• Gastronomi (Gastronomy): Yemenin sanat ve
bilimi.
• Gastronom: İyi yeme hakkında fikir sahibi
olan.
• Gastronomik: Gastronomi ile ilgili.
• Gastrofil: Midesine düşkün ve yemek yemeyi
seven.
• Gastrofilizm (Gastrophilism): İyi yeme-içme
düşüncesi.
• Gastronomist: Gastronomiyi iyi bilen ve iyi bir
gastronom olan.
Mümkün olan en iyi
beslenme ile insanın
korunmasını
sağlanmayı amaçlar.
Gastronomi; temel ilkelere dayanarak,
yiyecek haline dönüştürülebilecek her
şeyi arayan, sağlayan ve hazırlayan
herkese sadece rehberlik sağlar.
• Mükemmel yemek hazırlama, pişirme, sunma
ve iyi masa hazırlama sanatı ve bilimidir.
• İyi yeme ile ilgili faaliyetler ve bilgi birikimidir.
• Yemek pişirme ve aşçılık ile ilgili prensipler ve
• uygulamalardır.
• Damak tadı ve iştah gibi zevkler amacı ile
deneme ve yanılmanın, tarihsel bilginin,
kültürün, alışkanlığın, yeteneğin, emeğin,
özenin ve aşkın kazanılmış beğenilerimize
uygun olarak ahenkli bir şekilde bir araya
gelmesidir.
İyi yemek yeme konusunda abartılı aşktır.
Yemek paylaşmak demektir.
Tarih Öncesi Çağlar (Antik Çağ)
Konu ile ilgili yazında insanlığın tarihsel evrimi
iki açıdan incelenmektedir. Birincisi; insanların
maymundan bugünkü insana dönüştüğü
biyolojik evrimdir. Diğeri ise insanoğlunun
kültürel evrimidir. Kültürel evrim, insanların
yeme-içme alışkanlıkları incelendiğinde bize
insanlığın et oburluktan ot oburluğa geçişini
vermektedir.
• İnsanların beslenme
serüveninin orman bitkileri ve
meyveleri ile başladığı
varsayılmaktadır. Bu tür bitki ve
meyveleri içgüdüleriyle yada
hayvanların yediği bitkileri
saptayarak buluyorlardı. Bir tür
deneme yanılma yöntemi
uyguladıkları, yiyenin
hastalandığı yada öldüğü bitki
ve meyveleri toplamamaya
dikkat ettikleri de düşünülebilir.
• Tek Tanrılı dinlere ait kutsal
kitaplarda anlatılanlara göre
insanın yiyecek ve içecekle
tanışması yaradılışının altıncı
gününde olmuştur. Musa’nın
birinci kitabında yani Eski
Ahit (Tevrat ve Zebur)’te bu
konuya ilişkin bir hikaye
aktarılmaktadır. (Eski Ahit
esas olarak Yahudilerin ve
diğer insanların tümünün,
Yahudilerin Tanrısı ile
ilişkilerine dairdir).
• Dikkat edilirse etten bahis
yok. İnsanlar ormanlık bitki
örtüsü ortamında kolayca
toplayabilecek sebze, meyve
ve kök bitkileri bulup yerken
iklim değişiklikleri yada başka
etkenlerle savan yada makilik
alanda yaşamaya mecbur
kalınca, öncelikle etrafındaki
küçük hayvan ve böcekleri
yemeye başlayarak et obur
hale gelmiş olmalılar. Sonra
avlanma konusunda
yetenekleri arttıkça avlanılan
hayvan da irileşmiş, büyümüş
ve insan hem toplayıcı hem
de avcı olmuştur.
İnsanın yemekle ilişkisinin tarihsel evriminin 8 önemli devrimle
oluştuğunu varsayan kaynaklar bulunmaktadır.
1)Bu devrim, pişirmenin icadıdır. İnsan bu
icadıyla diğer bütün canlılardan farklı bir
konuma gelir.
2)Bu devrim, yemeğin yalnızda hayatı idame
etmek için zorunlu bir yakıt olarak
algılanmayıp yemek yeme eyleminin sosyal bir
olgu haline getirilerek ritüelleştirilmesidir.
4)Dördüncü devrim tarımın başlamasıdır.
5)Bu devrim, yemeğin sosyal farklılaşmanın biraracı
olma sürecine girmesidir.
6)Bu devrim, gıda maddelerinin uzun mesafeler
katederek başka yerlere götürülmesiyle birlikte
oluşan kültürel alışverişten doğan etkileşim ve
değişim sürecidir.
7)Yedinci devrim ekolojiktir (canlıların birbirleri ve
çevreleriyle olan ilişkilerini inceler). Bu devrim
Amerika’nın keşfiyle başlar.
8)Sonuncusu da 19. Yüzyılda başlayan ve hala
sürmekte olan gıdanın endüstriyel ürün haline
geldiği süreçtir.
• Bitkilerden elde edilen enerji, genellikle hayvanlardan
elde edilene göre oldukça düşüktür ve kısıtlıdır. Tam
olarak bu sebeple otçul veya baskın olarak ot yiyen
türler, bitkilerden yeterli enerjiyi alabilmek için
ortalamada çok daha fazla kütlede bitkisel ürün
tüketirler. Kimi otçullar, vücut ağırlıklarının kat kat
fazlasını tüketerek gerekli besin ve enerjiyi almak
zorundadır. Bize doğru evrimleşecek olan atalarımız,
çok uzun yıllar hep ormanlarda yaşadı, çünkü çevre
onları hiç dışarıya çıkmaya zorlamadı.
• Et ağırlıklı beslenmenin evriminde, ilk
etaplarda ciddi hastalıkların yaşanmış
olması ve dolayısıyla türümüzün
atalarının popülasyonlarının kırılmış
olması muhtemeldir. Çünkü çiğ ete
alışkın olmayan türlerin bedeni, etlerle
taşınan mikroplara da adaptif değildir.
Ancak aç kalıp ölmek ile et yiyerek sağ
kalma arasındaki denge, sonunda etten
yana bozulmuştur ve et yemeyi daha
fazla başarabilen, bu besinlerden
faydalanabilmek konusunda daha
uyumlu, daha güçlü savunma
sistemlerine ve eti daha kolay kabul
edebilen genlere sahip bireyler hayatta
kalarak daha fazla üreyebilmişlerdir.
Bunun mümkün olabilmesinin sebebi,
bireylerin genetik ve çevresel etkiler
altında varyasyonlara sahip olmasıdır.
• Atalarımız kimi, alışık olmasa da et
yemekten iğrenmezken, kimi bundan
tiksinmiş ve uzak durmuş olabilir.
• Atalarımızın et yemeğe başlamakla
birlikte, insanın beyin kapasitesi de
evrimsel açıdan hızlı bir şekilde
büyümeye başlamıştır. Bunun sebebi, az
miktar bir etten bile alınabilecek bol
enerji ve proteinin beynin büyümesi için
gerekli olan herşeyi sağlıyor olmasıdır.
Çünkü beyin vücudumuzdaki en masraflı,
en çok enerji harcayan organıdır. (Beyin
tüm enerjimizin % 20’sinin tek başına
tüketir. Halbuki beyin vücudumuzun
sadece % 2’sini oluşturur).
• Eski Taş Çağı (Paleolitik, MÖ. 600.000 –
10.000)
• Orta Taş Çağı (Mesolitik, MÖ. 10.000-8000)
• Yeni Taş Çağı (Neolitik, MÖ. 8000-6000)
• Çanak Çömlekli Dönem (Geç Neolitik, MÖ.
6000-5500)
• Bakır Taş Çağı (Kalkolitik, MÖ. 5500- 3000)
• Tunç Çağı (MÖ. 3000-1200)
Eski Taş Çağı (Paleolitik, MÖ. 600.000 – 10.000)
• Bu çağ, insanlığın başlangıcından günümüzden
12 bin yıl öncesine kadar sürmüştür. Göçebe
bir hayat yaşayan bu dönem insanları, geçici
barınaklarda bir bakıma mevsimlik kamplarda
yaşıyorlar, soğuklarda daha doğrusu buzul
dönemlerinde kaya kavuklarına ve mağaralara
sığınıyorlardı.
• Bu dönemde insanoğlu taşı
yontarak kesici uç ve kenar
elde etmişlerdir. Bu dönem
insanlarının avlayabildikleri
hayvanları taşlardan yaptıkları
kesici aletlerle parçaladıkları
anlaşılmaktadır. Bu aletler,
taşın daha sert taşlara
vurularak biçimlendirildiği,
adeta yontularak yapıldığı için
dönem “Yontma Taş Devri”
diye adlandırılır.
• İnsanlar, bu yeni aletlerle
hayvanları öldürebilmiş ve sonra
da parçalara ayırabilmişlerdir.
Böylelikle o güne kadar
avlayamadıkları büyük hayvanları
da avlayabilir hale gelmişlerdir.
Tabi hayvan ne kadar büyükse
avcı grubu da o kadar kalabalık
oluyor, avın yanısıra sosyal
ilişkiler de artıyor ve bu
sosyalleşme, avın yenmesi
sırasında da devam ediyordu. Avı
bölüşerek birlikte yemenin
oluşturduğu bağ ile insanoğlu
kendisine toplumsal kimlik
kazandırıcı ilk adımı atıyordu
Orta Taş Çağı (Mesolitik, MÖ. 10.000- 8000)
• Günümüzden 12 bin yıl önce Buzul
Çağı sona ererek dünyamızda
bugünkünü andıran yeni iklim
koşulları belirmeye başladı. Bu
durum kuşkusuz bitki örtüsünü de,
hayvan türlerini de etkiledi. Buzul
çağının iri ve hantal hayvanlarının
yerini, değişen iklim ve bitki
örtüsüyle birlikte daha küçük ve
çevik hayvanlar aldı. Bu durum
ilkel avcıların işini zorlaştırdı.
Ancak onlar da akıllarını kullandı,
av aletlerinin boylarını küçültüp
daha da geliştirdi ve yay ile oku
buldu.
• Değişen bitki örtüsü, insanoğluna yeni besin çeşitleri sundu.
İlkel ve yabani tahıllar bunların en önemlisiydi. Doğadaki
yabanil tahılları biçmek için ilkel taş oraklar, tırpan bıçakları,
taneleri kabuğundan ayırmak, ezmek yada öğütmek için özel
taşlar (havan ve dibek benzeri, el değirmeni benzeri araçlar)
bu çağda yapılıp kullanılmaya başlandı
• Diğer bir değişim de ateşin
bulunmasıdır. Ateş başta
ısınmak, vahşi hayvanları
uzakta tutmak ve karanlıkta
aydınlanmak için kullanılmış
olsa da sonraları pişirmek
için kullanılmıştır.
• Bir başka değişim ise mağara
hayatı ve göçebelikten sonra
köyler kurup yerleşik yaşam
sürecine giriştir.
Antropologların çoğu
uygarlığın insanoğlunun
yerleşik düzene geçmesiyle
başladığı savını savunur.
• Bu dönemde ateşin bulunmasıyla birlikte
beslenmenin temelleri de atılıyor. Hintlilerin
“Çapati” dedikleri bir tür ekmek ilkel ekmeklere bir
örnek olabilir. Bu ekmek su, tuz ve kepekli buğday
ununun iyice yoğrulup hamurun olabildiğince uzun
bekletilmesiyle hazırlanır. Hamurdan koparılan
küçük toplar elle iyice yassılaştırılarak yada
yuvarlak yuvarlak (pide gibi) açılıp kalın tavada
(yağsız olarak çevrilerek) pişirilir. Sonra bir maşayla
aleve tutularak kabartılır.
• Diğer yandan etleri olduğu gibi küllenmiş
korlar üzerine koyarak (grilling), bir çubuğa
geçirerek (spit roasting), tahıl lapasına sararak,
bambu içine hapsederek, yaprağa sararak yada
bugün Trakya’da Roman vatandaşlarımızdan
kalan samanlı çamurla kaplayarak açık ateş
üzerinde pişirmiş olabilirler.
Yeni Taş Çağı (Neolitik, MÖ. 8000-6000)
• Üreticiliğe Dayalı İlk Yerleşik Yaşam
• Yaygın olarak “Cilalı Taş Devri” diye bilinen bu
dönemin başlarında insanlar gelişmiş köyler ve
şehirler kurmaya başlamışlardır. Ancak daha
kili biçimlendirip çanak çömlek yapmayı
başaramamışlardır. Günlük kap kacaklarını ya
tahtadan yada taştan oyuyor, dallardan,
sazlardan sepetler yapıyorlardı.
• Diyarbakır’ın Ergani İlçesine bağlı
Sesverenpınar köyünde bulunan Çayönü,
• Şanlıurfa’nın Hilvan ilçesine bağlı Kartera
köyündeki Nevali Çori,
• Aksaray’a yakın Melendiz suyu kıyısında olan
Kızılkaya köyündeki Şıklı Höyük kazılarında
elde edilen bulgular son derece önemlidir.
Çanak Çömlekli Dönem (Geç Neolitik, MÖ. 6000. 5500)
• İnsanoğlunun yeteneğinin yarattığı bu
uygarlık aşaması, sıvıların (özellikle suyun)
taşınıp depolanmasını, katı yiyeceklerin ayrı
kaplarda biriktirilip saklanmasını sağladı.
Elbet pişirme içinde önemli bir aşamaydı
bu. Yemek pişirmede devrim yaratan bu ilk
çanak çömlekler, dünyanın birçok yerinde
ve Anadolu’da özel yemeklerin
pişirilmesinde bugün de kullanılıyor.
Güveçler, testiler, kiremit diye adlandırılan
seramik tepsiler günümüzde içlerinde pişen
yemeğe adını veriyor: Patlıcan Güveç, Testi
Kebabı, Kiremitte Köfte, Kiremitte Balık vb.
• Bu dönemde ayrıca sığır da evcilleştirilmiştir.
Sığırın eti için değil de, tarla sürme ve
nakliyede gücünden faydalanmak, dışkısından
tezek ve derisinden giyim eşyası yapmak için
beslendiği saptanmıştır.
• Bu dönemde ayrıca tarım da hızla gelişmiştir.
Buğday, arpa, mercimek, bezelye ve bakla
üretimi yapılmaktadır. Taneler tokmakla
dövülerek yada öğütme taşlarında,
kabuklarından ayrılmakta, ezilmekte ve
öğütülmektedir.
• Tarımı başlatan insanlar değil, karıncalardır.
1861’de ABD’nin Texas eyaletinden Dr. Gideon
Lincecum dünyanın ilk çiftçilerinin karıncalar
olduğu iddiasını ortaya attı. Ona göre
karıncalar tohumları toplayıp yuvalarında
istifliyor ve uygun mevsim gelince de toprağı
yabani otlardan temizleyip düzleyip tohumu
ekiyordu. Bu konuda çok araştırma yapıldı ve
sonunda 1937’de Ferdinand Goetsch, olayı
bilimsel olarak doğruladı. Ancak karıncalar
aslında ne bulurlarsa toplayıp yuvalarına
götürdüğünü bunun da, sel geldiğinde
yapacakları tümsek şeklindeki engellerde
inşaat malzemesi olarak kullanma amacıyla
olduğunu açıkladı. İstemeden de olsa sonunda
karınca yeni tohumları toplamış, ekmiş ve
mevsimi gelince de aynı yerden tohumu
toplamış olarak “çiftçi” sıfatını haketmiş
oluyordu.
Bakır Taş Çağı (Kalkolitik, MÖ. 5500, 3000)
• Taş yerine bakır
• Bu çağın özelliği ve önemi, taş aletlerin yerini
bakırdan yapılan aletlerin almasıdır. Bakır,
dövülerek kolayca biçimlendirilen bir
madendir. Bu özelliği, bakırın ilk işlenen
maden oluşunu sağlamıştır.
Tunç Çağları (MÖ. 3000- 1200)
• Kentleşme
• Bakır ve kalay filizlerinin odun kömürü
ateşinde eritilip arıtılarak birleştirilmesiyle
tunç bulundu. Bu alaşım, kendisini oluşturan
her iki madenin olumlu yanlarını taşıyordu.
Hem aletlerin hem de kazan gibi kapların
yapımında kullanılmaya başlandı.
• İlerleyen maden işleme teknolojisi, gelişen
çömlekçilik bir başka adlandırmayla
seramikçilik ticareti de artırdı. Bu durum
ekonomiyi düzeltti. Topluluklar zenginleşti.
Zenginlikte kendini koruyabilecek taş duvarları
(surlar), sarayları, erzak depoları ve tapınakları
olan şehirlerin doğmasını hazırladı.
• İnsanoğlu MÖ. 25binde ucu sivriltilmiş sopa
ile başladığı balık avcılığına MÖ. 12 bin
civarında ok ve yayla devam etti. Neolitik
dönemde inşa ettikleri salları küreklerle
çekerek denize açılabildiler. MÖ. 8000’den
itibaren balık ağının devreye girdiği ve Bronz
çağında olta balıkçılığına başlanıldığı
bilinmektedir.
SÜMERLER (MÖ 4000-2200)
• Sümerler, zamanımızdan dört ile altı bin yıl önce Aşağı
Mezopotamya’da yaşadı. Sümerler döneminde köpek, koyun,
keçi, domuz, sığır ve tavuğun evcilleştirilmiş olduğunu
kanıtlamaktadır. Arabaları öküz yada eşek çekiyordu. At henüz
bilinmiyor, tanınmıyordu. (Atın Mezopotamya’ya gelişi MÖ
2000 yılındadır).
• Bu dönemde balıkçılık yaygındı, hem denizde
hem de nehirlerde balıkçılık yapılıyordu. Deniz
ve Tatlısu balıkçılığının gelişkin ve yaygın
olduğu Sümer Uygarlığında, balıktan sonra en
çok tüketilen et, koyun etidir. Sığırlar, tarımda
ve taşımacılıkta kullanıldığından, hayvan ancak
yaşlanıp güçten düştüğünde kesilirdi (hiç
lezzetli olmadığını düşünmek pek zor değil). Eti
yenen hayvanlar arasında keçi ve domuz da
vardı.
• Mayalanmadan yapılan ekmek, bazlama
biçimindeydi. Yiyeceklerde tatlandırıcı olarak
hurma kullanılıyordu.
• Sümerlerin evlerinde tahıl,
baklagiller, bal, şarap ve bira
kap ve küpler içinde kilerde
saklanırdı. Her Sümer evinde
atalarının gömüldüğü bir
mezar odası vardı. Bu odaya
her öğün evde yenilen
yemeklerden, içilen içkilerden
birer parça bırakılırdı. Bu
yapılmadığında, ölülerin
gölgelerinin yer altından
yeryüzüne çıkıp sokaklarda,
evlerde başıboş dolaşacağına
ve önlerine gelene
saldıracaklarına inanılırdı.
• Her inanmış Sümerli, tanrılara kurban ve
sungu (canlı hayvan dışında bağışlanan şarap,
meyve vb.) yükümlülüğünün yanı sıra ibadetini
yaptığı tapınağa karşı da sorumluluk taşıyordu.
Ziggurat denilen bu tapınağa, belirli günlerde
yiyecek maddelerini götürmek zorundaydı. Çiğ
götürülen bu yiyecek maddeleri pişirilerek,
tapınak görevlilerinin beslenmesi
sağlanıyordu.
• Evet, devir tarım devrimidir artık ve avcılık bir
zamanlar nasıl gözden düşüp de yerini
hayvancılığa bıraktıysa, şimdi de tarım,
hayvancılığın önüne geçmiştir. İşte bu
noktadan sonra zamanımıza kadar sürecek bir
çatışma başlayacaktır. Ziraat için sulak arazi
gerekecek, hayvancılık için ise otlak. İkisinin
arasında kalan bölgeler için o günlerde
başlatılmış olan amansız mücadele hala
sürmektedir.
• Cennet tanrısı İnanna evlenecektir ve iki talibi vardır. Biri
hayvancılık tanrısı Dumuzi, diğeriyse çiftçilik tanrısı
Enkimdu’dur. İnanna abisi olan güneş tanrısı Utu’nun atılgan
ve tuttuğunu koparan Dumuzi’yi seçmesi için tüm ısrarlarına
rağmen, temkinli ve her konuda şiddet yerine ikna yolunu
tercih eden Enkimdu’yu eş olarak seçer.
• Sümerlerin yaşadığı bölgenin en eski
yemeklerinden biri de yağda kızartılmış
pidedir. Gılgamış Destanında da bu
yemekten söz edilir. Bugün özellikle
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da
değişik adlar verilerek sıkça yapılan,
yağda kızarmış yumurtalı ekmektir.
Buna doğu bölgelerimizde “cimur”,
Trakya bölgemizde ise “cicipapa”
diyorlar (yöre mutfağında bayat
ekmeklerin değerlendirilmesi ve
çocukların yumurtayı sevmesi için
yapılır, cicipapara dan cicipapaya
dönüşmüştür.
• Yale üniversitesinde Mezopotamyada bulunmuş
MÖ. 1700 yıllarına tarihlenen Sümerce ve Akatca
tabletlerindeki yazılar çözüldüğündeyse dokuz
tablet dolusu yemek tarihi çıkıyor karşımıza.
Toplam 25 tarif içeriyor bu tabletler. Tariflerin biri
et suyu, aynen bugün bizim yaptığımız gibi eti tuzlu
suda haşlarken içine pırasa, soğan ve kereviz
koyuyorlar. Diğerinde ise et suya konuyor, biraz
yağ, biraz süt, pırasa ve ezilmiş sarmısakla bir çeşit
çorba yapılıyor. Bu tabletler, dünyadaki en eski
yemek tarifleri ünvanını taşıyor. Şef olan Jean
Bottero’ya göre Akadca tabletler siqqu denilen ve
yemeklere çeşni vermesi için konulan bir sosun
tarifini içeriyor. Tarifte balık, kabuklu deniz
hayvanları ve çekirge bulunuyor. Bunların karışımı
fermantasyona bırakılıp sonunda kalan duru sıvı
kullanılıyor.
• Sümerler döneminde bütün içkiler
Tanrıça Ninkasi’nin koruması
altındaydı. Halkın susuzluğunu
giderdiği içeceklerin en yaygını,
biraydı. Tahıl üretiminin yarıya yakını
(%40’ı) bira üretiminde
kullanılıyordu. Sekizi buğdaydan,
sekizi de arpadan yapılan 16 farklı
Sümer birası vardı. Bira tüketimini
şarap izliyordu. Şarap hurmadan
yapılıyordu. Sümerlerden sonra aynı
bölgede yaşayan kavimler
zamanında toprak verimsizleşti. Tahıl
üretimi, bira için tahıl ayrılamayacak
kadar azaldı. Sonunda bira, tahtını
hurma şarabına bıraktı.
• Sümerlerde bira, özel imalathanelerde
üretildikten sonra pişmiş kilden yapılmış çeşitli
boylardaki testi yada küplere konurdu. Kabın
ağzı yine kilden kapaklarla kapatılarak, kapağa
yapım tarihi yazılıp mühürlenirdi (Bugün de
pek çok ürünün üzerinde firma adıyla birlikte
hazırlanma ve son kullanım tarihi yer alıyor. Bu
uygulamanın bu kadar eski olduğu
görülmektedir). Bira kapları, özellikle
içkievlerinde, içecek kişi sayısına göre seçilir,
açılırdı.
• Biralar, çeşitli kupalarla ve buğday sapından, kamıştan, sazdan
yada bakırdan yapılmış borucuklarla (bugünün içecek
kamışları, pipetler gibi) içilirdi. Ancak, biranın karşılığında para
ödenmezdi. O günlerin parası gümüştü ama bira için gümüş
değil, biranın değerinde arpa verilmesi zorunluydu. (Tahılın
önemli bir bölümünü bira üretimine ayırmak, bira için gerekli
hammaddeyi de toplamak gerekiyordu kuşkusuz).
• Sümer şehirlerinin kimi mahallelerinde ve
liman yerleşimlerinde, oturulup bira içilen ve
söyleşilen içkievleri vardı. Bu içkievlerinin
yöneticilerinin kadın olması kuraldı. Bu
yönetim işi, anadan kıza geçerdi. Limanlardaki
içkievleri yada birahanelerin müdavimleri
gemicilerdi ama bu mekanlar kadın erkek
herkese açıktı. Yalnızca üst düzeylerdeki
rahibeler buralara giremezdi.
Hititler (MÖ. 2000-1180) ve Frigler (MÖ. 750- 300)
Tarım toplumu olan Hititlerde hayvan
yetiştiriciliğinin fevkalade önemi metinlere de
yansımıştır. Kemik buluntularının da göstermiş
olduğu gibi bu tanımlama ile çoğunlukla sığır
ve koyun kastedilmiştir. Tarihsel metinlere
bakıldığında, boyunduruk altına girmiş
bölgelerden alınan esirlerin yanı sıra bu
hayvanlar da Hititlerin en önemli
ganimetleriydi. Ehli hayvanlar çitlerle çevrili
alanlarda ya da ahırlarda tutuluyordu.
• Sığırın önemi, onun koyun yanında
savaşlardan elde edilen ganimetler arasında
büyük bir yer tutmasından da anlaşılmaktadır.
Toplumda var olan değer yargılarını yansıtan
bir masaldan öğrendiğimize göre, Hitit-Hurri
dünyasında bir insanın zenginliği, altın, gümüş
ve lacivert taşı (lapis-lazuli) yanında sahip
olduğu sığır ve koyunların sayısıyla da
ölçülüyordu
• Peki, etleri yenmeyen hayvan kemikleri
üzerinde tespit edilen kesinti, yani bıçak izleri
nereden kaynaklanmaktadır? Bunlar, tıbbi,
büyüsel, farmakolojik ve pratik nedenlerle o
hayvanların belirli kısımları alınırken veya
hayvanlardan kürk elde etmek amacıyla
derileri yüzülürken ortaya çıkan bıçak izleri
olduğu düşünülebilir. Metinlere göre örneğin
bir kaplanın sinirleri çıkarılmakta ve bundan
ilaç yapılmaktaydı.
• Keza bir köpeğin eti, sırf büyüsel nedenlerden
ötürü kaynatılmaktaydı. Geyik, aslan, fil, midye
vs. gibi diğer birçok hayvan türünün kemik,
boynuz veya kabuklarından da silah, iğne,
bıçak sapı, çekiç, balyoz, düğme, olta ve süs
eşyaları gibi birçok şeyler üretiliyordu.
Hititlerin köpek eti yediği tasavvur edilemez.
Çünkü ne kadar yararlı bir hayvan olsa dahi,
dinsel anlamda pis ve mundar gözüyle
bakılırdı.
• Bayram törenlerinde veya cenaze törenlerinde içki
kurbanı, “tanrıyı içme” ve ekmek kurbanı
seremonilerinden sonra ziyafet başlar. Ziyafetin ana
yemeği ettir ve et kurban edilmiş bir hayvanın
tanrıya sunulmuş olan parçalarından geriye
kalanlardır. Hayvanı kesme, doğrama, parçalama,
pişirme işlemleri çoktan tamamlanmış ziyafete
katılanların huzuruna getirilmiştir. Özellikle bayram
törenleri için hazırlanan kurbanlık hayvanların
sayıca çok fazla olduğu görülmektedir. Büyük
bayram törenleri için yüzlerce hatta binlerce koyun
ve nispeten daha az olmakla birlikte çok sayıda
büyük baş hayvanın hazırlandığı metinler sayesinde
bilinmektedir.
• Hitit metinlerine baktığımızda genellikle
tanrılar için erkek, tanrıçalar için ise dişi
hayvanların kurban edildiği
görülmektedir: örneğin Hepat veya
Güneş Tanrıçası için bir inek tercih
edilirken, öküz veya koç Fırtına Tanrısı’na
özgü kurbanlar olarak tanzim
edilmektedir. Bununla birlikte kurban
edilecek hayvanların gelişigüzel seçildiği
de olurdu; bazen de belirleyici öğeyi
kurbanlık hayvanların renkleri
oluştururdu. Siyah veya koyu renkli
hayvanların yeraltı tanrılarına, açık
renklilerin ise göksel tanrılara kurban
edildiği dikkat çekmektedir. Örneğin
Yeryüzünün Güneş Tanrıçasına yapılan
bir çağırma ritüelinde bu tanrıçaya biri
siyah ikisi beyaz üç koyun kurban
edilmiştir ki, siyah olan onun yeraltı
güneşi görüntüsüne beyazlar ise yerüstü
görüntüsüne takdim edilmiştir.
• Etlerin ateşte kızartılması, metinlerde önemli bir yer tutar.
Kızartılarak yenen etlerin bazıları biraz fazlaca kızartılmış, yani
yakılmıştır. Burada amaç, yeryüzünde kızartılan etlerin
kokusunu alan tanrıların yere, insanların yanına inmesidir.
Kızarmış etin lezzetini daha da arttırmak için üzerine sos
olarak zeytinyağıyla karıştırılmış bal dökülürdü. Et
haşlamasından et suyunun yanı sıra, metinlerde “sulu et
yemeği” denilen bir yemek de elde edilir. Ayrıca et suyu elde
etmek için iliği bol olan kaval kemiklerinin kaynatıldığı da
metinlerde geçmektedir. Etin yağlı yerlerinden bir nevi “şarap
yemeği” yapılıyordu, şarap burada eti terbiye edip
yumuşatmada veya onun lezzetini arttırmada sirke yerine
kullanılmış olabilir.
• Hititlerde Mutfak ve Hijyen Kuralları:
• Hititlerde kral mutfaklarında çalışanlar için çok katı kurallar
vardı. Bu kurallara uymayanlar dağlara kovalanır yada
ailecek ölüme mahkum edilirlerdi.
• Mutfak kuralları;
• Tapınak mutfaklarında günlük ekmekleri yapan kişilerin
yıkanmış, traşlı ve temiz giysili olmalı.
• Fırınların tabanın süpürülmüş ve su serpilmiş olmalı.
• Ekmek kırıntılarının döküldüğü yerlere ve kapların
bulunduğu kısımlara köpek ve domuzlar girmemeli.
• Yemek yapılacak kaplara hayvan pisliği bulaşmış ve bunu
emerek kirlenmişse kaplar atılmalı.
• Görevlilerin şarap ve bira sunarken bile çok dikkatli
davranmaları, bardakları haddinden fazla doldurmak
suretiyle içkileri dökmemeli. Çünkü dökülen pay tanrının
payıdır.
• Süt ürünleri olarak tereyağı, peynir ve lor
yapıyorlardı. Terayağı üretiminde ekşi süt, yayık
içinde çalkalanarak bir ahşap tokmakla dövülüyor
ve süt üzerinde biriken yağ topakları toplanarak
yada süzülerek karışımdan ayrılıyordu.
• Hititlerde yağ ve balın önemi vardır. Tanrı
heykellerinin ağzına bal ve yağ sürülürdü ki,
kızgınlığı gitsin ve ağzından yağ ve bal aksın.
Bugün Anadolu’da yaygın olan bal-yağ-kaymak
beraberliği o günlerden günümüze miras kalmış
olabilir. Hitit kültüründe “Milit” bal demekti.
Malatya adının bu sözcükten türetilmiş olduğunu
biliyor muydunuz?. Malatya’nın eski adı olan
“Melite” bal demekti.
• MÖ. 1600 civarında Hitit Kralı Hattuşili, kendinden sonraki kral olarak
oğlunu değil de torunu Murşuli’yi atadığını bildirdiği vasiyetnamesini,
halkına şöyle seslenerek anlatır: “Tanrılara boyun eğerek hizmet
edeceksiniz. Ekmek ve şarap, etli çorba ve bulgur verdikleri törenlere
katılınız”.
• Hattuşili’nin bu vasiyeti ilettiği ve tabletlere kazıttığı yer, Hitit döneminin
Kassara şehridir. Bu şehrin kalıntıları bugün Erzincan’ı Erzurum’a bağlayan
yol üzerindedir.
FRİGLER
• Hititlerin gücünü yitirmesi üzerine bölgeye
hakim olan Frigler, Kral Midas zamanında (MÖ.
725-675) en güçlü konuma gelmişlerdir. Frig
uygarlığının ömrü o kadar uzun olmasa da
Anadolu’daki en uzun ömürlü kültürün Frig
kültürü olduğu ve Antik Yunan medeniyetini
de etkilemiş olduğu kabul edilir. Friglerin
tarıma verdiği önem ekili araziye zarar verene,
öküz öldürene ve saban kırana ölüm cezası
verilmesinden anlaşılabilir.
Hitit Mutfağında Yer Alan İçecekler:
• Anadolu’ya gelerek büyük bir uygarlık yaratan
Hititlerden, bağcılığın önemini anlatan çok sayıda
arkeolojik buluntu günümüze kadar ulaşmıştır.
Ayrıca, bu döneme ait kaya resimleri ve
heykellerde, üzüm ve şaraba ait figürlerin yer
alması, Hitit kanunlarında bağların ve ürünün
korunmasına yönelik özel hükümlere yer
verilmesi, Boğazköy metinlerinde kuru ve yaş
üzümlerden söz edilmesi, sosyal ve ekonomik
açıdan Anadolu bağcılığının önemini günümüze
taşıyan diğer belgelerdir.
• Şarabın ilk olarak, muhtemelen bir tesadüf
sonucu, bir kaba bırakılan üzümlerin bir süre
sonra fermente olmuş suyunun tadılması yolu
ile keşfedilmiş olduğuna inanılmaktadır.
Şarabın ortaya çıkış tarihinin daha eski
olmasına rağmen, şarap kültürünün
başlangıcının Hititlerde olduğu kabul edilir.
Anadolu Medeniyetleri müzesindeki som
altından şarap sürahisi ve ayaklı şarap kadehi,
Hititlerde, dinsel inançların ve sunum
törenlerinin de etkisiyle şaraba dair bir
kültürün oluştuğunu gösterir.
Mısır Dönemi (MÖ. 2700-1088)
• Mısır’da temel gıdalar ekmek ve biraydı. Mısırlılar
Sümerlerden aldıkları bazlama biçimindeki mayasız ekmeği
geliştirmişlerdi. Ayrıca kaynaklarda hamura bira mayası
katarak mayaladıkları da yazmaktadır. Mayalama, ekmeğin
kabararak daha hafif ve kolay sindirilir biçimde pişmesini
sağlar. Bugün tükettiğimiz ekmeği Mısırlılara borçluyuz.
• Nitekim MÖ. 1250 yılında Musa Peygamber,
İbrani kölelerin Mısır’ı terk etmelerine önderlik
yaparken yanlarına mayasız ve tuzsuz ekmek
almalarını söylemiştir. Kimine göre zaten
ekmeğin mayalanmasını bekleyecek zaman
yoktur. Kimine göre ise tuz da koyacak zaman
yoktur. İkinci tür düşünenler Musa’nın maya ve
tuzu Mısır’daki görkemli zengin yaşamın
simgesi saydığına ve “mayasız, tuzsuz
ekmeğimizle daha fakir ama daha özgür ve
huzurlu bir hayat yaşarız” mesajı verdiğine
inanırlar.
• Eski Mısır’da da Sümerlerde olduğu gibi, çeşitli
türlerde bira üretiliyordu. Biraların yanı sıra
hurmadan elde edilen ve özellikle sarayda
tüketilen değişik mayalı içkiler de vardı.
• Şarabın hazırlanışı, içilişi, o dönemin ressamları ve
heykeltıraşları tarafından ayrıntılarıyla tasvir edilmiş ve çok
sayıda duvar resim ve kabartmalarında yer almışsa da, daha
çok bayramlarda ve özel günlerde tüketilirdi. Sonraları,
Mısırlılar Hititlerden şarapçılığı öğrenmişler ve Firavunlar
devrinde şarap imal etmeyi başarmışlardır. Onlar da cibreyi
çarşaf şeklinde bezlerin içine doldurup bezin ağzını bükerek
suyunu bir kere daha sıkma usulünü bulmuşlardır
• Eski Mısır’da et her gün yenilmezdi. Sığır daha
çok Tanrılara sunulan yemeklerde ve cenaze
sofralarında görülürdü. Genellikle kümes
hayvanlarıyla (tavuk, ördek, kaz), daha ucuz
olan koyun, keçi, bıldırcın tüketilirdi. Günlük
yemeklerde Nil, Kızıldeniz ve Akdeniz sularında
bol bulunan balık çeşitleri, et çeşitlerine tercih
edilirdi.
• Et de balık da hem taze olarak tüketilir hem de
kurutularak, salamura edilerek saklanırdı. MÖ.
2000 yılı civarına tarihlenen bazı mezarların
duvarlarında balıkların nasıl tuzlandığı,
sebzelerin hatta kanatlı hayvanların nasıl
salamura yapıldıkları gösterilmektedir.
Mısırda Tuz
• İnsanoğlu avcılık ve toplayıcılık
dönemlerinde tuz ihtiyacını kök
bitkilerinden ve av hayvanlarından
almaktaydı. Doğadan tuz bulup
yemesi gerekmiyordu. Ancak
tarıma ve hayvancılığa başladıktan
sonra tuz ihtiyacı baş gösterdi.
Tarım mahsullerinden çorba
yapıyor ancak çorbaya tuz
bulamıyorlardı. Eskiden hayvanlar
tuz ihtiyacını başıboş otlarken tuz
kayalarından yada topraktan
almaktaydılar
• Mısırlılar, öldükten sonra bedenlerinin bu dünya ile öbür
dünya arasında bir iletişim aracı olduğuna inanırlardı. Eski
Mısır’da kalbin, ruh ve vicdanın merkezi olduğuna inanılırdı.
Ölümden sonra tüm organlar vücuttan çıkartılır ama kalp
içeride bırakılırdı. Çünkü hesap gününde kalp adalet tanrısına
hesap vermeliydi. İşte bu nedenle ölülerin cesetlerini sonsuza
kadar saklayabilmek için mumyalanıyorlardı. Mumyalama
işleminde bolca tuz kullanılırdı.
• Mısır’ın bir başka buluşu ise tuzun ticaretiyle ilgilidir. Diğer
kavimler tuzladıkları gıda maddelerinin tamamını kendi iç
pazarlarında tüketirken, tuzu tuz olarak ihraç ederse beş
kazanacak yerde tuzlu gıda maddesi olarak ihraç ederek on
beş kazanmayı ilk akıl edenler Mısırlılar olmuşlardır. Ziyafetler,
aile arasında bile olsa Mısırlıların günlük yaşamlarının en
önemli olayıydı. Sofraların çiçekler, kokulu kozalaklarla
süslendiğini, yemeğin müzik eşliğinde yenildiğini arkeolojik
veriler ortaya çıkarmıştır.
• Mısırlılar, hastalıklarının çoğunun sindirin organlarından
kaynaklandığına inanırlardı. Bu inanç, ölülerin
mumyalanma işleminde, bozulmayı engellemek için
ölünün iç organlarının çıkarılması ve ayrı
gömülmesinden doğmuş olabilir. Ancak bütünüyle de
temelsiz değildir. Mısırlılar sağlıklı kalmak yada
iyileşmek için belirli sürelerde müshil kullanır ve oruç
tutarlardı. Oruçlarını incirle açarlardı. Bu yöntem,
oruçla zayıf düşen gövdeye gerekli enerjiyi vermenin en
kolay yoludur. Tek tanrılı dinlerin hepsi (MÖ. 12.
Yüzyılda başlayan Yahudilik, Milattan 30 yıl sonra
yayılmaya başlayan Hristiyanlık ve 7. Yüzyılda doğan
İslamiyet) de orucu dini görevler arasında önemli bir
yer vermiştir. Müslümanlar hala oruçlarını hurmayla
açmaya devam etmektedir
• Mısır’dan kaçtıktan sonra çölde 1 hafta dolaşan İsrailoğulları
yiyeceksiz kalınca Tanrı onlara bir akşam gökten bıldırcın
yağdırır. Tevrat’ın çıkış kitabında: “sabah olunca çadırların
etrafında çiğ tabakası vardı ve çiğ buharlaşınca da toprağın
üzerinde kırağı gibi ince pişmaniyeye benzer bir katman
kalmıştı. Bu katmanı tattıklarında kişniş tohumu gibi, beyaz ve
tadı ballı pideye benzer olduğunu gördüler ve ona manna
dediler. Bir diğer adı kudret helvasıdır
• Eski Mısır’da rahipler, kuru bir fasulye tanesi
yada baklagilin ıslatılıp karanlıkta bekletildiği
zaman bir mucize sonucu çimlenip
filizlenmesini, fasulye içindeki bir ruhun
canlandığı yada genelde insan, hayvan yada
bitkinin bedeninin içinde bir ruhun yaşamakta
olduğu şeklinde yorumlanmış
Antik Yunan (MÖ. 1000, MS. 30)
• Antik Yunan mutfağı Mısır mutfağının mirasını
devralmıştır. Ancak Yunan mutfağı hakkında
günümüze kalmış herhangi bir tarif yoktur
ama yemek olgusu uygarlığın göstergelerinden
biri olarak çıkar karşımıza. Ne de olsa Antik
Yunan, iyi yemek ve iyi yaşam felsefesine
inanan ve ömrünü bu felsefeyi
yaygınlaştırmaya adayan Filozof Epikuros’un
vatanı. Edikuros’un felsefesi, insanların geçici
değil, sabit ve sürekli zevklere bağlanması
gerektiği kuralı üzerinedir.
• Bazı tarihçiler dünyada yazılmış ilk yemek
kitabının MÖ. 4. Yüzyılda yaşamış olan Yunan
şair Archestratus’a ait olduğunu belirtirler.
Ancak şiir olarak yazıldığından dolayı bunu
kabul etmeyenler de vardır. Bu kişi aslında
şairdir. Gastronomi adlı şiirindeki “pancar
yaprağında yılan balığı” tarifi günümüzün
asma yaprağında sardalya balığı tarifini
hatırlatır
• Yunanlılar, Mısır ile ilişkileri sonucunda mayayla
kabartılmış ekmek pişirme sanatını kendi
topraklarına taşımışlardır. Kayıtlarda Helenistik
çağda en az 80 çeşit ekmeğin yapılıp satıldığı
belirtiliyor. Bilinen ekmek çeşitleri arasında
hamuru bugünkü krem peynire benzer bir cins
peynirle birlikte yoğrulanı da, hamuruna bal
katılarak fırınlananı da var. Bazı yunan siteleri de
ekmek çeşitleriyle anılırdı. Örneğin Efes’in tanrıça
Artemis adına pişirilen ay biçimli ekmeği hayli
ünlüydü. Rodos’ta ise gemiciler için kolay
bayatlamayan, uzun yolculuklara dayanan değişik
bir çeşit ekmek (peksimet) yapılırdı.
• Peksimet uzun yıllar bayatlamadan
dayanabilen ve genellikle savaş, kıtlık gibi
durumlarda tüketilen ekmek çeşidir. Uzun süre
tek başına tüketilmesi durumunda A vitamini
eksikliğinden dolayı tavuk karası hastalığına
(gece körlüğü) neden olduğu gözlenmiştir.
• Sofra düzeninde en önemli değişiklik, o
zamanlar yunanlara ait olan Sicilya’da
gerçekleşti ve yayıldı. Yunanistan’da
henüz sade bir biçimde yemek yenirken,
bir bölgede sofrada her tür lüksün
yerleşip yaygınlaştığı bilinmektedir. Bu
dönemde, yemek davetlerinde bütün
yiyecekler bir masa üstüne yerleştirilir
ve konukların istediği yemekleri
tabağına alıp özgürce istediği yerde
(salonda, balkonda) yemesi önerilirdi.
Bugünkü büyük davetlerdeki selfservis
düzeni daha o zamanda geçerliydi.
Günümüzdeki “açık büfe” (banket
masası düzeni) bu dönemdeki
uygulamalardan kalmadır.
• Antik Yunan’da içki içmek ve yanında da bir şeyler
atıştırmak için açık büfe tarzında yenilen bir
akşam yemeği sonrası yapılan içkili toplantılara
“Symposion” denirdi. 5-7 kline (sedir yada divan)
alan mekanlarda klinelere uzanarak birlikte kafayı
çekmek her zaman kurallara ve ritüele tabiydi.
Toplantıya bir başkan seçilir, şaraba ne kadar su
karıştırılacağına, kimin ne kadar içeceğine o karar
verirdi. Sonraları bu toplantılar belli felsefi
konularda söyleşi yapılan sofralar haline dönüştü.
Bugünkü mesleki sempozyumların tartışma
düzeni ve meyhane kültürümüzdeki içki sofrası
adabının kökünde Antik Yunan Symposion’un
ritüel nizamı yatar.
• Tarihin aynı döneminde Antik Yunan’ın kuzey komşusu
İskitlerin (Sakalar) hayat tarzı çok farklıydı. Karadeniz’in
kuzeyinde Tuna nehrinden Çin’e kadar yayılmış İskitler,
öküzlerin çektiği arabalar üzerindeki keçe kaplı evlerinde
göçebe bir yaşam sürüyorlardı. Hayvanlarına ot bulabildikleri
sürece bir yerde konaklıyorlardı. Heredotos’un yazdığına göre
sığır, koyun, ve at ile beslenen İskitlerin ekonomisi
hayvancılığa dayanmaktaydı. Ancak İskitler domuz beslemezdi.
(Domuz göçebeliğe uygun bir hayvan değildir)
• Bodrum (Halikarnassos) doğumlu Heredotos,
bu kavmin bir yemeğini anlatmaktadır. İskitler,
koyunun derisini yüzdükten sonra eti
kemiklerinden ayırıp elde ettikleri etin
tamamını hayvanın postunun içerisine koyup
kalan boşluğa su ekleyip postu dikiyor,
hayvanın kemikleriyle ateşi besleyerek, postun
içinde eti haşlıyorlarmış. Heredotos’un
İskitlerin yediğini anlattığı bu yemek, benzer
bir yapım tarzıyla (koyun postu içinde
pişirilerek) Ağrı’da “gösteberg buğulama”,
Anadolu’nun diğer bazı yerlerinde de “hırsız
kebabı” adıyla yapılmakta. Biz bu yemeğin
bugün tencerede yapılanına da “kuzu
haşlama” diyoruz.
• Zeytinyağı tarihçesi araştırıldığında eski
Mısır’da dini ayinlerde arınmak amacıyla
kullanıldığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca
Firavunların mezarına zeytinyağı konulmuştur.
Romalılarda ise kutsal ekmeğin saklandığı
mihrabın aydınlatılmasında zeytinyağı
kullanımı şarttı. Yahudilerin antlaşma sandığı
da zeytinyağı ile kutsanmıştır. Anadolu’ da
özellikle Adana civarında zeytin yetiştiriciliği
yapıldığına dair veriler, Hitit metinlerinde yer
almaktadır.
• Zeytinyağı, bütün Akdeniz’e zeytin ağacının MÖ. 6
binden beri yetişmekte olduğu, bugün Lübnan ve
Suriye’nin bulunduğu bölgeden dağıldı. Antik Yunan,
zeytinyağını Anadolu’dan ve Girit’ten ithal ederdi. MÖ.
6. Yüzyıl başlarında Solon, zeytinyağı dışındaki tüm
tarım ürünlerinin dışsatımını (ihracatını) yasaklayınca
150 yıl içinde yarımadadaki öteki ağaçların sökülerek,
yerine zeytin ağaçları dikildiğini, bütün yarımadanın
zeytin ağaçlarıyla kaplandığı bilinmektedir. Nitekim MÖ.
4. Yüzyıl başında Antik Yunan ihracatının ilk iki maddesi
zeytinyağı ve şarap olmuş, onları incir ve ceviz
izlemiştir. Zeytinyağı, Bronz çağı boyunca,
aydınlatmada, tıpta madde olarak ve vücut bakımında
(krem gibi) önemini ve liderliğini korudu. Zeytinyağını
yemeklik yağ olarak fakirler kullanırdı.
• Yunanlar genelde masalarda oturarak
yemeklerini yerlerdi. Masalar günlük yemekler
içinse yüksek, ziyafetler içinse alçak olurdu. İlk
görülen masalar dikdörtgen biçimliydi. Daha
sonra, M.Ö. 4. yüzyılda masalar yuvarlak
biçimli olarak yapılmaya ve ayaklarına hayvan
ayağı görüntüleri verilmeye başladı. Bunun en
çok görülen örneklerinden biri de aslan
pençesi biçiminde olanlardı.
• Yemekler ekmek arasında ya da kalın ekmekler
içine tabağa koyar gibi yenilerek tüketilse de
pişmiş topraktan ya da metalden yapılan kase ve
tabaklar çok daha yaygın olarak kullanılmıştır.
Tabaklar zamanla daha ince işlenmeye başlamış
ve Roma döneminde paha biçilemez metal ve
camlardan tabaklar yapılmaya başlanmıştır. Çatal
kullanımından haberdar olunmamış, katı
yiyecekler elle yanmiştir. Bıçaklara sadece et
kesmek için başvurulmuş, kaşık bugünkü işlevinde
olduğu gibi çorba ve diğer sıvı yiyeceklerin
tüketilmesinde kullanılmıştır.
• Şarap pişmiş topraktan yapılma, dibi sivri geniş testilere
yani 30 litre sıvı alabilen amforalara doldurularak stoklanır,
gemilerle, satılacağı yere gönderilirdi. Toprak kapların
içindeki sıvının buharlaşmasına olanak tanıması sonucu,
amforalardaki şaraplar, depolarda ve gemilerle gidecekleri
son durağa varıncaya kadar beklerken suyunu kaybederek
koyulaşırdı. Bu yüzden şaraba su karıştırmak gerekli bir
alışkanlık haline gelmişti. Ancak, kimi zaman şarabı içilebilir
duruma getirmek için su katmak bile yeterli olmayabilirdi.
Yoğunlaştırılmış deniz suyu yada asma dallarının külleri ve
sakız karıştırılıp şaraba katılır ve bekletilirdi. Kimi zaman da
şarabı sulandıracak maddelere baharat katılırdı. Amfora,
gövdesinden daha ince olan boyun kısmının altında dibe
doğru daralarak sonlanan iki kulplu, Antik Dönemlere özgü
bir çeşit Yunan çömleği.
• Kadınların şarap içmesi yasaktı. Kadınlar passum yani şıra
içerlerdi.
Roma İmparatorluğu (MÖ. 27 – MS. 476)
• Nasıl ki Antik Yunan mutfağı Mısır mutfak
kültürünü devralarak gelişmişse Roma da
özellikle Sicilyalı aşçılar sayesinde Antik Yunan
mutfağının temellerine oturmuştur. Roma
sofralarında daima kuş sütünün eksik olmadığı
şölenler halinde yemekler yenmiştir. Antik çağ
yazarlarının anlattıklarından yola çıkarak
Roma’nın erken dönem yemeklerinin basit ve
az çeşitli olduğunu anlıyoruz.
• İmparatorluğun geniş topraklara yayılmasından
önce yönetenler ile yönetilenler üç aşağı beş
yukarı benzer yemekleri yerken genişleme
sonrasında gelir dağılımı uçurumlaşınca zenginin
sofrası ile fakirin sofrası arasında da uçurum
oluşur. Fakir sofralarında yemeğin besleyiciliği
tadından daha ön planda tutulmaya devam
ederken, zengin sofralarında da tadı güzel,
besleyiciliği az, hazmı kolay yiyecekler öne
çıkmaktadır. Aşçıların sanatı, yemeği hangi
maddelerden yaptığını gizlemekteki başarısıyla
ölçülür. Yemekten iyi anladığını iddia edenlerse
bir bakış yada ilk lokmada yemekte neler
bulunduğunu ortaya koyabilme yeteneğiyle itibar
kazanırdı.
• Roma’da aşçılar genellikle Yunanistan’dan
getirilen ve bu konuda yetenekli erkek köleler
arasından seçilmekteydi. Roma’da aşçılık bir
sanat olarak değerlendirildiğinden, iyi bir aşçı
yanında çalıştığı efendisinin toplumdaki
saygınlığını artırıyordu. Bu durumdan aşçı da
kazançlı çıkıyordu tabi. Efendisinin verdiği para
ve hediyelerle iyi bir birikim sağlayan bir aşçı
özgürlüğünü rahatlıkla satın alabilecek düzeye
geliyordu.
• Bu konuda en şanslı aşçı Kleopatra’nın
aşçısıdır. Marcus Antonious, Tarsus’ta
buluştuklarında, bu aşçının hazırladığı
yemeklerden o kadar memnun kalmış ki önce
bir ev sonra da koca bir şehir armağan etmiş
kendisine.
• İmparatorluklardaki şölenlerde, zafer
kutlamalarında, törenlerde öyle kalabalık
topluluklara yemek ve içki hizmeti veriliyormuş ki,
İmparator Julius Caesar’ın askeri bir zaferin
ardından düzenlediği kutlamanın birkaç gün
sürdüğü ve bu kutlamada tam 260 bin kişinin
yemek yediği bilgisi, Romalılardaki toplu yemek
geleneği hakkında bir fikir verebilir. Öyle ki,
ziyafet vermeyi bir tutku haline getiren kimi
imparatorlar yüzünden devlet iflasın eşiğine bile
gelebiliyordu. Bunlardan biri general Lucullus’tur.
Giresun’dan Roma’ya dönerken kiraz ağacı
çubukları götürüp Roma’daki evinin bahçesindeki
ağaçları bu çubuklarla aşılayarak Roma’nın kirazla
tanışmasını sağladığı rivayet edilir.
• Taverna sözcüğü de Romalılardan kalma. O
dönemdeki yemek ve şarap sunulan küçük
lokantalara taberna denilmektedir. O kadar
yüzyıl içinde yalnızca bir harfi değişmiş
• İlk yemek kitabının da Bir Romalı tarafından
yazıldığını belirtmekte yarar vardır. Apicius’un
4. Yüzyılda basılmış olan “10 Kitapta Mutfak
Kültürü” adlı kitabında yer alan yemek
tariflerinin bazıları halen birçok ünlü
restoranlarda kullanılmaktadır.
• Roma mutfağında giderek çok kuvvetli soslar ve çok fazla
baharat kullanılarak yemeğin esas tadının gölgelendirilmesi
zamanımızda bir tartışma konusudur. Bazı yorumcular
gittikçe kalabalıklaşan Roma’da gıda maddelerinin sağlıklı
koşullarda muhafazasının yapılamadığını ve özellikle etlerin
biraz ağırlaşmış, bozulmaya yüz tutmuş halde mutfaklara
girmesi sonucunda kokusunu saklamak için sosların ve
baharatın fazlaca kullanıldığı görüşünü ortaya atar. Roma
şehrinin şebeke suyunun kurşun borularla taşınması,
yemeklerin kurşun kaplarda yapılması, şarabın kurşun
kaplarda muhafaza edilmesi sonucu, zamanla kurşunun
etkisiyle bu suyu ve şarabı tüketenlerin tat alma
duyusunun köreldiğini ve onun için yemeklere daha keskin,
daha baskın tat veren sos ve baharatın konulduğunu
yazıyor. Bir başka açıklama ise Romalıların zenginliklerini,
kurdukları sofranın görkemiyle teşhir etme arzuları. Çünkü
ne kadar fazla sos ve baharat o kadar zenginlik.
• Akşam yemekleri (cena) başta iki bölüm olarak
yani ana yemek ve tatlı/meyve, deniz
kabukluları karşımı şeklinde yenirdi. İstiridye
ve midye yemeğin başında değil sonunda
yenirdi. Bunun sebebi barsakları
çalıştırmasıdır.
• Giriş yada İştah Açıcılar: Mulsum (şarap- bal karışımı) eşliğinde hafif
ordövr çeşitleri ve salatalar yenir. Bugün kokteyllerin vazgeçilmezi
olan zeytin, turşu ve kruditenin (limon suyuna batırılmış havuç ve
salatalık dilimleri) o günlerden kaldığı söylenir).
• Ana Yemek: Genellikle et yemeği olurdu. Domuz yemekleri
ağırlıklıydı ve süt domuzu tercih edilirdi. Domuzun kulakları
makbuldü. Sosis çok yenirdi. Sığır eti ve dana az tüketilirdi. Kaz,
ördek, tavşan ve tavuk da çok yenirdi ve içlerinde en pahalısı
tavuktu. Kazın ciğeri de çok revaçtaydı. Balıklardan barbunya balığı
en sevileni ve en pahalısıydı. Bu sayılan etler sofraya, yanında
herhangi bir garnitürü yada eşlikçisi olmaksızın ekmekle birlikte
servis edilirdi. Ekmek ve et boğazdan aşağıya sulandırılmış şarap
sayesinde kaydırılırdı.
• Tatlı/Meyve: Başta üzüm olmak üzere, incir, hurma, nar, armut,
erik, böğürtlen ve kavun en çok tüketilen meyvelerdi. Tatlı çeşitleri
pek azdı. Genellikle normal ekmekten daha fazla kabartılmış yağlı
hamurdan yapılmış ekmeğe (günümüzün poğaçası denilebilir) bal
dökülerek yada ballı şerbet çektirilerek, üzerine de ceviz yada fındık
dökülerek yenirdi. Başlarda karides, istiridye ve midye bu bölümde
meyvelerle birlikte yenirken Hristiyanlığın yaygınlaşmasıyla birlikte
giriş bölümünde yenilmeye başlandı.
• Şarap Tüketimi: Yunanların Dionysos adını
verdikleri şarap tanrısına Romalılar Bacchus
derlerdi. Şarap genellikle su katılarak içilirdi.
Çünkü amforalar içinde taşınan şarap suyunu
çeker, koyulaşır, koyulaştıkça da alkol derecesi
artardı. Alkolünün artması şarabın sirkeleşmesini
önler, böylece şarabın raf ömrü uzardı.
Tüketilmeden az önce su katılarak şarap olması
gereken alkol derecesine indirilirdi. Bazen şaraba
deniz suyu katıldığı da olurdu. Ancak şarabın
muhafaza edildiği kabın kokusunu alması
önlenemezdi. İşte bu nedenle şarabın kimi zaman
kötü kokularını gidermek, kimi zaman da lezzetini
artırmak amacıyla içine birşeyler katılarak içilirdi.
Tek Tanrılı Dinlerin Mutfağa Etkisi
(Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık)
• Tek Tanrılı dinler, ilk yasaklarını yeme içme
konusunda ortaya koyarlar. Tevrat’a göre,
Adem ve Havva cennette dolaşmaktayken,
Tanrı onlara bahçedeki herşeyi armağan
ettiğini, yalnızca elma ağacının meyvelerini
yemelerinin yasak olduğunu bildirmiştir. Sonra
da hepimizin bildiği elma dalından koparılmış,
bir ısırık alınmış ve böylece ilk günah
işlenmiştir
Musevilik:
Tevrat, yeme-içme ile ilgili yasaklar bakımından
irdelendiğinde, yasakların kademe kademe ağırlaştığı
görülür. Tevrat’ta Musa’nın Birinci Kitabı olarak da
adlandırılan Tekvin’de yenilecek hayvanlar konusunda bir
yasak getirilmez: “Hareket eden her hayvan size yiyecek
olacaktır, yeşil ot gibi, size hepsini verdim”. Her hayvanın
yenilebileceğini bildiren bu ayeti izleyen ayette kan ile ilgili
bir uyarı vardır: “Fakat eti onun canı olan kanı ile
yemeyeceksiniz”. Kanı canla bir tutan ve kan dökmeyi
yasaklayan başka ayetler yüzünden, hayvan kesme,
Musevilik’te dinsel bir törene dönüşmüştür. Hayvanın
boğazındaki atardamar kesilir ve böylece kan akıtılarak,
“can” kısa sürede “Yahova”ya ulaştırılır. Et parçalandığında
etin üstündeki kan, soğuk suyla yıkanarak tuzla alınır. Eti
kanıyla yememe kuralı, Musevilerin “az pişmiş, kanlı kanlı
ızgara” yemesine de izin vermez.
• Yenilmesine izin verilmeyen bir hayvan ürünü
de “iç yağı”dır. “Nesillerinizce bütün
meskenlerinizde ebedi kanun olacak: iç yağı ve
kan hiç yemeyeceksiniz”. Yenilecek hayvanların
kesinlikle kurala uygun kesilmesi gerekir,
kendiliğinden ölen yada bir başka hayvan
tarafından parçalanan hayvanın da eti yenmez.
• Temel kural, ot yiyen, “çatal ve yarık tırnaklı olan
ve geviş getiren” hayvanların yenilebileceğidir.
Buradaki incelik, yenilebilecek hayvanın hem
geviş getirmesi hem de tırnaklarının çatal yada
yarık biçimde olmasıdır. Geviş getirdiği halde çatal
tırnaklı olmayan deve, kaya porsuğu, tavşan
yenilemez. Domuz, çatal ve yarık tırnaklı olduğu
halde geviş getirmediği için yenilmesi yasak
hayvanlardandır. At ve eşek de yenilmeye uygun
hayvan özelliği olan “hem geviş getirip hem çatal
tırnaklı” tanımına uymazlar
• “Sularda, denizlerde ve ırmaklarda kanatlı ve
pullu olanların hepsini yiyebilirsiniz”. Bu ayetin
devamında, “kanatsız ve pulsuz” olanlar, mekruh
sayılan pulsuz balıklar ve yengeç gibi kabuklular;
yenebilecek deniz ve su hayvanları için hareket
edebilme şart olduğundan midye ve istiridye gibi
kabuklular yenilme yasağı taşır. Kuşlar
kanatlarının büyüklüğüne göre ve kimi
özelliklerine bakılarak temiz yada kirli sayılmıştır.
Kitapta yenilmeyecek kuşların uzun bir listesi yer
alır: Pelikan, kuğu, leylek, devekuşu, kimi balıkçıl
cinsleri, kartal, tavşancıl, kimi atmaca türleri,
baykuş, akbaba ve yarasa.
Hristiyanlık
• Hristiyanlık, Musevilikten sonra çıkmış bin dindir. Bir
ayete göre “Yiyelim-içelim, yarın öleceğiz nasıl olsa”
denilmektedir. Buradan hareketle Hristiyanlıkta hiçbir
yeme-içme yasağı yok gibi görünür. Oysa Hristiyanlıkta
oburluk ve açgözlülük en büyük yedi günahtan biri
olarak kabul edilir. Azla yetinme Hristiyanlığın temel
koşuludur. Başlangıçta İsa’da bir Musevi olduğundan
Musevilikteki yeme yasakları, özellikle domuz yeme
yasağı Hristiyanlıkta da vardı. Ancak bu dinin Avrupa’ya
yayılışı döneminde, yaşanan kıtlıklar üzerine bu yasak
bir din adamının “ağızdan giren şey, insanın imanını
bozamaz” yorumuyla kaldırıldı. Hristiyanlığın pek çok
eski mezhebinde haftanın bir gününde et yerine balık
yenir. Bu et yememe günü Katolikler için Cuma
günüdür.
• Katolikler, her yıl 21 Martı takip eden ilk dolunaydan sonraki
ilk Pazar gününü paskalya (Easter) olarak kutlarlar. En büyük
Hristiyan bayramı olan Paskalya, Hristiyanlar için İsa’nın
öldükten sonra dirilişini, ruhunun göğe yükselmesini
kutlama anlamına gelir. Paskalya öncesi Hristiyanların
bazıları 7 hafta, çoğunluğu ise 7 gün perhiz yapar. Bu
perhizde hayvansal gıdalar yenmediği gibi Perşembe ve
Cuma günleri nebati yağda yenmez. Paskalyadan önceki
Perşembe gecesi İsa’nın son yemeğini anmak için sofrada
mutlaka mercimek yer alır, çünkü İsa’nın son yemeği
mercimek olmuştur. Mercimek ayrıca Meryem Ana’nın
gözyaşlarını simgeler. Ayrıca Paskalya günü dağıtılmak üzere
kırmızı yumurtalar kaynatılıp Paskalya çöreği pişirilir ama
bunlara Pazar gününe, yani Paskalyaya kadar dokunulmaz.
Dış kabuğu gökyüzü, zarı hava, kırmızı kabuğu ise İsa’nın
kanı demek olan yumurta aslında hayatı simgeler. Yağlı
bitkilerden elde edilen sıvı veya katı yağ
Müslümanlık
• 7.yüzyılda doğan İslamiyet, inananların yemekten içmekten
zevk almasını engellemez, yasaklamaz. Ancak inananlarına
belli yemek yasakları ve Ramazan ayı süresince gün doğumu
ile gün batımı arasında oruç zorunluluğunu getirmiştir. Oruç
İslam dininin 5 şartından biridir.
• Ramazan ayı boyunca sabaha karşı sahur ve gün batımından
da orucu açmak için iftar yemeği yenilir. İftar menüsü
planlanırken açıkla geçen sürede vücudun eksilen
değerlerini tespit ederek onları mümkün olduğunca yerine
koymak amacıyla hareket edilir. Vücut başta tuzunu, suyunu
kaybetmiş, bazılarının kanındaysa şeker oranı düşmüştür.
Menüde yer alacaklar, bu ihtiyaçlara cevap vermelidir.
Hurma şekeri, çorba suyu, zeytin, peynir, sucuk, pastırma
gibi iftariyelikler de tuz eksikliğini giderecektir.
• Yeme yasakları leş, kan ve domuz etiyle
sınırlıdır. Putlar adına kesilen kurbanlar da
yasaklar kapsamındadır. Yine de kıtlık gibi
zorunluluklarda tanına kısıtlı bir yeme
özgürlüğü, İslamiyetin yeme yasaklarının
Musevilerinkinden daha esnek olduğunu
gösterir.
• 7.Yüzyılda Medine ve çevre ahalisi hurmadan
yapılan büsr, temr yada fadih denen şarabı
içerken, Fars halkı üzüm suyundan yapılan
şarabı, Yemenliler biti denen baldan yapılan
içkiyi, Habeşliler ise pirinç ve darıdan yapılan
şarabı içerlerdir. İmbik icat edilmemiş olduğu
için damıtılmış alkollü içkiler bilinmemekteydi
İslam’da İçki
• 7.Yüzyılda Medine ve çevre ahalisi hurmadan
yapılan büsr, temr yada fadih denen şarabı
içerken, Fars halkı üzüm suyundan yapılan
şarabı, Yemenliler biti denen baldan yapılan
içkiyi, Habeşliler ise pirinç ve darıdan yapılan
şarabı içerlerdir. İmbik icat edilmemiş olduğu
için damıtılmış alkollü içkiler bilinmemekteydi.
• Kuran’da içkiye ilk atıf Nahl süresinde yapılır ve
yararından bahsedilir. Hatta içki “güzel bir risk”
olarak nitelenir. Nahl Süresi (16/67): “Hurma
ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerinden
içkiler yapıyor, güzel rızk ediniyorsunuz. Bunda
aklı erenler için ibret vardır”.
• Ancak zamanla içkinin cemaat içindeki zararları
açıkça ortaya çıkmıştır. İyi bir mümin olan Hz.
Hamza, bir parça ciğer için Hz. Ali’nin iki devesini
öldürmüş, 70 Müslümanın öldüğü Uhud Savaşı
gecesi, birtakım ashabın sabaha kadar içki
içmeleri bu kayıpların nedeni olarak görülmüş ve
hele namaz esnasında içkili olan imamın yaptığı
yanlışlar namazın bozulmasına neden olmuştur.
ORTAÇAĞ
MUTFAK TARİHİ
• Bir yandan ardı ardına yaşanan kıtlıklar, diğer
yandan artan salgın hastalıklar sonucunda din
adamları oburluğun, yedi günahın en kötüsü
olduğunu vaazlarında nakarat gibi
tekrarlayarak, insanları az yemeye, kanaatkar
olmaya davet etmiştir.
• Dönemin din adamlarınca bulunan yemek
tarifleri bugün bile kullanılıyor. Ortaçağda
yemek üretim hizmetleri belirli esnaf
loncalarınca yürütülmekteydi. 12. Yüzyılda
Paris’te Izgaracılar Loncası kuruldu. Bu lonca
bugün de aynı adı taşıyan bir gurme kulübü
olarak yaşamını sürdürmektedir. Bu loncaların
çalışma prensipleri de kurallarla belirlenmiştir.
Sözgelimi, her loca kendi spesiyalitelerini
üretme konusunda tekel olduğundan, başka
loncaları bu çeşitleri üretmekten men etme
hakkına sahip olmuşlardır.
• Zamanla bu loncalar profesyonel mutfak ekipleri
yetiştirmişlerdir. Bu ekipler bugünkü aşçıbaşı ve
yardımcıları grubunun çekirdeğini
oluşturmaktadır. Günümüzde uygulanan
profesyonel mutfak standartlarının ve
geleneklerinin bir bölümü o dönemden
günümüze kadar süregelmiştir. Örneğin; uzun
şapkanın aşçıbaşı, kısa yuvarlak şapkanın çıraklar
tarafından kullanılması geleneği de o dönemden
kalmadır. Daha sonraları siyah başlık kullanıma
girmiş ancak bu şapka yalnızca meslektaşları
tarafından usta aşçıbaşı unvanı verilen aşçılar
takabilmiştir.
• Siyah, ortaçağda asaleti simgeleyen bir renkti.
Günümüzde ise Altın Aşçı Şapkası adıyla
ABD’de faaliyet gösteren bir dernek tıpkı
Ortaçağ Fransa’sında olduğu gibi
meslektaşlarınca usta seçilen aşçıbaşılarına bu
şapkaları birer şeref unvanı olarak veriyor.
• Ortaçağda yemekler binaların dışında ve büyük
evlerin holünden çatısına açılan bir deliğin altında
yakılan ateş üzerinde pişiriliyordu. Yemekler
büyük kazanlarda kaynatılıyor yada elle çevrilen
şişlerde pişiriliyor, tabak yerine geçen bayat
ekmek dilimi üzerinde parmakla yeniyordu.
• O dönemde mutfak çalışanları bir tür Ortaçağ
kölesi olan şeflerden oluştuğu için kolayca eleman
bulunabiliyordu.
• Bu arada Haçlı Seferlerinin Ortaçağ Avrupası
mutfağına büyük katkısı olduğunu eklemekte
yarar var. Bu seferlere katılan aşçıların Ortadoğu
ve Asya yemeklerini kendi yörelerine taşıdıkları
biliniyor.
• Orta Çağ'da gün ortasında öğle yemeği ve
ilerleyen saatlerde daha hafif bir akşam
yemeği olmak üzere günde genellikle iki öğün
yemek yenirdi. Gelenek ve görenekler akşam
yemeğinin çok erken yenmesini hoş
karşılamazdı, bu nedenle din adamları ve
seçkinler sınıfı bunu yapmaktan özellikle
kaçınırdı. Çalışan erkekler kahvaltı yaparlardı,
küçük çocukların, kadınların, yaşlıların ve
hastaların da kahvaltı etmesi hoşgörülürdü.
• Orta Çağ'da uşak ve hizmetçiler dahil olmak
üzere ev halkı birlikte yemek yerdi. Tek başına
gizlice yemek yemek insanların birbirlerine
muhtaç oldukları dünyada yapılabilecek en
kibirli ve bencil şeylerden biriydi. 13. yüzyılda
bir İngiliz piskoposu, Lincoln Kontesi'ne,
savurganlık ve efendilere saygısızlık doğurduğu
gerekçesiyle, gizlice özel odalarda, evin salonu
dışında herhangi bir yerde yemek yenmesini
yasaklamasını önerdi.
• Pek çok evde yemekler, ısıdan olabildiğince çok
yararlanabilmek amacıyla ana yaşam alanının
ortasında, açık bir ocakta pişirilirdi. Mutfaklar
yemek odalarıya birlikte tasarlanırken, Orta
Çağ'da en zengin kişilerin evlerinde bile ocaklar
böyle kullanılırdı. Avrupa'da ayrı bir oda olarak
mutfağın gelişmesi Orta Çağ'ın sonlarına doğru
oldu. Bunu etkileyen ilk adım, ocakların odanın
ortasından duvarlara taşınması oldu. Bunun
sonucunda ocakların olduğu bu bölge duvarlar ile
ayrı bir oda ya da bir kanat hâline getirildi.
Böylece mutfaktaki koku, duman ve
koşuşturmanın konuklarca görülmesinin önüne
geçiliyor ve yangın riski de azaltılıyordu.
• Tava, tencere, çaydanlık gibi günümüzün
mutfak kültüründe de hâlâ kullanılan pek çok
mutfak gereci, yoksullar için aşırı pahalı olsalar
da o dönemde kullanılmaya başlanmıştır. Açık
ateş üzerinde pişirme yaparken, küçük boyutlu
bıldırcın etlerinden, bir bütün sığıra kadar pek
çok şey için yararlanılabilecek, ayrı
büyüklüklerde şişler kullanılmıştır.
• Tencere ve kazanların yanmasını ya da taşmasını
önlemek için ise bir kanca ve kalın bir ip yardımıyla
tavana asılarak hazırlanan, ayarlanabilir basit vinç
sistemleri kullanılmıştır. Çoğu zaman tencere, tava ve
kazanlar ya doğrudan ateşe koyulmuş ya da demir
üçayaklar üzerinde korların üzerine bırakılmıştır.
Aşçıların işini kolaylaştırmak için çeşit çeşit bıçaklar,
kepçeler, karıştırma kaşıkları ve rendeler yapılmıştır.
Orta Çağ yemeklerinde kullanılan malzemelerin çok iyi
dövülmüş, süzülmüş, dilimlenmiş ve çeşnilendirilmiş
olması makbul olduğundan, varlıklıların mutfaklarında
havan ve kevgirler de en çok kullanılan gereçlerden
olmuştur. Bunun nedeni, dönemin doktorlarının yemek
ne kadar iyi kıvamlı olursa, vücudun besini o kadar hızlı
sindirebileceğine ilişkin bir inancı olmasına
dayanmaktadır.
• Orta Çağ yemeklerinin en yaygın ögelerinden biri de
yemeklerin sularıdır. Gerek büyük ziyafetlerde, gerekse
küçük atıştırmalarda, lokmalar hâlindeki ekmek; şarap,
et suyu, çorba ya da sos gibi besinlere bandırılıp
ıstlatılarak yenirdi. En yaygın yemekler, ezilerek su ya
da et suyunda kaynatılmış, baharatlarla servis edilen
lapalardı. Tahılların tüm türleri ile yemekler yapılırdı. Su
yerine süt ya da badem sütü ile hazırlanıp şekerle
tatlandırılarak tatlı olarak da yenilebilirdi. Et, yumurta,
sebze ve meyve kullanılarak yapılan hamur işi
yiyecekler tüm Avrupa'da yaygındı. Özellikle Orta Çağ'ın
sonlarına doğru bu tür tatlılar ile birlikte yenen bisküvi,
kurabiye ve gofretler yüksek prestijli olmanın bir
göstergesi durumuna geldi.
YENİ GIDA MADDELERİ
• 16. yüzyıl, Avrupa’nın, Colomb’un denizaşırı
keşfedilen yerlerden ve diğer kaşiflerinse
Ortadoğu ve Asya seferlerinden getirdikleri
hindi, patates, mısır, yeşil biber, kırmızı sivri
biber, domates, kahve ve çikolata (kakao) ile
tanıştığı dönemdir.
• Ortaçağ Fransasında Fransız tahtının varisi II.
Henri, Medici ailesinden Catherine’le 1533
yılında evlenmesi ve gelinin Paris’e gelirken
yanında İtalyan aşçı ekibini de getirmesiyle
İtalyan mutfak kültürü Fransa’ya taşınmış
oldu.
• Catherine’in sayesinde Fransız saray mutfağı da
bu ihtişamı tanıma olanağı buldu. Fransız sarayı
birbirinden nefis yemeklerin yanı sıra
dondurmalarıyla da bu dönemde tanıştı. Oysa
dondurmanın çok eski bir geçmişi vardır.
Belgelere göre, en eski kayıt perslere kadar
uzanmaktadır. Yüksek dağların tepesinde kazılan
çukurlarda biriktirilen karlar, kaymak, bal ve diğer
tatlandırıcılarla karıştırılır, sonra bu karışım yine
karlarla örtülür, özel olarak bu iş için seçilmiş
koşucu tarafından krala sunulmak üzere yemek
sonuna yetiştirilirdi. Güney illerimizdeki “bici bici”
ve “karsambaç”ın atasıdır bu tarifler.
• II. Henry’nin ölümünden sonra IV. Henry
olarak tahta geçen Henry, saraya sıkça yaptığı
ziyaretler sonucu iyi sofra anlayışına alışmış ve
bundan büyük zevk duymaya başlamıştı. Daha
sonra tahta geçince de sarayda, ücretlerini asil
ailelerin ödediği 500 uzmanın çalıştığı bir
mutfak kurdurarak iyi yemek kavramının
gelişip yerleşmesine büyük destek verdi.
Böylelikle Fransa’nın önde gelen aileleri de
kaliteli sofralar kurmaya özen gösterdiler.
Henry’nin bir gurme olarak tarihe geçtiğini
belirtmekte fayda vardır.
Pişirme ve süsleme
tekniği açısından
yemek sanatı, zaman
içinde Çin’den Batı’ya
doğru yani güneşin
doğduğu yerden
battığı yöne doğru yol
almıştır.
• 1600’lü yıllarda Bourbon hanedanlarından XII.
Louis ve XV. Louis’in sofralarında da mutfak
sanatının gelişimi ve ustaların eğitimine büyük
önem verildi. Hatta zehirlenerek ölmekten
korkan XIII. Louis mutfağa girer, kendi
yemeğini kendisi yapardı.
• İhtişam ve lükse düşkünlüğünden dolayı
“yüce” lakabı ile anılan XIV. Louis, usta ve
aşçıların yetiştirileceği okulların kurulmasına
öncülük etti.
• “Bana ne yediğinizi söyleyin, size kim
olduğunuzu söyleyeyim” sözünü içeren
“Lezzetin Fizyonomisi” adlı kitabın yazarı
Brilliat Savarin, dünyanın ilk gurme dergisinin
editörü ve sağlığında kendi cenaze yemeğini
düzenleyip dostlarını davet etmesiyle akıllarda
yer eden Grimod, “Büyük Mutfak Sözlüğü”nü
hazırlayan Alexandre Dumas dönemin
gurmeleri arasındadır.
• 1651 yılında “Le Cuisinier François” adlı yemek
kitabını hazırlayan François Pierre de La Varenne
de klasik mutfak sanatının kurucusu olarak tarihe
geçmiştir. Kitabında, mevsimine göre çeşitli
salatalar, soslar, sebzelerin hazırlanması ve
konsome çorbaların yumurta beyazı ile
berraklaştırılmasından söz etmiştir. La Varenne
aynı zamanda o zamanlar İtalyan mutfağında
kullanılan büyükbaş hayvanların dilinden,
kuyruğundan ve ayaklarından ve diğer et
kısımlarının değerlendirilmesini ve mutfakta
kullanılmasını Fransız mutfağına kazandırmıştır.
• Monsieur Boulanger, 1765 yılında Paris’te bugünkü
anlamda ilk restoranı açmıştır. Restoran kelimesi
Fransızca Restaurer (restore) kelimesinden gelmektedir.
Restore kelimesinin Türkçe anlamı “yenileyen ve tamir
eden” ken, gastronomide “tazelik ve dinçlik veren”
anlamında kullanılmaktadır. Boulanger, “Restorante”
adını verdiği restoranında insan sağlığına iyi geldiğine
ve besleyici olduğuna inandığı çorbaları satmıştır. Bu
restorandan önce han ve benzeri yerlerde uzun
masalarda sınırlı sayıda yemekler yenmesi ve yalnızca
karnı doyurmanın amaçlanması yerini karın
doyurmanın lezzetli yemeklerle ve şık restoranlarda
yapılmasına bırakarak yemeğin önemini artırmıştır.
• 1782 yılında Boulanger’in restoranından sonra
“La Grande Taverne de Londres” adıyla Antonie
Beauvilliers tarafından yeni bir restoran açılmıştır.
Bu restoranın özelliği; şık masa ve sandalyelere
sahip olması, yemeklerin belirli saatlerde servis
edilmesi ve Beauvilliers tarafından hazırlanan
menünün restorana gelen müşterilere takdim
edilmesidir. Beauvilliers 1814 yılında ise L’Art du
Cuisinier (Mutfak Sanatı) adlı bir kitap
hazırlayarak, Fransız mutfak sanatının ve modern
restorancılığın kuralları ile standartlarını
belirlemiştir.
ÇATAL DEVRİMİ
• Sofra tarihinde ilk önce bıçağın, sonra kaşığın ve
en sonda çatalın yer aldığı bilinmektedir.
• Avrupa’da Rönesans’ın başlangıcına kadar yemek
yerken eller kullanılmış, elle yemek yerken
kullanılan parmakların sayısı da kişilerin
statülerinin bir göstergesi olarak kabul edilmiştir.
Asil olmayan insanlar tüm parmaklarını
kullanırken asil insanlar yalnızca üç parmağını
kullanmış ve kesinlikle yüzük parmağını
kullanmadan yemek yemişlerdir.
• Çatal anlamına gelen kelime Latince’de
çiftçilerin hasadı havaya atıp savurmada
kullandıkları dev çatalların isminden türemiştir.
Bu çatalların çok küçükleri Türkiye’de
Çatalhöyük’te yapılan kazılarda bulunmuş
ancak ne işe yaradıkları ve sofralarda yemek
yemede kullanılıp kullanılmadıkları tam olarak
anlaşılamamıştır.
• Çatal kullanımı ilk defa 11. Yüzyılda Toskana,
İtalya’da ortaya çıkmıştır. İki uçları olan bu
çatallara insanlar “Tanrının bahşettiği yiyecekler
ancak Tanrının verdiği parmaklarla yenilebilir”
düşüncesiyle karşı çıkmışlardır. 17.yüzyıla kadar
süren bu direnişin bir başka sebebi de yiyeceği
bıçakla tutup ısırarak yemeğe alışmış olan
erkeklerin çatal kullanmayı kadınsı bir davranış
olarak görmesidir. Fernand Braudel’e göre ise
çatalın kökeni Venedik’tir ve çok yavaş da olsa
İtalya ve İspanya’nın çeşitli yerlerinde
benimsenmiştir.
• Jean-Louis Flandrin’e göre çatal Bizans’ta
keşfedilmiş, 14.ve 15. yüzyıllarda İtalyan
sofralarında özellikle makarna yemek için
kullanılmış, oradan 16. ve 17. yüzyıllar
boyunca komşu ülkelere taşınmıştır. Çatal 14.
Yüzyılda Ligurya, Toskana ve Venedik’in varlıklı
burjuvaları tarafından elleri yakma
tehlikesinden korunmak için de
benimsenmiştir.
• Fransız ihtilali yaşanmadan önce Fransa’da
yavaş yavaş dört uçlu çatallar kullanılmaya
başlamış ve zamanla bu kullanım lüks, asalet
ve statü göstergesi olmuştur. Çatalın yanı sıra
sofralara her insan için ayrı tabak ve bardak
konması adeti de gelişerek, toplumun tüm
sınıflarına ve giderek dünyanın diğer yerlerine
de yayılmıştır.
• Çatal bıçak ile yemek yeme adabı ise Avrupa kültürüne
dayanmaktadır. Roma’nın üst sınıflarının yatarak yemek
yemesi ve yemek aletlerinin o dönemde gelişememesi
nedeniyle yemekler elde yenmiştir. Ortaçağ’da “yemek
salonu” denilebilecek mekanların oluşturulmasıyla
yemeğin piştiği yerle, yendiği yer birbirinden ayrılmış
ve yemekler servis edilirken statüleri dikkate alınmıştır.
Özellikle kentlerde halk arasında da yayılan yemek
davetlerine giderken tahta kaşıklar ve bıçaklar gidilen
yere götürülmüş ve ev sahibinin konuklarına bu gibi
aletler sağlamasına gerek kalmamıştır. Rönesans
döneminde verilen davetler ise davet sahibinin gücünü,
zevkini ve cömertliğini teşhir edeceği düşüncesiyle
daha önemli bir hal almıştır. Çatal, bıçak ve tabak
kullanımı bu yüzyıla geri dönüşü olmayacak biçimde
yerleşmiştir
CAREME VE KLASİK MUTFAK
• Mutfağın altın çağı 1800’lü yıllarda dünyanın en
usta aşçılarından biri olarak kabul edilen Marie
Antoine Careme ile başlamıştır. Careme, yemek
menüsü ve uygun şaraplar konusunda belli başlı
temel kavramları geliştirmiş, sosları detaylı olarak
sınıflandırmış, mimariye olan düşkünlüğü
nedeniyle sofralarda buz heykelleri ve kalıp
süsleri dekoratif amaçlı kullanmış, tabak
hazırlarken ana yemeğin şekil ve garnitürlerle
olan renk uyumuna özen göstermiş ve konsomeyi
mükemmele ulaştırmıştır.
• Napolyon döneminde ün kazanan ve mutfakta
daha çok soğuk mutfak ve pastane bölümüne
ilgi duyan Careme “yüksek aşçılık sanatı”
denilen özenli bir yemek tarzını geliştirerek
Fransız mutfağına büyük katkılarda
bulunmuştur. Ayrıca Careme, pişirme işlemini
evde yemek pişirme ve profesyonel yemek
pişirme olarak ayırmıştır.
• 1833 yılında hayata veda eden Caremenin
kaleme aldığı “Mutfak Sanatı” adını taşıyan ve
beş ciltten oluşan kitabın son iki cildi ortağı
Plumerey tarafından tamamlanmıştır. Careme,
bu kitapta mutfağın 500 yıllık geçmişini ve
evrimini anlatmıştır. Kitapta yalnızca yemek
tarifleri yer almamakta aynı zamanda yemek
hazırlamanın süreçlerinden de
bahsedilmektedir. Örneğin herhangi bir
yemeğin tarifinde sözgelimi patatesin biçimi
ve tabakta nasıl durması gerektiği bile kitapta
ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir.
• Careme’nin bugünkü mutfağımıza bir başka
görsel katkısı da aşçıbaşı üniforması oldu.
Bugün kullanılan aşçıbaşı şapkasının tasarımını
o yaptı. Beyaz olarak tasarladığı aşçıbaşı
şapkasındaki 100 tane pileyi, bir yumurtanın
yüz çeşit pişirme tarzı olduğunun simgesi
olarak yerleştirdi.
• Aşçıbaşı ceketi, zaten kralların savaş alanında
görev yapan aşçılarının askeri elbiselerinden
kalma alışkanlıkla iki sıra düğmeli idi. Careme
bu geleneksel cekete estetik olarak daha hoş
duran iki değişiklik getirdi. Rengini beyaz,
kollarındaki manşetleri de arkadan yırtmaçlı
yaptı. Böylelikle aşçıbaşı çalışırken kollarını
sıvamak yerine manşeti düzgün bir görünüm
verecek şekilde yukarıya kıvırabiliyordu.
• Pantolonda ise üç değişiklik yaptı. Çalışırken
sıçrayan yağın bırakabileceği lekeleri örtmek için
siyah beyaz pötikareli yada çizgili bir desen seçti.
Sık sık olabilecek, kızgın yağ dökülmesi
durumunda ayak bileklerinin yanmasını önlemek
için paça dublelerini kaldırdı. Üçüncü olarak da
kızgın yağ yanıklarında pantolonun derhal deriyle
temasını kesecek biçimde çekilerek atılabilmesi
için fermuar yerine çıtçıt kullandı. Son olarak da
boynuna sarmak için fular yerleştirdi. O da zaman
zaman teri silmek ve devamlı sıcaktan soğuğa
koşuşturup duran aşçının ses tellerini
koruyabilmek içindi.
ESCOFFIER VE YÜKSEK MUTFAK
Dünya
mutfaklarının
imparatoru olarak
görülen ve 89 yıllık
yaşamının 62 yılını
aktif olarak bu
sektöre adayan
George Auguste
Escoffier (1847-
1935) günümüzde
hala modern
mutfağın kurucusu
olarak kabul
edilmektedir.
• Mesleki açıdan en büyük başarısı Londra’da Ritz
otellerinin kurucularıyla tanışması ve Savoy
Hotel’i açarak, otellerinin mutfaklarını yönetirken
servis ve mutfak organizasyonuna kökten
değişiklikler getirmesidir. Escoffier, mutfakta
üretim sistemlerini düzenlemiş, mutfak
organizasyon şemasının bugünkü halini vermiş ve
mutfakta belirli görevler üstlenen bölümleri
yaratmıştır. Ayrıca bugün otellerin yiyecek-içecek
bölümlerinin vazgeçilmez bir aracı sayılan
“standart reçeteler” de Escoffier tarafından
geliştirilmiştir.
• Escoffier’in geliştirdiği restoran mutfaklarının
hiyerarşik yapılanmasında görev alan
kişilerden bazılarının isimleri şu şekildedir:
Chef de cuisine (mutfak şefi), Sous-chef de
cuisine (yardımcı mutfak şefi), Chef de partie
(Şeften aldığı direktiflerle mutfağı yöneten ve
şefin olmadığı zamanlarda şeflik yapan kıdemli
şef), Cuisinier (Aşçı) ve Commis (Kıdemsiz
aşçı).(
• Escoffier, Aşçılığın rehberi (Guide Culinaire),
Epikuras’un Yemek Defteri, Menü Kitabı ve
Mutfağım adlı kitapları yayınlamış ve en
tanınmış kitabı olan Aşçılığın rehberi adlı
kitabında klasik mutfak sanatına ilişkin
5000’den fazla yemek ve garnitürlerin tarifine
yer vermiştir. Fransız mutfağına yaptığı büyük
katkıdan ötürü ise Fransa hükümeti tarafından
Fransa’nın en büyük nişanı Legion D’Honneur
(onur nişanı) ile ödüllendirilmiştir.
BİRİNCİ VE İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SONRASI
• Birinci Dünya Savaşının en büyük etkilerinden biri,
o ana kadar var olmayan toplu yemek hizmeti
alanında görüldü. Savaşla birlikte milyonlarca
hizmet personelini ve ardından da halkı doyurma
sorumluluğunu üstlenen hükümet, işverenlere
işçilerini iyi beslemeleri konusunda baskı yaptı.
Örneğin; savaştan önce İngiliz sanayi işçileri,
evlerinden getirdikleri yemeği yiyorlardı. Savaşın
sonunda İngiltere’deki fabrikalarda
yemekhanelerin sayısı 1000’e ulaştı. Yine bu
yemekhanelerde bir milyon işçi karnını
doyuruyordu.
• Birinci Dünya Savaşının etkilerinden biri de,
insanların toplumsal yaşam düzeyi konusundaki
beklentilerinin artmasıydı. Savaş öncesinde “evin
dışında yemek” iki türlü gerçekleşiyordu. Kışın
“çayhaneler”, yazın tatile çıkanlar için
“pansiyoncu bayanın tencere yemekleri”.
Savaştan sonra piyasayı yeni bir catering modası
sardı. 1935-37 yılları arasında İngiltere’nin çeşitli
bölgelerinde 100 kadar Milk bar açıldı.
• Süt barları işe sütlü ürünler ve dondurma
servisiyle başladılar. Kısa bir süre sonra da her
türlü yemeği satan yerler haline geldiler.
Bu dönemde inşa edilen barlar, daha
büyük ve rahat dizayn edildiler. Şehir
dışındaki restoranlar ise bisiklet ve
otomobil ile rahatlıkla ulaşılabilir
yerlere kuruldular.
Tarih boyunca dışarıda yemek
yiyenlerin özel talepleri
doğrultusunda mekanların
işlevlerinde zaman içinde değişimler
olmuştur.
Örneğin; İngilteredeki süt barları
zaman içinde lokantaya, İtalya’daki
kahvehaneler yine lokantaya,
Osmanlılarda da kahvehane olarak
başlayan müesseseler zaman içinde
kıraathaneye, sonra da gazinoya, bu
arada aşevleri lokantaya,
meyhanelerde günümüzün
restoranlarına dönüşmüştür.
• Toplu yemek hizmeti sektörünün II.Dünya Savaşı
ve savaşı izleyen yıllardaki gelişimi çok farklı oldu.
I. Dünya Savaşından sonra toplu yemek hizmetleri
önemini kaybetti. Ama II. Dünya Savaşından sonra
İngiltere’de, seçimleri işçi partisinin kazanması ve
bu partinin sosyal refah devleti anlayışını
benimsemesi, toplu yemek hizmetleri sektörünün
hızla gelişmesine neden oldu. Fabrikaların yanı
sıra hastaneler ve okullarda da toplu yemek
hizmetinin verilmesi şart koşuldu. 1945 yılında
fabrikalarda toplu yemek hizmeti veren işletme
sayısı 25 bine ulaştı.
ANADOLUDA YEMEK KÜLTÜRÜ
• Türklerin Orta Asya’daki yaşamlarında genellikle at, koyun,
deve eti, kaymak, süt, peynir, yoğurt ve içine bakliyat
ekledikleri ayrandan oluşan yöresel gıdalarla kısıtlı menüleri
vardı. Bal dışında ağır tatlı yemezler, içki olarak da kısrak
sütünün fermantasyonuyla elde edilen kımız, az da olsa
şarap ve darıdan yapılan boza içerlerdi. Dana eti pek
sevilmez, genellikle pastırma ve kavurma olarak tüketilirdi.
• Halkın çoğunluğu günlük beslenmelerinde basit, az değişen
yemeklerle yaşamlarını sürdürüyor, ancak özel günlerde
konuklara çok çeşitli, özenle hazırlanmış yemekler
sunuyorlardı. Bunun temelinde ise Türk misafirperverliğinin
yanı sıra “ele güne mahcup olmama” anlayışı yatıyordu.
Zaten islam dini bu dünyada kanaatkar olana yiyip içip keyif
yapacakları cenneti vadediyordu.
• İsrafa yol açmamak, kültürümüzün vazgeçilmez bir
öğesi olmasına rağmen aynı durum bizde de
yaşanmıştır. II. Mahmut döneminde saraya yakın
çevrelerin konaklarında o kadar masraflı davet sofraları
kurulmuş ki, padişah “İsraf Fermanı” yayınlamak
zorunda kalmıştır. Ferman şöyle buyuruyor: “Bundan
böyle evlerde nihayet beş türlüden yedi türlüye yemek
pişirilebilir. Yedi türlüden fazla pişirilmemesi ferman
buyurulmuştur”.
• Günde “kuşluk” ve “ikindi namazından sonra” olmak
üzere iki kez yemek yeniliyordu. Aile bireyleri
yemeklerini hep birlikte ve yer sofrasının ortasındaki
tek kaptan yiyordu. Yemeğe, eller yıkandıktan sonra
babanın besmelesi ile başlanır, sofradan Allaha
şükredilerek kalkılırdı. Üç öğün yemek yeme alışkanlığı
için 20. Yüzyılın başları beklenecekti.
• Günde “kuşluk” ve “ikindi namazından sonra”
olmak üzere iki kez yemek yeniliyordu. Aile
bireyleri yemeklerini hep birlikte ve yer
sofrasının ortasındaki tek kaptan yiyordu.
Yemeğe, eller yıkandıktan sonra babanın
besmelesi ile başlanır, sofradan Allaha
şükredilerek kalkılırdı. Üç öğün yemek yeme
alışkanlığı için 20. Yüzyılın başları beklenecekti.
• Türkiye’de günde yalnızca iki öğün yemek yeme
geleneği, akşamları karanlık basmadan (akşam
namazından önce) eve dönmüş olma gereği ve
akşam yemeklerinin mutlaka ailece yenmesi
adeti, “dışarıda yeme” alışkanlığının yeterince
oluşmamasının gerekçeleri olarak sayılabilir. Öğle
yemeklerinin geçiştirilmesinin, restoran ve toplu
yemek hizmetine olan talebi olumsuz yönde
etkilediğini biliyoruz. Sözgelimi, Hollanda’da da
eskiden öğle yemeği yeme alışkanlığı
olmadığından restoranlar ve toplu yemek hizmeti
sektörü benzer biçimde etkilenmişti.
• AŞEVLERİ: 1630’lu yıllarda uygulanan “Esnaf ve
Sanaatkarların İşleri Hakkında Tüzük”te belirtildiğine göre
aşçıların sattıkları çeşitler şunlardı: Yahni, suda pişmiş köfte,
şiş kebabı, tavuk büryani, kuzu kızartması, tandır kebabı.
• Yemekler bugünkü gibi porsiyon hesabıyla satılmıyordu o
zamanlar. Bazen “arşın” gibi uzunluk ölçüsüyle, bazen okka
ve dirhem gibi ağırlık ölçüleriyle, bazen sayı ile bazen de
lokma hesabı yapılıyordu.
• Aşevlerinin daha sonra ortaya çıkacak olan lokantalardan
farkı, yemek çeşitlerinin sınırlı olmasıydı. Çıkan çeşitler de
çoğunlukla ev yemekleriydi. Ama yine aynı dönemlerde
çeşitli nedenlerle evde pişirilmesi güç olan yemek
türlerinde uzmanlaşmış-işkembeciler gibi- dükkanların da
ortaya çıktığı biliniyor.
• Anadolu’da pazı, ıspanak, pirinç yada bulgurla pişirildikten
sonra üzerine sarımsaklı yoğurt dökülerek yenen yemeklere
“borani” denmektedir.
• KAHVEHANELER: Kahve, İstanbul’a ilk kez 1543 yılında geldi, ancak
hocalar keyif verici madde içerdiği gerekçesiyle karşı çıktılar.
Şeyhülislamı Ebusuud Efendi’nin “kavrulmuş gıda maddesinin
besleyici özelliğinin kaybolması gerekçesiyle” fetvası üzerine kahve
yüklü iki gemi, daha boşaltılmadan yüküyle birlikte batırıldı.
• 1554’te (Kanuni Sultan Süleyman Dönemi) Hekim adlı kişi Halep’ten,
Şemsi adlı bir başka kişi de Şam’dan İstanbul’a kahve getirdiler ve
Tahtakale’de açtıkları iki ayrı dükkanda kahve pişirip halka satmaya
başladılar. İstanbul’un ilk kahvehaneleri bunlar oldu. Bütün
yasaklamalara rağmen kahvehaneler yaygınlaştı.
• Avrupa’nın kahveyle tanışması ise İstanbul’a uğrayan gemiciler
aracılığıyla oldu. Bu gemiciler sayesinde kahveyle tanışan Venedik,
Papa’nın karşı çıkmasına rağmen, kahveden vazgeçmedi. Hatta
kahve öyle yaygınlaştı ki, 16. Yüzyılda yalnızca kahve satmak için
Bottege’ler (kahvehaneler) kuruldu. Bottege’lerde kahveyle birlikte
sandviç ve soğuk yemeklerin satışına daha sonraları başlandı.
• MUHALLEBİCİLER: Seyyar muhallebiciler, eski
İstanbul’un en renkli esnaflarındandı.
Omuzlarında peşkirleri, bellerinde dizlerinin altına
kadar inen peştamalları ve başlarının üzerindeki
tepsileriyle sokak sokak dolaşırlardı. Osmanlı
döneminde gündüz muhallebi yeme alışkanlığı
yaygındı. Genelde Arnavut olan bu muhallebiciler,
Ramazan ayı boyunca aşure de satardı.
• 19. yüzyıl sonunda sarayda pişen tatlılar, ayrıca
Fındıklı ve Ortaköy’de açılmış olan iki dükkanda
halka satılırdı. Ancak bu tatlıları dükkanlarda
oturarak yemeye izin verilmezdi. Sonraları seyyar
esnaf çoğaldı ve açtıkları dükkanlarda hizmet
sunmaya başladılar.
• MEYHANELER: Yemekle keyfin yan yana geldiği bir
mekan olan meyhaneler, İstanbul’da Roma
İmparatorluğu döneminde de vardı. Türk-Müslüman
halk içki konusundaki dinsel yasaklara bağlıydı ama
gayrimüslimlerin adetlerine karışılmazdı. Galata başta
olmak üzere gayrimüslimlerin yoğun olduğu
mahallelerde birçok meyhane vardı ve bunların
müşterilerinin bir kısmını, kaçamak yaparak gelen
Müslümanlar oluşturuyordu.
• İstanbul meyhaneleri bulundukları yerlere, sahiplerine,
dükkanın üzerine unvan levhası yerine asılan tahta yada
madeni kayık, kule, hançer gibi alameti fabrikaları yada
içinde havuz, fıskiye bulundurma özelliklerine göre
adlandırılırdı.
• Bazı meyhanelerin akşamcı müşterileri ve
semtlerine göre Yeniçeri akşamcıları, “Dayı”
unvanıyla herkesten daha fazla hürmet görürlerdi.
Kayıkçı, hamal, tellak takımı bu meyhanelere
giremezdi, uğrasalar da meyhane akşamcılarının
bulunmadığı zamanlarda ayakta içip giderlerdi. Bu
meyhanelere “gedikli meyhaneler” denirdi.
Gedikli meyhaneler kurulduktan sonra
ayaktakımının gittiği yerler, “koltuk meyhane”
denilen kaçak meyhaneler, gizlice içki satan ara
sokak bakkalları, manavlarıydı. Koltuk
meyhanelerinin bir kısmı da “kibar koltukları”ydı.
Buralara evine içki sokmayan memur ve katip
takımı gelirdi.
• İstanbul’un gedikli meyhaneleri, mutfaklarının
temizliği ve aşçılarının da, özellikle balık ve et
yemeklerindeki hünerleri ile meşhurdu.
Gediklilerin sunduğu külbastı ve etli yaz
türlüsünü (güveç) konak aşçıları yapamaz
denilirdi.
• BOZACILAR: Özellikle meyhanelerin kapatıldığı dönemlerde
en fazla rağbet gören yerler bozacılar olurdu.
• Boza’nın ortaya ilk çıkışı 8-9 bin yıl önce Mezopotamya’ya
dayanır. Mısır ve Kuzey Afrika sahillerinde Akdenizli tüccar
gemiciler aracılığıyla batıya, Hazar Denizi güneyinden
doğuya, Asya içlerine ve Çin’e; İran ve Afganistan’a,
Kafkaslar’dan kuzeye, Volga Havzası’na doğru geniş bir
coğrafyaya yayıldığı bilinir. Boza’nın dünyadaki yayılışı
Türklerin göçleriyle gerçekleşmiştir. Yunanlı tarihçi
Ksenophon, M.Ö. 401 yılı sonunda Doğu Anadolu’da Boza
yapıldığını ve hazırlandıktan sonra çömlek kaplarla toprağa
gömüldüğünü belirtmiştir. İlk çağlarda darı, arpa gibi
hububat fermantasyonları ile elde edilen Boza, çeşitli
isimlerle Mısır ve Trakya’da yayılmıştır.
• En parlak dönemini Osmanlı devrinde yaşayan Boza ve
Bozacılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu
yıllarda büyük kentlerin temel zanaatlarından biri
haline gelmiştir. Yine aynı şekilde 14. ve 15. yüzyıllarda
kent yaşamı üzerine yapılan araştırmalar, Bozahanelerin
Osmanlı kentinin karakteristiklerinden olduğunu
gösterir.
• Fatih devrinde Bozaya ilk olarak Fatih’in sevdiği içecek
listesinde rastlanır ve 1 testi Boza’nın 10 akçe olduğuna
kayıtlarda rastlanmaktadır.
• II. Selim döneminde içki ve Bozayla ilgili çeşitli
yasaklamalar getirilmiştir. İçine afyon katılarak elde
edilen ‘Tatar Bozası’ yasaklanmış, Tatar Bozası işlenen
Bozahanelerin kapatılması kararlaştırılmıştır.
• 19. yüzyılda ekşi ve alkollü Bozanın yerini giderek tatlı
ve alkolsüz Arnavut Bozası almıştır. Bu Boza çeşidi,
genellikle Ermeniler tarafından üretilen ekşi Bozaya
kıyasla saray tarafından daha çok sevilmiştir.
• Tüm dünyada, özellikle Orta Doğu, Orta Asya, Balkan ve
Afrika ülkeleri ile Türkiye’de üretimi yapılan Boza, her
yörede farklı kıvam ve lezzetlerle tanınan bir içecektir.
Bazı bölgelerde sulu kıvamlı tüketilen Boza, bazı
yerlerde ise çok ekşi bir tada sahiptir. Bozanın lezzeti,
fermente bir içecek olmasından dolayı zaman içinde
tatlıdan ekşiye değişmektedir. Eskiden pekmez, tarçın,
karanfil, zencefil ve hindistan cevizi ile içilen Boza,
günümüzde tarçın ve sarı leblebiyle sunulmaktadır.
• Bir zamanlar kolera hastalığını tedavi amacıyla
kullanılan boza, hamile kadınların sütünün gelmesinde
de etkili oluyormuş.
Türklerde ve Osmanlılarda Yiyecek-
İçecek Kültürü
• Osmanlıda halk kesimi, üzerine susam ekilmiş
ekmekten, biraz koyun eti yada pastırmadan,
pirinç çorbası yada pilavından, sebze ve
meyveden oluşan sade yemeklerini, yerde
oturarak sofra bezi üzerinde yerdi. Çatal
kullanmazlardı. Yemek yerken üç parmaklarını
kullanırlardı. İçecek olarak şurup, ballı şerbet,
içinde kuru üzüm kaynatılmış gül suyu, hoşaf
ve pekmez içerlerdi. Tabak ve kaşıklar
tahtadandı.
• Türklere ait İslam öncesi ilk yazılı kaynaklardan
biri olan Orhun Abideleri’nde mutfak kültürü
ile ilgili ilk yazılı bilgiler de bulunmaktadır. Bu
yapıtlarda Bilge Kağanın ölen kardeşinin yas
töreni için ölü yemeği verdiği belirtilmektedir.
Aynı yapıtlarda geyik ve tavsan etleri yenildiği
de belirtilmektedir.
• Osmanlı’da Sultan III. Ahmed’in 4 oğlunun
sünneti vesilesiyle 1720 tarihinde 15 gün boyu
gerçekleştirilen ve kısaca “1720 Şenliği” diye
bilinen şenlikte, yemek masası yerine
kullanılacak 10 bin büyük tahta sini, tatlı
dağıtmak üzere bin küçük tepsi, 10 bin sürahi
şerbet, bin ördek, 8 bin tavuk, 2 bin hindi, 3
bin horoz, 2 bin güvercin tüketildiği
kaydedilmiştir
• Türkler balığı, fetihler sırasında ele geçirdikleri
deniz kıyılarında tanımışlardır. Bu nedenle
balık adları bir ikisi dışında Türkçe olmayıp
Rumcadır. İstanbul’da balık bol ve ucuzdu ama
Osmanlı Devleti’nin erken dönemlerinde balık
sevilen bir yiyecek değildi. Yine de başkentte
yaşayanların yarısı, özellikle kıtlık
dönemlerinde deniz ürünleri yiyordu. Kimi
şeyhülislamlar zaman zaman balık ve kabuklu
deniz hayvanlarını, bunların kanlarının
akmayıp bedenlerinin içinde kaldığı
gerekçesiyle yasaklamışlardır.
• Osmanlı’da ilk basılı Türkçe yemek kitabı, Mehmet
Kamil Efendi tarafından 1844 yılında yazılan
Melceü’t Tabbahin (Aşçıların Sığınağı) adlı eserdir.
Aşçılara “nasıl yemek pişireceklerini ve yeni
malzemeleri nasıl kullanacaklarını öğretmek için”
kaleme alınan bu kitapta, geçmişte İstanbul
aşçıları tarafından kullanılan, ancak zaman içinde
unutulmaya yüz tutan yemek tarifleri
derlenmiştir. Bu eserde birçok deniz kabuklusu ile
yapılan yemeğin tarifine rastlanmakta olup
Osmanlıların deniz kabuklularına verdiği ad,
“haşarat-ı bahriyye” idi.
• Eskiden adı “S” harfi ile başlayan 7 yiyecek
türünün insan sağlığı için çok yararlı, hatta tedavi
edici nitelikte olduğuna inanılır ve özellikle Nevruz
sofrasında bunların olması sağlanırdı: Susam,
Simit, Süt, Su, Sahlep, Safran, Sarımsak.
• Osmanlı’da yüksek tabakadan damat ve gelinin
yemesi için zifaf odasına bir tepsi içinde kızarmış
kuş ve tatlı verilirmiş. Damat, kuştan bir parça
koparıp geline ikram eder, o da damada tatlı
verirmiş. Eğer gelin damadı beğenmediyse kuş
etini yemezmiş. “Her kuşun eti yenmez” sözünün
buradan geldiği sanılmaktadır.
• Müslümanların şarap içmesinin cezası “kamu
önünde 200 sopa vurulması” şeklinde
belirlenmişti.
• Rakı ile ilk tanışıklık 18.yüzyılda olmuş ve 19.
Yüzyıl ortalarında yaygınlaşmıştır. Rakının
kökeninin Arabistan yada Balkanlar olduğu ve ilk
kez Osmanlı ülkesinde üretildiği söylenir. Rakının
Arapça karşılığı “damıtılmış” anlamına gelen
“arak” idi ve aynı zamanda ter anlamına da
geliyordu. Bu adlandırma, damıtma sırasında
rakının imbikten damla damla gelmesinin, terin
vücuttan boncuk boncuk süzülmesine
benzetilmesinden kaynaklanmış olmalıdır.
Osmanlıda Kadının Mutfaktaki Rolü
• Ayşe Fahriye’nin ev kadını adlı kitabı, bir kadın
tarafından yazılan ilk Türkçe yemek kitabıdır.
İstanbul’da basılan bu kitapta 887 yemek
tarifinden başka, farklı sofraların
düzenlenmesi, aşçıların ve hizmetçilerin
görevleri, kır ziyafetleri, kilerde
bulundurulacak eşyalarla ilgili bölümler vardır.
• Kitabın giriş bölümünde kötü ev kadınları
anlatılmaktadır. Yazara göre bazı kadınlar
mutfak ve ev işleri konusunda beceriksiz veya
tembeldir. Bu ev kadınları ev işi görmeyi ve
yemek pişirmeyi haysiyetlerine yediremezler.
Aşçı dükkanlarından yemek getirten,
süslenmeye fazla önem veren, terzilere esir
olan, pencere önlerinden ayrılmayan,
davetlerde fazla vakit geçiren bu kadınlar
evlerini ihmal ederek birçok olumsuzluğa
neden olurlar. Yazarın bahsettiği bu
olumsuzlukların bazıları şöyledir:
• Erkek aşçılar mutfak masrafını şişirirler. Üstelik canları
istemedikçe güzel ve nefis yemek yapmazlar.
• İsraf nedeniyle evin erkeği birkaç iş yapmak zorunda
kalır veya borca girerek felakete uğrar.
• Arap aşçılar ve hizmetçiler ağız tadıyla bir yemek hazır
edemedikleri gibi tarif ile de pişiremezler.
• Kendilerini eğlenmeye veren hanımların sağlıkları
bozulur.
• Hanımın kötü örnek olmasından dolayı hizmetçilerin
ahlakı bozulur.
• En kötüsü de bu hanımların paşa, bey, efeni ve ağa olan
kocalarının “avare meşrep alışarak lokanta ve şurada
burada yemek yiyip vakit geçirmeleri”dir.
• Orta halli Osmanlı kadınlarının “arap” kadın
aşçıları vardı ve mutfak alışverişlerini “ayvaz”
denen erkek hizmetli yapardı. Ne Müslüman
ne de Hristiyan kadınlar mutfak alışverişi
yaparlardı. Eski geleneklere bağlı hanımlar
mutfak işleriyle ilgilendikleri, turşu, reçel
yapımı gibi özel işlerde yardım ettikleri halde,
Ayşe Fahriye’nin şikayet ettiği üzere genç ve
modern İstanbullu hanımlar Avrupalı kadınları
örnek alarak bu işleri küçümseyip, onların
yerine müzik, yabancı dil çalışmaları ve
işlemelerle meşguldürler.
Batıda İçecek ve İçki Kültürü
• Likörün kökeni İtalya’dır. Likör Avrupa’da 13.
Yüzyılda papazlar tarafından, bitkileri
damıtılmış alkolle karıştırılıp tedavi amaçlı ilaç
yapma çabalarından ortaya çıkmıştır. Likör,
damıtık alkolün içinde kokulu bitki, baharat,
meyve gibi malzemelerin şekerle birlikte
dinlendirilmesi ve suyla seyreltilmesi ile
üretilir ve alkol oranı 15-30 derece arasındadır.
• Şarap, 13. Yüzyıl İngiltere’sinde, çoğunlukla İngiliz egemenliğindeki
Bordeaux’dan ithal edilir ve taze içilirdi. O zamanın şarapları bir yıl
bekletildiğinde içilmez duruma gelirdi. Şatolar için şarap varillerle
satın alınır ve testilere doldurulurdu. Kimilerine baş uşak tarafından
baharat eklenir ve tatlandırılırdı.
• Keskin ve acı baharatlarla yapılan yemekler doğal olarak büyük bir
susuzluğa yol açıyordu. Kahve ve kolanın, limonata ve maden
suyunun bilinmediği dönemlerde konuklar kaynak suyu yada alkollü
içeceklerden birini seçme durumundaydılar. Temel alkollü içecek ise
bira olup, Ortaçağ’da gıda maddesi niteliği taşıyordu. İnsanlar ve
hatta çocuklar, günümüzde meyve suyu yada çayın içildiği gibi
rahatlıkla sıcak ve gazsız bira içiyorlardı. Bira, günlük kalori
gereksinimini karşılayan bir içecek niteliğindeydi. Sert içkilerin henüz
ortaya çıkmadığı dönemlerde bira, bağımlılığa da yol açmıyordu.
Kahvaltıda bile bira içildiği oluyordu. Ortaçağ’da meyhanede bira
içen insanın bu konudaki parolası, “İç birader, iç ve kaygılarını evde
bırak” şeklindeydi.
• Votka patates, buğday, çavdar yada darıdan yapılan bir
içkidir. Her ne kadar Rusya, daha berrak votka
üretimiyle ünlenmişse de, votkanın vatanı Polonya’dır.
18. Yüzyıl sonuna kadar Polonya’da votka, temelde
çavdar, buğday, arpa ve yulaftan ucuz bir biçimde
üretilmiştir. Damıtıldıktan sonra bir odun kömürü
filtresinden geçirilerek süzülür. Afrika’dan Arabistan ve
İran üzerinden Batıya yayılan süpürgedarısı, yarı çöl
alanlarda yararlı bir bitki olmakla kalmayıp güç
koşullarda bile iyi ürün veren bir bitkidir. Mayalandırılıp
damıtılırsa, oldukça iyi bir votka verir. “Minik su”
anlamına gelen votka 11. Yüzyıldan itibaren Polonya ve
Rusya gibi ülkelerde çok tüketilmiş ve onların ulusal
içkileri sayılmıştır.
• Cin arpa ve çavdardan mayalandırılan maltın
damıtılması sırasında ardıç ağacının yumuşak
meyve yada tohumu eklenerek kokulandırılan
alkolden elde edilir. Cin üretiminde ardıç
meyvesinin yanı sıra çeşitli tahıllar ve anason,
rezene, turunç kabuğu vb. malzemeler birlikte
damıtılır. Cin, yaklaşık olarak 1650 yılı
dolayında icat edilmiştir.