SlideShare a Scribd company logo
1 of 19
28 ŞUBAT VARYANTI
1)28   ŞUBAT VARYANTI − I.................................................................................1
2)28   ŞUBAT VARYANTI – II................................................................................3
3)28   ŞUBA VARYANTI − III................................................................................5
4)28   ŞUBAT VARYANTI – IV...............................................................................7
5)28   ŞUBAT VARYANTI – V................................................................................9
6)28   ŞUBAT VARYANTI – VI.............................................................................12
7)28   ŞUBAT VARYANTI – VII............................................................................15


                                  28 ŞUBAT VARYANTI − I
28 Şubat postmodern darbesi de elbette tüm demokrasi karşıtı eylemler,
darbeler, muhtıralar gibi; Türkiye’nin ve Türkiyelilerin aleyhinedir. Lâkin bu konuyu
da neden ve niçinleriyle birlikte ele almak, madalyonun iki yüzüne de bakmak
suretiyle en iyi şekilde anlayabilir ve sonuç çıkarabiliriz diye düşünüyorum...
Malûm, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi Türkiye için son derece mühim bir dönüm
noktasıydı. Demokrasiye geçiş büyük badirelerle hayli sancılı olacak, Türkiye
“Vesayet Anayasası”nı kendi oylarıyla başına belâ edecekti. 90’lı yıllarda
SSCB’nin dağılması1, yani komünizmin en iri devletindeki dağılmanın dünya solunda
itibar ve taraftar kaybı meydana getirmesi de sağı güçlendirmeye başlamış,
dindar−muhafazakâr kesimin siyasî çapı büyümeye başlamıştı...
Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinde birinci parti oldu. Ancak iktidarı ele
geçirmek öyle kolay olmadı. Güvenoylaması süreci sancılı oldu. Nihayet, TBMM’de
birinci parti durumunda olan Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP’nin koalisyonu
olarak kurulan 54. Hükümet (“Refahyol” tâbir edilen hükûmet), 8 Temmuz
1996’da TBMM’de yapılan oylamada güvenoyu almayı başardı.
Fakat bu koalisyon mutlu bir birliktelik değildi. Taraflar birbirlerinden huzursuz
olduğu kadar, hemen her fırsatta iktidar ortağı oldukları halde bir birlerine çelme
takıyorlar, ülkede bazı gerginlikler paralel olarak yaşanıyor, fırsatçı çevreler çam
sakızı gibi geveledikleri kadim “İRTİCA PARANOYASI”nı her fırsatta toplumun
karşısına öcü olarak çıkarıyorlardı...
Refah Partisi Genel Başkanı ve dönemin başbakanı Necmeddin Erbakan’ın bir
Ramazan iftarı bütün bunlara tuz büber ekecekti. Sade bu kadar değildi olaylar.
1996 Ekim’inin ilk haftasında Başbakan Erbakan sırasıyla Mısır, Libya, Nijerya’yı


1 25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'un istifa etmesinin
ardından Sovyetler Birliği'ni teşkil eden cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmaları.
Bunun da evveliyatı var tabiî: Gorbaçov, 11 Mart 1985 de, Komünist Partisi Genel
Sekreterliği'ne seçilmesinden sonra bir yandan siyasal sistemin yapısını değiştirerek
yakasını Komünist Partisi'nin hegemonyasından kurtarmaya çalışırken, diğer yandan
da ekonomik yapının değiştirilmesi ve bu yapıya, kafasında tasarladığı şeklin
verilebilmesi için ekonomik alanda da kademe kademe tedbirler almaya başladı.
Glasnost (açıklık, şeffaflık) ve Perestroyka (yeniden inşa, yeniden yapma),
öngörülen yeni ekonomik sistemin iki temel ilkesini teşkil etmiştir.
ziyaret etti. Libya’da, devlet başkanı Muammer Kaddafi’nin bir çadırda
Erbakan ile yaptığı görüşmede sarfettiği sözler Türkiye’de muhalefet ve
malûm basın tarafından ağır bir şekilde tenkid edildi. Tenkidden de öteydi aslında
yapılanlar. TSK sürekli olarak durumdan vazife çıkarmaya çağırılıyordu...
3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya −
siyasetçi − emniyet teşkilâtı ilişkileri olarak gündeme oturdu... Başbakan
Erbakan , akıllıca bir siyasetle bunun üzerine gidip bazı karanlık ilişkilerin ipini
pazara dökeceğine karşıtlarının partisi ve iktidar aleyhine şişirdiği bu hadiseye
“fasa fiso” diyerek büyük bir taktik hata yaptı... Dönemin Adalet Bakanı Şevket
Kazan ise, “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemi için “Mumsöndü
oynuyorlar” diyerek her tarafa çekilebilecek bir gaf yapıyordu...
Gelişmeler olacakların habercisiydi...
Kayseri’nin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, 10 Kasım 1996 tarihli
Refah Partisi İl Divan Toplantısındaki konuşmasında, Türkiye’de henüz gerçek
demokrasinin olmadığını, hâkim güçlerin herkesi kendi görüşleri
doğrultusunda hareket etmeye zorladığını haklı olarak söylüyor, lâkin
patavatsızlık yaparak bu haklılığına suç unsuru olabilecek, düşmanlarına koz ve
ipuçları verecek şeyleri katmayı da ihmal etmiyordu...
“Süslü püslü göründüğüme bakıp da lâik olduğumu sakın sanmayın!.. Resmi
görevim nedeniyle bugün bir törene katıldım. Belki başbakanın, bakanların,
milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak, sizin hiçbir mecburiyetiniz yok.
Refah Partili olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni
değişmelidir. İnsanları köle gibi gören, çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey
Müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik
etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur..”2
Karatepe konuşması nedeniyle 1 yıl hapis ve 420.000 lira ağır para cezasına
mahkûm edildi. Ancak bu konuşma ile sadece kendi mahkûmiyetini değil, bütün
muhafazakâr, mütedeyyin insanların mahkûmiyetini sağlayacak bir sürecin de fitilini
ateşlediğinin ne yazık ki farkına varamıyor, bu hakiki müslüman ferasetinden
kendisini iktidar serhoşluğu (şımarıklık) alıkoyuyordu...
Elbette balık baştan kokardı. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, 11 Ocak
1997 Cumartesi günü, Başbakanlık Konutunda cemaat liderleri ve tarikat
şeyhlerine; göstere göstere bir iftar yemeği verdi. İftar yemeği başka bir mekânda
değil, sanki özellikle Başbakanlık Konutu’nda veriliyor, gözlerin ve sözlerin yeniden
“İRTİCA PARANOYASI”na çevrilmesine yol açılıyordu...
Haberci olaylar devam ediyor...
 Yüksek     rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te (Donanma
    Komutanlığı) toplanarak irticanın iktidarda olduğunu konuştular. (dönemin
    gazetelerinde bu tür belgeler mebzul miktarda var..)
 30 Ocak 1997’de Sincan belediyesi Kudüs Gecesi düzenledi. Belediye başkanı
    Bekir Yıldız’ın riyasetinde; İran büyükelçisinin de misafir edildiği gecede sahne
    alan CİHAD isimli tiyatro, malûm basın tarafından şerefsizce şişirilerek 28
    Şubat’ın işaret fişeği olarak ateşleniyordu... Star muhabiri Işın Gürel


2 Ünlü mutasavvıf ve mürşid Said-i Nursî hazretleri “her söylediğin doğru olsun
ama her doğruyu her yerde söyleme” der.
insanların sabrını zorlayan tahrikleri neticesinde tartaklanıyor, saldırıya maruz
     kalması yine malûm basın tarafından bire beş ilave edilerek havai fişek olarak
     28 Şubat’a katılıyordu. Malûm, çok geçmeden Bekir Yıldız tutuklandı, mahkûm
     edildi.
 5 Şubat’ta Sincan’da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla hiç de tatbikat
     olmayan bir geçiş yaptılar...
 Aynı gün dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan’a
     birkaç ihtar mektubu gönderdi.
 Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya ‘irtica, PKK’dan daha
     tehlikeli’ dedi...
 11 Şubat’ta Ankara’da Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü yapıldı... Kahrolsun
     Şeriat naralarıyla ortalığı velveleye veren kâfirler oldu. Malûm “şeriat” kelime
     karşılığı olarak “düzen” demektir lâkin ıstılahta (genel terminolojisinde) İslâm
     hukuku, yani mübarek dinimiz için kullanılır. Bu naraları atanların düzenle de
     alâkası yok değildi. Onlar yamuk ve haksız bir düzenin dayatmaları devam etsin,
     tarihî arıza binlerce yıl sürsün istiyorlardı. 15 Şubat 2010

                            28 ŞUBAT VARYANTI – II
 “28 Şubat 1000 yıl sürecek” diyen yüksek rütbeli meşhur sima da, birçok kişinin
kanaatine göre Derin Terör Örgütü’yle (Erg...) bağlantılı şahıs değil miydi?
“İstenmeyen hükûmet gitsin, yerine bizim istediklerimiz geçsin.” Siyaset
bilimi profesörü (Maurice) Duverger, (“Siyasi Partiler” isimli kitabında –REB) bunun
adına “prononciemento” diyor. 28 Şubat’ta bir benzerini gördük. Sadece
siyasette değil, komuta kademesinin şekillenmesinde de, yetki dışı etkili olmak aynı
çerçeve içinde değerlendirilebilir.  Meselâ, 1998-2002 arasında Genelkurmay
Başkanlığı yapan Hüseyin Kıvrıkoğlu, kendisinden sonraki dönemin komuta
yapısını belirlemek istemiş ve Ecevit ile (dönemin) Cumhurbaşkanı Necdet
Sezer’e “Hilmi Özkök’ü Genelkurmay Başkanı yapmayın; irticaya karşı
yumuşaktır” demişti. Bu talebi olumsuz karşılanmıştı. Buna mukabil, bir
emrivakiyle Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na 1. Ordu Komutanı Edip Başer yerine,
emekli olmaya hazırlanan Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman’ın, Jandarma
Komutanlığı’na da Şener Eruygur’un getirilmesinde etkili oldu...”3
28 Şubat hazırlanıyor...
Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın emriyle, II. Ordu
Komutanı Çevik Bir’in liderliğinde 28 Şubat’ın çekirdek kadrosu kuruldu.. Org.
Çevik Bir, Genelkurmay Başkanlığı adına yayınladığı bir yazıyla, TSK’ne muhtemel
bir darbe için hazırlık yapılması emri veriyordu... Aslında İ. H. Karadayı işin
içinde olmasına rağmen Çevik Bir’in başına buyruk olarak da birçok iş çevirdiğini bir
gazeteciye “biz ona ‘kocakafa Karadayı’ deriz” sözlerinden bile anlamak
mümkündü... Emrinde olduğu komutanıyla aralarında böylesi bir enseye tokat hali
oluşmuştu yani...
Ve yine bahane (müdahaleye gerekçe) aynıydı... Lâik demokratik cumhuriyetin
ciddî (!) bir irtica tehdidiyle karşı karşıya olduğu kaygısı... Bu evham sadece
TSK içinde değil, sivil kesimde bazı çevreler tarafından da dillendirilmişti. Hattâ bu
söylem, propaganda şeklinde Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar uzanan bir sürecin

3   Nazlı Ilıcak, Sabah Gazetesi, 17 Temmuz 2008.
değişmez paranoyası olarak mevcuttu. Bunlar değişik zamanlarda Genelkurmay’a
“Bu gidişe niye dur demiyorsunuz, niye müdahale etmiyorsunuz” türünden
mesajlar veriyorlar, başörtüsünü, İslâmî dünya görüşüne sahip partilerin gûya
kadrolaşmalarını ve sair TSK’ne kolaylıkla endişe verecek şeyleri yazmak ve
çizmekten usanmıyorlardı...
Türk milletine karşı TSK içinden ve dışından (Adnan Tanrıverdi paşanın deyişiyle)
“simetrik bir psikolojik harp” uygulanıyordu... Ancak bu hep böyle olurdu,
güçlüler zeytinyağı misâli üste çıkarlar, hem suçlu hem güçlü olurlardı... Hele bu
güçlüler ellerinde silah olanlar ve bu silahın millete çevrilmesini isteyen dahili
bedhahlar (TSK içinde yuvalanan cunta meraklısı güdümlü şahıslar) olunca mesele
en saftirikler açısından dahi masumiyet karinesine dahil olamıyordu...
Oysa Türk milleti, ellerine kurbanlık misâli kına yakarak askere yolladığı evlâtlarını
da, vergileri ile alınan silahları da; değer yargılarına irtica denilsin, ve bu inançtaki
en güzide subaylar –yargı yolu da kapalı olmak şartıyla− ihraç edilsin diye
vermiyordu orduya... O silahlar bilakis değer yargılarımızın savunulması; ırz,
namus ve bayrak içindi, ezanlar susmasın içindi. Millet rahatça her yerde ve her
zaman huzur içinde ibadetlerini yapabilsin içindi...
Ordu içinde başörtüsü mahkûm, namaz mahkûm, Askerî ve silvil hastahanelerde ha
keza... En iyimser düşünce ile dahi bunların farklı bir yorumu olamazdı. Bazı
kurumları ve hattâ tüm devlet sahasını (kamusal alan) İslâm’a kapatmak
istiyorlardı...
28 Şubat’ta (1997) yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı on saate yakın sürdü..
MGK; lâikliğin, demokrasi ve hukukun teminatı olduğu martavalını tekrar
ilân edecek, bu kadim yalan DEVLET KARARI olarak bir kez daha onaylanmış
olacaktı.. Oysa bilakis demokrasi ve hasseten hukuktur, lâikliğin de tüm sistem
unsurlarının da teminatı olacak olan. Zira bunlar yoksa lâiklik, lâikçilik haline gelir
ve seküler bir hayatın dayatması şekline dönüşmüş olur. Yani günümüzde olduğu
gibi... Ve belli ki 28 Şubat’ın da, hálâ 28 Şubat’ı savunanların da gayesi tam olarak
buydu.
4 Mart’ta Başbakan Erbakan, MGK kararları yumuşatılmazsa imzalamayacağını
söyledi ve sahiden de imzalamadı... Sayın Erbakan korkunun ecele faydası
olmadığını görmüştü... Ürkek değil erkek bir sesti bu.
Ancak aynı Erbakan, 13 Mart’ta MGK kararlarını (nedendir bilinmez) imzalamak
zorunda kalmış ve daha sonra bu kararları imzalamadığını sadece ön yazıyı
imzaladığını iddia etmişti. Gerçek hálâ meçhul.. Yani en azından ben bilmiyorum...
Çok mühim de değil artık. Olan oldu ve bin yıl olmasa da memleket çok zarar
gördü, elan da görüyor... Danıştay’ın hukuk dışı karar vererek inadımız inat dediği
KATSAYI meselesi de bir 28 Şubat iç varyantı değil mi?
Yeri gelmişken, Bazı okurlarım “varyant” kelimesini hangi anlamda kullandığımı,
ne anlama geldiğini sordular. Varyant, basitçe; devam yolu              demektir. Çok
sevdiğim ve zevk alarak oynadığım, satrançta da meselâ Klasik Varyant, Pelikan
Varyantı, Paulsen Varyantı, Najdorf Varyantı, Dragon Varyantı gibi tâbirler
vardır. Bunlar takip edilecek strateji üzerindeki kurnazca taktikler, yollardır. Türkiye
aleyhindeki derin güçlerin yıkım stratejileri malûmunuz. Bu strateji üzerine yerleşik
bazı taktikleri ise, 28 Şubat gibi “dövme ama korkut” türü taktikler olmuştur. 28
Şubat iyi tahlil edilmesi gereken müthiş etkili olmuş bir taktiktir. Bu nedenle
sabrınınızı zorlamak bahasına da olsa yedi (7) bölümde uzunca yazmak istedim. Ve
elbette daha yazılacak çok şey var...
21 Mayıs’ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini”
söyleyerek, RP’nin kapatılması için da’vâ açtı... O günlerde kimsecikler de bu
da’vâya karşı gerçek bir DEMOKRATİK MÜCADELE direnişi gösteremedi... Zaten
demokrasiye derin bir “balans ayarı” yapılmıştı... Tüfekler çatılmış, tanklar
yürümüştü. Yani kolay değildi...            O günlerin Vural Savaş’ı ile günün
Abdurrahman Yalçınkaya’sı aynı derin mahfillerden destek alıyorlar, hukuku
kaldırıp atabiliyorlardı. Hak verilmez alınırdı, biz alamıyorduk...
3 Haziran’da Susurluk Da’vâsı 7 ay aradan sonra DGM’de başladı... 7 Haziran’da
Genelkurmay, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği firmalara ambargo
koydu... 10 Haziran’da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve
üyeleri Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak kendilerine irtica konusunda
brifing verildi... 18 Haziran’da Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti.
İstifa nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller’e devretmek olduğunu söyledi. Lâkin
herkes gerçek nedenin bir haysiyet meselesi olduğunu, Erbakan’ın tank ve tüfek
gölgesindeki postallı demokrasiden hazzetmediğini biliyordu...
19 Haziran’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükûmet kurma görevini o
sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller’e vermeyip, ANAP
Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. (Emir büyük yerdendi...) 30 Haziran’da
Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk’la birlikte ANASOL-D
hükûmetini kurdular... 17 Şubat 2010

                          28 ŞUBA VARYANTI − III
Çelik çekirdek
Karadayı’nın Çevik Bir’e “Hazırlık yapın” emriyle oluşturulan çekirdek kadroda şu
isimler yer alıyordu: Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Orgeneral Doğu Aktulga,
Genelkurmay Harekat Başkanı (Balyozcu) Korgeneral Çetin Doğan, İstihbarat
Başkanı Korgeneral Çetin Saner, Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol
Özkasnak, Genelkurmay İstihbarata Karşı Koyma ve İç Güvenlik Daire Başkanı
Tümgeneral Fevzi Türkeri, Tümgeneral Orhan Yöney, Başbakanlık Askerî
Danışmanı Tuğgeneral Kenan Deniz, Genelkurmay Adli Müşaviri Tuğgeneral Erdal
Şenel, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri ile Jandarma Genel Komutanlığı’nın
tümgeneral ve tuğgeneral rütbesindeki istihbarat ve harekât başkanları...
28 Şubat 1997’deki MGK kararları hükûmete kabul ettirildiğinde halk üzerinde tam
bir şok yaratmıştı... Bu kararların içerisinde neler yoktu ki? Lâiklik için yasaların
(daha sert ve müessir) uygulanması, tarikatlara bağlı okulların (?) denetlenmesi
ve MEB’na devredilmesi, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, (bunun asıl nedeni
malûm, Kur'ân kurslarının yok edilmesiydi), tarikatların tamamen yok edilmesi,
irtica nedeniyle ordudan re’sen emekli edilenleri (YAŞ’zedeleri) savunan ve
din karşıtı TSK mensuplarını teşhir eden medyanın (?) kontrol altına
alınması, başörtüsünün mahkûmiyeti, kurban derilerinin (belirledikleri haricinde)
yerlere (derneklere) verilmemesi, din taraftarı eylemlerin ve eylemcilerin şiddetle
cezalandırılması gibi bir çok menfur emel ve hezeyan kâh açıktan, kâh hafiyyen
(gizlenmiş, kamufle edilmiş olarak) yer alıyordu!
28 Şubat tarihli MGK daha bir özeldi yani...
YAŞ tahtaya basan TSK...
28 Şubat tarihli MGK kararları içinde de vurgulanan ve yargı yolu kapalı YAŞ
kararları hakkında devlette –en üst merciler dahil- kimsenin yapabileceği bir şey
yoktu.. Başbakan bile sadece “muhalefet şerhi” koyabiliyordu o menfur ve
menhus kararlara. O şerh de bir işe yaramıyordu tabiî. Organize işlerdi bunlar... 28
Şubat ,TSK için de rezil bir kıyımın varyantı (değişim ve devam yolu, taktik dönüm
noktası) olmuştu yani... Gerçi, 1997’den önce de YAŞ vardı ama bu dönemde çıta
bir hayli yükselecekti.. «YAŞ kararları»yla ihraç edilen mürteci subaylar bundan
böyle; beş on değil yüzlerce olacaktı...
Mürteci... Ne kadar ağır bir itham bu. Pekâlâ, onlar gerçekten de mürteci miydiler?
Em. Hv. Bnb. Mustafa Hacımustafaoğulları’nın ironik bir üslûpla dile getirdiği bir
hatırası var, okuyalım:
“YAŞ nasıl karar veriyor? Ben çok iyi biliyorum... Bazı personel kendine göre
geçerli nedenleriyle ordudan ayrılmak ister... Bir dönem ecnebi kadınlarla evlenmek
uygulanan bir yöntemdi. Veya yurtdışı görevden dönmemek... Ayrılmak isteyenlerin
kullandığı yöntemler de ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu. İşte, bunlardan birisi de
bir şekilde ayrılmak istiyordu... Kararını vermişti... Bir vesileyle görüştüğümüzde
derdini bana da açmıştı...
Kolay dedim, kararını verdinse... Şaşırmıştı... Nasıl kolay? Demişti... Şimdi,
tanınan bilinen bir şeyhle resim çektireceksin... Sayısına bereket, bulmak
zor değil... Mümkünse elini öperken çektir..! Ama dikkat et, şeyhin kılığı
kıyafetinden şeyh olduğu belli olsun... Sakalı, sarığı,cüppesi ile... Sonra..?
Demişti. Sonra o resmi Genelkurmay'a gönderip kendini ihbar edeceksin...
Böyle subay olur mu diye..? Gerisini düşünme, ilk YAŞ'da listedesin..!
İnanamamıştı. Fakat denemesinin bir zararı olmayacaktı. Ayrılmayı kafaya
koymuştu. Dediğim gibi, ilk YAŞ'da irticadan atılanların arasındaydı..!!! Şimdi
soruyorum; O kişinin ihraç kararını alan YAŞ'mı, yoksa ben miydim..? Bir resim ile
karar verdiğini adım gibi bildiğim YAŞ..! Gerçekten YAŞ..!!??”
1997 ve 1998 de irticadan ihraçlar tavan yapıyordu. Neden? Çünkü Balyoz
darbe planı iddialarında adı geçen Korg.Çetin DOĞAN'ın da başkanlığını yaptığı,
illegal BÇG (Batı Çalışma Gurubu)’nun organize ettiği 28 Şubat postmodern darbesi
o dönemde yapılmıştı... Yani TSK içindeki darbeci yapılanma ile irtica
tasfiyeleri arasında orantılı bir ilişki vardı..!”
YAŞ kararlarıyla ya da yaş kararlarla, yani Karakuşî kararlarla TSK’lerinden
res’en emekliye sevkedilen (atılmanın kibarcası) ve “bu yüzden oğlum da bir
devlet dairesinde iş yapamayacak” diyen ünlü edebiyat profesörü İskender
Pala hocanın 12 Eylül’ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ
kararıyla son bulan Deniz Kuvvetler’ndeki 15 yılının hikâyesini anlattığı “İki Darbe
Arasında” kitabında da mebzul miktarda malzeme var bu konularda:
“28 Şubat süreci.. Her gün bir yığın hüsran... Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini
arttırarak dövmeye başlamıştır kalbinizin duvarlarını ve çaresizliğin sesi çığlık
çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir
damla su getirmez yangını söndürmeye…”
İskender Pala’nın kitabını belge mahiyetinde okumalı TBMM’nin tüm sayın üyeleri,
yani vekillerimiz... Sonra da Pala hocanın ve hepimizin ortak olarak dile getirdiği
gibi iade-i itabar ve normal emeklilik haklarının da verilmesi gelmeli.
HSYK ve 28 Şubat’ın temelleri..
Sayıları iki milyona yakın kripto ermeni var bu ülkede ve bunların hatırı sayılır
bir kısmı TSK içine de sızmışlardır... Normal kimliği ile yaşayan ve bizim
değerlerimize saygılı Ermenilere lafım yoktur. Ama kripto ermeniler ve kripto
yahudiler TSK içinde çoktur ve yüksek kademelere kadar çıkmışlardır, elan da
çıkarılmaktadırlar. Sadece TSK’da mı? Yüksek yargıda da yer almadıklarını mı
sanıyorsunuz siz? HSYK ne yaptı aniden? Sonra zafer çığlıkları atarcasına
HSYK’ya destek ziyaretine gelen Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi
üyeleri... Bu sevinç tezahürü bir tesadüf müydü? Yüksek yargının telaşı neydi? 19
Şubat 2010

                          28 ŞUBAT VARYANTI – IV
   Evet muhterem okurlarım, ülkemizde birbuçuk milyondan fazla kripto ermeni ve
bir o kadar da yahudi var. Bunların sızmadıkları yer kalmamıştır. Sadece TSK,
Emniyet Teşkilâtı, devlet bürokrasisi ve yargı falan değil, İslâmî cemaatler ve
tarikatlere de sızmışlardır. Günümüzde psikolojik harekât en üst düzeyde cereyan
ediyor, milyonlarca insandan meydana gelen nüfusumuzun ehemmiyet sırasına göre
neredeyse tamamı fişleniyor!.. Fişleniyor dediysem tam da öyle değil. Günümüzde
herkes kendi fişini yazıyor zaten. Facebook, messenger gibi elektronik ortamlarda
insanlar şöhreti yakalamak için kendilerinde mevcut olmayan özellikleri bile
yazıyorlar. Bunlara şöhretin büyük belâlardan olduğunu anlatın, sizi döverler. Adam
doğru dürüst bir Türkçe cümle kuramaz, bulmuş bir internet sitesi yazıyor da
yazıyor... Şöhret, riyaset sevdası... Geçelim...
  28 Şubat bin yıl nasıl sürerdi, güvendikleri neydi?
    Adalet denince akla gelen isim, Hazreti Ömer-ül Faruk (r.a) “El adlü esasül-
mülk”, yani “Adalet mülkün temelidir..” buyurmuş. Dünya üzerinde adaleti esas
almayan, hukukun üstünlüğünü tesis edememiş uzun ömürlü bir tek devlet yoktur.
İnsanlık tarihi boyunca zulm ile abad olmuş bir ülke, bir devlet bulamazsınız..
Adalet, biz Türklerin de en ziyade kıymet verdikleri bir değer yargısı idi. Ne hazindir
ki, Osmanlı’nın mirasına ihanet edip, kendi geçmişini bizzat kendisi karalayan bir
millet görünümüne ulaştığımız süreçte en ziyade darbelenen de adalet olmuş,
paralelinde mülkü (devleti, ülkeyi) kaybetmişizdir.
  İmparatorluğun dağılmasının en büyük amili olan «kavmiyetçilik» fitnesi, büyük
bir “etnik adaletsizlik”tir. İnsanların; elinde olmayan, yani ihtiyarî tercihleri
olmayan kavmiyetleri (etnisiteleri) yüzünden aşağılanmaları, dışlanmaları ideolojik
bir esas olarak adaletin yerine tesis edilmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî
ideolojisi haline getirilmişti. Zokayı yutturanlar ise bırakın Oğuz Türkü olmayı,
Türk kavmiyeti ile en ufak bir akrabalığı bile olmayan ırken Yahudi, ancak buram
buram Oğuz Türkü kokan isimlerle, meselâ Munis Tekinalp gibi şahıslardı.
   Milliyet Gazetesinde, Moiz Kohen’i (M. Tekinalp) anlatan kitabın yazarı Liz
Behmoaras ile mühim bir röportajı gerçekleştiren Miraç Zeynep Özkartal’ın asıl
yakalamaya çalıştığı neydi bilmiyorum ama ilginç ve mühim sualleri vardı:
   − Savundunuz mu onu? Çünkü bir insanı -özellikle politik konularda-
pasif veya kötü niyetli göstermek arasında çok ince bir çizgi var. Nasıl bir
bağ kurdunuz Moiz Kohen ile?
  − Hafif acıma, sinir olma ama zaman zaman da iyi niyetini ve çalışkanlığını takdir
etmek gibi hisler vardı içimde. Takdir edersiniz ki, bunlar pek heyecan verici hisler
değil. Bundan dolayı belki Moiz Kohen’i yer yer ‘terk edip’ kitabımda başka kişilerle
ilgilenip onları ön plana çıkardım. Bir yandan olumlu yönleri de var tabii. Çok
şaşırtıcı şeylerden biri de 1936’da yazdığı Kemalizm kitabı. Belki de bu
sözcük ilk kez zikrediliyor. Çok önemli bir eser, çok iyi bir analiz. Sonuçta çok
çalışkan bir insan Moiz Kohen. Bence Atatürk’e hayranlığı çok büyük ve kendini en
iyi, Kemalist ideolojide buluyor...
  − Varlık Vergisi’nden büyük zarar görmesine rağmen, CHP’ye girdiğinde
partisini bu konuda savunuyor. Neden yapıyor bunu?
   − Moiz Kohen, bir hahamın oğlu. Böyle bir insan, belli bir yoldan gidiyorsa
oradan şaşmaz. Sonra CHP’nin bir neferiydi. CHP’yi Atatürk’ün partisi olarak
gördüğü için, partinin kendisi -içindekiler değil- dokunulmazdı. Onu sonuna
kadar savundu!
  İşte 28 Şubat’çıların ve tüm darbeci geleneğin, tek parti diktatoryasına kadar
uzanan baskıların dayanağı ve zorbaların dayanıp güvendikleri tılsım: Kemalizm.
    Buna Kırmızı Anayasa da diyebiliriz. Bazıları “Kırmızı Kitap” diyor fakat bu
basit kaçan bir tanımlama, üstelik böyle bir kitapçık da zaten yok. Ama Kırmızı
Anayasa bir mefhum olarak var. NP Hastahanesindeki toplantıda konuşmacıya
sual tevcih ederken de bunu kasdetmiş idim. Beni doğru anlayan sadece Adnan
Tanrıverdi paşa oldu. Yani efendim, “Kırmızı”nın aslı Kemalizm, kemalizmin aslı
ise “Moiz Kohen ideoloji”sidir... Moiz Kohen kendisi gibi başka bir yahudi asıllı
kişinin, yahudi asıllı bir Kürtün; Ziya Gökalp’in talebesi. Gerçi zaman zaman kim
kimin talebesi karışıyor ama Mustafa Kemal Atatürk’ün bunların her ikisinin de
tedrisinden geçmiş olduğunda şüphe yok... Ve fakat unutulmasın ki “kemalizm”
Atatürk’ün de fevkınde bir ideojidir. Farz-ı muhal Atatürk dirilip “yeter, artık bu
işten vazgeçin” dese ona da bizlere yaptıklarını yapar, ezer geçerler...
  Laf kırmızılardan açılmışken, “benim adım kırmızı” diyen biri var hani. O yahudi
kökenli (ve dönme) zat ABD’de yaptığı bir konuşmada “biz 20. Yüzyılda iki
devlet kurduk. Biri İsrail, diğeri .....” diyor! NP Hastahanesindeki konferansın
konuşmacısı arkadaşımız ve hazirundan bazıları, bir arkadaşın yaptığı tavzihe cevap
verirken, “yahudi” meselesinde hafif bir müstehzi tavır takındılar, bu yaklaşımı
küçümsediler. Yanıldıklarını anlamaları için tarih kitaplarını okurken göremedikleri
hususları gösterecek bir hocaya ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum
   Bir insan nasıl ki kendi başına okuyarak hekim olamazsa, kendi başına okuyarak
da tarihçi olamaz... Bu yüzden de kardeşimiz kendini oldukça iyi yetiştirmiş ama
uzman bir tarihçi olamamıştır. Ben bu iddialarımı kafamdan uydurmuyorum, ünlü ve
gerçek tarihçiler söylüyor, onların dediklerini aktarıyorum...
  Kemalizm sahte ideojisinin vücut verdiği “KIRMIZI”yı anlayamadan MGSB’sini ve
süregiden MGK toplantılarının değişmez, değiştirilemez maddelerini, 28 Şubat
ruhunu anlamak imkânı var mı? Bu dogma, bu tabular yok edilmeden sahil-i
selamete ulaşma imkânı var mı? Bir zamanların Adalet Bakanı, şimdiki Saadet
Partisi’nin GİK üyesi İsmail Müftüoğlu Bey’in söylediklerinin en azından mühim bir
kısmı yersiz idi ve fakat misafir olarak geldiği için de kırmamak gerekiyordu.
    Aksi halde, sayın sabık bakanın toplantımızda soğuk rüzgarlar estiren “tavzih”
(ilave açıklama) konuşmasına benim de söyleyeceğim birkaç söz elbette vardı.
Toplantı sonunda Nevzat Tarhan hocam ve Adnan Tanrıverdi paşamla sohbet
ederken, Nevzat hoca bana hitaben “fazla konuşmadın...” dedikten sonra yine
kendi tamamladı: “adam yazıyor, niye konuşsun ki...” Evet işte yazıyorum:
Sayın Müftüoğlu, siyasi ihtiras ile malül insan görüntüsü verdiniz. Ev sahiplerine
ayıp, millî da’vâya karşı yanlış idi konuşmanız. Zat-ı alîlerinin “eleştirilemez”
gördüğü insanların imzalamış oldukları 18 maddenin ceremesini çekiyoruz hálâ...
  “Post-modern darbe” deyimini ilk kullanan Genelkurmay Genel Sekreteri Erol
Özkasnak, Refahyol’u nasıl düşürdüklerini şu sözlerle övünerek anlatmıyor
muydu? “Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. NATO’nun
Varşova Paktı’nı teslim alması gibi” yerinizde olsam böylesi bir utanç ile hiçbir
mekânda hiçbir şey konuşmaz, mutlaka konuşmam istendiğinde ise, kısa ve motive
edici şeyler söylerdim haziruna...
   Neyse geçelim... Ve işte o meşhur 18 madde. Yeniden okuyalım ve bakalım
özünde “kemalizm” illeti var mı yok mu? Kemalizm yani kırmızı...
   Millî Güvenlik Kurulu'nun 28 Şubat 1997 tarih ve 406 Sayılı Kararına Ek-A
(rejim aleyhtarı irticaî faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirler):
    1− Anayasamızda cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine
anayasanın 4'üncü maddesi ile teminat altına alınan lâiklik ilkesi büyük bir titizlik
ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması icin mevcut yasalar hiçbir ayrım
gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni
düzenlemeler yapılmalıdır. (hafî yani gizli olarak “kırmızıya uymayan” her uygulama
değişmeli, değiştirilmelidir deniliyor. Lâiklik bir tabu olarak korunmalıdır. Zira
onların anladıkları veya uygulamaya çalıştıkları aslında Batı’nın gerçek lâikliği değil
laisizmdir. Yani laikçilik... Yani seküler yaşamın dayatılması, dinsiz zorbalık... REB)
    2− Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca
denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Millî Eğitim Bakanlığı'na
devri sağlanmalıdır. (Kırmızılar Tevhid-i Tedrisatı seviyor, biz ise Tevhidî Tedrisat
istiyoruz. Tevhidî yani yüce dinimizi dışlamayan, örf ve adetlerimize millî
değerlerimize uygun bir eğitim ve öğretim. Ateşle barutun yan yana oturmadığı
iffetli bir eğitim. Buna hemen çağdışı diyecek züppe enteller çıkacaktır biliyorum.
Ama onların ciddî bir entellektüellikle değil, bilakis köylü kafasıyla algıladıkları değil
bu çağ ve çağdaşlık... Hem zaten işte, eserleri ortadadır. On −rakamla 10− yaşında
hamile kalan ilköğretim öğrencileri furyası Batı’dan sonra Türkiye’de de manşet
haberler arasında yerini almıştır. Liselerde başlayan aşk cinayetleri de artık
ilköğretim seviyesine indi... REB)
   3− Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle cumhuriyet, Atatürk, vatan ve
millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı
doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihraklarin etkisinden korunması
bakımından:
   a-) 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı. (Kamuflaj, asıl
gaye Kur'ân kurslarının kapatılması, İmam Hatip Liseleri’nin orta öğretim
bölümünün kapatılması gibi menfur gayeleri idi, bunda da muvaffak oldular... REB)
     b-) Temel eğitimi almış çocukların, âilelerinin isteğine bağlı olarak, devam
edebileceği Kur'ân kurslarının Millî Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde
faaliyet göstermeleri için gerekli idarî ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır. (bu
sayede de ilköğretim yaşlarındaki çocukların kolayca ve sadece yaz tatillerinde
öğrenebildikleri Kur'ân’ı bir daha kolayca öğrenemiyecekleri bir muhal döneme tehir
ettiriyorlar, yani önünü kesiyorlardı... REB) 21 Şubat 2010

                           28 ŞUBAT VARYANTI – V
Menhus maddeleri tahlile, ya da analize (irdelemeye) devam edelim:
4− Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılâblarına sadık, aydın din adamları
yetiştirmekle yükümlü, millî eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun
özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır. (Cumhuriyet rejimi dediklerine
bakmayın, bu bir taktiktir. İstedikleri rejim, kırmızı rejimidir ve hususiyetleri de
derinlerin yargılanmasıya gün ışığına çıkıyor şimdilerde... Bu bozuk rejim mutlaka
değişmeli, gerçekten fazilet rejimi olan hakiki cumhuriyet getirilmelidir. Bazıları
buna rakam koyuyor, “II. Cumhuriyet” falan diyorlar. Bence numaralardırılma o
kadar mühim değil, mühim olan mahiyetidir... REB)
5− Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek
amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere
ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı'nca incelenerek mahalli yönetimler
ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek gerçekleştirilmelidir. (Lâik olduğunu
iddia edenlerin devletin kontrolünde bir din – diyanet teşkilâtı istemelerinin ne
kadar samimi olduğu bu madde ile sübuta kavuşuyor... Bunun adı lâiklik değil
“devlet dini sistemi”dir. Din sahasındaki adaletsizlik de bu sakat ve bozuk rejimin
ürünü oluyor böylece. Âlevî açılımı ile, hattâ daha öncesinden, Âlevî
vatandaşlarımızın Cem Evleri de tekke olduğu halde serbest bırakılmış, Sünnî
müslümanların tarikatlerine, dergahlarına vize çıkmamıştır. Büyük adaletsizlik bu.
Öz vatanında garipsin, öz yurdunda parya... REB)
6− Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda
belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve
sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir. (Lozan antlaşması hükümleri ile
azınlıklara bile dini ayin ve ibadetlerini istedikleri gibi yapma, din eğitimi veren
okullar açma hakları verilmiş, vatanın asıl sahibi müslümanların dini hürriyetleri katı
bir cenderede yok edilmiştir. 677 sayılı kanunun hukukî değeri yoktur. Masonluk
serbest, tarikatler yasak... Cem Evleri serbest, tekke ve zaviyeler yasak... Cuma
Hutbelerini bile devletin verdiği yazılı metinden okumak zorundayız. Ve bir İslâm
okulu açma hakkımız yok!.. Dünyanın az sayıdaki lâik ülkelerinin hiçbirinde bu tür
kısıtlamalar ve yasaklar yok. Yani lâiklik böyle değil. İnanmayan lâikliğin doğum
yeri olan Fransa’yı incelesin. Lâik düzenlerde demokrasi lâikliğin önündedir. Bizde
ise demokrasinin önünde laisizm vardır. Bu engeli aşamadığımız için de gerçek bir
demokrasi ile idare edilmek yerine lâiklik adına tepemizde sallanan bir demokles
kılıcı altında gûya demokrasiyi oynuyoruz... REB)
7− İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararları ile Türk Silahlı
Kuvvetleri'nden (TSK) ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK'yi
dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler
ve mensupları aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalıdır. (Demokrasinin dünya
üzerinde yapılan en güzel tanımı bu olmalı... Gülmeyin, bu kadar garip bir istek
zaten demokrasinin mevcudiyetine zıt bir kurulda dile getirilmiştir. Sen MGK diye bir
millî irade üstü organın mevcudiyetine razı olur, seçilmişlerle atanmışların eşit rey
hakkı bulunduğu bir oval masa etrafında elpençe divan durup “buyrun ne ferman
buyururdunuz” dercesine apoletli demokrasiye razı olursan adamlar da sana bunları
emir buyururlar. Şaşıracak ne var ki? Yargı yolu kapalı kararlar alınan bir YAŞ
olacak, bu kurulun verdiği kararlar ile tertemiz vatan evlâtları TSK’inden yüz
kızartıcı bir suç işleşimiş gibi ihraç edilecek ve onlar haklarını medya yoluyla
aramaya, adaletsizliğe karşı kamuoyu oluşturmaya gayret ettiklerinde de YAŞ’çıların
MGK’sında da bu tür basın ve yayın organlarının yayınlarına sansür getirilmesini,
gerekirse    süresiz kapatılmalarını    sağlayacak     bir  antidemokratik     kontrol
mekanizmasını devreye sokacaksın!.. Şapka kanunun zaten kadük oldu, yani
uygulaması kendiliğinden bitti, üniformalılar dışında kimsenin şapka taktığı da şapka
kanununu taktığı da yok, yoksa bu karara şapkamı çıkarırdım. Helal olsun vallahi.
Bu ne cüret efendiler bu ne cür’et? TSK içindeki bozuk cibilliyetli birkaç kendini
bilmez yüzünden neden TSK karalanmış olsun ki? Sizin TSK’ni dine karşı bir kurum
olarak göstermeye hakkınız var mı? Biz TSK’nin dine karşı olamayacak bir kurum
olduğunu göstermeye çalışırken, millî irfanın ona biçtiği “Peygamber Ocağı”
konumuna TSK’nin iade-i itibarını sağlıyoruz. İftira atamazsınız bize. Suçlu
arıyorsanız aynaya bakın... REB)
8− İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasadışı örgütlerle irtibatları nedeniyle
TSK'dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı
ile    teşvik unsuruna       imkân      verilmemelidir.   (Türk Silahlı     Kuvvetleri’nin
yıpranmamasını samimi olarak isteyenler böyle bir iş yapabilirler miydi? Tam bir
rezillik bu. Bütün insanlık camiasının bu tür bir zihniyeti nasıl tel’in ve takbih
edeceğini, yani lânetleyip çirkin ve kabahatli, suçlu bulacağını bildiğim için
“rezillik” diyorum. Düşünebiliyor musunuz, bir insanı hem canı gibi sevip
bağlandığı işinden, camiasından, kutsî meslek ve üniformasından ayıracak, hem de
onun; sudan çıkmış balık gibi kalacağı bir ortamda ekmek dahi yemesin, dünyası
iyice zindan olsun diye kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamına da mani
olacaksınız.
Böyle yapılmasını ise, topu taça bilerek attıktan sonra “teşvik” sayıp suçu
meslekten ihraç edilenlere ve onlara ekmek verenlere atacaksınız... Geçenlerde
çıktığımız tvnet’in “Bakış Açısı” programında da bu arkadaşlarımız milyonların
önünde dile getirdiler: “Şu anda geri alsınlar, mesleğimize seve seve
döneriz...” Evet hodri meydan... Kendi rezilliğinizi neden başkalarına yıkmaya
çalışıyor, mâsum insanları karalamakta ısrar ediyorsunuz? Meselâ arkadaş pilot,
THY’de kaptan olarak uçmaya devam etmek isterse “yassak” diyeceksiniz... Yahut
personel sınıfından gelme iyi bir idareci bunun bir belediyede istihdamına mani
olacak, “aç kal, öl” diyeceksiniz... Kamu kurum ve kuruluşları dışındaki yerlerede
de el altından yasaklama getirildiğini yaşayan canlı şahitlerinden dinledik biz.
Yazdılar da bunları. Kitapları var. Onların kitapları var da, şu kitapsızların artık “bin
yıl sürecek” dedikleri bu “Karakuşî Kararların” yaşama imkânı yok. Devr-i fetret
bitti. Zalimlere karşı yaşasın adalet... REB)
9− Türk Silahlı Kuvvetleri’ne aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut
mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle
üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı
kuruluşlarında da uygulanmalıdır. (TSK’nin, bilimin ve yargının da üzerine
çıkarılmasına artık şaşmamak gerekir. Demokrasinin üzerine çıkan, her şeyin
üzerine çıkar. Zaten TSK’ne sızmasın dedikleri “aşırılar” değil, uygulamalarla sabittir
ki, normal yurdum insanı kadar inancı olan subaylardır. Namaz kılmayı suç
görmüşlerdir. Bir subayın karısının asker olmadığı halde başının örtülü olmasını dahi
suç addetmişlerdir. Dahası var ama korkarım ki bunları yazmak TSK’ni ve o sebeple
de Türk milletini yaralayacak, komik durumlara düşürecek bir hüviyete bürünür
açıklamalar. İçki içmeyenlere nasıl bir gözle bakıldığı gibi... Yazık, çok yazık ama
gerçeğimiz bu.... REB)
10− Bu maddenin tam metnini Turkiye'nin uluslararası ilişkilerini ilgilendirdiği için
yayınlayamıyoruz. (kamuoyuna böyle açıklandı bu madde ancak daha sonra
internet ortamında belge orjinalinin fotokopileri bile yayınlandı −REB), işte asıl 10.
Madde:
10− Ülkemizi çağ dışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel
bir çatışmadan korumak için, İran İslâm Cumhuriyeti’nin ülkemizdeki rejim
aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına mani olunmalı, bu maksatla İran’a
karşı komşuluk münasebetlerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat
yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve
yürürlüğe konulmalıdır. (Komşumuz İran’dan Türkiye’ye karşı yürütülen en olumsuz
faaliyet Şiîliği, yani Şia’yı ihraç gayretidir. Türkler tarih boyunca ehl-i sünnete tabi
olmuşlar, Sünnî İslâm sayesinde de şia gibi olumsuz mezhep çatışmalarına asla
düşmemişler, İslâm’ı Hz. Peygamberimizin uygulaması ile tatbik edip en güzel
şekilde yaşamışlardır. İran’ın bu yöndeki gayretini biz de olumsuz ve yanlış
buluyoruz. Lâkin darbecilerin asıl niyetleri Türkiye için bu tür bir –kendi mezhebini
yayma− gayretine mani olmak olmadığı ortadadır. Onların bu konuda derinlemesine
bir inceleme yaptıklarını ve bizim endişemizi taşıdıklarını söylemek mümkün
değildir. Zira diğer maddeler ile sübut etti ki, asıl endişe İslâm dininin ta kendisidir.
Böyle olmasaydı başörtüsü ve namaz gibi nedenlerle YAŞ kararları çıkarılıp en
vatansever subaylar ihraç edilmez, İmam Hatip Okullarına ve tarikatlere düşmanlık
yapılmazdı. Türkiye bir muz cumhuriyeti değil ki, kanunlarınız var, suçluyu ayırır
cezalandırırsınız. Bunu da elbette yargı yapar. Hem suçlu diyeceksiniz hem yargı
yolunu kapatacaksınız.. İşte bu hukuk tanımazlıktır, zorbalıktır, ideolojik
düşmanlıktır. –REB)
11− Aşırı dinci kesimin Türkiye'de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle
toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca
kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla
mutlaka önlenmelidir. (Türkiye’de asla ve kat’a bir mezhep çatışması yoktur.
Âlevîler ve Sünnîler arasında tam bir barış ve huzur vardır. Lâkin dönem dönem bu
konuda yer altı faaliyetler ile Âlevî – Sünnî çatışmaları çıkarılmış, sonuçta da
darbeler yapılmıştır... Yani Türkiye’deki bahsekonu çatışma tamamen sun’î bir
Derin Terör Örgütü faaliyetidir. Türkiye Âlevîlerinin İran’daki şia sapık mezhebi
ile de alâkaları yoktur. Âlevîler arasında mollalar yoktur. Kimi Âlevîler beş vakit
namazını da kılar, Cuma’lara da giderler. Türkiye’deki aşırı Âlevî cereyanları da
yeraltı merkezlidir. Ali’siz Âlevîlik meselâ. Bu cereyan incelendiğinde Derin Terör
Örgütü bağlantısı hemen görülecektir. Nitekim DTÖ (Erg...) Da’vâsı ile bu yönde
birçok bilgi ve belge çıktı ortaya... –REB)
12− T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhassa Belediyeler
Yasası'na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve
idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması
için her kademede kesin önlemler alınmalıdır. (Darbe yapılmış, ülkenin yönetimi
ellerine geçmiş gibi ülkeyi yönetmek istiyorlar. Bütün bu sayılanların telafuz
edilmesi bile başlı başına suçtur. Bahsedilenlerin tamamı TBMM uhdesinde olan
konulardır. Alınacak önlemler konusunda bastırmaya çalıştıkları asıl şey de bellidir.
Hukuk devleti değil, kanun devleti arayışı, herkesin gölgesinden korkarak yaşadığı
George Orwell’in 1984 romanında bahsettiği türden; “büyük bilader sizi
gözetliyor” sakatlığındaki bir hayatın cenderesinde demokrasinin katledilmesi...
Zorbaların muhayyilesi budur. Allah bunlara fırsat vermesin... –REB) 23 Şubat 2010

                          28 ŞUBAT VARYANTI – VI
“Fâtebirû yâ ülü’l-ebsar!..” (Ey basiret sahipleri ibret alın!)
13− Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir
görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve
Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu
kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır. (Yine birinci planda başörtüsü
hedef alınıyor! Başörtüsü ile çalışmak isteyen dindar hanımlara devlete ait işyeri
veya kurumlarda çalışma imkânı kapatılıyor. Hattâ sabık Cumhurbaşkanı A. Necdet
Sezer zamanında icad edilen “kamusal alan” hukuksuzluğu ile kapsama alanı
devlet kurumları dışına bile çıkarılabiliyordu... Elbette başörtüsüne hücum
edilmesinin mühim bir nedeni vardı. Başörtüsü İslâm ahlâk ve faziletinin remzi
olarak İslâm sembollerinden biridir. Muharref kitabı ile batıl bir din haline gelmiş
olan hristiyanlığın rahibeleri de başlarını sımsıkı örterler ancak, sıradan hristiyan
dindarlarının baş örtme mecburiyetleri kilise dahilinde bile yoktur. Onlar sadece
cenaze merasimlerinde başlarını yarım bir eşarpla örterler ki bu da mecburiyet –
farz− değil, bir çeşit gelenektir.. Bir muhaddere İslâm kadını ise dince mahrem
(gizli, hususî) sayılan saçlarını namahreme (yabancılara) karşı mutlaka örtmek
zorundadır. Bu İslâm dininin âyetle sâbit kesin bir emridir. Bu nedenle tüm
dünyada başörtüsü, bir İslâm farizası olarak İslâm dinini simgeler. Aramızda
yaşayan ve devleti ele geçirip kendi saltanatlarını sürdürebilmek için bu derin yapıyı
muhafaza etmeye çalışan sabataist, masonik ve sair kripto kadrolar başörtüsünü
birinci hedef olarak ilân etmiş, nüfuz edebildikleri tüm devlet kadrolarına ve
bürokrasiye başörtüsü karşıtı bir yapıyı yerleştirme talimatı vermişlerdir. YAŞ
kararlarıyla ordudan ihraç edilen hemen tüm rütbeli askerlerin eşleri
mütesettirdir. Bozuk düzen başörtüsü karşıtıdır ve maalesef 28 Şubat ile bu
konuda hem direnci düşürmüşler, hem de hanımların açıklığında oldukça büyük bir
başarı sağlamışlardır. Geçen 13 yıllık zaman içinde insanlarımız başörtüsünden bir
hayli uzaklaşmışlar, elan başörtüsünü takanların ise büyük bölümünde gelenek ve
sair etkenli; şuursuz bir tesettür olduğu gözlenmektedir. Altı kaval üstü şişane
denilecek özde değil sözde tesettürlüler giderek çoğalmakta, mütesettirlerden
“muhaddere” (gerçek kapalı, tam iffetli müslüman kadını) makamını koruyanlara
her geçen gün daha az rastlanmaktadır. Bazı genç kızlarımız görünüşte mütesettir
ama her yeri oynuyor; davetkâr bakışlarıyla, sokak ortasında yeri göğü inleten
kahkahalarıyla, susmayan cep telefonları, bağırır gibi konuşmalarıyla başörtüsünü
adeta rezil etmektedirler. Yani 28 Şubat bu alanda da başarılı olmuştur.
Üniversitelerdeki başörtüsü da yasağı bizce bu yüzden devam edebiliyor. “Fâtebirû
yâ ülü’l-ebsar!..” [Ey basiret sahipleri ibret alın!] –REB)
14− Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri
polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda
kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle
değerlendirilmelidir. (28 Şubat sürecinde bu konuda en ufak bir başarı elde
edilememiştir. Ortalık silahtan geçilmiyor. Düğünlerde silahlar patlıyor ölenler
oluyor, askere yolculama şenliklerinde silahlar patlıyor, maç sonrasında silahlar
patlıyor... Silah kaçakçılığı Derin Terör Örgütü [Erg...] sayesinde tavan yapmıştır.
İnsanlarımız, mafya ve hattâ alelâde insanların silahlı tedhişi ile korku içindedir. En
basit bir sokak kavgasında, futbol karşılaşmaları sonrasında silahlar çekilmekte, her
Allah’ın günü silahlı soygunlar yapılmaktadır. Neredeyse yanında silah bulunmayan
kalmamıştır. Bari tamamen serbest bıraksalar da insanlar Texas kovboyları gibi
silahlarını göstere göstere taksalar bellerine... 28 Şubatçıların derdi toplumun huzur
ve selameti, toplumun barış içinde yaşaması değil, kendi ikbal ve saltanatları için bir
tehdit oluşmasınadır. Bu milletin gerçekten huzur ve selametini isteyenler için bu
işleri yapmak hiç de zor değildi. Bunları yapmak yerine İslâm düşmanlığı ile vakit
geçirdiler... Oysa İslâm dini mahza barış, mahza huzur ve selâmet iklimidir. Yani
huzur ve selâmetin ta kendisidir. Ülkeyi getirdikleri durum ortada değil mi? –REB)
15− Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak
rejim aleyhtari örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla
verilmiş yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır. (Kurban derisi konusu İslâm
aleyhtarı faaliyetlerin her sene tekerrür eden sapık işleri cümlesindendir. Kendimi
bildim bileli hemen her Kurban Bayramı’nda bu densiz ve dinsiz takım
kurbanlarımızın derilerine musallat olur, onları hür irademiz ve isteğimiz
doğrultusunda istediğimiz yere vermemize mani olmaya çalışırlardı... Çocukluk
yıllarımda bile bunlara inat; babamla nasıl da derimizi tuzlayıp bunlar gittikten
sonra götürüp hayırlı yerlere verdiğimizi çok iyi hatırlıyorum. 55 yaşıma geldim
durum neredeyse aynı. Son dönemlerde bu iktidar sayesinde biraz iyileşme oldu,
öyle kaptı kaçtı yapmıyoruz ama hálâ bu tasallut tamamen bitirilmiş değildir.
Kurban bir ibadettir ve gerçekten lâik yani samimi bir lâik rejimin ibadetlere
karışma hakkı yoktur. Modern hukukta bunlara yer yoktur. Kurbanın eti de derisi de
mü’minlerin hür iradeleriyle istedikleri kişilere verilir. Buna cebirle müdahil olmak
dinsizlik, kâfirlik ve demokrasi dışı zorba bir iştir vesselam. Kurban derileri önemli
bir mali kaynaktır. Dinsizlerin bu kaynağı içki fışkı parası yapmasına mü’minler razı
olamaz, olmamıştır, bundan böyle de razı olmayacaklardır. 28 Şubatçılar bu alanda
tam bir başarı sağlayamamışlar, hırslarından kudurmaktadırlar... –REB)
16− Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında
yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasadışı uygulamaların
ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel
korumalar kaldırılmalıdır. (Bundaki gaye de toplumun huzur ve selameti değil,
birtakım hocaların ve şeyhlerin sokak ortasında kendi Derin Terör Örgütlerine bağlı
militanlarca rahatça öldürülebilmesi, dövülmesi, kaçırılıp işkence edilmesine zemin
hazırlamaktı. Bunda başarılı olamadılar. Millet kendi büyüklerine sahip çıktı, bütün
bir cemaat hocalarının gönüllü koruması oldu. Niyetlerinin bu konuda da hayırlı ve
samimi olmadığını anlamak için uzağa gitmeye gerek yoktu. Ortalıkta bir sürü silahlı
mafya koruması dolaşmakta bunlar için kanunlar gözünü yummakta, kulağını
tıkamaktaydı. İsteyen parayı bastırıp istediği kadar bodyguard tutuyor, bellerine de
silahların en babalarını taktırıyorlardı... –REB)
17− Ülke sorunlarının çözümünü “Millet kavramı yerine ümmet kavramı”
bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı
bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan
önlenmelidir. (Bölücü terör veya bölücü olmayan terör (!), bu milletin yakından
uzaktan alâkası olmayan işlerdir. Ümmet konusunda ise fazladan yorum yapmaya
gerek yok. Akıllara sezâ bir tavır bu... Tabiî samimi olduklarına inanırsanız. Bunlar
dediklerinde samimi iseler en hafifinden akılsızlık ile, samimi değillerse hainlikle
yaftalanmalılar. Millet yerine ümmet ne demektir? Bunların yerleri zaten ayrıdır
ve bu milletin huzuru ümmet şuuruna sahip çıkmaktadır. Milleti “ulus” yapıp
kavmiyetçiliği kaşımak kadar millete ve vatana yapılacak bir kötülük yoktur. Bu
resmen ve alenen ihanettir, vatan hainliğidir. İttihat ve Terakki fırkası bu kafayla
imparatorluğu mahvetti, bunlar cumhuriyeti daha kolayca yıkarlar... PKK’nın
istediği bir göz, bunların verdiği iki gözdür. Ümmet şuurunun yok edilmesi kadar
PKK ve tüm şer odaklarını memnun edecek bir şey olabilir mi?
Siz bir tek kere Apo ve avanesinden “Ey ümmet-i Muhammed” diye bir söz
işittiniz mi? Binaenaleyh ha onlar yani Kürt ulusalcıları, ha bu 28 Şubat kafalı
Türk ulusalcıları. Al birini vur ötekine... 28 Şubat ruhu budur işte... Yukarıdaki
tüm maddelerde bunları görmedik mi? Allah için yaptıkları bir tane hayırlı iş, bir
tane istekleri var mı? Mehmet Şevket Eygi yazmıştı; “Çocuklara okutulan eski
sorulu cevaplı ilmihal kitaplarında “Hangi Ümmettensin? Muhammed
Ümmetindenim elhamdülillah..” yazılıydı. Müslümanların tek bir Ümmet
olmalarını kimler istemez?” diye soruyor ve şöyle cevaplıyordu: “Asıl ismi Moiz
Kohen olduğu halde bunu gizleyerek, Tekinalp takma adıyla menfi ve din düşmanı
kavmiyetçilik kitapları yazan, bu kitaplardan birine “Kahr olsun şeriat!” başlıklı bir
bölüm koyan Siyonistler istemez...” Muhterem okurlarım, ülke bunlara bırakılsaydı
şu anda memleketin yerinde yeller esecek, kan gövdeyi götürmüş olacaktı. Şükür
ki, millî irade düşe kalka da olsa müslümanları iş başına getirdi de kör topal da olsa
demokrasi yürüdü ve büyük bir varta atlatıldı. –REB)
18− Büyük Kurtarıcı Atatürk’e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine
işlenen suçlar hakkındakı 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat
verilmemelidir. (Bu kanunu merhum Menderes’in kabinesi çıkarmışlardı. Bu kanun
ile birçok can yakıldı. Hukukta mutlaka yorum yapılır. Dinsiz imansız bazı kişilerin
yargıyı kullanarak nice canları yakmaları bu kanun sayesinde mümkün oldu. En
küçük bir tarihî tenkid dahi bu kanunun duvarlarına çarptı. Daha doğrusu çarptırıldı.
28 Şubat’çı takım yine Atatürk paravanı ardına gizlenip tek parti devr-i
sabıkında işlenen cinayetleri hortlatmak, mâsum insanları tepelemek istiyorlar.
Kanunu istismar edenler kendileri olduğu halde cürümlerini gizlemek için zeytinyağı
gibi üste çıkmaya çabalıyorlar... “Büyük kurtarıcı”, “ulu önder”, “cumhuriyetin
kurucusu” gibi sıfatların tamamını tek kişiye vermek kadar büyük bir tarih cehaleti
ve ihaneti olabilir mi? Bu da ayrı bir tartışmanın konusu tabiî. Bir millet yok
sayılıyor, “tek adam” kutsal kurtarıcı olarak gösteriliyorsa bilin ki orada bir
katakulli vardır. Nitekim 28 Şubat katakullisinin “tek adam”lı Moiz Kohen ideolojisi
boşuna değildir. Tarihî arıza devam etsin istiyorlar... –REB)
28 Şubat 1997 tarih ve 406 sayılı MGK Kararı’nın Eki’dir. (18 Maddelik bildirinin son
cümlesi buydu. Bu 18 maddenin 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararının eki olduğu
doğrudur ama iki paragraflık klasik MGK karar bildirisinin asıl hedefleri bu 18
maddelik ektedir. Bu nedenle de uzun uzun şerh ettik. İnşaallah bir yararı olmuştur.
Gayret bizden tevfik ve hidayet Allah’tan. –REB)
VII. Bölüm bu yazı dizisinin son bölümü olacak. Lâkin bu konunun değil. Bu konu
öyle sıradan bir hadise değil, yaşadığımız bütün çarpıklıkların şerhi mahiyetinde bir
meseledir. Bu meseleyi çözmeden ileriyi göremeyeceğiz. 25 Şubat 2010

                         28 ŞUBAT VARYANTI – VII
“28 Şubat” alt yapısı
Muhterem okurlarım, aradan 13 yıl geçmesine rağmen “28 Şubat” postmodern
darbesi ve bu darbenin mimarları olan (başta Org. Çevik Bir gibi) isimlerin hálâ
yargılanamamış olması, yerlerini alan bazı darbesever paşalara ilham kaynağı
oldu... Bir epidemi gibi “Balansçılar” gitti, “balyozcular” geldi... Konu hakkında
Emekli general Adnan Tanrıverdi paşamızın “Darbe planladığı iddia edilenler
gözaltında, darbeciler nerede?” başlıklı makalesinde şöyle bir değerlendirme
vardı: “Silahlı Kuvvetlerde, manevî değerleri tehdit gören öyle bir kadrolaşma var
ki, bu zihniyet yargılanmaz ise, siyasi istikrarın bozulduğu andan itibaren
vesayet sistemi tekrar tesis edilir...” Yani bu kronik ve epidemik (müzmin ve salgın
hastalık) nükseder... Aklın yolu bir demişler. Adnan paşa da bunu söylüyor..
Bahsi geçen hasta kafalılar 28 Şubat’çı kadrolardır. Bakın dikkat ediniz, “28
Şubat Kadrosu”dur demedim, “28 Şubat’çı kadrolar” dedim. Yani bir sakat,
hasta zihniyetten ve bu zihniyetin yapılandırdığı TSK komuta kademesinden
bahsettim. Adnan Tanrıverdi paşamın “manevi değerleri tehdit görenler” dediği
kadrolaşmaların alt yapısı olan mantalite yani...
Adnan paşayla başladık, yine onun tesbitleriyle devam edelim: “Bu tehditi bertaraf
etmenin yolu meşruiyet dışında koşanlardan hesap sormaktır. Balyoz, Kafes, Sarı
Kız, Ay Işığı, vb. darbe planları, 28 Şubat “Post Modern Darbesi”nin artçı
dalgalarıdır. Silahlı Kuvvetlerimizdeki, manevî değerleri tehdit gören menfi
kadrolaşmanın müsebbibi 28 Şubat liderleridir. 28 Şubat, bu gün yargı önüne
getirilen, darbe teşebbüslerinin ve darbe zanlılarının, deyim yerinde ise,
azmettiricisidir. Darbe planlayanlar, gözaltına alınırken, fiilen darbe yapanlar, 28
Şubatın mimar ve liderleri, haklarında suç duyurusu da yapıldığı halde, serbestçe
ortada dolaşamamalıdırlar. Yargı, zanlıları kovuştururken, darbecileri gözden
kaçırmamalıdır.” Üzerine yorum yapmaya, daha fazla şerh etmeye hiç hacet yok...
Geçen gün Radikal Gazetesi başyazarı İsmet Berkan’ın da konu hakkında ilginç
bir yazısı vardı. “Bir alternatif tarih yazımı önerisi” başlıklı makalesinde Berkan,
Balyoz darbe planının hazırlandığı dönemin komuta kademesi ile iktidardaki isimleri
ele alıyor ve “..sızan bilgiler, Özden Örnek günlüklerinden çıkarsama yoluyla elde
edilen bazı belirtiler, o günlerde Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman ile onun
kurmay başkanı İlker Başbuğ’un, (Balyozcu Çetin Doğan paşa komutasındaki) 1.
Ordu’nun bir darbe girişiminde bulunmasını engellemek için bazı aktif girişimlerde
bulunduğunu (1. Ordu birliklerinin yerini kaydırmak suretiyle..) ve bu yolla
Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e yardımcı olduklarını ortaya koyuyor..!”
dedikten sonra hem İlker Başbuğ’a hem de Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a soruyor:
“...bu bilgileri aldıktan sonra neler yaptınız?” sualini ise, askere ve sivile iki
parça halinde ayrı ayrı yöneltiyor; TSK’inde, “o günlerde” darbeye mani olunmakla
birlikte “kol kırılır yen içinde” denilmeyip de, askerî yargıya gidilmesi halinde
işin bu raddelere gelmeyeceğini, alternatif bir yakın tarih oluşabiliceğini söylüyordu.
Berkan’ın tesbitlerini, yedi bölümde anlatmaya çalıştığım “28 Şubat sürecinin
kodları, şifreleri ya da ipuçları (hangisini tercih ederseniz) olarak” son derece
yerinde bulduğum için, yukarıdaki Adnan Paşamın yazısından aldığım kısımla
birlikte mütalaa ettim. Şöyle ki, gerek TSK’inde, gerekse sivil kadrolarda 28 Şubat
sürecinin son derece menfi etkileri olmuştur. Her iki kesimde de ciddî olarak
yaşanmış bir “28 Şubat Sendromu” var.. Yine dikkat, “vardı” değil, “var”
dedik.. Zira hálâ bu müzmin ve sâri hastalığın emareleri görülmektedir. İsmet
Berkan’ın da Adnan paşa gibi bu sendroma değindiğini düşünüyorum:
“O gün, ‘Kol kırılır yen içinde’ demek yerine derin bir soruşturmaya girişilseydi,
acaba daha sonra ortaya çıkacak Ergenekon çeteleri, ulusalcı örgütlenmeler
vs. ortaya çıkabilir miydi? ‘Balyoz’ planı zamanında ortaya çıkarılıp
kovuşturulsaydı, sonradan Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven gibi başka planlar
hazırlanabilir miydi?” (aynı yazısından..)
Her ne kadar 28 Şubat ile DTÖ (Erg..) ismi verilen hadise ayrı ayrı ele alınmak lazım
gelse de, her iki hadisede temel zihniyet yani kafa yapıları aynıdır. Aralarındaki
fark, sebeplerle müessirlerin “zamir” konumları... Biliyorsunuz zamir, ismin yerini
geçici olarak tutabilen, isim gibi kullanılabilen, isim soylu kelimelerle bazı eklere
denilir. Zamirlerde anlamdan çok görev yönü ağır basar ve birçok sıfat, zamir
olarak da kullanılabilir. Bu dil bilgisi notu ile yanlış anlaşılmalara mani olduysak
devam edebiliriz:
DTÖ (Erg...) bir kırmızı yapılanma olarak demokratik iktidarı hedef alan sivil
liderlerin, sivil akıl hocalığında emekli askerler ile, “28 Şubat” ise yine bir
kırmızı yapılanma olarak demokratik iktidarı hedef alan asker liderler ve
asker akıl hocaları ile örgütlenmedir... Merhum Yazıcıoğlu’nun anısına hürmeten
Ergenekon yerine, Derin Terör Örgütü demeyi tercih ettiğim ve şu anda yargıda
olan dosyaların alt yapısı ile 28 Şubat’çıların altyapısı aynı “KIRMIZI”dan
besleniyor. Bu kafa kâh “balans ayarı” yaptı, kâh balyoz indirmeyi planladı,
İstanbul’a çökmekten dem vurdu... Delidir ne yapsa yeridir deyip geçemiyoruz
bunları. Bunlar oldukça tehlikeli deliler... Allah kimseyi aklen malül eylemesin ya,
onun da çeşitleri var. Deli var, zır deli, zır zır deli var. Tabiî bu bizim avamî
sınıflandırmamız, ilmi olarak isimlendirmesini Nevzat hoca bilir...
Herkes bizim kadar açık yazamıyor ama sanırım Adnan paşayla olduğu gibi sayın
Berkan’la da iplerimiz aynı yerde düğümleniyor... Yani bendenizin açık telafuzu ile
şahıslar ve kurumlar bazında sebep ve müessir yer değiştirse de altyapı sabittir ve
bu “Moiz Kohen İdeolojisi”dir. Bazıları “kemalizm” de diyor. Aynı şeydir.
Nevzuhur kemalist ideolojinin mimarı Moiz Kohen’dir. Bu konuda yazılan kitaplara –
elbette en önce, bu işin isim babası Moiz Kohen’in “Kemalizm” kitabına− bakınız.
Bölümlerden birinin başlığı “Kahr olsun Şeriat...” Tepkiler artınca bu kitabın
sonraki baskılarından bu bölümü kaldırdılar. Ama bu sakat zihniyet birçok zavallının
beynine nakş oldu ve hálâ “ben müslümanım ama şerita karşıyım” diyen ahmaklar
var. Üstelik sayıları da az değil bunların...
“Tekinalp Bir Türk Yurtseveri” isimli eserinde yahudi yazar Prof. Jacob
M.Landau, (İletişim Yayınevi /Tarih–Politika Dizisi) anlatıyor: “Moiz Kohen,
Selanik'ten İstanbul'a kadar tüm Yahudilerin Türkleşmesi için çalışırken,
dindaşlarına bunu uygulamaları için yeni bir On Emir (evamir-i aşere) önerir.”
Kudüs Hebrew Üniversitesi öğretim üyelerinden, tanınmış bir araştırmacı
Landau... kendisi gibi bir yahudi olan Mohiz Kohen’i (Munis Tekinalp’i) ulusal
ülküyü savunan bir yurtsever olarak tanımlamaktadır. Şıracının şahidi bozacı...
Vatan haini diyecek hali yoktu ya. Hem zaten biz onların ulusal ülkülerinin ne
olduğunu yakinen öğrenmedik mi? Bunca darbeye sahne olmuş, demokrasisi
karikatüre çevirilmiş bir ülkenin çocukları bu seküler − taklitçi − ulusalcı ülküyü
hálâ öğrenemedi ise yazıklar olsun... Ve zaten bu denli geri zekalı insanlar her
zulmü hak ediyorlar demektir... Düşman kavi, talih zebun o zaman...
28 Şubat sonrası askerî brifingler...
Genelkurmay Başkanlığı 29 Nisan 1997’de Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay
üyeleri, Üniversite Rektörlerini ile gazetecileri peyderpey Karargah’a çağırarak seri
“İrtica brifingleri” veriyordu... Demokrasiye balans ayarı yapan ve TSK’ne de
keyfe má yeşâ yön vermeye çalışan o günün komuta kademesindekiler bu brifingleri
o kadar çok sevdiler ki, medya mensuplarına bolca yapıp durdular.
Belki akredite (28 Şubat’çı kafaya yakın buldukları) medya mensuplarına demek
daha doğru... Balyoz ile ortaya dökülen belgelerde bu akredite gazetelerden yazar
ve yönetici olarak; isim isim kimleri kendilerine yakın bulduklarını da öğrendik.
Hattâ bir ses kaydında birisi için “sadık köpeğimiz” bile deniliyordu! Fakat bu
listelerde ismi olup da “ben darbecilerden yana değilim” diye itiraz eden, hattâ
bunu bir hakaret sayan haysiyet sahibleri de hayli çoktu...
28 Şubat”ı yargılamak ya da Temellerin Duruşması
Gazeteci yazar Ahmet Altan, merhum Ahmet Kabaklı hocanın “Temellerin
Duruşması” isimli eserinden ilham almış mıdır bilemem. HSYK’nın münasebetsiz
son kararını yeren ve bunu “Yargıya 3. Ordu balyozu” başmanşetiyle okurlarına
duyuran gazetesinde, 28 Şubat’ın temellerine kadar inmişti. Yani o da temellerin
duruşmasından yana. Aklın yolu bir... Biz de “28 Şubat” yargılanmalı derken
müsebbipler kadar müessirlerin de yani paşalar kadar o paşalara yön veren menhus
zihniyetin de; üstelik sathî değil “temellerinden” yargılanmasını istiyoruz.
Altan’ın temellere kadar uzanan “17 Şubat” başlıklı tahlili fevkalâde kıymetlidir:
“Bu halkın efendilerinin halkı korkutmak ve taraftar toplamak için yandaşlarıyla
birlikte kullandığı en “ürkütücü” cümle “Cumhuriyet temellerinden sallanıyor”
cümlesidir. Cumhuriyet’in “temellerinin” en doğru temel olduğunu ve asla
sarsılmaması gerektiğini hiç sorgulanmayacak bir “önkabul” olarak zihnimize
nakşederiz böylece. Bugün, “efendiler” için en korkutucu, halk içinse en sevindirici
gerçek yaşanıyor ve “Cumhuriyet’in temelleri” sarsılıyor. Sarsılması da
gerekiyor. Çünkü bu cumhuriyet yanlış temeller üzerine bina edildi... Atatürk,
“Cumhuriyet’in” kuruluşunda “tek adam” olmaya karar verdiğinde bu “tek
adamlığa” karşı çıkanların tümü siyaset dışı bırakıldı. (Sadece o zaman mı? 27
Mayıs ihtilâlinden sonra aynı sakat kafa yapısındakiler tarafından son zamanlarda
YAŞ kararları ile re’sen ihraç edilenlerin; ki, sayıları “1650” sanıyorum; yaklaşık beş
katı subay −bunların çoğunluğu üst subay ve generaldi− apoletleri yırtılarak,
hakaretlerle ordudan ihraç edildi. Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’a postal
boyattırıldı, cuntacı olmayan general ve subaylara nice işkenceler yapıldı... −REB)”
Altan’ın bu fevkalâde cesur ve radikal tesbiti hakikaten çok kıymetli ve mühimdir.
Devamında zikrettikleri de, 28 Şubat’ı hakkıyla kavramak isteyenlerin aklından
çıkarmaması gereken ipuçları ihtiva ediyordu: “...onlar “suçlulara” dokunmaya
karar verince yargının “temele” sadık kalan ve onu korumak için çabalayan
kanadı harekete geçti. Bugün “kutsal” yargının karpuz gibi ortasından
yarılmasının nedeni bu. Yüksek yargının bir bölümü, “orduya dokunulacağını”
görünce “yetkilerine, hukuka, yasaya” pek aldırmadan telaşla harekete geçti.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında telaşa kapılan ordunun verdiği “27 Nisan”
muhtırası ordu için nasıl sonuç verdiyse, telaşa kapılan yüksek yargının “17
Şubat’ta” yaptığı bu çıkış da aynı sonucu verecek, yargının açıkça
sorgulanmasına ve yerinin yeniden belirlenmesine yol açacak...”
Olmayacak dua değil. Bu yüzden bütün kalbimiz ve tüm samimiyetimizle “amin”
diyelim... Fakat şunu da unutmayalım ki, “28 Şubat bin yıl sürecek” diyenler de
asla hafife alınacak kişiler değil. Ahmet Altan kadar müstahkem bir köşem olsa
bunları ondan bin kat daha cesurca yazardım. Yani korktuğumdan değil sözlerim...
Ben düşmanını hafife alanların hezimetini sadece kitaplarda okuyarak değil,
bizzat görmüş, yaşamış kişilerdenim... Bu engerekler ve Atlantik ötesine kadar
uzanan yardımcıları, devletin hemen her kademesine çöreklenmişlerdir.
Bunlardan kurtulmak basit değil. Komplike fikirlere, çözüm ve çareler üretilmesine
ihtiyaç var... Altan yağıyor gürlüyor (bu da güzel ve tebrike şayan, üstün bir
hizmet, bunca korkaklık ve korkak arasında) ama ben onun kadar iyimser, sonuçtan
onun kadar ümitli değilim. Temenisine “amin” demekle birlikte Adnan Paşa gibi
ihtiyatlı konuşuyorum: Yargılanma temelli yapılmazsa yarın birgün ellerine fırsat
geçtiğinde bin katını yaparlar... “Allah Allah diye taarruz ettirir” sonra da
camilere bomba koyar bunlar. Yaptıkları yapacaklarının teminatı. Camileri ahır
olarak, depo olarak kullandıran zihniyet bomba da koyar...
28 Şubat’ın bir numaralı aktörü Orgeneral Çevik Bir’in tüm askerî birliklere
gönderdiği bir emir vardı. “Gereğini arz/rica ederim. Genelkurmay Başkanı
emriyle/namına” diye biten bu emirde, “Yaşanan sorunun özünde, irticanın
devletin bir kısım unsurlarının göz yumması ile mesafe kat etmesi bulunmaktadır.
Sorun bir yanıyla bir siyasal iktidar meselesidir. İçinde bulunduğumuz şu
dönemde, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ni tekrar okumaya ve iliklerimizde
hissetmeye ihtiyacımız olduğu inancındayım. Bahsedilen gün gelmiştir.
Kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri bu mücadeleden de yüzünün akıyla çıkacaktır.
Muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” deniliyordu...
Yazı çok uzadı biliyorum ama “28 Şubat” meselesini ve Balyoz gibi uzantılarını,
hattâ Ergenekon ismini verdikleri Derin Terör yapılanmasını zihinlerimizde
şekillendirip unutmamak; “Balans Paşa” Çevik Bir’e ait emirde vurgulananların
da altını çizmek hatırlatmak gerekiyordu. Demek ki neymiş?
1) TSK ile sivil iktidar arasında bir siyasal iktidar mücadalesi varmış.. 2)
Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi bir “Darbe Klavuzu” imiş...
Kolay değil bu “28 Şubat” işini çözmek... “Temellerin Duruşması” şart!... Ve bu
duruşma, için şu yargılamalar asla yeterli değildir... Toplum olarak ayağa kalkmak
lazım. Darbecilere, kalelerimizi ve tersanelerimizi işgal etmiş olan bu menfur ve
menhus zihniyete karşı topyekûn kıyam edilmeli... Taraf gibi cesur gazete ve
Ahmet Altan’lar gibi cesur gazeteciler olmalı. TSK içinde hakikati gören ve ülkesini
canından çok seven Hilmi Özkök paşa gibi hamiyyet sahibi subaylar çoğalmalı.
Müslümanlar öz eleştirilerini düşmanlarından daha insafsızca yapabilmeli...
Benim, muhterem Hasan Celal Güzel ağabey gibi “yakında nur topu gibi bir
demokrasimiz” olacağı yönünde ümidim fazla değil... Tabiî Allah’tan ümid kesmek
de olmaz. “...ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn” (âyet) 28 Şubat 2010

More Related Content

Similar to 28 Subat Varyanti (9)

Mumcu bornova
Mumcu bornovaMumcu bornova
Mumcu bornova
 
imamin ordusu - dokunan yanar
imamin ordusu - dokunan yanarimamin ordusu - dokunan yanar
imamin ordusu - dokunan yanar
 
tAYYIP GULEN ELELE-Imamin Ordusu
tAYYIP GULEN ELELE-Imamin OrdusutAYYIP GULEN ELELE-Imamin Ordusu
tAYYIP GULEN ELELE-Imamin Ordusu
 
IMAMIN ORDUSU
IMAMIN ORDUSUIMAMIN ORDUSU
IMAMIN ORDUSU
 
vesayet
vesayetvesayet
vesayet
 
Cumhuriyetdusmanini cumhurbaskanisecmek
Cumhuriyetdusmanini cumhurbaskanisecmekCumhuriyetdusmanini cumhurbaskanisecmek
Cumhuriyetdusmanini cumhurbaskanisecmek
 
Atatürkü An(la)mak
Atatürkü An(la)makAtatürkü An(la)mak
Atatürkü An(la)mak
 
Cumhuriyet Dusmanini Cumhurbaskani Secmek
Cumhuriyet Dusmanini Cumhurbaskani SecmekCumhuriyet Dusmanini Cumhurbaskani Secmek
Cumhuriyet Dusmanini Cumhurbaskani Secmek
 
Cumhuriyet Düşmanı
Cumhuriyet DüşmanıCumhuriyet Düşmanı
Cumhuriyet Düşmanı
 

More from Ahmet Türkan

More from Ahmet Türkan (20)

Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.
Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.
Atalarımız “ibret olma ibret al” demişler. Ne doğru söz.
 
UNUTULMAZ SÖZLER.pptx
UNUTULMAZ SÖZLER.pptxUNUTULMAZ SÖZLER.pptx
UNUTULMAZ SÖZLER.pptx
 
HAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdf
HAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdfHAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdf
HAFIZAYI KUVVETLENDİRME YOLLARI.pdf
 
MEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdf
MEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdfMEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdf
MEVLANA’DAN ÖZLÜ SÖZLER.pdf
 
TARIK BİN ZİYAD.pdf
TARIK BİN ZİYAD.pdfTARIK BİN ZİYAD.pdf
TARIK BİN ZİYAD.pdf
 
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdfDİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
DİNİ HİKAYELER VE KISSALAR.pdf
 
GÖNÜLDEN NAĞMELER.pdf
GÖNÜLDEN NAĞMELER.pdfGÖNÜLDEN NAĞMELER.pdf
GÖNÜLDEN NAĞMELER.pdf
 
OSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdf
OSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdfOSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdf
OSMANLI MİMARİ SÖZLÜĞÜ.pdf
 
ANNEM BABAM.pdf
ANNEM BABAM.pdfANNEM BABAM.pdf
ANNEM BABAM.pdf
 
KENDİ GİBİ OLMAK.pdf
KENDİ GİBİ OLMAK.pdfKENDİ GİBİ OLMAK.pdf
KENDİ GİBİ OLMAK.pdf
 
HAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdf
HAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdfHAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdf
HAYATA DOKUNAN HİKAYELER.pdf
 
AİLE OLMAK.pdf
AİLE OLMAK.pdfAİLE OLMAK.pdf
AİLE OLMAK.pdf
 
AŞKA GİDEN YOL.pptx
AŞKA GİDEN YOL.pptxAŞKA GİDEN YOL.pptx
AŞKA GİDEN YOL.pptx
 
HAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdf
HAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdfHAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdf
HAYATA DAİR OKUMALAR-1.pdf
 
İŞ AHLAKI.pdf
İŞ AHLAKI.pdfİŞ AHLAKI.pdf
İŞ AHLAKI.pdf
 
GECIM DUNYASI E- KITAP.pdf
GECIM DUNYASI E- KITAP.pdfGECIM DUNYASI E- KITAP.pdf
GECIM DUNYASI E- KITAP.pdf
 
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdfÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP-1 docx.pdf
 
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdfÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdf
ÇOCUK EĞİTİMİ. E KİTAP -2 docx.pdf
 
HABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdf
HABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdfHABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdf
HABERNAME YAZILARIM-E-KİTAP CİLT 3.pdf
 
EVLİLİK HAYALİ.pdf
EVLİLİK HAYALİ.pdfEVLİLİK HAYALİ.pdf
EVLİLİK HAYALİ.pdf
 

28 Subat Varyanti

  • 1. 28 ŞUBAT VARYANTI 1)28 ŞUBAT VARYANTI − I.................................................................................1 2)28 ŞUBAT VARYANTI – II................................................................................3 3)28 ŞUBA VARYANTI − III................................................................................5 4)28 ŞUBAT VARYANTI – IV...............................................................................7 5)28 ŞUBAT VARYANTI – V................................................................................9 6)28 ŞUBAT VARYANTI – VI.............................................................................12 7)28 ŞUBAT VARYANTI – VII............................................................................15 28 ŞUBAT VARYANTI − I 28 Şubat postmodern darbesi de elbette tüm demokrasi karşıtı eylemler, darbeler, muhtıralar gibi; Türkiye’nin ve Türkiyelilerin aleyhinedir. Lâkin bu konuyu da neden ve niçinleriyle birlikte ele almak, madalyonun iki yüzüne de bakmak suretiyle en iyi şekilde anlayabilir ve sonuç çıkarabiliriz diye düşünüyorum... Malûm, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi Türkiye için son derece mühim bir dönüm noktasıydı. Demokrasiye geçiş büyük badirelerle hayli sancılı olacak, Türkiye “Vesayet Anayasası”nı kendi oylarıyla başına belâ edecekti. 90’lı yıllarda SSCB’nin dağılması1, yani komünizmin en iri devletindeki dağılmanın dünya solunda itibar ve taraftar kaybı meydana getirmesi de sağı güçlendirmeye başlamış, dindar−muhafazakâr kesimin siyasî çapı büyümeye başlamıştı... Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinde birinci parti oldu. Ancak iktidarı ele geçirmek öyle kolay olmadı. Güvenoylaması süreci sancılı oldu. Nihayet, TBMM’de birinci parti durumunda olan Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP’nin koalisyonu olarak kurulan 54. Hükümet (“Refahyol” tâbir edilen hükûmet), 8 Temmuz 1996’da TBMM’de yapılan oylamada güvenoyu almayı başardı. Fakat bu koalisyon mutlu bir birliktelik değildi. Taraflar birbirlerinden huzursuz olduğu kadar, hemen her fırsatta iktidar ortağı oldukları halde bir birlerine çelme takıyorlar, ülkede bazı gerginlikler paralel olarak yaşanıyor, fırsatçı çevreler çam sakızı gibi geveledikleri kadim “İRTİCA PARANOYASI”nı her fırsatta toplumun karşısına öcü olarak çıkarıyorlardı... Refah Partisi Genel Başkanı ve dönemin başbakanı Necmeddin Erbakan’ın bir Ramazan iftarı bütün bunlara tuz büber ekecekti. Sade bu kadar değildi olaylar. 1996 Ekim’inin ilk haftasında Başbakan Erbakan sırasıyla Mısır, Libya, Nijerya’yı 1 25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'un istifa etmesinin ardından Sovyetler Birliği'ni teşkil eden cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmaları. Bunun da evveliyatı var tabiî: Gorbaçov, 11 Mart 1985 de, Komünist Partisi Genel Sekreterliği'ne seçilmesinden sonra bir yandan siyasal sistemin yapısını değiştirerek yakasını Komünist Partisi'nin hegemonyasından kurtarmaya çalışırken, diğer yandan da ekonomik yapının değiştirilmesi ve bu yapıya, kafasında tasarladığı şeklin verilebilmesi için ekonomik alanda da kademe kademe tedbirler almaya başladı. Glasnost (açıklık, şeffaflık) ve Perestroyka (yeniden inşa, yeniden yapma), öngörülen yeni ekonomik sistemin iki temel ilkesini teşkil etmiştir.
  • 2. ziyaret etti. Libya’da, devlet başkanı Muammer Kaddafi’nin bir çadırda Erbakan ile yaptığı görüşmede sarfettiği sözler Türkiye’de muhalefet ve malûm basın tarafından ağır bir şekilde tenkid edildi. Tenkidden de öteydi aslında yapılanlar. TSK sürekli olarak durumdan vazife çıkarmaya çağırılıyordu... 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya − siyasetçi − emniyet teşkilâtı ilişkileri olarak gündeme oturdu... Başbakan Erbakan , akıllıca bir siyasetle bunun üzerine gidip bazı karanlık ilişkilerin ipini pazara dökeceğine karşıtlarının partisi ve iktidar aleyhine şişirdiği bu hadiseye “fasa fiso” diyerek büyük bir taktik hata yaptı... Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan ise, “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemi için “Mumsöndü oynuyorlar” diyerek her tarafa çekilebilecek bir gaf yapıyordu... Gelişmeler olacakların habercisiydi... Kayseri’nin Refah Partili Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, 10 Kasım 1996 tarihli Refah Partisi İl Divan Toplantısındaki konuşmasında, Türkiye’de henüz gerçek demokrasinin olmadığını, hâkim güçlerin herkesi kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmeye zorladığını haklı olarak söylüyor, lâkin patavatsızlık yaparak bu haklılığına suç unsuru olabilecek, düşmanlarına koz ve ipuçları verecek şeyleri katmayı da ihmal etmiyordu... “Süslü püslü göründüğüme bakıp da lâik olduğumu sakın sanmayın!.. Resmi görevim nedeniyle bugün bir törene katıldım. Belki başbakanın, bakanların, milletvekillerinin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak, sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. Refah Partili olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni değişmelidir. İnsanları köle gibi gören, çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey Müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuzun borcudur..”2 Karatepe konuşması nedeniyle 1 yıl hapis ve 420.000 lira ağır para cezasına mahkûm edildi. Ancak bu konuşma ile sadece kendi mahkûmiyetini değil, bütün muhafazakâr, mütedeyyin insanların mahkûmiyetini sağlayacak bir sürecin de fitilini ateşlediğinin ne yazık ki farkına varamıyor, bu hakiki müslüman ferasetinden kendisini iktidar serhoşluğu (şımarıklık) alıkoyuyordu... Elbette balık baştan kokardı. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, 11 Ocak 1997 Cumartesi günü, Başbakanlık Konutunda cemaat liderleri ve tarikat şeyhlerine; göstere göstere bir iftar yemeği verdi. İftar yemeği başka bir mekânda değil, sanki özellikle Başbakanlık Konutu’nda veriliyor, gözlerin ve sözlerin yeniden “İRTİCA PARANOYASI”na çevrilmesine yol açılıyordu... Haberci olaylar devam ediyor...  Yüksek rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te (Donanma Komutanlığı) toplanarak irticanın iktidarda olduğunu konuştular. (dönemin gazetelerinde bu tür belgeler mebzul miktarda var..)  30 Ocak 1997’de Sincan belediyesi Kudüs Gecesi düzenledi. Belediye başkanı Bekir Yıldız’ın riyasetinde; İran büyükelçisinin de misafir edildiği gecede sahne alan CİHAD isimli tiyatro, malûm basın tarafından şerefsizce şişirilerek 28 Şubat’ın işaret fişeği olarak ateşleniyordu... Star muhabiri Işın Gürel 2 Ünlü mutasavvıf ve mürşid Said-i Nursî hazretleri “her söylediğin doğru olsun ama her doğruyu her yerde söyleme” der.
  • 3. insanların sabrını zorlayan tahrikleri neticesinde tartaklanıyor, saldırıya maruz kalması yine malûm basın tarafından bire beş ilave edilerek havai fişek olarak 28 Şubat’a katılıyordu. Malûm, çok geçmeden Bekir Yıldız tutuklandı, mahkûm edildi.  5 Şubat’ta Sincan’da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla hiç de tatbikat olmayan bir geçiş yaptılar...  Aynı gün dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan’a birkaç ihtar mektubu gönderdi.  Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya ‘irtica, PKK’dan daha tehlikeli’ dedi...  11 Şubat’ta Ankara’da Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü yapıldı... Kahrolsun Şeriat naralarıyla ortalığı velveleye veren kâfirler oldu. Malûm “şeriat” kelime karşılığı olarak “düzen” demektir lâkin ıstılahta (genel terminolojisinde) İslâm hukuku, yani mübarek dinimiz için kullanılır. Bu naraları atanların düzenle de alâkası yok değildi. Onlar yamuk ve haksız bir düzenin dayatmaları devam etsin, tarihî arıza binlerce yıl sürsün istiyorlardı. 15 Şubat 2010 28 ŞUBAT VARYANTI – II “28 Şubat 1000 yıl sürecek” diyen yüksek rütbeli meşhur sima da, birçok kişinin kanaatine göre Derin Terör Örgütü’yle (Erg...) bağlantılı şahıs değil miydi? “İstenmeyen hükûmet gitsin, yerine bizim istediklerimiz geçsin.” Siyaset bilimi profesörü (Maurice) Duverger, (“Siyasi Partiler” isimli kitabında –REB) bunun adına “prononciemento” diyor. 28 Şubat’ta bir benzerini gördük. Sadece siyasette değil, komuta kademesinin şekillenmesinde de, yetki dışı etkili olmak aynı çerçeve içinde değerlendirilebilir. Meselâ, 1998-2002 arasında Genelkurmay Başkanlığı yapan Hüseyin Kıvrıkoğlu, kendisinden sonraki dönemin komuta yapısını belirlemek istemiş ve Ecevit ile (dönemin) Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’e “Hilmi Özkök’ü Genelkurmay Başkanı yapmayın; irticaya karşı yumuşaktır” demişti. Bu talebi olumsuz karşılanmıştı. Buna mukabil, bir emrivakiyle Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na 1. Ordu Komutanı Edip Başer yerine, emekli olmaya hazırlanan Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman’ın, Jandarma Komutanlığı’na da Şener Eruygur’un getirilmesinde etkili oldu...”3 28 Şubat hazırlanıyor... Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın emriyle, II. Ordu Komutanı Çevik Bir’in liderliğinde 28 Şubat’ın çekirdek kadrosu kuruldu.. Org. Çevik Bir, Genelkurmay Başkanlığı adına yayınladığı bir yazıyla, TSK’ne muhtemel bir darbe için hazırlık yapılması emri veriyordu... Aslında İ. H. Karadayı işin içinde olmasına rağmen Çevik Bir’in başına buyruk olarak da birçok iş çevirdiğini bir gazeteciye “biz ona ‘kocakafa Karadayı’ deriz” sözlerinden bile anlamak mümkündü... Emrinde olduğu komutanıyla aralarında böylesi bir enseye tokat hali oluşmuştu yani... Ve yine bahane (müdahaleye gerekçe) aynıydı... Lâik demokratik cumhuriyetin ciddî (!) bir irtica tehdidiyle karşı karşıya olduğu kaygısı... Bu evham sadece TSK içinde değil, sivil kesimde bazı çevreler tarafından da dillendirilmişti. Hattâ bu söylem, propaganda şeklinde Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar uzanan bir sürecin 3 Nazlı Ilıcak, Sabah Gazetesi, 17 Temmuz 2008.
  • 4. değişmez paranoyası olarak mevcuttu. Bunlar değişik zamanlarda Genelkurmay’a “Bu gidişe niye dur demiyorsunuz, niye müdahale etmiyorsunuz” türünden mesajlar veriyorlar, başörtüsünü, İslâmî dünya görüşüne sahip partilerin gûya kadrolaşmalarını ve sair TSK’ne kolaylıkla endişe verecek şeyleri yazmak ve çizmekten usanmıyorlardı... Türk milletine karşı TSK içinden ve dışından (Adnan Tanrıverdi paşanın deyişiyle) “simetrik bir psikolojik harp” uygulanıyordu... Ancak bu hep böyle olurdu, güçlüler zeytinyağı misâli üste çıkarlar, hem suçlu hem güçlü olurlardı... Hele bu güçlüler ellerinde silah olanlar ve bu silahın millete çevrilmesini isteyen dahili bedhahlar (TSK içinde yuvalanan cunta meraklısı güdümlü şahıslar) olunca mesele en saftirikler açısından dahi masumiyet karinesine dahil olamıyordu... Oysa Türk milleti, ellerine kurbanlık misâli kına yakarak askere yolladığı evlâtlarını da, vergileri ile alınan silahları da; değer yargılarına irtica denilsin, ve bu inançtaki en güzide subaylar –yargı yolu da kapalı olmak şartıyla− ihraç edilsin diye vermiyordu orduya... O silahlar bilakis değer yargılarımızın savunulması; ırz, namus ve bayrak içindi, ezanlar susmasın içindi. Millet rahatça her yerde ve her zaman huzur içinde ibadetlerini yapabilsin içindi... Ordu içinde başörtüsü mahkûm, namaz mahkûm, Askerî ve silvil hastahanelerde ha keza... En iyimser düşünce ile dahi bunların farklı bir yorumu olamazdı. Bazı kurumları ve hattâ tüm devlet sahasını (kamusal alan) İslâm’a kapatmak istiyorlardı... 28 Şubat’ta (1997) yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı on saate yakın sürdü.. MGK; lâikliğin, demokrasi ve hukukun teminatı olduğu martavalını tekrar ilân edecek, bu kadim yalan DEVLET KARARI olarak bir kez daha onaylanmış olacaktı.. Oysa bilakis demokrasi ve hasseten hukuktur, lâikliğin de tüm sistem unsurlarının da teminatı olacak olan. Zira bunlar yoksa lâiklik, lâikçilik haline gelir ve seküler bir hayatın dayatması şekline dönüşmüş olur. Yani günümüzde olduğu gibi... Ve belli ki 28 Şubat’ın da, hálâ 28 Şubat’ı savunanların da gayesi tam olarak buydu. 4 Mart’ta Başbakan Erbakan, MGK kararları yumuşatılmazsa imzalamayacağını söyledi ve sahiden de imzalamadı... Sayın Erbakan korkunun ecele faydası olmadığını görmüştü... Ürkek değil erkek bir sesti bu. Ancak aynı Erbakan, 13 Mart’ta MGK kararlarını (nedendir bilinmez) imzalamak zorunda kalmış ve daha sonra bu kararları imzalamadığını sadece ön yazıyı imzaladığını iddia etmişti. Gerçek hálâ meçhul.. Yani en azından ben bilmiyorum... Çok mühim de değil artık. Olan oldu ve bin yıl olmasa da memleket çok zarar gördü, elan da görüyor... Danıştay’ın hukuk dışı karar vererek inadımız inat dediği KATSAYI meselesi de bir 28 Şubat iç varyantı değil mi? Yeri gelmişken, Bazı okurlarım “varyant” kelimesini hangi anlamda kullandığımı, ne anlama geldiğini sordular. Varyant, basitçe; devam yolu demektir. Çok sevdiğim ve zevk alarak oynadığım, satrançta da meselâ Klasik Varyant, Pelikan Varyantı, Paulsen Varyantı, Najdorf Varyantı, Dragon Varyantı gibi tâbirler vardır. Bunlar takip edilecek strateji üzerindeki kurnazca taktikler, yollardır. Türkiye aleyhindeki derin güçlerin yıkım stratejileri malûmunuz. Bu strateji üzerine yerleşik bazı taktikleri ise, 28 Şubat gibi “dövme ama korkut” türü taktikler olmuştur. 28 Şubat iyi tahlil edilmesi gereken müthiş etkili olmuş bir taktiktir. Bu nedenle sabrınınızı zorlamak bahasına da olsa yedi (7) bölümde uzunca yazmak istedim. Ve
  • 5. elbette daha yazılacak çok şey var... 21 Mayıs’ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini” söyleyerek, RP’nin kapatılması için da’vâ açtı... O günlerde kimsecikler de bu da’vâya karşı gerçek bir DEMOKRATİK MÜCADELE direnişi gösteremedi... Zaten demokrasiye derin bir “balans ayarı” yapılmıştı... Tüfekler çatılmış, tanklar yürümüştü. Yani kolay değildi... O günlerin Vural Savaş’ı ile günün Abdurrahman Yalçınkaya’sı aynı derin mahfillerden destek alıyorlar, hukuku kaldırıp atabiliyorlardı. Hak verilmez alınırdı, biz alamıyorduk... 3 Haziran’da Susurluk Da’vâsı 7 ay aradan sonra DGM’de başladı... 7 Haziran’da Genelkurmay, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği firmalara ambargo koydu... 10 Haziran’da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi... 18 Haziran’da Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti. İstifa nedeninin başbakanlığı Tansu Çiller’e devretmek olduğunu söyledi. Lâkin herkes gerçek nedenin bir haysiyet meselesi olduğunu, Erbakan’ın tank ve tüfek gölgesindeki postallı demokrasiden hazzetmediğini biliyordu... 19 Haziran’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükûmet kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller’e vermeyip, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. (Emir büyük yerdendi...) 30 Haziran’da Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk’la birlikte ANASOL-D hükûmetini kurdular... 17 Şubat 2010 28 ŞUBA VARYANTI − III Çelik çekirdek Karadayı’nın Çevik Bir’e “Hazırlık yapın” emriyle oluşturulan çekirdek kadroda şu isimler yer alıyordu: Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Orgeneral Doğu Aktulga, Genelkurmay Harekat Başkanı (Balyozcu) Korgeneral Çetin Doğan, İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Saner, Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak, Genelkurmay İstihbarata Karşı Koyma ve İç Güvenlik Daire Başkanı Tümgeneral Fevzi Türkeri, Tümgeneral Orhan Yöney, Başbakanlık Askerî Danışmanı Tuğgeneral Kenan Deniz, Genelkurmay Adli Müşaviri Tuğgeneral Erdal Şenel, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri ile Jandarma Genel Komutanlığı’nın tümgeneral ve tuğgeneral rütbesindeki istihbarat ve harekât başkanları... 28 Şubat 1997’deki MGK kararları hükûmete kabul ettirildiğinde halk üzerinde tam bir şok yaratmıştı... Bu kararların içerisinde neler yoktu ki? Lâiklik için yasaların (daha sert ve müessir) uygulanması, tarikatlara bağlı okulların (?) denetlenmesi ve MEB’na devredilmesi, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, (bunun asıl nedeni malûm, Kur'ân kurslarının yok edilmesiydi), tarikatların tamamen yok edilmesi, irtica nedeniyle ordudan re’sen emekli edilenleri (YAŞ’zedeleri) savunan ve din karşıtı TSK mensuplarını teşhir eden medyanın (?) kontrol altına alınması, başörtüsünün mahkûmiyeti, kurban derilerinin (belirledikleri haricinde) yerlere (derneklere) verilmemesi, din taraftarı eylemlerin ve eylemcilerin şiddetle cezalandırılması gibi bir çok menfur emel ve hezeyan kâh açıktan, kâh hafiyyen (gizlenmiş, kamufle edilmiş olarak) yer alıyordu! 28 Şubat tarihli MGK daha bir özeldi yani... YAŞ tahtaya basan TSK...
  • 6. 28 Şubat tarihli MGK kararları içinde de vurgulanan ve yargı yolu kapalı YAŞ kararları hakkında devlette –en üst merciler dahil- kimsenin yapabileceği bir şey yoktu.. Başbakan bile sadece “muhalefet şerhi” koyabiliyordu o menfur ve menhus kararlara. O şerh de bir işe yaramıyordu tabiî. Organize işlerdi bunlar... 28 Şubat ,TSK için de rezil bir kıyımın varyantı (değişim ve devam yolu, taktik dönüm noktası) olmuştu yani... Gerçi, 1997’den önce de YAŞ vardı ama bu dönemde çıta bir hayli yükselecekti.. «YAŞ kararları»yla ihraç edilen mürteci subaylar bundan böyle; beş on değil yüzlerce olacaktı... Mürteci... Ne kadar ağır bir itham bu. Pekâlâ, onlar gerçekten de mürteci miydiler? Em. Hv. Bnb. Mustafa Hacımustafaoğulları’nın ironik bir üslûpla dile getirdiği bir hatırası var, okuyalım: “YAŞ nasıl karar veriyor? Ben çok iyi biliyorum... Bazı personel kendine göre geçerli nedenleriyle ordudan ayrılmak ister... Bir dönem ecnebi kadınlarla evlenmek uygulanan bir yöntemdi. Veya yurtdışı görevden dönmemek... Ayrılmak isteyenlerin kullandığı yöntemler de ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu. İşte, bunlardan birisi de bir şekilde ayrılmak istiyordu... Kararını vermişti... Bir vesileyle görüştüğümüzde derdini bana da açmıştı... Kolay dedim, kararını verdinse... Şaşırmıştı... Nasıl kolay? Demişti... Şimdi, tanınan bilinen bir şeyhle resim çektireceksin... Sayısına bereket, bulmak zor değil... Mümkünse elini öperken çektir..! Ama dikkat et, şeyhin kılığı kıyafetinden şeyh olduğu belli olsun... Sakalı, sarığı,cüppesi ile... Sonra..? Demişti. Sonra o resmi Genelkurmay'a gönderip kendini ihbar edeceksin... Böyle subay olur mu diye..? Gerisini düşünme, ilk YAŞ'da listedesin..! İnanamamıştı. Fakat denemesinin bir zararı olmayacaktı. Ayrılmayı kafaya koymuştu. Dediğim gibi, ilk YAŞ'da irticadan atılanların arasındaydı..!!! Şimdi soruyorum; O kişinin ihraç kararını alan YAŞ'mı, yoksa ben miydim..? Bir resim ile karar verdiğini adım gibi bildiğim YAŞ..! Gerçekten YAŞ..!!??” 1997 ve 1998 de irticadan ihraçlar tavan yapıyordu. Neden? Çünkü Balyoz darbe planı iddialarında adı geçen Korg.Çetin DOĞAN'ın da başkanlığını yaptığı, illegal BÇG (Batı Çalışma Gurubu)’nun organize ettiği 28 Şubat postmodern darbesi o dönemde yapılmıştı... Yani TSK içindeki darbeci yapılanma ile irtica tasfiyeleri arasında orantılı bir ilişki vardı..!” YAŞ kararlarıyla ya da yaş kararlarla, yani Karakuşî kararlarla TSK’lerinden res’en emekliye sevkedilen (atılmanın kibarcası) ve “bu yüzden oğlum da bir devlet dairesinde iş yapamayacak” diyen ünlü edebiyat profesörü İskender Pala hocanın 12 Eylül’ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetler’ndeki 15 yılının hikâyesini anlattığı “İki Darbe Arasında” kitabında da mebzul miktarda malzeme var bu konularda: “28 Şubat süreci.. Her gün bir yığın hüsran... Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye başlamıştır kalbinizin duvarlarını ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su getirmez yangını söndürmeye…” İskender Pala’nın kitabını belge mahiyetinde okumalı TBMM’nin tüm sayın üyeleri, yani vekillerimiz... Sonra da Pala hocanın ve hepimizin ortak olarak dile getirdiği gibi iade-i itabar ve normal emeklilik haklarının da verilmesi gelmeli. HSYK ve 28 Şubat’ın temelleri..
  • 7. Sayıları iki milyona yakın kripto ermeni var bu ülkede ve bunların hatırı sayılır bir kısmı TSK içine de sızmışlardır... Normal kimliği ile yaşayan ve bizim değerlerimize saygılı Ermenilere lafım yoktur. Ama kripto ermeniler ve kripto yahudiler TSK içinde çoktur ve yüksek kademelere kadar çıkmışlardır, elan da çıkarılmaktadırlar. Sadece TSK’da mı? Yüksek yargıda da yer almadıklarını mı sanıyorsunuz siz? HSYK ne yaptı aniden? Sonra zafer çığlıkları atarcasına HSYK’ya destek ziyaretine gelen Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi üyeleri... Bu sevinç tezahürü bir tesadüf müydü? Yüksek yargının telaşı neydi? 19 Şubat 2010 28 ŞUBAT VARYANTI – IV Evet muhterem okurlarım, ülkemizde birbuçuk milyondan fazla kripto ermeni ve bir o kadar da yahudi var. Bunların sızmadıkları yer kalmamıştır. Sadece TSK, Emniyet Teşkilâtı, devlet bürokrasisi ve yargı falan değil, İslâmî cemaatler ve tarikatlere de sızmışlardır. Günümüzde psikolojik harekât en üst düzeyde cereyan ediyor, milyonlarca insandan meydana gelen nüfusumuzun ehemmiyet sırasına göre neredeyse tamamı fişleniyor!.. Fişleniyor dediysem tam da öyle değil. Günümüzde herkes kendi fişini yazıyor zaten. Facebook, messenger gibi elektronik ortamlarda insanlar şöhreti yakalamak için kendilerinde mevcut olmayan özellikleri bile yazıyorlar. Bunlara şöhretin büyük belâlardan olduğunu anlatın, sizi döverler. Adam doğru dürüst bir Türkçe cümle kuramaz, bulmuş bir internet sitesi yazıyor da yazıyor... Şöhret, riyaset sevdası... Geçelim... 28 Şubat bin yıl nasıl sürerdi, güvendikleri neydi? Adalet denince akla gelen isim, Hazreti Ömer-ül Faruk (r.a) “El adlü esasül- mülk”, yani “Adalet mülkün temelidir..” buyurmuş. Dünya üzerinde adaleti esas almayan, hukukun üstünlüğünü tesis edememiş uzun ömürlü bir tek devlet yoktur. İnsanlık tarihi boyunca zulm ile abad olmuş bir ülke, bir devlet bulamazsınız.. Adalet, biz Türklerin de en ziyade kıymet verdikleri bir değer yargısı idi. Ne hazindir ki, Osmanlı’nın mirasına ihanet edip, kendi geçmişini bizzat kendisi karalayan bir millet görünümüne ulaştığımız süreçte en ziyade darbelenen de adalet olmuş, paralelinde mülkü (devleti, ülkeyi) kaybetmişizdir. İmparatorluğun dağılmasının en büyük amili olan «kavmiyetçilik» fitnesi, büyük bir “etnik adaletsizlik”tir. İnsanların; elinde olmayan, yani ihtiyarî tercihleri olmayan kavmiyetleri (etnisiteleri) yüzünden aşağılanmaları, dışlanmaları ideolojik bir esas olarak adaletin yerine tesis edilmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî ideolojisi haline getirilmişti. Zokayı yutturanlar ise bırakın Oğuz Türkü olmayı, Türk kavmiyeti ile en ufak bir akrabalığı bile olmayan ırken Yahudi, ancak buram buram Oğuz Türkü kokan isimlerle, meselâ Munis Tekinalp gibi şahıslardı. Milliyet Gazetesinde, Moiz Kohen’i (M. Tekinalp) anlatan kitabın yazarı Liz Behmoaras ile mühim bir röportajı gerçekleştiren Miraç Zeynep Özkartal’ın asıl yakalamaya çalıştığı neydi bilmiyorum ama ilginç ve mühim sualleri vardı: − Savundunuz mu onu? Çünkü bir insanı -özellikle politik konularda- pasif veya kötü niyetli göstermek arasında çok ince bir çizgi var. Nasıl bir bağ kurdunuz Moiz Kohen ile? − Hafif acıma, sinir olma ama zaman zaman da iyi niyetini ve çalışkanlığını takdir etmek gibi hisler vardı içimde. Takdir edersiniz ki, bunlar pek heyecan verici hisler değil. Bundan dolayı belki Moiz Kohen’i yer yer ‘terk edip’ kitabımda başka kişilerle
  • 8. ilgilenip onları ön plana çıkardım. Bir yandan olumlu yönleri de var tabii. Çok şaşırtıcı şeylerden biri de 1936’da yazdığı Kemalizm kitabı. Belki de bu sözcük ilk kez zikrediliyor. Çok önemli bir eser, çok iyi bir analiz. Sonuçta çok çalışkan bir insan Moiz Kohen. Bence Atatürk’e hayranlığı çok büyük ve kendini en iyi, Kemalist ideolojide buluyor... − Varlık Vergisi’nden büyük zarar görmesine rağmen, CHP’ye girdiğinde partisini bu konuda savunuyor. Neden yapıyor bunu? − Moiz Kohen, bir hahamın oğlu. Böyle bir insan, belli bir yoldan gidiyorsa oradan şaşmaz. Sonra CHP’nin bir neferiydi. CHP’yi Atatürk’ün partisi olarak gördüğü için, partinin kendisi -içindekiler değil- dokunulmazdı. Onu sonuna kadar savundu! İşte 28 Şubat’çıların ve tüm darbeci geleneğin, tek parti diktatoryasına kadar uzanan baskıların dayanağı ve zorbaların dayanıp güvendikleri tılsım: Kemalizm. Buna Kırmızı Anayasa da diyebiliriz. Bazıları “Kırmızı Kitap” diyor fakat bu basit kaçan bir tanımlama, üstelik böyle bir kitapçık da zaten yok. Ama Kırmızı Anayasa bir mefhum olarak var. NP Hastahanesindeki toplantıda konuşmacıya sual tevcih ederken de bunu kasdetmiş idim. Beni doğru anlayan sadece Adnan Tanrıverdi paşa oldu. Yani efendim, “Kırmızı”nın aslı Kemalizm, kemalizmin aslı ise “Moiz Kohen ideoloji”sidir... Moiz Kohen kendisi gibi başka bir yahudi asıllı kişinin, yahudi asıllı bir Kürtün; Ziya Gökalp’in talebesi. Gerçi zaman zaman kim kimin talebesi karışıyor ama Mustafa Kemal Atatürk’ün bunların her ikisinin de tedrisinden geçmiş olduğunda şüphe yok... Ve fakat unutulmasın ki “kemalizm” Atatürk’ün de fevkınde bir ideojidir. Farz-ı muhal Atatürk dirilip “yeter, artık bu işten vazgeçin” dese ona da bizlere yaptıklarını yapar, ezer geçerler... Laf kırmızılardan açılmışken, “benim adım kırmızı” diyen biri var hani. O yahudi kökenli (ve dönme) zat ABD’de yaptığı bir konuşmada “biz 20. Yüzyılda iki devlet kurduk. Biri İsrail, diğeri .....” diyor! NP Hastahanesindeki konferansın konuşmacısı arkadaşımız ve hazirundan bazıları, bir arkadaşın yaptığı tavzihe cevap verirken, “yahudi” meselesinde hafif bir müstehzi tavır takındılar, bu yaklaşımı küçümsediler. Yanıldıklarını anlamaları için tarih kitaplarını okurken göremedikleri hususları gösterecek bir hocaya ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum Bir insan nasıl ki kendi başına okuyarak hekim olamazsa, kendi başına okuyarak da tarihçi olamaz... Bu yüzden de kardeşimiz kendini oldukça iyi yetiştirmiş ama uzman bir tarihçi olamamıştır. Ben bu iddialarımı kafamdan uydurmuyorum, ünlü ve gerçek tarihçiler söylüyor, onların dediklerini aktarıyorum... Kemalizm sahte ideojisinin vücut verdiği “KIRMIZI”yı anlayamadan MGSB’sini ve süregiden MGK toplantılarının değişmez, değiştirilemez maddelerini, 28 Şubat ruhunu anlamak imkânı var mı? Bu dogma, bu tabular yok edilmeden sahil-i selamete ulaşma imkânı var mı? Bir zamanların Adalet Bakanı, şimdiki Saadet Partisi’nin GİK üyesi İsmail Müftüoğlu Bey’in söylediklerinin en azından mühim bir kısmı yersiz idi ve fakat misafir olarak geldiği için de kırmamak gerekiyordu. Aksi halde, sayın sabık bakanın toplantımızda soğuk rüzgarlar estiren “tavzih” (ilave açıklama) konuşmasına benim de söyleyeceğim birkaç söz elbette vardı. Toplantı sonunda Nevzat Tarhan hocam ve Adnan Tanrıverdi paşamla sohbet ederken, Nevzat hoca bana hitaben “fazla konuşmadın...” dedikten sonra yine kendi tamamladı: “adam yazıyor, niye konuşsun ki...” Evet işte yazıyorum:
  • 9. Sayın Müftüoğlu, siyasi ihtiras ile malül insan görüntüsü verdiniz. Ev sahiplerine ayıp, millî da’vâya karşı yanlış idi konuşmanız. Zat-ı alîlerinin “eleştirilemez” gördüğü insanların imzalamış oldukları 18 maddenin ceremesini çekiyoruz hálâ... “Post-modern darbe” deyimini ilk kullanan Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, Refahyol’u nasıl düşürdüklerini şu sözlerle övünerek anlatmıyor muydu? “Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. NATO’nun Varşova Paktı’nı teslim alması gibi” yerinizde olsam böylesi bir utanç ile hiçbir mekânda hiçbir şey konuşmaz, mutlaka konuşmam istendiğinde ise, kısa ve motive edici şeyler söylerdim haziruna... Neyse geçelim... Ve işte o meşhur 18 madde. Yeniden okuyalım ve bakalım özünde “kemalizm” illeti var mı yok mu? Kemalizm yani kırmızı... Millî Güvenlik Kurulu'nun 28 Şubat 1997 tarih ve 406 Sayılı Kararına Ek-A (rejim aleyhtarı irticaî faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirler): 1− Anayasamızda cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine anayasanın 4'üncü maddesi ile teminat altına alınan lâiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması icin mevcut yasalar hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır. (hafî yani gizli olarak “kırmızıya uymayan” her uygulama değişmeli, değiştirilmelidir deniliyor. Lâiklik bir tabu olarak korunmalıdır. Zira onların anladıkları veya uygulamaya çalıştıkları aslında Batı’nın gerçek lâikliği değil laisizmdir. Yani laikçilik... Yani seküler yaşamın dayatılması, dinsiz zorbalık... REB) 2− Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Millî Eğitim Bakanlığı'na devri sağlanmalıdır. (Kırmızılar Tevhid-i Tedrisatı seviyor, biz ise Tevhidî Tedrisat istiyoruz. Tevhidî yani yüce dinimizi dışlamayan, örf ve adetlerimize millî değerlerimize uygun bir eğitim ve öğretim. Ateşle barutun yan yana oturmadığı iffetli bir eğitim. Buna hemen çağdışı diyecek züppe enteller çıkacaktır biliyorum. Ama onların ciddî bir entellektüellikle değil, bilakis köylü kafasıyla algıladıkları değil bu çağ ve çağdaşlık... Hem zaten işte, eserleri ortadadır. On −rakamla 10− yaşında hamile kalan ilköğretim öğrencileri furyası Batı’dan sonra Türkiye’de de manşet haberler arasında yerini almıştır. Liselerde başlayan aşk cinayetleri de artık ilköğretim seviyesine indi... REB) 3− Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihraklarin etkisinden korunması bakımından: a-) 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı. (Kamuflaj, asıl gaye Kur'ân kurslarının kapatılması, İmam Hatip Liseleri’nin orta öğretim bölümünün kapatılması gibi menfur gayeleri idi, bunda da muvaffak oldular... REB) b-) Temel eğitimi almış çocukların, âilelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği Kur'ân kurslarının Millî Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idarî ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır. (bu sayede de ilköğretim yaşlarındaki çocukların kolayca ve sadece yaz tatillerinde öğrenebildikleri Kur'ân’ı bir daha kolayca öğrenemiyecekleri bir muhal döneme tehir ettiriyorlar, yani önünü kesiyorlardı... REB) 21 Şubat 2010 28 ŞUBAT VARYANTI – V
  • 10. Menhus maddeleri tahlile, ya da analize (irdelemeye) devam edelim: 4− Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılâblarına sadık, aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü, millî eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır. (Cumhuriyet rejimi dediklerine bakmayın, bu bir taktiktir. İstedikleri rejim, kırmızı rejimidir ve hususiyetleri de derinlerin yargılanmasıya gün ışığına çıkıyor şimdilerde... Bu bozuk rejim mutlaka değişmeli, gerçekten fazilet rejimi olan hakiki cumhuriyet getirilmelidir. Bazıları buna rakam koyuyor, “II. Cumhuriyet” falan diyorlar. Bence numaralardırılma o kadar mühim değil, mühim olan mahiyetidir... REB) 5− Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı'nca incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek gerçekleştirilmelidir. (Lâik olduğunu iddia edenlerin devletin kontrolünde bir din – diyanet teşkilâtı istemelerinin ne kadar samimi olduğu bu madde ile sübuta kavuşuyor... Bunun adı lâiklik değil “devlet dini sistemi”dir. Din sahasındaki adaletsizlik de bu sakat ve bozuk rejimin ürünü oluyor böylece. Âlevî açılımı ile, hattâ daha öncesinden, Âlevî vatandaşlarımızın Cem Evleri de tekke olduğu halde serbest bırakılmış, Sünnî müslümanların tarikatlerine, dergahlarına vize çıkmamıştır. Büyük adaletsizlik bu. Öz vatanında garipsin, öz yurdunda parya... REB) 6− Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir. (Lozan antlaşması hükümleri ile azınlıklara bile dini ayin ve ibadetlerini istedikleri gibi yapma, din eğitimi veren okullar açma hakları verilmiş, vatanın asıl sahibi müslümanların dini hürriyetleri katı bir cenderede yok edilmiştir. 677 sayılı kanunun hukukî değeri yoktur. Masonluk serbest, tarikatler yasak... Cem Evleri serbest, tekke ve zaviyeler yasak... Cuma Hutbelerini bile devletin verdiği yazılı metinden okumak zorundayız. Ve bir İslâm okulu açma hakkımız yok!.. Dünyanın az sayıdaki lâik ülkelerinin hiçbirinde bu tür kısıtlamalar ve yasaklar yok. Yani lâiklik böyle değil. İnanmayan lâikliğin doğum yeri olan Fransa’yı incelesin. Lâik düzenlerde demokrasi lâikliğin önündedir. Bizde ise demokrasinin önünde laisizm vardır. Bu engeli aşamadığımız için de gerçek bir demokrasi ile idare edilmek yerine lâiklik adına tepemizde sallanan bir demokles kılıcı altında gûya demokrasiyi oynuyoruz... REB) 7− İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri'nden (TSK) ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK'yi dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalıdır. (Demokrasinin dünya üzerinde yapılan en güzel tanımı bu olmalı... Gülmeyin, bu kadar garip bir istek zaten demokrasinin mevcudiyetine zıt bir kurulda dile getirilmiştir. Sen MGK diye bir millî irade üstü organın mevcudiyetine razı olur, seçilmişlerle atanmışların eşit rey hakkı bulunduğu bir oval masa etrafında elpençe divan durup “buyrun ne ferman buyururdunuz” dercesine apoletli demokrasiye razı olursan adamlar da sana bunları emir buyururlar. Şaşıracak ne var ki? Yargı yolu kapalı kararlar alınan bir YAŞ olacak, bu kurulun verdiği kararlar ile tertemiz vatan evlâtları TSK’inden yüz kızartıcı bir suç işleşimiş gibi ihraç edilecek ve onlar haklarını medya yoluyla aramaya, adaletsizliğe karşı kamuoyu oluşturmaya gayret ettiklerinde de YAŞ’çıların MGK’sında da bu tür basın ve yayın organlarının yayınlarına sansür getirilmesini,
  • 11. gerekirse süresiz kapatılmalarını sağlayacak bir antidemokratik kontrol mekanizmasını devreye sokacaksın!.. Şapka kanunun zaten kadük oldu, yani uygulaması kendiliğinden bitti, üniformalılar dışında kimsenin şapka taktığı da şapka kanununu taktığı da yok, yoksa bu karara şapkamı çıkarırdım. Helal olsun vallahi. Bu ne cüret efendiler bu ne cür’et? TSK içindeki bozuk cibilliyetli birkaç kendini bilmez yüzünden neden TSK karalanmış olsun ki? Sizin TSK’ni dine karşı bir kurum olarak göstermeye hakkınız var mı? Biz TSK’nin dine karşı olamayacak bir kurum olduğunu göstermeye çalışırken, millî irfanın ona biçtiği “Peygamber Ocağı” konumuna TSK’nin iade-i itibarını sağlıyoruz. İftira atamazsınız bize. Suçlu arıyorsanız aynaya bakın... REB) 8− İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasadışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK'dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna imkân verilmemelidir. (Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yıpranmamasını samimi olarak isteyenler böyle bir iş yapabilirler miydi? Tam bir rezillik bu. Bütün insanlık camiasının bu tür bir zihniyeti nasıl tel’in ve takbih edeceğini, yani lânetleyip çirkin ve kabahatli, suçlu bulacağını bildiğim için “rezillik” diyorum. Düşünebiliyor musunuz, bir insanı hem canı gibi sevip bağlandığı işinden, camiasından, kutsî meslek ve üniformasından ayıracak, hem de onun; sudan çıkmış balık gibi kalacağı bir ortamda ekmek dahi yemesin, dünyası iyice zindan olsun diye kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamına da mani olacaksınız. Böyle yapılmasını ise, topu taça bilerek attıktan sonra “teşvik” sayıp suçu meslekten ihraç edilenlere ve onlara ekmek verenlere atacaksınız... Geçenlerde çıktığımız tvnet’in “Bakış Açısı” programında da bu arkadaşlarımız milyonların önünde dile getirdiler: “Şu anda geri alsınlar, mesleğimize seve seve döneriz...” Evet hodri meydan... Kendi rezilliğinizi neden başkalarına yıkmaya çalışıyor, mâsum insanları karalamakta ısrar ediyorsunuz? Meselâ arkadaş pilot, THY’de kaptan olarak uçmaya devam etmek isterse “yassak” diyeceksiniz... Yahut personel sınıfından gelme iyi bir idareci bunun bir belediyede istihdamına mani olacak, “aç kal, öl” diyeceksiniz... Kamu kurum ve kuruluşları dışındaki yerlerede de el altından yasaklama getirildiğini yaşayan canlı şahitlerinden dinledik biz. Yazdılar da bunları. Kitapları var. Onların kitapları var da, şu kitapsızların artık “bin yıl sürecek” dedikleri bu “Karakuşî Kararların” yaşama imkânı yok. Devr-i fetret bitti. Zalimlere karşı yaşasın adalet... REB) 9− Türk Silahlı Kuvvetleri’ne aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır. (TSK’nin, bilimin ve yargının da üzerine çıkarılmasına artık şaşmamak gerekir. Demokrasinin üzerine çıkan, her şeyin üzerine çıkar. Zaten TSK’ne sızmasın dedikleri “aşırılar” değil, uygulamalarla sabittir ki, normal yurdum insanı kadar inancı olan subaylardır. Namaz kılmayı suç görmüşlerdir. Bir subayın karısının asker olmadığı halde başının örtülü olmasını dahi suç addetmişlerdir. Dahası var ama korkarım ki bunları yazmak TSK’ni ve o sebeple de Türk milletini yaralayacak, komik durumlara düşürecek bir hüviyete bürünür açıklamalar. İçki içmeyenlere nasıl bir gözle bakıldığı gibi... Yazık, çok yazık ama gerçeğimiz bu.... REB) 10− Bu maddenin tam metnini Turkiye'nin uluslararası ilişkilerini ilgilendirdiği için yayınlayamıyoruz. (kamuoyuna böyle açıklandı bu madde ancak daha sonra
  • 12. internet ortamında belge orjinalinin fotokopileri bile yayınlandı −REB), işte asıl 10. Madde: 10− Ülkemizi çağ dışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel bir çatışmadan korumak için, İran İslâm Cumhuriyeti’nin ülkemizdeki rejim aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına mani olunmalı, bu maksatla İran’a karşı komşuluk münasebetlerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalıdır. (Komşumuz İran’dan Türkiye’ye karşı yürütülen en olumsuz faaliyet Şiîliği, yani Şia’yı ihraç gayretidir. Türkler tarih boyunca ehl-i sünnete tabi olmuşlar, Sünnî İslâm sayesinde de şia gibi olumsuz mezhep çatışmalarına asla düşmemişler, İslâm’ı Hz. Peygamberimizin uygulaması ile tatbik edip en güzel şekilde yaşamışlardır. İran’ın bu yöndeki gayretini biz de olumsuz ve yanlış buluyoruz. Lâkin darbecilerin asıl niyetleri Türkiye için bu tür bir –kendi mezhebini yayma− gayretine mani olmak olmadığı ortadadır. Onların bu konuda derinlemesine bir inceleme yaptıklarını ve bizim endişemizi taşıdıklarını söylemek mümkün değildir. Zira diğer maddeler ile sübut etti ki, asıl endişe İslâm dininin ta kendisidir. Böyle olmasaydı başörtüsü ve namaz gibi nedenlerle YAŞ kararları çıkarılıp en vatansever subaylar ihraç edilmez, İmam Hatip Okullarına ve tarikatlere düşmanlık yapılmazdı. Türkiye bir muz cumhuriyeti değil ki, kanunlarınız var, suçluyu ayırır cezalandırırsınız. Bunu da elbette yargı yapar. Hem suçlu diyeceksiniz hem yargı yolunu kapatacaksınız.. İşte bu hukuk tanımazlıktır, zorbalıktır, ideolojik düşmanlıktır. –REB) 11− Aşırı dinci kesimin Türkiye'de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla mutlaka önlenmelidir. (Türkiye’de asla ve kat’a bir mezhep çatışması yoktur. Âlevîler ve Sünnîler arasında tam bir barış ve huzur vardır. Lâkin dönem dönem bu konuda yer altı faaliyetler ile Âlevî – Sünnî çatışmaları çıkarılmış, sonuçta da darbeler yapılmıştır... Yani Türkiye’deki bahsekonu çatışma tamamen sun’î bir Derin Terör Örgütü faaliyetidir. Türkiye Âlevîlerinin İran’daki şia sapık mezhebi ile de alâkaları yoktur. Âlevîler arasında mollalar yoktur. Kimi Âlevîler beş vakit namazını da kılar, Cuma’lara da giderler. Türkiye’deki aşırı Âlevî cereyanları da yeraltı merkezlidir. Ali’siz Âlevîlik meselâ. Bu cereyan incelendiğinde Derin Terör Örgütü bağlantısı hemen görülecektir. Nitekim DTÖ (Erg...) Da’vâsı ile bu yönde birçok bilgi ve belge çıktı ortaya... –REB) 12− T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhassa Belediyeler Yasası'na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır. (Darbe yapılmış, ülkenin yönetimi ellerine geçmiş gibi ülkeyi yönetmek istiyorlar. Bütün bu sayılanların telafuz edilmesi bile başlı başına suçtur. Bahsedilenlerin tamamı TBMM uhdesinde olan konulardır. Alınacak önlemler konusunda bastırmaya çalıştıkları asıl şey de bellidir. Hukuk devleti değil, kanun devleti arayışı, herkesin gölgesinden korkarak yaşadığı George Orwell’in 1984 romanında bahsettiği türden; “büyük bilader sizi gözetliyor” sakatlığındaki bir hayatın cenderesinde demokrasinin katledilmesi... Zorbaların muhayyilesi budur. Allah bunlara fırsat vermesin... –REB) 23 Şubat 2010 28 ŞUBAT VARYANTI – VI
  • 13. “Fâtebirû yâ ülü’l-ebsar!..” (Ey basiret sahipleri ibret alın!) 13− Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır. (Yine birinci planda başörtüsü hedef alınıyor! Başörtüsü ile çalışmak isteyen dindar hanımlara devlete ait işyeri veya kurumlarda çalışma imkânı kapatılıyor. Hattâ sabık Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer zamanında icad edilen “kamusal alan” hukuksuzluğu ile kapsama alanı devlet kurumları dışına bile çıkarılabiliyordu... Elbette başörtüsüne hücum edilmesinin mühim bir nedeni vardı. Başörtüsü İslâm ahlâk ve faziletinin remzi olarak İslâm sembollerinden biridir. Muharref kitabı ile batıl bir din haline gelmiş olan hristiyanlığın rahibeleri de başlarını sımsıkı örterler ancak, sıradan hristiyan dindarlarının baş örtme mecburiyetleri kilise dahilinde bile yoktur. Onlar sadece cenaze merasimlerinde başlarını yarım bir eşarpla örterler ki bu da mecburiyet – farz− değil, bir çeşit gelenektir.. Bir muhaddere İslâm kadını ise dince mahrem (gizli, hususî) sayılan saçlarını namahreme (yabancılara) karşı mutlaka örtmek zorundadır. Bu İslâm dininin âyetle sâbit kesin bir emridir. Bu nedenle tüm dünyada başörtüsü, bir İslâm farizası olarak İslâm dinini simgeler. Aramızda yaşayan ve devleti ele geçirip kendi saltanatlarını sürdürebilmek için bu derin yapıyı muhafaza etmeye çalışan sabataist, masonik ve sair kripto kadrolar başörtüsünü birinci hedef olarak ilân etmiş, nüfuz edebildikleri tüm devlet kadrolarına ve bürokrasiye başörtüsü karşıtı bir yapıyı yerleştirme talimatı vermişlerdir. YAŞ kararlarıyla ordudan ihraç edilen hemen tüm rütbeli askerlerin eşleri mütesettirdir. Bozuk düzen başörtüsü karşıtıdır ve maalesef 28 Şubat ile bu konuda hem direnci düşürmüşler, hem de hanımların açıklığında oldukça büyük bir başarı sağlamışlardır. Geçen 13 yıllık zaman içinde insanlarımız başörtüsünden bir hayli uzaklaşmışlar, elan başörtüsünü takanların ise büyük bölümünde gelenek ve sair etkenli; şuursuz bir tesettür olduğu gözlenmektedir. Altı kaval üstü şişane denilecek özde değil sözde tesettürlüler giderek çoğalmakta, mütesettirlerden “muhaddere” (gerçek kapalı, tam iffetli müslüman kadını) makamını koruyanlara her geçen gün daha az rastlanmaktadır. Bazı genç kızlarımız görünüşte mütesettir ama her yeri oynuyor; davetkâr bakışlarıyla, sokak ortasında yeri göğü inleten kahkahalarıyla, susmayan cep telefonları, bağırır gibi konuşmalarıyla başörtüsünü adeta rezil etmektedirler. Yani 28 Şubat bu alanda da başarılı olmuştur. Üniversitelerdeki başörtüsü da yasağı bizce bu yüzden devam edebiliyor. “Fâtebirû yâ ülü’l-ebsar!..” [Ey basiret sahipleri ibret alın!] –REB) 14− Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir. (28 Şubat sürecinde bu konuda en ufak bir başarı elde edilememiştir. Ortalık silahtan geçilmiyor. Düğünlerde silahlar patlıyor ölenler oluyor, askere yolculama şenliklerinde silahlar patlıyor, maç sonrasında silahlar patlıyor... Silah kaçakçılığı Derin Terör Örgütü [Erg...] sayesinde tavan yapmıştır. İnsanlarımız, mafya ve hattâ alelâde insanların silahlı tedhişi ile korku içindedir. En basit bir sokak kavgasında, futbol karşılaşmaları sonrasında silahlar çekilmekte, her Allah’ın günü silahlı soygunlar yapılmaktadır. Neredeyse yanında silah bulunmayan kalmamıştır. Bari tamamen serbest bıraksalar da insanlar Texas kovboyları gibi silahlarını göstere göstere taksalar bellerine... 28 Şubatçıların derdi toplumun huzur ve selameti, toplumun barış içinde yaşaması değil, kendi ikbal ve saltanatları için bir
  • 14. tehdit oluşmasınadır. Bu milletin gerçekten huzur ve selametini isteyenler için bu işleri yapmak hiç de zor değildi. Bunları yapmak yerine İslâm düşmanlığı ile vakit geçirdiler... Oysa İslâm dini mahza barış, mahza huzur ve selâmet iklimidir. Yani huzur ve selâmetin ta kendisidir. Ülkeyi getirdikleri durum ortada değil mi? –REB) 15− Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtari örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır. (Kurban derisi konusu İslâm aleyhtarı faaliyetlerin her sene tekerrür eden sapık işleri cümlesindendir. Kendimi bildim bileli hemen her Kurban Bayramı’nda bu densiz ve dinsiz takım kurbanlarımızın derilerine musallat olur, onları hür irademiz ve isteğimiz doğrultusunda istediğimiz yere vermemize mani olmaya çalışırlardı... Çocukluk yıllarımda bile bunlara inat; babamla nasıl da derimizi tuzlayıp bunlar gittikten sonra götürüp hayırlı yerlere verdiğimizi çok iyi hatırlıyorum. 55 yaşıma geldim durum neredeyse aynı. Son dönemlerde bu iktidar sayesinde biraz iyileşme oldu, öyle kaptı kaçtı yapmıyoruz ama hálâ bu tasallut tamamen bitirilmiş değildir. Kurban bir ibadettir ve gerçekten lâik yani samimi bir lâik rejimin ibadetlere karışma hakkı yoktur. Modern hukukta bunlara yer yoktur. Kurbanın eti de derisi de mü’minlerin hür iradeleriyle istedikleri kişilere verilir. Buna cebirle müdahil olmak dinsizlik, kâfirlik ve demokrasi dışı zorba bir iştir vesselam. Kurban derileri önemli bir mali kaynaktır. Dinsizlerin bu kaynağı içki fışkı parası yapmasına mü’minler razı olamaz, olmamıştır, bundan böyle de razı olmayacaklardır. 28 Şubatçılar bu alanda tam bir başarı sağlayamamışlar, hırslarından kudurmaktadırlar... –REB) 16− Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasadışı uygulamaların ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel korumalar kaldırılmalıdır. (Bundaki gaye de toplumun huzur ve selameti değil, birtakım hocaların ve şeyhlerin sokak ortasında kendi Derin Terör Örgütlerine bağlı militanlarca rahatça öldürülebilmesi, dövülmesi, kaçırılıp işkence edilmesine zemin hazırlamaktı. Bunda başarılı olamadılar. Millet kendi büyüklerine sahip çıktı, bütün bir cemaat hocalarının gönüllü koruması oldu. Niyetlerinin bu konuda da hayırlı ve samimi olmadığını anlamak için uzağa gitmeye gerek yoktu. Ortalıkta bir sürü silahlı mafya koruması dolaşmakta bunlar için kanunlar gözünü yummakta, kulağını tıkamaktaydı. İsteyen parayı bastırıp istediği kadar bodyguard tutuyor, bellerine de silahların en babalarını taktırıyorlardı... –REB) 17− Ülke sorunlarının çözümünü “Millet kavramı yerine ümmet kavramı” bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir. (Bölücü terör veya bölücü olmayan terör (!), bu milletin yakından uzaktan alâkası olmayan işlerdir. Ümmet konusunda ise fazladan yorum yapmaya gerek yok. Akıllara sezâ bir tavır bu... Tabiî samimi olduklarına inanırsanız. Bunlar dediklerinde samimi iseler en hafifinden akılsızlık ile, samimi değillerse hainlikle yaftalanmalılar. Millet yerine ümmet ne demektir? Bunların yerleri zaten ayrıdır ve bu milletin huzuru ümmet şuuruna sahip çıkmaktadır. Milleti “ulus” yapıp kavmiyetçiliği kaşımak kadar millete ve vatana yapılacak bir kötülük yoktur. Bu resmen ve alenen ihanettir, vatan hainliğidir. İttihat ve Terakki fırkası bu kafayla imparatorluğu mahvetti, bunlar cumhuriyeti daha kolayca yıkarlar... PKK’nın istediği bir göz, bunların verdiği iki gözdür. Ümmet şuurunun yok edilmesi kadar PKK ve tüm şer odaklarını memnun edecek bir şey olabilir mi?
  • 15. Siz bir tek kere Apo ve avanesinden “Ey ümmet-i Muhammed” diye bir söz işittiniz mi? Binaenaleyh ha onlar yani Kürt ulusalcıları, ha bu 28 Şubat kafalı Türk ulusalcıları. Al birini vur ötekine... 28 Şubat ruhu budur işte... Yukarıdaki tüm maddelerde bunları görmedik mi? Allah için yaptıkları bir tane hayırlı iş, bir tane istekleri var mı? Mehmet Şevket Eygi yazmıştı; “Çocuklara okutulan eski sorulu cevaplı ilmihal kitaplarında “Hangi Ümmettensin? Muhammed Ümmetindenim elhamdülillah..” yazılıydı. Müslümanların tek bir Ümmet olmalarını kimler istemez?” diye soruyor ve şöyle cevaplıyordu: “Asıl ismi Moiz Kohen olduğu halde bunu gizleyerek, Tekinalp takma adıyla menfi ve din düşmanı kavmiyetçilik kitapları yazan, bu kitaplardan birine “Kahr olsun şeriat!” başlıklı bir bölüm koyan Siyonistler istemez...” Muhterem okurlarım, ülke bunlara bırakılsaydı şu anda memleketin yerinde yeller esecek, kan gövdeyi götürmüş olacaktı. Şükür ki, millî irade düşe kalka da olsa müslümanları iş başına getirdi de kör topal da olsa demokrasi yürüdü ve büyük bir varta atlatıldı. –REB) 18− Büyük Kurtarıcı Atatürk’e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındakı 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat verilmemelidir. (Bu kanunu merhum Menderes’in kabinesi çıkarmışlardı. Bu kanun ile birçok can yakıldı. Hukukta mutlaka yorum yapılır. Dinsiz imansız bazı kişilerin yargıyı kullanarak nice canları yakmaları bu kanun sayesinde mümkün oldu. En küçük bir tarihî tenkid dahi bu kanunun duvarlarına çarptı. Daha doğrusu çarptırıldı. 28 Şubat’çı takım yine Atatürk paravanı ardına gizlenip tek parti devr-i sabıkında işlenen cinayetleri hortlatmak, mâsum insanları tepelemek istiyorlar. Kanunu istismar edenler kendileri olduğu halde cürümlerini gizlemek için zeytinyağı gibi üste çıkmaya çabalıyorlar... “Büyük kurtarıcı”, “ulu önder”, “cumhuriyetin kurucusu” gibi sıfatların tamamını tek kişiye vermek kadar büyük bir tarih cehaleti ve ihaneti olabilir mi? Bu da ayrı bir tartışmanın konusu tabiî. Bir millet yok sayılıyor, “tek adam” kutsal kurtarıcı olarak gösteriliyorsa bilin ki orada bir katakulli vardır. Nitekim 28 Şubat katakullisinin “tek adam”lı Moiz Kohen ideolojisi boşuna değildir. Tarihî arıza devam etsin istiyorlar... –REB) 28 Şubat 1997 tarih ve 406 sayılı MGK Kararı’nın Eki’dir. (18 Maddelik bildirinin son cümlesi buydu. Bu 18 maddenin 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararının eki olduğu doğrudur ama iki paragraflık klasik MGK karar bildirisinin asıl hedefleri bu 18 maddelik ektedir. Bu nedenle de uzun uzun şerh ettik. İnşaallah bir yararı olmuştur. Gayret bizden tevfik ve hidayet Allah’tan. –REB) VII. Bölüm bu yazı dizisinin son bölümü olacak. Lâkin bu konunun değil. Bu konu öyle sıradan bir hadise değil, yaşadığımız bütün çarpıklıkların şerhi mahiyetinde bir meseledir. Bu meseleyi çözmeden ileriyi göremeyeceğiz. 25 Şubat 2010 28 ŞUBAT VARYANTI – VII “28 Şubat” alt yapısı Muhterem okurlarım, aradan 13 yıl geçmesine rağmen “28 Şubat” postmodern darbesi ve bu darbenin mimarları olan (başta Org. Çevik Bir gibi) isimlerin hálâ yargılanamamış olması, yerlerini alan bazı darbesever paşalara ilham kaynağı oldu... Bir epidemi gibi “Balansçılar” gitti, “balyozcular” geldi... Konu hakkında Emekli general Adnan Tanrıverdi paşamızın “Darbe planladığı iddia edilenler gözaltında, darbeciler nerede?” başlıklı makalesinde şöyle bir değerlendirme vardı: “Silahlı Kuvvetlerde, manevî değerleri tehdit gören öyle bir kadrolaşma var ki, bu zihniyet yargılanmaz ise, siyasi istikrarın bozulduğu andan itibaren
  • 16. vesayet sistemi tekrar tesis edilir...” Yani bu kronik ve epidemik (müzmin ve salgın hastalık) nükseder... Aklın yolu bir demişler. Adnan paşa da bunu söylüyor.. Bahsi geçen hasta kafalılar 28 Şubat’çı kadrolardır. Bakın dikkat ediniz, “28 Şubat Kadrosu”dur demedim, “28 Şubat’çı kadrolar” dedim. Yani bir sakat, hasta zihniyetten ve bu zihniyetin yapılandırdığı TSK komuta kademesinden bahsettim. Adnan Tanrıverdi paşamın “manevi değerleri tehdit görenler” dediği kadrolaşmaların alt yapısı olan mantalite yani... Adnan paşayla başladık, yine onun tesbitleriyle devam edelim: “Bu tehditi bertaraf etmenin yolu meşruiyet dışında koşanlardan hesap sormaktır. Balyoz, Kafes, Sarı Kız, Ay Işığı, vb. darbe planları, 28 Şubat “Post Modern Darbesi”nin artçı dalgalarıdır. Silahlı Kuvvetlerimizdeki, manevî değerleri tehdit gören menfi kadrolaşmanın müsebbibi 28 Şubat liderleridir. 28 Şubat, bu gün yargı önüne getirilen, darbe teşebbüslerinin ve darbe zanlılarının, deyim yerinde ise, azmettiricisidir. Darbe planlayanlar, gözaltına alınırken, fiilen darbe yapanlar, 28 Şubatın mimar ve liderleri, haklarında suç duyurusu da yapıldığı halde, serbestçe ortada dolaşamamalıdırlar. Yargı, zanlıları kovuştururken, darbecileri gözden kaçırmamalıdır.” Üzerine yorum yapmaya, daha fazla şerh etmeye hiç hacet yok... Geçen gün Radikal Gazetesi başyazarı İsmet Berkan’ın da konu hakkında ilginç bir yazısı vardı. “Bir alternatif tarih yazımı önerisi” başlıklı makalesinde Berkan, Balyoz darbe planının hazırlandığı dönemin komuta kademesi ile iktidardaki isimleri ele alıyor ve “..sızan bilgiler, Özden Örnek günlüklerinden çıkarsama yoluyla elde edilen bazı belirtiler, o günlerde Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman ile onun kurmay başkanı İlker Başbuğ’un, (Balyozcu Çetin Doğan paşa komutasındaki) 1. Ordu’nun bir darbe girişiminde bulunmasını engellemek için bazı aktif girişimlerde bulunduğunu (1. Ordu birliklerinin yerini kaydırmak suretiyle..) ve bu yolla Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e yardımcı olduklarını ortaya koyuyor..!” dedikten sonra hem İlker Başbuğ’a hem de Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a soruyor: “...bu bilgileri aldıktan sonra neler yaptınız?” sualini ise, askere ve sivile iki parça halinde ayrı ayrı yöneltiyor; TSK’inde, “o günlerde” darbeye mani olunmakla birlikte “kol kırılır yen içinde” denilmeyip de, askerî yargıya gidilmesi halinde işin bu raddelere gelmeyeceğini, alternatif bir yakın tarih oluşabiliceğini söylüyordu. Berkan’ın tesbitlerini, yedi bölümde anlatmaya çalıştığım “28 Şubat sürecinin kodları, şifreleri ya da ipuçları (hangisini tercih ederseniz) olarak” son derece yerinde bulduğum için, yukarıdaki Adnan Paşamın yazısından aldığım kısımla birlikte mütalaa ettim. Şöyle ki, gerek TSK’inde, gerekse sivil kadrolarda 28 Şubat sürecinin son derece menfi etkileri olmuştur. Her iki kesimde de ciddî olarak yaşanmış bir “28 Şubat Sendromu” var.. Yine dikkat, “vardı” değil, “var” dedik.. Zira hálâ bu müzmin ve sâri hastalığın emareleri görülmektedir. İsmet Berkan’ın da Adnan paşa gibi bu sendroma değindiğini düşünüyorum: “O gün, ‘Kol kırılır yen içinde’ demek yerine derin bir soruşturmaya girişilseydi, acaba daha sonra ortaya çıkacak Ergenekon çeteleri, ulusalcı örgütlenmeler vs. ortaya çıkabilir miydi? ‘Balyoz’ planı zamanında ortaya çıkarılıp kovuşturulsaydı, sonradan Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven gibi başka planlar hazırlanabilir miydi?” (aynı yazısından..) Her ne kadar 28 Şubat ile DTÖ (Erg..) ismi verilen hadise ayrı ayrı ele alınmak lazım gelse de, her iki hadisede temel zihniyet yani kafa yapıları aynıdır. Aralarındaki fark, sebeplerle müessirlerin “zamir” konumları... Biliyorsunuz zamir, ismin yerini
  • 17. geçici olarak tutabilen, isim gibi kullanılabilen, isim soylu kelimelerle bazı eklere denilir. Zamirlerde anlamdan çok görev yönü ağır basar ve birçok sıfat, zamir olarak da kullanılabilir. Bu dil bilgisi notu ile yanlış anlaşılmalara mani olduysak devam edebiliriz: DTÖ (Erg...) bir kırmızı yapılanma olarak demokratik iktidarı hedef alan sivil liderlerin, sivil akıl hocalığında emekli askerler ile, “28 Şubat” ise yine bir kırmızı yapılanma olarak demokratik iktidarı hedef alan asker liderler ve asker akıl hocaları ile örgütlenmedir... Merhum Yazıcıoğlu’nun anısına hürmeten Ergenekon yerine, Derin Terör Örgütü demeyi tercih ettiğim ve şu anda yargıda olan dosyaların alt yapısı ile 28 Şubat’çıların altyapısı aynı “KIRMIZI”dan besleniyor. Bu kafa kâh “balans ayarı” yaptı, kâh balyoz indirmeyi planladı, İstanbul’a çökmekten dem vurdu... Delidir ne yapsa yeridir deyip geçemiyoruz bunları. Bunlar oldukça tehlikeli deliler... Allah kimseyi aklen malül eylemesin ya, onun da çeşitleri var. Deli var, zır deli, zır zır deli var. Tabiî bu bizim avamî sınıflandırmamız, ilmi olarak isimlendirmesini Nevzat hoca bilir... Herkes bizim kadar açık yazamıyor ama sanırım Adnan paşayla olduğu gibi sayın Berkan’la da iplerimiz aynı yerde düğümleniyor... Yani bendenizin açık telafuzu ile şahıslar ve kurumlar bazında sebep ve müessir yer değiştirse de altyapı sabittir ve bu “Moiz Kohen İdeolojisi”dir. Bazıları “kemalizm” de diyor. Aynı şeydir. Nevzuhur kemalist ideolojinin mimarı Moiz Kohen’dir. Bu konuda yazılan kitaplara – elbette en önce, bu işin isim babası Moiz Kohen’in “Kemalizm” kitabına− bakınız. Bölümlerden birinin başlığı “Kahr olsun Şeriat...” Tepkiler artınca bu kitabın sonraki baskılarından bu bölümü kaldırdılar. Ama bu sakat zihniyet birçok zavallının beynine nakş oldu ve hálâ “ben müslümanım ama şerita karşıyım” diyen ahmaklar var. Üstelik sayıları da az değil bunların... “Tekinalp Bir Türk Yurtseveri” isimli eserinde yahudi yazar Prof. Jacob M.Landau, (İletişim Yayınevi /Tarih–Politika Dizisi) anlatıyor: “Moiz Kohen, Selanik'ten İstanbul'a kadar tüm Yahudilerin Türkleşmesi için çalışırken, dindaşlarına bunu uygulamaları için yeni bir On Emir (evamir-i aşere) önerir.” Kudüs Hebrew Üniversitesi öğretim üyelerinden, tanınmış bir araştırmacı Landau... kendisi gibi bir yahudi olan Mohiz Kohen’i (Munis Tekinalp’i) ulusal ülküyü savunan bir yurtsever olarak tanımlamaktadır. Şıracının şahidi bozacı... Vatan haini diyecek hali yoktu ya. Hem zaten biz onların ulusal ülkülerinin ne olduğunu yakinen öğrenmedik mi? Bunca darbeye sahne olmuş, demokrasisi karikatüre çevirilmiş bir ülkenin çocukları bu seküler − taklitçi − ulusalcı ülküyü hálâ öğrenemedi ise yazıklar olsun... Ve zaten bu denli geri zekalı insanlar her zulmü hak ediyorlar demektir... Düşman kavi, talih zebun o zaman... 28 Şubat sonrası askerî brifingler... Genelkurmay Başkanlığı 29 Nisan 1997’de Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay üyeleri, Üniversite Rektörlerini ile gazetecileri peyderpey Karargah’a çağırarak seri “İrtica brifingleri” veriyordu... Demokrasiye balans ayarı yapan ve TSK’ne de keyfe má yeşâ yön vermeye çalışan o günün komuta kademesindekiler bu brifingleri o kadar çok sevdiler ki, medya mensuplarına bolca yapıp durdular. Belki akredite (28 Şubat’çı kafaya yakın buldukları) medya mensuplarına demek daha doğru... Balyoz ile ortaya dökülen belgelerde bu akredite gazetelerden yazar ve yönetici olarak; isim isim kimleri kendilerine yakın bulduklarını da öğrendik. Hattâ bir ses kaydında birisi için “sadık köpeğimiz” bile deniliyordu! Fakat bu
  • 18. listelerde ismi olup da “ben darbecilerden yana değilim” diye itiraz eden, hattâ bunu bir hakaret sayan haysiyet sahibleri de hayli çoktu... 28 Şubat”ı yargılamak ya da Temellerin Duruşması Gazeteci yazar Ahmet Altan, merhum Ahmet Kabaklı hocanın “Temellerin Duruşması” isimli eserinden ilham almış mıdır bilemem. HSYK’nın münasebetsiz son kararını yeren ve bunu “Yargıya 3. Ordu balyozu” başmanşetiyle okurlarına duyuran gazetesinde, 28 Şubat’ın temellerine kadar inmişti. Yani o da temellerin duruşmasından yana. Aklın yolu bir... Biz de “28 Şubat” yargılanmalı derken müsebbipler kadar müessirlerin de yani paşalar kadar o paşalara yön veren menhus zihniyetin de; üstelik sathî değil “temellerinden” yargılanmasını istiyoruz. Altan’ın temellere kadar uzanan “17 Şubat” başlıklı tahlili fevkalâde kıymetlidir: “Bu halkın efendilerinin halkı korkutmak ve taraftar toplamak için yandaşlarıyla birlikte kullandığı en “ürkütücü” cümle “Cumhuriyet temellerinden sallanıyor” cümlesidir. Cumhuriyet’in “temellerinin” en doğru temel olduğunu ve asla sarsılmaması gerektiğini hiç sorgulanmayacak bir “önkabul” olarak zihnimize nakşederiz böylece. Bugün, “efendiler” için en korkutucu, halk içinse en sevindirici gerçek yaşanıyor ve “Cumhuriyet’in temelleri” sarsılıyor. Sarsılması da gerekiyor. Çünkü bu cumhuriyet yanlış temeller üzerine bina edildi... Atatürk, “Cumhuriyet’in” kuruluşunda “tek adam” olmaya karar verdiğinde bu “tek adamlığa” karşı çıkanların tümü siyaset dışı bırakıldı. (Sadece o zaman mı? 27 Mayıs ihtilâlinden sonra aynı sakat kafa yapısındakiler tarafından son zamanlarda YAŞ kararları ile re’sen ihraç edilenlerin; ki, sayıları “1650” sanıyorum; yaklaşık beş katı subay −bunların çoğunluğu üst subay ve generaldi− apoletleri yırtılarak, hakaretlerle ordudan ihraç edildi. Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’a postal boyattırıldı, cuntacı olmayan general ve subaylara nice işkenceler yapıldı... −REB)” Altan’ın bu fevkalâde cesur ve radikal tesbiti hakikaten çok kıymetli ve mühimdir. Devamında zikrettikleri de, 28 Şubat’ı hakkıyla kavramak isteyenlerin aklından çıkarmaması gereken ipuçları ihtiva ediyordu: “...onlar “suçlulara” dokunmaya karar verince yargının “temele” sadık kalan ve onu korumak için çabalayan kanadı harekete geçti. Bugün “kutsal” yargının karpuz gibi ortasından yarılmasının nedeni bu. Yüksek yargının bir bölümü, “orduya dokunulacağını” görünce “yetkilerine, hukuka, yasaya” pek aldırmadan telaşla harekete geçti. Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında telaşa kapılan ordunun verdiği “27 Nisan” muhtırası ordu için nasıl sonuç verdiyse, telaşa kapılan yüksek yargının “17 Şubat’ta” yaptığı bu çıkış da aynı sonucu verecek, yargının açıkça sorgulanmasına ve yerinin yeniden belirlenmesine yol açacak...” Olmayacak dua değil. Bu yüzden bütün kalbimiz ve tüm samimiyetimizle “amin” diyelim... Fakat şunu da unutmayalım ki, “28 Şubat bin yıl sürecek” diyenler de asla hafife alınacak kişiler değil. Ahmet Altan kadar müstahkem bir köşem olsa bunları ondan bin kat daha cesurca yazardım. Yani korktuğumdan değil sözlerim... Ben düşmanını hafife alanların hezimetini sadece kitaplarda okuyarak değil, bizzat görmüş, yaşamış kişilerdenim... Bu engerekler ve Atlantik ötesine kadar uzanan yardımcıları, devletin hemen her kademesine çöreklenmişlerdir. Bunlardan kurtulmak basit değil. Komplike fikirlere, çözüm ve çareler üretilmesine ihtiyaç var... Altan yağıyor gürlüyor (bu da güzel ve tebrike şayan, üstün bir hizmet, bunca korkaklık ve korkak arasında) ama ben onun kadar iyimser, sonuçtan onun kadar ümitli değilim. Temenisine “amin” demekle birlikte Adnan Paşa gibi
  • 19. ihtiyatlı konuşuyorum: Yargılanma temelli yapılmazsa yarın birgün ellerine fırsat geçtiğinde bin katını yaparlar... “Allah Allah diye taarruz ettirir” sonra da camilere bomba koyar bunlar. Yaptıkları yapacaklarının teminatı. Camileri ahır olarak, depo olarak kullandıran zihniyet bomba da koyar... 28 Şubat’ın bir numaralı aktörü Orgeneral Çevik Bir’in tüm askerî birliklere gönderdiği bir emir vardı. “Gereğini arz/rica ederim. Genelkurmay Başkanı emriyle/namına” diye biten bu emirde, “Yaşanan sorunun özünde, irticanın devletin bir kısım unsurlarının göz yumması ile mesafe kat etmesi bulunmaktadır. Sorun bir yanıyla bir siyasal iktidar meselesidir. İçinde bulunduğumuz şu dönemde, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ni tekrar okumaya ve iliklerimizde hissetmeye ihtiyacımız olduğu inancındayım. Bahsedilen gün gelmiştir. Kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri bu mücadeleden de yüzünün akıyla çıkacaktır. Muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” deniliyordu... Yazı çok uzadı biliyorum ama “28 Şubat” meselesini ve Balyoz gibi uzantılarını, hattâ Ergenekon ismini verdikleri Derin Terör yapılanmasını zihinlerimizde şekillendirip unutmamak; “Balans Paşa” Çevik Bir’e ait emirde vurgulananların da altını çizmek hatırlatmak gerekiyordu. Demek ki neymiş? 1) TSK ile sivil iktidar arasında bir siyasal iktidar mücadalesi varmış.. 2) Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi bir “Darbe Klavuzu” imiş... Kolay değil bu “28 Şubat” işini çözmek... “Temellerin Duruşması” şart!... Ve bu duruşma, için şu yargılamalar asla yeterli değildir... Toplum olarak ayağa kalkmak lazım. Darbecilere, kalelerimizi ve tersanelerimizi işgal etmiş olan bu menfur ve menhus zihniyete karşı topyekûn kıyam edilmeli... Taraf gibi cesur gazete ve Ahmet Altan’lar gibi cesur gazeteciler olmalı. TSK içinde hakikati gören ve ülkesini canından çok seven Hilmi Özkök paşa gibi hamiyyet sahibi subaylar çoğalmalı. Müslümanlar öz eleştirilerini düşmanlarından daha insafsızca yapabilmeli... Benim, muhterem Hasan Celal Güzel ağabey gibi “yakında nur topu gibi bir demokrasimiz” olacağı yönünde ümidim fazla değil... Tabiî Allah’tan ümid kesmek de olmaz. “...ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn” (âyet) 28 Şubat 2010