettir. Lejyonların
hayatını ondan daha iyi yansıtan
başka biri daha yoktur.
41. Teşekkür
Cengiz Dağcı’nın anısına bu toplantıyı düzenleyenlere
ve tüm katılımcı ve dinleyicilere teşekkür ediyorum.